Merhaba değerli okuyucular, - Eğitim ve Yayın Dairesi Başkanlığı

“Biz Bir Aileyiz”
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
yayınıdır.
Üç ayda bir yayımlanır.
Derginin Sahibi
Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı adına
Doç. Dr. Mustafa DURMUŞ
Genel Yayın Yönetmeni
ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tanıl Can BAYOĞLU
Yayın Kurulu
İrfan ÇAYBOYLU
Dr. Sermet BAŞARAN
Emre TÖRE
Dr. Dursun AYAN
Samet CEYHAN
Dr. Nevzat Fırat KUNDURACI
Bengin EFETÜRK
Aysun TÜRÜT
Merhaba değerli okuyucular,
B
ir yılı daha acısıyla, tatlısıyla geride bırakıyoruz. “Biz Büyük Bir Aileyiz” sloganıyla yayın hayatımıza başlarken koyduğumuz hedefleri her
geçen sayıda gerçekleştirebiliyor olmanın sevincini yaşıyoruz.
Farklı disiplinlere mensup geniş bir ekibin çalışmalarının ürünü olan bu sayının, zengin yazar kadrosu, özgünlüğü, tasarımı ve baskısıyla kısa sürede vücut
bulması, hatır gözeten bilgi cömerdi hocalar ile dostların ve ortak hareket kabiliyetine sahip katılımcıların el birliğiyle mümkün oldu.
Son zamanlarda ülkemizin gündeminde üst sıralarda yer alan, Bakanlığımızın da içinde bulunduğu birçok yetkili kurumun üzerinde yoğunlaştığı ve acil
Oya TANYERİ
eylem planı yapmayı gerektiren “madde bağımlılığı” konusunu 8. sayımızda
Handan ARSLAN
biz de gündemimize aldık ve bu konuya özel bir dosya açtık. Dosyamızda,
Özlem YÜKSELBABA
alan uzmanları ve akademisyenlerin bilimsel anlayışla kaleme aldıkları ma-
Serpil PENEZ ŞAHİN
kalelerin yanı sıra bağımlılığın çeşitli türleriyle mücadele eden insanların ve
Nermin ÖZTÜRK
Hakan AYDIN
Danışma Kurulu
Çiğdem ERDOĞAN ATABEK
Nesrin ÇELİK
Ömer BOZOĞLU
Mustafa KARAMAN
yakınlarının çarpıcı yaşam hikayelerinden kesitler sunduk.
Ayrıca bu sayımızda; Türkiye’deki çocuk koruma sisteminden sosyal yardımlaşma kültürüne, gönüllülük anlayışından çocuk dilenciler konusuna kadar
birçok sosyal alana değindik.
Gazeteci, yazar ve mimar Cihan AKTAŞ’la; kamusal alan, gelenek ve sanat
Temindar AYTEKİN
gibi alanların kadınla kesiştiği noktaları konuştuk. Sağlık bölümümüzde ise,
Gülser USTAOĞLU
hakkında çok az şey bilinen epilepsi hastalığını, hastalar ve yakınlarıyla yaptı-
Gamze AYRIM
ğımız görüşmelerle derinlemesine inceledik. Tarih bölümümüzde Osmanlı’da
Selami GÜDER
Külhanbeyleri ve yaşantılarını gün yüzüne çıkardık. Geçtiğimiz ağustos ayın-
Kenan ÖNALAN
Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN
Doç. Dr. Ayşe Sezen SERPEN
Doç. Dr. Cengiz ÖZBESLER
Hümeyra ŞAHİN
Dr. Murat YILMAZ
İdare Adresi
Söğütözü Mah. 2177. Sok. A Blok No: 10
Çankaya/Ankara
Yapım
RIHTIM AJANS
www.rihtimajans.com.tr
Tel: 0(312) 441 61 31
Görsel Yönetmen
Selma KOÇAK
Basım Yeri
Özel Ofset • Tel: 0(312) 395 06 08
Basım Tarihi
20.12.2014
yayınlanmasını isteğiniz yazı,
inceleme ve eleştirileriniz için
e-posta
da aramızdan ayrılan ve tüm futbol camiasının hayırla yad ettiği centilmen
başkan Süleyman SEBA’nın başarı dolu yaşam hikayesini paylaştık sizlerle.
Gezi bölümümüzde ise birçok şehrimizi aynı anda gezebileceğiniz bir yere,
Miniatürk’e götürüyoruz sizleri. Türkiye’nin ünlü aşçıları ve yemek programcılarıyla yaptığımız söyleşinin ve sorduğumuz sorulara verdikleri yanıtların
ilginizi çekeceğini umuyoruz.
Yeni yılınızın mutlulukla geçmesini temenni ediyor, iyi okumalar diliyorum.
Tanıl Can BAYOĞLU
TÜRKİYE’DE
ÇOCUK
KORUMA
SİSTEMİ
06
SOSYAL YARDIMLAŞMA
KÜLTÜRÜ
13
SÜLEYMAN
SEBA
32
CİHAN AKTAŞ’LA
SÖYLEŞİ
GÜNCEL BİR
SORUN OLARAK
SENTETİK
UYUŞTURUCU
22
59
MASAL ÜLKESİ
TÜRKİYE
YEMEK
PROGRAMLARI
VE YEMEK
KÜLTÜRÜMÜZ
76
90
İÇİNDEKİLER
04
06
DİJİTAL BAĞIMLILIK
Ayşe KEŞİR
MADDE BAĞIMLIĞI
TÜRKİYE’DE ÇOCUK
Aziz SÖĞÜTLÜ
Hakan KEÇE
GÜNÜMÜZ
ÇOCUKLARI HAYATI
BİR SAVAŞ GİBİ
ALGILIYOR
Nevzat ÖZER
AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ
Serpil PENEZ ŞAHİN
ÖNLEMEDE AİLEDE RİSK VE
KORUMA FAKTÖRLERİ
SOSYAL
KÜLTÜRÜ
Hulusi GÖLPINAR
ANLAYIŞI
Aygül FAZLIOĞLU
Elvan ATAMTÜRK
Hüsamettin ÇETİN
MADDE KULLANIMINDAN
KORUNMA
76
42
TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA
KARDEŞLİĞİ:
Turgay ÇAVUŞOĞLU
MADDE KULLANIM RİSKİ VE
Aile Eğitimi ve Danışmanlık Hizmetleri
OSMANLI’DA YETİM
KÜLHANBEYLER
34
YEMEK PROGRAMLARI
VE YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ
Özgür Sezer TOPAL
80
MADDE BAĞIMLILIĞI
KUŞLARA EV YAPMAK
Mehmet Saim DEĞİRMENCİ
BOYUTLARI
Prof. Dr. Mustafa Necmi İLHAN
GÖNÜLLÜLÜK
72
Fatma ÖZDOĞAN
YARDIMLAŞMA
17
ÇOCUK DİLENCİLİĞİ VE
MADDE BAĞIMLILIĞINI
Daire Başkanlığı
13
65
İHLAL
KORUMA SİSTEMİ
10
DOSYA:
47
84
YOKSA ANNEM
PEDAGOG MUYDU ?
Mehmet AYCI
BAĞIMLILIKTA KORUMA VE
ÖNLEME
Prof. Dr. Zehra ARIKAN
22
CİHAN AKTAŞ’LA
SÖYLEŞİ
Röportaj:
51
BAĞIMLILIK ve HAYAT
86
EPİLEPSİ
90
MASAL ÜLKESİ TÜRKİYE
94
MÜTEVAZI ROLLERİN
Umut ATAKUL Yönetmen
Ayşe SEVİM
Ahmet Bülent ALTUN
Fatih ÇALMAZ
54
27
DİLİMİZ SİRETİMİZDİR
Kamil YEŞİL
MADDE BAĞIMLILIĞIYLA
MÜCADELEDE AİLE VE
SOSYAL POLİTİKALAR
30
SÜLEYMAN SEBA
Sezgin ÇEVİK
BAKANLIĞI
59
BÜYÜK OYUNCUSU:
AYŞEN GRUDA
Elif BALCI
Dursun AYAN
DİJİTAL BAĞIMLILIK
Ayşe KEŞİR
Madde bağımlılığı ile birlikte, belki de oturup tüm bağımlılıkları
ve bağımlılık psikolojisini tartışmak gerekiyor. İnsanoğlu şu ya da
bu sebepten dolayı en kolay eriştiği maddeye, insana, davranışa bağımlılık gösteriyor. Elbette madde bağımlılığının tahribatı
çok yüksek ve yaygın olanı, bundan dolayıdır ki devletin tüm
sorumlu organları topyekûn bir seferberlikle mücadeleye başladılar. Bunun yansıra bugün belki de farkında olmadığımız fakat
modern çağın deformasyonu bağımlılıklar da toplumları içten
içe kemiriyor. Dijital bağımlılık da bunlardan sadece biri.
Dünya bir yandan açlık ve yoksullukla mücadele ederken, diğer
yandan “yemek bağımlılığı” obezitenin yaygınlığı ve sonuçları ile
mücadele etmeye çalışıyor. Obezite, belki bir madde bağımlılığı
olarak tanımlanmıyor ama beslenme uzmanları karbonhidrat ve
şeker bağımlılığını konuşmaya başladılar bile…
Dijital bağımlılık
Bir iletişim meslek mensubu olarak, iletişim araçlarının yaygınlaşması, iletişim teknolojisinin gelişmesi beni ancak heyecanlandırabilir. İletişim teknolojisinin ilerlemesi öncelikle meslek mensuplarının
üretimlerini hem zenginleştirecek hem de kolaylaştıracaktır. Hızlı ve
kolay erişilebilirlik, çok seslilik gibi avantajlarının yanı sıra makul ve
güvenli kullanılmadığında fizyolojik hastalıklar başta olmak üzere
özellikle çocuk ve gençlerde iletişim, sosyalleşme yoksunluğu gibi
dezavantajları da ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte, cep telefonlarının artık sadece konuşarak haberleşme aracı olmaktan çıkması ve birer mini bilgisayar işlevi görmesi
ile hayatımızı kuşatan dijital bağımlılığı da görmezden gelemeyiz.
Konvansiyonel (!) sosyalleşme araçlarının unutulduğu ve dijital sosyalleşmenin değer olduğu yeni çağın bağımlılığı bu…
Aslında iletişim teknolojilerini doğru kullanamama özrümüz bu belki
de… Televizyonu da aynı bağımlılık yöntemi ile hayatımıza sokmadık mı? Televizyon, bir iletişim olmaktan daha çok, tüm aileyi esir
Sınırsız ve süresiz bilgisayar (ekran) kullanımı
özelikle çocukları dinamik bir algıya mahkûm
ediyor. Akabinde de statik olan her şeyden
uzaklaşıyorlar. Kitap okumak, el becerisi ve sabır
gerektiren bir iş ile uğraşmak vs…
4
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Bakanlık Müşaviri
alan bir sihirli kutu olmadı mı hayatımızda? Açılış saati ile düğmesine basılan ve bayrak töreni ile kapanan bir televizyon kullanım alışkanlığımız… Ne yazık ki bu davranış kalıbı, iletişim teknolojilerinin
ilerlemesi ile başka türlü zuhur etti hayatımızda.
Sosyal medya araçları, sohbet programları ile saatlerini minicik bir
ekrana bağımlı geçirmiyor mu insanoğlu? 24 saat esaslı biyolojik
yaşam yerine, zaman kavramını yok eden bir sanal yaşam söz
konusu. Gece yarıları atılan tivitler, tuvaletten yazılan mesajlar, bir
arkadaş ile sohbet ederken göz ucuyla da olsa kopamadığımız telefon ekranı…
Dijital bağımlılığın fizyolojik yan etkilerini yeni yeni konuşuyoruz.
Baş, boyun ağrıları, el ve kol kaslarındaki şikayetler, sürekli aynı pozisyonda bulunmanın verdiği rahatsızlıklar fizik tedavi hekimlerinin
yeni uğraş alanı oldu.
Diğer yandan dinamik bir ekrana bağımlı olmak statik öğrenmenin
yolunu da kapatıyor. Gün içinde saatlerini dinamik bir ekranın karşısında geçiren bir çocuğu o ekrandan alıp, statik bir kitap sayfasına
yönlendiremiyorsunuz.
Herkesin ağzında bir “hiperaktivite” sözü var. Hatta bazı anne babaları bunu övünerek çocuklarına yakıştırırken görebiliyoruz. Sınırsız ve süresiz bilgisayar (ekran) kullanımı özelikle çocukları dinamik bir algıya mahkûm ediyor. Akabinde de statik olan her şeyden
uzaklaşıyorlar. Kitap okumak, el becerisi ve sabır gerektiren bir iş
ile uğraşmak vs…
Zaman zaman sohbet ettiğim bir yazılım mühendisi “İspatlayamam
ama uzun süre ve sınırsız bilgisayar kullanan çocuklarının bilgisayar
kullanımlarının makul sınırlara çekilmesi ile ailelerin çocuğundaki hiperaktivite şikayeti azalacaktır” dedi. Hatta, hayatı dinamik ve statik
algılama üzerine endişelerini de paylaştı. “Bu kadar dinamik algıya
alışan bir nesilden, yarın nasıl olacak da mikro cerrahi uzmanları
çıkacak?” dediğinde ben olayın vahameti konusunda endişeye kapıldım doğrusu.
Güvenli ve etkin kullanım
Bu endişelere, tedbir olması için, özellikle bazı anne babalar, “yasak koymak, eve internet almamak” gibi yöntemlerle, çocuğunun
nezdinde (üzülerek yazıyorum) komik duruma düşebilirler. Çünkü
çocuklar, anne babalarının yasakladığı erişime, arkadaşının telefonundan çok kolay ulaşabiliyor artık. İşte tam da bunun için “güvenli
kullanım” konusunda ısrarcı olmalıyız.
Bu alanda kötü amaçlı kullanıcıların varlığından çocuklarımızı
mutlaka haberdar etmeliyiz. Kişisel bilgileri açıkça yazdığında
veya yüksek kalite iyi bir fotoğrafı paylaştığında, kötü amaçlı
kullanıcıların bunu istismar edebileceğini bilmeli çocuklarımız. Özel hayatın gizliliği mutlaka anlatılmalı…
Ekran, tablet başında geçen uzun saatlerin fizyolojik rahatsızlıklarını da anlatmak gerek. Bu, her an elinizin altında
olduğunda erişim sağlayabileceğiniz bir teknoloji sadece.
Bizi ve çocuklarımızı esir almasına, dış dünya ile yabancılaşmaya izin vermemek gerekiyor.
Sosyal medyanın, avantajları ve dezavantajları konusunda ve
doğru kullanım hakkında sayfalarca yazı yazılabilir, eğitim modülleri hazırlanabilir. Her ortam ve mecrada paylaşılabilir.
Konvansiyonel sosyalleşme
araçlarının unutulduğu
ve dijital sosyalleşmenin
değer olduğu yeni çağın
bağımlılığı bu…
Fakat önce, yanlış kullanımdan kaynaklanan bir “dijital bağımlılığın”
varlığını kabul etmekle işe başlamalıyız.
5
TÜRKİYE’DE
ÇOCUK KORUMA SİSTEMİ
Aziz SÖĞÜTLÜ
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Bakanlık Müşaviri
Hakan KEÇE
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Çalışmacı
6
Aile; güçlü sevgi, şefkat ve sadakat duygularıyla birbirlerine bağlı bireylerin oluşturduğu, insanın var olmasını, soyunu
sürdürmesini, biyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını gidermesini sağlayan, insanlık tarihi
boyunca tüm toplumlarda görülen sosyal bir sistemdir. Ailenin insan yaşantısı
üzerindeki etkisi doğumdan önce başlamakta ve yaşamın sonuna dek etkisini
sür-dürmektedir. Bu etkinin en önemli
muhatabı hiç şüphesiz çocuklardır.
Gelişimin tüm yönleri ele alındığında, aile
ortamının sunduğu tüm imkânlar ve fırsatlar çocuğun gelişimini doğal ve etkin
olarak teşvik etmek için en uygun ortam
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ailenin bu
işlevselliği, normal koşullarda ailenin belli
özelliklere ve imkânlara sahip olmasının
sonucu olduğu da bir gerçektir. Aile ve
aile üyelerinin özellikleri, sınırlılıkları, yetersizlikleri, ekonomik yoksunluğu gibi
nedenlerden dolayı aile gerekli işlev-selliğini yerine getiremeyerek, çocuk için
yukarıda belirtilen “doğal koruyucu ve
geliştirici” özelliğini yitirdiği durumlarda
çocuk için zor bir serüven başlamaktadır. Bunun yanında aile de evrende her
varlık gibi bozulmaya, dağılmaya, parçalanmaya, üyelerini kaybetmeye maruz
kalabilmektedir. Ailenin özellikle ebeveyn
yoksunluğu ile birlikte aile işlevselliği-
ni yerine getirebilmesi yine oldukça zor
olabilmektedir. Bu istenmeyen durumlar
sonucunda çocuğun gelişimi ve geleceği
risk altına girebilmektedir.
Modern devlet anlayışı, devletin tüm bireylerin yaşamlarını güvence altına almakla yükümlü olduğu ilkesine dayanmaktadır. Devlet bütün yükümlülüklerini
ilgili kurumları aracılığıyla yerine getirir.
Bireyin gelişimi ve geleceğinin güvence
altına alınması adına aileyi kurumsallaştırmıştır. Aile bu kurumsal görevini yerine
getiremediğinde, devlet bu yükümlü-lüğünü başka kurumları aracılığıyla yerine
getirmeye çalışır.
Çocukluk döneminde sağlıklı gelişimi
olumsuz etkileyen risklere maruz kalmak,
geli-şimde geri dönülemeyecek etkiler
bırakabilmektedir. Kişinin gelişimsel yönünü değiştiren bu riskler önceden öngörülebilirse, alınacak tedbirler sayesinde
engellenebilir. Birleşmiş Milletler Çocuk
Haklarına Dair Sözleşme’nin çeşitli maddelerinde de (Madde 3: Çocuğun yararına önceliğin verilmesi ilkesi, Madde19:
Suiistimal ve ihmalden korunma hakkı
gibi) değinildiği gibi, çocukları onlara
zarar verebilecek tehlikeli durumlardan
koruma sorumluluğu devlete verilmiştir. Devletin çocuklara yönelik risklerin
gerçekleşmesini önleme görevi, ancak
devlet kurumlarının etkin işbirliği ve bu
konunun önceliğinin devlet ve kamuoyu
tarafından benimsenmesiyle yerine getirilebilir.
Ailenin çocuğun bakımı ve korunmasına
yönelik işlevini yerine getirememesi duru-munda çocuğun bir şekilde bu bakım
ve korunma ihtiyacının karşılanması gerekmektedir. Çocuk için aile yoksunluğu
veya sınırlılığı bir anlamda onu korunmaya muhtaç çocuk durumuna dönüştürmektedir. 2005 yılına kadar bu tanım
daha çok “muhtaçlık” algısı üzerine yapılmıştır.
2005 yılında yasalaşan 5395 sayılı Çocuk
Koruma Kanunu ise temel çıkış noktası
ve kapsamı açısından önemli bir gelişim
yaratmıştır. Öncelikle 2828 sayılı yasanın
kullandığı korunmaya muhtaçlık kavramı
yerine çağdaş çocukluk paradigması ile
uyumlu olarak korun-ma ihtiyacı içinde
olan çocuk kavramını kullanmıştır. Muhtaçlık kavramı yerine hak temelli sosyal
hizmet anlayışıyla paralel olarak ihtiyaç
kavramının öne çıkarılması ciddi bir paradigma değişikliği olarak görülmelidir.
Korunmaya ihtiyacı olma durumu, yukarıda belirtildiği gibi, gelişim alanlarından
7
çocuk koruma sistemi
biri veya birkaçının risk altında olmasıyla
ortaya çıkmaktadır. Bu durum karşısında
devlet farklı kurumlarıyla çocuğun bakım
ve korunma ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Bakım ve korunma ihtiyacı olan
çocuklara yönelik hizmetler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB), Çocuk
Hizmetleri Genel Müdürlüğü aracılığıyla
yürütmektedir. Türkiye’de çocuk koruma
sistemine yönelik kamu politikalarının en
belirgin uygulayıcısı görünümünde olan
bakanlık, hiç şüphesiz Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığıdır. Bununla birlikte
yaklaşık 25 milyon çocuk nüfusu ile en
çok etkileşim halinde olan bakanlık ise
Milli Eğitim Bakanlığıdır. Çocuk koruma
kanununda sorumlulukları olan bakanlıklar da çocuk koruma sisteminin önemli
aktörleridir.
Türkiye’de, bu gün için, çocuk koruma
sisteminde çocukların bakımlarının sağlandığı fiziki mekanlardaki değişim çağın
koşullarına yaklaşmıştır. Korunma ihtiyacı
olan çocuklara yönelik hizmet anlayışındaki değişim devam etmektedir. Korunmaya ihtiyacı olan bir çocuk, iki binli yıllara kadar çocuk yaş durumuna göre daha
Türkiye’de, bu gün için,
çocuk koruma sisteminde
çocukların bakımlarının
sağlandığı fiziki
mekanlardaki değişim çağın
koşullarına yaklaşmıştır.
Korunma ihtiyacı olan
çocuklara yönelik hizmet
anlayışındaki değişim devam
etmektedir.
8
Çocuk koruma sisteminde yeni konseptin, aile odaklı bakım ve koruyucu aileliğin
geliştirilmesi olduğu söylenebilir. Buradan
hareketle bu konsepte uygun olarak erken uyarı sisteminin de hayata geçirilmesi
imkân dâhilindedir. Kurumlararası koordinasyon mekanizmasından anlaşılması
gerekenin protokoller ve projelerden öte
uygulamaya geçilmesidir.
çok çocuk yuvasına ya da yetiştirme
yurduna yerleştirilmekteydi. Yine iki binli
yıllara kadar kurumun mevcut politikalar
gereği çocuğu kurum bakımına almak
yönünde genel bir eğilim bulunmaktaydı. Son yıllarda ise özellikle çocuğun aile
ortamında kalmasına yönelik bir politika
ağırlık kazanmış ve bu politikanın yaşama
geçirilmesi yönünde önemli mesafeler
katedilmiştir. Son yıllarda çocukların aile
yanında bakılmalarını hedef alan politika
da; çocuk durumuna uygun olarak öncelikle ayni ve nakdi yardımlarla ailesi veya
yakınları yanında desteklenmekte, ya
koruyucu aile yanına yerleştirilmekte, ya
evlat edindirilmekte ya da yatılı bir sosyal
hizmet kuruluşuna (çocuk evi, sevgi evi,
çocuk yuvası, yetiştirme yurdu gibi) yerleştirilmektedir.
Yine son yıllarda korunma ihtiyacı olan
çocuklara yönelik oluşturulan ‘çocuk
evleri’ ve ‘sevgi evleri’ de sosyal hizmet
lügatine girmiş bulunmaktadır. Bu hizmet
modelleri yıllardır olumsuzlukları ile eleştirilen çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarına alternatif olan bir kurum bakım modelidir. 1990’lı yıllardan itibaren ihmal ve
istismara maruz kalan çocukların rehabilitasyonları süresince ayrı kuruluşlarda
bakılmaları konusunda önemli mesafeler
kat edilmiştir.
Ülkemizdeki çocuk koruma sistemi daha
çok devlet kurumları aracılığı ile yerine
getirilen bir hizmettir. Bu alanda faaliyetleri olan sivil toplum örgütlerinin ve özel
kurumların sayıları oldukça azdır. Yine
çocuk koruma sistemi ihbara ve müracaata dayalı bir sistemdir. İdeal olan uygulama ise erken uyarı sistemidir. Çünkü,
çocuk madde kullanmaya başladıktan,
cinsel istismara maruz kaldıktan sonraki
müdahale çok gecikmiş bir müdahale olmaktadır.
Kuruluşundan 2011 yılına kadar Devlet
Bakanlığı bünyesinde hizmet vermiş olan
SHÇEK ve diğer sosyal hizmet kurumlarının, sorumlu Devlet Bakanlığı’nın icracı
bakanlığa dönüştürülmesi ve kurum adlarında yenilenmeye gidilmesiyle birlikte,
daha etkin bir hizmet anlayışı, değişen
koşullara ve gelişen sosyal yapılara cevap verecek nitelikte politikalar üretebilmeleri amaçlanmıştır.
Adından da anlaşılacağı gibi, Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığı, başta sosyolojik bağlamda toplumun çekirdeğini
teşkil eden aile olmak üzere gerek ülke
bazlı gerekse konjonktürel gelişmelere
toplumu uyumlayacak çalışmaların merkezinde yer almaktadır. Toplum yapımızın
korunmasını esas alan çalışmaların yanı
sıra, isabetli öngörülere dayandırılarak
geliştirilecek politikaların yarınlarımız için
ne denli önemli olduğu aşikârdır.
Ne var ki, Sosyal Hizmetlerin tarihi, tabir
yerindeyse bir yalnızlığın ve toplum öfkesinin boca edildiği bir hüzünler adasının
tarihidir. Toplumun en dezavantajlı kesimlerine hizmet veren söz konusu kurumlar,
yakın zamana kadar toplum bilinci ve sorumluluğu ile arzu edilen ve olması gereken düzeyde buluşmuş değildir.
Ancak bu bağlamda sorumlu bakanlığın
icracı bakanlığa dönüştürülmesi önemli
bir adım olarak görülmelidir. Kuşku yok
ki, toplumun da, olanları analitik ve sorumlu bir gözle okuyacağı bir seviyeye
ulaştığında, Türkiye’nin yarınlarına daha
umutlu ve güvenli bakacağımız muhakkaktır.
Ülkemizde çocuklara yönelik yatılı kurum
bakımı yöntemiyle koruma ve bakım hizmetleri, tarihsel süreç içerisinde artarak
devam etmiştir. Bu hizmetlerin yürütülmesinde sosyal devlet gerekleriyle çağdaş yaşam standartlarının bütüncül bir
yapı oluşturması yönünde yeni mesafeler kat edilmiştir. Ancak Sosyal Hizmet,
“kendi yaşam alanında” yapay olmayan
ortamlarda destek ve sosyal güvenliğe
dayanan yeni bir paradigmaya ihtiyaç
duymaktadır.
Son söz olarak şunu söylemek gerekir:
Sosyal hizmet alanlarının, hizmet verme
ve politika üretme sahasında reel bir başarının yakalanabilmesinin birbirine koşut
iki ayağı vardır. İlki, Devlet’in ilgili Bakanlığı ve bağlı kurumlarıysa diğeri de toplumun kendisi ve içerdiği sosyal aygıtlardır.
Kaynaklar
Erguncu, H. (1991). Cumhuriyetten Günümüze
Sosyal Hizmetler Alanındaki Yasal Değişme
ve Gelişmeler Işığında Korunmaya Muhtaç
Çocuklar. (Yayınlanmamış kamu yönetimi uzmanlık tezi), TODAİE Kamu Yönetimi Uzmanlık Programı, Ankara.
Salim, M. (2011). Geçmişten Günümüze Türkiye’de Çocuk Koruma Politikaları ve Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.). Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta.
Şenocak, H. (2005). Korunmaya Muhtaç Çocuklar: İstanbul Yetiştirme Yurtları Üzeri ne Bir
Alan Araştırması. (Yayınlanmamış doktora
tezi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul.
T.C. Kalkınma Bakanlığı X. Beş Yıllık Kalkınma
Planı, Çocuk Özel İhtisas Komisyonu.
Uluğtekin, S. (2001). “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler”,
Sosyal Hizmette Yeni Yaklaşımlar ve Sorun
Alanları, Prof. Dr. Nihal TURAN’a Armağan,
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler
Yüksekokulu Yayını, Ankara.
9
Nevzat ÖZER
Psikolojik Danışman /Antalya Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı
GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARI
HAYATI BİR SAVAŞ GİBİ ALGILIYOR
10
“Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç
olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken, ne yazık ki biz, büyük
bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik.”
Korku, panik ve güven duygusundan yoksun. Hayatı hep bir savaş
gibi algılayan bir toplum haline geldik. Benim kliniğime gelen
hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi
verirken, yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. Ben,
sağlıklı insanı, kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları
ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan olarak tarif
ediyorum.”
Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve tüm
ömrünü on binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir psikiyatr
olan Hollandalı Profesör Cees Van Der
Hilst samimi tespitleri idi.
O halde, anne ve babalar, çocuklarını
yetiştirirken, kapasitelerini ve sınırlarını
zorlamak, çocuklarının ileride taşıyamayacağı bir yükün altına girmelerini teşvik etmek, onların yeteneklerini ve gizil
güçlerini tanımadan pohpohlamak, tek
başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine onları sosyal yaşamla,
çevreyle diyalog, işbirliği ve etkileşime
geçerek hayatlarını sürdürmeye teşvik
etmelidirler.
Bundan yüzyıl sonra bu dünyada olmayacağız. Dertlerimiz, sıkıntılarımız, ahlarımız vahlarımız, borçlarımız, bitmek bilmeyen her türlü işimiz hep bu dünyada
kalacak… Hayat bir savaş değil...
ve bu yarışta başarmaya ve kazanmaya
odaklanmış bireyler yetiştirme hevesi bir
anne ve baba için son derece sakıncalı
tutumlardır. Önemli olan sizin çocuğunuzdur. Bu gerçeği kabul etmek ve var
olan kapasitelerini en iyi şekilde kullanmalarına yardımcı olmaktır. Bitmez tükenmez mücadeleci ruh, hem anı yaşamayı
zorlaştırmakta, hem yaşamın içerisindeki
güzel enstantaneleri ıskalamaya neden
olmakta, hem de birçok güzelliği hırs ve
tutku yüzünden göremememize neden
olmaktadır. Bu amansız ve insafsız yarış
yorgun zihinler ve bedenlerin oluşmasına
ortam hazırlamaktadır.
Yaşamın merkezine sadece kendilerini
koymamalarını, özgürlüğün sınırsız olmadığını, her an her şeyin elde edilemeyeceğini; sabrın, çalışmanın, fedakarlıgın,
vicdanın, sevebilmenin önemli bir erdem
olduğunu eylemlerimizle, davranışlarımızla ve alacakları eğitimle adeta benliklerine
kazımalıyız. Burada eğitimcilere, ebeveynlere ve topluma her zamankinden daha
fazla görev düşmekte olduğu unutulmamalıdır.
İlişkileri Bakıma ve Tamire
Almak
Arabası olanlar bilir. Arabaların yaz ve
kış aylarına özel bakımları vardır. Yağı,
suyu, antifrizi ve karbüratörü şartlara
göre ayarlanır veya değiştirilir. Kısaca bir
bakım gerektirir.
Peki ya biz? Gerek aile içi, gerekse aile
dışı ilişkilerimizi; yani eşimizle olan, çocuklarımızla olan ilişkilerimizi, akrabalarımız ve komşularımızla olan iletişimimizi
tamire, bakıma alıyor muyuz acaba?
Yıpranan ilişkilerimizi bir doktorun yarayı
tedavi ettiği gibi tedavi edebiliyor muyuz?
Eğer, etmiyorsak geç kalmış değiliz. Yapacağımız ilk iş evliliğimizi, çocuklarımızla
olan ilişkilerimizi, kısaca insana ait ne varsa her şeyi tekrardan gözden geçirmek,
bakıma ve tamire almaktır.
Yapılacak tek şey:
İlgi, şefkat, iletişime açık olmak, hatalarla sevebilmek… Herkesin hata yapabileceği gerçeğini unutmamak… Dostluğa,
arkadaşlığa önem vermek, güler yüzlü,
içten, riyasız olmak, sorunları ve problemleri fazla uzatmamak.
Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük
yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta
kalabilme savaşı olarak tanımış çocuklar,
korku, endişe ve şüphe içinde etrafları ile
iletişim kuruyorlar. Her an kendisinin bir
darbe alacağı ve kandırılacağı paranoyasıyla çevrelerine şüphe ile bakıyorlar
ve bu gergin bekleyiş akıl zembereğinin
boşalacağı güne kadar devam ediyor.
Bizler de diyoruz ki, hayat bir savaş değil! Her şeyi derse, sınava, indirgemek,
yaşamı sürekli bir yarış gibi algılamak
11
günümüz çocukları hayatı bir savaş gibi algılıyor
Sorunları ve problemleri fazla uzatmamakla ilgili çok sevdiğim bir hikâyeyi
sizinle paylaşmak istiyorum. Bu örneği
hayatımda çok uyguladım ve faydasını
gördüm, sıra sizde.
uyandırılmasına rağmen sabırla onu dinleyen, onunla konuşan birisinin de bu
dünyada var olduğunu, dolayısıyla dünyanın yaşamaya değeceğini düşünerek
vazgeçmiştir intihardan…
Dinlemenin Hayat
Kurtarıcılığı…
Ev yanıyor… Kaçın!
Ünlü psikoterapist Victor Franklin başından geçen bir olayı anlatır. “Saat gecenin
üçüdür. Frenklinin telefonu çalar. Telefonun diğer ucunda intihar etmek üzere
olan bir kadın vardır. Kadın adama şöyle
der: intihar etmeye karar verdim; ama
ölmeden önce sizin gibi ünlü birisinin ne
diyeceğini merak ettim” der. Franklin her
türlü yöntemi deneyerek onu intihardan
vazgeçirir. Kadın, ikna olmuş ve rahatlamıştır. Bunun üzerine kadın, Frenklin’i
ziyarete geleceğini söyler. Sözünü tutar
ve Frenklin’le sohbete koyulurlar ve aralarında sıcak bir diyalog başlar.
Sohbetleri sırasında Franklin, kadını intihardan vazgeçiren nedenin onu yaşamaya ikna etmek için yaptığı konuşmalar
olmadığını anlar. Kadın, geçenin üçünde
12
Dinlemenin, konuşmanın, paylaşmanın
önemine dair, okumuş olduğum bir kitapta, Mevlana’nın bir örneğinden çok
etkilenmiştim. Mevlana derki, “sıkıntılı ve
kederli bir insan yanan bir ev gibidir”. Düşünün ki ev yanıyor ve tüm odalar duman
altında, göz gözü görmüyor. O eve girdiğinizde yapılacak ilk iş evin kapısını, penceresini açmak olur elbet. Stresli, gergin,
üzüntülü insana yapılan her türlü girişim;
onunla konuşmak, varsa dertlerini dinlemek, sıkıntılarını paylaşmak, yanan o evin
bir penceresini, bir odasını açmak gibidir
der. Ne kadar güzel bir benzetme. Bizlerde, değişik sorunlar yaşayan öğrencilerimizle, çocuklarımızla konuşarak, iletişime
geçerek onların bir penceresini, kapısını
açmış gibi olacağız. Mevlana’nın söylemiyle yanan evdeki dumanın dışarıya çıkmasına vesile olacağız.
Konuşma, iletişim kurma ihtiyacı tıpkı
yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Yalnız kalmayı ve yalnız olmayı
beceremeyen sayılı canlılar arasındadır
insanoğlu. Bununla ilgili atasözümüz bile
vardır. “Yalnızlık Allaha mahsustur” diye.
Modern insan kalabalıklaştıkça, şehirleştikçe sanırım biraz daha yalnızlaşıyor.
Bu yalnızlığımız bazen öyle derin ve acı
oluyor ki…
Bu yalnızlık ve iletişimsizlik, bazen intiharla bile sonuçlanabiliyor. Etrafımız;
dokunsalar ağlayacak, bir kuru ekmekten ziyade biraz ilgiye, şefkate ve adam
yerine konmayı isteyen fertlerle dolu. Kalabalık toplantılarda, ayaküstü konuşmalarda insanlar daha çok konuşanları değil
kendilerini daha güzel dinleyenleri seçer,
onlarla konuşma ihtiyacı duyar. Öyleyse
dinleme alışkanlığını, hayatımızda her zaman ön plana çıkarabilmeliyiz…
Evet, bugün dinleyelim. Oğlumuzu, kızımızı ve insanları… Bugün dinleyelim doğayı tabiatı, yâri...
BUGÜN DİNLEYELİM KENDİMİZİ....
SOSYAL YARDIMLAŞMA KÜLTÜRÜ
Hulusi GÖLPINAR
Aile ve Sosyal Politikalar Uzman Yrd.
Milyarlarca insanın yaşadığı ve gelişmişlik düzeyleri birbirinden farklı 200 e yakın ülkenin olduğu günümüz dünyasında yaratılan rızkın ve mülkiyetin insanlar ve toplumlar
arasında adilane bir paylaşımla dağıldığını söylemek çok güç olsa gerek.
Özellikle küreselleşmeyle beraber büyüme ve kalkınma hırsı toplumsal sınıf farklılıklarını
iyice ayrıştırmış ve eşitsizlik uçurumunu derinleştirmiştir. Örneğin İsviçre’de kişi başına milli gelir (2011 yılı itibariyle) Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin 382 kat fazlasıdır.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 71 milyon insan yaşamakta, İsviçre de ise 8 milyon insan yaşamaktadır. Ancak İsviçre ekonomisi Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin
ekonomisinden 41 kat büyüktür. Küreselleşme yoksul ülkelerin borç yükünü daha da
artırmıştır.(1)
Tüm dünyada
yaklaşık 170 milyon çocuk, yetersiz
beslenme nedeniyle fiziksel gelişme
sorunu yaşamakta...
Dünya Bankası’nın istatistiklerine göre son 30 yıldır aralarında Brezilya, Çin ve Hindistan gibi kalkınmanın eşiğindeki ülkelerin de bulunduğu dünyanın en güçlü ekonomisine
sahip G 20 ülkelerindeki zengin ve yoksul uçurumu, hiç olmadığı kadar derinleşmiş
durumdadır. (2)
Şu anda uygulanmakta olan politikalar, gittikçe daha da bozulan bu görünümü düzeltecek durumda olmadığı gibi bu ayrışmayı artırıcı etki yapmaktadır.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO), 2012 “Küresel İstihdam Raporu” na göre,
2008-2009 yıllarındaki küresel mali krizden bu yana 50 milyon kadar kişi işinden olmuştur. Hâlihazırda ise dünyada 1 milyar insanın karnı aç durumdadır. (3)
13
sosyal yardımlaşma kültürü
Bir toplumda sosyal
dayanışmanın oluşabilmesi
için, öncellikle bireylerin
diğerlerine karşı iyi
niyet ve samimî bir
hisle yaklaşabilmeleri
gerekmektedir.
Tüm dünyada yaklaşık 170 milyon çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle fiziksel
gelişme sorunu yaşamakta ve yılda 15
milyon insan -2 buçuk milyonu çocuk-,
açlık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. (4)
Küresel krizle birlikte uygulanan politikalar, büyük zenginleri daha zengin yaparken, yoksulları daha da yoksullaştırarak
gelir dağılım dengesini hepten kötüleştirmiş durumdadır... Bazı ülkelerde israf
son haddine varmışken bazılarında ise bir
lokma ekmeğe ve bir yudum suya muh-
14
taç binlerce insan bulunmaktadır. Diğer
bir tabirle açlık, yiyecek kıtlığından değil
insanların gerekli besini eşit şekilde elde
edememesinden kaynaklanmaktadır.
Yoksul insanlar genellikle dünya üzerinde
Afrika ve Asya kıtalarında yaşamaktadır.
Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ekili alanlar dünya mahsulünün yarısını karşılarken
bu bölgelerde en az yarım milyar insan yeterli miktarda besin bulamamaktadır. Dünyada en yoksul 50 ülke, nüfusun %20 sini
oluştururken gelirin %2 sine sahiptir. Ama
dünya nüfusunun en üst gelir grubundaki
%20 ise dünya gelirinin %83’ünü oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük savaşları,
ihtilalleri hep ülkelerin sömürme ve mal,
mülk edinme ihtirasından dolayı çıkmıştır.
Hatta aynı devlet içinde bile gelir dengesizlikleri yüzünden bölünme, ayrışma ve
iç çatışmalar olabilmektedir.
Hz Peygamber “Komşusu
açken tok yatan bizden
değildir” diyerek bu
duruma çok veciz biçimde
temas etmiştir. Herkesin
onurlu ve saygın bir hayat
sürdürebilmesi için, karşılıklı
yardımlaşma ve dayanışma
olmazsa olmazdır.
İşte tam da burada sosyal yardımların ve
toplumda yardımlaşma kültürünün önemi
ortaya çıkmaktadır. Sosyal yardımların temel amacı, muhtaç veya yoksul durumda
bulunan kişilerin, muhtaçlık koşulları ortadan kalkıncaya kadar ve yardım almadan kendi başlarına yaşamsal ihtiyaçlarını
karşılayabilecek duruma gelinceye kadar
gelir güvencelerinin sağlanmasıdır. Çünkü sosyal yardımın altında, insanı koruma
çabası yatmaktadır. Böylece onun hayatını sürdürmesine destek olunmaktadır.
Öte yandan insanların gönüllü olarak
oluşturdukları birlik, beraberlik sayesinde
karşılıklı sosyal dayanışma ve yardımlaşma hamleleri de hız kazanır. Gönüllük
ve fedakarlık esasıyla yapılan bağışlar,
yardımlar ve her türlü maddi ve manevi
katkılar, o toplumun adeta çimentosu olmaktadır. Toplumun duyarlı ve aklıselim
her bir bireyi, kendi üzerinde topluma
karşı yerine getirilmesi gerekli bir takım
vazife ve sosyal sorumluluklarının bulunduğunu hissetmesi ile birlikte sevgi ve
dayanışma toplumu meydana gelir.
Bir toplumda sosyal dayanışmanın oluşabilmesi için, öncellikle bireylerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimî bir hisle
yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Kısacası,
sosyal dayanışma, toplumda sosyal mesuliyeti ve kardeşliği teşvik eden sosyal
ahlâk esaslarının uygulanması ve işleyen
bir sosyal düzenin varlığı ile mümkündür. Bu hususiyetler uygulanmadığında,
sosyal barış temin edilemez ve sosyal
dayanışmanın yerine sosyal çatışma ve
mücadele şekilleri ortaya çıkar. Sevginin,
merhametin ve fedakârlığın bir tezahürü
olan sosyal dayanışmanın ahlâkî temelleri, insanın eşref-i mahlûk, olmasının muktezasıdır. Hz Peygamber “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyerek bu
15
sosyal yardımlaşma kültürü
duruma çok veciz biçimde temas etmiştir. Herkesin onurlu ve saygın bir hayat
sürdürebilmesi için, karşılıklı yardımlaşma
ve dayanışma olmazsa olmazdır.
Tabi burada sosyal devletin de elbette
büyük bir rolü ve misyonu vardır. İnsanın
onurlu ve insanca yaşamasını sağlayacak yardımları yapma, sosyal refahı artıracak tedbirleri alma, sosyal devlet olmanın gereğidir. Sosyal Devlet, bireyleri zor
durumlarında, yardıma ihtiyaç duyduklarında koruyan ve onlara gerekli imkânları
sunan devlet anlayışıdır. Bir ülkede aç ve
muhtaç insanların sorunları aşılmadan
sosyal refah devleti düzeyine ulaşmak
mümkün değildir ki bu durum insan haklarının en temel konusudur. Bunun için
de, bu konuda gerekli sosyal politikalar
geliştirilerek, toplumdaki refah düzeyi
açısından mevcut ayrışmalar giderilebilir.
Ancak bu çalışmaların bütçesinin önemli
bir kısmının da bağış ve yardımlar ekseninde oluştuğu göz ardı edilmemelidir.
Bu bağlamda Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı olarak sadece talep yönlü değil aynı zamanda arz odaklı politikalar ve
projeler gerçekleştirerek (gelemeyene de
giderek) en büyük sorumluluğu taşımaktayız. Çünkü bu kadar yoğun faaliyeti ve
sosyal yardım çalışmalarını ancak kendinizi “engellilerin, yaşlıların, muhtaçların,
sokak çocuklarının, öksüz ve yetimlerin”
yerine koyarak ve bu sorumluluğu yüreğinde hissederek yapabilirsiniz. Örneğin;
yıllık olarak 1.2 milyon engelli ve yaşlı vatandaşımıza düzenli aylık yatırılmaktadır.
Yine yıllık 240 bin eşi vefat etmiş muhtaç
durumdaki kadına aylık 250 TL düzenli
nakdi yardım verilmektedir.2 milyonu aşkın haneye her yıl düzenli olarak yakacak
verilmektedir. Ortalama 3 milyon çocuk
için annelerine şartlı eğitim ve şartlı sağlık yardımları kapsamında nakit destek
sağlanmaktadır. 600 bin öğrencinin öğle
yemeği verilmektedir. Toplam 36.485
gencimiz işe başlatılırken engellilerde
16
27.443 kişilik istihdam sağlanarak kamudaki engelli sayısında %475’lik bir artış
olmuştur. Yapılan çalışmalar neticesinde
% 3.04 olan yoksulluk oranı % 0.14’lere
düşürülmüştür. (5)
Artarak devam eden Sosyal Yardımlarımızla ve necip milletimizin yüzyıllardır
içinde taşıdığı ve sürdürdüğü yardımlaşma kültürüyle ülkemizdeki ve tüm dünyadaki muhtaç insanları kucaklamaya
devam edeceğiz.
(1) Ekonomik Coğrafya / Küreselleşme ve Kalkınma Prof. Dr. Erol Tümertekin Prof. Dr. Nazmiye Özgüç
(2)http://www.sosyalpolitikalar.com.tr/component/content/article/23-alnt-yazilar/885-kuereselleen-duenyada-gelr-dailimi-ve-yoksulluk.html
(3)http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=229081
(4)http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=229081
(5)sgb.aile.gov.tr/data/.../son_11_yilin_kazanimlari.pdf
İnsanların gönüllü olarak oluşturdukları birlik, beraberlik
sayesinde karşılıklı sosyal dayanışma ve yardımlaşma hamleleri
de hız kazanır. Gönüllük ve fedakarlık esasıyla yapılan bağışlar,
yardımlar ve her türlü maddi ve manevi katkılar, o toplumun
adeta çimentosu olmaktadır.
KAYBOLMAMIŞ DUYARLILIKLARIN
ORTAYA ÇIKARILMASINDA GÖNÜLLÜLÜK ANLAYIŞI
Aygül FAZLIOĞLU
Sosyolog
Giriş
Gönüllü çalışmalar ortak çıkar ve ilgi birliği, ortak politik ve toplumsal tutumlara
sahip grup ve grupların varlığını gerektirmektedir. Bu tür çalışmalar, toplumun
bütünleşmesinde gönüllüler ya da doğrudan işlev gören yapılar aracılığıyla sosyalleşme ve karar alma süreçlerinde rol
alarak toplumun sosyo-ekonomik gelişimine katkıda bulunmaktadır. Bunun sonucunda da çok sayıda gönüllü örgüt ve
çalışma meydana gelmektedir.
Tarihsel süreç içinde farklı toplumsal koşullarda farklı gönüllü çalışmalar ortaya
çıkmıştır. Kırsal alanda var olan toplumsal
dayanışma, birincil ilişkiler, aile ve akraba
bağlarının güçlü olması kentsel yaşam ile
birlikte zayıflamakta ikincil ilişkiler ortaya
çıkmakta, aile bağları, sosyal kontrol ve
dayanışma zayıflamakta, alt gruplar oluşmakta ve böylece geleneksel toplumsal
dayanışma ağları erimektedir. Bu koşullar
içinde insanlar kendilerini bir topluluğa
ait hissetmek, hedeflerine ve amaçlarına
“Gönüllülük; gönlünün
estiğinde değil, “O” ihtiyaç
duyduğunda yanında
olabilmektir.”
ulaşmak için kendileri ile benzer çıkar ve
düşünceleri olan kişiler ve/ya gruplarla
birlikte olmaya başlamaktadır. Ünlü Fransız sosyolog E. Durkheim., toplumlarda
organik dayanışmanın teknolojik gelişme
ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iş bölümü sonucunun yerini bireyler arasında
davranış, kanaat, duygu benzerliği olan
mekanik bir dayanışmaya bıraktığı görüşünü ileri sürer. Durkheim’e göre mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda bireyler düşünce ve ahlaksal
açıdan homojendir. Toplumun üyeleri “ortak hedef” yönünde birbirine benzerler,
aralarındaki bağlar kuvvetlidir. İnsanlar
artık organik bir dayanışmanın kendilerine verdiği yakınlık ve güven duygusunu
bulamamakta ve kendilerini yalnız hissetmektedirler. Bunun sonucunda da ortak
amaç, hedef ve çıkarları olan gruplara
yönelmekte, böylece gönüllü çalışmalar
bütün olarak toplumun uyum içinde olmasına katkıda bulunmaktadır.
Gelenek açısından baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayır yapma
inancıyla şekil bulan “Vakıf” anlayışı, gönüllülük kavramıyla muhtaçlara yardım
etmenin dünyadaki ilk örneği olmuştur.
Daha sonra tüm dünya ülkelerinin gıpta
ederek tanımladıkları bu gelenek Türkiye
Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir.
Dünyada, özellikle de batıda modern anlamda sivil toplum hareketi ve gönüllülük
hareketlerine paralel olarak, Türkiye’de
1980’lerde çağdaş unsurları da içeren
gönüllülük ve sivil toplum hareketleri
ivme kazanmaya başlamıştır. Halen, gelenekten-geleceğe akan bu süreçte gönüllülük; ülke insanının ilgi, ihtiyaç, kültür
ve medeniyetiyle harmanlanarak devam
etmektedir.
Ülkemizde de son yıllarda gerek kamuda
gerekse özel sektör ve sivil toplum örgütlerinde insan kaynaklarının geliştirilmesi,
gönüllü ve yarı gönüllülük çalışmaların-
17
gönüllülük anlayışı
da bir hareketlilik eğilimi gözlenmektedir.
Özellikle 1990’ların başında Türkiye’de
sivil toplumun gelişiminin hız kazanması
ile birlikte toplumdaki bireysel gönüllülük çalışmaları, organizasyonel düzeyde
yürütülmeye başlamıştır. Farklı alanlarda
çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları
yürütmekte oldukları faaliyetler kapsamında gönüllüleri organize edip, ihtiyaç
duyulan alanlarda eğitim, sosyal haklar,
çevre bilinci gibi konularda bilgilendirme
ve yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır.
Gönüllülüğün Farklı Tanımları
Gönüllülük ile ilgili pek çok tanımlamayı
literatürde görmekteyiz. Ancak bu konuda dünya çapında kapsamlı ve karşılaştırmalı çalışmalar oldukça sınırlıdır. Genellikle gönüllülük kavramı tanımlarında öne
çıkan özellikler arasında bireyin sorunlu
alanlarda bir toplumsal sorumluluk bağlamındaki çalışmalar içinde aktif olması
anlatılmaktadır.
Gönüllülük; insanları mutluluğa ulaştıran, geçmiş-bugün-gelecek çizgisinin
devamını sağlayan, kapsamlı, güçlü ve
önemli bir hizmet anlayışıdır. Gönüllülük,
bir medeniyet göstergesi olarak; maddi
ve manevi gücün, birlik ve beraberliğin
sembolüdür.
Gönüllülük, neredeyse insanlık tarihi kadar eski ama eskimeyen bir gerçeklik ve
bir pratiktir. Bir başka ifadeyle gönüllülük;
içinde yaşadığımız coğrafya için hem
gelenek, hem güncellik ve hem de gelecektir.
En yalın özelliğiyle yardımlaşmada şekil
bulan gönüllülük dünya üzerinde her toplumda görülen bir olgudur. Bu durumu
tanımlayan terimler ve gönüllülüğün ifade
biçimleri kültürden kültüre ve dilden dile
değişiklik gösterse de gönüllülüğü güdüleyen değerler ortak ve evrenseldir:
Ancak, detaya inildiğinde ve günlük yaşamda karşılığı arandığında gönüllülüğün
daha kapsamlı ve çok boyutlu olduğu
görülmektedir. .
18
Örneğin gönüllülük;
Çözümü başkasından beklemek değil,
bireysel gücünü çözüm bulmak için kullanmaktır.
Başkalarına örnek/ model olarak takdir
ve övgü kazanmak,
Belirli bir konuda yetki ve yetkinlik kazanmak,
Başkasını mutlu etmenin en büyük
mutluluk olduğunu fark etmektir.
Kendisini ihtiyaç duyulan birisi olarak
görmek,
Güveni, dürüstlüğü ve paylaşmayı öğrenmek ve öğretmektir.
Sosyal bir çevre ve konum edinmek,
Karşılık beklemeden sevmektir.
Ekip çalışmasının parçası olmak,
Yolunda gitmeyen her şey için bireysel
olarak yapılabilecek bir görev olduğunu
bilmektir.
Kendini geliştirmektir.
Aidiyet duygusunu yaşamak,
Toplum odaklı nedenler;
Neden “Gönüllü” Olunur?
İnsanlar, yaşadıkları toplumda bireysel
veya kitlesel olarak birçok sorunla karşı
karşıya kalmaktadır. Çevreden sağlığa,
afetlerden insani yardıma kadar geniş bir
alanda ortaya çıkan bu gelişmeler duyarlı
insanları bu alanlarda bir şeyler yapma
ihtiyacına yöneltmektedir.
Gönüllü olma gerekçeleri toplum yapısı
ve kişisel özellikler doğrultusunda çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitliliği kişiler
özelinde anlamak; iyi bir iletişim ve işbirliği içinde gönüllü hizmet sunumu ve
alımındaki en önemli unsurlar içindedir.
Gönüllülük, vermek kadar almaya da yönelik bir etkinliktir. Gönüllülük ile iletişim
becerileri, organizasyon yeteneği, kendini keşfetme, karşılıklı öğrenme ve uzmanlık becerileri gelişmektedir.
Gönüllü olma gerekçelerini kişi ve toplum
odaklı nedenler olarak iki temel kategoride ele almak mümkündür. Örneğin;
Kişi odaklı nedenler;
Bir inanca bağlılığını göstermek,
Hayatına değişiklik katmak,
Başkalarına yardım ederek kendini iyi
hissetmek,
Sahip olduklarını paylaşmak,
Bilgi, beceri ve deneyimleri paylaşmak,
Kamu yararı faaliyetlere katkıda bulunmak,
Toplumsal bir soruna çözüm bulmak,
İnandığı ve güvendiği bir çalışmayı veya
kuruluşu desteklemek,
İnsan kaynağı ihtiyacına katkı vermek,
Temsil ettiği kurumun/ toplumun/ grubun tanıtımına aracı olmaktır.
Gönüllüler Neden Önemlidir?
Kurumların/sivil toplum kuruluşlarının
gönüllülerden destek alması başarı
göstergesi olup, tanınırlıklarını artırır.
Devlet ile toplum arasında köprü görevi
görürler
Devlet ile toplum arasında birer iletişim
aracıdırlar.
Mevcut hizmet ve çalışmaların toplum
tarafından görülmesini sağlarlar.
Yapılan çalışmaların başarısını artırırlar.
Hizmetlerin sunum ve kullanımının daha
etkili olmasını sağlarlar.
Profesyonel olarak çalışan ekibe moral
oluştururlar.
İnsan kaynaklarının güçlendirilmesine
katkı sağlarlar.
Toplum kalkınmasındaki çalışmalarda
katılım ve katkı kalkınmanın sürdürülebilirliğini sağlarlar.
Gönüllülerin Yapması
Gereken İşler
Sahip olduğu bilgi birikimini, zamanını,
fiziki gücünü sunabilecek durumda olan
ve bunun karşılığında maddi beklentisi
olmayan kişi olan gönüllülerin var olması ve kurumlar/sivil toplum örgütleri
için çalışmaları kurumları güçlendiren
süreçleri beraberinde getirmektedir.
Toplumsal kalkınma için gönüllülerin kırılgan/hassas nüfus kesimlerine yönelik
çalışmaların içinde bulunması, zamanını, bilgisini, birikimini ve enerjisini paylaşması son derece önemlidir.
Sahip olduğu bilgi birikimini, zamanını, fiziki gücünü
sunabilecek durumda olan ve bunun karşılığında maddi
beklentisi olmayan kişi olan gönüllülerin var olması ve
kurumlar/sivil toplum örgütleri için çalışmaları kurumları
güçlendiren süreçleri beraberinde getirmektedir.
Gönüllü çalışmanın esası olan sosyal
ilişkiler, bireyin ve topluluğun refahı için
kritik öneme sahiptir. Dahası, gönüllülük
genelde yoksulluğun, marjinalleşmenin
ve eşitsizliğin diğer biçimlerinin sonucu
olan sosyal dışlanmayı azaltmaktadır.
Aynı zamanda gönüllülük kadın, gençler, yaşlı, engelli, kent yoksulu, topraksız, az topraklılar gibi sıklıkla dışlanan
nüfus gruplarının topluluğa dâhil olmasının da bir yoludur. Özellikle kırılgan/
hassas nüfus gruplarının topluma entegrasyonlarında gönüllülük ve gönüllü
kişilerin önemli bir rolü bulunmaktadır.
Gönüllü çalışmalara katılan bireyler,
hem kendilerinin hem ailelerinin hem de
içinde yaşadıkları sosyal çevrenin sahip
olduğu tüm olanaklarının (bilgi, beceri,
sosyal ağları ve lojistik vb.) toplumun
yararına olan çeşitli alanlarda kullanabilme fırsatı bulabileceği gibi bu yolla yaşadıkları topluluğun ve-veya toplumun
yaşamında söz sahibi olabilmektedirler.
Herkesin her zaman bir
diğeri için yapabileceği/
hatta sadece o kişinin
yapabileceği çok ama çok
güzel ve özel bir şey olabilir...
19
gönüllülük anlayışı
Gönüllülerin Yapmaması Gereken İşler
Gönüllülerin toplumsal sorunlara duyarlılığı ve toplumsal sorunlara yönelik çözüm
önerileri bugünün ve geleceğin inşasına,
toplumun tüm farklılık ve zenginliklerini
keşfetmeye, bir arada ve birlikte yaşayabilme becerilerimizin gelişmesine büyük
fırsat yaratmaktadır. Dolayısıyla gönüllüler, gönüllü çalışmayı plansız programsız,
sorumluluk üstlenmeden, istendiği zaman vazgeçilecek bir lütuf olarak görmemelidir. Ancak kurumlar/sivil toplum kuruluşları da gönüllüleri istedikleri her şeyi
yaptırabilecekleri ellerin altında ücretsiz
işgücü olarak algılanmamalıdır. Böyle bir
yaklaşım, gönüllünün kendisini mekanik
bir araç gibi görmesine ve bir süre sonra
toplumsal çalışmalardan uzaklaşmasına
yol açabilmektedir.
Gönüllüğün Önündeki Engeller
Ülkemizde gönüllü çalışmalara katılımında toplumun en dinamik ve enerjisi
en yüksek kesimini oluşturan gençlerin
yanı sıra emekli olmuş belli bir alanda
20
birikimi olan ancak bunu kullanmayan/
kullanılmayan çok büyük potansiyel söz
konusudur. Gönüllü katılımın önündeki
engellerin başında; bireylerde oluşan
gönüllülük algısının ağırlıklı olarak maddi
yardım sağlama veya çıkar bekleme olarak oluşması, dolayısıyla insan kaynağı
olarak gönüllü katılımın göz ardı edilmesi, bireylerin gönüllük faaliyetlerine nasıl
ve nereden başlayacakları hakkında bilginin yetersizliği ve katkı sağlanabilecek
alanlara yönlendirilmelerinin eksikliği
gelmektedir. Ayrıca kamu ve sivil toplum
örgütlerinin önündeki en önemli kısıtlayıcı
faktörler arasında insan kaynaklarına ilişkin sorunlar ve sürdürebilir bir finansman
sağlamada yetersizlik yer almaktadır.
Gönüllülük Anlayışına
Dayalı Bir Model: Toplum
Kalkınmasında Gönül Elçileri
Projesi
Toplum Kalkınmasında Gönül Elçileri Projesi; Bakanlığımız tarafından Aralık 2012
yılı içinde Türkiye genelinde topumda gönüllülük kavramına yönelik farkındalığının
geliştirilmesi, toplumsal kalkınmaya katkı
sağlayacak gönüllü sayısının arttırılması,
insan kaynağı ihtiyacının güçlendirilmesi
ve gönüllü çalışmanın yaygınlaştırılması
amacıyla başlatılmıştır.
İki yıl devam edecek olan Gönül Elçileri
Projesi farklı alt “Çocuk”, Kaliteli Yaşlanma ve Kuşaklar Arası Uyum”, “Engelli ve
Hizmetlere Erişim”, “Aile ve Yoksulluk”
ve “Kadın ve Güçlenme” gibi projelerden oluşmaktadır. İlk altı ay için “Çocuk”
bileşeni kapsamında “Koruyucu Aile
Hizmeti” yürütülmüştür. İkinci altı ay için
Projenin ikinci bileşeni olan “Kadın ve
Güçlenme” başlığı altında “Kadınlar İçin
Mesleki Eğitim Projesi” yürütülmektedir.
Bu çalışmada da görüldüğü gibi, gönüllü
hizmetleri; sivil ve toplumsal yaşama katılım, yaşam becerilerinin gelişmesi, riskli
davranışların önlenmesi, farklı kültürlere
uyum sağlama, eğitim kazanımlarının geliştirilmesi, bireyin kendisine katkı açısından önemlidir. Diğer yandan bu hizmetler
toplumu güçlendirme, birlik ve güveni
destekleyerek barış ortamına katkı sağlama, hastalıkları önleme, alt yapıyı güç-
Gönüllülük;
emek vermektir,
sorumluluktur ve
empati kurabilmektir.
lendirme, okur-yazarlık ve eğitim, çevreyi
düzenleme gibi alanlara, ekip çalışmasına ve topluma katkısı açısından da ayrı
bir değer taşımaktadır.
Son Söz
Köklü bir medeniyetin bize mirası olan
“GÖNÜLLÜLÜK” veren elin alan elden
üstün olduğu bir inancın eseridir . Dünyada kırsal alandan kentsel alana, her
yaşta, her meslek grubunda, her ırkta,
her dinde
ve her sosyal katmandaki
bireyler bir şekilde gönüllü çalışmalarının
içinde yer almaktadır. Gönüllülük evrenseldir. Ekonomiye ve sosyal kalkınmaya
çok büyük katkıları olan gönüllülük hiçbir
zaman devlet hizmetlerinin yerini alacak
bir şey değildir.
Bize düşen ülkenin dört bir yanından
gönüllü potansiyelini harekete geçirmek,
gönüllüleri gündeme getirmek, daha ciddi bir biçimde ele alıp, hedeflere doğru
yönelmek, daha fazla gönüllülük nasıl
geliştirilir, daha fazla gönüllü nasıl seferber edilebilir gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktır.
Kaynaklar
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2013).
Toplum Kalkınmasında Gönül Elçileri Projesi
Katılımcılık Ekseninde Bütünsel Değerlendirme Ara Raporu, (Hazırlayan; Türkmen A.,
Fazlıoğlu A.ve Keşir A.), Temmuz.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB).
(2012). Gönül Elçileri Çalışma Rehberi.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB).
(2012). Gönül Elçileri El Kitabı, Ankara,
Atauz. S. (1987). “Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kurumlara Eleştirel Bir Bakış” TODAi,
Cilt 21, Sayı 2. Sf-99-104.
BM, (2011) Dünyada Gönüllülüğün Durumu Raporu.
21
söyleşi / Cihan Aktaş
Bir kısım kadınlar ucuz
işçi olarak fabrika ve atölye
yollarına düşerken, romantik
şair ve düşünürlerin
mısralarındaki ideal kadın,
Rousseau’nun yarattığı yeni,
korunaklı, ayrıcalıklara haiz
site dairesine yerleşmeye
devam ediyor. Erdemin
koruyucusu olarak cinsi
latifin varlığı bir tür modern
haremde (sözde) güvence
altındadır artık; elleri nasırlı
işçi kadından yayılan itici
imgeler karşısında kadın
cinsi romantik muhayyelede
bu şekilde kurtarma
CİHAN AKTAŞ’LA SÖYLEŞİ
Röportaj: Fatih ÇALMAZ
Öykücü, romancı ve yazar Cihan Aktaş’la kadın istihdamını merkeze alan bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi bununla kalmadı. Kamusal alan, gelenek, kimlik ve sanat gibi alanların
“kadın”la kesiştiği noktaları da içine alan uzun sayılabilecek bir konuşma ortaya çıktı.
İlk olarak “Bacı’dan Bayan’a” isimli çalışmanızı baz alarak soracak olursak, kadının istihdam içerisinde yer alması için “bayan” olması bir modern
dünya kuralı mıdır? “Bacı” olarak sadece sosyal sorumluluk meselelerinde ve
gönüllülük zemininde mi yer alabilir?
Bayan, hep söylerim, plastik bir ünvan. “Bayan”ın kullanımının bunca yaygınlaşmasına karşılık “bay”ın aynı ölçüde yaygınlaşmamış olması dikkate değer. Bu anlamda
22
operasyonlarına tabi kılınır.
“bayan”, bir bakıma erkek aktörlerin etkili
ve belirleyici olmadığı ölçüde yeni kamusallıkla ilgili. Bu kamusalı belirliyor ve bu
kamusal tarafından biçimlendirilmeye de
izin veriyor. Ne ölçüde kabul gördüğü ve
misyonunu taşıdığı ayrı bir konu. Neticede bugün geniş muhafazakâr kesimlerin
“bayan” unvanını iştiyakla kullandığını görüyoruz. Buna karşılık cemaate, mahalleye, özel alana ilişkin bir akrabalığı ya da
toplumsal akrabalığı yansıtan “bacı” bir
hayli seyrek kullanılmaya başlandı. Bu da
taşra ve mütedeyyin kesimlerin kamusal
alanda kadın meselesine, kadının istihda-
mı konusuna kendi iç bağlamlarında çözümler, yeni imkânlar geliştirmekten uzak
dururken hazırlıksız yakalanmasının göstergelerinden biri olarak okunabilir. Bu
kullanımlar üzerinden toplumsal ilişkiler
kadın-erkek ilişkilerindeki bağlam ve bakış açısı değişimi üzerine geniş okumalar
yapabiliriz. Kitabıma ad olan yazıyı yazdığım 1998 yılı 28 Şubat’ı takip eden, mütedeyyin kesimlerin cemaatten kamusala
bir açılım gerçekleştirdiği dönemdi ve
“bacı” seslenişinin yerini hem titrek hem
de hevesli bir benimsemeyle “bayan”ın
aldığını, samimi ve saygılı seslenme dilinin yerini kuşku ve öteleme bildiren bir
ses tonuna terk etmeye başladığını yaşamaya ve gözlemlemeye başlamıştım.
Kadının istihdam alanında dezavantajlı olmasının en önemli nedenlerinden biri olan annelik mevzuu
devletlerin pozitif ayrımcılık politikalarıyla çözülebilir mi?
Bu konuda alınacak önlem ve sağlanacak katkıları salt kadına dönük “pozitif
ayrımcılık” olarak açıklamamak gerektiğini düşünüyorum. Çocuk sonuçta hem ailenin hem de toplumun, çalışan kadın ve
erkeğin çocuklarının güvenliği ve bakımı
iş yerinin sorumluluğu altında olmalı. Bu
konuda anneye seçenekler sunulabilir:
Bebeğini izinli olarak evde mi büyütmek
istiyor, yoksa iş yerinde ayrılan bir mekan
sayesinde mesaisini sürdürebilir mi? Ayrıca anne dışarıda çalışmıyorsa, babanın iş
yeri bu konuda ne gibi imkânlar sunuyor?
“Anne” ve “bayan” olabilmek aynı
anda mümkün müdür? Bu durum
kadınların iki kat fazla emek sarf
etmesine neden olur mu?
Toplumsal/kamusal bir yüze sahiplik açısından “bayan” olmak, yani plastik ve
renksiz bir kadın kimliğini benimsemek
gerekmiyor. Bence bütün sorun nasıl bir
kamusallık tasarladığımızda düğümleniyor. Çoklu karşılaşmalar alanını ne kadar
istiyoruz acaba?
Verili kamusal alan ve istihdam politikasının kadın veya erkekleri baskı altında
tuttuğunu, kısıtladığını ve çalışma, eyleme potansiyellerini kuruttuğunu düşünüyorum. Tıpkı modern şehirlerin de kadınlar, bebekler ve yaşlılar düşünülmeden
yapılandırıldığını düşündüğüm gibi… Bir
medeniyet kaybının ardından içine düşülen boşlukta kadın varlığı hem hataların
sebebi, hem de başarının görünen yüzü
olmak zorunda sayıldı. Modern dünyada
her şey değişirken kadının değişmezliği
bir güven, bir direnme kaynağı olabilirdi
sanki, ama diğer taraftan değişmez bir
tutum içinde tanımlanan kadın da bu
nedenle kayda değer, durumuna destek verme anlamını içeren özel bir saygı
görmedi. Şimdiki şartlar altında toplumsal kabullere ve idealleştirmelere rağmen
23
söyleşi / Cihan Aktaş
özel imtiyazlarla desteklenmemiş bir kadının hakiki varlığıyla –bedensel istismara
izin vermeden- önyargı duvarlarını aşarak
kamusal bir başarı göstermek için elbette
karşı cinse ya da ayrıcalıklı hemcinslerine
nispeten iki veya üç kat fazla emek sarf
etmesi gerekiyor.
Kadın görüntüsünün istihdam alanında hakim ideoloji ile beraber
değişmesi, kadının iş yerinde sömürülmesi gerçeğini de değiştirdi mi?
(özellikle medyadaki kadın alanında)
Kadınları kısıtlayan ve engelleyen, bu nedenle de bazen iki kat emek sarfına, bazen emeğin gözükmemesine, bazen de
yeteneğin kaybına sebep olan bazı hususları açabiliriz burada: Çalışma saatleri
evdeki mutfak işleri ve çocuk bakımı alanında sorumlulukları dikkate alınmayacak
şekilde erkek çalışanların durumlarına
göre düzenlendiği için, kadınların ikili mesaisi zorlu bir tempoyu sürdürmek anlamına geliyor. Bu çifte mesai içinde ailenin
tüketim alışkanlıklarını düzene sokmakta
kadının sorumluluğunun ağırlığını da görmezden gelemeyiz. Marketlerdeki ürün
bolluğu karşısında doğru seçimleri yapabilmek nasıl mümkün olacak? Mesela süt
ürünlerine kostik gibi alerjik hastalıkların
artmasını etkileyen bir katkı maddesinin katılması gayet tabii karşılanıyorken,
mesai yorgunu anne evde bebeğine içireceği süt, yedireceği peynir konusunda
kimden destek umacak?
Kadına parçalı beden olarak bakan
medya ve reklam sektörünün oluşturduğu baskı ve yaydığı ideal kadın imgeleri
başlıbaşına ciddi bir mesele. Bu imgeler
dolayımıyla kadınlar sadece iş yerlerinde
değil, eşleriyle ilişkilerinde de varsayımsal
bir “prezantabl” kadın olma beklentisiyle
oldukları gibi değil, olmaları beklendiği
gibi bir görüntü, hal ve tavır sergilemeye
zorlanıyorlar.
24
“Çalışmak” kavramının modern insan için bir kimlik olduğunu kabul
edersek, zamanımız için çalışmayan
kadının sosyal taammüller açısından
kimliksiz olduğunu ya da bunun sıkıntısını çektiğini söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. Ev içi emeğinin
görünmezliği gibi bir problem mevcut.
Oysa bir kadının ev içinde yaptığı işler
profesyonel kurumlara yönlendirildiğinde
önemli bir maddi bedelle karşılaşıyoruz.
Kaldı ki kurumsal hizmetlere dönük olarak her zaman mevcut bir tür şüpheden
arındırılmış, canı gönülden gerçekleştirilen hizmetin kuru bir maddi karşılıkla
açıklanamayacak bir önemi var. Buna
karşılık kadının ev içi emeğinin görünmez
kılınmasının modern zamanlara özgü bir
mesele olduğunu da düşünmüyorum.
“Kaşık düşmanı” şeklindeki deyim bu
açıdan çok açıklayıcı.
Yakın zamana kadar emek hareketlerinin
başını çoğunlukla erkekler çekerken, tüketici hareketlerine asıl yön verenler ise
her zaman kadınlar olmuştur. Sanayi kapitalizminin ve modern devletin sebep
olduğu erkeklerle kadınlar arasındaki
işbölümünün bir sonucudur bu. Klâsik
iktisat, “değer üreten emeğe” vurguda
bulunur hep. Bu bakışta ev içi emeği bir
değer üretiyor olmaktan uzak sayılır. Kojin Karatani “Değer üreten emek” ile “değer üretmeyen emek” arasındaki ayrımın
sanayi kapitalizmiyle başladığı ve tezlikle
toplumsal cinsiyetin etkide bulunduğu bir
hal aldığını hatırlatıyor. Sanırım kamusal
destekli hizmetler konusunda duyulan
memnuniyetsizliğe bağlı olarak, aşamalı
bir şekilde, yeniden ailenin -genişleyerekkendine yetmeye çalışacağı bir yapıya
evrilmek zorundayız. Bu da mimariden
kadın erkek ilişkilerine, birçok konuda
yeni bir bakış açısı edinmemizi gerektiriyor.
Verili kamusal alan ve
istihdam politikasının
kadın veya erkekleri
baskı altında tuttuğunu,
kısıtladığını ve çalışma,
eyleme potansiyellerini
kuruttuğunu düşünüyorum.
Tıpkı modern şehirlerin
de kadınlar, bebekler ve
yaşlılar düşünülmeden
yapılandırıldığını
düşündüğüm gibi…
Kadının üretim alanındaki yerinin
belirginleşmesi sizce neden bu kadar
uzun sürdü ve gerçekten belirginleşti
mi?
Kadınların ucuz işçi olarak ev dışına çekilmeleri ve değeri konusunda emin olamadıkları gibi sıklıkla benimseyerek yaptıkları
da söylenemeyecek işlere yönelmeleri,
sanayi kapitalizminin emeği yeniden tanımlama iddiasıyla bütünleşir. Hiç masum
olmayan sebeplerden söz ediyoruz. Kadın emeği, sanayi alanında iddiasız ama
incelikli olana duyulan ihtiyaçla birlikte
yeniden tanımlanıyor. Aynı akış içinde
her zaman üretim merkezi olabilmiş ev
çok geçmeden, sığınılan dört duvar arası
mekâna dönüşmüştür, komşunun seslerine kapalılığı gerektirecek şekilde oluşan
“özel hayat” anlayışının ihtiyaç duyduğu
yeni bir mahremiyet kabulüyle… Gerçi Veblen’in “aylak sınıfı” evler içerik ve
mânâ değişikliğine uğrasalar da bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir kısım kadınlar
ucuz işçi olarak fabrika ve atölye yollarına
düşerken, romantik şair ve düşünürlerin
mısralarındaki ideal kadın, Rousseau’nun
yarattığı yeni, korunaklı, ayrıcalıklara haiz
site dairesine yerleşmeye devam ediyor.
Erdemin koruyucusu olarak cinsi latifin
varlığı bir tür modern haremde (sözde)
güvence altındadır artık; elleri nasırlı işçi
kadından yayılan itici imgeler karşısında
kadın cinsi romantik muhayyelede bu şekilde kurtarma operasyonlarına tabi kılınır.
Üretimi ürünün niteliğinden ayırt etmeyen
duyarlıkta, ekmek parası için çalışılan iş
bazen angaryaya dönüşse de, zihin hayal edilen üretim ya da faaliyetin ikliminde dolaşmayı sürdürür. Sonuçta birçok
meslek sahibi kadın anne olduğunda iş
hayatı üzerine yeniden düşünme gereği
duyuyor, alan değiştiriyor veya evde çalışmasına izin verecek bir işe yöneliyor.
İdeal olan elbette ki kadın ya da erkek
her insanın kendi tabiatına uygun bir
işte çalışması. “Neşeli üretkenlik” olarak
tanımladığım ideal, gerçek hayata aktarılmadıkça sevmeden yaptığımız işler yüzünden hasta olmayı sürdüreceğiz.
Bu alanda yapılan çalışmalarda öne sürülen “U-Biçimli Eğri Hipotezi”, kadın
istihdamı bir dönemde inişe geçmişken
ardından bir yükselme gösterdiğini var
sayar. Tarımda makineleşme, kırsal yapıların çözülüşü, tarımsal olmayan üretimin
yaygınlaşması, kadın alanındaki gelişmeler ve kültürel alandaki değişmeler bu eğrinin seyrini belirliyor. Kadınların istihdamı
1945’den sonra düzenlenmiş ekonomilerden neo-liberal küreselleşmeye içkin
olan esnek üretim modellerine geçiş süreci, postendüstriyel toplumlarda istihdamın yapısında hizmet sektörünün aldığı
yer, endüstriyel üretimin yeni sanayileşen
ülkelere kayması gibi etkenler, kadınların
ev dışı çalışmasına özel bir talebi artıran
etkenler. Kadınlar giderek daha artan bir
yoğunlukta eskiden evde yaptıkları işlerle
istihdam alanında bir “çalışan”, bir “işçi”
kimliğiyle yer alıyor. Ancak Türkiye’de kadın istihdamının tarım alanında düştüğü
oranda sanayi ve hizmet sektörlerinde
telafi edici bir yükselme yaşanmadığını
da dile getiriyor Ayşe Buğra, “Akdeniz’de
Kadın istihdamının Seyri”isimli çalışmanın
giriş yazısında.
iktidarlarla bütünleşerek kazandığı dokunulmazlık, eğitim ve iş hayatına sinmiş
baskın erkeklik imajlarına dayalı değer ve
yargıların, dil ve söylemlerin kadınların iş
hayatında tutunabilmeleri sırasında cinsiyet farklılıklarını göz ardı etmeye, dahası
silmeye zorlayan etkisi…
Atıfta bulunduğum kitapta yer alan tespitlerden biri, kadın çalışanın “uysal” ve
“itaatkâr” bulunması, bu yönleriyle de
kolay işten çıkarılabilir sayılmasının genel istihdamdaki sürekli, tam zamanlı ve
sosyal güvenlik çatısı sunan iş düzenini
karıştırmış olması. İstihdamın belli bir aralığında bir kısır döngü vardır sanki: Krizler
nedeniyle erkek işçinin ücreti azaltılırken
kadın ailenin geçimi kaygısıyla çalışmaya
mecbur kalır, bu katılım da erkek işçinin
işveren tarafından çeşitli nedenlerle kolaylıkla göz ardı edilmesi için bir kaynak
sunar.
Bu yeni çalışma alanlarının kadınlar açısından sorunlu yönleri nelerdir
acaba?
Öncelikle niteliksiz eleman sayıldıkları
için tercih ettikleri değil mecbur kaldıkları
alanlarda, sevmedikleri işlerde çalışırken
mutsuz olmaları bir yana, işten atılma
korkusuyla gece gündüz huzursuz kılınmaları söz konusu. Kesintili işlere mecburiyet büyük bir baskı altında kalma anlamını taşıyor.
Luce İrigaray’ın mevcut çalışma hayatında kadının konumuna getirdiği, aşağıda
ifade edeceğim türde eleştirilerini ben
de yazılarımda otuz yıldır sıklıkla dile getiriyorum: İş hayatını sürdürebilmek için
kadın olmaktan kaynaklanan özelliklerinden vazgeçmeye zorlanmaları, çalışma
saatlerinin kadınların evdeki mutfak işleri
ve çocuk bakımı alanında sorumlulukları
dikkate alınmayacak şekilde erkek çalışanların durumlarına göre düzenlenmesi,
silah üretimi, giderek artan çevre kirliliği
ve pazardaki yararsız ürün bolluğu konularında kadınların karar ve tercihlerine
izin vermeyen bir üretim ağının siyasal
Çalışan kadın sayısının artması, erkeğin evdeki sorumluluğunu arttırdı
mı? Bu durum, erkeği feminenleştirir
mi?
Kuşkusuz kadın dışarıda veya evde artı
bir çalışma gerçekleştiriyorsa, hayat arkadaşı olarak eşi de ona destek olmalı.
Burada anahtar kelimeler insaf, hakkaniyet, merhamet, kadirşinaslık… Erkeğin
evdeki işleri paylaşmakla feminenleşeceğini düşünmüyorum. Dünyanın en
ünlü aşçıları erkek değil midir? İran’da
evlere ve apartmanlara temizlik hizmeti
veren şirketler evin ve apartmanın ortamına göre erkek eleman da gönderiyor.
O erkek ev işi yaptığı için feminenleşiyor,
diyebilir miyiz? Bence erkeğin evde iş
yapmaktan kaçınmasındaki “o iş kadın
işi” şeklindeki gerekçeyi iki şekilde açıklayabiliriz: İlk olarak, evin geçimini sağlayan erkeğin zamanı mesai zamanına
bağımlı olduğu ve bir dinlenme zamanı
talep ettiği için evdeki kadının zamanına
göre daha değerli bulunur. İkinci olarak
da bağlı sebeplerle evdeki iş, kamusal
25
söyleşi / Cihan Aktaş
bir kıymet arzetmediği, böyle bir kıymetlendirmeye yorulmadığı için sanki daha
önemsiz, sıradan, kolay görünür.
Bence yine de önemli kelimemiz karşılıklı olarak “insaf”. Biri yorgun, diğeri daha
az yorgun, biri meşgul, diğeri daha az
meşgul olabilir. Biri diğerine göre daha
öncelikli bir büro işi uzantısının sorumluluğunu taşıyabilir. Evlilik anlaşmaya değil
uzlaşmaya dayalı bir kurumdur.
Kadın istihdamının artması, edebiyat dünyasının karakterleri arasında
daha fazla kadının yer almasını sağladı mı?
Kadın yazarların kadın kahramanlar üzerinden yazdığı öykü ve romanlardaki kadın karakterlerin, genel edebiyat sahnesini etkileyip değiştirdiğinden söz edilebilir.
Daha önce ağırlıklı olarak erkek yazarların tasvir ettiği kadınlar son tahlilde erkek
duyarlığı ve bakış açısını yansıtıyorlardı.
Kadın yazarların eserlerinde anlattığı kadın karakterlerinin giderek erkek yazarları da farklı görme biçimlerine sevk ettiği söylenebilir pekâlâ. Beri taraftan farklı
alanlarda çalışan kadın oranı arttıkça bu
katılımın edebi kurgulara yansıması da
kaçınılmaz. Tecrübe alanları genişledikçe, bu tecrübeyi paylaşanlar hem doğrudan anlatımlarında bunları yansıtırlar hem
de bu tecrübeyle ilgili bir hikayenin kahramanı olarak hesaba katılırlar. Çünkü kadın her zamankine göre daha belirgin ve
göz ardı edilemeyecek ölçüde bir doktor
bir işçi bir öğretmen bir aktivist Özbekistan’dan gelmiş bir bakıcı kadın olarak o
kurgunun sahnelerine dahil oluyor.
Tahsin Yücel’in “Yalan” isimli görkemli romanının insana enikonu Elias Canetti’nin
Körleşme’deki kahramanı Kien’den esinlenilmiş gibi gelen yaşlı erkek kahramanı
Yusuf’la genç köylü kadın Cemile arasındaki ilişki bana çok çarpıcı gelir. (Belki de
bir esinlenmeden söz etmemek gerekir;
filozofla bakıcı kadının buluşmasını yaygınlaştıran bir toplumsal örgüsü var gü-
26
nümüz dünyasının.) Bu kez “bakıcı kadın” ümmi bir bilge, bir türkü perisi olarak da görünür ve bilginin hayata karşı güçsüzleştirdiği erkeği duygusal zekası ve anaçlığıyla kuşatır.
Çalışan kadınların artmasıyla birlikte yazın dünyasında daha güçlü kadın karakterlerin arttığını söyleyebilir miyiz?
Edebiyatta güçlü kadın karakter dendiğimde aklıma önce Halide Edip Adıvar romanları
gelir. Onun Rabia ve Kaya karakterlerini kamusal varoluş açısından önemli bulurum. Bu
konuda su yüzüne çıkma şansı bulamamış ne çok isim vardır, kimbilir! Geçtiğimiz yüzyılın
başında birçok kadın yazar ya erkek adıyla yazıyor ya da Ahmet Mithat Efendi misali
bir “edebi kamu ağabeyi” vasıtasıyla yazarlığını kabullendirmenin yolunu arıyordu; bunu
hatırlamak gerek.
Bir çeşitlenme gerçekleştiğinde, güçlü karakterlerin ortaya çıkması da normal. Hiç olmazsa kadın konusunun daha önce yaşanmadığı kadar ağırlık kazandığı bir döneme
girdiğimiz muhakkak.
Erkekler tarafından yazılan kadın imgeleri gibi, erkek editörler tarafından görüldüğü kadarıyla yazar sayılabilen kadın algısı da, kadın yazarlar tarafından kaleme alınan anlatılar ve
giderek daha güvenli bir dille yazmaya başlayan kadın yazarların oluşturduğu söylemlerle
değişmeye başladı. Yazın alanında elbet gerçek kadın/kurgu kadın tartışması ayrıca
irdelenmeye değer. Erkek yazarlar bazen hikayelerini kadın kahraman aracılığıyla anlatır
ya da tersi olur. Mesela Afet Ilgaz’ın Ad Semud Medyen ve “Yol” romanlarındaki Ahmet
bana kendi hidayet sürecini yansıttığı bir kahraman gibi gelmiştir. Sevgi Soysal, Latife
Tekin, Emine Işınsu, İnci Aral, Ayfer Tunç, Fatma Barbarosoğlu gibi yazarlar güçlü kadın
karakterler çizdiler romanlarında. Bunun yanında Mehmet Eroğlu, Tahsin Yücel, Mustafa
Kutlu gibi erkek yazarlar da güçlü kadın karakterlere yer veriyor artık. Mesela Mustafa
Kutlu’nun son romanı “Nur”un kahramanı Nur, bir erkek yazarın tasvir ettiği güçlü kadın
karakter için önemli bir örnek.
DİLİMİZ SİRETİMİZDİR
Kamil YEŞİL
Batı’da birden fazla dil kullanım becerisi kazanan kişilerin; alış verişte ayrı, siyasette
ayrı, eşiyle özel duygularını paylaşmada apayrı bir dil kullandıkları söylenmektedir. Bu
seçimde dil ile insan psikolojisi, duyguyu en iyi verecek ses ve kelime hazinesi gibi ögelerin etkisinden söz edilmektedir. Aynı dili konuşan insanların telaffuzlarından hareketle;
onların sadece farklı coğrafyalardan değil, göçmen, kuzeyli, güneyli olup olmadığı da
tespit edilmiştir. Demek ki dil, iletişim aracı olarak sadece anlamı (mesajı) değil; dile
getirilemeyen gizli duyguları, sadece söyleneni değil söylenmek istenmeyeni ve hatta
söylenemeyeni de ileten güçlü bir araçtır.
Dil, iletişim aracı olarak sadece
anlamı (mesajı) değil; dile
getirilemeyen gizli duyguları,
sadece söyleneni değil söylenmek
istenmeyeni ve hatta söylenemeyeni
de ileten güçlü bir araçtır.
Bunu bazen konuşan kişi bazen de dinleyici fark eder, tek taraflı veya çift taraflı fark
edilmediği de olur.
Dilin yaptırım gücü ile insan psikolojisi arasındaki ilgi sadece modern zamanlara ait
bir olgu değildir. Mesela, bizim kültür tarihimizin önemli bir ayağı olan Mevlevilik, dil
kullanımı hakkında kendine has bir literatür geliştirmiştir ve bu, yüzyıllardır devam etmektedir. Bugün gerçek temsilcileri çok az bulunsa da konu ile ilgili dokümanlar bize
yeterli bilgiyi vermektedir.
İnsan ruhuna şekil vermekle dil arasında kurulan bu ilgi için birçok misal getirilebilir.
Mesela, “ben”, gurur ve kibir ifadesi olarak şeytanı hatırlattığından, benlik davasına
meydan verdiğinden, Mevleviler bu kelimenin yerine “biz” veya “fakir” ifadelerini kullanmışlardır. Biz, cemaatin içinde fani olmuş, denizde bir damlaya dönüşmüş, bencilliğini
27
dilimiz siretimizdir
kaybetmiş bir dervişi işaret eder. Ben yok
biz varız, ifadesi cemaat olmayı, aidiyet
duygusunu anlatır. “Fakir”, de tevazu ifadesi olarak zıddından Gani olanı işaret
eder ki o da Allah’tır.
Söndürmek, yakmak gibi kötü manada da kullanılabilecek sözler terk edilmiş, mesela “mumu söndürmek” yerine
“mumu dinlendirmek” tercih edilmiştir.
“Işığı yakmak” ifadesinde “yakmak”, anlam bakımından ürkütücü, korku verici,
menfi bir durumu ortaya koyar. Bunun
yerine “ışığı uyandırmak” tabiri seçilmiştir. İnsan (derviş / Mevlevi) her an gaflete
düşebilir, onun agâh olması gerekir ki bu
da uyanık olmak, işin farkında olmak demektir. Lamba, mum gaflettedir, fitilini tutuşturursanız onu uyandırmış olursunuz.
Işık kaynağının uyanması lazım ki hizmet
edebilsin.
Lambayı, mumu veya diğer ışık kaynaklarını uyandırdık. Bir zaman sonra bunların söndürülmesi gerekir ki insanlar uyuyabilsin. Ancak Mevlevi, ışığı söndürmez
ve lamba, mum dinlendirilir.
Mevlevilerde konuşma sırasında “benlik”
ifadesi olan “yaparım, ederim” gibi birinci
şahıslara ait ifadeler de kullanılmaz. Bunun yerine “yaparız, ederiz ” gibi cemi’
sığası kullanılır. Çünkü işi yapan bir kişi
gibi görünse de o işin tamamlanmasında
Allah’ın iradesi, yardımı, melekleri ve başka kulların katkıları vardır.
Uyku, insan için bir ihtiyaçtır. Tabii olarak
derviş veya ihvan da uyuyacaktır. Ancak
cennette olmayan bir nimet olarak uyku
aynı zamanda gafleti gösterir. Oysa insan
ahireti düşünüp uyumamalı, haktan gafil
olmamalıdır. Hz. Peygamber aleyhisselam “benim gözüm uyur ama kalbim uyumaz” diyerek farkını ifade etmiştir. Öyleyse Mevlevi de uyumamalıdır. Uykuda olan
kişinin üzerinden kalem kaldırılmıştır. Uykuda olan kişinin ruhu yüce makamlara,
ruhlar âlemine gitmiştir. Uyku (rüya) aynı
zamanda vahiy şekillerinden biridir. Bun-
28
dan dolayı Mevlevi uyumaz ve
vahdet deryasına dalar. Uyuyan kişi için “o Vahdet’te”
ifadesi kullanılır. Mü’min
uykuda iken bile O’nunla
beraberdir.
Uyuyan kimsenin yavaşça yatağına gidilir, yastığına hafifçe el vurulur ve
“agah ol erenler” denir.
Âgâh olmak,“Kendine gelmek, aklını başına almak,düşünmek,uykudan uyanmak”demektir.
Lambayı, mumu veya diğer
ışık kaynaklarını uyandırdık.
Bir zaman sonra bunların
söndürülmesi gerekir ki
insanlar uyuyabilsin. Ancak
Mevlevi, ışığı söndürmez ve
Dergâha ihtiyacını karşılamak için birçok
abdal, derviş, miskin, dilenci gelir. Kimin
ihtiyaç sahibi olduğu kimin olmadığına
bakılmaksızın bir nesne için gelen kişi
boş çevrilmez. Ancak bazı zamanlar olur
ki dergâhta sadaka, yardım olarak verilecek bir nesne bulunmaz. O zaman gelen
kişiye “yok” denmez. Hem gerçek nimet
verici olan Allah’ı hatırlatmak hem de
ihtiyaçları daha zengin olarak karşılıksız
karşılama makamı olarak Allah hatırlatılır
ve “Hakta, hak vere” denilir. Bu ifadenin
kaynağında Hz. Peygamberin tavrı vardır; çünkü o, isteyicilerin hiçbirini boş çevirmemiş, varsa mutlaka vermiş; yoksa
vadetmiş, güzel sözle, güler yüzle miskini
yolcu etmiştir.
lamba, mum dinlendirilir.
Hayatın en önemli gerçeği olarak ölüm,
Mevlana Hz.leri için nasıl şeb-i arus ise
Mevlevi için de sır olmaktır; bundan dolayı vefat eden ve toprağa verilen kişi için
”Hamuşanda sırladık” ifadesi kullanılır.
Mevlevilikte ölünmez, susulur. Yeniden
konuşana, ahiret âlemlerine ulaşılacak
zamana kadar ‘emaneten’ susulmuş,
daha sonra buluşulacak ve sonsuza
kadar konuşulacak, ‘Hayy’ sahibi olunacaktır. Bundan dolayı kabristan “hamûşan”dır. Ölüler susarak konuşurlar. Zaten
ölüm en büyük vaizdir.
Kapıyı kapatılmaz, sırlanır.
Mevlevilikte her şeyin canı vardır; bu yüzden Mevlevi, eline aldığı kitabı, fincanı,
tesbihi, namaz kıldığı yeri öper. Bu öpüşe
“görüşmek” denir.
Dergâha veya eve gelen mihmanların
ayakkabıları düzgün, birbirine denk bir
tarzda içeriye doğru çevrilir. Böylece kişi
içeri girdiği gibi yine içeridekilere arkasını dönmeden sağ ayağı ile dışarı çıkmış
olur. Paşmak çevirmek denilen bu gelenek, birisinin bir kusuru yüzünden ayakkabılarının kapıya doğru çevrilmesinde
de görülür.
Dilde ve felsefede “menfilik / değilleme”
yöntemi vardır ki filozofların bu belirlemesi çocuk terbiyesine de taşınmıştır.
Üst bir bilinç kullanılması denilen bu yöntemde, “yok”, yoktur; “var değil” vardır.
Yemek (aş), içecek bitmez “bitti” denmez, “bereketlendi” denir. “Bitirmek” yerine “tamamlamak” kelimesi, zihin programlaması, olgusallık ve dil açısından
daha yerinde bir tanımdır. Dil üzerindeki
bu bilgece tutum daha sonra halka da
yansımıştır. Halk Mevlevi olmamasına
rağmen, dil bakımından bu olumluluğu,
müspet bakış açısını günlük hayat üzerinden yeni nesline taşımıştır. Yiyecek
ve içecek “çok” değildir; “kâfi/yeterli”dir.
“Ve” bağlacı bile kullanmaz Mevlevi, onun
yerine “ ile”yi tercih eder. Çünkü birincisi
ayırır, diğeri birleştirir.
Bu tutum, sadece söz için değil, davranışlar için de geçerlidir. Mesela, bir çocuğa bir şey vermek istenildiğinde, avuç
aşağıya bakar şekilde uzatmak yerine,
verilecek olan nesne, avucun içine alınır,
çocuk o nesneyi açık avuçtan alır. Yemek “pişirilmez” terbiye edilir, “yemeye
gidilmez, gelinmez”; “lokma”ya katılmak
vardır.
“Ney” çalınmaz, üflenir, “saç-sakal” yerine “huy düzeltilir.”
“Testide ne varsa
dışına o sızar.”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Sözün özü şu : Dilimiz hem siretimiz hem
suretimizidr.
29
Futbolun Devi
SÜLEYMAN SEBA
Sezgin ÇEVİK
Futbolda Süleyman Seba
Sezonu
Kıran kırana geçen bir mücadelenin son
dakikalarıdır. Forvet, kendine atılan bir ara
pasına doğru hareket eder, kaleciyle karşı karşıya kalması an meselesidir. Rakibin
defansı, forveti engellemek için hamlesini
yapar, forvet yerde kalır. Hakem hızlıca
olay mahalline ulaşır. Defans oyuncusunu yerden kaldırır ve sorar: “Kaptan,
müdahalen rakibe miydi?” “Evet” der
defans oyuncusu, “durduramadım onu”.
“Cezasını biliyorsun değil mi?” diye ekler
hakem. “Maalesef hocam” der savunma
oyuncusu ve formasını çıkarıp yedek ku-
lübesine doğru hareket eder. Bu esnada hakem de kırmızı kartını çıkarır. Bize
bugünün futbol izleyicilerine fantastik bir
filmden alıntı gibi gelecek bu sahnenin
kahramanları Beşiktaş kulübünün efsane
kaptanlarından Vedat Okyar ve ülkemizin
ilk FİFA kokartlı hakemi Doğan Babacan’dır. Saygıyı hak edenler her zaman
insani ilişkilerinde asgari saygıyı esirgemeyenlerden çıkar. Bugün bile bu iki isim
hakkında olumsuz söz söylemek insanlar
için ar geliyorsa, bunun sebebi biraz da
bu anekdotun satır aralarında gizlidir.
Beşiktaş’ın güzel çocukları için liste koysak bu satırlara sığmaz elbette. Yine de
(Baba Hakkı alınmasın ama) bir ismin yeri
daha müstesnadır. 2014-2015 Türkiye
Futbol Sezonuna ismi de verilen Süleyman Seba.
Süleyman Seba, 5 Nisan 1926’da Sakarya’nın Hendek ilçesine bağlı Soğuksulu
Köyünde doğar. Çerkez asıllı babası Rıza
Seba, oğlunun çiftlik işleriyle uğraşmasını
değil okumasını ve kendisini yetiştirmesini ister. Beş yaşında geldiği İstanbul’da,
Akaretler’in arka sokaklarında tanışır fut-
Saygıyı hak edenler her zaman insani ilişkilerinde asgari saygıyı esirgemeyenlerden çıkar. Bugün
bile bu iki isim hakkında olumsuz söz söylemek insanlar için ar geliyorsa, bunun sebebi biraz da bu
anekdotun satır aralarında gizlidir.
30
bolla. Bütün bir hayatı boyunca ne futbol
ve Beşiktaş aşkı onu; ne de o, futbol ve
Beşiktaş sevdasını hiç bırakmayacaktır.
Gün gelecek, küçücük bir çocukken top
koşturduğu caddeye Beşiktaş Jimnastik
Kulübü adına tesisler kazandıracak ve
küçük yaşta futbol topuyla tanışacağı
caddeye kendi ismi verilecektir.
1954 yılında, kendi ifadesiyle mütevazı
futbolculuk kariyerini menüsküs sebebiyle bırakmak zorunda kalana kadar, sekiz
sene Beşiktaş forması altında ter döker
ve toplam 44 gol kaydeder.
Babasının isteğiyle Galatasaray Lisesi’ne
yazılır, ancak iki yıl süren Galatasaraylı yılların ardından adıyla özdeşleşecek olan
Kabataş Erkek Lisesinde öğrenimine devam eder. Boğazın serin sularına bakarak
kaptan olmayı ve açık denizlerde uzun
mesafeler kat etmeyi hayal eden genç
Seba’nın planları, Kabataş Lisesi futbol
takımına girmesiyle beraber değişir. Artık
takım kaptanlığının hayallerini kurmaya
başlayan Süleyman Seba’nın bu konuda
önündeki tek engel ise, her konuda kendisini destekleyen babası olmuştur. Baba
Rıza Seba oğlunun futbol oynamasını
istememektedir. Babasının sözünü tutan
Süleyman Seba kısa bir dönem futbol
oynamaya ara verdiyse de, babasının erken ölümünün ardından Şeref Stadındaki
takım arkadaşlarının arasına döner.
bul şampiyonu olduğu o yılın hemen ardından Beşiktaş genç takımının kaptanı
olur Süleyman Seba. Kaptanlığa atılan
bu ilk adım etkisini hayatı boyunca devam ettirecek ve Süleyman Seba, Beşiktaş Kulübü’nün tartışılmaz liderliğine
kadar yükselecektir. Genç Takımda geçirilen çok başarılı bir sezonun sonunda,
önce B Takımında forma giyer ve hemen
ardından 1946’da A Takımdaki yerini alır.
Refik Osman Top yönetimindeki Beşiktaş
A Takımının yenilmez armadasında kimler
yoktur ki; Kalede Ethem Karpat, savunmada Vedii Tosuncuk, orta alanda Ömer
Doğan, forvette Şükrü Gülesin, Sabri
Gençsoy ve Hakkı Yeten... Futbolu, mütevazi olmayı, disiplini ve Beşiktaş sevgisini öğrenebileceği en doğru sporcuların
arasındadır Seba. Aynı yıl Kabataş Erkek
Lisesinden mezun olan Süleyman Seba,
Mimar Sinan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümüne kaydını
yaptırır. Ancak Beşiktaş’ın takım halinde
bir aylığına ABD’ye çağrılması sonucunda, kulübün onun için fakülteden izin alamaması kaçınılmaz neticeyi beraberinde
getirir: Süleyman Seba’nın eğitim hayatı
sona ermiştir.
Bir yandan eğitimine devam edip bir yandan da futbolculuğu sürdürmeye karar
veren Seba, Kabataş’taki oyunuyla kısa
sürede göz doldurur. Yöneticiler tarafından fark edilmesi uzun sürmez ve 1943
yılında Beşiktaş’ın genç takımında forma
giymeye başlar. Siyah-beyazlıların İstan-
1947 yılında deniz tarafındaki kaleye
doğru yapılan Beşiktaş hücumunda,
soldan Faruk’un (Sağnak) ortasına ceza
sahasının dışından vuruşuyla İsveç’in
AIK takımına karşı kaydettiği gol, İnönü
Stadında (o zamanki adıyla Dolmabahçe
Stadı) atılan ilk gol olarak tarihe geçer.
1980’li yıllarda Milli İstihbarat Teşkilatı İstanbul Müdürlüğü yaptığı dönemde, Beşiktaş’ın kötü gidişi sonucu bu görevini
bırakır ve tüm mesaisini Beşiktaş’a harcamaya başlar. 1967 – 1984 yılları arasında sadece bir kez şampiyon olabilen
Beşiktaş’ta oluşan muhalefet grubunun
adayı olarak başkanlığa aday olmaya
karar verir. 1 Nisan 1984 günü Mehmet
Üstünkaya ile girdiği başkanlık yarışı adeta kıran kırana geçer. Seba ve ekibi 488,
Mehmet Üstünkaya ve arkadaşları 480
oy alırlar ve böylece on altı yıl boyunca
sürecek olan Süleyman Seba dönemi
başlamış olur. Türk sporunun ‘müteahhit
kulüp başkanları’ dönemini yaşadığı bu
yıllarda, sadece emekli maaşına sahip
olan Süleyman Seba’nın Beşiktaş Başkanlığı görevini devralması, “parasız başkan olur mu?” itirazlarını da beraberinde
getirir. Bir mali kongre sırasında “Keşke
zengin bir insan olsaydım da Beşiktaş
için çakılan milyonluk çivilerden bir kısmı-
Bizzat kendisinin başarılara alıştırdığı Beşiktaş camiasının bir
kısmının olumsuz tutumlarının da etkisiyle 2000 yılında yapılan
kongrede Başkanlığa tekrar aday olmaz. Beşiktaş Başkanlığını
bıraktığında kendisine verilen Onursal Başkanlık unvanını
almamak için uzun süre direndiyse de, kulübü onu Onursal
Başkan ilan eder. Beşiktaş tarihinin bir diğer Onursal Başkanı
Hakkı Yeten ile aynı unvanı paylaşmayı doğru bulmamış, ‘ben
kaptanıma bu haksızlığı yapamam’ demiştir uzun süre.
Şeref Standından Şeref
Tribününe
1957 yılında kongre üyesi olduğu Beşiktaş’ta arkadaşlarıyla birlikte kurduğu
‘idealist grup’, kısa sürede camianın en
etkili ekiplerinden biri haline gelir. Ekibiyle
birlikte yaptığı çalışmaların meyvelerini, ilk
kez 1963 yılında Selahattin Akel’in oluşturduğu yönetim kurulu listesine girmesiyle toplamaya başlar. Daha sonra ise
sırasıyla; 1964’te Hakkı Yeten, 1968’de
Talat Asal, 1970’de Agasi Şen ve
1977’de Gazi Akınal’ın oluşturdukları yönetim kurullarında yönetici olarak görev
yapar. 1979 yılında Beşiktaş Profesyonel
Futbol Takımı Genel Koordinatörlüğüne
getirilir. Çeşitli kademe ve görevlerde bulunan Süleyman Seba, bu dönemde çok
önemli tecrübeler edinir. Bütün bu yıllar
boyunca geleceğin ‘Büyük Beşiktaş’ı ilk
önce Süleyman Seba’nın kafasında şekillenmiştir.
31
spor
nı da kendi cebimden karşılayabilseydim”
ifadesi hafızalara kazınmıştır. Yıllar sonra,
bütçesiyle de Türkiye’nin en büyüklerinden biri haline getirdiği kulübünün düzenlediği ‘şampiyonluk piyangosu’ndan
kalan parayla kendisine bir ‘makam aracı’ tahsis edilmesi fikrine karşı çıkar. Oysa
ezeli rakiplerinin biraz da küçümsemek
maksadıyla taktıkları lakapla “arabacılar
takımı’ Beşiktaş’ın, tesis zengini Beşiktaş
olma serüveni çoktan başlamıştır.
Başkanlık görevine başladığında bir tek
tapulu gayrimenkulü olmayan Beşiktaş’ın, Seba’nın görevi bıraktığı 2000
yılındaki toplam mal varlığı 125 milyon
dolara ulaşır. 213 milyon lira olarak devraldığı Beşiktaş bütçesini haleflerine 30
trilyon olarak bırakır. Akaretler Kulüp Binasını, Beşiktaş Plazayı, Yeşilköy, Pendik,
Çilekli ve Fulya Tesislerini, Ümraniye Tesislerinin arazisini başkanlığı döneminde
kulübüne kazandırılır. Yıllarca usanmadan verdiği mücadele sonucunda İnönü
Stadının kullanım hakkı Beşiktaş’ın olur
ve adı Beşiktaş İnönü Stadı olarak değiştirilir. Büyük Başkan, Şeref Stadının sporculardan çok farelere ev sahipliği yapan
soyunma odalarından aldığı Beşiktaş’ı,
başkanlık yaptığı on altıncı yılın sonunda
tesis bakımından Türkiye’nin en gelişkin
kulübü yapar.
Süleyman Seba’nın tesisleşme yönünde
gösterdiği başarıları biraz da arka planda
aynı unvanı paylaşmayı doğru bulmamış,
‘ben kaptanıma bu haksızlığı yapamam’
demiştir uzun süre. Görevi bıraktığı 2000
yılında, 97 yıllık şanlı bir maziye sahip
olan Beşiktaş’ın 57 yılında, resmi olarak
Süleyman Seba imzası bulunmaktadır.
bırakan şey ise, Beşiktaş’ın sportif başarı
anlamında da en parlak ve başarılı yıllarının mimarı olmasıdır. Gordon Milne yönetiminde Metin-Ali-Feyyaz’lı kadrosuyla
kolej takımı havasını yakalayan Beşiktaş
uzun yıllar ya şampiyon olmuş ya da ikincilikte kalmıştır. Başkanlığı süresinde Beşiktaş Futbol takımı; 5 Lig Şampiyonluğu,
4 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı
Kupası, 2 Başbakanlık Kupası ve 6 TSYD
kupası kazanır. 16 yıl boyunca başında
bulunduğu Beşiktaş, her sene (yedi kez
Şampiyon Kulüpler, dört kez Kupa Galipleri ve dört kez de Uefa Kupasında olmak
üzere) Avrupa Kupalarına katılır.
İmandan İmkan Yaratmak
16 yıl boyunca devam ettirdiği başkanlığıyla, Beşiktaş tarihinin en uzun süre
başkanlığını yapan kişi olan Seba, “Beşiktaş için bir şey yapmak istiyorsanız
kimsenin adamı olmayın” düsturuyla
hareket etmiş ve hiçbir zaman kimsenin
adamı olmamıştır. Bizzat kendisinin başarılara alıştırdığı Beşiktaş camiasının bir
kısmının olumsuz tutumlarının da etkisiyle
2000 yılında yapılan kongrede Başkanlığa tekrar aday olmaz. Beşiktaş Başkanlığını bıraktığında kendisine verilen Onursal Başkanlık unvanını almamak için uzun
süre direndiyse de, kulübü onu Onursal
Başkan ilan eder. Beşiktaş tarihinin bir
diğer Onursal Başkanı Hakkı Yeten ile
32
Mezara kadar sürecek bir Beşiktaş sevgisinin, adalet duygusunun, İstanbul beyefendiliğinin, azim, çalışkanlık ve istikrarın
bir diğer ismi olmuştur Süleyman Seba.
Beşiktaş’ı başarıdan başarıya koşturduğu 80li ve 90lı yıllar boyunca neredeyse
halk ağzındaki deyimlerin bile başkarakteri haline gelir. Yaptıkları işte beğenilen
insanlar; ‘Seba gibi başarılı’, ‘Seba gibi
istikrarlı’, ‘Seba gibi dürüst’ tür artık.
Hayatı boyunca ne manşetlere çıkma
sevdası taşımış, ne başkanlığını yaptığı
kulübü kendi ikbali için bir atlama tahtası olarak kullanmış, ne de Beşiktaş’ın
dışında şahsi bir menfaati aklının ucundan geçirmiştir. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş olsa da, daima büyük Beşiktaş
ailesinin reisi olarak kalplerde yer etmiştir
Süleyman Seba. Beşiktaş ve spor sevgisini üzerlerinde bir kıyafet gibi taşıyanların
değil, adeta vücutlarının bir parçası gibi
hissedenlerin onursal başkanıdır.
Veda konuşmasında “Bir kişiyi her zaman aldatabilirsiniz, her kişiyi bir zaman
aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman
aldatamazsınız. Ben hayatım boyunca
kimseyi aldatmadım” diyen ‘Süleyman
Seba’nın çizgisine inanmak, Türk sporunun geleceğine inanmak demektir. Maddi ‘imkan’ların desteğiyle marka değeri
yaratmak, her yolu mubah sayarak geçici başarılar elde etmek, milyarlık bütçeler hazırlamak mümkündür ama bir Türk
spor kültürü yaratmak, fair-playden ödün
vermemek ve daimi başarılar elde etmek
için Süleyman Seba’lara daima ihtiyacımız olacaktır.
D O S Y A
MADDE
BAĞIMLILIĞI
33
dosya / madde bağımlılığı
Fatma ÖZDOĞAN
Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanı
MADDE BAĞIMLIĞINI
ÖNLEMEDE
AİLEDE RİSK VE
KORUMA FAKTÖRLERİ
Türkiye’de özellikle son birkaç yılda popüler
olan ve “yeni nesil” sentetik kannabinoid olarak
adlandırılan bonzai kullanımının artması toplum
sağlığına karşı özellikle gençler açısından bir
tehdit oluşturmaktadır.
Madde kullanımı tüm dünyada hızla artarak çok önemli bir toplumsal sorun niteliği kazanmıştır. Yasa dışı madde kullanımının
yaygın olduğu ülkelerde, madde bağımlılarının hem bireysel
hem de toplumsal sorunlarının giderek artması yasal önlemler
almayı zorunlu hale getirmiştir. Toplumların ve çağın vebası haline gelen madde bağımlılığı konusunda devletler gerek tedavi
gerek önleme gerekse kolluk boyutunda güçlü tedbirler almaya
devam etmektedir. Ancak bu alanda gerçekleştirilen çalışmaların ailelerin birer önleme temsilcisi olarak dikkate alınmadan
yapılması tüm çalışmaların gücünü azaltacaktır. Bu nedenle bu
çalışmada ailelerin birer önleme temsilcisi olarak hem risk hem
de koruma görevini nasıl ve ne zaman yerine getirmesi gerektiği
üzerinde durulmuştur.
34
Madde Bağımlılığı Alanında Geliştirilen Kavram
ve Tanımlar
Yaygın kullanımda karşılaşılan bir kavram kargaşası söz konusudur. Halk arasında ve basın-yayın organlarında, hatta bazı
bilimsel yayın ve kitaplarda madde bağımlılığı yerine “uyuşturucu bağımlılığı” teriminin kullanılması birbirinin aynı iki geçişkenli
kavram gibi görünmektedir. Ancak bu karşılıklı aynı kullanımın
oldukça önemli iki farklı açılımı olduğunu bilmek gereklidir. Birincisi, bağımlılık yapan maddeler, özellikle ilk denendikleri dönemde, doza bağımlı olarak, uyuşturucu değil uyarıcı etkilere
sahiptir. Başlangıçta uyuşturucu değil de uyarıcı etkileri nedeni ile kötüye kullanılan ürünleri uyarıcı yerine uyuşturucu olarak tanımlamak bilimsel olarak yanlış bir yaklaşımdır. İkincisi,
“Uyuşturucu bağımlılığı” terimi kokain ve amfetamin gibi uyarıcı
maddelerin bağımlılık yapmayacağı izlenimini vermekte ve bu durum
uyarıcı maddeleri deneme kararsızlığı içinde olan gençleri yanıltmak
için kullanılmaktadır.
“uyuşturucu bağımlılığı” terimi kokain ve
amfetamin gibi uyarıcı maddelerin bağımlılık yapmayacağı izlenimini vermekte
ve bu durum uyarıcı maddeleri deneme
kararsızlığı içinde olan gençleri yanıltmak
için kullanılmaktadır. Hem bilimsel terminolojiyi doğru kullanmak hem de gençleri
korumak adına “uyuşturucu bağımlılığı”
terimini terk ederek “madde kötüye kullanımı” veya “madde bağımlılığı”, “uyuşturucu maddeler” yerine de “bağımlılık
yapan maddeler” terimlerini kullanmak
çok daha doğru bir yaklaşımdır. Bir başka kavramsal ayrım ise “Maddeyi kötüye
kullanma” ile “maddeye bağımlı olma”
kavramlarında görülmektedir. Her madde
kötüye kullanan bağımlı olmayabilir; ama
her madde bağımlısı mutlaka maddeyi
kötüye kullanmaktadır.
Bu iki ayrı kavramsal ayrıştırma sonrasında madde bağımlılığının ne olduğu
üzerine bir tanım yapılabilir. Bağımlılık
genel anlamda bir nesneye, kişiye ya da
bir varlığa duyulan önlenemez istek veya
bir başka iradenin güdümü altına girme
durumu olarak tanımlanabilir ve insanın ruhsal aktivitesi ile ilişkili patolojik bir
davranışı yansıtır. Madde bağımlılığı ise
bağımlılık kavramı çerçevesinde biraz
daha detaylı bir tanıma muhtaçtır. Madde
bağımlılığı, ilaç niteliğine sahip bir maddenin beyni etkilemesinden kaynaklanan,
maddenin keyif verici etkilerini duyumsamak veya yokluğundan kaynaklanan huzursuzluktan sakınmak için, devamlı veya
periyodik olarak madde alma arzusu ve
bazı davranış bozukluklarıyla karakterize
bir beyin hastalığı olarak tanımlanabilir.
Bağımlılık, kişilerin beyinlerindeki ödül,
motivasyon, hafıza ve karar verme mekanizmalarını etkileyen, bağımlı kişinin
maddeyi kullanmaya karşı kontrol edilemez bir dürtüsellik içinde olmasına bağlı
olarak kronik olarak daha kötüye giden
bir hastalık olarak tanımlanabilir. Yapılan
araştırmalar uyuşturucu kullanımı sonucunda kişilerde oluşan hızlı davranışsal
sonuçlarda beynin nasıl bir rol oynadığı
ve madde bağımlılığı ve yoksunluğu ile
beyinsel süreçlerin nasıl bir etkileşim içinde olduğu konusuna ışık tutmaktadır.
Madde bağımlılığı ergen, genç ve genç
erişkinlerde sıklıkla görülen bir hastalıktır. Hastalığın görülme riskinin en yoğun
olduğu yaş dönemi ergenliktir. Türkiye’de özellikle son birkaç yılda popüler
olan ve “yeni nesil” sentetik kannabinoid
olarak adlandırılan bonzai kullanımının
artması toplum sağlığına karşı özellikle gençler açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Özellikle, gençler ve ergenler
arasında yaygın olan bonzai, “Spice”,
“Jamaika” ve “K2” gibi isimlerle, esrarın
verdiği keyfi verme garantisiyle satılmaktadır. Bağımlılık yapan maddelerin kötüye kullanılmasına bağlı olarak dünyada
dolaşan yıllık para 500 milyar Amerikan
Doları’dır. Bu paranın neredeyse tamamı
organize suç örgütlerinin kontrolündedir.
Bu suç örgütleri gençler üzerinden tüm
toplum sağlığını tehdit eden bu pazarın
en önemli ve tehlikeli aktörleridir. Madde
bağımlılığı ve kaçakçılığı ile mücadelede
bu sorunun dinamiklerini arz- talep mantığı üzerinden değerlendirmeliyiz. Temeli
arz-talep denklemine dayalı bir pazardan
ibaret olan bu düşmanı yenmenin yollarından biri de talebi kontrol altına alarak,
sistemin kendi kendini ticari açıdan yok
etmeye zorlamaktır (Kalyoncu ve diğerleri, 2014).
35
dosya / madde bağımlılığı
2. Maddeyi alış sıklığının ve alınan madde
miktarının abartılı ölçüde artması.
3. Madde alınmadığı zaman yoksunluk
krizinin ortaya çıkması ve krizin madde
alımı ile birlikte hafiflemesi veya tamamen
kaybolması.
4. Madde kullanımını kontrol etmeye
veya tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması.
5. Kişinin zamanını büyük ölçüde madde
bulmaya ve stoklamaya yönelik faaliyetlere harcanması.
Bağımlılık yapan maddelerin
kötüye kullanılmasına bağlı
olarak dünyada dolaşan
yıllık para 500 milyar
Amerikan Doları’dır. Bu
paranın neredeyse tamamı
organize suç örgütlerinin
kontrolündedir.
Madde Kötüye Kullanımı ve
Madde Bağımlılığı Kriterleri
Akıl Bozukluklarının Tanısal ve İstatistiksel
El Kitabı (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, DSM) Amerikan
Psikiyatri birliği Tarafından mental bozuklukların tanımlanması ve sınıflandırılması
amacıyla yayınlanan kitapta madde kötüye kullanımı ve bağımlılığı ayrı parametreler olarak değerlendirilmiştir. DSM’e göre
aşağıda belirtilen davranışların en az bir
tanesinin 12 aylık bir süreç içinde tekrarlanması kişinin maddeyi kötüye kullandığı
sonucuna götürmektedir :
1. İşte, okulda ya da evde alması beklenen başlıca sorumlulukları alamama ile
sonuçlanan yineleyici bir biçimde madde
kullanımı, madde temini için uğraş yüzünden önemli sosyal ve sorumluluk gerektiren aktivitelerden vazgeçmek veya
bunları oldukça azaltmak.
36
2. Fiziksel olarak tehlikeli durumlarda yineleyici bir biçimde madde kullanım; fiziksel bir zarar görme veya başka birine zarar verme riskine rağmen (örneğin, trafikte
araç kullanırken) madde almak.
3. Maddenin kullanılması veya taşınmasına bağlı bazı yasal problemler yaşamak
(örneğin alkollü araç kullandığı için ceza
alma veya illegal bir maddeyi taşıdığı için
tutuklanma gibi).
4. Maddenin etkilerinin neden olduğu ya
da alevlendirdiği, sürekli ya da yineleyici
toplumsal ya da kişilerarası sorunlara karşın sürekli madde kullanımı. Madde bağımlısı olan bir kişi de benzer davranışları
sergilemekle beraber yukarıdaki ölçütler
bir kişinin mutlaka bağımlı olduğuna işaret etmez. Bu kriterlere bakıldığında her
madde kötüye kullanan madde bağımlısıdır tanımını yapmak yanlış olabilir.
DSM’ye göre aşağıda belirtilen kriterlerin
tamamını veya bazılarını en az bir yıllık bir
süreçte tekrarlanan bir davranış olarak
sergileyen bir kişi “madde bağımlısı” kabul edilebilir:
1. Maddenin keyif verici etkisini duyumsayabilmek için dozun belirgin bir şekilde
arttırılması veya aynı dozun yinelenerek
alınması sırasında başlangıçtaki keyif verici etkinin duyumsanamaması (yani madde etkilerine “tolerans” gelişmesi).
6. Madde kullanımına bağlı olarak sosyal
ve iş aktivitelerinin giderek azalması.
7.Kullanılan maddeye bağlı olarak fiziksel
ve psikolojik arazların ortaya çıkması ve
bunların kullanılan maddeden kaynaklandığını bile bile madde kullanımının sürdürülmesi.
Ailesel Risk Faktörleri
Ailenin zayıflayarak işlevlerini sürdüremez hale gelmesi, ailenin sorun çözme
kabiliyetini kaybetmesi veaile birliği içinde
çözülemeyen sorunların topluma yansımaları ilk etkilerini şüphesiz çocuk ve
gençler üzerinde göstermektedir. Aileye
özgü risk faktörleri, gençleri ilgilendiren
bir dizi önemli toplumsal sorunla gençleri
karşı karşıya bırakmaktadır. Şiddetin her
alanda yaygınlaşmasından başta sigara,
alkol ve uyuşturucu madde kullanımının
artmasına kadar bir dolu sorun gençler
için çözülmeyi beklemektedir.
Aileyi “bireyin en yakın olduğu ve toplumsallaşma süreci içinde birey üzerinde en
etkili olan toplumsal grup” olarak tanımlayabiliriz. Çocuk, ilk ve en yakın çevresi
olan aileden oldukça yoğun bir biçimde
etkilenir. Fiziksel, psikolojik gereksinimlerin yanında, aile ortamı çocuk için vazgeçilmez olan güvenlik ve sevgi gereksinimlerini de karşılar. Bu da çocuğun suça
yönelmesini engeller. Bunun yanında aile
ortamını oluşturan diğer bireylerin özellikle de anne ve babanın hem evliliğin
getireceği sorumlulukları karşılayabilecek
kadar olgun hem de çocuklar için birer
model olabilecek yetkinlikte olması gerekir.
Çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimini
etkileyen, onu anti sosyal davranışlara iten
en temel sebep, içine doğup büyüdüğü
ailenin çocuk için gerekli olan bir takım
görevlerini yerine getirememesidir. Ailenin
temel görevlerinden biri olan kontrol etme
görevinde eksiklik olması halinde çocukta
görülebilecek sorunların neler olabileceği
belirtilmektedir. Bununla birlikte ailenin bir
diğer sorumluluk ve görev alanına giren
destek olma işlevinde de sorunlar yaşandığında çocuk gelişim evrelerinde olumsuz durumlarla karşı karşıya gelmektedir.
Bir başka önemli olan görev ise ailenin çocuklar için birer model olarak iyi örnekleri
sunmasıdır. Eğer çocuk bu üç sorumluluk
ve görev alanında bazı eksikliklerle karşı
karşıya kalırsa bu durumda yanlış ve kötü
bir takım davranışlara ve aktivitelere yönelmektedir.
1) Ailenin Kontrol Görevini
Yerine Getirmemesi
A. Aile Kuralları ve Yapısındaki Katılık:
a. Kurallar daima dışarıdan gelir (cezalar): Ailede ebeveynler tarafından çocuğa
sunulan bir kural olmadığı taktirde çocuk
toplumda var olmasını sağlayacak tüm
kuralları TV, arkadaş, öğretmen ve diğer
üçüncü şahıslardan öğrenir. Dışarıdan
aldığı bilgiler yanlış ya da doğru olarak
çocuğun davranış ve tutumlarını belirler.
b. Ne otokontrole ne de otonoma yardımcı olmaz: Kol kanat germe görevini
üstlenirken aşırı korumacı, mükemmeliyetçi, hoşgörülü, agresif veya fazla
otoriter portreler çizen anne ve babalar,
çocuğa zarar verir. Anne şefkatini hissedemeyen çocuk suça eğilimli olur, saldırgan ve sinsice suç işleme eğilimine girer.
c. Problemli ergenlik: Bebeklik döneminden başlayarak kurulan, sağlıklı, karşılıklı
sevgi ve saygıya dayanan tutarlı bir ilişkiyle yetişen gençlerde ergenlik dönemine ait karmaşa çok daha az yaşanır.
Küçük yaşlarda çocuğa ne kadar çok
zaman ayırır, duyarlı ve tutarlı davranırsanız ergenlik döneminde sorunla uğraşma
olasılığı o kadar azalır. Bunların yapılmadığı koşullarda zor geçecek bir ergenlik
dönemi ile baş etmeniz gerekecektir.
B. Belirsiz Aile Yapısı ve Kuralları
a. Aileden herhangi bir kontrol olmayışı ve çocuğa otokontrol verilmemesidir. Çocukluktaki her yanlış veya doğru
etki ileride kendini bir davranış, bir söz,
bir tepki ile bir bütün içerisinde kendini
gösterecektir. Otoriter annelerin çocukları suça eğilimli, aşırı hoşgörülü annelerin
çocukları doyumsuz ve mutsuz, kaygılı
annelerin çocukları ise cesaretsiz ve içe
dönük birey olarak yetişecektir.
b. Referans model önerilmemesi kişiliğin
oluşmasını etkilemektedir.
C. Düşük Aile Birliği
Zayıf aile bağı söz konusu ise, birlikte
zaman geçirilmiyor, hobiler paylaşılmıyor,
oyun oynanmıyor ise sorunların çözümü
aile içinde aranmak yerine dışarıda (işte,
hobilerde, gece hayatında, alkolde, evlilik
dışı ilişkilerde) aranmaya başlanır.
ŞEMA - 1
37
dosya / madde bağımlılığı
2) Ailenin Destek Olma
Görevini Yerine Getirmemesi
3) Ailenin Model Alma İşlevini
Yerine Getirmemesi
A. Aşırı Koruma (Sadece Şefkatle Kuralsız Kontrol):Çok aşırı müdahaleci, çok
aşırı koruyucu kollayıcı olma, çocuğun
kendini ortaya koymasına izin vermeme,
çocuğun yerine bazı görevleri üstlenme,
ona olduğu yaştan daha küçükmüş gibi
muamelede bulunma, sınırları aşırı gevşetme, aşırı şımartma, kuralsızlık gibi
sonuçlarla karşı karşıya kalınmaktadır.
A. Kötü Alışkanlıkların Varlığı ( Anne-Baba, Kardeşler de Görülebilir) veya Bunları
Tolere Eden Davranış: Anne baba ya da
kardeşlerden herhangi birinde var olan
kötü alışkanlıklar çocuk tarafından model olarak algılandığında aynı davranışın
tekrarlanması kaçınılmaz bir sonuçtur.
Bazı durumlarda bir seferden çocuğun
genel davranışlarına yansımayacağı düşünülen kötü davranışlar sergilemesi de
bu davranış ya da tutumun alışkanlık ve
bağımlı davranışa yönelmesi söz konusu
olacaktır.
B. Koruma Eksikliği, Fazla Aldırış Etmeme: Karar almayı, anlaşmazlıkları çözmeyi, sonuçları üstlenmeyi öğrenmeme
durumunda kalan çocuklar yetiştirirseniz;
Kabiliyet ve becerileri gelişmemiş, sosyal
gelişimi yetersiz, devamlı talepkar, başkalarına bağımlı, beklenen olgunluğa ulaşamamış, sosyal çevresine adaptasyonda
zorlanan, engellenmeye tahammülsüz
olan bireyler büyütürsünüz. Çekingen,
kararsız, başkaları tarafından yargılanma
korkusu içinde bulunan, kendine güvensiz olan, kabiliyetleri ve becerileri olmasına karşın onları ortaya koyamayan bireyler yetişmektedir.
B. Boş Zamanı Kullanım Biçimi: Çocuğun
dinlenme, boş zaman değerlendirme,
oynama ve yaşına uygun etkinliklerde
bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama
katılma konusundaki gereksinimleri anne
baba tarafından yönlendirilir. Eğer ebeveynler boş zamanın değerlendirilmesi
konusunda çocuklarına model olamazlarsa o zaman çocuk boş zamanlarında
hoş olmayan aktivitelere yönelebilir.
C. Kötü Eğitim ve Aile Davranışlarında
Tutarsızlıklar: Ebeveyn olarak asla unutmamız gereken ilkelerden biri de çocuğun aynası ailesidir. Aile ne kadar iyi ayna
tutarsa çocuk o denli olumlu benlik geliştirir.
D. İletişim ve Anlaşmazlıkları Çözme Biçimi: Birbirlerine karşı olan sevgi, şefkat
ve merhamet duygularının yerini, öfke,
saldırganlık, nefret, tahammülsüzlük ve
incinmişlik duygularının aldığı bir ailede
çocuk yara alır.
Ailesel Koruma Faktörleri
Aileyi ilgilendiren temelde beş alanda
koruma faktörlerinden bahsetmek mümkündür. Bu temel faktörler şemada gösterilmektedir (ŞEMA-2).
C. Aile İlişkilerinde Olumsuz Yaşanmışlıklar
i. Ailenin sosyalleşme kapasitesinde düşme: Birlikte yapılan aktivitelerin sıklığı ve
kalitesindeki düşüş çocuğun gelişiminde
olumsuz katkı sağlayacaktır.
ii. Olumsuz özdeğer: Çocuğa olumsuz
yönde sunulan ve yapıştırılan etiketler
çocuğun bu etiketlere sahip çıkmasına
sebep olabilir.
D. Duygu Yetersizliği, Ailesel Çatışma:
Tartışmalar, iletişimsizlik, sevgi sözcüklerinin yokluğu, ilgisizlik gibi olumsuzluklar
ailede çatışmaya ve duyguların yeterince
beslenememesine yol açar.
ŞEMA - 2
38
1) Aile Bağlılığı Yaratmak
Aitlik duygusu, aile bağları ve güvenlikgibi kriterler çocukların ailede aile bağlılığı duygusunun oluşmasına ve bu yolla
uyuşturucuya karşı korunmasına faydalı
olan en önemli faktördür.
A. Aitlik Duygusu ve Aile Bağlarının Oluşturulması: Çocuğa tam dikkat verilebilecek düzenli zaman ayrılması son derece
kritik öneme sahiptir. Birlikte oyun oynamak, kitap okumak ve birlikte yürüyüşe
çıkmak gibi özel zamanlar, anne baba ve
çocuk arasında güvene ve sevgiye dayalı
kuvvetli bağların kurulmasını sağlayacaktır.
Çocukla konuşmak için özel zamanlar
ayrılması, bu zamanların bölünmemesi
sağlanmalıdır. Birlikte yürümek, sessiz bir
yerde yemek yemek, sinemaya gitmek
gibi konuşma ortamını kolayca sağlayacak faaliyetler son derece yapıcı aile ortamları yaratma ve aile bağlarının güçlenmesi açısından önemlidir.
Gençler bağımsız olmayı isteseler de, onları uzun süre aile ve aile faaliyetleri içinde
tutmak çok önemlidir. Gençler akşam yemeklerinde düzenli olarak bulunmalı, aile
tatillerine katılmalı ve ailenin rutin hayatı
içinde yer almalıdır.
B. Güvenlik Duygusunun Geliştirilmesi:
Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu,
dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, tüm aile bireyleri için
büyük önem taşır. Eğer çocuk ev içinde
kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile
olan bağlarını koparır. Çocuklara bu güven duygusu mutlaka aşılanmalıdır.
Anneler hem öğretmen hem de iyi örnek
olma bakımından önemli yer teşkil ederler. Çocuklar genellikle yetişkinlere güvenirler ve yetişkinlerin onlar için verdikleri
kararların her zaman doğru olduklarına
inanırlar. Çocukların güveneceği kişinin
çok önemli olduğu anlatılmalı, insanların kendilerine söyledikleri şeylerin her
zaman doğru olmadıkları gibi konularda
çocuk bilinçlendirilmelidir.
bulma, hayal kırıklığı ve güvensizlik kişiyi
üzer ve yıpratır.
Çocuğun güvenebileceği kişilerden oluşan “yardımcılar” listesi yapılarak, akrabaların, komşuların, yakın arkadaşların,
öğretmenlerin, polis ve itfaiyenin telefon
numaraları bu listeye yazılmalıdır. Yabancı kişiler tarafından rahatsız edilme veya
evin anahtarını kaybetme gibi beklenmeyen olaylar olduğunda listede hangi
kişileri arayacağı konusunda çocuklar
bilgilendirilmelidir.
Karı-koca kendi aralarındaki iletişime son
derece dikkat etmelidir. Çocuk ya da
genç anne ve babasının iletişimine ve ilişkisine bakarak mutlu ya da mutsuz olmayı, kendisiyle ve ötekiyle kuracağı ilişkiyi
de bu yolla öğrenir.
Yeteneklerini uygun şekilde değerlendirmeyi ve zorluklarla karşılaşma kapasitesine sahip olduğu hissini öğreterek
çocukların özgüvenini eğitmekten işe
başlanmalıdır.
2) Olumlu Sevgi Havası
Yaratmak
Aile bireylerinin birbirine ilgi ve saygı göstermesi; olumlu sevgi gösterilerinin varlığı; akıcı iletişim, farklı durumlara adapte
olabilme kapasitesi gibi özellikler çerçevesinde oluşturulacak ailedeki sevginin
varlığı çocukların madde bağımlılığından
uzak durması için önemli bir başka faktördür. Sevgi eksikliği ve sevgiyi yaşamama, anlamama ve ifade edememe bağımlılık yapıcı maddelere yönelimi artıran
önemli bir etkendir. Aile ortamından uzak
kalan veya aile içi şiddet ve geçimsizlik
gibi durumlarda ve bölünmüş ailelerin
üyelerinde bağımlılık yapıcı maddeleri
deneme oranlarının daha yüksek olması sevgiyi tanıma ve yaşamanın önemini
ortaya koymaktadır. Sevginin yaşanabileceği en önemli ortam sağlıklı bir ailedir.
A. Aile Bireylerinin Birbirine İlgi ve Saygı
Göstermesi: Olumlu ilgi, çocuğu mutlu
eder, kendine olan güvenini artırır. Öpme,
kucaklama, okşama, sırtını sıvazlama,
göz kırpma, takdir eden bir bakış, övme,
teşekkür, iftihar ve hayranlık gibi olumlu ilgi gösterme şekilleri kişinin moraline
gerçek bir katkıda bulunur. Olumsuz ilgi
ise üzer ve yenik düşürür. Dayak, eleştiri,
küçümseme, tepeden bakma ve gülünç
B. Olumlu Sevgi Gösterilerinin Varlığının
Sağlanması: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim
aile içinde yerine getirilmezse çocuk her
türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye
çalışır. “Ben değerliyim” duygusunu aile
içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya
gerek duymaz. Çocuğa değerli olduğu
duygusu hissettirilmelidir.
C. Farklı Durumlara Adapte Olabilme
Kapasitesinin Geliştirilmesi: Kendisine
güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş
bireyler olmaları için çocuklara sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili çocuğun
içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz
önünde bulundurularak onların zor sorunları ile mücadele etmesine ve uğraşmasına fırsat tanınmalıdır. Karşılaştığı her
zorluğa aşırı yardım eden anne olma rolünü üstlenilirse çocuklar sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz bireyler
olarak yetişmesine yol açılır.
3) Bireysel Gelişim ve Grup
Gelişiminde Doğru Adımlar
Atmak
Çocuk ve gençlerin bireysel gelişimlerinin
üzerinde durulması, sonuçları itibariyle
onları maddeden ve buna bağlı olarak
gelişen bağımlılık karşısında koruyucu
bir etken olarak görülebilir. Ailede ve
okulda gençlerin ve özellikle ergenlerin
kendilerini rahatça ifade edebileceği bir
sistem madde bağımlılığının önlenmesi
ve deneme riskinin azalması bakımından
önemlidir. Ailede çocuklarla diyaloga açık
olmak ve kendilerini rahatça ifade edebilmelerine olanak sağlamak bağımlılık
39
dosya / madde bağımlılığı
yapıcı maddeleri deneme riskini düşüren
önemli bir önlemdir.
Onları diğer insanların onay ve izinlerine daha az bağımlı yaparak çocukların
kişiliklerinin gelişimine yardımcı olacak
çocukların hobi ve zevklerinin belirlenmesinde yardımcı olmalı ve onlarla boş zamanları paylaşmaya özen gösterilmelidir.
Çocuğun kabiliyetlerinin keşfi ve geliştirmesi yönünde teşvik edilmesi gerekir.
Yaşına uygun görevler verilmesi ve daha
sonra başarısının takdir edilmesi önemlidir. Çocukların bazı konularda ve bazı
zamanlarda başarısız olmaları normal
karşılanıp bunların büyütülmemesi gerekir. Çocuğun başka çocuklarla kıyaslanması, başkalarının yanında onu küçük
düşürmek gibi davranışlar kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyecektir
Spor kulüplerine, tiyatro kulüplerine, sanat ve el hünerleri çalışmalarına, dans
faaliyetlerine veya benzeri faaliyetlere
katılması çocuğun yeni arkadaşlar edinebileceği ve zevk alabileceği bazı faaliyet-
40
lerde bulunması çok değerlidir. Mahalle
toplantıları, spor olayları ve okul toplantıları
bu tip tanışmalar için iyi yerlerdir.
4) Açık ve Esnek Sınırların
Varlığını Çocuklarımıza
Öğretmek
Ailenin çocuklar açısından sınırları çizmiş
olmalıdır. Ancak bu sınırlardaki açıklık
ve esneklik son derece önemlidir. Baskı
altında olma ve kendini yeterince ifade
edememe gibi durumlarda yasadışı yollara yönelmenin yanı sıra bağımlılık yapıcı
maddeleri deneme sıklığı da artmaktadır.
Aile içinde sadece anne baba değil herkes
sorumluluk duygusunu paylaşmalıdır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan
kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını
biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya meyilli bireyler
yetiştirirler. Gelişimsel dönemi göz önüne
alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev
işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluk alması sağlanmalıdır.
Çocuğunu ev ödevleri, zaman sınırlamaları (TV seyretme gibi), gündüz ve hafta
sonu dışarıda kalabileceği saatler gibi
konulardaki ev sorumluluklarını ve diğer
sorumluluk¬larını periyodik olarak gözden geçirilmelidir. Konulan kurallar çok
mu ağır? Okul dışı faaliyet¬leri için başka
neler yapılabilinir? Okul dışı faaliyetler ev
ödevlerinden dolayı azaltılmalı veya değiştirilmeli mi? diye çocuk ile tartışarak
uzlaşma sağlanmalıdır.
Çocuğun gittiği yerlerin ebeveynler tarafından bilinmesi son derece önemlidir.
Anne baba olarak çocuğun hangi arkadaşının evinde olduğu ve bu arkadaşının
ailesi ve adres ve telefon gibi kimlik ve
ulaşım bilgilerinin bilinmesi kritik öneme
sahiptir. Çocuğun sinemaya gitmesi son
derece doğaldır. Ancak hangi filmin oynadığı ve hangi sinemada olduğu bilinmelidir. Farklı bir arkadaşa gitmek veya
başka bir sinemaya gitmek gibi son anda
yapılan değişikliklere izin verilmemesi, bu
konularda anneden, babadan veya daha
önceden belirlenmiş bir büyükten mutlaka izin alınması sağlanmalıdır.
Çocuktan nasıl bir davranış beklendiği
mutlaka anlatılmalıdır. Diğer çocuklar ile
iyi geçinebilmesi için adil olunması, oyuncakları paylaşma, doğruyu söyleme, başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi
davranma gibi ana kurallar öğretilmelidir.
5) Olumlu Sağlık Davranışlarını
Geliştirmek
Aile büyüklerinin sağlığa özen göstermeye yardımcı davranışları aktarmaları ve
madde kullanımıyla ilgili uygunsuz davranışların öğretilmesi yoluyla çocukların
madde bağımlılığına karşı korunması teşvik edilir.
Sadece uyuşturucu kullanımı
hakkında ikazda bulunmakla
ve uyuşturucuların
tehlikelerini anlatmakla
uyuşturucu ile mücadelede
yeterli tedbir alınabilmesi
mümkün değildir.
Çocuklara bir sağlık modeli oluşturulması
ve davranış biçiminde önerilen bu modele
uygun olmaya özen göstermelidir. Diş fırçalama, el yıkama, sağlıklı besinler alma,
yeterli derecede uyuma ve dinlenme gibi
insanları sağlıklı tutan şeyler hakkında
konuşarak sağlığın önemi vurgulanmalıdır. Çocuğa neden vücudu için sağlıklı
yiyeceklere ihtiyacı olduğu anlatılmalıdır.
Onun her gün yediği faydalı yiyecekleri
sayması sağlanmalı ve bu yiyeceklerin
vücudu nasıl kuvvetli ve sağlıklı tuttuğu
anlatılmalıdır.
Çocuklar evin içinde bulunabilecek zehirli
ve tehlikeli maddelere karşı uyarılmalıdır.
Evdeki çamaşır suyu, mobilya cilası gibi
maddelerin üzerinde çocuğun da okuyabileceği uyarı etiketleri bulunmaktadır.
Çocuğa zarar verebilecek tüm maddeleri
yiyecek maddelerinden ayrı ve çocuğun
ulaşamayacağı bir yerde saklanmalıdır.
İlaçların yanlış kullanıldığı takdirde nasıl
zararlar verebileceği, ilaç kutularından hiç
bir şekilde ilaç alınıp içilmemesi, ilacın sadece ebeveynlerin ya da daha önce belirlenecek diğer bir aile ferdinin veya bakıcı
tarafından verildiğinde içilebileceği gibi
konularda çocuklar bilgilendirilmelidir.
Madde Tüketimini Önleme
Temsilcileri Aileler
Madde bağımlılığı ile mücadelede aileler önleme alanında bu mücadelenin en
önemli aktivist ve temsilcileri olmalıdır. Ailelerin önleme temsilcileri olarak yapması beklenen davranış modelleri aşağıda
maddeler halinde sunulmuştur.
a) Çocuklarına bir sağlık modeli oluşturmak ve davranış biçiminde önerilen bu
modele uygun olmak.
b) Aile içinde dinamik katılım olarak diyalog kurmak.
c) Yeteneklerini uygun şekilde değerlendirmeyi ve zorluklarla karşılaşma kapasitesine sahip olduğu hissini öğreterek
çocuklarının özgüvenini eğitmek.
d) Madde tüketimini olumlu bir şekilde
reddetmek için becerilerin gelişmesinde
işbirliği yapmak.
e) Onları diğer insanların onay ve izinlerine daha az bağımlı yaparak çocukların
kişiliklerini çalışmak.
f) Küçüklüğünden itibaren çocuklarla birlikte anlaşmazlıkları çözme mekanizmaları üzerine çalışmak.
g) Devamlılığına destek olarak çocuklarının eğitim sürecinde işbirliği yapmak.
i) Aile içerisinde sosyal yardım ve kooperatif davranışları geliştirmek.
j) Onlara toplumsal iletişim araçlarını ve
reklamları eleştirel bir biçimde incelemeyi
öğretmek.
Sadece uyuşturucu kullanımı hakkında
ikazda bulunmakla ve uyuşturucuların
tehlikelerini anlatmakla uyuşturucu ile
mücadelede yeterli tedbir alınabilmesi
mümkün değildir. Hatta sadece bu şekilde hareketle yetinmek, kısmen aksi tesir
de yapabilir. Etkili tedbir olarak, çocukların ve gençlerin ; “Uyuşturucuya Hayır!”
diyebilecek duruma getirilmesi lazımdır.
Bunun için kendilerine olan güvenlerinin
arttırılması, güçlükleri yenebilmeleri ve
kendilerini hayata hazırlamaları hususunda onlara her fırsatta yardımcı olunması
gerekmektedir. Uyuşturucu kullanımının
işaretleri olabilecek davranış şekillerini
teşhis ederek, gecikmeden gerekli tedbirlerin alınması önemlidir. Bu görevlerin
başarı ile yerine getirilmesi de rehberlik
birimleri ve öğretmenler ile okul aile birliğinin devamlı işbirliği büyük fayda sağlayacaktır. Uyuşturucu bağımlıları, tıbbi
tedaviye ve rehabilitasyona muhtaç olan
hastalardır. Uyuşturucu kullanımı ne kadar erken fark edilirse, bağımlının kurtulma şansı o kadar yüksektir. Bunun için
bağımlının anne ve babası ve kendisi derhal ilgili doktora başvurmalıdır. Tedaviyi
yürüten doktor narkotik şube ile birlikte
çalışır ve bağımlıya hiçbir şekilde ceza
verilmez, tedavisi için gereken her türlü
yardım yapılır.
Son söz olarak, aile bağlarının güçlü ya
da zayıf olması bağımlılığın ortaya çıkmasında veya devam etmesinde önemli
bir faktör olarak karşımızda dururken
bağımlılığı önleme amacıyla ailenin güçlendirilmesine yönelik her türlü faaliyet de
ilgili kurumların gündeminde yer almalıdır.
h) Çocuklarına hobi ve zevklerinin belirlenmesinde yardımcı olmak ve onlarla
boş zamanlarını paylaşmak.
41
dosya / madde bağımlılığı
Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Aile Eğitimi ve Danışmanlık Hizmetleri Daire Başkanlığı
MADDE KULLANIM RİSKİ VE
MADDE KULLANIMINDAN KORUNMA
Ulusal Uyuşturucu Eylem Planının “Uyuşturucu kullanımını önleyici faaliyetleri, toplumun farklı kesimleri içerecek şekilde yaygınlaştırmak, bu faaliyetlerin içerik ve uygulanmasında etkinlik ve
verimliliği arttırmak” hedefi doğrultusunda Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğünce Aile Eğitim Programı (AEP) çerçevesinde ebeveynlere ve ergenlere yönelik yeni bir modül olarak
konuya ilişkin uzmanlar ve akademisyenlerce (Prof. Dr. Nesrin
DİLBAZ ve ekibi tarafından), “Madde Kullanım Riski ve Madde
Bağımlılığından Korunma” kitabı hazırlanmış ve basılmıştır.
“Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma” kitabımız, madde kullanım riski olan bireylerin ve ailelerinin;
ayrıca ergen sahibi ailelerin;
• Ergenlik dönemi ve bu dönemdeki değişimler,
• Ergenlikte riskli davranışlar,
• Sorun alanları ve yapılması gerekenler hakkında bilinçlenmelerine
• Beraberinde uygun ebeveyn tutumlarını ve müdahale yöntemlerini uygulayacak yetkinliği kazanmalarına katkı sağlamaktadır.
Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma kitabında yer alan önemli olduğu düşünülen bazı bölümler aşağıda
yer almaktadır.
• Madde kullanım süreçleri,
• Madde kullanım riskini arttıracak etkenler,
Gençlerin büyük çoğunluğu ilk olarak
• Risk grubunda bulunanlara nasıl uygun müdahale edileceği,
denedikleri uyuşturucu maddenin kendisinden
• Kaymanın öncü sinyalleri,
yaşça büyük ya da kendi yaşlarında bir
• Baş etme yöntemleri ve kaymayı önleme teknikleri,
• Kötüye kullanılan maddeler hakkında bilgilenmelerine
42
arkadaş tarafından verildiğini belirtmektedir.
Ergenlik ve Madde Kullanımı
Ergenlik dönemi, çocukluktan yetişkinliğe adım atılan bir geçiş dönemidir ve
dinamik bir süreçtir. Sağlıklı bir geçiş için
ergen biyopsikososyal birçok değişim ve
bu değişimlerin beraberinde getirdiği sorunlarla baş edebilmelidir. Ergenlik dönemi, gençlerin riskli davranışları denemeye
ve bunların olumsuz sonuçlarına maruz
kalmaya çok daha fazla açık oldukları bir
dönemdir.
Sorunlarının içerisinde kendisini çaresiz
hissettiği anda ergenlerin madde kullanım riski artmaktadır.
5.Kendini Kanıtlamak, Farklı Görünmek İçin: Ergen kendini kanıtlamak için
madde kullanımına yönelmekte olup,
madde kullanarak farklı ve değişik gözükmeyi, beğeni toplamayı amaçlamaktadır.
Ergenlerde “Bana bir şey olmaz” düşüncesi baskın olduğundan uyuşturucu
maddeleri çok daha kolay deneyebilmektedirler.
Ergenlerin madde denemeleri birçok
farklı nedene bağlı olabilir:
4.Sorunlarıyla Baş Etme Yöntemi Olarak: Günlük hayatın içerisinde sorunu
olmayan, stres yaşamayan, kısacası hayatı güllük gülistanlık olan ergen yoktur.
• Evde iken tek başına kalmaya başlamıştır. Odasının kapısını kilitleyip hiç dışarı
çıkmak istemez.
• Aile ile olan ilişkilerini mümkün olduğunca kısıtlı tutmaya başlar, evde daha
az zaman geçirmek ister. Çünkü evde
kaldığı zamanda ailesi ile çatışması olacaktır ve madde ya da sigara kullanamayacaktır.
• Kendine olan bakımı azalmıştır.
• Sinirlilik, gerginlik ve kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşanmaya başlar. Dalgınlık
ve dikkatsizlik artar.
1.Merak: Ergenler en sık olarak maddenin yaratacağı etkiyi merak ettikleri için
madde kullanmaya başlamaktadırlar.
3.Kişisel Yatkınlık: Alışılmış kurallara
başkaldıran, duygusal olarak dalgalı olan
ve çabuk parlayan ergenler çevrelerine
uyum sağlamakta zorluk çekerler.
• Arkadaşları ile birlikte dışarıda zaman
geçirmeye başlar.
• Her zamankinden fazla para harcamaya başlar.
Ergenler Neden Uyuşturucu
Madde Kullanır?
2.Arkadaş Baskısı: Ergen arkadaş ortamında yapılan ısrarlara dayanılamayabilir.
Arkadaş grubu tarafından dışlanmak ve
arkadaşlarından farklı olmak korkusuna
merak da eklenince kullanım kaçınılmaz
olmaktadır. Bu seviyede en kritik nokta kişinin “hayır” diyebilmesi olacaktır.
Gençlerin büyük çoğunluğu ilk olarak
denedikleri uyuşturucu maddenin kendisinden yaşça büyük ya da kendi yaşlarında bir arkadaş tarafından verildiğini veya
bir grup arkadaş tarafından paylaşıldığını
belirtmektedir.
• Okula devamsızlık başlar. Genelde ailenin bu durumdan haberi olmaz.
• Müzik zevkleri bile değişebilir. Dahil olduğu grubun dinlemiş olduğu arabesk,
rock, rap, hip hop gibi müzikleri dinlemeye başlayabilir.
Madde Kullanmaya Başlayınca
Neler Değişir?
• Uyuşturucu madde kullanmaya başlayan gençler öncelikle çevrelerini
değiştirirler.
• Eski arkadaşlıkların yerini yeni arkadaşlar alır.
• Genellikle okul içerisinde maddeyi rahatlıkla bulabileceği kişilerle arkadaşlık
etmeye başlar.
• Duygusal olarak değişkendir. Kimi zaman neşeli, kimi zaman öfkeli ve huzursuz olabilir.
• Daha önce okulda çok iyi başarı gösteren bir öğrenci iken başarısı düşük bir
öğrenci haline gelmiş olabilir.
Ergenlerde “Bana bir şey
olmaz” düşüncesi baskın
olduğundan uyuşturucu
maddeleri çok daha kolay
deneyebilmektedirler.
43
dosya / madde bağımlılığı
Aileler Ne Yapmalı?
Herkesin madde kullanım riski bulunmaktadır. Ancak bazı risk faktörleri madde kullanma olasılığını arttırmaktadır.
Madde kullanma olasılığını arttıran riskler ve bu risklere yönelik yapılması ve yapılmaması gerekenler şunlardır:
Arkadaş grubuna bağlı
riskler
Ne yapmalı ?
Ne yapmamalı ?
Madde kullanan arkadaşlarının
olması
Yeni sosyal alanlar oluşturmak
Arkadaş grubuyla görüşmeyi yasaklamak
Arkadaş grubunun madde
kullanımını onaylayan kişiler olması
Ergenle geçirilen kaliteli
zamanı arttırmak (sinemaya
gitmek, tiyatroya gitmek,
satranç oynamak, sohbet
etmek)
Arkadaşlarını kötülemek, aşağılamak
Arkadaş grubuna bağlılık
Arkadaşlarıyla görüşmeye devam
ettiği için ergeni
cezalandırmak
Arkadaş grubuna alternatif
olabilecek ortamlara sokmak
(kurslar, hobi kulüpleri gibi)
Aile içi iletişimi arttırmak ve
aidiyet duygusunu hissettirmek
Aileye bağlı riskler
Ne yapmalı ?
Ebeveynlerin tutarsız mesajlar
vermesi
İletişimi arttırmak için girişimlerde bulunmak
Aile içi iletişimin zayıf olması
(annenin evet dediğine babanın
hayır demesi, ailede tek bir kişinin
kural koyucu olması gibi)
Aile içi belli kurallar koymak
Ne yapmamalı ?
Var olan sorunu görmezden gelmek
İletişimi kopartmak
Ailede kavga, çatışma ortamının
olması
Ebeveynlerin madde kullanımına
dair düşünceleri
Madde ya da alkol kullanımıyla ilgili sağlıklı bilgiler
edinmesini sağlamak
Ebeveynin çocuğun uç
davranışlarına ya da madde
kullanımına gösterdiği müsamaha
Farkında olmadan yapılabilecek özendirici konuşmalardan kaçınmak
Ebeveynin çocuğun yaşamı
hakkında ilgisiz ve bilgisiz olması
Tutarlı mesajlar vermek,
anne - babanın, kurallar ve
uygulanışları hakkında fikir
birliğinin olması
Aile içinde uygun olmayan disiplin
yöntemleri ya da hiç disiplinin
olmaması
44
“Ben değişmem, o değişsin” demek
Çocuğun ilgi alanları hakkında bilgi sahibi olmak ve bu
alanlarda kendisiyle ortak
paylaşımlarda bulunmak
Ergen çocuğunuzu
suçlamamak, eleştirmemek, yargılamamak, öğüt
vermemek
Kuralların olmadığı bir ortam sunmak
Özgür bırakmak adına hayatına hiç
müdahale etmemek
Kişiye bağlı riskler
Kolay çelinebilirlik
Ne yapmalı ?
Özgüvenini artıracak küçük sorumluluklar
vermek
İçe kapanık olmak
Kendi fikirlerini açıkça ifade edememek
Olumsuz duygularla (kaygı, öfke,
korku, yalnızlık, hayal kırıklığı,
umutsuzluk vb) baş etmekte zorlanmak
Pozitif yönlerini ve davranışlarını desteklemek
Ne yapmamalı ?
Suçlamak
Kişiliğine yönelik eleştirilerde
bulunmak
Yaşıtlarıyla kıyaslamak
Kendi yeterliliğini göstermesine yardımcı
olmak
Uygun olmayan ceza yöntemleri
kullanmak
Ailece birlikte geçirilen zamanları arttırmak
Aile içinde bir birey olduğunu fark ettirmek
Okul başarısızlığı, sınıf tekrarı, devamsızlık, sınıfta kalmak
Dürtüsellik ve hiperaktivitenin
varlığı
Çocuğun geçmişte ya da şimdi
evden kaçma, okuldan kaçma,
yangın çıkarma, hayvanlara zarar
verme vb. davranışlarının olması
Alınacak kararlarda fikirlerini almak ve
uygulamak
Ev içi kuralların belirlenmesi ve kural ihlalisonucunda söylenen yaptırımların uygulanması
Ergen çocuğunuzun size yakın olması/
yakınlık duyması adına onunla sohbet edebileceğiniz ortamlar yaratmak
Profesyonel yardım almak
Biyolojik riskler
Aile üyelerinden birinin madde
kullanımının olması
Ne yapmalı ?
Bu riskin olması diğer alanlardaki riski arttırdığı için diğer riskli alanlardaki iyileştirme
bu alandaki riski de azaltacaktır.
Ne yapmamalı ?
Yanındayken kullanmamak
Olumlu düşüncelerini
paylaşmamak
Kullanımını savunmamak
Madde ve etkileri hakkında yanlış
bilgilendirilmemek
Toplumsal riskler
Maddeye ulaşma olasılığı yüksek
bir semtte oturmak
Ne yapmalı ?
Eğer ergende onaylarsa çevreyi
değiştirmek
Ne yapmamalı ?
Bu riskin varlığını görmezden
gelmek
Ergenle geçirilen zamanı arttırmak
Yaşamsal aktiviteleri arttırmak
Destekleyici ortamlarda bulunması için
teşvik etmek
45
dosya / madde bağımlılığı
Madde deneyimi olan ergene yaklaşımda, sağlıklı
ve yararlı olabilecek ebeveyn tutumları:
Adım 1- Eşiniz İle Konuşun ve Mutlak Bir Fikir Birliğine Varın.
• Bir suçlunun olmadığının kabullenilmesi ve en önemlisi eşlerin
birbirlerini ve çocuklarını suçlamaması e Kararların ortak alınması ve ortak uygulanması
• Aynı fikirde olunmadığı durumlarda bile bir takım olunduğunun
unutulmaması ve çocukların yanında eşlerin birbirlerinin ifadelerini her zaman desteklemesi
Adım 2- Aile Olarak Birbirinizle İletişim Halinde Olun.
İyi bir dinleyici olmak, çocuğunuzun duygularını anlamak, olumlu geribildirimde bulunmak, açık ve net olmak, gerçekçi olmak,
sorumluluğu paylaşmak
cuğunuz madde kullanımı ile mücadele ederken o kadar güçlü
olur. Tüm bu unsurlar çocuğunuzu koruyan birer halat olarak
değerlendirilebilir.
Adım 5- Ulaşılabilir Hedefler Belirleyin.
Kişinin değişime yönelik yolculuğunda önemli olan hızı değildir.
Çocuğumuzun madde ile mücadele ederken ilerlediği yolda
beklentilerimiz gerçekçi olmalıdır. Önce küçük hedefler konmalı,
küçük hedeflerde başarı sağlayarak yavaş yavaş ilerlenmelidir.
Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma kitabı http://www.aep.gov.tr/ internet adresinin yayınlar bölümünde
PDF formatında ve AEP uzaktan eğitim bölümünde ise AEP
e-öğrenme platformu başlığı altında e-öğrenme formunda izlemeye imkân verecek şekilde yer almaktadır.
Adım 3-Çocuğunuzu Destek Alması İçin Yönlendirin.
Madde kullanımı mutlaka profesyonel destek alınmasını gerektiren bir durumdur.
“Madde Kullanım Riski ve Madde
Adım 4- Maddeye Karşı Koruyucu Halatlar Örün.
olduğunuz derginin kapağının içinde bulunan
Çocuğunuzu hayata bağlayan sağlıklı bir aile yaşantısı, okul
hayatı, sosyal faaliyetler, çeşitli hobiler gibi unsurlar varsa ço-
CD’de bulabilirsiniz.
46
Bağımlılığından Korunma” kitabını okumakta
TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA
MADDE BAĞIMLILIĞI BOYUTLARI
Prof. Dr. Mustafa Necmi İLHAN
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
İçişleri Bakanlığı Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (TUBİM) Bilim Kurulu
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (EMCDDA) Ulusal Uzmanı
Giriş
Madde, uyuşturucu, bağımlılık gibi kavram ve tanımlar, sağlığa
süreğen ve kalıcı biçimde zarar verici durumları ifade etmektedir. Ancak dünyada ülkeler arasında bu tanımlar ve kapsamlarındaki maddeler farklılaşabilmektedir. Ülkeler arasında
madde kullanım boyutunun belirlenmesi ve izlenmesi için Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezince
(EMCDDA) geliştirilmiş ve değişen ihtiyaçlara göre güncellenen ölçütler kullanılmaktadır.
Bu ölçütler arasında, Genel Nüfus Araştırması Temel Ölçütü
(GPS), Yüksek Riskli Madde Kullanımı Temel Ölçütü (HRDU),
Tedavi Talep Ölçütü (TDI), Madde Bağlantılı Ölümler Ölçütü (DRD), Madde Kullanıcıları Arasında Mortalite Temel
Ölçütü, Madde Bağlantılı Bulaşıcı Hastalıklar Temel Ölçütü
(DRID) gibi tanımlar yer almaktadır.
Ülkemizde bu ölçütler 2002 yılından bu yana her yıl İçişleri Bakanlığı Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi
(TUBİM) tarafından uluslararası standartlarda hesaplanarak
EMCDDA’e gönderilmekte, 2006 yılından itibaren de yılsonunda yayınlanan Türkiye Uyuşturucu Raporu ile kamuoyu
ve ilgililer ile paylaşılmaktadır. Bu yazıda ülkemizde epide-
47
dosya / madde bağımlılığı
miyolojik yöntemlerle, saha araştırmalarından, tedavi merkezlerinden, adli kayıtlardan elde edilen Türkiye’yi temsil eden
sayılar ile ülkemizdeki madde bağımlığı
boyutu sunulacaktır.
Genel Nüfusta Madde
Kullanım Yaygınlığı
Türkiye’de Sayın Başbakanımızın da ifade
ettiği biçimde TUBİM tarafından yapılan
ülkemize uyarlanmış ve Türkiye’yi temsil
eden standart çalışma ile genel nüfusta
yaşam boyu madde kullanım prevalansı
(en az bir kez kullanmış olmak) % 2,7’dir.
Bu sıklık yaklaşık 1.350.000 insanımızın
en az bir kez madde kullandığını göstermektedir.
Erkeklerde %3,5, kadınlarda %2,6
olan sıklık, 15-24 yaş grubunda %2,9,
25-44 yaş grubunda %2,8, 45-64 yaş
grubunda %2,3’dür. Eğitim düzeyine
göre ve yaşanılan yerin il/ilçe/kasaba
olmasına göre madde kullanımı sıklığı
değişmezken, medeni durum ve gelir
düzeyine göre madde kullanımı değişmektedir. Bekarlarda %3,8 olan madde
kullanım sıklığı, evlilerde%2,4’dür. En alt
gelir grubunda olanlarda (500 TL ve altı)
%5,6 olan madde kullanım sıklığı, bir üst
grupta %2,2’dir, en üst gelir grubunda
hafif artma eğiliminde olup %2,9’dur.
Tütün ve Alkol kullananlarda madde kullanımı daha fazla görülmektedir. Son bir
ay içerisinde tütün kullananlarda madde
kullanımı %3,6, kullanmayanlarda %2,3;
son bir ay içinde alkol kullananlarda
madde kullanımı %6,0, kullanmayanlarda %2,3’dür.
Türkiye’de en çok kullanılan uyuşturucu
madde Esrar’dır, esrarı açık ara Ekstazi,
Anabolik Steroidler izlemektedir. Esrar
kullananların %76,8’i son 1 ay içinde
esrar kullanmamıştır. Esrar kullananlar
en çok kenevir bitkisinden esrarı elde
etmekte (gonca, yonca, ot), en çok da
tütüne karıştırarak kullanmaktadır. Esrar
kullananların yarısından fazlası deneyip
esrarı bırakabilirken, 1/5’i deneyip bırakamamıştır, bu kişiler ivedilikle yardım
48
Madde kullanım
sıklığı erkeklerde %2,3
kızlarda %0,7’dir. Halen
madde kullananların
%42,1’si haftada 1 kez
madde kullanmaktadır.
İlk sırada açık ara
esrar gelirken 2.sırada
uçucular (gaz, uhu, 404)
yer almaktadır. Her 5
kullanıcıdan biri çoklu
madde kullanmaktadır.
edilmesi gereken kişilerdir. Esrar kullananların %35,1’i esrarı bırakmayı istemektedir. Esrar en çok aile ve arkadaş
çevresinden sağlanmakta, en çok bir arkadaşın evinde kullanılmaktadır.
Sentetik kannabinoid olan Bonzai vb.
isimler verilen maddenin son dönemde
daha fazla kullanıldığı çeşitli mecralarda
belirtilmektedir. Ancak kanıta dayalı olarak Bonzainin arttığını söyleyebilmek için
toplumdaki kullanım sıklığının bilinmesi
gerekir. Raporun yazıldığı 2014 Aralık ortası itibarı ile toplumu temsil eder özellikte
bu maddenin kullanım sıklığının arttığını
ortaya koyan araştırma yoktur. Bunun
yanında son 3 yıldaki sentetik kannabinoid olay sayısı 166, 3401, 11.139, yakalanma miktarı 43, 434, 780 kg’dır. Bu
sayılar sentetik kannabinoidlerin giderek
önemli bir sorun olacağını düşündürmektedir.
Okul Çocuklarında Madde
Kullanım Yaygınlığı
Türkiye’de yine Sayın Başbakanımızın da
ifade ettiği biçimde TUBİM tarafından yapılan ülkemize uyarlanmış ve Türkiye’deki
okul çocuklarını temsil eden standart ça-
lışma ile okul çocuklarımızda yaşam boyu
madde kullanım prevalansı (en az bir kez
kullanmış olmak) % 1,5’dir. Maddeyi ilk
kez kullanma yaşı ortancası 14,0’dür.
Madde kullanım sıklığı erkeklerde %2,3,
kızlarda %0,7’dir. Halen madde kullananların %42,1’si haftada 1 kez madde
kullanmaktadır. İlk sırada açık ara esrar
gelirken 2.sırada uçucular (gaz, uhu,
404) yer almaktadır. Her 5 kullanıcıdan
biri çoklu madde kullanmaktadır. Madde
en çok solunum, 2.sırada ağız yolu ile
alınmaktadır.
Tütün, Alkol ve Sakinleştirici İlaç kullananlarda madde kullanımı daha fazla
görülmektedir. Son bir ay içerisinde tütün
kullananlarda madde kullanımı %8,3, kullanmayanlarda %0,5; son bir ay içinde alkol kullananlarda madde kullanımı %9,7,
kullanmayanlarda %0,8; son bir ay içinde
sakinleştirici kullananlarda madde kullanımı %36,4, kullanmayanlarda %5,5’dir.
Çocuklarda tütün ve alkolle birlikte, özellikle sakinleştirici kullanımının çokluğu ve
madde kullanımı ile ilişkisi dikkat çekicidir.
Ülke çapında gerek genel nüfusta, gerekse okullarda madde kullanım sıklığı
için %1-%10 arasında kullanım sıklığını
veren çalışmalar olmakla birlikte, Türkiye
örneklemi ile yapılan çalışma ile il/ilçe/
okul bazında yapılan çalışmalar arasında
fark çıkması beklenebilir. Madde kullanım
konusunda yapılan araştırmaların tütün
kullanımı gibi bağımlılık yapıcı maddeler
ile ayrışan tarafları vardır, bu nedenle sorunu olduğundan fazla gösteren çalışmaların metodolojisi, epidemiyolojik prensiplere uygunluğu iyi değerlendirilmeli,
toplumda kaygı yaratacak düzeyde panik oluşmasının önüne geçilmeli, ancak
devlet tarafından belirli sıklıklar ile Türkiye
örnekleminde, alanında uzman kişilerce yapılacak uygun metodolojiye sahip
çalışmalar ile madde kullanım sıklığı belirlenmeli, uygulanan politikaların etkinliği
değerlendirilmelidir.
Tedavi Verileri ve Madde
Bağlantılı Ölüm Verileri
Türkiye’de 2011, 2012, 2013 yılları arasında yatarak tedavi olan kişi sayısı
5214, 5846, 8526’dır. Ayaktan tedavi
olan kişi sayısı ise 155.099, 187.329 ve
249.763’dür. Tedaviye başvuranların artışı mevcut bağımlıların tedavisi ve rehabilitasyonu yönünden sevindirici iken, bağımlı sayısının artması nedeniyle de kaygı
verici olmakla birlikte, daha çok başvurunun artışına bağlı olarak değerlendirmek
uygun olacaktır. Ayaktan tedavide son iki
yılda tedaviye doğrudan başvurular, denetimli serbestliğe göre çok daha fazladır.
Halen Türkiye’de 13 tanesi İstanbul, Ankara ve İzmir’de olmak üzere 29 adet
Yataklı Bağımlılık Tedavi Merkezi bulunmaktadır.
Madde bağlantılı ölümler son 5 yılda
(2008-2013), 282, 298, 270, 365, 325
adetdir. Madde kullanımına bağlı doğrudan ve dolaylı ölümler yarı yarıyadır.
Ölümler en çok İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana ve Gaziantep’de meydana gelmiştir.
Dünyada ve Avrupada Madde
Kullanım Boyutu
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç
ofisine göre halen dünyada 315 milyona
yakın kişi uyuşturucu madde kullanmaktadır.
Tüm dünyada en çok kullanılan madde esrar’dır. Tedavi olan bağımlı sayısı
en fazla Asya’da (1.630.000 kişi), en az
Afrika’da (170.000 kişi) olup tedavi sayısı arasında 10 kat fark vardır. Damar içi
madde kullanıcıları (eroin vb) 14 milyon
kişidir ve bunların 1,6 milyonu HIV (+)’dir.
Dünyada madde bağlantılı ölümlerde ilk
sırada ABD (40.393 kişi) bulunmakta,
daha sonra Rusya Federasyonu (7408
kişi), İran (3056 kişi) Kanada (2394 kişi),
İngiltere (1785 kişi) yer almaktadır.
Avrupada nüfusun %21,7’si (73,6 milyon kişi) esrar kullanmakta, 1,3 milyon
kişi eroin gibi yüksek riskli uyuşturucuları
kullanmaktadır. Okul çocuklarının %24’ü
en az bir kez madde kullanmayı denemiştir ve halen %12’si madde kullanmaktadır. Esrar kullanımı %35,6 sıklık ile
en çok Danimarka’da olup, sonra sırasıyla Fransa, İngiltere, Çekoslovakya ve
İspanya gelmektedir. Okul çocuklarında
ise %42,0 ile Çekoslovakya en sık esrar
kullanılan ülke olup, sırasıyla Fransa, Hollanda, Slovakya ve İngiltere gelmektedir.
2013 yılında Opiat kullanan 174.345
kişi, esrar kullanan 106981 kişi 2013
yılında tedaviye başvurmuştur. Avrupada tedaviye başvuru sıklığının az
olması dikkat çekicidir.
Erken Uyarı Sistemi
Ülkemizde uyuşturucu için TUBİM tarafından koordinasyonu yapılan Erken
Uyarı Sistemi (EWS) bulunmaktadır. Sistemde Emniyet Genel Müdürlüğü, Kriminal Polis Laboratuvarı, Jandarma Genel
Komutanlığı, Jandarma Kriminal Laboratuvarı, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı,
Sahil Güvenlik Komutanlığından gelen
veriler TUBİM EWS grubu tarafından değerlendirilmektedir.
Madde bağımlılığı riski oluşturacak mevcut ve yeni maddeler izlenmekte, riskli
olanlar belirlenip Sağlık Bakanlığına iletilmekte ve Resmi Gazetede yayınlanan
tanımlarla söz konusu maddeler yasaklanmaktadır. Yasal kısıtlılık altına alınan
madde sayısı 2011’de 19, 2012’de13,
2013’de 60, 2014’de 180 adettir.
Arz İle Mücadele
Türkiye eroin yakalanmasında Avrupa’da
açık ara birinci sırada, esrar yakalanmasında İspanya ile birlikte açık ara ilk
sıralardadır. 2012 yılında 13,3 ton eroin,
152 ton esrar yakalanmıştır. Son dönem
narkotimlerin de uyuşturucu yakalamada
oldukça etkin olduğu gözlenmektedir.
Uyuşturucu için detaylı fiyat verilmeyecek olup ülkemizde tek doz/seferlik
maddeler özellikle esrar ve sentetik esrar
tek haneli bedeller ile alınabilmektedir.
Avrupa’da aynı doz için bedel 10 kata
yakın daha fazladır. Ülkemizde geçtiğimiz
yıl uyuşturucu bağlantılı 148.589 şüpheli
kişi ve 99.121 olay kayda girmiştir.
Dünyada madde
bağlantılı ölümlerde ilk
sırada ABD (40.393
kişi) bulunmakta, daha
sonra Rusya Federasyonu
(7408 kişi), İran (3056
kişi) Kanada (2394 kişi),
İngiltere (1785 kişi) yer
almaktadır.
Mevcut Durumda Kolaylıklar
ve Zorluklar
Mevcut durumda Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızın da ifade ettiği gibi madde kullanımı konusunun Hükümetin en öncelikli konularından olması
mücadelede en önemli kolaylıktır. Nitekim Yol Haritası ve Acil Eylem Planı güncellenmesi tamamlanmıştır. Hâlihazırda
Politika Belgesi ve Eylem Planlarının var
olması da hazırlığı kolaylaştırmaktadır.
Bunun yanında toplumun tüm kesimlerinin mücadeleyi desteklemesi, başta
İçişleri Bakanlığı olmak üzere kamu kurumlarının mevcut altyapısı ve bu alanda
hizmet veren gönüllü kuruluşların çokluğu oldukça önemli avantajlardır.
Ancak ülkemizin uyuşturucu maddelerin
Avrupaya geçiş rotası üzerinde olması, değişen madde trendleri, satıcıların
farklı yollar bulması, gönüllü kuruluşların
çokluğu ve mücadele etmek isteyenlerin niceliği artarken, niteliğin aynı oranda
artmaması önemli zorluklardır. Bunun
yanında en önemlisi çok fazla kurumun
koordinasyonunun gerekmesidir.
49
dosya / madde bağımlılığı
Tüm dünyada en çok
kullanılan madde
esrar’dır. Tedavi olan
bağımlı sayısı en fazla
Asya’da (1.630.000 kişi),
en az Afrika’da (170.000
kişi) olup tedavi sayısı
arasında 10 kat fark
vardır. Damar içi madde
kullanıcıları (eroin vb) 14
milyon kişidir ve bunların
1,6 milyonu HIV (+)’dir.
Sonuç ve Öneriler
Türkiye’de 2014 yıl sonu itibarı ile gelinen noktada “Uyuşturucu ile Mücadele
Seferberliği” içinde olunduğu bilinmektedir. Bu kapsamda yönetsel olarak tek
elden mücadelenin ve koordinasyonun
sağlanabilmesi için Başbakanlığa bağlı,
İçişleri Bakanlığınca altyapısı desteklenecek “Türkiye Madde Kullanımı Mücadele
Kurumu” kurulmasının uygun olabileceği
düşünülmektedir.
İnsangücü yönünden, koruma ve önleme
için standart / sertifikalı kişilerin çalışması,
STK’ların denetlenmesi, alanda çalışacak
kuruluşlara yeterlilik verilmesi;
İzlem yönünden, risklerdeki değişim ve
yeni risklerin belirlenmesi, arz, koruma,
önleme, tedavi stratejilerinin etkinliğinin
belirlenmiş epidemiyolojik ölçütlere göre
performans değerlendirilmesi, yeni stratejiler geliştirilmesi;
Kaynaklar
1. Türkiye Uyuşturucu Raporu, 2014.
2. Türkiye Uyuşturucu Raporu, 2013.
3. Sağlık Bakanlığı İstatistikleri, 2013.
4. UNODC Verileri, 2013
Kaynak yönünden, mücadele ve araştırma için kaynakların artırılmasının uygun
olacağı düşünülmektedir.
50
5. Mustafa Necmi İlhan, Türkiye’de Genel Nüfusta Tütün, Alkol ve Madde Kullanımına Yönelik Tutum ve Davranış Araştırması Raporu,
İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü
Kaçakçılık Ve Organize Suçlarla Mücadele
Dairesi Başkanlığı, 2012.
6. Mustafa Necmi İlhan, Türkiye’de Okullarda Tütün, Alkol ve Madde Kullanımına Yönelik Tutum ve Davranış Araştırması Raporu, İçişleri
Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi
Başkanlığı, 2012.
Prof. Dr. Zehra ARIKAN
BAĞIMLILIKTA KORUMA ve ÖNLEME
Önleme, insanların madde kullanmasını ve eğer kullandıysa
bağımlı hale gelmesini engellemeye yönelik koruyucu sağlık
hizmetlerine verilen addır. Bağımlılıkta önlemenin önemi büyüktür. Çünkü bağımlılık kronik bir beyin hastalığıdır. Bozukluk oluştuktan sonra ortaya çıkan bedensel duyarlılıklar kalıcı
olup ancak bağımlı olunan maddeyi kullanmayarak kontrol
edilir. Bu kontrol etmeyi kişinin istemesi gerekir. Çoğunlukla
bağımlılar, beyindeki değişiklikler sonucu ortaya çıkan yoğun
madde istekleri nedeni ile tedavi olmak istemezler bu nedenle:
- Tedavisi oldukça güçtür
- Yineleme oranı çok yüksektir.
- Çoğunlukla iyileşme ve depreşme dönemleri ile seyreder.
- Bağımlılığın topluma yansıyan olumsuz yanları çok büyüktür. (ekonomik, sosyal,biyolojik, ruhsal)
Bu nedenlerden ötürü koruma ve önleme bağımlılıkta yapılması gereken önemli unsurlardır. Önleme programlarının
öncelikli amacı koruyucu faktörleri arttırıp risk faktörlerini
azaltmaktır.
Yapılan çalışmalara göre koruyucu faktörler
şunlardır:
Orta ya da üst sosyoekonomik düzey
Düşük işsizlik oranı
İyi komşuluk ilişkileri
Suç işleme oranının az olması
Okulun gence kendini gerçekleştirmesi için olanaklar sunması
Öğrenme, katılım ve sorumluluğu destekleyen okul ortamı
Kaliteli sağlık hizmeti
Sosyal hizmetin varlığı
Öğrenmeyi destekleyen ebeveynler
Dört çocuktan az olması
Stresli yaşam olaylarının az sayıda olması
Akraba ilişkilerinin güçlü olması
Evlilik ilişkisinde düşük çatışma
Akranlar arası münazaralar ve ebeveyn rolü oynama
oyunları, çocukların madde kullanımı ile ilgili
bilgi sahibi olmalarını ve kullanıma karşı tutum
geliştirmelerini kolaylaştırır.
51
dosya / madde bağımlılığı
Risk etmenleri ise:
İkincil Koruma Önlemleri: Mad-
Yoksulluk
Gelir düzeyi düşük bir bölgede yaşamak
İşsizlik
Evdeki yaşam koşullarının uygun
olmaması
Suç oranının yüksek olması
Ailede madde kullanan bireylerin varlığı
Çocuk istismarı ve ihmalinin olması ve
aile içi şiddet
Aile içi stresin fazla olması
- Geniş ve kalabalık aileler
- Düşük eğitim düzeyine sahip ebeveynler
- Parçalanmış, boşanmış aileler
- Ebeveynlerden birinin kaybı
- Baskıcı ve ilgisiz aile ya da aşırı koruyucu, kollayıcı aile
- Aile içinde gencin özdeşim kurabileceği bir bireyin olmaması
Koruma önleme programlarının amacı
risk faktörlerini azaltıp koruyucu faktörleri artırmaktır.
Mücadele programları:
• Birincil koruma önlemleri
• İkincil koruma önlemleri
• Üçüncül koruma önlemleri olarak ayrılabilir.
de bağımlılarının tedavi ve rehabilitasyonları yapılmaya çalışılır. Çünkü madde
kullanan kişilerin başkalarına bunu bulaştırmaları çok kolaydır. Bu nedenle bağımlılık bir halk sağlığı sorunu olarak ele
alınmalıdır.
Üçüncül Koruma Önlemleri:
Madde bağımlısı olup tedavi kabul etmeyenleri, onların çevresindekileri ve tüm
toplumu olası zararlardan korumaya yönelik programlardır.
Programların özellikleri ise:
1. Sigara ve alkol gibi yasal olan maddelerin reşit olmadan kullanılması, esrar ve
eroin gibi yasadışı maddelerin kullanımı,
uçucu maddeler gibi yasal olarak satılan
maddelerin kötüye kullanımı ve reçeteyle
satılan ilaçların doktor tarafından verilmeden kullanılması gibi her çeşit madde
kullanımına yönelik olmalıdır.
2. Önleme programları etkinliklerini arttırmak için, hedef aldıkları kitlenin yaş,
cinsiyet ve ırk gibi özellikleri göz önünde
bulundurarak hazırlanmalıdır.
3. Aileye yönelik önleme programları aile
içi bağları güçlendirmeyi, ilişkileri geliştirmeyi ve ebeveynlik yetilerini kazandırmayı hedeflemelidir.
4. Önleme programları okul öncesi eğitim
programları gibi tasarlanabilir. Böylelikle,
madde kullanımı, agresif davranışlar, zayıf
sosyal beceriler ve akademik başarısızlıklar gibi risk faktörlerinin önüne geçilebilir.
Birincil Koruma Önlemleri:
Madde kullanımı henüz başlamamış
olanlara yönelik programlardır. Aile,
okul, öğrenci odaklı çalışmalar olup
daha çok eğitim programları şeklinde
hazırlanır. Uyuşturucusuz bir yaşam
biçimi için yerel, bölgesel, ulusal örgütlenmelere önem verilir. Ayrıca kendini
ifade edbilen, yeterli, sağlıklı keyif alanları olan,sağlıklı karar verebilen ve hayır
diyebilen bireyler yetiştirmek hedeflenir.
52
5. İlkokul çocukları için yapılan önleme
programları akademik, sosyal ve duygusal öğrenme, iletişim,sosyal problem
çözme yetisi, özdenetim üzerine yoğunlaşmalıdır. Bu programlar erken yaşta
madde kullanımına başlama, erken yaşta
agresif davranışlar, akademik başarısızlık,
okuldan kaçma ve uyumsuzluk gibi risk
faktörlerine yönelik uygulanmalıdır.
6. Orta öğretim öğrencileri için önleme
programları akademik ve sosyal yetkinliği
arttırma üzerine yoğunlaşmalıdır. Verilen
eğitim; çalışma alışkanlıkları ve akademik
destek, iletişim, akran İlişkileri, kendine
güven ve dışa dönüklük, maddeye karşı
koyabilme yetisi, madde karşıtı tutumların desteklenmesi, madde kullanımına
karşı kişisel yetkinliğin güçlendirilmesi
alanlarına odaklanmalıdır.
7. Önleme programlarının her toplumun
ihtiyaçlarına, kültürel gereksinimlerine ve
toplumsal normlarına uyarlanması gerekir.
8. Toplum programları okul, faaliyet kulüpleri, dini kurumlar ve medyayı da kapsayan geniş bir kesime hitap etmelidir. Bu
programların etkin olabilmesi ve amaçlarına ulaşabilmesi için, her kesimde uygulanan programın içeriğinin benzer olması
ve tutarlı olmaları çok önemlidir.
9. Tekrarlanan müdahalelerle birlikte
uzun süreli olmalıdır. Uzun bir süre boyunca tekrarlanan bilgilendirmeler ve
eğitimler amaçlanan önleme hedefine
ulaşmayı kolaylaştırır. Araştırmalar, ilköğretimde başlayıp lisede devam etmeyen
önleme programlarının istenilen etkinlikte
olmadığını göstermiştir.
10. Önleme programları öğretmenlerin
eğitimlerini de kapsamalıdır. Öğretmenlere, sınıf içi disiplinin kurulması, sınıfı
yönlendirebilme becerileri ve başarılı ve
olumlu davranışları olan öğrencileri takdir edebilme gibi yetiler kazandırılmalıdır. Eğitim alan öğretmenlerin öğrencileri
daha başarılı, daha olumlu davranışları
olan ve okulla bağları güçlü olan öğrencilerdir.
11. Önleme programları interaktif (etkileşimli) uygulandıklarında daha etkin olmaktadır. Örneğin akranlar arası münazaralar ve ebeveyn rolü oynama oyunları,
çocukların madde kullanımı ile ilgili bilgi
sahibi olmalarını ve kullanıma karşı tutum
geliştirmelerini kolaylaştırır.
12. Önleme programları maliyet etkinliği
olan programlardır. Araştırmalara göre;
önleme için yatırılan her dolar, alkol ve
diğer maddelerin tedavisi için 10 dolar
kazanç sağlanmasına neden olmaktadır.
Önleme çalışmasının başarısını
etkileyen unsurlar;
Süreklilik sağlanmadığı sürece bu çalışmaların başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Anlık etkinliklerin, kampanyaların başarılı olamadığı gösterilmiştir.
• Gönüllü insanların bu çalışmalarda yer
alması başarıyı artırmaktadır.
• Toplumun katılımı ve işbirliği sağlanmalıdır.
• Özendirmeden kaçınmak gerekir. Bilinçsizce yapılan birçok etkinlikte kişiler
maddeye karşı özendirilebilmektedir.
• Her kültüre uygun mesajların seçilmesi
ve kullanılması gerekir. Böylece mesajların insanlara ulaşımı daha kolay olabilmektedir. Tüm toplumu sarabilecek tek
bir mesaj bulmak imkansızdır.
• Merak uyandırmamak gerekir.
• Risk gruplarını oluşturan kişilerin (örneğin gençlerin) doğrudan etkinlikler içinde
yer almasının sağlanması başarıyı artırmaktadır.
En önemlisi bağımlılığın önlenebilen bir
hastalık olduğu unutulmamalıdır.
Önleme programlarının her toplumun ihtiyaçlarına, kültürel gereksinimlerine ve toplumsal normlarına
uyarlanması gerekir.Toplum programları okul, faaliyet kulüpleri, dini kurumlar ve medyayı da
kapsayan geniş bir kesime hitap etmelidir.
53
dosya / madde bağımlılığı
BAĞIMLILIK ve HAYAT
Bir hastalık mı yoksa bir düşkünlük mü? Bir mesele olarak bağımlılık, toplumsal yıkım demek aslında. Toplumun en küçük ve
temel yapı taşını söküp atmakla başlıyor işe. Aileler çöküyor-çözülüyor. Ordan başlıyor ve çığ gibi büyüyor etkilediği ve kirlettiği
alan.
Doktorlar, psikologlar, sosyologlar; herkes bu toplumsal mesele
için çalışıyor, çözüm arıyor. Peki ya meselenin ana kahramanları,
Bağımlılar ve onların yakınlar? Onlar ne diyor?
Prof. Dr. Zehra Arıkan, Dr. Eylem Doğan, Prof. Dr. Nesrin Dilbaz
ve Dr. Akif Usta eşliğinde onların hastalarının ve bu hastaların
yakınlarının hayatının yanından geçtik. Adsız Alkolikler Derneği ve AMATEM’de tedavilerine devam eden bağımlıların birinci
ağızdan hikayeleri…
54
Ahmet Bülent ALTUN
İnsan, doğumundan itibaren hayatındaki bütün parçaları bir
puzzle gibi günbegün tamamlarken, bağımlılıklar şiddetli bir sarsıntıyla hepsini Arafa saçıyor. Fiziksel, maddi ve manevi bulanık
bir Araf nehrinde sürüklüyor hayatı ve bu nehir kişi bu illüzyonu
fark etmedikçe asla bir denize bağlanmıyor. Sarmal hayatı düğüme eviriyor. Kanamalı bir yaşam parkuruna dönüyor her şey.
Aile, arkadaş, eş, sevgili her şey suya karışıyor.
Akın (Alkol Bağımlısı)
Ben de içtiğim zamanlar alkol sorunumun olduğunun farkındaydım. Son 15 yıl bırakmak için büyük mücadele sarf ettim. Fakat
hep başarısız kalmıştım 15 yıl boyunca. İçmek istemiyordum
ama artık yaşamımı onsuz da yürütemiyordum. Yani ölmek için
içiyordum, içmek için de ölüyordum. O kadar bir paradoks, çelişki içerisinde kıvranıyordum.
Mehmet (Alkol Bağımlısı)
Alkolü bırakalı 6 sene oldu. Alkolle 24
sene beraber yaşadım. Aynı karı-koca
hayatı yaşar gibi. 24 saatin 21 saati içiyordum, kalan 3 saatlik kısmını da sızarak geçiriyordum, uyuyarak değil sızarak
geçiriyordum. Daha sonra kalkıp, yanımda varsa yanımda, gecenin hangi yarısı
olursa olsun, yanımda yoksa dışarıda,
param yoksa ona buna yalvararak veya
yalanlar söyleyerek, birilerinden para alarak alkolümü temin ediyordum.
Hayrullah (Eroin Bağımlısı)
Kafa yapsın diye değil yani. Kafası falan yoktu yani. Sonrası zaten bağımlılık
olduktan sonra rahatsız ediyor, hasta
oluyorsunuz yani. Bildiğin hasta oluyorsunuz. Bu sefer tedavi olmak için içiyorduk yani ayakta durabilmek için içiyorduk. Bunu almadığımız zaman ekmek
yiyemiyorduk, su içemiyorduk, hiç bir şey
yapamıyorduk, yataktan kalkamıyorduk.
Ne zaman ki aldık o zaman normal insan
oluyorduk. Alamadığın zaman bitiksin,
ölü bir insansın.
Prof. Dr. Nesrin Dilbaz
Herhangi bir maddeye bağımlılıktan söz
edebilmek için öncelikle o maddenin kullanılıyor olması gerekiyor. İkincisi kullanıl-
madığı zamanlarda çok ciddi bir arama
davranışı içerisine girilmesi gerekiyor.
Üçüncüsü yine kullanılmadığında, kesildiğinde yoksunluk belirtileri oluşturması
gerekiyor. Bir diğer özelliği, ilk başladığınızda oluşturan özelliği tekrar sağlayabilmek için gittikçe kullandığınız madde
miktarının artıyor olması gerekiyor. Örneğin yarım kutu birayla başladıysanız daha
sonra bunun bir küçük veya büyük rakıya
kadar ulaşması gibi aynı etkiye ulaşması
için. Biz buna tolerans diyoruz. Bir diğeri bağımlılık demek sabahtan akşama
kadar bir şeyi kullanmak demek değil
zaman zaman maddenin bırakılıp ama
zaman zaman tekrar başlanmış olması
gerekiyor. Yine bir diğer özellikte kullandığınız madde ve bu bağımlılığınız nedeniyle hem aile hayatınızın hem iş hem
de sosyal hayatınızdaki işlevsellikte bir
kaybınızın olması, yasayla ilgili sıkıntılar
yaşayabilmeniz de yine ölçütler içerisinde
olması gerekiyor.
Bağımlı olmak, hasta olmak. Bir hastalık
kadar hassas, bağımlılık kadar hoyrat. İnsanın doğasını yakıp yıkan bir arsız yangın. Öyle bir ateş ki bu sadece düştüğü
yerdekileri değil etrafında ne varsa küle
çeviriyor. İnsanı insan yapan bütün duygular yerle yeksan. Aşk, mutluluk, hüzün,
sevgi, onur, vefa… Ve ardından sabretmekten yorulan dostların bir ömür aynı
yastığa baş koyma sözü verdikleri hayat
arkadaşlarının terk edişleri geliyor. Bağımlı olmak, ne var ne yoksa götürürken,
yerine kocaman bir hiçlik bırakıyor. Nihayetinde hep yeniden hayatın bir parçası
olması umudu var. Bir yandan rüzgarın
hızını arttıran, diğer yandan koşmak için
güç veren.
Emin (Kumar Bağımlısı)
15-20 seneye yakındır kumar oynuyorum. Şu anda 42 yaşındayım, 20 seneye yakındır kumar oynuyorum. Hiçbir
şey de kazanamadım, bütün her şeyimi
kaybettim. Neredeyse ailemi kaybetmek
üzereydim.
Prof. Dr. Zehra Arıkan
Kumar da bir patolojik davranış. Şöyle
düşünün, bağımlılıktaki aynı şeyler kumarda da gelişiyor. Çünkü kişiler, orada
da oynadıkları zaman bir şekilde heyecan
duyuyorlar, kendilerini tatmin ediyorlar,
rahatlıyorlar. Belki biraz para kazanıyorlar, belki kaybediyorlar ama o heyecan ön
planda oluyor, o heyecanı yaşamak için
kişiler kumar oynuyorlar. Zaman zaman
kayıplar çok olduğu için, bunları telafi
etmek için tekrar tekrar gidiyorlar. Ve bu
tekrar tekrar gidişlerde bir dönem sonra
ister kaybedilsin, ister kazanılsın yeter ki
o heyecan yaşansın oluyor. Yani o heyecanı yaşamakta bir anlamda bağımlılık
oluşturuyor. Çünkü orada da dopamin
devreye giriyor. Bir madde yok ama bir
davranış var, bir davranış biçimi var ve
kişiyi etkiliyor. Bunun sonucunda kişi o
yoğun heyecanı duymak için tekrar tekrar kumar oynamaya başlıyor. Tabi kumar
genellikle kayıp üzerine kurulu bir şey, hiç
bir zaman için kazanç olmuyor orada.
O nedenle insanlar çok sıkıntı çekiyor-
Bağımlılık demek sabahtan
akşama kadar bir şeyi
kullanmak demek değil
zaman zaman maddenin
bırakılıp ama zaman zaman
tekrar başlanmış olması
gerekiyor.
55
dosya / madde bağımlılığı
lar. Borçları oluyor, aileyle ilgili sıkıntılar
başlıyor, yaşam zorlaşıyor, işleriyle ilgili
sıkıntılar başlıyor, saygınlıkları gidiyor ama
buna rağmen tekrar tekrar yine kumar
oynamaya başlıyorlar.
Okan (Alkol Bağımlısı)
Üniversite hayatımda alkolü artık gün aşırı almaya başlamıştım. İki akşamda bir,
üç akşamda bir almaya başlamıştım ve
artık tadı çok hoşuma gitmeye başlamıştı. 10 yıl gibi bir sürede alkol benim artık
amacım olmaya başlamıştı. Yani alkolsüz
bir hayatı düşünmüyordum. Hatta benim
eşimden, çocuğumdan, ailemden önce
geliyordu alkol. Yani yaşamamın amacı
sadece içmekti. İçmek için yaşıyordum.
Elvan (Bağımlı Yakını)
Sadece nasıl ve ne kadar çok içebilirimi düşünüyor, ailesi hiç gözünde değil.
O sadece ve sadece alkolü düşünüyor.
Yoksunluğa girmemek için ne yapabilirim? Hatta ayrılık dönemimizde eşime
sormuşlar “kızın mı? alkol mü?” diye, o
56
Yitip giden gençlik,
büyüdükleri fark edilmeyen
çocuklar, artık zevk
vermeyen uğraşlar, yerini
acıyarak bakan gözlere
bırakan itibar. Bir bağımlı
için kara deliğe dönüşür
hayat. Karşısına ne çıkarsa
sürükleyen ve hep daha
fazlasını isteyen bir kara
delik.
alkol demiş. Hani sevmediğinden değil
ama o an onun için ihtiyaç alkol. O an
başka aklında hiçbir şey yok ne eş, ne
çocuklar, ne iş, ne anne-baba hiçbir şey,
sadece alkol.
Bebeğim küçüktü, kızım küçüktü. Şu
an 12 yaşında. Astım hastasıydı. Eşim
onunla hiç ilgilenmiyordu çünkü yoktu.
Yani vardı da yoktu. Kızım astım krizleri
geçirirken ben hastane hastane dolaşıyordum o farkında değildi hiçbir şeyin.
Anlatıyordum anlamıyordu, bağırıyordum
olmuyordu, ağlıyordum olmuyordu. İçime atıyordum bu sefer. Psikolojik tedavi
görmeye başladım. Dönem dönem her
yolu denedim, susmayı, ağlamayı, bağırmayı, daha sonra da sesimi çok çok
yükseltmeyi. En sonunda da artık bir şeyi
kurtaramazsınız ya, umudunuz biter ya
o hallere geldiğim zaman da işte kaçıp
gitmeyi, ayrılmayı düşünüyordum. Ayrılık
derken 5-6 ay kaçıp gidiyorum ama eşim
kapıdan çıktığımız anda zaten pişmandı,
bizim gitmemizi istemiyordu normalde
ama tercih et dediğin zaman çocuğun-eşin mi? Hayır, içki diyebiliyordu. Sadece
benim eşim değil bütün hepsi.
Bu ağır hastalığın prangası hep daha çok
kazanmak, daha mutlu olmak, daha çok
zevk almak. Zincirlerden kurtulmak için
çareyi kumar masası, alkol şişesi ya da
uyuşturucuda aramak. Hep daha fazlası
için hayatın kenarlarında gezinerek harcanan ömürler. Arafta toplananlar onlar.
Hep bu son içkim, bu son oyunum, bu
son elime alışım tesellileri zamanı hızlı
akıtan. Bu arada kaybedilenler listesi her
geçen gün uzar. Yitip giden gençlik, büyüdükleri fark edilmeyen çocuklar, artık
zevk vermeyen uğraşlar, yerini acıyarak
bakan gözlere bırakan itibar. Bir bağımlı
için kara deliğe dönüşür hayat. Karşısına
ne çıkarsa sürükleyen ve hep daha fazlasını isteyen bir kara delik.
Dr. Eylem Doğan
Zaten maddenin özelliklerinden biri de
budur. Hastayı genellikle sosyal çevresinden, sosyal yaşamından uzaklaştırır,
yalnızlaştırır. Sadece madde kullanmaktan zevk alır hale gelir. Dolayısıyla hayatta
daha önce yaptığı ne varsa onları yavaş
yavaş terk eder. Sosyal aktivitelerini, aile
ilişkilerini, arkadaşlık ilişkilerini. Sadece
madde kullanan hastalarla ilişkilerini devam ettirir, onlarla ilişkisi de zaten birlikte
madde kullanmaktan ibarettir.
pozisyonuna düştü kadıncağız. Neden?
Çünkü işyerine telefon açardı “Hakan
biraz geç gelecek”le başlayan yalanlar… Komşulara “Hakan bugün içmedi”
demeyle başlayan yalanlar… Benim annemle babamla ilgili olarak, benim suçlarımı örtbas etmeyle ilgili olarak söylenen
ufak tefek yalanlar neticesinde bir bakmışsınız ki o da bir şekilde hastalanmış.
Aynur (Bağımlı Yakını)
Bu bir aile hastalığı, ailece hastaydık artık. Alkolik yakını olmak toplumdan uzaklaşmak demek. Çünkü dostlarımızdan
vazgeçiyoruz, arkadaşlarımızdan vazgeçiyoruz. Onların yanında sorun yaşamak
istemiyoruz ve kendimizi bir şekilde izole
ediyoruz. Kendi kendimizi dışlıyoruz. Bu
da kendi içimizde yaşadığımız rahatsızlığı, hastalığı çoğaltıyor, çözümsüz oluyoruz, özgüven duygularımızı yitiriyoruz ve
bir karmaşaya kapılıyoruz.
Ece (Bağımlı Yakını)
Zor, yani çok zor. Bir evlat olarak, bir kız
evlat olarak daha zor. Çünkü bunu hep
söylerim babalar kız çocuklarının en büyük kahramanlarıdır. Onlar için çok ulaşılmaz, erişilmez, mükemmel insanlardır
ve onların hata yapması kız çocukları
için çok zor. Karşınızda biri eriyor ve bu
kişi sizin babanız ve hiçbir şekilde ona
destek olamıyorsunuz. Alkolizm böyle
bir şey. Kişi kendi kafasında bitirmediği
sürece çevresindekiler hiç bir şekilde yardım edemiyorlar maalesef. Biz ne kadar
çabalasak da yani bırakabilir, kendi elinde
olan bir şey diyorduk hastalığı bilmeden
önce. Bırakması uğrunda ne yapabiliriz acaba diye uğraşıyorduk ama daha
sonrasında öğrendiğimize göre kendi kafasında bitirmediği sürece biz hiçbir şey
yapamıyormuşuz.
Giderek yalnızlaştıran, hissizleştiren, insanı kendi içinde dahi bir köşeye iten,
kendi cumhuriyetini, arafın topraklarında
kuran bağımlılık sadece insanın kendi iradesiyle derdest edeceği ve genel kanının
aksine kesinlikle durdurulabilir bir hastalıktır.
Doç. Dr. Nesrin Dilbaz
Madde kullanıcılarının ya da alkol kullanıcılarının daha önce kullanmış olanları bir
araya getirip kendi kendine yardım grupları oluşturuluyor dünyanın her yerinde.
Bizim ülkemizde de AA dediğimiz adsız
alkolikler, isimleri yok ama alkol bağımlısı olup tedavi olup alkolü bırakanların bir
araya gelip diğer insanlara da yardımcı
olmak üzere kurdukları bir grup.
Oğuz (Alkol Bağımlısı)
Ben her şeydim, kimse yoktu. Ben annemi de tanımadım, babamı da tanımadım, tanımazdım. Eşimi de tanımazdım,
çocuğumu da tanımazdım. Yüz kere söz
verdim içmeyeceğim diye 101 kere geri
bozdum. Ben böyle bir insandım gerçekten. Yalan bin bir türlü vardı. En alçaktan
takla atıyordum içki içebilmek için.
Hakan (Alkol Bağımlısı)
Ben evlendiğimde eşim 20 yaşındaydı.
Çok enteresan bir hadisedir bu, eşim hiç
yalan söylemeyi bilmezdi. Fakat benimle
evlendikten sonra tamamen bir yalancı
57
dosya / madde bağımlılığı
Mehmet (Alkol Bağımlısı)
Dr. Akif Usta
Hakan (Alkol Bağımlısı)
Ankara da bulunan o AA grubuna gitmeye başladım. Her gün bir saat toplantı
oluyordu orada. İlk günlerde çok büyük
sıkıntılarını çektim. Fakat o AA toplantılarına gitmek benim günde bir saat sanki
biten akümü şarj ediyordu ve tekrar yaşamıma devam ediyordum. Tabi alkolizm
hakkında hastaneden bir çok bilgi aldım.
Dediler ki sen alkoliksin, bu bir hastalıktır,
senin bundan sonra içki alma şansın yok,
elin kadehe gitmeyecek. Nasıl bir alerji
hastalığı ya da şeker hastalığı varsa aynen onun gibi.Tekrar kadehe, içkiye dönersen 3-5 gün içinde hastaneye yattığın
duruma geri dönersin dediler.
Şimdi bağımlılar ayrı bir grup gibi değerlendiriliyor toplumda. Aslında toplum
şu konuda bilinçlense; işte bağımlılık bir
hastalıktır, hani bir diyabet, bir hiper tansiyon gibi bir hastalık gerçekten. Hasta
sonuçta bir şekilde bulaşıyor alkole veya
maddeye. Sıkıntısını gidermek amaçlı
olsun, zevk amaçlı olsun bir şekilde bulaşıyor ama sonuçta bağımlılığa yatkın
olduğu için maddeye veya alkole bağımlı
oluyor ve hastada hayatının sonuna kadar bu devam ediyor. Yani toplumda bu
noktada bilinçlense belki de ilginç bir
toplum sınıfı olarak görülmez bağımlılar.
Yani bir kanser hastası karşınıza geldiğinde vah vah, tüh tüh diyebiliyorsunuz ama
alkol bağımlısıysa insan olur mu canım
içmesin, iradesi yok mu deniyor. Halbuki bizim hastalığımızda irade kelimesinin
hiçbir yeri yok. Bizler iradesiz insanlar
falan değiliz. Eğer ben kendi adıma söylemem gerekirse ben iradesiz bir insan
olsaydım iş yapamazdım, okul okuyamazdım, askerliğimi tamamlayamazdım.
Bunlar hep iradeyle ilgili olan şeyler. Benim hastalığım istek hastalığı. İstek hastalığı olduğu için de bu işte iradeye hiç
yer yok ve maalesef. Tedavisi olmadığı
için de sadece durdurabiliyorum.
Not: Bu yazı Araftakiler Belgesel serisinin Bağımlılık ve Hayat Bölümünden doğdu. Fotoğraflar temsili kullanılmıştır.
58
MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELEDE
AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Sorumluluk
Alanları
Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır)
İçişleri Bakanlığı - Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde faaliyetlerine devam eden Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı Daire Başkanlığı bünyesinde kurulan TUBİM (Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi) Anayasa’nın 58. Maddesi’ne,
9. Kalkınma Planına ve 2013 Yılı Programına dayanarak, tüm ilgili
kuruluşlarla işbirliği içinde “Ulusal Uyuşturucu Politika ve Strateji
Belgesini (2013-2018)”; bu belgeye dayanarak da “Ulusal Uyuşturucu Eylem Planı’nı (2013-2015)” hazırlamıştır. Ulusal Uyuşturucu
Eylem Planı (2013-2015) daha uzun vadeli bir plan olma özelliği taşıyan Ulusal Uyuşturucu Politika ve Strateji Belgesinin (2013-2018)
uygulanmasına yönelik faaliyetleri içermektedir. Söz konusu belgelerde “Arz Azaltımı”, “Talep Azaltımı”, “Uluslararası İşbirliği”, “Bilgi
Toplama-Araştırma-Değerlendirme” ve “Koordinasyon” şeklinde 5
temel başlık altında 5 temel amaç belirlenmiştir. TUBİM tarafından
hazırlanmış olan bu belgelerde yer alan ve Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığını ilgilendiren amaç, hedefler ve faaliyetler Talep Azaltımı
başlığı altında yer almaktadır. Söz konusu amaç ve bu amacın hedefleri ve faaliyetleri şu şekildedir:
Faaliyet 8.5: Birinci basamakta görevli olan tüm hekimlere uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı, önleme,
tanıma ve tedavi konularında eğitimler verilmesi (Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri
Genel Müdürlüğü ve Aile ve Toplum Hizmetleri Genel
Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır)
Talep Azaltımında amaç “Uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı ile mücadele kapsamında, risk ihtiyaç-uygunluk analizini doğru yaparak,
toplumun her kesimine uygun bilgilendirme, eğitim ve rehberlik
hizmetlerinin verilmesini ve farkındalığın arttırılmasını; uyuşturucu
bağımlılığının tedavi ve rehabilitasyon sürecinin etkin olarak uygulanmasını ve geliştirilmesini; bu suretle uyuşturucu kullanımı, bağımlılığı ve uyuşturucu ile ilgili sağlık ve sosyal risklerde ölçülebilir
bir azalmayı sağlamak” şeklinde belirlenmiştir. Bu amaca bağlı hedefler ve ilgili faaliyetler aşağıdaki şekildedir:
Faaliyet 8.7: 7/24 esasına göre çalışacak ve uzmanların hizmet vereceği ücretsiz bir bilgi/danışma hattının
kurulması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile
ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır)
Hedef 9: Genel ve genç nüfusta uyuşturucu kullanım yaygınlığı araştırmaları yapmak
Faaliyet 9.1: Genel ve genç nüfusta uyuşturucu kullanım yaygınlığı ve uyuşturucu bağımlılarının sosyal
ihtiyaçlarını tespit etmeye yönelik araştırmalar yapılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve
Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar
arasındadır. Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından “Türkiye’de 14-19 Yaş Eğitime Devam
Eden Öğrencilerde Bağımlılık Araştırması Çalışmaları”
2013 yılında başlatılmış olup, 2015 yılında alan araştırmasının yapılması planlanmaktadır.)
Hedef 8: Uyuşturucu kullanımını önleyici faaliyetleri, toplumun farklı kesimlerini içerecek şekilde
yaygınlaştırmak, bu faaliyetlerin içerik ve uygulanmasında etkinlik ve verimliliği arttırmak.
Hedef 10: Ebeveynlerin bilgilerinin arttırılması amacıyla, aile eğitimi ve rehberliği
uygulamalarını ülke genelinde yaygınlaştırmak
Faaliyet 8.3: Uyuşturucu maddelerin zararları ve korunma yöntemleri ile ilgili olarak okullarda rehber öğretmenler tarafından uygulanmak üzere rehberlik programının hazırlanması (Aile ve Sosyal
Faaliyet 10.3: Aile Eğitim Programı’na, uyuşturucu
bağımlılığıyla ilgili ergen, yetişkin ve aile profillerinden
oluşan yeni bir eğitim modülünün eklenmesi (Aile ve
59
dosya / madde bağımlılığı
Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve
Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır. Aile ve Toplum
Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından
“Madde Kullanımın Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma” adlı eğitim kitabı
hazırlanarak Aile Eğitimi Programına dâhil
edilmiştir.)
Hedef 13: Sokakta yaşayan ve/
veya çalıştırılan çocuklara yönelik alınacak tedbirleri arttırmak
Faaliyet 13.1: Sokakta yaşayan ve/veya
çalıştırılan çocuklara güvenli ve destekleyici bir ortam sağlanması, bu çocukların
sağlık ve sosyal hizmetlerden yararlanma
imkânlarının, yaşam kalitelerinin ve mesleki becerilerinin arttırılması ve kendilerine
eğitim ve danışmanlık hizmetleri verilmesine yönelik çalışmalar yapılması (Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk
Hizmetleri Genel Müdürlüğü sorumlu kurumdur)
Faaliyet 13.2: “Koruma Bakım ve Rehabilitasyon”, “Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon” ve “Çocuk ve Gençlik” Merkezlerinin sayılarının arttırılarak ülke çapında
yaygınlaştırılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Hedef 17: Ülkemizdeki uyuşturucu bağımlılığı tedavisinin
daha etkin bir hale getirilmesi
ve uygulamada karşılaşılan bazı
sorunların giderilmesi için, gerekli mevzuat değişikliklerini ve
idari düzenlemeleri yapmak
Faaliyet 17.5: 18 yaş altı uyuşturucu bağımlısı çocukların tedavilerinin zorunlu
hale getirilmesi, 18 yaş üstü bağımlıların
ise tedavi aşamalarının ne kadarının zorunlu olması gerektiği konularının bilim
insanları ve ilgili uzmanlar arasında tartışılacağı çalışma toplantıları düzenlenmesi, bu toplantılarda alınacak kararlara
göre gerekli çalışmaların yapılması(Aile ve
60
Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk
Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Hedef 19: Rehabilitasyon ve
sosyal bütünleşme programları
oluşturmak ve uygulamak
Faaliyet 19.1: Uyuşturucu madde bağımlılarının tıbbi tedavisi sonrasında
rehabilitasyonu ve topluma yeniden kazandırılması amacıyla, rehabilitasyon hizmetlerinin/programlarının uygulanması
(Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından
Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Faaliyet 19.2: Uyuşturucu bağımlılarının,
tedavi sonrası topluma kazandırılması
amacı ile İŞKUR tarafından Aktif İşgücü
Hizmetlerinden yararlandırılması (Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve
Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Hedef 20: Uyuşturucu madde
kullanma nedeniyle denetimli
serbestlik altına alınan yükümlülere yönelik, topluma yeniden
kazandırma hizmetleri geliştirmek
Faaliyet 20.1: Denetimli serbestlik altında
bulunan uyuşturucu bağımlısı yükümlülere yönelik müdahale programlarının oluşturulması ve uygulanması (Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum
Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Faaliyet 20.2: Yükümlülerin boş zamanlarının yapılandırılmasına ve bağımlılıklarını
azaltıcı faaliyetlerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılması (Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum
Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Hedef 21: Uyuşturucu kullanma
nedeniyle denetimli serbestlik
altına alınan yükümlülerle çalışan personele gerekli eğitimleri
vermek
Faaliyet 21.1: Denetimli serbestlik personeline yönelik; eğitici kitaplarının oluşturulması, mesleki bilgi ve becerilerini
arttırmaya yönelik eğitimlerin ve eğitici
eğitimlerinin verilmesi (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum
Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Hedef 22: Ceza infaz kurumlarında “risk-ihtiyaç-uygunluk”
modeli kapsamında uyuşturucu
bağımlısı hükümlülere yönelik
programlar geliştirmek ve yaygınlaştırmak
Faaliyet 22.1: Ceza infaz kurumlarında
yürütülen psiko-sosyal faaliyetler kapsamında uyuşturucu bağımlısı hükümlülerin ihtiyaçlarına uygun ve alternatif
psiko-sosyal yardım programlarının geliştirilerek pilot uygulamalar yapılmasının
sağlanması (Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri
Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.)
Faaliyet 22.3: Uyuşturucu bağımlısı hükümlülere yönelik grup çalışmasını içeren
Sigara Alkol ve Madde Bağımlılığı (SAMBA) Müdahale Programının yaygınlaştırılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel
Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır)
Her ne kadar uyuşturucuyla mücadele
konusunda kapsamlı bir strateji belgesi ve eylem planı ortaya konulmuş olsa
da ülkemizde özellikle gençlerin arasında “bonzai” diye tabir edilen sentetik
uyuşturucuların yaygınlaşması, kullanım
yaşının düşmesi ve bu uyuşturucularla
mücadelenin daha zor özellikler göstermesi üzerine uyuşturucuyla mücadele
konusunda Bakanlar Kurulu nezdinde
ve acil önlemler alınması zorunlu duruma
gelmiştir.
MADDE BAĞIMLILIĞINDA
GÜNCEL VE ÖNEMLİ SORUN:
SENTETİK UYUŞTURUCULAR
Sentetik Kannabinoid (Bonzai)
Sokak dilinde bonzai olarak bilinen ve
bitkisel görünüm kazandırmak amacıyla
çeşitli bitki kırıntılarına emdirilen diğer adı
JWH-18 grubu sentetik kannabinoidler,
esrar gibi yeşil renkli kırıntılardan oluşmaktadır. Sıvı halinde üretilen bu sentetik
madde kurutulmuş bazı bitkilerin üzerine
sprey şeklinde sıkıldıktan sonra pazarlanmakta ve yakılarak dumanı inhalasyon
yoluyla kullanılmaktadır. Ecstacy, Captagon ve Metamfetamin gibi “sentetik
uyuşturucular” arasında yer alan Bonzai
(bir çeşit sentetik kannabinoid) 2011 yılında 2313 sayılı Uyuşturucu Maddelerin
Murakabesi Hakkındaki Kanun kapsamına alınmıştır (TUBİM-Türkiye Uyuşturucu
Raporu 2012; 2013). Türkiye’de “Bonzai” ya da “Jamaika” olarak adlandırılan
sentetik kannabinoid içeren maddeler
genel olarak, Avrupa’da “Spice”, ABD’de
“K2” olarak adlandırılmaktadır.
Moda uyuşturucular olarak bilinen bonzai gibi sentetik maddelerin üretilmesi,
genelde var olan etken maddenin özel
muameleler ve kimyasal yöntemlerle
moleküler anlamda değişiklik yapılması
neticesinde birtakım ara maddelerin de
katılmasıyla yapılmaktadır. Bonzai gibi
sentetik kannabinoidlerin popüler olmalarının nedenleri, marihuana benzeri
etkilerinin olduğunun bilinmesi, kolay
ulaşılabilmeleri ve rutin toksikolojik tarama yöntemleriyle kullanımının gösterilememesidir. Sentetik kannabinoid (bonzai
vb.) içicilerinde ileri derecede paranoya,
halüsinasyon, ajitasyon, gerginlik, yüksek
kan basıncı ve ölüm deneyimleri gözlemlenmiştir.
Bonzainin veya diğer adlarıyla The Dream (rüya) ve Bombay Blue (Bombay
Mavisi) maddesini temin etme yöntemlerinden biri de yerli ve yabancı internet
siteleridir. Çünkü bonzai internet sitelerinde tütsü tozu veya gübre olarak geçebilmektedir ve internet siteleri de bitkisel
ürün gibi pazarlanmaktadır. Bonzai gibi
sentetik kannabionidlerin internette ve
“head shop” denilen dükkanlarda satılmaya başlanması ve bitkisel tütsü olarak
sunulması ile birlikte, bu bitkisel karışımların içilmesiyle ortaya çıkan “kafa yapıcı”
etki internette, özellikle de madde forumlarında tartışılmaya başlanmış, bu durum
da bu maddenin popülerliğine büyük bir
ivme kazandırmıştır.
Türkiye’de uyuşturucu madde kapsamına dahil olan bonzai ilk olarak 2010
yılında yakalanmıştır. Bonzai, ülkemize
çoğunlukla Avrupa, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti ve Çin’den getirilmektedir.
Bonzai ülkemizde son birkaç yıldır bulunmasına rağmen kullanımı hızla yaygınlaşmıştır. Literatürde yeni nesil uyuşturucular içerisinde yerini alan JHW kodları ile
anılan ve bonzaiyi de içeren maddelerin
ilk olarak 2008-2009 yıllarında Avrupa’da
suiistimal edilmeye başlandığı tahmin
edilmektedir. Literatüre göre steroid olmayan analjezik ilaç geliştirme amacıyla
sentezlenen bu maddelerin, bu etkilerinin
yanı sıra ve hatta daha fazla olarak halüsinojen etkiye sahip oldukları görülmüştür (Adli Tıp Kurumu-Yeni Nesil Psiko-Aktif Maddeler Sempozyumu, 2013).
Bonzai’nin kullanımı ilk kez Almanya ve
İspanya, daha sonra da Rusya ile Avustralya gibi ülkelerde saptanmıştır. Ortaya
çıkması polis operasyonları ve bağımlılık
tedavisi almak isteyen kişilerin beyanlarıyla gerçekleşmiştir. 2003 yılında Almanya’da, paketlerin üzerindeki etiketin içerik
kısmında yer alan maddelerin dışında
birçok kimyasal madde ihtiva ettiği saptanmıştır. JHW-018 (bonzai) ve HU-210
maddeleri 2008 yılında saptanan maddedelerdir ve 22 Ocak 2009’da bu maddeler Almanya’da yasaklanmıştır.
Türkiye’de ise 2012 yılında 3.401 sentetik kannabinoid (bonzai vb.) olayı gerçekleşmiştir ve bu olaylarda 4.784 şüpheli
yakalanmıştır. 2012 yılındaki olay sayısı
2011 yılına göre 19 kat artmıştır; şüpheli sayısında ise yaklaşık 57 kat artış
gerçekleşmiştir. Hem olay sayısı hem de
şüpheli sayısındaki bu artış bu maddenin
ülkemizde yaygınlaştığını göstermektedir (TUBİM-Türkiye Uyuşturucu Raporu
2013).
Moda uyuşturucular olarak
bilinen bonzai gibi sentetik
maddelerin üretilmesi,
genelde var olan etken
maddenin özel muameleler
ve kimyasal yöntemlerle
moleküler anlamda
değişiklik yapılması
neticesinde birtakım ara
maddelerin katılmasıyla
yapılmaktadır.
Sentetik Kannabinoidlerle
(bonzai vb.) Mücadelede
Karşı Karşıya Kalınan Temel
Sorunlar
Sentetik kannaboidler denilen sentetik
uyuşturucu türü son yıllarda ülkemizde
de kolay temin edilebilirliği, yaygınlaşması ve insan metabolizmasına büyük zararlar vermesi nedeniyle oldukça önemli
bir sorun haline gelmiş ve acil önlemler
alınması zorunluluğunu da beraberinde
getirmiştir. Bu uyuşturucu türüyle mücadeleye dair önemli sorunlar aşağıdaki
şekilde sıralanabilir:
• Sentetik kannbinoiderin sorun teşkil
eden en önemli özelliği sürekli değişen
bileşimleridir: uyuşturucu tacirleri bir
maddenin yasa kapsamına alınmasını takiben aynı gruptan ve benzeri etki gösteren ve henüz yasa kapsamında olmayan
başka maddeleri pazara sürmektedirler.
Yani, yasal kısıtlamaların bir adım ötesinde olmak için maddelerde kimyasal değişiklikler yapılmaya devam etmektedir.
• Pazarlaması internet ve kargodan kolaylıkla yapılabilmektedir.
• Satışı yapılırken üzerlerinde “İnsanların
tüketimi için değildir”, “tütsü” veya “sadece aromaterapi kullanımı için” gibi aldatıcı
etiketlemeler vardır.
• Yasa kapsamına alınabilmesi için Bakanlar Kurulu kararı gerekmektedir.
61
dosya / madde bağımlılığı
• Ülkemiz uyuşturucu pazarında sentetik kannabinoid (bonzai vb.) etkili bir çok
yeni madde için izlenen süreç maalesef
aylar hatta yıllar almaktadır.
• Laboratuvar tetkiklerde saptansa dahi
yasa dışı bir durum olarak kabul edilememektedir.
I. UYUŞTURUCU İLE
MÜCADELE ŞURASI
(28-29 KASIM 2014)
Sentetik uyuşturucuların giderek yaygınlaşması ve madde bağımlılığı yaşının
Türkiye’de gittikçe düşmesi Bakanlar Kurulunu bu konuda acil önlemler almaya
itmiştir. Acilen alınacak önlemler üzerine
hızlı bir planlama yapmak üzere başta
Sağlık Bakanlığı olmak üzere ilgili Bakanlıkların koordinasyonunda I. Uyuşturucu
ile Mücadele Şurası 28-29 Kasım 2014
tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Şura Ankara ATO Congressium’da,
Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun katılımı ile başlamıştır. Şuranın ilk
gününe Uyuşturucu ile Mücadele Yüksek
Kurulu Başkanı Başbakan Yardımcımız
Sayın Bülent Arınç; Sağlık, Aile, Çalışma
Ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Sn.
Necdet Ünüvar ve Uyuşturucuyla Mücadele Acil Eylem Planı çalışmalarında
görev alan Bakanlıkları temsilen Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanımız Sayın Ayşenur İslam, Sağlık Bakanı Sayın Mehmet
Müezzinoğlu, İçişleri Bakanı Sayın Efkan
Ala, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Sayın Faruk Çelik, Gümrük ve Ticaret
Bakanı Sayın Nurettin Canikli, Gençlik
ve Spor Bakanı Sayın Akif Çağatay Kılıç
katılmıştır.
İki gün süren Şurada 15 ayrı oturum başlığı yer almıştır ve söz konusu oturumlara
Türkiye’nin farklı illerinde faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşlarından, sivil
toplum kuruluşlarından, üniversitelerden
ve yerel yönetimlerden yaklaşık olarak
600’ü aşkın temsilci katılım sağlamıştır.
Söz konusu 15 oturumun başlıkları ve bu
oturumlarda tartışılmış olan konular aşağıdaki şekildedir:
62
I. Uyuşturucuyla
Mücadele Şurasında
uzmanların ve kamu
kurum ve kuruluşlarının
temsilcilerinin fikirleri
doğrultusunda alınacak
çok sayıda önlemler ve
c. Gümrük Kapıları dışındaki sınırlarda
güvenlik boyutu
- Gümrük kapısı dışındaki sınırlarımız ve
uyuşturucu kaçakçılığı
- Yasadışı uyuşturucu ticareti çerçevesinde ülkemizin risk haritası, uyuşturucu
güzergahları ve alınacak önlemler
- Sınır aşan suçlarda ulusal ve uluslararası işbirliği mekanizmaları (veri ve istihbarat paylaşımı dahil)
yürütülecek politika
Oturum 3: Taleple Mücadelede, Topluma ve Bireye Yönelik Eğitim
seçenekleri ortaya
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
konulmuştur.
Oturum 1: Arz ile Mücadelede Genel
Güvenlik
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Uyuşturucu suçlarında soruşturma
boyutu
c. Narkotim pilot uygulaması
d. Narkoterör uygulaması
e. Sokak satıcıları ile mücadele
f. Yasa dışı kenevir ekimi ile mücadele
g. İstihbarat ve veri paylaşımı konusunda
işbirliğinin geliştirilmesi
Oturum 2: Arz ile Mücadelede Sınır
Güvenliği
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Gümrük kapılarında güvenlik boyutu
- Sınır güvenliğinde modern teknolojinin
kullanımı, güvenlik sistemleri
- Sınır kapılarında önleyici tedbirler, teknoloji dışında sınır güvenliğinin temel unsurları (insan kaynakları, eğitim işbirliği,
fiziksel alt yapı vb.)
- Sınır kapılarımızda tüm kurumlarca yapılan kontroller ve işlem süreçleri
- Ülkemizin hava, kara ve deniz sınırları
bazında bölgesel kaçakçılık değerlendirmeleri
b. Eğitim verilecek hedef kitleler (Öğrenciler, aileler, öğretmenler, Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığından ilgili birimler,
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, Gençlik Merkezleri, Gençlik Kampları, Narkotim Paydaşları, Belediyeler,
STK’lar), eğitim materyalleri, eğitim yöntemleri, eğitimi verecek kurumların belirlenmesi ve eğitim sonuçlarının amaca
katkısının ölçülmesi yöntem ve önerileri
c. Eğiticilerin kriterlerinin belirlenmesi,
yetkinliklerine göre seçilmesi, gerekiyor
ise eğitici eğitimi verilmesi ve eğitim sürecinin izleme değerlendirmesinin yapılması üzerine yapılacak tartışmalar
d. Uyuşturucu ile mücadelede görev alacak meslek gruplarının (Örneğin; psikolog, psikiyatri uzmanı, sosyal çalışmacı,
PDR danışmanı, İŞKUR iş ve meslek
danışmanları, pratisyen hekim, denetimli
serbestlik görevlileri, narkotimler vb.) alması gereken eğitimler ve standartlarının
tartışılması
Oturum 4: Taleple Mücadelede Tedavi
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Tedavi basamaklarının ve algoritmalarının belirlenmesi (Birinci, ikinci, üçüncü
basamak kamu ve özel tanı-tedavi merkezleri)
c. Uyuşturucu bağımlılığı tanı ve tedavisinde kullanılan yöntemler (ilaçla tedavi,
psiko-sosyal destek tedavileri, inanç temelli tedavi modelleri, vs.)
Oturum 7: Uyuşturucu ile Mücadele
İletişimi
Oturum 8: Koordinasyon, İzleme ve
Değerlendirme
d. AMATEM/ÇEMATEM birimleri ile kadına yönelik; tıbbi rehabilitasyonun mevcut
yapısını da içerecek şekilde organizasyon önerilerinin tartışılması
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Yaş gruplarına yönelik verilecek eğitimlerin ve bunlarla kurulacak iletişim
yöntem, içerik ve stratejilerinin tartışılması
b. Merkezi ve Yerel düzeyde yürütülecek
uyuşturucu ile mücadele çalışmalarının
koordinasyonunu sağlayacak yapı ve algoritmalar
e. Madde Bağımlılığı Danışmanlığı Meslek Standardı (Eğitim, meslek grubu vs.)
f. Rehabilitasyon süreci ile bağlantısının
tartışılması
g. Tanı ve doğrulama laboratuvarları
h. Geri ödeme modellerinin tartışılması
(ÇSGB çıkarılmasını öneriyor.)
i. Tedavi hizmetlerinde sporun rolü
Oturum 5: Taleple Mücadelede Sosyal
Rehabilitasyon
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Kamu ve özelde, Yerel Yönetimler ve
STK’larda sosyal rehabilitasyon mekanizması ve algoritmalarının belirlenmesi
(Uzun süreli yataklı rehabilitasyon programları, yarı yol evleri, iş ve meslek danışmanlığı, mesleki eğitim, iş başı eğitimi,
girişimcilik eğitimleri, işe yerleştirme, manevi destek hizmetleri vb.)
c. Medyanın Rolünün tartışılması
d. Kriz Yönetiminin tartışılması
e. İdari-Hukuki Düzenlemelerin Medya
Mecralarında Görünürlük Sağlanmasına
yönelik faaliyetlerin tartışılması
f. Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Medya Kampanyası Tasarımı: Geleneksel ve
Yeni Medya Öğeleri(Yöntem, konu, dönemlerinin belirlenmesi)
g. Topluma rol model olmuş kişilerin farkındalık oluşturmadaki görev ve sorumlulukları (Siyasetçiler, sporcular, sanatçılar,
iş adamları, toplumu yönlendirebilecek
meslek grubu mensupları gibi)
c. İzleme ve değerlendirmeden sorumlu
yapının belirlenerek çalışma usul ve esaslarının oluşturulması
d. Uyuşturucu ile mücadele eylem planı
izleme göstergelerinin belirlenmesi
e. Mevcut durumu tespit etmeye yönelik
araştırmaları (Gençlere, erişkinlere, özellikli meslek gruplarına vs.) yapacak mekanizmaların ve işbirliklerinin belirlenerek,
standardize edilmiş saha araştırmalarının
yapılma periyotlarının belirlenmesi
c. Rehabilitasyon sürecinde ve sonrasında kişilerin topluma kazandırılması ve
takibi
d. Tedavi süreci ile bağlantısının tartışılması
e. Tedavi programına dahil olmuş bağımlı
kişilerin ailelerine yönelik eğitim programları
f. Rehabilitasyonda sporun rolü
Oturum 6: Uyuşturucuya Karşı Gençlik ve Spor, Politika ve Uygulamaları
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Uyuşturucu ile mücadelede gençlik ve
spor politikaları
c. Uyuşturucu ile mücadelede gençlik ve
spor faaliyetleri
d. Gençlik ve spor alanında uyuşturucu
ile mücadele uygulama modelleri
63
dosya / madde bağımlılığı
Oturum 9: Uyuşturucu Karar Destek
Sistemi
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Arz ve Taleple Mücadele Boyutu dikkate alınarak, Uyuşturucu Karar Destek’e
dâhil olacak kurumlar, erişim yetkileri ve
veri güvenliği, bu kapsamda toplanacak
verilerin belirlenmesi
c. Kişisel verilerin korunma sınırlarının ve
yöntemlerin tartışılması
d. TÜİK’in rolünün belirlenmesi
b. Bilimsel danışma kurullarının görev,
yetki, çalışma konuları ve sorumluluklarının tartışılması
Oturum 13: Uyuşturucu İle Mücadelenin Finansal Boyutu
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Uyuşturucudan elde edilen Gelirlerinin
Aklanması
c. Uyuşturucudan Elde Edilen Gelir Boyutu
- Aklama Fiilini İşleyen Suçlu Profili
Oturum 10: Uyuşturucu Erken Uyarı
Sistemi
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Erken uyarı dünya örneklerinin tartışılması
c. Yeni nesil psiko-aktif maddelerin tespitine yönelik jenerik sınıflandırma yönteminin tartışılması
d. Mevcut Erken Uyarı Sisteminin geliştirilmesine yönelik önerilerin ve yeni dahil
edilecek kurumların tartışılması
- Ulusal ve Uluslararası Boyut
- Elde edilen gelirin müsaderesi, Uyuşturucudan elde edilen gelirlerin aklanması
ile mücadeleye ilişkin yasal altyapı ve ihtiyaçlar
d. Uyuşturucu ile Mücadelede İhtiyaç
Duyulan Finansal Kaynaklar, Uyuşturucu
İle Mücadele Kullanılacak Kaynakların
Geliştirilmesi ve bu kapsamda müsadereden elde edilen gelirin kullanımının tartışılması
e. Okullarda ve çalışma hayatında madde kullanıcısı ve risk altındaki kişilerin
erken tanısı ve yapılacak müdahalelerin
tartışılması
e. Arz ve Taleple Mücadele Eden Paydaşların Ödüllendirilmesi Mekanizması
Oturum 11: Uyuşturucu İle Mücadele
Danışma ve Destek Hattı
b. Denetimli Serbestlik Mevzuatının gözden geçirilmesi
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
c. Denetimli Serbestlik Uygulamasında
Mevcut Durumun Tartışılması
b. Dünya örneklerinin tartışılması (ABD,
İngiltere vs.)
d. Denetimli serbestlik yurdışı uygulamalarının tartışılması
c. Uyuşturucu İle Mücadele Danışma ve
Destek Hattının; işleyişi, fonksiyonları ve
yapılanması hakkında yapılacak tartışmalar
d. Zaman kalması durumunda çalıştay
ekibince önerilen konular
Oturum 12: Bilimsel Danışma Kurullarının Oluşturulması
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
64
Oturum 14: Denetimli Serbestlik
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
e. Denetimli Serbestlik Uygulamasının
Geliştirilmesi
f. Kullanıcı ve satıcılara yönelik yeni soruşturma, yargılama ve cezalandırma
(açık cezaevi, doğrudan tedavi, yüksek
güvenlikli tedavi merkezleri, vb.) modellerinin tartışılması
g. Rehabilitasyon sonrası diğer kurumların desteğinin sağlanması
h. Tedavi aşamasına ilişkin uygulamaların
tartışılması
i. Zorunlu tedavi müessesesinin tartışılması
Oturum 15: Uyuşturucu İle Mücadelede Yerel Yönetimler ve STK’ların Rolü
Çalıştayı
a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan
önerilerin tartışılması
b. Yerel yönetimlerin bağımlılıkla mücadelede üstelenecekleri rollerin tartışılması
c. STK’ların bağımlılıkla mücadelede üstlenecekleri rollerin tartışılması
d. Vatandaşların üstleneceği rollerin tartışılması
Yukarıdaki oturum konuları çerçevesinde gerçekleştirilen I. Uyuşturucuyla Mücadele Şurasında uzmanların ve kamu
kurum ve kuruluşlarının temsilcilerinin fikirleri doğrultusunda alınacak çok sayıda
önlem ve yürütülecek politika seçeneği
ortaya konulmuştur. Bu fikirler doğrultusunda kurumlar tarafından yürütülecek
faaliyetler ve sorumluluk alanları belirlenmektedir.
ÇOCUK DİLENCİLİĞİ VE
AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ İHLAL
Serpil PENEZ ŞAHİN
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Hukuk Müşaviri
Unutulmamalıdır ki özellikle
dilencilik gibi kolay yoldan
para kazanmayı seçen
çocuklara para vermek ya da
onların sattığı çeşitli ürünleri
satın almak onlara yarar
değil aksine büyük zarar
vermektedir.
Çağımızda her şey değişime uğruyor, gelişimin getirdiği avantajlardan yararlanırken
ne yazık ki bir takım zorlukları da beraberinde yaşıyoruz. Ruh ve beden sağlığımızı
etkileyen stres ve insan ilişkilerinin bozulması baş edilmesi gereken en önemli zorluklardandır. İnsanın yaşadıklarının farkında olması, bir çıkışın olduğunu, yalnız olmadıklarını bilmesi ve hayatı bütün sıkıntılarına rağmen güzelleştirebileceklerini, daha
huzurlu ve kaygıdan uzak bir yaşam, hayatın en önemli gayelerinden biri olduğu
görülmektedir. Bakanlığımız tam bu noktada aldığı sorumluluğun bilincinde olarak
hayata ve zorluklara kolaylık katmaya, bu konuda eksik olan yasal düzenlemeleri
tamamlamaya ve insan onuruna yakışır daha yaşanılır bir dünya ve ülke oluşturmayı
hedeflemektedir.
Çocuk; cennet nimetlerinden… Cennet kokularından, gönlün meyvesi, ferahlık ve
sevinç sarayına giriş anahtarı…
Bu tanımlamalardan sonra; ülkemizin de
içinde bulunduğu birçok ülkenin altına
imza attığı ‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’
gereğince çocukların çocukluklarını yaşamalarına engel oluşturabilecek her şey
suç unsuru taşımaktadır. Kültürel yapımız gereği çocuklar hassas noktamızdır
ve bizde çok özel bir yerleri vardır. Böyle
olunca da çocuk dilencileri gördüğümüzde içimiz yanıyor ve yetişkin dilencilere
nazaran onlara daha çok yardımcı olmaya çalışıyoruz.
65
çocuk dilenciliği
Çocukların her türlü çocukluklarını yaşama dışında çeşitli zorlamalara (dilencilik,
çalıştırılma, taciz vb.) maruz kalması hem
hukuki açıdan suç hem de dini ve insani
açıdan uygun değildir. Özellikle aileler ve
toplum bu konuda bilinçlendirilmelidir.
Çocuklara dilencilik
yaptırılması suç teşkil
eden bir olay olup
bunun aileler tarafından
yaptırılıyor olması
durumun vahametini
artırmaktadır.
kişilik yapısı geliştirdiklerini, içine girdikleri beklenti ile toplum onlara bu yardımı
yapmak zorunda olduğu duygusunu ve
kendilerine para vermeyen ya da sattığı
mendili almayanlara karşı saldırgan tavır
sergileyebileceklerini, sürekli acındırma
duygusu, birilerine bağımlı olma duygusunun da çocuklar üzerinde olumsuz
etki yaratacağını, ekonomik durumu
iyi olanlara karşı da kızgınlık ve öfke
duyguları yaşayabileceklerini, kolay
yoldan emek vermeden isteklerini elde etme eğilimi hazırcılığa
alıştıracağından bu çocukların
hayatlarına hedef koymada
zorlanacaklarını ve hedeflerine ulaşmada emek vermeden
kolay yoldan hakları olmayan
şeyleri bile elde etme hakkını
kendilerinde göreceklerini” belirtir
ifadeler kullanmaktadırlar.
Dilenen Çocuklar Nasıl
Rehabilite Edilmeli?
Küçük yaşta dilendirilen çocukların psikolojilerinde yaşanan bozulmaları değerlendiren psikologlar, “Kolay yoldan istediklerini elde etme eğilimi gösteren bir
66
Dilenen çocukların
insanlar gibi devam
pılması gerekenler;
şanan eksiklikler ve
hayatlarına normal
edebilmesi için yaErken yaşlarda yatravmalar çocukla-
rın ileriki yaşantılarına büyük ölçüde etki
edeceğinden mutlaka rehabilite edilmeli
ve psikolojik destek verilmelidir. Ayrıca
ailelerin eğitilmesi çok önemlidir. Çocukların çocuk gibi yaşamalarının önemi
konusunda ailelerin bilgilendirilmesi ve
çocukluklarını yaşamalarının ruh sağlığı
açısından önemi mutlaka vurgulanmalıdır. Hukuki açıdan değerlendirdiğimizde,
gerekirse devletin aileden bu çocukları
alarak koruma altına alması ve ebeveynleri işledikleri suç sebebiyle cezalandırması da gerekmektedir.
Halkımızın kültürel alt yapısı gereği merhamet duygularının fazla oluşu ve yardımseverlik konularında hassas olmaları
kolay yoldan para kazanma yolu olan
dilenciliği teşvik etmektedir. Unutulmamalıdır ki özellikle dilencilik gibi kolay
yoldan para kazanmayı seçen çocuklara
para vermek ya da onların sattığı çeşitli ürünleri satın almak onlara yarar değil
aksine büyük zarar vermektedir. Eğer
halkımız bu konuda duyarlı davranırsa bu
tür durumlar büyük ölçüde engellenmiş
olacaktır. Kesinlikle dilencilere, özellikle
de küçük yaştaki çocuklara yapılacak
en büyük yardım onlara para
vermemek ve sattıkları ürünleri almamaktır. Ancak bu
sayede çocukları korumuş
oluruz. .Bilinmelidir ki; bu çocuklara yardım etmek onları
kolaya alıştırmaktan ve ömür
boyu yaşamlarını olumsuz etkilemekten başka bir işe yaramaz. Bunun bir gelir kapısı olmadığını anlayan ve çocukları
bu yolla kullananlar ancak bu
sayede vazgeçeceklerdir.
Çocukların bakımı ve eğitimleri önce ailelere ve bakımını
üstelenen kişilere ve devlete
aittir. Çocuk hakları sözleşmesinin 32.-36. ve 37. maddesine göre; devlet, çocuğun,
ekonomik sömürüye ve her
türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel,
ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına
karşı korunma önlemini almak
ve çocuğu her türlü sömürüye karşı korumaktır. Hiçbir çocuk işkence veya diğer zalimce, insanlık dışı veya
aşağılayıcı muamele ve cezaya tabi tutulamaz.
Çocuğun manevi ve
ruhsal açıdan normalin
dışında davranışlar
sergilemesi söz konusu
olduğunda özellikle
çocuğun toplumdan
kopmuş ve bu sebeple
kişiliği topluma uygun
gelişmiyorsa okuldan
kaçıyorsa arkadaşları ile
ilişki kuramıyorsa, suça
yatkınsa çocuğun manen
terk edildiği sonucuna
varılır.
na ortak oluyoruz demektir. Çünkü kişinin
davranışları, sonuçları itibariyle şekillenir.
Eğer sonucunda olumlu bir şey yaşanıyorsa o davranış tekrar edilir. Dolayısıyla biz dilenen kişiye para vererek onun
emek harcayarak para kazanmak yerine
dilenerek para kazanma davranışını pekiştirmiş oluyoruz. Bu sebeple bireylerin
bu konuda duyarlı olmaları ve dilencilere
kesinlikle para vermemeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki verdiğimiz paralar
yüzünden bu çocukların sokaklardaki
mahkûmiyetleri bir ömür devam edecek
ve böylesi olumsuz olaylar yaşanmaya
devam edecektir.
Çocuklara dilencilik yaptırılması suç
teşkil eden bir olay olup bunun aileler
tarafından yaptırılıyor olması da bu durumu meşrulaştırmayacağı gibi aksine
durumun vahametini artırmaktadır. Çünkü aile, kişinin çeşitli toplumsal kuralları
öğrendiği ve kişinin topluma uyumunun
sağlandığı sosyal bir kurumdur. Dolayısıyla dilencilik yaptırarak çocuklarına
olumsuz davranışlar aşılayan bu tarz aileler çok daha büyük bir suç işlemektedir.
Yasalar tek başına bu tür olumsuz olay- Dilenen Çocuk Gördüğümüzde
ların önlenmesinde yeterli olmamaktadır Hukuki Açıdan Ne Yapmalıyız?
Bu manada toplumda yaşayan bireylerin
bu konudaki duyarlılığı çok önemlidir.
I-Türk Ceza Kanunundaki Düzenleme
Eğer dilenciliğin kötü bir davranış olduğunu benimsiyor ve sonrasında dilenen 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Aile
bir kişiye para veriyorsak o kişinin suçu- hukukundan kaynaklanan yükümlülüğün
ihlali başlığı altında yer alan 233. maddesinde : “Aile hukukundan doğan bakım,
eğitim veya destek olma yükümlülüğünü
yerine getirmeyen kişi, şikayet üzerine,
bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. …Velayet hakları kaldırılmış olsa da,
itiyadi sarhoşluk, uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin kullanılması ya da onur
kırıcı tavır ve hareketlerin sonucu maddi
ve manevi özen noksanlığı nedeniyle çocuklarının ahlak, güvenlik ve sağlığını ağır
şekilde tehlikeye sokan ana veya baba,
üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.” hükmü yer almaktadır.
Aile, içinde yaşadığımız toplumun temelini oluşturması bakımından toplumsal
yaşamın önemli kurumlarından biridir.
Toplumun sağlıklı bir biçimde gelişebilmesi, ilişkilerin huzur, barış ve güvenlik
içinde yürütülebilmesi ancak aile kurumunun sağlam temellere oturtulması ile
mümkün olabilir. Nitekim 1982 Anayasa67
çocuk dilenciliği
sının Ailenin Korunması başlıklı 41’inci maddesindeki “Aile Türk
toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet,
ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak
için gereken tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” düzenlemesi ile ailenin
korunması bakımından devlete bir ödev öngörülmektedir.
TCK 233.madde hükmü gereğince her ilgili şikayette bulunabilecektir. Bu suç sebebiyle açılan dava esnasında dilencilik yaptırılırken görülen çocuk hakkında her ilgili velayetin kaldırılması
talebinde de bulunulabilir ve hakim re’sen de karar verebilir.
II-Çocuk Koruma Kanunundaki Düzenleme
Beden veya ruh bakımından kendini idare edemeyecek olan çocukları velisi tarafından dilencilik yaptırılırken yolda, cami önün-
68
de karşılaşan bir vatandaş bu durumu 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunun Kuruma başvuru başlıklı 6 ncı maddenin 1inci
fıkrası hükmü gereği adlî ve idarî mercilere, kolluk görevlilerine,
sağlık ve eğitim kuruluşlarına, sivil toplum kuruluşlarına, korunma ihtiyacı olan çocuğu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına
bildirmekle yükümlüdür. Çocuk ile çocuğun bakımından sorumlu kimseler çocuğun korunma altına alınması amacıyla Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığına başvurabilir.
Aynı Kanunun Koruyucu ve destekleyici tedbir kararı alınması
başlıklı 7nci maddesinin yedinci fıkrasında “Mahkeme, korunma
ihtiyacı olan çocuk hakkında, koruyucu ve destekleyici tedbir
kararının yanında 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medenî
Kanunu hükümlerine göre velayet, vesayet, kayyım, nafaka ve
kişisel ilişki kurulması hususlarında da karar vermeye yetkilidir.”
hükmü yer almaktadır.
III- Türk Medeni Kanunundaki Düzenleme
Velâyetin kaldırılması
çocuğun korunması amacına
yönelik olduğu için, ana ve
babanın kusurlu olmaları
şartı aranmamaktadır.
Önemli olan velâyetten doğan
yükümlülüklerin yeterli olarak
yerine getirilmemesi, yetkilerin
ve hakların gereği gibi, amacına
uygun kullanılmamasıdır. Kusur
ancak ana ve babanın çocuğun
mallarını kullanmaya devam edip
edemeyecekleri noktasında etkili
olmaktadır.
Çocuğun Korunması
Medeni Kanunumuzda hakim tarafından
“genel koruma önlemleri”, “çocuğun bir
ailenin yanına veya kuruma yerleştirme
önlemi” ve “velayetin kaldırılması” önlemleri alınır.
Çocuk Hakları Sözleşmesinin 19/I. maddesinde; taraf devletlerin, çocuğun, ana
ve babasının ya da onlardan yalnızca
birinin, vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında
iken, bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suiistimale, ihmal ya da ihmalkâr
muameleye, ırza geçme dahil her türlü
istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel
bütün önlemleri alacakları belirtilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 346.maddesine göre çocuğun menfaati ve gelişmesi
tehlikeye düştüğü takdirde, ana ve baba
duruma çare bulamaz veya buna güçleri yetmezse hakim, çocuğun korunması
için uygun önlemleri alır. Çocuğun yerleştirilmesi başlıklı 347.maddesine göre
Çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesi
tehlikede bulunur veya çocuk manen terk
edilmiş hâlde kalırsa hâkim, çocuğu ana
ve babadan alarak bir aile yanına veya
bir kuruma yerleştirebilir. Çocuğun aile
içinde kalması ailenin huzurunu onlardan
katlanmaları beklenemeyecek derecede
bozuyorsa ve durumun gereklerine göre
başka çare de kalmamışsa, ana ve baba
veya çocuğun istemi üzerine hâkim aynı
önlemleri alabilir.
Koruma önlemlerinin alınabilmesi herhangi bir ilgilinin başvurusu üzerine gerçekleşebileceği gibi, başvuru bulunmasa
dahi hakim gerektiğinde re’sen hareket
ederek gerekli önlemleri alabilir. Hakim
Tür medeni Kanunu’nun 4.maddesindeki: “ Kanunun takdir yetkisi tanıdığı veya
durumun gereklerini ya da haklı sebepleri
göz önünde tutmayı emrettiği konularda
hâkim, hukuka ve hakkaniyete göre karar verir.” Hüküm gereğince somut olayın
özelliklerini de göz önünde tutarak gerekli
önlemleri alabilecektir. Çocuğun menfaatinin ve gelişmesinin tehlikeye düşmesinde ana ve babanın kusuru aranmaz.
Kusurlu olması, alınacak tedbirin niteliğini
değiştirecektir. Çocuğun beslenme, sağlık, eğitim ihtiyaçlarının karşılanamaması,
gereksiz ve amaçsız şekilde cezalandırılması, çocuğa karşı küçük düşürücü şekilde davranma, çocuğu uygun olmayan
davranışlara zorlama gibi örnekler verilebilir.
Çocukların yerleştirilmesi; çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesinin tehlikede
bulunması süreklilik arz etmelidir. Çocuğun manen terk edilmiş olması ise çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesi açısından karşı karşıya bulunduğu tehlikeye
ana ve babanın müdahale etmemesini
ifade eder. Çocuğun manevi ve ruhsal
açıdan normalin dışında davranışlar sergilemesi söz konusu olduğunda özellikle
çocuğun toplumdan kopmuş ve bu sebeple kişiliği topluma uygun gelişmiyorsa
okuldan kaçıyorsa arkadaşları ile ilişki kuramıyorsa, suça yatkınsa çocuğun manen terk edildiği sonucuna varılır.
Türk Medeni Kanununun 347.maddesinin 2. Fıkrası uyarınca; diğer şartlar bulunmasa dahi çocuğun aile içinde kalması ailenin huzurunu onlardan katlanmaları
beklenemeyecek derecede bozuyorsa
ve durumun gereklerine göre başka çare
de kalmamışsa, ana ve baba veya çocuğun istemi üzerine hâkim bir aile yanına
veya bir kuruma yerleştirilmesine karar
verir.
Velâyet; küçüklerin, bazı durumlarda
da ergin kısıtlı çocukların kişiliklerinin ve
mallarının korumasıyla, onların temsili
konusunda ana babanın sahip oldukları
hak ve yükümlülüklerin tümünü ifade etmektedir.
Velâyetin kaldırılması çocuğun korunması amacına yönelik olduğu için, ana ve
babanın kusurlu olmaları şartı aranmamaktadır. Önemli olan velâyetten doğan
yükümlülüklerin yeterli olarak yerine getirilmemesi, yetkilerin ve hakların gereği
69
çocuk dilenciliği
gibi, amacına uygun kullanılmamasıdır.
Kusur ancak ana ve babanın çocuğun
mallarını kullanmaya devam edip edemeyecekleri noktasında etkili olmaktadır
(MK.m.354).
1-Velâyet Görevinin Gereği Gibi Yerine
Getirilememesi
Velayetin Kaldırılmasının
Şartları
Velâyetin kaldırılması Türk Medeni Kanununun 348.maddesinde düzenlenmiş
olup buna göre; “ Çocuğun korunmasına
ilişkin diğer önlemlerden sonuç alınamaz
ya da bu önlemlerin yetersiz olacağı önceden anlaşılırsa, hâkim aşağıdaki hâllerde velâyetin kaldırılmasına karar verir:
1. Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, başka bir yerde bulunması veya benzeri sebeplerden biriyle velayet görevini
gereği gibi yerine getirememesi.
2. Ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi
göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması.
Velâyet ana ve babanın her ikisinden kaldırılırsa çocuğa bir vasi atanır.
Kararda aksi belirtilmedikçe, velâyetin
kaldırılması mevcut ve doğacak bütün
çocukları kapsar.” hükmü yer alır.
70
Velâyetin ana ve babadan alınması çok
ağır bir önlem olduğu için, kaldırılması
koşulları sınırlı olarak sayılmıştır. Birinci
grupta ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, özürlü olması ve başka bir
yerde bulunması gibi nedenlerle velâyet
görevinin gereği gibi yerine getirilememesi halleri belirtildikten sonra, ikinci grupta ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi
göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması hali
düzenlenmiştir. Belirtilen bu koşullardan
başka bir sebeple velâyet hakkı ana ve
babadan alınamayacaktır. Asıl olan çocuğun korunması ve çocuğun yüksek
yararıdır.
Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı,
özürlü olması veya başka yerde bulunmasıdır. Ancak ana ve babanın velâyet
görevini gereği gibi yerine getirememesi
halleri, bu sayılanlarla sınırlı tutulmamıştır. Medeni Kanunun 348/I. maddesindeki “veya benzeri sebeplerden biriyle”
şeklindeki düzenleme, sayılanların sınırlı
olmadığını göstermektedir. Bu bentte
belirtilen sebeplerin ortak özelliği; velâyet
görevinin gereği gibi yerine getirilmesini
engelleyen ve belli bir süreklilik arz eden
sebepler olmalarıdır.
2- Ana ve Babanın Çocuğa Yeterli İlgi
Göstermemesi
Medeni Kanunun 348. maddesinin 1. fıkrasının 2. bendinde, ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona
karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması halinde velâyetin kaldırılacağı
belirtilmektedir. Ana ve babanın çocuğa
yeterli ilgiyi göstermemesi, onların ihmalî davrandıkları anlamına gelmektedir.
İhmalî hareket ise ana ve babanın velâyetten doğan yükümlüklerini gereği gibi
yapmamalarıdır. Yeterli ilgi göstermemenin bir sonraki aşaması, velâyet görevinin
ağır biçimde savsaklanmasıdır.
3- Ana Ve Babanın Çocuğa Karşı Yükümlülüklerini Ağır Biçimde
Savsaklaması
Savsaklama hallerine şu örnekler verilebilir. Tehlikeli bir hastalığa
yakalanmış olan çocuğa tedavi imkanının sağlanmaması, babanın,
çocuklarının eğitimini olumsuz etkilemeye sebep olacak derecede
sık sık yerleşim yeri değiştirmesi, ev haricinde yaşayan çocuğun
sık sık kendi başına yer değiştirmesine ses çıkartılmaması, çocuğun bakım için verildiği yerin sürekli değiştirilmesi, çocuğun gelişimini etkileyecek derecede haysiyetsiz hayat sürme, ana ve baba
arasındaki düşmanca davranış ve tutumlar, babanın bir daha dönmemek üzere evi terk etmesi, ananın hilekar, sinsi ve hafif meşrep
davranışlarda bulunması, babanın alkolik olması ve istikrarsız hayat sürmesi, babanın kazancını kendisine sarf etmesi ve ailesini
zaruret halinde bırakması gibi.
Velâyet görevinin savsaklanması nedeniyle velâyetin kaldırılması
için, diğer velâyetin kaldırılması sebeplerinden farklı olarak, ana ve
babanın kusurlu olmaları gerekir. Ayrıca savsaklama eylemi süreklilik göstermelidir.
Velâyetin Kaldırılması İçin Başvuracak Kişiler
Çocuğun genel olarak korunmasında olduğu gibi, ana ve babasına karşı korunması da kamu düzenine ilişkin bir durumdur. Kanun
koyucu da bu hususu göz önünde bulundurarak çocukla ilgili düzenlemelerde çocuğun yararını üstün tutmuştur.
Çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişiminin tehlikede olduğunu gören
“herkes” (çocuğun akrabaları, aile dostları, kolluk kuvvetleri, komşular) hâkimden çocuğun korunması için gerekli önlemlerin alınmasını talep edebilir.
Hâkim talep üzerine harekete geçebileceği gibi, talep olmadan
da çocuğun korunması gerektiği kanaatine varabilir. Bu durumda
velâyetin kaldırılması konusunda talep olmaksızın re’sen karar verebilecektir.
Durumun Değişmesi Halinde Alınan Önlemlerin
Yeni Koşullara Uydurulması
Durumun değişmesi halinde çocuğun korunmasına ilişkin önlemlerin yeni koşullara uydurulacağı belirtilmiştir (MK.m.351/I). Bu
hükmün akabinde de; velayetin kaldırılmasını gerektiren sebeplerin
ortadan kalkması halinde hakimin, resen veya ana ve babadan birinin talebi üzerine velayeti geri vereceği özel olarak düzenlenmiştir
(MK.m.351/II).
Cennet kokulu sevinç sarayına giriş anahtarlarımızı; daha iyi şartlarda, daha iyi bir gelecek için bedensel ve ruhsal anlamda sağlıklı
bir şekilde yetiştirebilmek temennisiyle…
Kesinlikle dilencilere, özellikle de küçük
yaştaki çocuklara yapılacak en büyük yardım
onlara para vermemek ve sattıkları ürünleri
almamaktır. Ancak bu sayede çocukları
korumuş oluruz. Bilinmelidir ki; bu çocuklara
yardım etmek onları kolaya alıştırmaktan ve
ömür boyu yaşamlarını olumsuz etkilemekten
başka bir işe yaramaz.
71
OSMANLI’DA YETİM KARDEŞLİĞİ:
Turgay ÇAVUŞOĞLU
Elvan ATAMTÜRK
Hüsamettin ÇETİN
KÜLHANBEYLER
İstanbul, fethinden itibaren Osmanlı Devleti’nin değişik eyaletlerinden gelen kişiler için
çekim merkezi olmuştur. Şehir, gelen göçler
ile sürekli büyümüş ve zaman zaman marjinal gruplar tarafından adeta istila edilmiştir.
17.yüzyıldan başlayarak, 19. yüzyıla kadar
süren tarihsel süreçte İstanbul; külhanbeyler, dilenciler, kabadayılar, kopuklar olarak
adlandırılan marjinal grupları barındırmıştır.
Bu dönemdeki savaşlar, ekonomik sıkıntılar, ahlaki çöküntüler ve devletin çözüm
arayışlarının eksikliği külhanbeyler sorununu yaratan etmenler arasında yer almıştır.
Göçler sırasında yaşanan gayrimeşru ilişkiler nedeniyle doğumlar hızla artmış ve ortaya korunmaya muhtaç çocuklar sorunu
ortaya çıkmıştır. Bunların yanı sıra iş bulmak
72
amacıyla İstanbul’a gelen genç nüfusun
artması beraberinde işsizlik, barınma sorunu ve güvenlik sorununu getirmiştir.
11-15 yaş grubundaki gençler gündüzleri
dilenerek veya günübirlik işlerde çalışarak
yaşama tutunmaya çalışmışlar, akşamları
ise soğuktan korunmak için çevrelerinde
bulunan hamamların “külhanlarına” sığınmışlardır. Daha önce külhanlarda yaşayan
ve ayni kaderi paylaşan külhanbeyler, yeni
gelen yetimlere kucaklarını açmışlar, gelenek ve göreneklerini onlara usta çırak
ilişkisiyle aktarmışlardır.
Külhanbeyliği kurumu yetim ve kimsesiz
çocukların hamam külhanlarını mesken
tutmasıyla oluşmuş, kabul törenleriyle
aralarındaki kardeşliği pekiştirmişlerdir.
Kendine has giyimi ve argosu olan kül-
İstanbul’da külhanbeylerin
ilk barınağının Gedikpaşa
Hamamı olduğu kabul
edilmektedir. Daha sonra
açılan Mahmutpaşa,
Bayezit, İbrahimpaşa,
Ayasofya, Çinili, Haseki,
Tophane hamamlarında
külhanbeyler yaşamlarını
sürdürmüşlerdir.
hanbeylerin yaşam öyküleri günümüze
kadar uzanmıştır.
Külhana Kabul ve Törenler
İstanbul’da külhanbeylerin ilk barınağının
Gedikpaşa Hamamı olduğu kabul edilmektedir. Daha sonra açılan Mahmutpaşa, Bayezit, İbrahimpaşa, Ayasofya,
Çinili, Haseki, Tophane hamamlarında
külhanbeyler yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu alanda ilk olan Gedikpaşa Hamamı destebaşı akademik bir tavır göstermiş, diğer hamamlarda çıkan olaylar
ve tartışmalarla ilgili hakemlik görevini
üstlenmiştir. Gedikpaşa Hamamı destebaşının verdiği kararlar tartışmasız kabul
görmüştür.
Külhana girebilmenin önde gelen koşullarından birisi anasız babasız olmaktır.
Kardeşinin bulunmasında sakınca olmamasına karşın, aile bağlarının olmaması
tercih edilmiştir. 11-15 yaş grubunda
bulunan gençler, külhana kabulden önce
sınavdan geçirilirdi. Külhana girmeye
aday gencin eline bir torba verilir, yırtık,
pırtık elbiseler giydirilir ve şeker, un, yağ
ve pirinç toplamak üzere gönderilirdi.
Torbayı dolduran gençler külhana döner
ve külhanın en yaşlı bireyi olan “baba” ya
malzemeleri teslim ederlerdi. Toplanan
malzemeler ile hazırlanan pilav ve helvadan adayların payı ayrılır, külhancı ve külhanbeylere aday gençler ayakta durarak
hizmet ederlerdi. Geleneksel külhan duası okunması sonrası üç parmak arasına
alınan ekmekler tuza banılarak yenilir ve
kardeşlik pekiştirilirdi.
Külhanbeyler, Gazneli Mahmut döneminde yaşayan Layhar’ı manevi önderleri
olarak kabul etmişler ve törenleri onun
adına düzenlemişlerdir. Sınavın ikinci
aşamasında, torbayı doldurarak getiren
başarılı genç ve daha önce külhana kabul edilmiş bir başka gençle birlikte “Layhar’ın Kefeni” denilen gömleği giyerlerdi.
Gömlekten iki baş ve her iki gencin birer
kolları çıkardı. Külhancı, ocağın başına
çöker; “Ey Layhar’ın çocukları! Burası
baba ocağıdır. Senin, benim yoktur. Bu-
rada herkes kardeştir.” diye devam eden
kardeşlik, yardım ve dayanışmayı anlatan
sözleri söylerdi. Daha sonra Layhar’ın ruhuna Fatiha okunur, gençler gece boyunca gömleğin içerisinde birlikte uyurlardı.
Külhan Beylerde Yaşam
Külhana kabul edilen çocuklar önce külhan dilini öğrenirler, külhan yaşamına uygun tutum ve davranışları usta çırak ilişkisi içerisinde öğrenirlerdi. Yaşları 10-14
arası olan Külhanbeyler günlük yaşamlarında dışarıya iki kişi çıkarlardı. Külhanbeyler gündüz yiyecek toplar akşamları
73
tarihten...
külhana dönerler, Ocağın en son sakini
gelince kapılar kapanır ve sofraya geçilir
hep beraber yemek yenilirdi.
Külhanbeylerin Yaşam Kuralları
Külhan Dilinden Örnekler
•Güç durumdaki küçük çocuk ve kadınlara yardım.
astar etmek - beklemek
Külhanbeyler on kişilik gruplara ayrılır ve
her grup bir destebaşı tarafından yönetilirdi. Destebaşılar ise Koca destebaşına
bağlanırlardı. Koca destebaşı hiyerarşik
olarak külhanın en yetkin kişisi olup, külhanın düzenini sağlar ve akşamları külhanbeylere dışarıda nasıl davranılması
gerektiği konusunda öğütler verirdi.
•Hamallara yük indirme, bindirme sırasında yardım.
Osmanlı’da yetim dayanışma ve kardeşliğinin güzel bir örneği olan külhanbeylik
kurumu bu günkü sokakta yaşayan ve
çalışan çocuklar örneğinin ilk uygulamalarından birisi sayılabilir. Yetim ve kimsesi
olmayan çocuklar, Külhan’ın en üst yöneticisi Külhancı Baba’nın kontrolünde günlük yaşam, yapılacak işler, tutum ve davranışlar, kurallar konusunda yetiştirilmişler;
akşam eğlenceleri, kestane ve salep pişirilmesi gibi organizasyonlarla zamanlarını
geçirmişlerdir. Hasta olan çocuklar ise
Külhancı Baba’nın odasında yatırılarak
bakılmışlardır.
•İşi tıkırında olan dükkânlara musallat olmak.
Külhanbeylik tarihsel süreç içerisinde bozulmalara uğramış, toplum tarafından dışlanan bir topluluk haline gelmiştir. Daha
önce dilenmeyle elde edilen yiyecekler bir
dönemde zor kullanmayla elde edilmeye
çalışılmıştır. Dükkânların soyulmaya başlanması, haraç istenilmesi ve yol kesmeye
varan davranışlar halkın tepkisini çekmiş,
zaptiyeler külhanbeylerle mücadeleye
başlamışlardır. Harbiye Nazırı Rıza Paşa
1846 yılında bir gece baskını ile İstanbul’da yaşayan 700’ü aşkın külhanbeyini
toplatmıştır. 16 yaş üzerindekiler askere
alınmış, 16 yaşından küçük olanlar Gülhane’de orduya ayakkabı diken Kalavrahane’ye götürülmüşlerdir. Orduya alınanlar
arasında bulunan gençlerden birisi olan
Rıza daha sonra mirliva (genaral) olmuş ve
“Külhan Rıza” lakabıyla anılmıştır.
74
•Seyyar satıcılardan bir şey istenilmemelidir.
•Lalalarıyla dolaşan ekâbir takımından
para istediklerinde para vermezlerse, onlara sataşabilirler.
•Yollardaki çamurları süpürmek.
camcı - kurnaz
çiroz - çelimsiz
gaco - kadın
hacamat - birisini bir kaç yerinden bıçaklamak
hasbi geçmek - aldırmamak
imanım - kardeşim
kaparoz - rüşvet
kapı tırmalamak - arsızlanmak
Osmanlı’da yetim dayanışma
ve kardeşliğinin güzel bir
örneği olan külhanbeylik
kurumu bu günkü sokakta
yaşayan ve çalışan
çocuklar örneğinin ilk
uygulamalarından birisi
sayılabilir.
keriz etmek - çirkefleşmek
kuskunu koparmak - kaçmak
mostar - fiyaka
nargile - boşboğaz
patburun - inzibat
papaz uçurmak - eğlenmek
pestil - sarhoş
sipsi - sigara
zifosa bulamak - kirletmek
Sokakta çalışan/yaşayan çocuklar modelinin ilk örneklerinden biri olan Külhanbeyler, sosyal hizmet tarihinde önemli
kilometre taşlarından birini oluşturmaktadır. Tarihsel sürec içerisinde, külhanbeyler yaşamı, konuşmaları, giyimleri farklılık
yaratmış olup, zaman zaman toplum
tarafından dışlanmışlardır. Külhanbeyler,
tulumbacılar, kabadayılar, kopuklar Osmanlı toplumunda oluşan marjinal gruplar içerisinde yer almış, kendi içlerinde
geçişler yaşamış zaman zaman da çatışmalar yaşamışlardır. Her grup kendilerinin
bir araya geldikleri kahvelerde zaman geçirmişlerdir.
Külhanbeyler ilginç yaşam tarzı,
kardeşlik kültürü ve dayanışmaları
ile araştırmacı ve yazarların
dikkatini çekmiş, yaşantıları
ile ilgili birçok şiir, anı, roman,
opera gibi çalışmalar literatüre
kazandırılmıştır.
İlk önceleri yetim çocukları korumak kollamak amacıyla
başlayan, yağmurlu havalarda sokakları süpüren, hamalların dinlenme sonrasını yüklerini kaldırarak yardım
eden tavırlarıyla toplumdan aşırı tepki görmeyen külhanbeylik kurumu, daha sonra çalma, tehdit ve şiddete
varan boyutuyla kendisini göstermiş ve asayiş kuvvetleriyle çatışmaya girmişlerdir.
18. yüzyıldan itibaren İstanbul’da halkı oldukça rahatsız
eden, şehrin güvenliğini zedeleyen ve devleti bir hayli uğraştıran kesimlerin başında külhanbeyler gelmiştir. Halkın
sürekli şikâyetlerinin artması üzerine, dönemin kolluk kuvvetleri konunun üzerine gitmiş, gerekli yasal düzenlemeler
yapılarak, külhanbeyler bir dönem sonra İstanbul sokaklarından kaybolmuştur.
75
YEMEK PROGRAMLARI VE
Özgür Sezer TOPAL
YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ
“Yemeğe Doyduk İzlemeye Doyamadık”
Türkiye, yemek programlarıyla 1990’larda daha çok içinde bir yemek bölümü de olan kadın programları vasıtasıyla tanıştı. Günümüzde ise yemek programları televizyon ekranlarının çok izlenenler listesinde en üst sıralarda. Ve her geçen gün izlenirliğini artırıyor. Her kanalın yemek programları olduğu gibi bağımsız yemek kanallarımız bile mevcut artık. Ekranlarda dört tür yemek programı
var: Yarışma, yemek-sohbet, yemek-gezi ve lokanta tanıtımı. Yemek programlarının bu kadar
popüler olmasının psikolojik ve sosyolojik nedenleri araştırılmaya muhtaç. Fakat inkâr edilemez
olan yemek programlarıyla toplumumuzun bir bağ kurmuş olduğu gerçeğidir.
Yemeğe düşkün bir millet olduğumuz söylenir. Tarihsel ve coğrafi zenginliğimiz, yemek kültürümüze de yansımıştır şüphesiz. Sofra adabımızdan, yemek pişirme yöntemlerimize kadar oldukça özgün bir kültürümüz olduğu söylenebilir. Peki yemek programlarının yemek kültürümüze
katkısı nedir? Yemek kültürümüzün zenginliğini yansıtmaktalar mıdır? Türk mutfağının tanıtılması
konusunda nasıl bir işleve sahiplerdir? İzleyicilerle kurduğu bağların yemeğe düşkünlüğümüzle
bir münasebeti var mıdır? Yemek programları neden çok izleniyor? Sorular çoğaltılabilir. Yemek
programlarının yapımcı ve sunucularıyla gerçekleştirdiğimiz soruşturma-söyleşiler bu tür sorulara
bir giriş mahiyetini taşımaktadır.
S.1 - Türkiye, yemek programlarıyla 90’larda içinde bir yemek bölümü de olan kadın programları
vasıtasıyla tanıştı. Günümüzde ise yemek programları başlı başına üzerine tezler yazılabilecek
kadar toplumsal hayatımızın içinde. Bu etkisine rağmen yemek programlarının hedef kitlesinin kadınlar -özellikle ev hanımları- olduğu söyleniyor. Size yansıdığı kadarıyla programınızın gerçekten
tek izleyicisi kadınlar mı sahiden? Yoksa böyle bir algı mı var?
S.2 -Yemek programları çok revaçta. Hatta televizyonların en popüler programları arasında. İşin
-her iki anlamında da- mutfağında siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz ?
S.3 - Yemek yemeye çok düşkün bir millet olduğumuz söylenir? Siz ne dersiniz?
S.4 - Değişen dünya, hız, kadınların çalışma hayatında daha fazla yer alması vs. yemek kültürümüzü de ister istemez etkiliyor. Öte yandan beslenme alışkanlıklarımızın giderek değiştiği söyleniyor. Bu değişimin riskleri var mı?
S.5 - Türk mutfağı gerçekten kırk haramilerin hazinesine mi benziyor. Biraz kayıp bir kültür gibi…
Bu programlarla birlikte Türk mutfak kültürüne ilginin arttığı söylenebilir mi?
S.6 - Türkiye genç nüfusun yoğun olduğu bir ülke ve gençler yemek kültürümüz konusunda
yeterince bilgi sahibi değil. Bu konuda tarihsel olarak yemek kültürümüze karşı hoyrat davrandığımız bile söylenebilir. Hem ülke içinde hem ülke dışında yemek kültürümüzün geleceği hakkında
görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
76
ARDA TÜRKMEN
Çok geniş bir mutfak kültürümüz var ve
bu kültüre ait olan yemekler büyük porsiyonlarla pişirilir. Bunun dışında çok fazla
soğuk-sıcak meze, şerbetli tatlı, sütlü tatlı
gibi envai çeşit yemeğimiz var.
C.6 - Ülke içinde artık neredeyse her üniversitede gastronomi bölümünün açılması ve bunun dışında birçok aşçılık akademisinin olması gençleri bu sektöre karşı
daha ilgili ve bilgili kılıyor.
Aynı zamanda o kadar lezzetli tariflerimiz
var ki, hepsi vazgeçilmez…
Yurt dışına yemek kültürümüzü tanıtmak
adına ise öncelikle pazarlama politikamızı değiştirmemizde fayda var. İngiltere’de
ne yemek kültürü ne de başka bir şey var
ama dünyanın en ünlü şefi bir İngiliz ve
en iyi restoranlar da İngiltere’de. Neden?
Çünkü ülke politikası olarak çok doğru bir
pazarlama stratejisi belirlemişler ve ellerinde olan olmayan her şeyi doğru pazarlayarak piyasada rakip tanımıyorlar.
C.4 - Tabi ki riskleri var ancak Türk kadınları oldukça becerikli. Dışarıda çalışma hayatları olsa bile özellikle evde de çocuklar
varsa yemek pişirmeye devam ediyorlar.
Çok uzun uğraşlı tarifler olmasa da, kısa
ve pratik tencere yemekleri sofralarımızda
kendine yer buluyor.
C.1 - Günümüzde hala kadın programlarının
içinde yemek yapılıyor, yemek programı ve
kadın programı biraz iç içe geçmiş durumda.
Ancak son yıllarda sizinde dediğiniz gibi yemek programları çok ayrı bir yer edindi ekranlarda…
Arda’nın Mutfağı izleyicileri kesinlikle sadece
kadınlar değil. Yüksek bir yüzdeyle erkek izleyicimiz de var. Sosyal medyadan gelen yorumlardan ve geri dönüşlerden biz bunu çok
net bir şekilde görebiliyoruz. Aslında bizi devamlı takip eden, çok sadık bir izleyici kitlemiz
var, gün geçtikçe bu kitle daha da büyüyor ve
daha büyük bir Arda’nın Mutfağı ailesi oluyoruz.
C.5 - Evet, Türk mutfağı oldukça zengin
ama şöyle bir sıkıntısı var, hiçbir tarifin ölçülü bir biçimde reçetelendirilmiş hali yok.
Biz programda verdiğimiz her tarifi gerek
gram hesabıyla, gerekse bardak, kaşık
hesabıyla izleyicilerimizle paylaşıyoruz.
Yemek kültürünün bir ülkenin vazgeçilmezleri arasında olduğunu düşünüyoruz.
Biz ise elimizde olanı pazarlayamıyoruz.
Şeflerimiz, dünyanın birçok yerinde karşımıza çıkamayacak lezzette yemekleri yapıyor ama bunu sadece biz biliyoruz.
Dünyada yemek turizmi çok ileri seviyelerde, yemek kültürümüze sahip çıkmamızın
Türkiye’nin yemek turizmine de katkıda
bulunacağına inanıyorum.
C.2 - Ben 5 sezondur ekranda yemek programı yapıyorum ve bu süreçte yaşanan gelişmeleri de içinde olduğum için takip edebiliyorum.
Dünyada yaşanan krizle birlikte insanlar daha
çok evlerinde yemek yemeye yöneldiler.
Farklı kültürleri, farklı mutfakları merak etmeleri onların aynı zamanda farklı yemek programlarını izlemelerine de sebep oluyor. Çünkü
hangi kültürden gelirseniz gelir, ortak payda
“yemek”tir.
C.3 - Türk aile kültüründe akşam yemeği kavramı vardır. Tüm aile bir araya gelir, baba beklenir ve aile sofrası kurulur. Bence bu alışkanlığımızı asla kaybetmemeliyiz.
Arda’nın Mutfağı izleyicileri
kesinlikle sadece kadınlar değil.
Yüksek bir yüzdeyle erkek
izleyicisi de var.
77
yemek kültürü
TÜMAY ÖZTÜRK
nokta görsellik. Farklı yemekler bilmek
zorunda değilsiniz ancak bildiğiniz her
lezzeti, farklı sunumlarla daha lezzetli görüntülere dönüştürebilirsiniz. Erittiğiniz bir
çikolatayı kekin üzerine dökerkenki ekran
görüntüsü... Kimin canını istetmez ki? Bu
yüzden de yemek programları her zaman
popüler kalmaya devam edecektir.
C.1 - Dediğiniz gibi, eskiden yemek yapmak, sadece kadın programlarının içinde bir bölüm olarak sunuluyordu. Hatta
içinde yemek bölümü olan programlar
mutlaka daha çok izleniyordu ki hala da
öyle. Şimdi ise bu durum ayrı bir sektöre dönüştü. Birçok yemek programı
var. Hemen hemen her kanalda mevcut
ancak izleyiciler ağırlıklı kadın olmasına
rağmen ilgi gösterenler sadece kadınlar
değil. Erkeklerin bunu gösterme şekli
farklı. Yani erkekler (çoğunluğu), oturup
bir yemek programını sürekli izlemiyor.
Ancak eşine, ailesine, arkadaşlarına özel
yemekler yapmak istiyorsa, ya da direk
yemek yapmayı iyi bilmek istiyorsa, ya bu
programları yapan aşçılarla irtibata geçiyor – ki günümüzde artık bu çok kolayya da direk bu işin eğitimini alıyor. Yemek
programlarını ağırlıklı olarak kadınla izliyor
olabilir ama aşçılık okullarında en çok erkekler var. Onlar mutfağa girdiklerinde,
mutlak başarı istiyorlar.
C.2 - Tüm dünyada bu durum böyle aslında. Hatta en çok satan ve en pahalı
kitaplar, yemek kitaplarıdır. Çünkü, ekranda ne çeşit bir yemek yapılıyor olursa
olsun, sizin o yemeği kendi mutfağınıza
adapte edebilmeniz, yemeğin yapılışından alabileceğiniz teknikler var. Her zaman yaptığınız o en basit dediğiniz anne
kekini, daha lezzetli ve güzel bir sunumla
yapmayı kim istemez. Bu programlar,
sadece tarif değil, güzel de bir görsel
şölen veriyor. Ekrandan yemeğin tadı
ve kokusu geçmediği için, etkileyici tek
78
C.3 - Bence evet yemek yemeğe düşkün
bir milletiz çünkü yurdumuzun her yerinde farklı bir yemek kültürü var. Tatil için
bile, yaşadığınız bir şehirden farklı bir yere
gitmek istediğinizde, ilk bakılan şeylerden
biri, o şehrin hangi yemeği ile meşhur olduğudur. Bu konuda da Türkiye çok zengin çünkü her şehirde, her yörede mutlaka çok güzel ve keşfedilecek çok farklı
lezzetler var.
C.4 - Aslında bu konuda ben de çok net
değilim çünkü bir kısım çalışan kadın,
gerçekten her zaman en pratik, en az
yorularak yaptığı yemeği ailesiyle paylaşıyor. Bir kısım kadın da her şeye rağmen
mutlaka sağlıklı beslenmeden yana olup,
yoğurduna kadar evde yapıyor. Ancak
şu bir gerçek ki, tabi ki çalışan kadının
zamanını verimli ve iyi kullanabilmesi açısından, her zaman pratik ama lezzetli ve
sunumu güzel yemekler daha popüler
oluyor. Yani, annelerimizin elinden yediği-
miz o lezzetli yaprak sarmaları, ev yapımı
mantılar artık nesilden nesille aktarılamayacak gibi duruyor. Halbuki bu lezzetler
bize özgü, bizde değerli. Bu yüzden de,
ne kadar yoğun olursam olayım, küçükken nasıl annem yaprak sarması yaparken yaprakları parmaklarım büzüşene
kadar bana açtırırdı, ben de kızıma aynısını yaptıracağım. Böyle olmalı ki, bu lezzetler kaybolmasın devam etsin, lezzeti
ve kıymeti bilinsin.
C.5 - Aslında kayıp bir kültür diyemeyiz.
Ama kıymeti de çok bilinmiyor. Ancak
son zamanlarda, yemek programlarının
artması, bize özgü lezzetlerin sıklıkla ekranlarda yansıtılması, yöre yöre gezerek
yemek kültürlerinin tanıtılması, Türk mutfak kültürüne ilgiyi de arttırıyor. Bu noktada, yemek programlarının çok önemli
olduğunu düşünüyorum. Tabi doğru ve
bilinçli ellerde ise...
C.6 - Gelişen zaman, hayatımıza giren
teknoloji, yaşam tarzlarımızdaki değişiklikler, doğal olarak damak tadımızı da
değiştiriyor. Tarihte olduğu gibi, yemeklerin içine kuru meyveler katmak, etli bir
yemeğe ayva doğrayarak lezzetlendirmek gibi kavramlar pek gençliğe uymuyor. Ancak, ben geleceğe çok umutsuz
bakmıyorum. Ülkemizde, özellikle bu işin
eğitimini almak isteyenler için birçok okul
var. Bu okullara da ciddi talep var. Özellikle son yıllarda, yemek yapmak ve aşçılık çok popüler. Tüm dünyada öyle. Hatta
ev hanımları bile kısa süreli kurslara giderek kendilerine yenilikler katmak, yaptıkları yemekleri daha doğru ve lezzetli
yapmak istiyorlar. Zaten bu okullarda da
amaç, yemek yapmayı öğretmek değil,
neyi neden yaptığını anlatmak, mantığını vurgulamak. Geliştirmek size kalmış…
Geriden gelen ciddi bir genç nüfus var ve
onlar yaptıkları işlerde farklılık yaratmak,
başarılı olmak istiyorlar. Bu yüzden de yemek kültürümüzün giderek yok olacağını
değil, aksine daha çok yayılacağını düşünüyorum.
D İLARA GÜDEN...
katkısız ve doğal ürünlerle besleniyorlar.
Yemeklerinden kuyruk yağı, tereyağı eksik
olmuyor ve çoğunun hiçbir hastalığı yok.
Öte yandan büyük şehirlerde iş temposu ve koşturmacanın artmasıyla insanlar
bırakın sağlıklı beslenmeyi evde yemek
yapmaya bile fırsat bulamıyorlar. Sonuç
ise maalesef ufak yaşlardan itibaren başlayan kalp hastalıkları, obezite ve kanser
oranlarındaki artış...
C.1 - Bence son dönemde damak tadına
düşkün erkekler de yemek programlarının izleyici kitlesi haline gelmiş durumda.
Özellikle bizim programımız gibi gezi-yemek programlarını bayanlar farklı tarifler
öğrenmek için izlerken erkeklerin çoğu
da yeni lezzet durakları keşfetmek için
zevkle izliyorlar.
C.2 - Türkiye, yemek kültürü konusunda
inanılmaz bir kültüre ve çeşitliliğe sahip.
Aynı zamanda dünya mutfağına olan ilgimiz de gün geçtikçe artıyor. Artık insanlar
doymak için değil keyif almak için yemek
yiyorlar ve Türkiye’de bilinçli bir yemek
tüketicisi toplumu oluşmuş durumda.
Yemek programları da hem sağlıklı, hem
lezzetli hem de farklı tarifleri izleyiciye
sunduğu için popülerliklerini gün geçtikçe arttırarak revaçta olmaya devam ettireceklerdir.
C.3 - Türkiye’nin bir çok bölgesini gezerken bu duruma çok fazla şahit olduk.
Özellikle Gazianteplilerin bir sözü var ki
durumu özetler sanırım: “Herkes yaşamak için yer biz yemek için yaşıyoruz.”
Bizim bu kadar bereketli bir coğrafyada
yaşayıp yemeğe düşkün olmamamız düşünülemez zaten.
C.4 - İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük
şehirlerden uzaklaşıp farklı şehirlere gittiğimizde sokaklarda dinç bir şekilde
koşturan yaşlıları görüyoruz. Çünkü onlar
C.5 - Türk mutfak kültürünün tanıtılmasına çok etkimiz olduğunu söyleyebilirim.
Çünkü bu ülkenin Güney Doğusu kebap,
Karadeniz Bölgesi hamsi, Ege Bölgesi ise
zeytinyağlı ot yemekleri değil sadece…
Binlerce yıllık geçmişi olan yaşadığımız bu
topraklarda inanılmaz hikayeleri olan yüzlerce çeşit yemek var ve bunlar sadece
günümüze kadar gelebilmiş olanlar. Biz
de bu lezzetleri elimizden geldiğince herkese tanıtmaya çalışıyoruz.
C.6 - Türkiye genç nüfusun yoğun olarak
yaşadığı bir ülke ve bu konuda yeterince
bilgi sahibi değil. Bu konuda tarihsel olarak yemek kültürümüze karşı hoyrat davrandığımız bile söylenebilir. Hem ülke içinde hem ülke dışında yemek kültürümüzün
geleceği hakkında görüşlerinizi öğrenebilir
miyiz?
En çok üzüldüğüm konulardan biri bu.
Gençlerin çoğu bu lezzetler yerine fast
food beslenme tarzını tercih ediyor maalesef. Sadece büyük şehirlerde değil
örneğin, gastronomik şehir diye anılan
Hatay’da bile fast food restaurantlarının
sayısı yöresel lezzetler sunan mekanların
sayısına göre oldukça fazla. Öte yandan,
biz bu ülkede bu lezzetlerin kıymetini bilmezken binlerce kilometre uzaktan gelen
turistler Türk yemeklerinin en güzellerini
tadıyorlar. Bu konuda biraz daha fazla çalışmalı ve kendi yemek kültürümüze sahip
çıkmalıyız. Hem kendi içimizde hem de
Dünyada Türk yemek kültürünün tanıtımı
için daha fazla çalışmalıyız. Yoksa gelecek
nesiller maalesef bu lezzetlerden çoğunun
adını bile bilmeyecekler.
Artık insanlar
doymak için değil
keyif almak için
yemek yiyorlar ve
Türkiye’de bilinçli
bir yemek tüketicisi
toplumu oluşmuş
durumda…
79
KUŞLARA EV YAPMAK
Mehmet Saim Değirmenci
Bakın, biz Türkler ne kadar da ince bir milletmişiz, kuşlara bile ev yapmışız diyerek, günümüzde
pek de karşılığı olmayan bir sahada kafa yorma-
Kuşevleri bir nevi kuşların kervansaraylarıdır; gelip
nın semeresi kafa yorgunluğu olarak mı kalacak-
geçici konukları için kervansaraylar yapan bir uygarlık
evlerine dair söyleyeceklerimizin bir temeli vardır
tır yoksa anlamlı bir karşılık bulacak mıdır? Kuş
konup uçucu kuşları için de kuş köşkleri kuş sarayları
var olmasına da, bu temel kültür tarihçilerinin,
yapmıştır.
çevrebilimcilerin, kent tasarımcılarının ve mimar-
mimariye özel ilgi duyanların işine yaradığı kadar,
ların işine de yarayacak mıdır? Doğadaki her canlı
gibi, kuşlar da kendi barınacakları yeri bulmakta
80
memesini başat kaygı edinen milletimizin
tadır. Kuşlara yer kalmayan/bırakılma-
bayındırlık anlayışına içinde kuş evlerinin
yan devasa kentlerin hiçbir karakteristik
de bulunduğu bir “yüksek”ten ne ölçü-
özelliği bulunmamaktadır. Kuşevlerinden
de bakılmıştır? Batı kültürünün görece
bahsetmeden önce, dünyaya niye kon-
hâkim olduğu günümüzde, batı kültürü-
duğumuzun, dünyanın nasıl bir yurt/yuva
nün hâkimiyetini sağlayan idari süreçlerin
olduğunun, çevrenin ne anlama geldiği-
bütün alanlarıyla geçmişi “virane/harabe”
nin yeniden dile getirilmesi gerekecektir.
olarak görmesi, genç kuşakların dünyaya
söyleyecek özgün bir söze sahip olmala-
Kuşlara Ev Yapmak…
rını ne ölçüde engellemiştir? Bu gün kuş
Yapay kuş cennetlerinden, nesli tüke-
evlerinden birkaç meraklı dışında kim haberdardır? Gerçekten üstü küllenen, tahrip edilen o geçmiş geçmişte mi kalmıştır,
yoksa alttan alta değişerek ve yozlaşarak
yeni mecralar bulmuş mudur? Kentlerin
dokuları tahrip edilse bile, konuştuğumuz
dil, dinlediğimiz türkü, dualarımız, ilençlerimiz, farkında olmadan kullandığımız deyimlerin derin dünyası bize özgü bir kapı
aralamaya, bir pencere açmaya yeterli
olabilecek midir?
Bu soruları daha da derinleştirerek artırmak mümkündür. Sorup sual etmek elbette önemlidir önemli olmasına da, bu
soruların şikâyet ve yazıklanma vezninde
olmaması, aksine, kültürel birikimin hatırlanmasına vesile olması gerekir. Kuşevlerini hatırlamak yalnızca bir mimari yapı
olarak hatırlamak değildir. Bu minyatür
yapıların kodları çözüldüğünde, Türklerin
bilinen tarihlerinden başlayarak varlığa
bakışları, İslam’ın varlık tasarımı, insanın
ve diğer canlıların yeryüzündeki değeri,
İslam şehirlerinin kuruluş mantığı, birlikte
yaşama bilincinin alanları, ev, evin halleri,
zorluk çekmezken, üstelik kentler canlılar
için yaşanmaz hale gelmemişken, kuşlara ev
yapmak bir merhamet göstergesi midir yoksa
bu yapılar kuşları eve dâhil etmek anlamına
mı gelmektedir? Eşyanın da bir “can”ı olduğunu, eşyayı rahatsız etmenin bile Tanrı’nın
hatırını incittiğini varsayan bir kafa yapısının
evren algısında kuşlar nerede durmakta, kuş
evleri ne işe yaramaktadır? Ocağın yanmasını, dumanın tütmesini, hareketin görülmesini,
hissedilmesini, özetle dünyanın viraneye dön-
İslam mimarisinin ve sanatının neye tekabül ettiği gibi pek çok alanda da açılım sağlanmış olacaktır. Yoksa elbette
kuşların terk ettiği günümüz kentlerinde
bir mimari unsur olarak rastlanan, çoğu
eskiden kalma kuş evlerinin bu günkü
nesillerin zihninde söylediğimiz manada
nen kuşlardan, çarpık ve insanı sindiren
kentleşmeden, plastik ağaçlandırmadan,
hayatımızdan çekilen çeşmelerden, susuzluktan, çevre kirlenmesinden, protest bir eylem olarak kalan çevrecilikten,
hayvanat bahçelerinden, belgesellerden,
safarilerden, geri dönüşümü olmayan
çöp yığınlarından, petrokimya sanayinin
dünyanın canına okumasından, hava,
su, deniz ve toprak kirliliğinden; bütün
bunlara karşı tutarsız ve teorik çözüm
önerilerinden başımızı kaldırıp, çok değil
yüz yıl öncesinin Osmanlı coğrafyasına
baktığımızda; pek çok iyi şeyle birlikte
şehirleri süsleyen bir yapıyla karşılarız…
Bu, Türklerin dünya mimarisine kattığı akıl
almaz incelikteki kuşevleridir ve doğrusu
kuşlara ev yapmak yüzyıllardır süzülerek
zenginleşe gelen bir medeniyet anlayışının mimaride taçlanmasından başka bir
şey değildir.
Akletme üzerine kurulu olan inançlar bütünü, Türk insanına başka hiçbir milletin
aklına gelmeyen kuşlara ev yapma fikrini
aklettirmiştir. Yapının özelliğine ve işlevine
göre, binanın yüzeyine örme, kabartma,
oyma, gibi muhtelif tekniklerle ve muhtelif
malzemeden yapılan; her biri o binanın
mütemmim cüzü niteliğindeki kuşevlerinin yegâne yapılma amacı hamiyet ve
merhametle izah edilebilir…
bir karşılık bulması söz konusu değildir.
Kuşevlerinin coğrafyası, kuşkusuz Türk
Bugün insanlar çok katlı sefer taslarında
coğrafyasıdır. Babür Şah’ın devletinden
yaşamakta, bırakın kuşları, komşularına
(Pakistan/Lahor, Hindistan/Agra) Balkan-
bile dikkat kesilmeye, zaman ayırmaya,
lara, Selanik’e, Haskova’ya, Kavala’ya
çevreyi fark etmeye “fırsat” bulamamak-
uzanan coğrafyada, mimari renklilik ve
81
medeniyet
“İş bu söze hak tanıktır
Kuşevlerinin, evlerin yanında, ağılıklı ola-
ğiştirmeyecektir. Zira, gerek yapılış şekli,
rak cami, han, köprü, gibi kamunun ortak
gerek yapıldığı yer ve gerekse yüklenen
Bu can gövdede konuktur
kullanımındaki binalara yapılması, bize
anlam itibariyle “kuşları eve kondurmak/
bu hassasiyetin yalnızca “insanı yaşat
evde konuk etmek” yalnızca bizim milleti-
Bir gün ola uça gide
ki devlet yaşasın” değil, “evreni yaşat ki
mizin başarabildiği bir tecrübedir.
Kuş kafesten uçmuş gibi”
devlet yaşasın” felsefesinin de içkin olduğunu göstermektedir.
Göçmeniyle göçmeyeniyle kuşlar için
yapılan kuşevleri, yerleşik Türklerin haya-
Türklerden başka kısmen Japon milletinin
ta kattığı bir inceliktir. Ne var ki, bunda
sayısal çoğunluk açısından Anadolu top-
de kuşevleri yapması, kuşevi kültürünün
Türklerin “halden anlama” durumu da
rakları kuş evlerinin en güzel örneklerinin
Türklere özgü bir mimari yapı ve bir bir-
söz konusudur. Kuş evleri dediğimiz ya-
sergilendiği coğrafya olmuştur. Bu kuş
likte yaşama motifi olduğu gerçeğini de-
pının Çin, Hint, Pers, Arap, Bizans, Mısır
evleri içerisinde en güzeli ve en özeli ise
kuşkusuz 18. yüzyılda İstanbul’da, kamu
binalarına yapılan kuşevleridir.
İstanbul başkentlerin başkentidir; kentlerin anasıdır ve kuşevlerinin gerek sayıca,
gerekse çeşit olarak en fazla İstanbul’da
bulunması yerleşik Türklerin dünya tasavvuruna dair önemli ipuçları vermektedir.
Herkesin kullanımına açık, bu günkü
terminolojiyle “kamusal” binalara kuşevi yapmaktan murat; kuşları gözetmek
yanında; bu binaları kuşların da konaklamasına açarak bir nevi insanlardan tenha
saatlerde bile onlara hayatiyet kazandırmaktır.
82
uygarlıklarını tanımış, onlardan bir şeyler
Yunus Emre’nin “İş bu söze hak tanıktır/
Özetle, kuşlara ev yapmanın yalnızca
alarak zenginleşmiş, üç kıtayı dolaştıktan
Bu can gövdede konuktur/Bir gün ola
kuşevi yapmak olarak okunmaması ge-
sonra Anadolu’yu Türkiye yapmış olan
uça gide/Kuş kafesten uçmuş gibi” di-
rekir; kuşevleri; bize ait bir evren algısı-
Türklerin bu uzun süren konma göçme
zelerinde olduğu gibi; “can”ın gövdeye
nın, bize özgü bir hayat tarzının imbikten
hikâyelerinin incelikli bir semeresi olarak
konduğunu, bir gün uçmak üzere kon-
geçirilerek, alabildiğine bedii bir sunumla
da okunması gerekir. Dünyayı göçülecek
duğunu, doğrusu canın bir temsili bir kuş
dünyanın yakasına takılmış akıl almaz
bir “konak” olarak gören, ölüsüne göçtü
olduğunu söyleyen idrak, elbette kuşları
broşlardır. Tek farkı, en az güzelliği kadar
diyen, göçenlerin ardından iyi konuşmayı
da kendi canı gibi görecek onlara kendi
muhtevasının da canlı olmasıdır.
şiar edinen; göçmenin/uçmanın ve kon-
yaşadığı mekânları yaşanılır kılma iradesi-
manın, hayatın iki kanadı olduğunun ne
ni gösterecektir.
olduğunu iyi bilen bir toplum, dünya durdukça göçmeyecek bir zarafetin de altına
imza atmıştır.
Kuşevleri bir nevi kuşların kervansaraylarıdır; gelip geçici konukları için kervansaraylar yapan bir uygarlık konup uçucu
kuşları için de kuş köşkleri kuş sarayları
yapmıştır.
İstanbul’da kuşevlerine en fazla hanlarda
rastlanması ilginçtir. Garip olanların ücretsiz konakladığı, yedi iklimden gelen insanları güven içerisinde iaşelerinin, gündelik ihtiyaçlarının karşılandığı hanlar, bu
evler sayesinde bir nevi “kuş hanı” olarak
da işlev görmüştür.
Asya, Avrupa ve Afrika’nın en fazla yer
değiştiren milleti olan biz Türklerin göçmen kuşların halinden anlaması ilk bakışta Nasreddin Hoca nüktesini anımsatsa
da, ortadaki evli/damlı durum düşmekle
değil daha çok yücelmekle ve incelmekle
alakalıdır.
Kuşevleri, gerek biçim, gerek kullanılan
malzeme, gerek yapıdaki konumları itibariyle tek düze değildir. Bu yönüyle de, İslam medeniyetinin değişime açık, iklim ve
doğaya dönük yüzünü yansıtmaktadırlar.
Kuşların yuvasını bozmayı “günah” sayan
ve onları konuk eden bir uygarlığın anaç,
hamiyet sahibi, yaşatmaktan, huzur vermekten yana tutumu, geleceğin dünyası
için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir
seçenek olarak durmaktadır.
83
Yoksa Annem
Mehmet AYCI
PEDAGOG MUYDU ?
Lenf kanseriydi.
Kanser olduğunu bilmiyordu. Doktorlar, hemşireler, bakıcılar, gidip gelen
aile yakınları tembihlenmişti. Kan değerleri oldukça iyi çıkıyordu. Kanser
kötü huylu olmasına karşın direniyordu. Ölür dedikleri süreden daha çok yaşadı. Dört yıl direndi. Ve sonunda öldü.
Ölümüne yakın onu ziyaret ettim. Küçülmüştü. O
kadar küçülmüştü ki, adeta şeker gibi bir yüzden
ibaret kalmıştı. Kenarları oyalı, beyaz başörtüsü
içinde bir yüz. O yüzde, ait olduğum milletin bütün çektiği acılar, kırılmalar, sevinçler, adanmışlıklar, dünya durdukça silinmeyecek bir anlama
dönüşmüştü.
Tansiyonum düşük diyorlar oğlum. Anne, yemeklerde tuzu severdin, tuz ye… Sanki şakanın sırasıydı. Oğlum yaram kötü herhalde… Değil anne,
iyileşeceksin.
Tırnak yok. Annemin tırnakları olmadı. Dişiyle,
tırnağıyla inşa etti kendi hayatını… Dişsiz ve tırnaksız, kendi deyimiyle “bir at ile bir gölgeden
savuştu(m)”…
Belleği bir halk bilimi profesöründen daha zengindi. Ezberinde Farsak “Koca Ana”mdan, Avşar
dedemden, onların aktardığı adlı adsız kişilerden,
kendisinden yüzlerce sözlü kültür ürünü vardı;
ben geç uyandım. Birkaç gece konuşturdum.
150’ye yakın metin derledim annemden…
Ölümüne yakın onu ziyaret ettim dedim de… Az
kalsın unutuyordum anlatacaklarımı… Düşükler
84
Düşünüyorum da, ailenin
en yaramazı, en ele avuca
sığmazı, en cinsi bana bile
kızmazdı; hiç birimize
çocuk gibi davranmadı…
Oğlum, hani çocukluğunda ele avuca sığmayan, düz duvara tırmanan, otu çekse dünyayı da birlikte çekeceğine kör
güvenle inanan oğlum yaramazlık yaptığında, Köroğlu’na,
kızım, akıllı çocuk yaramaz olur, o bunları aklından yapıyor,
kızma, diye nasihat veren, nasihati verirken sesinin tonunda
zerrece didaktiklik barındırmayan, bunu bir yağmur damlasının düşmesi gibi, bir kuş uçuşu gibi, bir çiçeğin açması gibi
doğal söyleyen annemdi.
Evet, 12 çocuk doğurmuş ve büyütmüştü. Orta mektep
okumak için ayrılan çocuklarının hasretiyle gözleri gövermişti. Sonra o çocuklar yuvadan uçtular. Bayramdan bayrama
uğradılar. O kendi kişisel tarihine ağıtlı yeni sayfalar ekledi.
Başka hasretli ağıtlarla birlikte içinde tuzlu denizler taşıyan
dörtlükler söyledi. Bir de o yanı vardı. Ağıtlarda bile niteliği,
yaşanmışlığı, sahte olanla kurgusal olanı fark ederdi. “Ne tatlı
söylemiş” derdi, hem söyleyip hem gözlerinden üzüm tanesi
gibi dökerken bir ağıdı…
Düşünüyorum da, ailenin en yaramazı, en ele avuca sığmazı,
en cinsi bana bile kızmazdı; hiç birimize çocuk gibi davranmadı… Büyük adam gibi davranırdı. Sürekli konuşurdu bizimle, hayır bizimle konuşmazdı, bizi konuştururdu. Anlattığı
sözlü kültür ürünlerinden çocuk
zihninde şekillenen yeni iklimler,
yeni ülkeler anlattığımızda ha oğlum,
e kızım diye teşvik eder, sürekli konuştururdu. “Ağaç” demezdi, o ağacın bir adı vardı, “kuş” demezdi,
o kuşun bir adı vardı. İşte ölümüne yakın sorduğumda, çocuğu
konuşturursan zekası açılır oğlum diyecekti. Beşikteki üç günlük
bebeye bile büyük muamelesi yapar, büyük adamlara nasıl davranılırsa öyle davranır, göğsüne bastırırken, kalbinin yazmasıyla
sarardı.
Onu bilinci yerinde son gördüğümde, rüyasında ikiz çocuklar gördüğünden, birinin bir kolunda birinin diğer kolunda olduğundan,
hiç renkli gözlü çocuğu olmadığından, çok istediğinden, doğurma
gücü olsa yine doğuracağından, her birimizin farklı olduğundan,
her birimizden ayrı bir tat aldığından bahsetti.
Düşünüyorum da “modern pedagoji”nin bunca şeyden sonra,
çocuklar için bir anne ne yapmalı dediği her şey “ümmi” olan annemde vardı.
Her insanın yeryüzü için bir zenginlik olduğunu melekler söylemişti
ona çünkü. Annem melekleri severdi.
85
EPİLEPSİ
Umut ATAKUL
Epilepsinin zor tarafı arada
bir ortaya çıkan bir hastalık
olmasıdır. Epilepsisi olan
hastaların muayenesinde
çoğu zaman bir şey bulunmaz
ve çoğu zaman hastalar
sağlıklı insanlardır!
Kısaca epilepsi keşfedilmesi
ve kabullenilmesi en zor
hastalıklardan biridir.
Zihnimiz, bilmediğimiz için korktuğumuz ve bu yüzden yok saydığımız yarım-yamalak-hastalıklı bilgilerle dolu. Sadece benim ya da sizin değil herkesin, sadece bu gün
değil her gün.
Bir kadın sokak ortasında, ortaçağda, Avrupa’da belki de bu gün kapitalizmin ve
sözde demokrasinin merkezinde, yerde titreyerek nöbet geçirirken, onu izleyen
kuşkulu gözler en iyi ihtimalle kadının içine şeytan girdiğini düşünüyordu. En kötü
ihtimal ise kadının cadı olduğuna kanaat getirilmesiydi. Sonra; sonrası malum, hızlı
bir engizisyon mahkemesi, acele bir çarmıh, bol çalı çırpı, yanan et kokusu tatmin
olmuş kalabalık!
Durum doğuda bu kadar korkunç olmasa da yine de acıklı, en iyi ihtimalle köyün
delisi ya da içine cin girmiş bir zavallı.
86
Bu gün de gözle görülür semptomları nedeniyle dolandırıcıların sık kullandığı
bir hastalık epilepsi. Yaya trafiğinin aktif
olduğu bir cadde-sokak, yerde genç bir
adam(kriz geçiriyor), etrafını saran endişeli
topluluk, hüzün-korku-panik!
Zihnimizdeki epilepsi bilgileri
bunlar çoklukla. Ama epilepsi
ne?
Epilepsi, santral sinir sistemini etkileyen
nörolojik bir hastalıktır. Beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı elektro-kimyasal boşalma yapmasından olur.
Beyindeki sinir hücreleri elektrik akımıyla çalışır, en basit örnekleme bilgisayar
olabilir. Epilepsili sistemde bir grup sinir
hücresinin fazla elektriksel aktivitesi olur
ve bu hücreler arada bir boşalma yapar,
bu da hastanın davranışlarında geçici
değişikliklere neden olur. Bu değişiklikler
her zaman bilinen sara nöbeti şeklinde
gerçekleşmez. Kısa süreli dalma şeklinde
de olabilir. Hasta hiç yapmayacağı garip
davranışları yapan bir insana da dönüşebilir. Şöyle ki; ortada yiyecek bir şey
olmamasına rağmen ağzını şapırdatabilir,
başını bir yöne çevirip dimdik bakabilir ya
da toplum tarafından ayıp karşılanabilecek davranışları nöbet anında yapmaya
başlayabilir, birden sesler duymaya başlayabilir, hayaller görmeye başlayabilir vs.
Kısaca bilinen nöbetler dışında hasta sıklıkla epilepsi olduğunu anlamaz, tedaviyi
yanlış uzmanlarda arar. Psikolog, psikiyatri ikinci yanlış adrestir, genelde ilki tüm
nöbet türlerine derman olması beklenilen
hocalardır.
Epilepside başka bir sorun da arada bir
ortaya çıkan bir hastalık olmasıdır. Epilepsisi olan hastaların muayenesinde
çoğu zaman bir şey bulunmaz ve çoğu
zaman hastalar sağlıklı insanlardır!
Kısaca epilepsi keşfedilmesi ve kabullenilmesi en zor hastalıklardan biridir.
9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde Türkiye’nin en önemli ve başarılı epilepsi
merkezlerinden biri var. Bu merkezin başında da Prof. Dr. Barış Baklan. Hastalığın en temel meselesi teşhisi olduğu için
dünya standartlarında bir uyku merkezi
oluşturmuş. Yukarıda bahsettiğim muayene sorunu, uyku takibi ile nerdeyse
sıfırlanıyor. (Uyku takibi başka bir yazının
konusu ama kısaca şöyle işliyor; hasta
bir süre klinikte gözetim altında tutuluyor
ve uyku sırasında beyin aktiviteleri izleniyor. Bir nöbet yakalandığında da teşhis
konuluyor. Bu merkezde de asıl olan o
nöbeti yakalamak ve kaydetmek. Çünkü
hastalığı tanımlamanın tek yolu kriz ya da
nöbeti yakalamak.) Uyku merkezi hastaneye büyük bir avantaj sağlamış doğal
olarak.
İşte bu yazı o merkezdeki hasta ve yakınlarının yaşadıklarını aktarmak için hazırlandı.
Bir anne Saliha, kızının uykusunu izlerken
gözleri dumanlı.
Saliha Toprakdeviren-Hasta
Yakını
“Yapılan tetkikler sonucu epilepsi şüphesiyle bu işe başladık. İlk etapta tabi çok
gücümüze gitti. Yani gücümüze gitti derken, benim çok gücüme gitti. Nelerin bizi
beklediğini tahmin edebiliyordum. Çünkü ben severim araştırmayı. Beynindeki
anokrati kitleden dolayı, bazı şeyleri internetten takip ettiğim için. Bizi iyi şeylerin
beklemediğinin farkındaydım. İlk etapta
ilaç başlanmadı. Önce bir nöbet şekillerine bakılıp, evde kamerayla bizim takip
etmemiz istendi ama nöbet anında heyecanlandığınız için bunu yapamıyorsunuz.
Doktorlarımız kendince çok haklı ama
biz de aile olarak haklıyız. Çocuğunuza
ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ve o anda
onu kameraya çekemiyorsunuz. Sizden
istenilen çocuğunuzun faydasına ama
ailenin o anda heyecandan yapamadığı
bir şey. Şu anda burada kalmamızın ana
nedeni, epilepsinin hangi türüyle karşı karşıya olunduğunun saptanması ve
kullanılmakta olan ilaçların değişip değişmeyeceğine karar verilecek olması. Epilepsi bizim hayatımıza girdiğinden beri,
ailemizin yaşantısı çok değişti. Kızımın
sosyal yaşantısına odaklandık. İlk altı ay
hiç kızımdan ayrı yatamadım. Her gece
depremdeymiş gibi yatağı sallandı o krizlerle... Küçük kızım ilgisiz kaldı. Bunların
dışında bir de çalışmak, işe gitmek zorundasınız. İşlerim etkilendi. Eşimle olan
ilişkim etkilendi. Şimdi daha iyiyiz, toparladık. İnşallah bundan sonrası daha da
iyi olacak. En kötüsü bir annenin evladında bunu yaşaması. Çünkü ne bileyim
yani, bir annenin en son düşünebileceği
şey çocuğu için. Hastalık olsun, belirli
olumsuzluklar olsun hep kendim yaşayım aman onlara bir şey olmasın dersiniz. Ama maalesef bizim gibi birçok aile
bunları yaşıyor. Ne yapıyoruz şimdi, ona
hasta olduğunu hissettirmeden hayata
bağlanmasını sağlıyoruz. Epilepsi çok
mu kötü? Belki değildir ama aileleri çok
fazla etkiliyor. Bir yere gideceği zaman
yanında birinin olması gerekiyor. Yaz geldiğinde denize girmesi yasak. Ne bileyim
bir balkonun kenarında oturması yasak.
Camdan sarkıp bakması yasak. Kaldırımda bile on metre açıktan yürümesi
gerekiyor. Çünkü bir kriz anında caddeye
yakın olması çok kötü sonuçlar doğurabilir. Dışarıya çıktığında hep bunları düşünüyorsunuz.”
Bilinen nöbetler dışında
hasta sıklıkla epilepsi
olduğunu anlamaz, tedaviyi
yanlış uzmanlarda arar.
Bir annenin titreyen nefesinden geçip
başka bir anneye bırakıyorum kelimeleri.
Bu kez anne hasta ve endişelenen yine
çocuklar. Nilüfer Öztürk epilepsi hastası ve onu korkutmuyor endişe. Bir anne
olarak merak edilmek özen gösterilmek
hoşuna gidiyor. Belki de öyle varsayıyor,
hastalığından kendini çocuklarının sevgi
kalkanıyla koruyor.
87
sağlık
Nilüfer Öztürk-Epilepsi Hastası
“Hani bana bir şey olacak diye korkuyorlar. Hatta küçük kızım anne
ne olur her şeyi ben yapayım sen bir şey yapma ama hasta olma
diyor. Yani benden bir şey istemiyorlar şu anda, anne bir su getir,
bir çay getir, ben yaparım anne, ikisi de kalkıyor. Tabi bu devirde de
şimdi böyle kızlarınızın olması da bu hastalığın bana getirdiği artılar
tabi ki de. Ama istemezdim. Ben her şeylerini yapsaydım, onlar bu
sıkıntılara girmeselerdi. Çünkü büyük kızım sürekli mesaj atıyor:
Nasılsın? İyi misin,? Nerdesin? diye. Çünkü doktorlar balkondan
aşağı bakmayın, cama çıkmayın, arabayı yalnız kullanmayın dediler bana. O yüzden şimdi ilk defa yalnız bugün hastaneye geldim
ve inanın sabahtan beri telefonum susmuyor. Sürekli, sürekli arıyorlar beni. Nefes alıyorum, hasta değilim, iyiyim ve çok iyiyim. Şu
anda girdim, çıktım. Sürekli, dakika dakika rapor veriyorum.”
Her hastalık kendi gerçekliğini oluşturuyor kaçınılmaz olarak. Epilepsi, hasta yakınları için en çok endişe demek. Kafalarındaki soru
işaretleri ile yaşamak. Acaba nöbet geçirir mi? Acaba düştü mü?
Acaba iyi mi? Acaba?
Gözü ve aklı hep hastasında olan, anneler ve kızları değil sadece. Eşler de bu hastalığın mağdurları. Hüseyin Arga’nın kırk yılık
eşi epilepsi hastası. Ağzını doldurarak şikayet edemiyor Hüseyin
Amca. Yanında hasta karısı var çünkü, “sıkıntı yok” diyor en çok.
Cümlelerindeki yılgınlığı böylece savuştururum diyor.
88
Hüseyin Arga-Hasta Yakını
“Sıkıntı, yalnız bırakamama durumunda. E tabi uyumamasını tembihliyorum dışarı çıktığımda mesela. Emekliyiz biz, çalışmıyorum
da, hiç bir iş yapmıyorum. Bu arada tabi, bir buçuk iki senedir
bir şey yapmıyorum. Hep eşime bakıyorum. Sakın, aman uyuma,
ben evde yokken sakın yatma diye tembihleyip çıkıyorum. Bu zorluğu var. Yani başka bir zorluğu yok. Tabi, acaba nöbet geçirecek
mi endişesiyle yaşamak, gözünün hep arkanda olması dışında bir
sıkıntısı yok.”
Bir hastalığı yok saymak, sitemleri olabildiğince gizlemek her halde bu coğrafyaya yakıştığı var sayılan bir durum. Ya da sıkıntı yok
demek. Anne Saliha itiraz ediyor buna, 2010’larda genç bir kızın,
kızının epilepsi olmasının
sıkıntılarını biliyor;
Her hastalık kendi gerçekliğini oluşturuyor
kaçınılmaz olarak. Epilepsi, hasta yakınları
için en çok endişe demek.
Saliha Toprakdeviren-Hasta Yakını
“Şimdi ilk başta çevre sizden bir ürküyor. Neden ürküyor? Benim yanımda kriz geçirirse nasıl müdahale ederim? Arkadaşları
bir eğlence yerine gidecekleri zaman soyutlayabiliyorlar. Düşünsenize eğlenmeye gidiyorsunuz, yanınızda böyle bir arkadaşınız
kriz geçiriyor. Ortam dağıldığı gibi moral de bozuluyor. Muhakkak geri dönmek zorundasınız. Ama arkadaşınıza bu kaygılarınızı
hissettirmemek adına bir yere giderken haber vermiyorsunuz. Bu
bir dezavantaj. Onun dışında koca bir yaz dönemi arkadaşlarıyla
denize gitti ama denizin kenarında oturdu. Hiç bir şekilde denize
girmedi. Bir kere bizimle gitti. Baktığınızda rahatsızlandığını hissedebiliyorsunuz. Çünkü dalgalandığı zaman deniz, ayaklarının
altından kaydığını söylüyor ve hemen çıkıyor, başı dönüyor. Onun
için toplumdan soyutlanmış oluyorsunuz.”
En basiti ya da en mühimi sıkıntının, topluma karışamamak, hep
dışarıda kalmak. Kontrol edemediğin, istemediğin, beklenmeden
gelen; ama senin bir parçan olan hastalığından utanmak. Gencecik bir üniversite öğrencisi, Emrullah Yıldız pırıl pırıl ve samimi.
Dışarıda olmanın utanmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor.
Emrullah Yıldız-Epilepsi Hastası
“Ben lisedeyken yurtta kalıyordum, ailemin yanında değildim yani.
Lise yurdunda kalıyordum, devlet yurdunda. Ve bu ataklar olduğunda arkadaşlarım endişeleniyordu. Ben kendimi de arkadaşlarımın önünde çok küçük düşmüş hissediyordum. Yani kendimi
çok kötü hissediyordum. Oturup ağlayasım geliyordu yani. Ben
kendimi hareket ettirmiyorum, vücudumu başka bir şey kontrol
ediyor, yere düşüyorum yani istemsiz olarak. Arkadaşlarım bunu
görüyor onlar endişeleniyor, ben onlardan utanıyorum rezil oldum
diye. “
Geçmişten gelen, bilinen, tarih boyunca korkulan, kaçılan, utanılan, yok sayılan epilepsi yahut sara, hasta ve yakınlarını her gün,
her saat, her an kuşku ve endişeyle yaşamaya mahkum bırakıyor.
Diğerleri de bu semptomlarla karşılaşırlarsa, dost sohbetlerinde
anlatılacak ilgi çekici bir mevzu olarak biriktiriyorlar.
Kimileri hasta, kimleri o hastaların yakınları, kimileriyse hiçbir şeyin
farkında değil.
89
Masal Ülkesi Türkiye
Ayşe SEVİM
Yazar
Perilerin cirit attığı, şehzadelerin delikanlılık kokusunun
tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği bir yer
Miniatürk. Bu masal diyarına elimizi uzatıp size birkaç örnek
sunalım ister misiniz?
90
Türkiye’nin ilk minyatür parkı olan Miniatürk, 02 Mayıs 2003 tarihinden itibaren
ziyaretçilerine hizmet veriyor. Toplam
60.000 metrekare alan üzerine kurulan
Miniatürk’te, 15.000 metrekare maket
alanı, 40.000 metrekare yeşil ve açık
alan, 3.500 metrekare kapalı alan, 2.000
metrekare havuz ve suyolu, 500 araçlık
otopark yer almakta.
bir büyükannenin torununa anlattığı bir
masal mı olduğunu insan ciddi ciddi düşünebilir. Perilerin cirit attığı, şehzadelerin
delikanlılık kokusunun tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği bir
yer Miniatürk. Bu masal diyarına elimizi
uzatıp size birkaç örnek sunalım ister misiniz?
Ayasofya’dan Selimiye’ye, Rumeli Hisarı’ndan Galata Kulesi’ne, Safranbolu Evleri’nden Sümeli Manastırı’na, Kubbet-üs
Sahra’dan Nemrut Dağı Kalıntıları’na dek
pek çok kültür ve medeniyetin izlerinin bir
araya geldiği parkta, bugün artık yerlerinde olmayan Artemis Tapınağı, Halikarnas
Mozolesi, Ecyad Kalesi gibi eserler de
yeniden canlandırılmışlar.
Mesela Amasya Yalı Boyu Evleri. Miniatürk’de maketini göreceğiniz Yeşilırmak
kıyısındaki bu evler, 19. yüzyıl sonu, 20.
yüzyıl başlarında inşa edilmişler. İnşa edilmek yerine şöyle boylu boyunca Yeşilırmak’ın kıyısına uzanmışlar demek daha
doğru olur. Anadolu sivil Türk mimarisinin
güzel örnekleri olan bu evler insana kocaman bir aile hissini veriyor. Odalarında çocukların koşturduğu, penceresine
elinde tespihi olan yaşlı bir büyükannenin yerleştiği, yer tahtalarının sabunlu
su koktuğu, erkeklerin ağırbaşlı, kadınların maharetli olduğu kocaman bir aile.
Aynı zamanda Anadolu’nun ilk prefabrik
konutları olan Amasya Yalı Boyu Evleri
gerçekten insanın gözlerine sunacağı
kıymetli bir manzara.
Miniatürk’deki eserlerin ışığı altında ülkemizin gerçek mi yoksa buruş buruş
Şimdi Yeşilırmak’tan üzerinden atlayarak Bursa’ya gelin lütfen. Burada Minia-
Türkiye ve Osmanlı coğrafyasından seçilmiş eserlerin 1/25 ölçekli maketlerinin yer
aldığı Miniatürk’te, 59 eser İstanbul’dan,
55 eser Anadolu’dan 12 eser ise bugün
Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı
coğrafyasından olmak üzere126 maket
eser sergilenmekte.
türk’de maketini gördüğünüz Bursa Ulu
camii sizi bekliyor. Bursa’nın en büyük
camisi olan eser, 1400 yılında ibadete
açılmış. Yıldırım Bayezid tarafından Niğbolu Zaferi sonrası, savaşın geliriyle halka
armağan olarak inşa edilmiş. Güzel bir
armağan. Bir halka, bir şehre verilebilecek İslam’a ait zarif bir parmak izi. Meşhur Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi,
ömrü boyunca bu camide imamlık yapmış. Ceviz oyma minberi ve hat levhalarıyla ünlü olan camii
Şimdi haritada biraz yukarı tırmanalım
isterseniz. Sizi oldukça yükseğe çağırıyorum. Trabzon’daki Sümela Manastırı’na.
Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir
efsaneye göre 385 yılında Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı
rüyayı görmüşler. Gördükleri rüyaya göre
birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon’a gelmişler, orada karşılaşıp rüyaları birbirlerine anlatmışlar ve
ilk kilisenin temelini atmışlardır. Sümela
Manastırı bugünkü görünümünü 14. yüzyıl ortalarında yapılan eklemelerle almış.
Manastırdaki kilise yaklaşık dört yüz metrekare büyüklüğünde ve mağaranın içine
oyulmuş bir yapı biçiminde. Kale görünümündeki manastır vadiye yüz basamaklı
91
gezi
dik ve dar bir merdivenle bağlı. Anlayacağınız bu ibadethane kendini kolayca muhatabına sunma taraftarı değil. Eteklerine
ulaşmanız için önce yorulmanız gerekiyor. Basamakları çıktığınızda ise karşınıza
tüm haşmetiyle dikiliyor. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın içindeki her katta tek sıra halinde, fresklerle
süslü sekizer oda yer almakta. Sümela
Manastırı’nın Miniatürk’deki maketinden
da anlayacağınız üzere saygı duyulacak
bir güzelliği var.
Miniatürk’deki maketi de bir harika olan
dünyanın sekizinci harikasına çağırıyoruz
sizi. Gelebilecek misiniz? Çünkü burası
da Sümela Manastırı gibi oldukça yüksek bir yerde. İslam dininin aksine diğer
dinler özellikle de kutsal dinler arasına
girmeyen inançlar Tanrı ve insan arasına kocaman mesafeler koyduğundan
genelde ibadethaneler, tapınaklar, kutsal yerler yüksek bölgelerde bulunuyor.
Ayaklarınızı biraz yoracağız anlayacağınız. Gerçi Adıyaman Kahta’da bulunan
Nemrut Dağı’ndaki iki bin iki yüz altı metre yükseklikteki Kommagene Krallığı’na
ait kalıntılara geldiğinizde yorulduğunuza
değdiğini anlayacaksınız. Dünyanın sekizinci harikası olarak anılan kalıntılar, M.Ö.
80-M.S. 72 yılları arasına ait. Nemrut
Dağı’ndaki Açıkhava tapınağının doğu
setinde sekiz adet yontma taşlı, tahtların
üzerine oturmuş, sekiz- on metre yüksekliğinde büyük tanrı heykelleriyle kopmuş baş heykelleri bulunmakta. Burada
dolaşırken taş kesilmiş devlerin arasında
yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sanki
bir felaket gerçekleşmiş ve tüm bu dev
insan ve hayvanlar yüzlerindeki son ifadeyle taşlaşıvermişler. Damarlarından
akan kan donmuş, etlerinin sıcaklığı taşın
soğukluğuna dönüşmüş.
Buradan sizi bir savaşa götüreceğiz.
Bombaların, sürgülerin, kan kokusunun
arasından yürüyeceğiz. Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam isimli kitabında
92
bir karakterini şöyle konuşturur: “.. Biliyor musun korkaklık da
bulaşıcıdır, yiğitlikte. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu
herkese ama savaş içinde oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, çünkü kolayca ölünüyor. Ölmek barış zamanında zor
oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman. Bir de
elde etmek istediğin şeyler söz konusu. Savaşırken bir şey elde
edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanında bu yok işte..”
Ölüm bu savaşta korkulacak bir şey değil. Çarçabuk göç ediyor Mehmetçikler. Çünkü ölümleriyle bir şey kazanıyorlar: Asla
ölmemeyi, yani şehit olmayı. Hepsi körpecik delikanlı. Evet, Çanakkale Şehitler Anıtı’na bekliyoruz sizi. Çanakkale Şehitleri Anıtı Çanakkale’de, Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe üzerinde.
Çanakkale’de şehit olan iki yüz elli bin askerin anısına yaptırılmış.
Temeli 19 Nisan 1954 tarihinde atılan anıtın yapımı, altı buçuk yılda tamamlanmış. Anıt için 1944 yılında yapılan yarışmayı Mimar
Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Mühendis Ertuğrul Barla’nın
projelendirdiği eser kazanmış. Açılışı 21 Ağustos 1960 tarihinde yapılan anıtın altında müze, yanında Mehmetçik Anıtı ve Türk
Şehitliği bulunmakta. Henüz gitmeyenler için ihmal edilmemesi
gereken bir yer Çanakkale. Bu gezi, gözlerinizden ve zihninizden
çok kalbinize sunacağınız bir hediye olacak.
Son olarak sizi bir gözyaşı mabedine çağırıyoruz. Eyüp Sultan
Camii’ne. Cami Hz. Muhammet’in (sav) sancaktarı Ebu Eyyup
El-Ensari’nin İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü yere,
İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmet tarafından yapılmış. Eyüp
Sultan adına inşa edilen cami, aynı zamanda İstanbul’un ilk camisi olma özelliğini taşıyor. Zamanla harap hale gelince, minareler korunarak cami yıktırılmış ve Sultan III. Selim tarafından
yeniden yaptırılmış. Günümüze ulaşan da, barok üslubunda
yaptırılan bu camii. Tahta çıkan Osmanlı şehzadelerinin kılıç kuşanma törenleri burada yapılırmış. Şehzade padişahlığa geçişini önce Eyüp Sultan’a onaylatırmış yani. Eyüp Sultan Camii,
manevi kimliğin simgeleri sayılan türbeleri ve tekkeleriyle birlikte
kutsal bir ziyaretgah işlevi görmekte. Evlenenlerin, dileklerinin
kabul edilmesi için gelenlerin ve de orayı sadece kokusundan
ötürü sevenlerin mekanı bu camii. Türbeden çıkan teyzeciklerin
ağlamaktan kızarmış gözlerinin kırış kırış kokusu, camiinin üzerinde uçuşan kuşların rüzgara kafa tutuşlarının kokusu, evden
camiye gitmek için çıkarken cebine yolda çocuk görürsem veririm diye şeker atan dedelerin merhamet kokusu, insanın tüm
günahlarının ama tüm günahlarının affedilebileceğinin kokusudur bu caminin duvarlarına sinen.
93
MÜTEVAZI ROLLERİN BÜYÜK OYUNCUSU
AYŞEN GRUDA
Ayşen Gruda 30 Kasım 1945’te İstanbul’da doğdu. Bazı yazılarda doğum tarihi 1946 olarak yazılmaktadır. Yeşilköy’de
oturdukları yıllarda komşularının taklidini çıkartırken ailesi tarafından keşfedildi.
Kardeşi Ayben Erman ve Ayten Erman da
kendisi gibi oyuncu olmayı düşünüyorlardı,
ancak yalnız o bu yolda yürüyebildi. Sanatçı olarak ekranlarımızda, televizyonlarımızda karşımıza çıkmasında yine kendisi gibi
önemli bir sanatçının, Adile Naşit’in rolü
oldu.
Televizyon için yaptığı skeçlerden birinde
canlandırdığı ‘Domates Güzeli Nahide Şerbet’ karakterinden sonra Ayşen Gruda’nın
lakabı ‘Domates Güzeli’ olarak kaldı. Ünlü
sunucu Korhan Abay ile ekrana gelen bu
skeçler, yani kısa söyleşiler, o zamanın
televizyon programlarında herkesin izlediği zaman diliminde yayına girerek izleyiciye bir gülümseme olanağı sağlıyordu.
Onun kendisini eleştiren ama bir o kadar
da kendine güven duyan fiziki özellikleri ile
ruh halinin uyumu bu programlarda kendini gösterdi. Seyirci görkemi ve güzelliği ile
kendini ezmeyen bu sanatçıyı kendi ailesinden, kendi mahallesinden biri sayarak
izleme fırsatı buldu. Hayalleri ve olanakları
arasında yaşadığı kurmacanın gülümseten
yönünü onda buldu; onunla kendini aynı
sahnede, aynı dünyada gördü.
Elif Balcı
Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğrencisi
Dursun Ayan
Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanı
94
Yaşam öyküsüne ilişkin verdiği
bilgilerde bunu bir ölçüde
yansıttığını görüyoruz: “Babam
kara tren makinistiydi. Annemle
Samsun’da tanışıp evlenmiş.
Annem sanata düşkün bir
kadındı, güzel bir sesi, iyi bir
müzik kulağı vardı. Usul bilir,
tangolar söylerdi.”
Ayşen Gruda’yı daha sonraları televizyonda çokça izleyebildiğimiz filmlerde gördük.
İlk olarak Hababam Sınıfı. Ayşen Gruda
sinema ile tanışmasını şöyle anlatır: “Adile
Naşit ile çok iyi arkadaştık, dosttuk. Anlayışlı, sohbeti tatlı bir kadındı. Aynı apartmanda altlı üstlü oturuyorduk. Tiyatroya,
sinemaya beraber giderdik. O zamanlarda ekonomik sıkıntılarım vardı, bunları da
ona anlatmıştım. Adile abla da Arzu Film’in
ekibinde kalabalık filmlerde rol alıyordu. Ertem Eğilmez’e bahsetmiş benden. Çağırdı, sete gittim. On gün gittim, on beş gün
gittim, ama hiç kimse bir şey söylemedi.
Hangi rolü alacağımı da kaç para alacağımı
da bilmiyordum. Meğer Ertem Abi uzaktan
beni izliyor, kadroya uyum sağlar mıyım
diye düşünüyormuş. Hababam Sınıf’ında
bana küçük bir rol verdi. Öğrenciler liseler arası bilgi yarışmasına katılıyor, ben de
sunucuyu canlandırıyordum. (ilk Hababam
Sınıfı filmi) İki dakikalık bir roldü ama herkes
beni tanıdı. Ertem abinin çekirdek kadrosuna girdim, hemen hemen bütün filmlerde oynadım.”
Onun tiyatro çalışmalarını sinemadaki başarısı ile bir düşünmek de gerekebilir. Bir
süre oyuncu ve yazar Yılmaz Gruda ile süren evliliği de bu bağlamda anlamlıdır. “Ankara Meydan Sahne’sinde Yılmaz Gruda
ile tanıştım, evlendim. Kızım Elvan dünyaya
gelince onu büyütmek için tiyatroya ara
verdim. Eşimle İstanbul’a dönünce Deve
Kuşu Kabare kadrosuna girdim.” Gruda’yı
izleyici olarak yan rollerde daha çok görmüşüzdür, fakat o başrollerde oynamamasına rağmen oyunculuğundan her zaman
söz ettirmeyi başarmıştır.
Ayşen Gruda nasıl oldu da ufak rollerle
kendinden söz ettirebildi. Bir röportajında
“Ben Arzu Film ekolünden geliyorum bizde
başrol, orta rol diye bir şey yoktu, ne rol
verilirse onun hakkını vermeye çalışırdık.
Bir de insanın yüzünün ekrana yakışması
gerekiyor, karizmanız çok önemli.”
Belki de hayatı gündelik boyutuyla mütevazı bir şekilde yaşaması onu seyirciye
yaklaştırıyordu: “ Elvan okula gidene kadar
çalıştım. Kariyerim boyunca basına hep
mesafeli durdum. Aile hayatımı hep uzaklarda yaşadım. Onlar bu işi yapmadıkları
için göz önünde değiller. Doğru olan da bu.
Ben bazıları gibi çocuğu kızamık geçirince
basın ordusunun karşısına geçmiyorum.
Sadece işimi yapıyorum. Benim hayatım
da normal insanlarınki gibi. Ev işleriyle ilgileniyorum, torunumla vakit geçiriyorum.
Kızıma ve torunuma vakit ayırmaktan çok
büyük zevk alıyorum.”
Zamanla Ayşen Gruda bizim bir sesimiz,
bir resmimiz oldu. Onun farklı rolleri oynama yeteneği ve bunu tv dizilerinde de sürdürebilmesi çok yönlü bir sanatçıyla Türk
insanın farklı toplumsal katmanlarını, farklı
yüzlerini buluşturabildi.
Filmlerinde doğrudan doğruya aileye ilişkin
bir öğretiyi dayatmasa da onu bazı filmlerinde bir aile üyesi olarak görürüz. Aile
hayatını Bazen cadaloz, bazen evde kalmış kız kurusu, bazen gözü açık bir kadın,
bazen de saf bir aile kızı olarak canlandırmıştır. Aileyi bugünün bağlamında olduğu
kadar tarih bağlamındaki komedilerde de
ifade eden filmlerde onu görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Sadık Şendil’in senaryolarında Ertem Eğilmez’in rejisörlüğünde aile ve
toplum hayatının farklı buluşma kavşakları
tüm hareketliliği ile karşımıza çıkmaktadır.
Ayşen Gruda buralarda bize bizim hayatımızdan el sallamakta, bizim için oralarda
bir rolü canlandırmaktadır.
Sinema sanat ve toplum hayatının buluştuğu alanlardan konuya bakarsak, başka
bir dille, sosyolojik açıdan düşünüldüğünde sinemanın ele aldığı senaryo kadar, bu
95
sinema
senaryoların uzun yıllar toplum tarafından
izlenilebilir olması da önemlidir. Bu sanat
esirine sosyolojik anlamad bir ömür kazandırırken o eserleri ve bu eserlerde rol alanları, senaristlerini, yönetmenlerini de sinema tarihine taşımaktadır. Toplumumuzun
hala bazı eski filmleri ilk defa vizyondaymış, ekrandaymış gibi izlemesinin sebebi
senarist ve oyuncu gözlemlerinin önemi ve
güncelliğini koruyan olgu ve olaylar dayanmasıdır.
Filmlerini toplum hayatınınözünden seçebilenFilmler ve o hayatın kahramanlarını canlandıranlar bugün olduğu gibi gelecekte de
yaşayacaktır.
Ayşen Gruda’yı da sinema dünyasından bu
satırlara taşıyan ana özellik bu olsa gerek.
Satırlarımızı onun rol aldığı bazı filmlerin
adını hatırlayarak sonlandıralım: Namuslu
filminde Naciye, Çöpçüler Kralı filminde
Hacer, Gırgıriye filminde Sevim, Davaro
filminde Ayşo, Şekerpare filminde Peyker,
Bizim Aile filminde Feride, Süt Kardeşler filminde Emine, Çiçek Abbas filminde, Şükriye ve Kaygısızlar dizisinde Sabriye rolü. Rol
aldığı sinema ve dizi filmleri tarih sırasına
göre hatırlarsak:
Sinema filmleri
Hababam Sınıfı (1974)
Hanzo (1975)
Bir Araya Gelemeyiz (1975)
Bitirimler Sınıfı (1975)
Delisin (1975)
Tosun Paşa (1976)
Süt Kardeşler (1976)
Güngörmüşler (1976)
Aile Şerefi (1976)
Öyle Olsun (1976)
Sarmaşdolaş (1977)
Şaban Oğlu Şaban (1977)
İbo İle Güllüşah (1977)
Hababam Sınıfı Tatilde (1977)
Gülen Gözler (1977)
Çöpçüler Kralı (1977)
Neşeli Günler (1978)
Avanak Apti (1978)
Doktor (1978)
Şark Bülbülü (1979)
Renkli Dünya (1980)
Gırgıriyede Şenlik Var (1981)
Gırgıriye (1981)
Davaro (1981)
Hababam Sınıfı Güle Güle (1981)
Görgüsüzler (1982)
Dolap Beygiri (1982)
96
Doktor Civanım (1982)
Çiçek Abbas (1982)
Şekerpare (1983)
Gırgıriyede Büyük Seçim (1984)
Ağa Bacı (1984)
Şendul Şaban (1985)
Fakir Milyoner (1985)
Namuslu (1985)
Uyanıklar Dünyası (1985)
Aşık Oldum (1985)
Seyyar Kamil (1987)
Aile Pansiyonu (1987)
Rumuz Sev Beni (1993)
Hababam Sınıfı Merhaba (2004)
Keloğlan Karaprens’e Karşı (2006)
Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?
(2006)
İlk Aşk (2006)
Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu (2006)
Kağıt (2008)
Pazarları Hiç Sevmem (2012)
Rol Aldığı Televizyon Dizileri
Seyahatname (1977)
Ana (1992)
Kaygısızlar (1994)
Ana Kuzusu (1997)
Evimiz Olacak mı? (1999)
Sultan Makamı (2003)
Güz Yangını (2005)
Sen Misin Değil Misin (2005)
İki Aile (2006)
Fırtına (2006)
Fessuphanallah (2007)
Gece Gündüz (2008)
Mert İle Gert (2008)
Aile Reisi (2009)
Zoraki Başkan (2009)
Karışık Aile (2010)
Leyla İle Mecnun (2012)
Krem (2012)
Rol Aldığı Tiyatrolar ve Müzikaller
Mum Söndü
Deve Kuşu Kabare
Hababam Sınıfı Müzikali
Yedi Kocalı Hürmüz
Bizim Sınıf
Papaz Kaçtı
Hisseli Harikalar Kumpanyası
Dün Gece Yolda Giderken Çok Tuhaf Bir Şey
Oldu