tanrıların arabaları

TA NRIL A RIN A RA B A L A RI
ERICH VON DÄ NIK EN
1 Orijinal adı: Chariots of the Gods
2 Türkçesi: Zeki OKAR
Ç NDEK LER
GR
..................................................................................................................................................... 3
B R NC BÖLÜM: EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI? ................................................................. 4
K NC BÖLÜM: UZAY GEM M Z O DÜNYAYA N NCE .......................................................................... 7
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇIKLANAMAYANIN MKÂN DI I DÜNYASI.......................................................... 11
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TANRI B R ASTRONOT MUYDU? .................................................................... 22
BE NC BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN - ATE SAÇAN SAVA ARABALARI ................................... 28
ALTINCI BÖLÜM: ESK HAYAL VE MASALLAR MI, YOKSA ESK GERÇEKLER M ? .......................... 33
YED NC BÖLÜM: ESK HAR KALAR MI YOKSA UZAY YOLCULU U MERKEZLER M ?................... 43
SEK Z NC BÖLÜM: PASKALYA ADASI - KU ADAMLARIN ÜLKES .................................................. 51
DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMER KA'NIN DER N SIRLARI VE BA KA GAR PL KLER................ 55
ONUNCU BÖLÜM: DÜNYANIN UZAY DENEMELER ........................................................................... 61
ON B R NC BÖLÜM: DO RUDAN HABERLE ME Ç N ARA TIRMALAR .......................................... 72
ON K NC BÖLÜM: YARIN................................................................................................................... 80
GR
Bu kitabı yazmak cesaret isteyen bir i ti; okumak da aynı ekilde cesaret isteyecektir.
Kapsadı ı kuramlar ve kanıtlar, geleneksel arkeolojinin özenle kurulmu mozaik yapısına
uymadı ı için, belki bilginlerimizce 'sözü edilmemesi gereken' kitaplar sınıfına sokulacaktır.
Geçmi imizi ara tırmanın, gelece imizi ara tırmaktan çok daha çekici ve serüvenli
olabilece i gerçe i kar ısında halk, belki kabu una çekilip orada kurdu u dünyada
ya amayı seçecektir.
Ne olursa olsun, binlerce, milyonlarca yıl geriye uzanan geçmi imizin tutarsızlıklarla dolu
oldu u gerçe i, kesinlikle koruyacaktır. Geçmi , ilkel dünyamızı, içi adam dolu uzay
arabalarıyla ziyaret eden bilinmeyen tanrılarla doludur; akıl almaz teknik yeteneklerin var
oldu u, günümüzde ise ancak bir bölümü yeniden bulunan bilgilerin gizlendi i bir geçmi ...
Arkeoloji derseniz, o da tutarsızlıklar içindedir. Çünkü binlerce yıllık elektrik pilleri, platin
kopçalı kusursuz uzay giyimleri içinde garip yaratıklar, küçük elektronik beyinlerin bile
çözemedi i on be basamaklı sayılar yeni kazılarda ortaya çıkmaktadır. Bunları yapmı
olması gereken ilkel insanların, böylesine inanılmaz bilgileri nereden elde ettikleri sorusu
ister istemez ki inin aklına takılmıyor mu?
Tutarsızlıklar din alanında da sürüp gitmektedir. öyle ki, bütün dinler sözle mi gibi,
insano luna yardım ve kurtulu vaat ederler. lkel tanrılar da aynı eyler için söz verirler.
Ama niçin verdikleri sözü tutmazlar; niçin son derece modern silâhlarını ilkel insanlara kar ı
kullanırlar; niçin onları yok etmeyi tasarlarlar?
Binlerce yıldır kurulmasına çalı ılan inançlar dünyasının artık yıkılaca ı dü üncesine
alı alım. Birkaç yıllık dikkatli ara tırma, hepimizi rahatlatan zihin kurumlarını yerle bir etmeye
yetiyor; gizli toplumların kitaplıklarında saklı duran bilgiler birer birer gün ı ı ına çıkıyor;
uzay ça ı gizlilikler ça ı olma niteli ini yitiriyor ve yıldızları hedef alan uzay yolculukları,
geçmi le aramızda kalan uçurumları kapatmaya ba lıyor. Tanrılar, rahipler, krallar,
kahramanlar bu uçurumun karanlıklarından çıkıyorlar. Geçmi imizi gerçekten eksiksiz
ö renmek istiyorsak, onları gizledikleri sırları açıklamaya zorlamalıyız. Bu nasıl yapılabilir?
Arkeolojik ara tırmaları modern laboratuvarlar üstlerine almalıdır!
Arkeologlar tarihsel yerle me kalıntılarını, üstün duyarlıklı ölçü araçlarıyla yeniden
incelemelidirler!
Ve gerçe i arayanlar, bütün kurumlara ku kuyla bakmaya koyulmalıdırlar!
On bin yıl öncesinin insanı için uzay yolculu u bir sorun de il, bir gerçekti! Bunun ispatı,
karanlık geçmi te tanrıların bıraktıkları ve bugün anlamını çözmeye çalı tı ımız sayısız
izlerdir. Evet, pek uzak ça larda uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiklerini ileri sürüyorum! Bu
dünya dı ı akıllı yaratıkların kimler olduklarını ya da hangi gezegenden geldiklerini henüz
bilmiyorum. Ancak; o ça da ya ayan insansı yaratıkları kitle halinde yok ettiklerine ve yeni,
belki de ilk, 'homo sapiens'i ürettiklerine kesinlikle inanıyorum.
Bu iddia tümüyle devrimcidir; kusursuz gibi görünen zihin kurumlarını temelinden
sarsmaktadır. Amacım, bu iddianın delillerini gözler önüne sermektir.
Kitabım birçok ki inin cesaret vermesi ve i birli iyle hazırlanabildi. Son birkaç yıldır
yüzümü göremeyen karıma anlayı lılı ı için, binlerce mil bana yol arkada lı ı eden Hans
Neuner'e aksamasız ve de erli yardımları için, Dr. Stehlin ve Louis Emrich'e sürekli destek
olu ları için te ekkür etmek isterim. Ayrıca bana, Bilimsel ve Teknik Ara tırma Merkezlerini
gezdiren Houston ve Huntsville NASA tüm personeline, Prof. Dr. Werner von Braun, Prof.
Dr. Willy Ley ve Bert Slattery'e ve dünyanın çe itli bölgelerinde benden yardım ve
desteklerini esirgemeyen insanlara te ekkürü bir borç bilirim.
ERICH VON DÄNIKEN
B R NC BÖLÜM: EVRENDE AKILLI YARATIKLAR VAR MI?
Y RM NC YÜZYIL NSANI, türünün evrendeki tek örne i midir? Ba ka yıldızlardan
gözümüzle görebilece imiz örnekler gelmedi i sürece bu soruya verilen, «Evet,
dünyamız, üzerinde insan ya ayan tek gezegendir!» kar ılı ı geçerli ve inandırıcı
kalacaktır. Ancak son ara tırma ve bulgulardan ortaya çıkan gerçekler dikkatle
incelendi inde, soru i aretleri ormanının büyüdükçe büyüdü ü görülecektir.
Astronomlar bulutsuz bir gecede çıplak gözle 4500 yıldız görülebilece ini söylüyorlar.
Küçük bir gözlem evi teleskopu bu sayıyı iki milyona çıkarabiliyor. Modern yansıtıcı
teleskoplarca, Samanyolu’nu olu turan milyarlarca yıldızın ı ı ını gözlemciye getirmek
gücünde. Ancak, evrenin heybetli ölçüleri açısından Samanyolu, çok daha büyük bir
yıldızlar sisteminin ufacık bir parçasıdır. Bu sistem yirmiye yakın galaksiden olu ur ve
yarıçapı bir buçuk milyon ı ık yılıdır. (1 ı ık yılı, ı ı ın bir yılda aldı ı yoldur ve 300.000 x
60 x 60 x 24 x 365 = 9.460.800.000.000 kilometreye e ittir). Ancak böylesine korkunç bir
sayıyla anlatılan bu sistem bile, elektronik teleskopların gösterdi i nebulaların büyüklü ü
kar ısında küçücük kalır.
Astronom Harlow Shapley, teleskoplarımızın görü alanı içinde yakla ık olarak
(100.000.000.000.000.000.000) yıldız bulundu unu ve bunların binde birinde gezegenler
sistemi bulundu unu tahmin ediyor. Bu tahminin temelinden hareketle, söz konusu
yıldızların binde birinde hayat için gerekli ko ullar oldu unu kabul edersek, geriye
(100.000.000.000.000) yıldız kalıyor. Peki, bunların kaçında hayata uygun atmosfer var?
Binde birinde mi? Öyleyse (100.000.000.000) yıldız hayat için gerekli atmosferi ta ıyor
demektir. Daha ileri giderek, bunların binde birinde hayatın ortaya çıktı ını dü ünürsek,
u anda üstünde hayat olan 100 milyon gezegen bulundu u anla ılır. Bu hesaplar,
günümüzün tekni iyle yapılan teleskopların gösterdi i yıldızlar temel alınarak yapılmı tır.
Bu arada tekni in her gün geli meler gösterdi i unutulmamalıdır.
Biyokimyacı Dr. S. Miller'in varsayımını izledi imizde hayatın ve hayat için gerekli
ko ulların, birtakım ba ka gezegenlerde daha çabuk geli mi olabilece ini görürüz. Bu
varsayımı kabul edersek, 100.000 gezegende, bizimkinden daha geli mi uygarlıkların
bulundu unu da kabul etmemiz gerekir.
Tanınmı bilim adamı, yazar ve W. von Braun'un arkada ı Prof. Dr. Willy Ley, New
York'taki konu mamızda görü lerini öyle açıkladı:
«Yalnız Samanyolu'ndaki yıldızların sayısı 30 milyar kadardır. Günümüz astronomi
bilginleri, bunların 18 milyarında gezegenler sistemi bulundu unu kabul ederler.
Gezegen sistemleri arasındaki uzaklı ın, gezegenlerin ancak yüzde birine bir yıldız
yörüngesine girme olana ı tanıdı ını dü ünelim. Bu durumda, hayatı destekleyecek
güçte 180 milyon gezegenle kar ı kar ıya kalırız. Bunların yüzde birinde de hayatın
gerçekten ortaya çıktı ını dü ünürsek, geriye 1.800.000 gezegen kalır. Üzerinde hayat
bulunan gezegenlerin yine yüzde birinde «Homo Sapiens'e e it akıl düzeyindeki
canlıların ya adıklarını kabul edersek, Samanyolu’nda 18.000 uygarlık oldu u ortaya
çıkar.»
Samanyolu'ndaki yıldız sayısının son sayımlarda 100 milyara çıktı ı göz önünde
tutulursa, Prof. Ley'in dikkatle yaptı ı hesaptaki uygarlık sayısı büyük çapta artar.
Ütopik sayıları ya da bilinmeyen galaksileri katmaksızın yapılan yukarıdaki tahmini,
biraz daha ilerletebiliriz ve 18.000 gezegenin en az yüzde birinde gerçekten hayat
oldu unu ileri sürebiliriz.
Dünyaya benzer gezegenleri var oldu u, gerek hesaplar, gerekse bilimsel
ara tırmalar sonucu, ku ku tanımaz bir duruma gelmi tir. Ancak hayatı destekleyen
ko ulların ille de dünyanınkilerle özde olması gerekmez.
Hayatın yalnız dünyadaki ko ullar altında geli ti i dü üncesi çoktan çürütülmü tür.
Oksijen ve su olmayınca hayat da olmaz inancı tümüyle yanlı tır. Öyle ki dünyamızda
bile oksijene gerek duymayan canlılar vardır. Anaerobik bakteri adı verilen bu yaratıklara
oksijen, öldürücü etki yapmaktadır. Neden uzayda aynı ekilde ya ayan geli mi türler
bulunmasın?
Çalı malarını pek yakın tarihlere kadar dünyamız üzerinde yo unla tıran
ara tırmacılar, gezegenimizi hayat için 'ideal' olarak nitelendirmi lerdi. Bol bol suyu,
tükenmeyen oksijeni, organik yollarla kendili inden yenilenen do ası ve ne çok sıcak, ne
çok so uk iklimiyle dünyamız, bu niteli i hak eder görünüyordu.
yi ama hayatın do u u ve geli mesi böylesine katı kurallarla sınırlandırıldı ında,
ortaya çıkan a ırtıcı durumlara ne demeli? Bilginler, dünyada iki milyona yakın de i ik
canlı türünün bulundu unu tahmin ediyorlar; bunların bir milyon iki yüz bini bilimsel
olarak tanınıyor. Ancak, tanınanlar içinde birkaç bin türün, bugün geçerli kurallar
gere ince, ya amaması gerekiyor! Bu durumda, hayat için gerekli ko ulları belirleyen
yasaların yeni ba tan ele alınıp incelenmelerinden ba ka çıkar yol yoktur.
Normal olarak yüksek radyoaktiviteli suların mikroptan arınmı olaca ı dü ünülebilir.
Ne var ki birtakım bakteri türleri, nükleer reaktörleri çevreleyen Dr. Siegel'in yaptı ı bir
deney ise korku vericidir:
Siegel, Jüpiter'in atmosferini laboratuvarında yaratarak, birtakım bakterileri burada
üretmeyi denemi tir. Bilindi i gibi Jüpiter'in atmosferi, bizim anladı ımız biçimde hayat
için hiç bir uygunluk göstermemektedir. Bununla birlikte Siegel'in bakterileri, amonyak,
metan ve hidrojene ra men ölmemi ve üremelerini sürdürmü lerdir. Bristol Üniversitesi
entomoIojistlerinden Hinton ve Blum'un deneyi de aynı oranda ürkütücüdür. Bu bilim
adamları, bir tatarcık türünü birkaç saat 100° santigrad ısıda kuruttuktan sonra, uzay
kadar so uk olan sıvı helyuma atmı lardır. Daha sonra yüksek ısı vererek do al hayata
döndürdükleri hayvancıklar hiç bir ey olmamı gibi ya amalarını sürdürmü ler, hatta
'sa lıklı' yavrular bile do urmu lardı! Bunların dı ında yanarda larda ya ayan, ta yiyen,
demir üreten bakteri türleri de tanınmaktadır. Soru i aretleri ormanı büyüdükçe
büyümüyor mu?
Birçok ara tırma merkezinde deneyler sürdürülürken, hayatın hiç bir zaman
dünyamız ko ullarıyla sınırlandırılamayaca ının delilleri de artmaktadır. Dünya yüzyıllar
boyu, yerküreyi yöneten ko ullar ve yasalar çevresinde dönüp duruyor. Bu inanı ,
alı ılmı ölçü ve dü ünce sistemlerini benimseyen ara tırmacıların gözlerine her eyi
bulanık ve titrek gösteren bir gözlük gibi yerle ti. Uzay incelenirken de çıkarılamayan bu
gözlük yüzünden, ça açan dü ünürlerden Teilhard de Chardin, uzayda ancak 'hayal'in
gerçek olabilece ini ileri sürdü!
E er ba ka gezegenlerde ya ayan akıllı yaratıklar da bizim gibi dü ünüyorlarsa,
kendi hayatları için gerekli ko ulları, bütün evren için geçerli sayıyorlar demektir. Böylece
bizim anladı ımız biçimde bir hayat için kesinlikle öldürücü olan -150, 200 derece ısıda
ya ayan yaratıklar, evrende hayat izi ararken -150 dereceyi de birlikte arayacaklardır.
Tıpkı bizim geçmi imizi aydınlatmaya çabalarken kullandı ımız mantık gibi...
u, ya da bu zamanda ortaya çıkan her atak dü ünceye ütopya gözüyle bakılır. Ama
günlük gerçekler arasına giren ütopyalar sayılamayacak kadar çoktur! Burada verilen
örnekler en uzak ihtimalli türden olmakla birlikte, bugün kavramakta güçlük çekti imiz
birtakım kavramlar açıklanınca, gerçek durumuna gireceklerdir. O zaman tüm engeller
yıkılacak ve insan, evrenin gizli tuttu u bilgilere bir adım daha yakla acaktır. Gelecek
ku aklar evrende bugün hayal edemedi imiz ölçüde de i ik türden canlılar bulacaklar,
biz orada olmasak bile, evrendeki tek akıllı yaratık olmadıklarını, hele hiç de en eski
yaratık olmadıklarını kabul edeceklerdir.
Ya ı sekiz ya da on iki milyar olarak bilinen evrenden kopup gelen gökta ları,
mikroskoplarımızın altına organik bile imlerin, izlerim getirmektedirler. Milyonlarca yıllık
bakteriler yeniden hayat kazanırken, uzaydaki sayısız güne lerden çıkan sporlar,
bo lu u a arak gezegenlerin çekim alanına kapılmaktadırlar. Milyonlarca yıldır
süregelen dönemlerde, yeni hayat türleri yaratılmakta ve geli mektedir. Bu arada
yerkürenin her yanından toplanan sayısız ta örneklerinin incelenmesi, dünyamızın dört
milyar yıl önce meydana geldi ini ortaya çıkarmı tır. Ne var ki bilimin tek bildi i ey, bir
milyon yıl kadar önce, 'insanı andırır bir ey'in dünyada ya adı ıdır! Ve dev zaman
nehrine, a ır çalı malar, büyük serüvenler ve geni çapta merak kar ılı ında kurdu u
baraja ancak 7000 yıllık bir insanlık tarihi toplayabilmi tir. Evrenin milyarlarca yılla
ölçülen geçmi i kar ısında bu sayı gülünç kalmıyor mu?
nsanın bugünkü durumuna gelebilmesi için 400.000 yıl geçmesi gerekmi ti. Neden
ba ka gezegenler bize benzeyen ya da benzemeyen varlıkların geli mesi için daha
elveri li ko ullar sa lamamı olsun? Neden ba ka bir gezegende bize e it ya da bizden
üstün 'rakipler' bulunmasın? Birtakım kestirme kar ılıklarla bu sorular hasıraltı edilemez!
Geçmi te yıkılmaz görünen yasalara bugün gülündü ü unutulmamalıdır. Sözgeli i,
yüzlerce ku ak dünyanın düz oldu u inancındaydı. Binlerce yıl güne in dünyanın
çevresinde döndü ü ileri sürüldü. Bugün bile, Samanyolu’nun merkezinden 30.000 ı ık
yılı uzakta, sıradan, minicik bir gezegen oldu u ispatlandı ı halde, dünyanın, her eyin
merkezi oldu una inananlarımız var.
Uzay ara tırmalarında elde etti imiz bilgiler, evren kar ısındaki küçüklü ümüzü ve
de ersizli imizi çoktan ortaya koymu tur. Ancak gelece imizin evrende gizli oldu u
gerçe i, de erinden bir ey yitirmemi tir.
Gelece e öyle bir bakmadan, geçmi i tarafsızlık ve içtenlikle ara tırma gücünü
bulabilece imizi sanmıyorum...
K NC BÖLÜM: UZAY GEM M Z O DÜNYAYA N NCE
TÜM KURGU-B L M yazarlarının büyükbabası sayılan Jules Verne bugün dünyaca
ünlü bir yazardır. Fantezileri çoktan kurgu-bilim olmaktan çıkmı , seksen günde
yapılabilece ini dü ündü ü dünya çevresindeki yolculuk, astronotlarca seksen altı
dakikaya indirilmi tir. Biz de, bu ileri görü lü yazarın yöntemini izleyerek, uzay gemisiyle
ileride yapılacak bir yolculukta neler olabilece ini dü ünmeye çalı alım. Elbette sözünü
etti imiz yolculu un gerçekle mesi, Jules Verne'in dü lerinin gerçekle mesinden çok
daha kısa bir süre alacaktır. Bununla birlikte, uzay gemimizin 150 yıl sonra bilinmeyen
bir yıldıza gitmek için dünyadan ayrıldı ını dü ünelim:
Gemimiz, deniz a ırı gemiler büyüklü ünde ve 99.800'ü yakıt olmak üzere, 100.000
ton kalkı a ırlı ında olsun.
mkânsız mı?
Hiç sanmam! Daha bugünden parça parça yörüngeye sokulan uzay gemileri, dünya
çevresinde dola ırlarken birle tirebiliyor. Hem bu birle me i lemi yirmi yıldan az bir süre
sonra gereksiz kalacak; çünkü aya inecek dev gemileri yerde hazırlamak bir sorun
olmaktan çıkacak. Üstelik yarının roket atma i lemi için sürdürülen temel ara tırmalar,
tam yolla ilerliyor. Bu ara tırmalardan anla ıldı ına göre, gelece in roket motoru,
gücünü nükleer enerjiden alacak ve ı ık hızına yakın bir hıza ula acak. Aynı alandaki
yeni atılımlar arasında uygulama imkânı, basit parçalar üzerinde yapılan fiziksel
deneylerle ispatlanan 'Foton Roketi' de var. Gövdesinde ta ıdı ı yakıt, roketi ı ık hızına
öylesine yakla tırıyor ki, görelili in her etkisi, özellikle fırlatıldı ı yerle, kendisi arasındaki
zaman farkı açıkça görülebiliyor. Roket çalı ınca yakıt elektromanyetik radyasyona
dönü üyor ve salkım biçimi bir itici güç olarak, ı ık hızıyla gövdeden ayrılıyor. Teorik
olarak bu sistemle donatılmı bir uzay gemisinin ı ık hızının %99'una ula ması gerekir
ve bu hız, güne sistemimizin sınır kapılarını ardına kadar açmak için yeterlidir.
Akıllara durgunluk veren bir dü ünce!... Ancak yeni bir ça ın belkemi i sayılabilecek
olan yirminci yüzyıl insanı, büyükbabasının tanık oldu u ve akıl almaz buldu u tren,
elektrik telgraf, otomobil ve uçak gibi teknolojik geli me ürünlerinin, bugün ola anüstü bir
yanı kalmadı ını aklından çıkarmamalıdır. Aynı ekilde kendisi de ilk radyo yayınlarına,
renkli televizyondan izlenen ilk uzay yolculuklarına ve dünya çevresinde dönüp duran
uydulara tanıklık etmi , her halde birço unu akıl almaz bulmu tu. Ku kusuz onun
çocuklarının çocukları gezegenler arası yolculuklara çıkacaklar ve üniversitelerin teknik
bölümlerinde kozmik ara tırmalar yapacaklardır.
Gelelim hedefi uzak bir yıldız olan uzay gemimiz yolculu una: Her eyden önce gemi
tayfasının, vakit öldürmek için ne gibi yollar tuttu unu dü ünmeye çalı alım. Çünkü
Einstein'ın zafiyet Teorisine göre ı ık hızının hemen altında yol alan bir uzay gemisinde
zaman, dünyada kalanlara göre çok daha yava geçer. nanılmaz gibi görünüyor ama,
uzay gemimiz ı ık hızının %99'una varan bir hızla gidiyorsa, dünyada geçen bir yüzyıla
kar ılık, geminin içinde ancak 14,1 yıl geçiyor demektir. Uzay yolcularımızla, dünyada
kalanlar arasındaki zaman farkını, Lorentz de i tirgeçlerinin verdi i a a ıdaki formülle
hesaplayabiliriz:
t
v
= 1−
T
c
2
(t: uzay yolcularına göre zaman, T: dünyadaki zaman, v: uçu hızı, c: ı ık hızı.)
Uzay gemisinin uçu hızı da, Prof. Ackeret'in kurdu u temel roket denklemlerine göre
hesaplanabilir:
w
v
c
=
w
w
2 w
1 − (1 − t )
c
c
1 − (1 − t )
2
v: ivme, w: fırlatma hızı, c: ı ık hızı, t: kalkı taki yakıt a ırlı ı.)
Zaman böyle a ır a ır akıp giderken gemi adamları hem görevleri gere i hem de
vakit öldürmek için, yanından geçtikleri gezegenleri inceleyerek, onların yerlerini
belirleyecek, görüntü analizleri yapacak, yerçekimlerini hesaplayacak ve yörüngelerini
ölçeceklerdir. Son olarak da ko ulları dünyamıza en çok benzeyen bir gezegeni ini yeri
olarak seçeceklerdir. Bunda amaç, tükenmeye yüz tutan yakıtlarını yenilemektir.
nilecek gezegenin dünyamıza çok benzedi ini kabul edelim. Daha önde de
belirtti im gibi, bunun olmaması için hiç bir neden yoktur. Gezegen, dünyamızın 8000 yıl
önceki durumuna benzememekte ve üzerinde uygarlık da aynı a amayı ya amaktadır.
Elbette bütün bunlar ini ten önce, gemideki araçlarla belirlenmi tir. nilecek alan,
'bölünebilir madde kaynaklarına' en yakın olan bölgedir. Gemideki araçlar, uranyum
madenlerinin hangi da sıralarında bulunabilece ini de güvenilir ve çabuk bir biçimde
gösterirler.
ni tasarlanan biçimde gerçekle tirilir.
Gemi adamlarının gözüne çarpan ilk ey, ta tan araçlar yapan, mızraklarla vah î
hayvan avlayan, otlaklarda koyun ve keçi sürüleri güden, ilkel biçimde çanak çömlek ve
ev gereçleri yapan birtakım yaratıklar olur.
Acaba bu ilkel yaratıklar, gökten inen canavar ve içinden çıkan garip eyler hakkında
ne dü ünürler? Her halde ilk yapacakları ey yerlere kapanıp yüzlerini topra a gizlemek
olacaktır. O güne kadar aya ve güne e tapmı lardır. Ama imdi olan, korkunç bir eydir:
Tanrılar gökten inmi lerdir!
Olayın ilk heyecanı geçince, ilkel yaratıklar bir kaya ardına geçip olanı biteni izlemeye
koyulurlar. Az ötelerinde kafalarında çubuklu apkalar ta ıyan, (antenli ba lıklar); geceyi
gündüze çevirebilen (ı ıldaklar) tanrılar harıl harıl çalı maktadırlar. Yabancılar hiç güç
harcamadan gö e yükselirken (roketli kemerler) gezegen sakinleri neredeyse küçük
dillerini yutarlar. Bilinmeyen 'hayvanlar' homurdana vızıldaya gökte uçmaya ba layınca
da (helikopterler ve her i e yarayan ta ıtlar) yüzlerini yine topra a gömerler. Son olarak
tüyler ürpertici bir 'bumm' sesi duyulur (deneme patlaması). Yaratıklar çil yavrusu gibi
da ılarak ma aralarına kaçı ırlar. Artık astronotlarımız onların gözünde yüce birer
tanrıdır.
Günler geçer. Uzay adamları yo un çalı malarını sürdürürler. Bir gün rahipler ve
büyücülerden olu an bir topluluk tanrılarla ili ki kurmak için, ilkel içgüdüleriyle
kestirdikleri ba kana yakla ırlar. Yanlarında konukseverliklerini gösterecek arma anlar
vardır. Uzay adamlarımız elektronik beyin aracılı ıyla onların dillerini hemen ö renirler
ve nezaketlerine te ekkür ederler. Uzun uzadıya kendilerinin tanrı olmadı ını, tapmaya
de er bir üstünlük ta ımadıklarını anlatırlarsa da, sonuç alamazlar. lkel dostlarımız
ba ka türlü dü ünememektedir. Onlar yıldızlardan gelmi , büyük güçler göstererek
mucizeler yaratmı lardır. Tanrılardan ba ka bir ey olamazlar! Uzay adamları direnerek
yardım teklif ederler. Yine sonuç yoktur. Olan bitenler çoktan, kar ılarındaki ilkel
yaratıkların anlayı sınırlarını a mı tır.
ni gününden sonra olacakları tam olarak kestirmek güçtür, ancak a a ıdaki
eylemlerin, önceden dü ünülmü bir tasarı gere ince uygulanabilece i dü ünülebilir.
Nüfusun bir bölümü kazanılarak, dünyaya dönü
ara tırılması ve çıkarılması için e itilir.
için gerekli olan uranyum'un
Yaratıkların en akıllısı 'kral' seçilir. Gücünün apaçık belirtisi olarak, tanrılarla
do rudan do ruya ili ki kurulabilece i bir telsiz aracı verilir.
Uzay adamlarımız onlara basit uygarlık gereklerini ve birtakım ahlâk kavramlarını
ö retirler. Özellikle seçilmi kadınlar gemi adamlarınca döllenir. Böylece do al evrimin
birkaç a amasını atlatan bir soy do ar.
Bu soyun uzayda uzmanla abilmesi için ne kadar zaman geçmesi gerekti ini kendi
tecrübelerimizden biliyoruz. Neyse, uzay adamlarımız dönü yolculu una ba lamadan
önce, arkalarında ancak çok çok sonra, yüksek teknik yetenekleri olan ve matematik
temellere kurulmu bir uygarlı ın anlayabilece i birtakım izler ve i aretler bırakırlar.
Gezegen yaratıklarını, kendilerini ileride bekleyen tehlikelere kar ı uyarmanın ne
ölçüde yarar sa layaca ını da kestirmek pek güçtür. Onlara korkunç kıtalararası
sava ları ve atomik patlamaları konu alan filmler gösterdik ve sava ın i rençli ini
anlattık diyelim. leri uygarlık düzeyine ula an ve tarih kitapları tiksindirici sava lardan
geçilmeyen yirminci yüzyıl dünyası bile, durmadan 'sava ate iyle' oynadı ına göre,
onların da her eye ra men, bir gün aynı çılgınlı a dü eceklerini dü ünmek yerinde olur
sanırım!
Uzay gemisi evrenin karanlıklarında kaybolup gidince, geride kalan dostlarımız, bu
inanılmaz mucizeyi konu maya ba layacaklardır: Tanrılar buradaydı! Ba larından
geçenleri babadan o ula, anneden kıza geçecek destanlar biçimine sokacaklar,
tanrıların geride bıraktı ı arma anları, küçük araçları tapınaklarına kaldırarak, kutsal
emanetler olarak koruyacaklardır.
E er yazıyı ke fetmi lerse, olanları korkunç, ola anüstü ve mucizevî diye niteleyerek
yazmaya koyulacaklardır. Kitapları ve resimleri, sa ır edici gürültülerle gökten inen bir
uçan gemiyi ve altın elbiseli tanrıları anlatacaktır. Denizlerin ve karaların üstünde uçan
sava arabalarından, korkunç silâhlardan söz edecek, tanrıların geri dönmeye söz
verdiklerini, altını çize çize belirteceklerdir.
Bir zamanlar gördüklerini kayalar üzerine çizmeye koyulacaklardır:
Kafalarında ba lıklar ve çubuklar bulunan
ekilsiz devler; gö üslerinde çantalar
ta ıyan yaratıklar; ne oldu u bilinmeyen varlıkların binip gökyüzünde dola tıkları toplar;
üstünde ı ınların fı kırdı ı de nekler, kocaman böceklere benzeyen ve ta ıt aracı
oldu u kesin olan garip biçimler...
Uzay gemimizin ziyaretinin do uraca ı türlü etkiler saymakla bitmez. Kitabımızın ileri
sayfalarında, eski ça larda dünyamızı ziyarete gelen 'tanrıların' da ne gibi izler
bıraktıklarını görece iz.
Gezegende bıraktı ımız dostlarımızın bu olanlardan sonraki hayatlarını izlemek
kolaydır. Gizlice seyrettikleri tanrılardan, epey yeni ey ö renmi lerdir. Geminin indi i
alan, kutsal bölge olarak açıklanır. Din merkezi sayılabilecek olan bu alanda, belirli
dönemlerde, 'hac' toplantıları yapılır ve tanrıların 'kahramanlıkları' anlatılır. Astronomik
kurallara uygun piramitler ve tapınaklar kurulur. Yüzyıllar geçer. nsanlar ço alır ve
sava a ba lar. Sonunda kutsal yerlerin ço u toprak altında kalır. Daha sonra tanrıların
yerlerini bulan ba ka ku aklar gelir, kazılar yapılır ve bu ku akların kar ısına binlerce
anla ılmaz kalıntı çıkar.
te biz, bugün aynı a amadayız. Üstelik aya inmeyi ve uzayın birçok sırrını çözmeyi
de ba ardı ımız için, dü ünce boyutlarımız oldukça geni . Dev bir geminin, güney
denizlerindeki ilkel yerlileri ne ölçüde etkiledi ini biliyoruz. Cortes'in Güney Amerika
insanlarını nasıl korkuttu unu kitaplarımız yazıyor. Bu bakımdan, silik de olsa, bir uzay
gemisinin tarih öncesi dönemlerde nasıl etkili oldu unu dü ünebiliriz.
imdi soru i aretleri ormanını meydana getiren açıklanmamı kalıntılar dizisine yeni
bir açıdan bakmalıyız. Bir araya geldiklerinde, tarih öncesi uzay yolculuklarından arta
kaldıkları anlamını ta ıyorlar mı? Bizi geçmi in karanlıklarına götürürken, aynı zamanda
gelece imiz için yaptı ımız tasarılara ı ık tutuyorlar mı?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AÇIKLANAMAYANIN MKÂN DI I DÜNYASI
TAR HSEL GEÇM M ZLE ilgili bilgiler, dolaylı bilgilerden bir araya getirilmi tir.
Kazılar, eski kitaplar, ma ara resimleri, destanlar v.b... Bütün bu malzeme, etkileyici ve
ilginç bir mozaik levhanın yapımında kullanılmı tı. Ancak parçaları, yalnızca önceden
tasarlanmı bir dü ünce biçimine uyabiliyordu. Ço u zaman da çimento apaçık
görülüyordu. Bir olay öyle, öyle olmu tur... Bu ba ka türlü açıklanamaz. E er
bilginlerimiz öyle istiyorlarsa öyle olsun. Ama var olan dü ünce biçimlerinden ve geçerli
varsayımlardan ku kuya dü üp de, sorular sormaya ba layınca tepki görüyorsak,
ara tırmanın sonu gelmi demektir. Geçmi imiz ancak bir yere kadar do rudur. Yeni
görü ler ortaya çıktı ında, eski varsayım hemen atılmalı ve yerine, o görü lerden bir
yenisi getirilmelidir. Yeni varsayımı, geçmi i açıkladı ı sanılan eski varsayımların yerine
koyma zamanı gelmi tir.
Güne sistemi, evren, mikrokozm ve makrokozm hakkındaki bilgiler, teknoloji, tıp,
jeoloji ve biyolojideki ilerlemeler, uzay yolculuklarının ba laması ve bu türden birçok ey,
dünyamızın görü ünü elli yıl içinde oldu u gibi, de i tirmi tir.
Bugün, a ırı ısı de i imlerine dayanabilecek uzay elbiseleri yapılabilece ini biliyoruz.
Bugün uzayda dola manın ütopik bir dü ünce olmadı ını biliyoruz. Renkli televizyon
mucizesini benimsemi durumdayız. I ı ın hızını ölçebildi imiz gibi, Einstein'ın zafiyet
Teorisini de ispatlayabiliyoruz.
Dünyamızın görüntüsünü çevreleyen buz kalıbı erimeye ba larken ortaya atılan yeni
varsayımlar, beraberlerinde yeni kriterler getiriyorlar. Sözgeli i, gelecekte arkeolojinin
yalnızca kazılar yapmakla u ra an bir bilim dalı olmayaca ı imdiden anla ılıyor.
Bulunan kalıntıların toplanması ve sınıflandırılması yeterli görülmüyor. Geçmi imizin
güvenilebilir bir resmini çizmek için öteki bilim dallarının da i e karı ması bekleniyor.
Öyleyse imkânsızlıklar dünyasına, bütün merakımız ve açık fikirlili imizle girelim.
'Tanrıların' bize bıraktı ı mirasa sahip çıkalım:
On sekizinci yüzyılın ba larında, Topkapı Sarayında, Amiral Pîrî Reis'e ait birçok eski
harita bulunmu tu. Berlin Devlet Kitaplı ında saklanan ve Akdeniz'le Lût gölü dolaylarını
tam olarak gösteren atlaslar da bu amiralindi.
Bir süre önce bütün bu haritalar incelenmek üzere Amerikalı haritacı Arlington H.
Mallery'e verildi. Mallery bütün co rafî konuların haritalarda yer aldı ını, ancak gerçek
yerlerinde bulunmadıklarını belirtti ve Amerikan donanması haritacılarından Walters'ın
yardımını istedi. Walters ve Mallery, uzun çalı malardan sonra haritaları modern bir
küreye uygulamayı ba ardılar. Çıkan sonuçla, bilim çevrelerinde yer yerinden oynadı:
Haritalar kesinlikle do ru çizilmi ti. Üstelik Akdeniz ve Lût gölü çevresini göstermekle
kalmıyor, Kuzey ve Güney Amerika kıyılarını, hatta Antarktika'nın ana hatlarını da
çiziyordu. Daha da a ırtıcı olarak, Pîrî Reis'in haritalarında yalnız kıtaların dı hatları
de il, da sıraları, doruklar, adalar, nehirler ve ovalar tam bir do rulukla görünüyordu.
Jeofizik yılı olan 1957'de haritalar, hem Weston Gözlem evi yönetmeni, hem de
Birle ik Devletler Donanması haritacısı olan Cizvit Rahibi Lineham'a verildiler. Lineham,
titiz ara tırmalardan sonra haritaların akıl almaz ölçüde do ru olduklarını, üstelik o
günlerde bile do ru dürüst ke fedilmemi bölgeleri açıkça gösterdiklerini bildirdi. in en
akıl almaz yanı, haritalarda ayrıntılarıyla görülen Antarktika da larıydı. Çünkü bu da lar
1952 yılında, ses yansıtıcı araçlarla ke fedilebilmi ti. Daha önce varlıkları bilinmiyordu
ve Antarktika tarih boyunca hep buzlarla kaplı kalmı tı!
Prof. Charles H. Hapgood ve matematikçi W. Strachan'm son çalı maları bize daha
da tüyler ürpertici bilgiler getiriyorlar. Uydulardan çekilmi dünya foto rafları, Pîrî Reis'in
haritalarıyla kar ıla tırılınca ortaya korkunç bir benzerlik çıkmı . Bilim adamları bu
haritaların asıllarının çok yükseklerden çekilmi foto raflar oldukları sonucuna varmı lar.
Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Bir uzay gemisi Kahire'nin tam üstünde, fakat çok yükseklerde uçarken foto raf
makinesini a a ıya do rultuyor. Film banyo edilince ortaya öyle bir görüntü çıkıyor:
Kahire merkez olmak üzere, 5000 kilometrelik bir dairenin içinde kalan bölgeler do ru
olarak görünmekte. Çünkü bu bölgeler merce in tam altına gelmi tir. Ancak resmin
merkezinden uzakla tıkça ülkeler ve kıtalar büzülmeye, gerçek biçimlerini yitirmeye
ba lıyorlar.
Neden?
Dünyanın küre biçiminde olması yüzünden merkezden uzakla tıkça kıtalar 'A a ı
do ru batmaktadır' da ondan! öyle ki, Güney Amerika, uzunlamasına bir büzülme
göstermektedir. Aynı büzülme, ne hikmetse, Pîrî Reis'in haritalarında ve A.B.D.
uydularından çekilen foto raflarda da vardır.
Çabucak kar ılık bulunabilecek birkaç soru sorulabilir. Bu haritalar atalarımızın
elinden mi çıkmı tır? Hayır! Çünkü yapılmaları için çok ileri bir tekni in bulunması
gerekiyordu... Havadan resim çekebilecek düzeye ula mı bir teknik!
Haritaların çizildi i dönemlerde böyle bir teknik bulunmadı ına göre, ne yolla
çizildiklerini nasıl açıklayaca ız? Dü ünce boyutlarımızı a tı ı ve mantık kurallarına
uymadı ı için belki hiç aldırmayaca ız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların,
bir uzay gemisinden çekilen foto raflar aracılı ıyla çizildi ini ileri sürece iz.
Pîrî Reis'in haritaları, ku kusuz asıllarının kopyasının, kopyasının, kopyasıydı.
Bununla birlikte, asılları oldu unu ve on sekizinci yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile,
nasıl çizildikleri yolunda en ufak bir açıklama yapamayız. Çünkü onları çizen kimse ya
da kimselerin, uçabilmeleri ve foto raf çekmesini bilmeleri gerekmektedir! Pîrî Reis'in de
kalyonlarından ba ka bir aracı olmadı ına göre...
And da larının Peru eteklerinde, denize oldukça yakın bir düzlükte antik Nazca ehri
uzanır. ehrin kuzeyindeki Palpa vadisinde de elli dokuz kilometre uzunlu unda, bin altı
yüz metre geni li inde düzgün bir erit vardır. eritte, paslanmı demiri andıran bir sürü
ta tan ba ka bir ey görünmez. Bölge yerlileri buraya «pampa» adını verirler. Oysa
ortalıkta bir tek ot bile yoktur. Nazca düzlü ünden uçakla geçerseniz, gözünüze dev
çizgiler çarpar. Bunların bir bölümü birbirine paraleldir, bir bölümüyse birbiriyle kesi ir.
Ayrıca iç içe geçmi olan büyük dörtgenlerle çevrili olanlar da vardır.
Arkeologlar bunların nka yolları olduklarını ileri sürerler.
Mantıkdı ı bir dü ünce! Birbirine paralel olan, birbiriyle kesi en, düzlükte uzanıp
giderken ansızın bitiveren yollar nkaların ne i ine yarayabilirdi!
Yolu andıran çizgilerin bulundu u bölgede, tipik Nazca i i çanak çömlekler ortaya
çıkarılmı tır. Ancak bu sebepten dolayı, geometrik biçimde düzenlenmi çizgileri Nazca
kültürüne ba lamak, gerçekleri geni çapta basitle tirmekten ba ka bir ey de ildir.
Bölgede ciddî kazılar 1952 yılından sonra ba lamı tır. Yine de, ortaya çıkarılan
eserler do ru dürüst sıralanmamı tır. Yalnız geometrik biçimler ve çizgiler ölçülmü tür.
Ortaya çıkan sayılar, çizgilerin astronomik tasarılar gere ince çizildi ini ileri süren
varsayımı do rulamaktadır. Peru eski eserleri uzmanı Prof. AIden Mason ise bu
çizgilerde, bamba ka bir din türünün ve özel bir takvimin gizlendi ini savunmaktadır.
60 km. uzunlu undaki Nazca düzlü ünün havadan görünü ü, bana tek bir
hatırlattı: Bir havaalanı!
eyi
O da nereden çıktı diyebilirsiniz.
Ara tırma (=bilgi), ancak, incelenecek bir ey bulundu u zaman yapılabilir.
ncelenecek ey bulamayınca da, yorulmak bilmeden çalı ılır düzeltilir ve ortaya, var
olan mozaik levhaya tam tamına uyan parlak ve düzgün bir ta parçası çıkarılır. Klasik
arkeoloji, nka öncesi insanlarının kusursuz bir yer ölçme tekni ine sahip olabileceklerini
kabul etmez. O ça larda uça ın var oldu unu ileri sürmek ise tam anlamıyla arlatanlık
olur.
Öyleyse Nazca'daki çizgiler hangi amaca hizmet ediyorlardı? Benim görü üme göre,
bir modelden dev ölçeklerle büyütülerek ve bir koordinatlar sistemi kullanılarak, ya da
uçan bir nesneden verilen talimatlara uyularak çizilmi lerdi. Bununla birlikte Nazca
düzlü ünün kesinlikle bir ini alanı oldu unu ileri sürecek de ilim. Yapımında demir vb.
madenler kullanılmı olsa bile, bunu ispatlayacak herhangi bir kalıntı bulunamaz. Çünkü,
ta ın on binlerce yıl dayanabilmesine kar ılık, birçok metal birkaç yıl içinde a ınıp gider.
Bu durumda öyle bir varsayım ileri sürebiliriz:
Çizgiler, 'tanrılara,' «Buraya inin! Her ey sizin emretti iniz biçimde hazırlandı»
demek için çizilmi lerdi. Geometrik biçimlerin yaratıcıları 'tanrıların' yere inebilmesi için
nelerin gerekli oldu unu, belki çok iyi biliyorlardı.
Peru'nun birçok bölgesinde da eteklerinde, uçak nesnelere yol göstermek için
yapıldıkları ku kusuz, kocaman i aretler vardır.
Bunların en ilginci, Pisco körfezini çevreleyen killi tepelere kazılmı olandır. 245
metre uzunlu undaki bir i aret kilometrelerce uzaktan açıkça görünür. lk bakı ta bir
sürü eye benzetilebilir. Diyelim üç çatallı bir zıpkına ya da üç kollu bir amdana... Ama
bunların hiç biri de ildir. aretin orta kolonunda upuzun bir halat bulunmu tur. Nedir bu?
Çok eski bir sarkacın kalıntısı mı?
Bu sorulara, var olan dogmalar yardımıyla kar ılık bulmaya çalı mak, karanlıkta
görmeye çalı maktan farksızdır. Ama bilginler, her zaman oldu u gibi, bunlara da birer
kulp takabileceklerini ve arkeolojinin kocaman mozaik levhasına uydurabileceklerini
sanmaktadırlar.
Peki ama, nka öncesi insanlarını, o akıl almaz çizgileri, ini eritlerini çizmeye iten
güç neydi? Onları Lima'nın güneyindeki killi tepelere yüzlerce metre uzunlukta i aretler
yapmaya götüren nasıl bir çılgınlıktı?
Çok yükseklerden gelmesini bekledikleri varlıklar olmasaydı, ça ın araçlarıyla yıllar
alabilecek çabalara giri irler miydi? Daha do rusu, uçan yaratıklardan haberleri
olmasaydı, böylesine anlamsız görünen a ır i lere atılırlar mıydı?
Görüldü ü gibi, ortaya çıkan kalıntıların ve eski eserlerin açıklanmasında, arkeoloji
tek ba ına yetersiz kalmaktadır. De i ik ara tırma alanlarından gelecek bilim
adamlarının bir araya toplanması, bilmecelerin çözümünü hızlandıracaktır. Dü ünce
alı veri leri ve tartı malar, karanlıkta kalmı noktalara ı ık tutulmasını sa layacaktır.
Ancak bütün bu bilim adamları, kalıpla mı dü üncelerden uzakla maya kar ı koyup
bizim sordu umuz biçimde soruları alaya almaya ba larlarsa, toplu ara tırmanın hiç bir
kesin sonuca varamama tehlikesi do acaktır. Ne yazık ki akademik çevrenin bilim
adamları kendilerine ö retilenin dı ında gerçek tanımazlar ve geçmi ça lardaki uzay
yolculuklarından söz edenlere bir ruh doktoruna görünmelerini tavsiye ederler.
Fakat de i en bir ey yoktur. Sorular yine kar ılıksız kalmı , açıklanamayan
kalıntılar, arttıkça artmı tır. öyle ki, ekinoksları veren, astronomik mevsimleri açıklayan,
ayın her saatteki durumunu ve hareketlerini gösteren, bütün bunlarda dünya dönü ünü
hesaba katan bir takvime ne buyurulur? Bu takvim Tiahuanaco'da, kuru çamurun içinde
bulunmu tur ve içindeki her ey kesinlikle do rudur. Bu da onu tasarlayan, ortaya koyan
ve kullananların bizden üstün bir uygarlık düzeyine ula mı oldu unu ispatlamaktadır.
(Kendimize olan sonsuz güvenimiz, bu ispatı nasıl kabul edecek bilmiyorum!)
Bir ba ka akıl almaz kalıntı da, Eski Tapınakta bulunan yedi buçuk metre boyundaki
Büyük Put'tur. Tek parça kırmızı kum ta ından yapılan put, yakla ık olarak yirmi ton
a ırlı ındadır. Ancak asıl büyük a kınlık, putun üzerindeki yüzü a kın sembolün
kazılmasındaki ustalık ve düzgünlükle, saklandı ı tapına ın ilkelli i arasındaki çeli kiden
do maktadır. Aslında tapına a 'eski' denmesinin nedeni, yapımında kullanılan ilkel
tekniktir.
H.S. Bellamy ve P. Allan, 'The Great Idol of Tiahuanaco' (Thiahuanaco'nun Büyük
Putu) adlı kitaplarında putun üzerindeki sembollerin anlamlarını deliller göstererek
açıklamı lardır. Varılan sonuçlar, temeli küre biçimli bir dünya olan çok büyük bir
astronomi bilgisinin puta aktarıldı ını göstermektedir.
Sembollerin belirtti i olaylar, Hoerbiger'in 1927'de, yani putun bulunmasından be yıl
önce, yayınlandı ı 'Gezegenler Teorisi'nde sözü edilen olayların aynısıdır. Gezegenler
Teorisi'nde, bir gezegenin dünyamızın çekim alanına girdi i ve aradaki uzaklık
azaldıkça, dünyanın dönü hızının da azaldı ı ileri sürülür. Teoriye göre, gezegen
sonunda parçalanmı ve ay olu mu tur.
Putun üzerindeki semboller, bir gezegenin 288 günlük bir yılda dünya çevresinde 425
tur yaptı ını belirtir. Bu ola anüstü olay, Hoerbiger'in görü ünü do rular görünmektedir.
Beilamy ve Allan putta, uzayın 27.000 yıl önceki durumunun anlatıldı ını belirtmekte ve
«Puttaki yazılar ileriki ku aklara olanları anlatacak bir kayıt izlenimini veriyor.»
demektedirler.
Yüksek de eri olan bu antik esere 'eski bir tanrı heykeli' deyip geçemeyiz. Üzerindeki
sembollerin anlamları kesin olarak açıklandı ı için kar ımıza öyle bir soru çıkar: «Bu
astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan ilkel insanlar mı bir araya getirmi ti,
yoksa bu bilgi dünya-dı ı bir kaynaktan mı gelmi ti?»
Hangisini kabul edersek edelim, gerek putun, gerekse takvimin üzerinde böylesine
karma ık bir bilgi kütlesinin bulunması, tüyler ürperticidir.
Tiahuanaco'daki sırlar bunlarla da bitmiyor.
ehir, yerle me bölgelerinden
kilometrelerce uza a ve 4.000 metre yükse e kurulmu , ula mak için Cuzco'dan (Peru)
yola çıkmak, günlerce demiryolu ve kayıkla yol almak gerekiyor. ehrin bulundu u
yüksek plato, bilinmeyen bir gezegenin yüzeyini andırıyor. Atmosfer basıncının deniz
düzeyindekilerden yarı yarıya az olu u ve oksijenin de aynı oranda dü ük bulunması,
insan gücü gerektiren i leri bir i kence haline getiriyor. Ama yerle menin kalıntıları bütün
bu engellerle alay eder gibi gö e yükseliyor.
Elimizde Tiahuanaco ile ilgili gerçek oldu u bilinen bir gelenek yoktur. Bu da
bilginlerin, kalıtım yoluyla günümüze gelen tam ve do ru ö retilerine dayanarak, ehrin
sakladı ı sırları çözmesini engeller. Kalıntıların üzerine, geçmi in esrarengizli i,
karanlı ı ve bizim bilgisizli imiz sis gibi çökmü tür.
ehirde duvarlar 100 ton a ırlı ında kumta ı bloklar üzerine, 60 tonluk ba ka bloklar
konularak yapılmı tır. Bakır kenetlerle tutturulan kocaman kare biçimi ta lar, pürüzsüz
oluklarla birle tirilmi lerdir. Oradaki bütün ta i leri, üstün bir ustalık i idir. 10 ton
a ırlı ında ta bloklarda, ne i e yaradı ı henüz açıklanamayan iki buçuk metre
uzunlu unda delikler açılmı tır. Be metre uzunlu unda a ınmı kaldırım ta ları da
ehrin sırları arasındadır. 1.80 metre uzunlu unda ve yarım metre geni li inde su
boruları, ba larından korkunç bir felâket geçmi gibi sa a sola saçılmı lardır.
Saydıklarımızın hepsinde çok a ırtıcı, usta bir i çilik göze çarpmaktadır. Tiahuanacolu
atalarımızın, su borularını bugün bile ula ılamayan bir pürüzsüzlük ve düzgünlü e
getirmekten ba ka i leri, güçleri yok muydu? Hem de yeterli âletleri olmadı ı halde!
Hayatlarının önemli bir bölümünü -o ça ın araçlarıyla böyle olması gerekir- nasıl bu i e
vermi lerdi?
Arkeologların onardıkları bir avluda, yı ınlarla ta büst durmaktadır. Dikkatle
incelendi inde bu büstler de i ik ırklara özgü yüz biçimleri göstermektedirler. Bazı
yüzler ince, uzun; bazıları kalın, i dudaklı; bazıları iri ya da gaga burunludur. Çok
de i ik kulak biçimlerinin yanı sıra, yüz ifadeleri de bazısında sert, bazısında
yumu aktır. Birtakım büstlerin tepesinde de garip ba lıklar durmaktadır. Bize çok
yabancı gelen bu büstler, önyargılarımız ve inatçılı ımız yüzünden anlayamadı ımız bir
haber iletiyor olamazlar mı?
Güney Amerika'nın arkeolojik harikalarından biri de yine Tiahuanaco'daki Güne
Kapısıdır. Tek parça ta tan yaratılan bu dev eser, yakla ık olarak üç metre yükseklikte
ve be metre geni liktedir. A ırlı ı 10 ton kadar tahmin edilmektedir. Kapının üzerinde
üç sıra olarak dizilmi 48 kare biçimi ekil vardır. ekillerde, uçan tanrıyı temsil eden bir
varlık gösterilmektedir.
Esrarengiz Tiahuanaco ehrinden söz eden efsaneler, buraya yıldızlardan altın bir
geminin geldi ini söylerler. Gemiden, dünyanın Büyük Anası olmak isteyen Oryana adlı
bir kadın inmi tir. Oryana'nın yalnız dört perdeli parma ı vardır. Büyük Ana Oryana, 70
çocuk do urduktan sonra yıldızlara dönmü tür.
Gerçekten de Tiahuanaco dolaylarında dört parmaklı varlıkları gösteren çok çok eski
resimler bulunmu tur. Kesin ya ı bilinemeyen bu resimlerin ne oldu unu, ya da
efsanenin nereden do du unu bildirecek hiç bir kayıt yoktur.
Bu ehir ne gibi sırlar saklamaktadır? Bolivya platolarında çözülmeyi bekleyen ba ka
dünyalardan mesajlar nelerdir? Tiahuanaco kültürünün ba langıcı ve sona ermesi
hakkında en ufak bir bilgi olmadı ı halde, birtakım arkeologlar, buldukları birkaç gülünç
kil heykelci e dayanarak, ehrin 3000 yıl önce kuruldu unu ileri sürerler. Oysa bu
parçacıkların, Güne Kapısıyla hiç bir ortak yanları yoktur. Bilginler, her eyi kolaylarına
gelen biçimde açıklamaya alı mı lardır. Kırık bir çömle i, uradan buradan buldukları
parçalarla birle tirir, düzenlenmi bütüne bir etiket yapı tırarak akıl almaz kültürleri
açıkladıklarını sanırlar. Böylece her ey sevgili mozaiklerine uymu tur! Bu yöntemi
uygulamak, geçmi te yüksek teknik yeteneklerin var olabilece ini ve uzaylıların gelerek,
tarih öncesi insanını etkilediklerini ileri süren dü ünceye bir ans tanımaktan çok daha
kolaydır. Zaten, unun urasında, geçinip gitmek varken, böyle garip dü ünceler ileri
sürmenin ne anlamı var?
Güney Amerika'dan söz ederken Sacsayhuaman'ı da unutmamalıyız! Ancak burada,
Cuzco ehrini çevreleyen görkemli savunma surlarının, 100 ton a ırlı ındaki tek parça
blokların, turistlerin önünde hatıra foto rafı çekti i 450 metre uzunluk ve 15 metre
geni likteki asma bahçelerinin durumunu anlatacak de ilim. Anlatmak istedi im,
tanınmı
nka kalelerinin bir kilometre kadar ötesinde bulunan, bilinmeyen
Sacsayhuaman'dır. Hayal gücümüz bile, atalarımızın 100 ton a ırlı ındaki bir kayayı ta
oca ından çıkarmak, oldukça uzak bir yere ta ımak ve i lemek için ne gibi teknik
yeteneklere sahip olması gerekti ini kavrayamaz. Ancak 20.000 ton a ırlı ında ba ka
bir blokla kar ıla ınca, yirminci yüzyıl tekni ine alı mı bir insan bile beyninden
vurulmu a döner. Bu dört katlı bir ev büyüklü ündeki ta blok, Sacsayhuaman
kalıntılarından az ötede ziyaretçilerin gözü önüne serilmi yatmaktadır. Üzerinde çok
ince ve usta i lemeler, basamaklar, rampalar, delikler ve helezonlar vardır. Her halde
nkalar, bu benzeri görülmemi dev eseri, bo vakitlerini de erlendirmek için oturup
yapmamı lardı. Mutlaka bizce bilinmeyen bir amaca hizmet ediyordu. Ancak i in en
korkunç yanı, bu dev eser, bilmeceyi daha da karı tırmak istercesine tepetaklak
durmaktadır! Böylece merdivenler tavandan a a ıya do ru inmekte, delikler kumbara
çenti i gibi ba ka ba ka yönlere bakmakta, iskemleyi andıran resimler havada yüzermi
gibi görünmektedirler. nsan eli ve insan çabasının bu ta ı kazdı ını, ta ıdı ını ve
i ledi ini dü ünebilir miyiz? Dü ünsek bile onu hangi akıl almaz gücün alıp tersine
çevirdi ini bulabilir miyiz?
Hangi dev güçler, burada i ba ındaydı? Ve hangi amaçla?
Ziyaretçi bunları dü üne dü üne ilerlerken, 800 metre ötede, çok yüksek ısılarda
kayaların erimesi sonucu ortaya çıkabilecek kaya camla malarıyla kar ıla ır. a kınlı ı
bir kat daha artan ziyaretçiye, bu camla mayı buzulların yaptı ı söylenir. Her sıvı gibi
buzullar da tek yöne do ru akarlar. Camla manın olu turdu u dönemlerde, sıvının bu
özelli ini de i tirmi olabilece ini dü ünemeyiz. Daha do rusu, buzulların 16.000
metrekarelik bir alanda, sekiz ayrı koldan, sekiz ayrı yöne do ru aktı ını mantı ımız
kabul etmez!
Sacsayhuaman ve Tiahuanaco tarih öncesi yüzlerce sır saklar. Bunların bir bölümü,
üstünkörü ve inandırıcı olmaktan uzak açıklamalarla geçi tirilmi tir. Ancak Peru'daki
kaya camla masının tıpkısı, Gobi çölündeki kumlarda ve Irak'taki kazı bölgelerinde de
görülmektedir. Bu türden kaya ve kum camla malarının neden Nevada çölünde atom
bombası denemeleri yapıldıktan sonra ortaya çıkan camla malara benzedi ini kim
açıklayabilir?
Tarih öncesi bilmeceleri çözüp inandırıcı açıklamalar yapmanın zamanı gelmi tir.
Gerekli kurulu ların bu konuda ara tırmacıların ba laması için emir vermeleri
gerekmektedir. öyle ki, Tiahuanaco'da sunî biçimde olu mu birtakım tepeler vardır.
4.300 metrekarelik bir alana da ılmı duran bu tepelerin 'tavan'ları hep aynı
yüksekliktedir. Bunların altında bina ya da tapınak gibi bir eyin bulunması gerekir. Ne
var ki, bugüne kadar tepeler zincirine bir tek kazı bile yapılmamı , bir tek kazma darbesi
bile vurulmamı tır. Bu i te çalı tırılacak ki ilere ödenecek paranın bulunma zorluklarını
kabul ediyorum. Ancak, bu bölgelere giden turistler, adım ba ında hiç bir i i gücü
olmayan askerler ve subayları görmektedirler. Hiç olmazsa, bu ki iler, uzmanların
önderli inde çalı tırılamaz mı?
Dünyada bir dolu ey için para çabucak bulunabilmektedir. Özellikle gelece imizin
ara tırılması bu eylerden biridir. Geçmi imiz karanlık kaldı ı sürece, gelece e bakmak
hiç bir yarar sa lamayacaktır. Acaba geçmi imiz teknik çözümlere ula mamızı
sa layamaz mı? Bugün üzerinde kafa patlattı ımız ve bulmaya çalı tı ımız yenilikler,
çok eski ça larda var olup sonradan toprak altına girmi olamaz mı?
Modern ara tırmacılar, bütün ısrarlara ra men, geçmi i incelememekte direnebilirler.
Ama hiç olmazsa, modern ölçü araçları geçmi i ara tıranların emrine verilemez mi?
Bugüne kadar hiç bir bilim adamı, elindeki modern araçlarla Tiahuanaco'da,
Sacsayhuaman'da, efsanevî Sodom'da ya da Gobi çölünde ne kadar radyasyon
bulundu unu ölçmemi tir. Çivi yazısı tabletler ve insanlı ın bütün eski kitapları, göklerde
gemileriyle dola an 'tanrılardan, yıldızlardan gelen, ellerinde korkunç silâhlar bulunan ve
yine yıldızlara dönen 'tanrılar'dan söz etmektedirler. Neden bu eski 'tanrılar'ın kimler ve
neler olduklarını ara tırmıyoruz? Radyo Astronomlarımız, uzaya hiç durmadan sinyaller
göndermekte ve bilinmeyen akıllı yaratıklarla ili ki kurmaya çalı maktadırlar. Neden çok
daha yakınımızda bulunan, dünyaya izlerini bırakmı , akıllı yaratıkları ara tırmakla i e
ba lamıyoruz? O izler hepimizin görebilece i biçimde, dünyanın dört buca ına da ılmı
olarak incelenmeyi beklemektedirler.
Günümüzden iki bin yıl önce, Sümerliler, parlak geçmi lerini yazıya dökmeye
ba lamı lardı. Bu geçmi te anlatılan insanların, nereden geldiklerini bilmiyoruz. Tek
bildi imiz, Sümerlilerin beraberlerinde çok ilerlemi bir kültür getirdikleridir. Sümerliler
tanrılarını hep da tepelerinde aramı lardı. Öyle ki oturdukları bölgede da bulunmadı ı
zaman, sunî bir 'da ’ yapma yoluna giderlerdi. Astronomi bilgileri akıl almaz ölçüde
ileriydi. Gözlem evleri, ayın dönü lerini, bugünkü hesaplardan ancak 0,4 saniye farkla
bulmu lardı. lerde daha uzun söz edece imiz Gılgamı Destanından ba ka, çok çarpıcı
bir ey daha bırakmı lardı: Kuyuncik (eski Ninova) tepesi dolaylarında bulunan bir
hesabın sonucu! Modern sistemimizle bu sonuç on be basamaklı bir sayıdır:
195.955.200.000.000
Batı uygarlı ının dedesi sayılan Yunanlılar, ise, uygarlıklarının en parlak
dönemlerinde bile 10.000'in üstüne çıkamamı ve 10.000'den ötesini kısaca 'sonsuz'
diye kestirip atmı lardı.
Çivi yazıları Sümerlilerin çok çok eski bir geçmi i oldu unu ileri sürer. Tabletlerin
yazdı ına bakılırsa, ilk 10 Sümer kralı 456.000 yıl hüküm sürmü , Tufandan sonra
Sümer ırkının yeniden kurulu uyla görevlendirilen 23 kral 24.510 yıl, 3 ay, 3,5 gün ba ta
kalmı tır.
Sözü edilen hükümdarların adları damga ve paralara kazılıdır. Ancak ya adıkları ileri
sürülen çok çok uzun yıllar, dü ünce boyutlarımızı a maktadır. Öyleyse, bugünkü
dü ünü biçimimizi, artlanmalarımızı bir yana bırakarak, ça da bilgilerin ı ı ında
geçmi e dönelim:
Binlerce yıl önce, yabancı uzay adamlarının, Sümerlileri ziyarete geldi ini dü ünelim.
Bu yaratıkların, Sümer kültürünü ve uygarlı ının temelini attıktan, insanlı ın geli mesine
böylece bir uyarımda bulunduktan sonra geldikleri gezegene döndüklerini kabul edelim.
Deneylerin ne gibi sonuçlar verdi ini görmek için de her yüzyılda bir dünyaya
u radıklarını dü ünelim. Burada Einstein'ın zafiyet Teorisi yeniden i in içine giriyor.
E er bu akıllı yaratıklar ı ık hızının hemen altında yolculuk ettilerse. Sümerlilerin her be
yüz yılına kar ılık, a a ı yukarı kırk yıl geçirmi olacaklardı. Elbette Sümerliler de bu
arada kuleler, piramitler, konforlu evler yapıyor, kendilerine bu bilgileri veren 'tanrılara'
adaklar adıyor ve dönmelerini bekliyorlardı. Yüzlerce dünya yılı sonra 'tanrılar' döndüler.
Bir Sümer tableti bu olayı öyle anlatıyor: «Ve sonra tufan ba gösterdi. Tufandan sonra
da krallık gökyüzünden geri döndü...»
Sümerliler 'tanrılarını' hangi biçimlerde dü ünür ve tanımlarlardı? Bu konuda en
güvenilir bilgi, Sümer mitolojisiyle Akad tablet ve resimlerinde bulunabilir. Bunlardan
anla ıldı ına göre 'tanrılar' insan biçiminde de illerdi. Hepsi sembollerde gösterilir ve
resimlerde bir yıldıza ili tirilirlerdi. Üstelik yıldızlar Akad tabletlerinde, aynı bizim
çizdi imiz biçimde görünürdü. Bunda belki ola anüstü bir ey yoktur, ama Akadlar
yıldızların çevresine, türlü büyüklüklerde gezegenler de çizerlerdi. Ellerinde gökleri
inceleyecek hiç bir araç bulunmayan insanların gezegenlerin varlı ından haberdar
olması a ırtıcı de il mi? Bu 'tanrı' resimleri dı ında kafasında yıldızlar ta ıyan, kanatlı
toplarla gökyüzünde uçan insan resimleri de vardır. Yine Sümerlerden kalma bir
resimde, bakar bakmaz bir atom modeline benzeyen bir biçim vardır. Birbirini düzgün
aralıklarla izleyen toplardan olu an bir daire...
te aynı bölgede birkaç tuhaf ey daha:
1 Geoy Tepe'de 6.000 yıllık helezon resimleri.
2 Gar Kobeh'te 40.000 yıllık çakmakta ı madeni.
3 Baradostian'da 30.000 yıllık benzer kalıntılar.
4 Tepe Asiab'da 13.000 yıllık mezarlar, heykeller, ta araçlar.
5 Aynı bölgede, insana ait olup olmadı ı kesin olarak bilinmeyen, ta la mı dı kı.
6 Kerim ehir'de araçlar ve ta oymalar.
7 Barda Balka'daki kazılardan çıkan çakmakta ından silâhlar ve ba ka araçlar.
8
andiar ma arasında bulunan ve C.14 metoduyla 45.000 yıllık oldukları kabul
edilen çocuk ve büyük iskeletleri.
Bu liste daha çok geni letilebilir. Ortaya konacak her kalıntı Sümerlilerin ya adı ı
bölgede, 40.000 yıl boyunca ilkel insanların ya adı ını ispatlar. Ancak Sümerliler bu
ilkelli in arasında, ansızın kültürleri, uygarlıkları ve astronomi bilgileriyle çıkıvermi lerdir.
Bugüne kadar bunun nasıl olabildi ini açıklayan hiç bir do ru dürüst varsayım ileri
sürülmemi tir.
Dünyamıza evrenden çıkıp gelmi , bilinmeyen yaratıkların geçmi te bıraktıkları
izlerden çıkarılacak sonuçlar hâlâ tahminidir. 'Tanrıların' gelerek, Mezopotamyalıların bir
bölümünü topladıklarını ve bilgilerini onlara geçirdiklerini dü ünebiliriz. Müze
vitrinlerinden bize bakan heykelciklerin ço u belirli bir ırk karı ımı gösterirler. Pırtlak
gözler, kubbe biçimi alınlar, dar dudaklar ve genellikle düz, uzun burunlar. ematik
dü ünce sistemlerine ve onların ilkel insan kavramına hiç uymayan görüntü...
Pek eski ça larda, evrenden gelen ziyaretçiler mi?
Lübnan'da camı andıran ve tektit adı verilen kaya parçacıkları vardır. Amerikalı Dr.
Stair bunlarda radyoaktif alüminyum izotopları bulmu tur.
Mısır ve Irak'ta kesilmi kristal mercekler bulunmu tur. Bunları bugün yapabilmek
için, elektrokimyasal i lemler gerektiren caesium oksit kullanılır.
Helwan'da çok güzel dokunmu bir kuma parçası bulunmu tur. Aynı dokumanın
bugün yapılabilmesi için, bütün bilgi ve tecrübesini seferber eden tam bir fabrikanın
çalı ması gerekir.
Galvanik ilkelere göre çalı an kuru elektrik pilleri Ba dat Müzesinde
sergilenmektedir. Aynı müzede, bakır elektrot ve bilinmeyen elektrolitlerden olu an
elektrik unsurları vardır.
Kohistan'ın da lık Asya bölümündeki bir ma arada takımyıldızların 10.000 yıl önceki
durumu kesin bir biçimde gösteren resimler vardır. Venüs ve Dünya çizgilerle
birle tirilmi tir.
Peru platosunda, platinden yapılma süs e yalarına rastlanmı tır.
Chu Chu'daki (Çin) bir mezardan, alüminyumdan yapılmı
çıkarılmı tır.
kemer parçaları
Delhi'de, içinde sülfür ve fosfor bulunmadı ı için yüzyıllarca paslanmadan duran bir
demir sütun vardır.
Bu 'imkânsızlıklar' listesi, aklı ba ında olan her insanı meraklandırmalı ve tedirgin
etmelidir. Özelikle bilginleri...
lkel ma ara adamları, hangi e itim, hangi ö retim sonucu takımyıldızları tam
yerlerine çizmeyi ba armı lardır? Kristal mercekler hangi yüksek tekni in dükkânından
çıkmadır? 1800 derece santigrattan sonra erimeye ba layan platini kimler eritmi ve
ekil vererek süs e yası yapmı tır? Boksitten, büyük güçlüklerle elde edilebilen
alüminyumu Çinliler hangi bilgilerle çıkarmı lardır?
Ku kusuz, kar ılı ı olmayan sorular. Ama bu onları soramayaca ımız anlamına
gelmez. Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da e it düzeyde bir teknolojinin varlı ını
kabul edemeyece imize göre, bir tek varsayım kalıyor: Uzaydan bir ziyaretçi! Ancak
arkeoloji, bugünkü yöntemlerle yönetilmeye devam ederse, geçmi imizin, gerçekten
sanıldı ı kadar karanlık mı, yoksa fazlasıyla aydınlık mı oldu u hiç bir zaman
anla ılmayacaktır.
Arkeologların, fizikçilerin, kimyagerlerin, jeologların, metallürjistlerin ve bunlara ba lı
dalların bilim adamlarının çabalarını bir tek soruda yo unla tırdıkları, ütopik bir arkeoloji
yılının gerçekle mesi yakındır. Bu soru, «Atalarımız geçmi te uzaylılar tarafından ziyaret
edildiler mi?» sorusudur.
Bu biçimde bir i birli i akıl almaz sonuçlar do urabilir. öyle ki, bir metallürjist bir
arkeologa maden bile imlerini, bunların nasıl yapıldı ını, çarçabuk anlatabilir. Bir fizikçi,
kaya resimlerinde anlatılmak istenen bir formülü hemen tanıyabilir. Bir kimyager, elindeki
geli mi araçlar yardımıyla, dev ta bloklarının bilinmeyen asitler aracılı ıyla
koparıldı ını ortaya çıkarabilir. Bir jeolog, belirli Buzul Ça ı tortullarında dikkati çeken
noktaları açıklayabilir. Birtakım dalgıçlar, Sodom ve Gomora'da patlamı olabilecek atom
bombasının bıraktı ı radyoaktif izleri aramak için Lût gölüne dalabilirler.
Neden dünyanın en eski kitapları gizli kitaplıklardır? nsanlar gerçekte neden
korkarlar? Binlerce yıldır saklanan ve korunan bilgilerin gün ı ı ına çıkmasından mı?
Ara tırma ve ilerlemeyi hiç bir güç durduramaz! Mısırlılar 4000 yıl boyunca tanrılarını
gerçek varlıklar olarak dü ünmü lerdi. Bizlerse ortaça da ideolojik dürtülerle, cadı ve
büyücü avına çıkmı tık. Mısırlıların da, ortaça ın da üstünden yüzyıllar geçti. Ama
dünya hâlâ milliyetçili in en önemli ey oldu una inananlar yüzünden kana bulanıyor.
Eski Yunanlılar da gelece i kaz ba ırsaklarında okuyabileceklerine inanırlardı. Siz de
inanıyor musunuz?
Geçmi le ilgili bilgilerimizde, düzeltmeyi bekleyen binlerce yanlı vardır. Göstermelik
bir kendine güven, aslında inatçılı ın akıllıca maskelenmi biçimidir. Ortodoks bilginlerin
bir araya geldi i konferans masalarında bir eyin 'ciddî' ki iler tarafından ele alınabilmesi
için, önce o eyin ispatlanması gerekti i savunulmaktadır.
Ortaça da, yepyeni dü ünceleri olan bir insan, bunları açıklayaca ı zaman, kiliseden
ve kilise yardakçılarından gelecek tepki, baskı ve zulümleri göze almak zorundaydı. O
günlere bakınca, i lerin daha bir düzeldi i ve kolayla tı ı görülüyor. Öyle ya, artık aforoz
korkusu, ate lere atılma tehdidi falan kalmazdı... nsanlar daha bir 'uygarla tı';
dü ünceler açıklanabilir duruma geldi. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var. Evet,
gerçi bilim adamları, gerçekleri savunanlar artık engizisyona verilmiyor, ama dü ünceleri
susturularak yepyeni bir silâh i ba ında. Bu silâh, Amerikalıların deyimiyle, «Öldürücü
Cümleler...» te o öldürücü cümlelerden birkaçı:
«Bu kurallara aykırıdır!» (Her zaman geçerli olanlardan.)
«Yeterince klasik de il!» (Pek etkileyici.)
«Çok devrimci!» (Söyleni amacına hiç mi hiç uymuyor.)
«Üniversiteler bunu kabul etmez!» ( nandırıcı.)
«Ba kaları da bunu denemi lerdi.» (Elbette, ama ba arabilmi ler miydi?)
«Bize çok anlamsız göründü!» (Buna diyecek bir ey yok!)
«Bu daha ispatlanmadı!» (Quod erat demonstrandum!)
Be yüzyıl önce bir bilim adamı, mahkeme salonunda söyle ba ırıyordu: «Sa duyusu
olan bir insan, dünyanın top biçiminde olabilece ini kabul edemez. Öyle olsaydı, alt
tarafta kalanlar bo lu a dü erlerdi!» Ve yine bir bilim adamı, « ncilin hiç bir yerinde,
dünyanın güne çevresinde döndü ü yazmıyor. O bakımdan böyle bir iddia, kesinlikle
eytan i idir!» diye yırtınıyordu.
Dar kafalılık, yeni dü ünceler ortaya çıktı ında, insanların yakasına yapı an bir
hastalık olsa gerek. Ama yirmi birinci yüzyıla yakla ırken, ara tırmacıların bu hastalıktan
kendilerini kurtarmaları ve kar ıla abilecekleri akıl almaz gerçekleri önyargıya
kapılmaksızın de erlendirmeleri tek çıkar yoldur. Bu arada, yüzyıllardır dokunulmaz
tanınan yasa ve bilgiler yeniden ele alınmalı, incelenmeli ve de erlendirilmelidir. Bu
atılımları durdurmaya çalı acak tepkiciler ordusu, nasıl olsa gerçekler adına sava anlar
tarafından yenilecektir. Çok de il, yirmi yıl önce, bilim çevresinde uydulardan söz
edenlere deli gözüyle bakılırdı. Bugün bir sürü yapma uydu dünyanın çevresinde
durmadan dönmekte. Birtakım uydular ayın ve Venüs'ün yüzüne yumu ak ini ler
yapmakta; birtakımı da Merih'in birinci sınıf foto raflarını çekerek dünyaya
göndermekte... Bu foto rafların ilki, 1958 ilkbaharında 0.000.000.000.000.000.01 vat gibi
akıl almaz ölçüde küçük bir radyo dalgasıyla gönderilmi ti.
Ancak bugün dünya üzerinde akıl almaz diye bir ey kalmamı tır. ' mkânsız' sözünün
bilim adamlarınca kullanılması ise, tam anlamıyla 'imkânsızdır.' Bu gerçe i günümüzde
kabul etmek istemeyenler, yarın kendi kendilerinden utanacaklardır. Öyleyse biz,
binlerce yıl önce uzak gezegenlerden gelen astronotların, atalarımızı ziyaret etti ini
savunan varsayımımıza sıkı sıkıya sarılalım ve onu daha da geli tirmeye devam edelim:
Atalarımız astronotların üstün teknolojisi kar ısında ne yapacaklarını a ırmı lardı.
Onları 'tanrı' kabul etmi ve tapınmaya koyulmu lardı. Astronotların bu tepki kar ısında
sabırla, tapınılmaya göz yummaktan ba ka çareleri yoktu. Bu konuda, yakın bir
gelecekte bilinmeyen gezegenlere gidecek olan dünyalı uzay adamlarının da, hazırlıklı
olması gerekir!
Dünyamızın bazı bölgelerinde hâlâ makineli tüfe e eytanların silâhı olarak bakan
ilkel insanlar ya amaktadır. Öyleyse bir jet uça ı, bu insanlara, pekâlâ melekleri ta ıyan
bir araç olarak görünebilir. Aynı ekilde bir el radyosundan çıkan sesleri tanrıların sesi
sayabilirler. Bu ilkel ve saf insanlar, bizlerin günlük hayatta kullandı ımız teknik araçların
öyküsünü, efsaneler biçimine sokarak, babadan o ula aktarmaktadırlar. Gökten gelen
tanrıların resimlerini ya adıkları ma aralara çizmektedirler. Tıpkı binlerce yıl önceki ilkel
insanların yaptı ı gibi. Bir farkla ki, yirminci yüzyılın ilkel insanı, gördü ü uçakların
resmini çizmektedir, oysa binlerce yıl önce ya ayan ilkel insanlar çok ba ka uçan
nesneler görmü lerdi...
Kohistan, Fransa, Kuzey Amerika, Sahra, Güney Rodezya, Peru ve ili'de bulunan
ma ara resimleri, varsayımımıza büyük katkıda bulunmaktadır. Bunlardan Tassili'de
(Sahra) olanları, Henri Lhote adlı bir Fransız bilgini ortaya çıkartmı tı. Yüze yakın
ma ara duvarında rastlanan resimlerin ortak özelli i hepsinde hayvan ve insan ekilleri
yanında kısa, ık elbiseler giymi ekiller olmasaydı. Bu varlıkların ellerinde sopalar,
sopaların üstünde de ne oldu u anla ılmayan çantalar vardı. Bir duvarda, hayvan
resimleri yanında -Lhote'un isim babalı ıyla- Büyük Merih tanrısı adını alan ve dalgıç
elbisesine benzeyen elbiseler giyen bir yaratı ın resmi bulunmu tu. Resmin be metre
boyunda olması, onu yapan 'vah î'nin, hiç de sandı ımız kadar vah î olmadı ını açıkça
gösterir. Çünkü yerden yüksekli i de göz önünde tutulunca, bu resmin ancak bir yapı
iskelesi kurularak yapıldı ı ortaya çıkar. Ma ara tabanının yüksekli inde, binlerce yıldır
herhangi bir de i me olmamı tır. nsan, bu Büyük Merih tanrısına bakınca, hayal
gücünü hiç zorlamadan bir uzay -ya da dalgıç- elbisesi giydi ini söyleyebilir. Kafasında
güçlü ve geni omuzlarından ba layan bir ba lık vardır. Burun ve a ız yerine birtakım
yarıklar göze çarpar. E er bu resim tek olsaydı, ans eseri, ya da ressamının çok geni
hayal gücü sonucu çizildi ini dü ünebilirdik. Ancak bu garip varlı ı gösteren ekiller
Tassili'deki birçok ma arada ve az de i ikliklerle Kaliforniya'nın (A.B.D.) Tulare bölgesi
kaya resimlerinde de vardır.
lkel insanların, ellerinden bu kadar gelebildi i için çarpık çurpuk eyler çizdi i, ileri
sürülemez. Çünkü aynı ma ara adamı, hayvan ve normal insan resimlerini üstün bir
beceri ve ustalıkla duvara i lemi tir. Bu da onun ne gördüyse onu çizdi ini gösterir! Inyo
County'de (Kaliforniya) bir ma ara duvarında, ilk bakı ta çift çerçeveli bir hesap cetveli
oldu u anla ılan bir geometrik biçim vardır. Arkeologlar bunun tanrıları gösteren bir
resim oldu unu ileri sürerler.
ran'da Siyalk bölgesinde bulunan bir çömle in üstünde kocaman dik boynuzları olan,
bilinmeyen türden bir hayvan resmi vardır. Olabilir, neden olmasın? Ne var ki bu
boynuzların her birinde, sa a ve sola do ru uzanan be er helezon vardır. Arkeologlar bu
resme de tanrı sembolü etiketini yapı tırmı lardır. nsanlar onların bilinmezli i ve
ola anüstülüklerinden yararlanarak, açıklanamayan bir dolu eyi açıklayıverdiler.
Bulunan her biçim, bir araya getirilen her kırık çömlek, yeniden düzenlenen her kalıntı,
bir anda eski bir dine ba lanıverir. E er bulunan nesne, var olan dinlerden hiç birine
uymuyorsa, silindir apkadan çıkan tav an gibi yepyeni, uyduruk bir din yaratılır. Her ey
istenen biçime sokulmu tur; insanlar da bilginler de rahattır artık...
Ama, ya Tasilli, Amerika ve Fransa ma ara adamları, gerçekten gördükleri eylerin
resmini çizmi lerse? Çubuklardaki, boynuzlardaki helezonlar, ilkel insanın gördü ü
antenlerse? Var olmaması gereken eylerin var oldu u bir gerçek de il mi? Daha önce
de belirtti im gibi, ilkel ressamlar gördükleri eyi kusursuz olarak resimlerine geçirebilme
yetene ine sahiptiler: Güney Afrika'daki «Brandbergli beyaz kadın» resmi, rahatlıkla
yirminci yüzyıl resimleriyle yarı abilir. Kadının üstünde kısa kollu bir kazak, bacaklarını
iyice saran bir pantolon vardır. Ayrıca eldiven ve terlik giymektedir. Arkasında, elinde
dikenli bir sopa tutan, çok karma ık, maskeli ba lık giymi zayıf bir adam durmaktadır.
Resim bir bütün olarak gerçekten ça ımızda çizilmi havası verir. Ancak Güney
Afrika'da bir ma ara duvarında bulunmu tur!
sveç ve Norveç ma ara resimlerinde görülen tanrılarının hepsinin tek tip, tuhaf
kafaları vardır. Arkeologlara göre bunlar hayvan kafalarıdır, ilkel insanların hayvanları
hem kesip yedi i, hem onlara tapındı ı gülünç ve saçma bir dü üncedir. Üstelik bu
tanrıların yanında kanatlı gemiler ve sık sık çizilmi tipik antenler de görülmektedir.
Kafası boynuzlu, güzel elbiseli insan resimleri Val Camonica'da da (Brescia, talya)
ma ara duvarlarını süslemektedir. (Resim 13) Kafası antenli, uzay elbiseli resimler
dünyanın yalnız bir bölgesinde bulunsaydı, onlarla ilgili bir tek söz bile etmezdim. Oysa
bu resimler, dünyanın hemen her bölgesinde vardır. Bu durum insanın aklına, «Neden
apayrı yerlerde ya ayan insanlar ortak özellikleri olan resimler çizmi lerdir?» sorusunu
getirmiyor mu? Hele bu özellikler anten, elbise, ba lık v.b.'yse...
Geçmi e yirminci yüzyıl gözüyle baktı ımızda ve arada kalan bo lukları teknoloji
ça ının getirdi i boyutlarla doldurdu umuzda, tarihi örten kara perdenin aralandı ını
görüyoruz. Bundan sonraki bölüm kutsal kitapların varsayımımız açısından
incelenmesiyle ilgilidir. Sanıyorum ortaya çıkacak gerçekler, tarih ara tırmacılarının
devrimci soruları susturma iste ini engelleyecektir.
tolgahan
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TANRI B R ASTRONOT MUYDU?
TEVRAT sırlar ve çeli kilerle doludur. Sözgeli i, yaradılı bölümü dünyanın
olu masını tam bir ideolojik do rulukla anlatır. Peki ama bu bölümün yazarları
minerallerden bitkilerin, bitkilerden de hayvanların olu tu unu nerden biliyorlardı?
Yaradılı Bölümü i, 26'da öyle der:
«Ve Tanrı, kendi benzerli imiz ve görüntümüzde insanı yaratalım, dedi.»
Tek ve e siz Tanrı neden ço ul olarak konu uyor? Neden 'ben' de il 'biz', 'benim'
de il 'bizim' diyor? Tanrı'nın kendi yaptı ı i lerden söz ederken tekil ahısta konu ması
gerekmez mi?
«Ve insan yeryüzünde ço almaya ba ladı ve kız çocukları do du. Tanrı'nın o ulları,
insanın kız çocuklarını be endiler ve aralarından seçtiklerini e olarak aldılar.» (Yaradılı
Bölümü i, 1-2).
nsanın kız çocuklarını kendilerine e olarak alan 'Tanrı'nın o ulları' kimlerdi? Tanrı
bir tek oldu una göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler?
«O günlerde dünyada devler ya ıyordu. Daha sonra Tanrı'nın o ulları, insanın
kızlarına çocuklar verdiler. Onlar eski ve anlı insanlardan olma güçlü insanlar oldular.»
(Yaradılı Bölümü vi, 4).
Kar ımıza yine insanlarla çiftle en Tanrı'nın o ulları çıkıyor. lk kez devlerden söz
edilmesi de burada. «Devler» hemen bütün eski kitaplarda, do u ve batı mitolojisinde,
Tiahuanaco efsanelerinde, Eskimo destanlarında sayfalarca yer kaplayan bir konudur.
Bu bakımdan, bir zamanlar gerçekten var olduklarına inanmamız gerekir. Acaba 'devler'
nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman tasları oradan oraya sürükleyen
atalarımız mı, yoksa teknik yetenekleri olan iri uzaylılar mı? Kesin olan bir tek ey var:
Tevrat 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'nın o ulları' olarak tanımlıyor. 'Tanrı'nın
o ulları' ise insanlarla çiftle iyor ve ço alıyorlar!
Yaradılı Bölümü xix, 1-28'de Sodom ve Gomora felâketinin ayrıntılı ve heyecanlı
öyküsü anlatılır.
Bir ak am Lût baba ehir kapısı yakınlarında otururken Sodom'a iki melek gelir.
Anla ılan Lût bu melekleri önceden tanımakta ve gelmelerini beklemektedir; çünkü görür
görmez geceyi evinde geçirmelerini teklif eder. Tevrat'ta, ehir halkının 'bu yabancıları
tanımak' istedikleri yazar. Ancak yabancılar, ehir zamparalarının cinsel isteklerini bir el
hareketiyle yok etme yetene ine sahiptirler. Ayrıca kötülük yapmak isteyenlerin gözlerini
kör edebilmektedirler.
Yaradılı Bölümü xix. 12-14'e göre melekler, Lût'a yanına karısı; o ullarını, kızlarını,
damatlarını ve gelinlerini alarak, son hızla ehirden ayrılmasını, çünkü bir süre sonra
ehrin yok edilece ini söylüyorlar. Aile üyeleri bu garip uyarıya inanmak istemiyor ve
Lût'un so uk akalarından biri oldu unu ileri sürüyorlar. Buradan sonrasını Yaradılı
Bölümünden izleyelim:
«Ve sabah oldu; melekler aceleyle Lût'a seslendiler: Kalk; karını, buradaki iki kızını
al; yoksa kadınlarla birlikte yanıp gideceksin. Ve o oyalanınca ellerini ellerinin üstüne
koydular, karısının ve kızlarının da ellerini tuttular; Tanrı ona merhamet ediyordu; ve onu
önlerine kattılar ve ehrin dı ına çıkardılar. Daha da ilerilere gidince; Kaçın, ya amak
istiyorsanız kaçın, sakın arkanıza bakmayın, sakın düzlükte kalmayın, da lara kaçın,
yoksa mahvolursunuz... dediler. Çabuk ol, daha uzaklara, kaç; çünkü uzaklara
kaçmazsan seni kurtaramam.»
Görüldü ü gibi 'melekler'in yerli halkça bilinmeyen bir gücü vardır. Telkin edilen acele
ve Lût ailesinin götürüldü ü hız da ayrıca dü ündürücüdür. Lût i i a ırdan alınca, eline
yapı ıp sürüklemeye ba larlar. Çok geç olmadan kaçmalıdırlar! Lût ailesi da lara gitmeli
ve asla arkalarına dönüp bakmamalıdır. Ancak burada dikkati çeken bir nokta vardır: Lût
meleklere fazla bir saygı göstermemekte ve ikide birde durarak kar ı koymaktadır;
«Da lara kaçamam, varsın kötülük gelsin, öldürsün beni...» Bir süre sonra melekler,
kendileriyle gelmezse onu kurtaramayacaklarını yeniden söylerler.
Sodom'a gerçekte ne olmu tu? Her eye kadir olan Tanrı bir tarifeye bir zaman
ölçüsüne mi ba lıydı? De ilse 'meleklerin' acelesi neydi? Yoksa ehir, saate ba lı bir
güç kayna ıyla mı yok edilecekti? Geriye sayma i lemi mi ba lamı tı? Öyleyse patlama
anı yakla tıkça melekler de can kaygısına dü üyorlardı. Lût ailesini güvenlik altına almak
için daha kolay bir yöntem yok muydu? Neden her eye ra men da lara kaçılmasında
ısrar ediyorlardı? Ve neden hiç durmadan, asla arkalarına bakmamaları emrediliyordu?
Biliyorum bu sorular konunun ciddiyetine biçimsiz dü er gibi görünüyor, ama
Japonya'ya iki atom bombası atıldı atılalı, bu tür bombaların ne ölçüde zararlar
do urdu unu ve canlı varlıkları nasıl öldürdü ünü -ya da ölüm ölçüsünde hasta etti iniçok iyi biliyoruz. Öyleyse sorularımıza kar ılık bulmak için, Sodom ve Gomora'nın bir
tasarı uyarınca, yani bilerek, nükleer bir patlamayla yok edildi ini dü ünelim. Belki de
'melekler' ehirde bulunan tehlikeli 'bölünebilir maddeleri' yok etmek, bu arada bir ta la
iki ku vurarak, davranı ları ho larına gitmeyen bir insan soyunu ortadan kaldırmak için
bu i e giri mi lerdi. Patlama zamanı kararla tırılmı ve geri sayma i lemi ba lamı tı. Lût
ailesi gibi kaçması ve kurtulması gerekenler, da lara götürülmü tü, çünkü kayalar
tehlikeli ı ınları büyük ölçüde emerek az zararlı duruma getirebilirlerdi. Ve -hepimiz
hikâyenin sonunu biliyoruz- Lût'un karısı döndü ve atom patlamasının olu turdu u,
güne ten defalarca parlak ı ı a baktı! O anda dü üp ölmü olması, günümüz insanını,
özellikle atom bombasının ne oldu unu bilenleri, hiç a ırtmayacaktır!
«Sonra Tanrı Sodom ve Gomora üzerine kükürt ve ate ya dırdı...» Felâketin öyküsü
Yaradılı Bölümü xix. 27-28'de öyle sona ba lanıyor:
«Ve brahim sabah erkenden kalkarak Tanrı'nın önünde durdu u yere gitti: Ve
Sodom ve Gomora'ya, düzlükteki topraklara baktı. Ve gördü ki, ehrin dumanları, ocak
dumanları gibi gö e yükselmektedir.»
Babalarımız kadar dindar olabiliriz ama, hiç olmazsa onlar kadar saf ve körü körüne
inanmı de iliz. En iyi niyetimizle bile, her yerde bulunan, her eye kadir olan mutlak bir
Tanrı'nın, yaptı ı i in sonunun nereye varaca ını bilmedi imizi kabul edemeyiz: Tanrı
insanı yaratmı ve eyleminden memnun kalmı tı. Ama her halde bir süre sonra
pi manlık duymu olmalı ki, yarattı ı insanları yok etmeye karar verdi. Ça ımızın aydını
bu çeli kiyle birlikte, bir efkatli Babanın nasıl olup da, sayısız o lunu ölüme yollarken
Lût ailesi gibilerini kayırdı ı konusunda ku kuya dü melidir.
Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak
indi i birçok bölümde, de i ik ki ilerin a zından, pek etkileyici biçimde anlatılır. Bunların
en ilginçlerinden birini peygamber Hezekiel anlatıyor: (Tevrat, Hezekiel i-iv)
«Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın be inci gününde, ben Kebar ırma ı
yanında sürgünler arasında iken vaki oldu ki, gökler açıldı... Ve baktım, ve i te,
kuzeyden buran yeli, durmadan ate saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı
ve ortasında sanki ate ortasında ı ıldayan maden. Ve onun ortasından dört canlı
yaratık benzeri çıktı. Ve onların görünü ü öyle idi: Onlarda insan benzeyi i vardı ve her
birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı. Ve ayakları do ru
ayaklardı; ve ayaklarının tabanı buza ı aya ının tabanı gibiydi ve cilâlı tunç gibi
pırıldamakta idiler.»
Görüldü ü gibi Hezekiel aracın yere nasıl indi ini ayrıntılarıyla anlatıyor: Kuzeyden,
ı ıklar saçan, pırıldayan bir ey, çöl kumlarını havalandırarak yakla ıyor ve yere
konuyor. Tevrat ikide birde Tanrı'nın her yerde bulundu unu belirtir. Öyleyse Tanrı
burada neden belirli bir yönden geliyor? Hem her eye kadir olan Tanrı'nın istedi i yere
gitmesi için bu kadar gürültü patırtı çıkarmasına gerek var mıdır?
Durumu biraz daha aydınlatmak için Hezekiel tanıklı ını izleyelim:
«Ben canlı yaratıklara bakarken, i te canlı yaratıkların yanında, onların her yüzü için
yerde bir tekerlek vardı. Tekerleklerin ve yapılarının görünü ü zümrüt gibi idi; ve
dördünün benzeyi i ve görünü leri ve de yapıları sanki tekerlekler içinde tekerlek.
Yürüdükleri zaman dört yanlarına da giriyorlardı; dönmeyerek yürüyorlardı. Tekerlek
çemberleri ise yüksekti ve korkunçtu; ve dördünün çemberleri çepçevre gözlerle dolu idi.
Ve canlı yaratıklar yürüdükçe, tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı yaratıklar
yerden yükseldikçe, tekerlekler yükseliyorlardı.»
Anlatımın a ırtıcı ölçüde güzel oldu u göze çarpıyor. Hezekiel tekerlek içinde
tekerlek oldu unu ve tekerleklerin yürürken dönmediklerini söylüyor. Tekerleklerin çok
hızlı dönmesi yüzünden olu an, çok belirgin bir göz yanılması! Anla ılan, Hezekiel,
Amerikalıların bugün çölde ve bataklık bölgelerinde kullandıkları araçların bir benzerini
görmü tü. Bu durumda tekerleklerin kanatlı yaratıklarla birlikte havaya yükselmesi de
açıklı a kavu uyor. Çünkü çok amaçlı araçlar; sözgeli i bir amfibik helikopter
havalandı ı zaman, do al olarak, tekerleklerini de beraberinde götürür... Hezekiel'i
dinlemeye devam edelim: «Ve bana dedi: Âdemo lu, ayak üzerine dikil de seninle
söyle elim... Ve arkamdan: Rabbin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir
gürleme sesi i ittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve
yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü; büyük gürleme sesini i ittim.»
Hezekiel aracın kesin tarifini yaptıktan ba ka, nasıl havalandı ını da anlatıyor.
Tekerlek ve kanatların 'büyük gürleme sesi' çıkardı ını söylemesi, onun bu olaya
kesinlikle tanıklık etti ini gösteriyor. 'Tanrılar' Hezekiel'Ie konu tuktan ve ülkenin
yasalarını düzeltmesini emrettikten sonra onu yanlarına alarak götürüyorlar ve
korkmamasını yurdunu henüz yüz üstü bırakmadıklarını söylüyorlar. Bu olay Hezekiel'i
öylesine etkilemi olmalı ki, aracı de i ik bölümlerde bıkmadan usanmadan anlatmaya
devam ediyor. Üç yerde daha. 'Dört yöne gidebilen ve giderken dönmeyen
tekerleklerden' söz ediyor. Özellikle etkilendi i nokta aracın 'çepçevre gözlerle dolu'
olu u. Tanrılar ona gözleri oldu u halde görmeyen, kulakları oldu u halde duymayan bir
«asi evinin» ortasında oturdu unu söylüyorlar. Yurtta ları hakkında iyice aydınlandı ını
görünce, bu tür ziyaretlerde hep oldu u gibi, yasalarla ilgili ö ütler, emirler ve düzgün bir
uygarlık için gereken ipuçları vererek gidiyorlar. Hezekiel görevini benimsiyor ve
'tanrıların' emirlerini yaymaya koyuluyor.
Bir kez daha de i ik sorularla kar ı kar ıyayız.
Hezekiel'Ie kimler konu mu tu? Bunlar nasıl yaratıklardı?
Kelimenin geleneksel anlamıyla 'tanrı' olmaları imkânsızdı; çünkü bir yerden ötekine
gitmek için araç kullanılıyordu. Böylesine bir hareket ise, her eye kadir olan Tanrı ile
kesinlikle ba da mıyordu.
Bu olaya uygunlu u bakımından, yine Tevrat'ta anlatılan bir teknik bulu u ayrıca
inceleyelim:
Exodus (Çıkı ) xxv, 10'da Musa, Kanun Sandı ının yapımı konusunda Tanrı'nın
verdi i kesin emirleri anlatır. Talimatlar çok açıktır -ölçüler, pervaz ve çemberlerin
nereye, nasıl takılaca ı, hangi madenlerin kullanılaca ı apaçık ve kesin olarak
belirtilmi tir. Bunda amaç her eyin 'Tanrı'nın' iste i gibi olmasını sa lamaktır. Öyle ki
Tanrı birkaç sefer Musa'yı yanlı lık yapmaması konusunda uyarır:
«Bak ve da da sana gösterilen örneklere göre yap» (Exodus, xxv, 40).
Ayrıca 'Tanrı' Musa'ya kendisiyle, sandı ın üzerindeki kefaret örtüsü aracılı ıyla
konu abilece ini söyler. Hiç kimse, der, sandı ın yanına yakla mamalıdır ve sandı ın
ta ınması sırasında giyilmesi gereken eyleri ve özellikle ayakkabıları ayrıntılarıyla
anlatır. Bütün bu uyarmalara ra men bir aksilik olur. (2. Samuel vi, 2) Davud, sandı ı
Uzza ile birlikte bir öküz arabasına bindirir. Ancak yolda giderlerken öküzlerden biri
tökezler ve sandık dü ecek gibi olur. Bunun üzerine Uzza atılarak sandı ı tutar ve
yıldırım çarpmı gibi birdenbire ölür.
Sandık ku kusuz elektrik yüklüydü! E er Tevrat'taki talimatlar uyularak sandı ı
yeniden yaparsak, yüzlerce volt gücünde bir elektrik akımı do acaktır. Biri pozitif, öteki
negatif yüklü olan iki altın tabaka, kondansatör görevi yapacaktır. Kefaret örtüsü üzerine
yerle tirilen iki altın kerubinden birinin mıknatıs olması halinde de ortaya güzel bir
hoparlör çıkacaktır -belki de kerubinlerin içinde uzay gemisiyle Musa arasında ba lantı
sa layacak bir telsiz aracı vardı-. Hatırladı ım kadarıyla Exodus'un çe itli bölümlerinde
sandıktan kıvılcımlar çıktı ı ve Musa'nın ö üt ve yardıma ihtiyacı oldu u zaman bu
'iletici'den yararlandı ını yazar. Musa 'Tanrı'sının sesini duyabilmekte, ancak onu
görememektedir. Bir keresinde 'Tanrı'ya kendisini göstermesini söyler. Tanrı'nın kar ılı ı
udur:
«Ve dedi: Yüzümü göremezsin; çünkü insan beni görüp de ya ayamaz. Ve Rab dedi:
te yanımda bir yer var ve kaya üzerinde duracaksın; ve vakit olacak ki, izzetim geçti i
zaman seni bir kayanın kovu una koyaca ım ve ben geçinceye kadar seni elimle
örtece im; ve elimi kaldıraca ım ve arkamı göreceksin; ama yüzüm görülmeyecek.»
(Exodus xxxiii, 20-23).
Eski yazılarda bu olayın inanılmaz benzerleri vardır. Sözgeli i Gılgamı Destanı'nın
be inci tabletinde -ki bu destan Sümer kaynaklıdır ve Tevrat'tan çok önce yazılmı tırhemen hemen aynı cümleye rastlıyoruz:
«Hiç bir ölümlü, tanrıların ya adı ı kutsal da a gelemez. Tanrıların yüzünü gören
ölmelidir.»
nsanlık Tarihi'ni anlatan ba ka eski kitaplarda böyle cümleler vardır. Neden 'tanrılar'
kullarıyla yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı? Neden maskelerinin dü memesi için bu
kadar çaba harcıyorlardı? Neden ya da nelerden korkuyorlardı? nsanın aklına, ister
istemez Tevrat'taki bu olayın, do rudan do ruya Gılgamı Destanından alınmı
olabilece i geliyor. Bu dü ünü fazlasıyla mantıklıdır. Çünkü Musa, Mısır saraylarında
büyümü ve Mısır kültürünün temel ta ı olan gizli kitaplardan bol bol yararlanma imkânı
bulmu tu. Bu kitaplıklarda Gılgamı Destanı da elbette yer alıyordu.
Belki Tevrat'ın ya ı hakkında da ku kuya dü meliyiz. Çünkü çok daha sonra ya ayan
Davud'un altıparmaklı ve altı tırnaklı bir devle sava tı ı, 2. Samuel xxi, 18-22'de uzun
uzun anlatılmaktadır. Hatta bütün eski tarih, destan ve hikâyelerin bir noktada
toplandıktan sonra de i ik ülkelere, de i ik biçimlerde yayıldı ını bile dü ünebiliriz.
Lût gölü yakınlarında son yıllarda bulunan Kumran yazıları, Yaradılı Bölümünde
sözü edilen olaylara büyük benzerlik göstermektedirler Bugüne kadar bilinmeyen birçok
yeni buluntu da, göklerdeki sava arabalarından, tanrı o ullarından, içinde canlı
yaratıklar çıkan bulut ve tekerleklerden söz etmektedirler. Musa Apokalips'inde (33.
bölüm) Havva'nın gö e baktı ı ve dört parlak kartalın çekti i ı ıktan bir sava arabası
gördü ü anlatılır. Araba hiç bir dünyalının anlatamayaca ı ölçüde görkemlidir ve
Âdem'in yanına indi i zaman tekerleklerin arasından dumanlar çıkar. Aslında bu öykü
bize yeni bir ey anlatmamaktadır. Çünkü bütün eski kitap ve yazılarda, Âdem ve
Havva'ya kadar uzanan bir süre içinde görünen tekerlekli, dumanlı, ate li sava
arabaları anlatılmaktadır.
Lamek yazıtlarında akıl almaz bir olay anlatılır. Gerçi tomarların bir bölümü, birtakım
cümle ve paragrafların okunmasını imkânsızla tıracak kadar bozulmu tur ama, geride
kalanlar anlatmaya de er ölçüde meraklıdır:
Nuh'un babası Lamek, güzel bir günde evine dönünce, görünü ü bakımından aileye
hiç uymayan bir o lanla kar ıla ır. Bunun üzerine karısı Bat-Eno 'u ça ırır ve çocu un
kendisine ait olmadı ını söyler. Bat-Eno bildi i bütün kutsal eyler üzerine yemin
ederek tohumun ondan, yani Lamek'ten geldi ini, bu i te ne bir askerin ne bir
yabancının ne de 'tanrı o ullarının' parma ı oldu unu anlatır. (Bu tanrı o ullarının kimler
oldu unu sorabilir miyiz? Bu aile dramının, Tufan'dan önce oldu unu da bu arada
belirtelim.) Bununla birlikte Lamek karısına inanmaz ve babası Methuselah'ın ö ütlerini
almak üzere yola çıkar. Babasının evine varınca olayı oldu u gibi anlatır ve çok
üzüldü ünü söyler. Methuselah dinler ve çocu un nereden geldi ini anlamak için bilge
Enok'a ba vuraca ını, bunun için de çok uzun ve yorucu bir yolculuk gerekti ini söyler.
Ama ailenin bu çocu a tepkileri öyle büyümektedir ki, sonunda yolculu a çıkmaya karar
verir.
Enok, Methuselah'ın ailede birdenbire ortaya çıkan ve ne saçı, ne gözü, ne de derisi
kendilerine benzeyen bu çocu u anlatmasını dinler ve ya lı adamı çok üzücü bir haberle
birlikte evine yollar: Pek yakında dünya, insanlık ahlâksızlık ve alçaklık suçundan
yargılanacaktır. Ailedeki çocuk, büyük evrensel yargılamadan kurtulacak olanların
dedesidir. O bakımdan Lamek'e, çocu a Nuh adını koymasını emretmelidir. Böylece
Methuselah evine döner ve o lu Lamek'e kendilerini bekleyen felâketi anlatır. Lamek'in
çocu u kabul etmekten ve Nuh adını koymaktan ba ka çaresi yoktur!
Aile öyküsünün en ilginç yanı, Nuh'un ailesinin, hatta büyükbabası Methuselah'ın,
daha sonra ate saçan bir sava arabasına binerek ebediyen göklerde kaybolan Enok
tarafından pek yakın bir felâket konusunda uyarılmı olmalarıdır.
Bu olay da, insan soyunun, uzaydan gelen bilinmeyen yaratıklar eliyle ço altıldı ı
dü üncesini do rulamıyor mu? Aksi halde, insanların hiç durmadan devler ve tanrı
o ulları tarafından döllenmesinin ve ba arısız olan türlerin sürekli yok edilmesinin hiç bir
anlamı kalmıyor.
Bu açıdan bakınca, Tufan'ın, bir iki üstün ki i dı ında kalan insanları ortadan
kaldırmak için bilerek yapıldı ı anla ılıyor. Böyle olunca da ilâhî bir yargılama niteli i
ortadan kalkıyor.
Günümüzde daha zeki bir insan türünün sunî olarak ya atılması gerçekle meye
do ru giden kuramlar arasında. Tıpkı Tiahuanaco efsanelerinde anlatılan Büyük
Ana'nın, güne kapısına uzay gemisiyle gelmesi ve 70 çocuk do urması gibi. Tıpkı türlü
din kitaplarının, 'Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı' demesi gibi. Birtakım eski din
kitapları daha da ileriye giderek, 'tanrı'nın istedi i biçimde insanların' yaratılabilmesi için,
birçok deneyler yapıldı ını yazıyor. Bilinmeyen uzaylıların dünyamızı ziyaret etti ini ileri
süren kuramımıza göre, bugün bile bizi biz yapanın bu üstün varlıklar oldu u
anla ılmaktadır.
Bu deliller zincirinin bir halkasını da, tanrıların atalarımızdan istedikleri arma anlar
tamamlıyor. Bu istekler, hiç bir zaman güzel kokular ve kurbanlık hayvanlarla
sınırlandırılmamı tı. Arma anlar listesinde ço u zaman çe itli karı ımlardan yapılmı
sikkeler de yer alıyordu. Gerçekten de Do u'nun en büyük eritme kurulu larından biri,
Ezeon Geber'de bulunuyordu. Kazılarda ortaya çıkarılan bu kurulu , son derece modern
bir ocak, türlü hava kanalları ve belirli amaçlar için açılmı deliklerden meydana
geliyordu. Günümüz eritme uzmanları bu kurulu tan nasıl bakır elde edilmi olabilece ini
açıklayamıyorlar. Ancak burasının bakır elde etmek için kullanıldı ı ku kusuzdur; çünkü
Ezeon Geber dolaylarındaki birçok ma ara ve galeride geni bakır sülfat stokları
bulunmu tur. Söz konusu bütün buluntular 5000 yıllıktır!
E er bir gün bizim uzay adamlarımız da indikleri gezegende ilkel insanlarla
kar ıla acak olurlarsa, zavallılar üzerinde 'tanrı' ya da 'tanrı o lu' izlenimi
bırakacaklardır. Ama bir de indikleri gezegende korkunç ileri bir uygarlı ın insanlarıyla
kar ıla tıklarını dü ünün. Her halde o zaman, 'tanrı' olarak de il, zamanın çok gerisinde
ya ayan zavallılar olarak kar ılanacaklardır!
BE NC BÖLÜM: GÖKLERDEN GELEN - ATE
ARABALARI
SAÇAN SAVA
YÜZYILIN BA LARINDA, Asur kralı Asurbanipal'in kitaplı ında, on iki kil tablet
üzerine yazılmı bir kahramanlık destanı bulundu. Destan Akatça yazılmı tı, ama daha
sonra bulunan ba ka bir kopyası Hammurabi'ye kadar uzanıyordu.
Son ara tırmalar, Gılgamı Destanı'nın asıl metninin Sümerlilerce yazıldı ını,
konularının Tevrat'taki Yaradılı Bölümüyle büyük benzerlikler gösterdi ini ortaya
koymu tur.
Destanın ilk tabletinde, galip gelen kahraman Gılgamı 'ın Uruk ehri çevresine
yaptırdı ı surlardan söz edilir. 'Göklerin Tanrısı', içinde tahıl ambarı bulunan çok büyük
bir evde oturmaktadır. Surları koruyan birçok asker vardır. Gılgamı bir 'tanrı', insan
karı ımı yaratıktır -üçte iki 'tanrı', üçte bir insan.- Uruk ehrine gelen hacılar ona
ürpererek ve korkuyla bakarlar; çünkü o güne kadar böyle bir güzellik ve güç
görmemi lerdir. te burada tanrılarla insanların çiftle mesi dü üncesi yine kar ımıza
çıkıyor.
kinci tablette, gökler tanrıçası Aruru'nun, Gılgamı 'a rakip olması için Enkidu'yu
yarattı ını okuyoruz. Enkidu gövdesi kıllarla kaplı, posttan elbiseler giyen, çayırlarda
otlayan, sı ırlarla aynı yalaktan su içen bir yaratıktır. En büyük e lencesi çavlanlarda
yüzmektir.
Uruk kralı Gılgamı , bu sevimsiz yaratı ın sı ırlardan ayrılması için güzel bir kadın
gerekli oldu unu anlar ve ehrin en güzel kadınlarından birini, Enkidu'yu kendine
çekmekle görevlendirir. Saf Enkidu bu oyuna gelir ve altı gün altı gece kadınla ya ar.
Derken Enkidu'yla Gılgamı dost olurlar.
Üçüncü tablet, uzaklardan gelen bir duman bulutunu anlatır. Gökler gümbürder, yer
sarsılır, sonunda 'Güne Tanrısı' gelerek Enkidu'yu güçlü kanatları ve pençeleriyle
kavrar. Enkidu'nun gövdesine kur un gibi biner ve gö süne kaya gibi bir a ırlık oturur.
Destan yazarlarının çok geli mi bir hayal gücü oldu unu ve destanı çevirenler ve
ço altanların de i iklikler yaptı ını kabul etsek bile, asıl a ırtıcı yan oldu u gibi kalır:
Destan yazarları gövdenin belirli bir hızdan sonra kur un gibi a ırla tı ını nereden
biliyorlardı? Bugün yerçekimi ve hız yasalarını en ince ayrıntılarına kadar biliyoruz. Bir
astronotun kalkı sırasında nasıl bir güçle koltu una yapı tırıldı ını, gö süne binen
basıncın ne ölçüde büyük oldu unu biliyoruz.
Peki Sümerliler bu bilgiyi nereden elde etmi lerdi?
Be inci tablet, Enkidu'yla Gılgamı 'ın 'tanrıların' oturdu u yere gidi lerini anlatır.
Kahramanlar tanrıça rninis'in ya adı ı, ı ıklar saçan kuleyi çok uzaklardan görürler.
yice yakla ınca bir ses duyarlar:
«Geri dönün! Hiç bir ölümlü, tanrıların ya adı ı kutsal da a gelemez. Tanrıların
yüzünü gören ölmelidir.»
Exodus'te de: «Sen benim yüzümü göremezsin, beni gören insan ya ayamaz...»
diyordu!
Yedinci tablette, Enkidu'nun a zından bir uzay yolculu u anlatılır. Enkidu bir kartalın
pirinçten pençelerine tutunarak saatler boyu uçmu tur. zlenimleri öyledir:
«Bana dedi ki: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve
kara, bir da a; deniz de bir göle benziyordu. Dört saat daha uçtuk ve o yine konu tu:
«Karalara bak. Neye benziyorlar? Deniz'e bak. Nasıl görünüyor?» Ve kara, bir bahçeye;
deniz de bahçıvanın su kanallarına benziyordu. Dört saat daha uçtuktan sonra o yine
sordu: «Karalara bak. Neye benziyorlar? Denizlere bak nasıl görünüyor?» Ve kara,
lapaya, deniz de su birikintilerine benziyordu.»
Bu anlatım, bir canlı yaratı ın dünyayı çok yükseklerden gördü ünü açıklamaktadır.
Olay tümüyle hayal ürünü olamayacak kadar do rudur. E er yerkürenin çok
yükseklerden görünü ü hakkında bir bilgi olmasaydı, kim çıkıp da karaların lapaya,
denizlerin de su birikintilerine benzedi ini söyleyebilirdi? Çünkü çok yükseklerden
çekilen resimlerinde dünya gerçekten orasında burasında su birikintileri olan bir tas
lapaya benzemektedir!
Aynı tablette bir kapının konu tu u yazılmaktadır. Bu garip olayı, bugünkü bilgimizle
bir hoparlörün konu ması olarak nitelendiriyoruz. Sekizinci tablette, dünyayı çok
yükseklerden gören Enkidu, anla ılamayan bir hastalıktan ölüyor. Hastalık öyle
esrarengiz ki, Gılgamı
nedeninin göklerdeki canavarın zehirli solu u olup
olamayaca ını soruyor. Gılgamı göklerdeki canavarın zehirli solu unun öldürücü
olabilece ini nereden biliyordu?
Dokuzuncu tablet Gılgamı 'ın, dostu Enkidu'nun ölümünden duydu u üzüntüyü ve
aynı hastalıktan ölece i korkusuyla tanrılara ula mak için çıktı ı yolculu u anlatır.
Gılgamı uzun süre yol aldıktan sonra, göklere destek olan iki da ın arasına gelir.
Da ların tepesi bir kemerle birle tirilmi tir ve buraya 'güne kapısı' denir. Güne kapısını
bekleyen iki dev önce onu bırakmak istemezler. Aralarında uzun bir tartı ma geçer.
Sonunda devler Gılgamı 'ın üçte iki tanrı oldu unu göz önünde tutarak geçmesine izin
verirler. Gılgamı giderek ardında sonsuz denizin uzandı ı tanrıların bahçesine varır.
Ancak yolda iki defa tanrılar tarafından uyarılmı tır:
«Gılgamı , acelen nedir? Aradı ın hayatı ve ölümsüzlü ü bulamayacaksın. Tanrılar
insanı yaratırken ona ölümü de verdiler. Ölümsüzlük yine tanrılara kaldı.»
Gılgamı 'ın bunları dinleyecek hali yoktur. Her tehlikeyi göze almı tır ve amacı
insanların babası Utnapi tim'e ula maktır. Ancak Utnapi tim büyük denizin ötesinde
ya amaktadır ve oraya güne tanrısınınkinden ba ka hiç bir gemi uçamaz. Üstelik yolu
da yoktur. Ama Gılgamı bütün tehlikelere gö üs gererek denizi a ar. On birinci tablet,
onun Utnapi tim'le yaptı ı görü meyi anlatır.
Gılgamı insanların babasının ne kendinden büyük, ne de küçük oldu unu görür ve
ona, birbirlerine baba-o ul gibi benzediklerini söyler. Utnapi tim, geçmi ini anlatmaya
koyulur. Bu bölüm Utnapi tim'in a zından, yani birinci tekil ahıstan aktarılmı tır.
Daha da a ırtıcı olarak, Tufan hakkında çok ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Tanrılar
Utnapi tim'i uyarmı lar, kadınları, çocukları, yakınlarını ve her i ten ustaları, gelecek
olan büyük tufandan korumak için bir gemi yapmasını emretmi lerdi. iddetli, fırtınanın,
karanlı ının, yükselen suların, gemiye binemeyenlerin dü tü ü umutsuzlu un anlatımı,
bugün bile hayranlık uyandıracak ölçüde güçlüdür. Üstelik aynı Nuh'ta oldu u gibi,
yolculu un sonunda bir karga ve bir güvercin yollanmı , sular alçalmaya ba layınca da
gemi bir da ın tepesine oturmu tur.
Gılgamı Destanı'yla Tevrat arasındaki paralellik ve benzerlik, hiç bir bilginin kar ı
koyamayaca ı ölçüde açıktır. Bu paralelli in en ilginç yönü, destanla Tevrat'ın u ra tı ı
tanrıların ve kehanetlerin ayrı ayrı olmasıdır.
Tevrat'ta anlatılan Tufan'ın destandakinin bir kopyası oldu unu kabul edersek,
Utnapi tim'in olayı kendi a zından anlatması, Gılgamı Destanında Tufan'a tanıklık
etmi , onu gözleriyle görmü bir ki inin gerçekten var oldu unu ortaya koyar.
Aslında binlerce yıl önce do uda müthi bir tufan oldu u kesin olarak anla ılmı tır.
Eski Babil'in çivi yazısı tabletleri, geminin nerede bulunması gerekti ini kesin olarak
anlatırlar. Bu bilgiden yararlanan ara tırmacılar A rı da ının güney kesiminde, geminin
kondu u yeri göstermesi muhtemel olan üç tahta parçası bulmu lardır. Ancak 6000 yıl
önce tahtadan yapılmı ve tufana dayanmı bir geminin kalıntılarını bulmak hemen
hemen imkânsız gibidir.
Gılgamı Destanı'nda Tufan'dan ba ka, yazıldı ı ça da yapılamayacak türden
ola anüstü eyler de anlatılmaktadır. Bunları, destanı yüzyıllar boyu elden geçirenlerin
ekledi ini de dü ünemeyiz. Çünkü anlatımlarda gizlenen bilgiler, ancak günümüz bilgileri
aracılı ıyla anla ılabilmektedir.
Belki de, birtakım yeni sorular bu karanlı a ı ık tutacaktır. Gılgamı Destanı,
Sümerlerden de il de Tiahuanaco bölgesinden çıkmı olamaz mı? Gılgamı soyu Güney
Amerika'dan gelmi ve beraberinde destanı da getirmi olamaz mı? Do rulayıcı bir
kar ılık, Güne Kapısından söz edilmesini, büyük bir denizin a ılmasını, aynı zamanda
da Sümerlilerin nasıl birdenbire ortaya çıktıklarını açıklayabilir. Ku kusuz, Firavunlar
Mısır'ının geli mi kültürü, yazılmı , ö retilmi ve ö renilmi eski sırları saklayan büyük
kitaplara dayanıyordu. Daha önce de belirtildi i gibi Musa bu ülkede yeti mi ,
kitaplıklardan bol bol yararlanma imkânı bulmu tu. Hangi dilde yazmı oldu u kesin
olarak bilinmese bile, be kitabın yazarının aydın bir ki i oldu u kesindi.
Gılgamı Destanı'nın Asurlular ve Babilliler kanalıyla Mısır'a geldi ini, genç Musa'nın
onu okuyarak kendi amaçlarına uyguladı ını dü ünelim. Bu durumda gerçek Tufan
olayı, Tevrat'taki de il, Gılgamı Destanın'dakidir.
Böyle sorular sormamalı mıyız? Bana kalırsa, geçmi i ara tırmanın klasik yöntemi
çoktan yıkılmı tır. Bu türden ara tırma hiç bir zaman, kesin ve dokunulmaz sonuçlara
ula amaz. Kendi kurdu u bir dü ünce biçimine öylesine sıkı sıkıya ba lıdır ki, yaratıcı bir
dürtü do urabilecek yeni görü lere hiç bir açık kapı bırakmaz.
Eski Do u'ya yöneltilen ara tırmaların ço u, kutsal kitapların dokunulmazlı ı ve
kutsallı ı kar ısında eriyip gitmi tir. nsanlar soru sormaya ve ku kularını bu tabu'nun
yüzüne haykırmaya cesaret edememi lerdir. Hatta büyük ölçüde aydınlanmı
sayılabilecek on dokuz ve yirminci yüzyıl bilginleri bile, sonunda Tevrat'ta anlatılanların
do ru olmadı ını ileri sürmenin kaçınılmaz oldu unu gördüklerinden, binlerce yılın
yanlı ından olu an dü ünce zincirlerinden kopmamayı seçmi lerdir. Ancak, en koyu
Hıristiyan bile, Tevrat'ta anlatılan birtakım olayların, o büyük Tanrı'yla ba da madı ını
anlamı olmalıdır. Kutsal kitabın dinsel dogmalarını korumak isteyen ki iler, önce çok
eskilerde insanı kimin e itti ini, toplum hayatı için yasaları kimin koydu unu, ilk sa lık
kurallarını kimin verdi ini ve yoldan çıkmı olanları kimin yok etti ini açı a
çıkarmalıdırlar.
Bu türden sorular sormamız ve bu biçimde dü ünmemiz dinsiz oldu umuz anlamına
gelmez. Beni ele alalım: Geçmi le ilgili tüm sorulara kesin ve inandırıcı kar ılıklar
verildi i gün bile, daha iyi bir ad koyma iste iyle TANRI dedi im B R EY N var
olaca ına inanıyorum.
Bununla birlikte, söz konusu dü ünülmez tanrının, bir yerden ötekine gitmek için,
tekerlekli ve kanatlı araçlar kullandı ı, ilkel insanlarla çok yakın ili kiler kurdu u ve
maskesinin dü memesi için hiç bir insanı yanına yakla tırmadı ını ileri süren dinsel
varsayım, delillerle desteklenmedi i sürece, saldırgan bir iddiadan öteye
geçemeyecektir. Din bilginlerinin, 'Tanrı çok yücedir; onun kendini nasıl gösterdi ini ve
kullarıyla nasıl ili ki kurdu unu bizler dü ünemeyiz' eklindeki kar ılıkları, ancak
sorularımızdan bir kaçı olabilir ve bu bakımdan doyurucu olmaktan uzaktır. nsanlar
yeni gerçekleri görmek istemezler. Ama gelecek, geçmi imizi günden güne daha çok
kemirmektedir. On iki yıl kadar sonra insan Merih'e inecektir. E er orada bir tek eski,
terk edilmi bina varsa, akıllı insanların bıraktı ı bir tek nesneye rastlanırsa, ma ara
duvarlarında bir tek resim bulunursa, dinlerimiz temelinden sarsılacak ve geçmi imiz
hakkındaki bilgiler karmakarı ık olacaktır. Bu türden bir tek buluntu bile insanlık tarihinde
devrim ve reformların en büyü üne yol açacaktır.
Uzay ça ıyla birlikte Aydınların Mahkeme Günü de gelecektir. O zaman dinin
bulutları da ılacak ve uzaya atılan kararlı bir adımla binlerce, milyonlarca de il, bir tane
din ve tanrı oldu u anla ılacaktır.
Biz bunları bırakıp insanlı ın geçmi i üzerine kurdu umuz varsayımı geli tirelim.
ana kadar elde etti imiz görüntüyü öyle özetleyebiliriz:
u
Ça lar önce bilinmeyen bir uzay gemisi dünyamızı bulmu tu. Gemi adamları kısa
sürede, gezegenimizin, akıllı yaratıkların geli ebilmesi için çok elveri li oldu unu
anlamı lardı. Ancak geli mesi beklenen «insan», «homo sapiens» de il, bir ba ka
türden yaratıktı. Uzay adamları bu türün di ilerini sunî olarak döllemi , kadınları, eski
destanlarda belirtildi ine göre, derin bir uykuya daldırarak dünyamızdan ayrılmı lardı.
Binlerce yıl sonra geri döndüklerinde kar ılarına, yeryüzünün orasına burasına da ılmı
«homo sapiens» örnekleri çıkmı tı.
leri uzaylılar döllenme deneylerini, toplum kurallarına uyabilecek yetenekte yaratıklar
yeti ene kadar sürdürmü lerdi.
Ancak ortaya çıkan insanlar hâlâ barbardılar. Uzaylılar geriye dönerek, onların yine
hayvanlarla ya ayabileceklerini dü ünerek birço unu yok etmi , daha az ölçüde
ba arısız kalanları da ba ka kıtalara belki de ba ka gezegenlere ta ımı lardı. Geriye
kalan ba arılı örnekler toplum hayatının ilk ürünlerini vermeye ba lamı , ma ara
duvarlarını süslemeye, çömlekçili i geli tirmeye, ilkel mimarlık örneklerini ortaya
koymaya yönelmi lerdi.
Bu ilk insanların uzay adamlarına sonsuz saygısı vardı. Çünkü onlar, bilinmeyen bir
yıldızdan gelmi , yine oraya dönmü «tanrılardı.» Esrarengiz nedenlerden dolayı bu
«tanrılar» bilgilerini insanlara geçirmeye meraklıydılar Yarattıkları insanlara özen
gösteriyor, onları kötülük ve ahlâksızlıktan korumaya çalı ıyorlardı. Toplumların kurucu
bir biçimde geli mesini istiyorlar, bu yüzden uyumsuzluk gösterenleri ortadan kaldırıyor,
kalanların geli me yetene inde bir toplum kurması için gerekli temel kavramlar
ö retiyorlardı.
Delillerin eksikli i yüzünden bu varsayımda birtakım bo luklar vardır: Gelecek, bu
bo luklardan kaçının doldurulabilece ini gösterecektir. Bu kitap birçok tahminden olu an
bir varsayımı ortaya koymaktadır ve bu varsayım do ru olmayabilir. Bununla birlikte,
tabuların koruyuculu unda, saldırıya u ramadan ya ayan dinlerin kurulu ilkelerine
bakınca, varsayımımın en az onlar kadar geçerli olabilece ini görmekteyim.
Gerçek hakkında birkaç kelime söylemek belki de yarar sa layacaktır. Dinine inanan
ve ku ku uyandıracak bir saldırıya u ramayan her insan «gerçe i» buldu una da inanır.
Bu yalnız Hıristiyanlar için de il, küçük, büyük her dinin taraftan için geçerlidir.
Teosofistler din bilginleri ve filozoflar, ö retilen üzerinde yıllarca kafa patlattıktan sonra
«gerçe e» vardıklarına inanırlar. Do al olarak her dinin bir tarihi, Tanrı'sının verdi i
sözler Tanrı'sının koydu u yasalar ve... diyen peygamber ve bilge ki ileri vardır.
«Gerçe in» ispatlanması, insanın inandı ı dinin tam içinden ba lar ve dı ına do ru isler.
Bunun sonucu olarak, çocukluktan ba layarak bizlere kabul ettirilen tek yönlü bir
dü ünce biçimi ortaya çıkar.
Böylece birçok ku ak gerçe i benli inde topladı ına inanarak geçip gider.
Ben, daha alçak gönüllü davranarak, gerçe e sahip olamayaca ımızı, ona ancak
inanabilece imizi ileri sürüyorum. Gerçe i bulmak isteyen insan, onu kendi dininin
siperleri ve sınırları içinde aramamalıdır. Hem hayatın amacı ve gere i nedir? Gerçe e
inanmak mı, yoksa onu aramak mı?
Tevrat'ta yazılı olanların arkeolojik yollarla ispatlandı ını dü ünecek olsak bile bu
durumda, söz konusu inanı lardan olu an bir din de ispatlanmı sayılamaz. Eski
ehirler, köyler sanat eserleri ve yazılı kalıntılar belli bir bölgede toprak üstüne
çıkarılınca, o bölgede insanların ya adı ı ve tarihin yazdı ı bir uygarlı ın gerçekten var
oldu u ortaya çıkar. Ancak bu buluntular o bölge insanının inandı ı tanrının (uzay
yolcusu de il de) tek ve ula ılmaz bir tanrı oldu unu açı a çıkaramaz.
Bugün dünyanın dört buca ında yapılan kazılar, geleneklerin gerçeklere uygun
dü tü ünü göstermi tir. Ama bir tek Hıristiyan çıkıp da, Peru'daki kazılar sonucu ortaya
çıkan nka öncesi tanrısını gerçek tanrı olarak kabul eder mi? Demek istedi im, gerek
mitoloji, gerek gerçek deneyler, bir toplumun tarihini olu turur; bundan öteye geçemez.
Ama bence bu bile çok eydir.
Gerçe i arayanlar, ispatlanmamı yeni ve cesur dü üncelere, yalnızca dü ünce (ya
da inanı ) biçimlerine uymadı ı için kar ı çıkmamalıdırlar. Yüz yıl önce uzay yolculu u
diye bir ey söz konusu olmadı ı için, babalarımız ve büyükbabalarımız, atalarına
uzaydan ziyaretçiler gelip gelmedi ini dü ünemezlerdi. Çok korkunç ama ne yazık ki her
an çıkabilecek bir Hidrojen bombası sava ının günümüz uygarlı ını toptan yerle bir
etti ini dü ünelim. Be bin yıl sonra arkeologlar New York'taki Hürriyet Heykeli'nin
parçalarını bulacaklar, günümüz dü ünce biçimiyle hareket ediyorlarsa, bilinmeyen bir
tanrı, belki ate tanrısı (heykelin elindeki me ale yüzünden) belki güne tanrısının
(heykelin ba ındaki ı ın biçimi uzantılar yüzünden) heykeliyle kar ı kar ıya olduklarını
sanacaklar ve heykelin aslında çok basit bir anlam ta ıdı ını hele özgürlü ü temsil
etti ini asla anlamayacaklardır.
Geçmi in yollarını dogmalarla tıkamaya artık imkân yoktur.
E er gerçe i aramaya koyulacaksak, önce bütün cesaretimizi toplayarak bugüne
kadar izledi imiz yollardan ayrılmalı, sonra da do ru ve gerçek kabul etti imiz her
eyden ku ku duymaya ba lamalıyız. Yeni dü ünceler saçmadır diye gözlerimizi ve
kulaklarımızı kapayamayız.
unun urasında, elli yıl önce aya ini
gülünç bulunuyordu...
dü üncesi de alay konusuydu; saçma ve
ALTINCI BÖLÜM: ESK HAYAL VE MASALLAR MI, YOKSA ESK
GERÇEKLER M ?
GEÇM TE VAR OLAN birtakım eylerin bugün geçerli dü ünü ve inanı lara göre
var olmaması gerekti ini daha önce belirtmi tim. Ancak geçmi ten günümüze kadar
gelebilen akıl almaz eyler bunlarla da bitmiyor.
Neden mi? Çünkü Eskimoların mitolojisi de, ilk kabilelerin kuzeye pirinç kanatlarla
getirildi ini söylüyor!
En eski Kızılderili efsanelerinde ate ve meyve getiren bir ate ku undan söz ediliyor.
Son olarak da Maya Efsanesi Popol Vuh; tanrıların; her eyi, evreni, pusuladaki dört
yönü ve dünyanın küre biçiminde oldu unu bildiklerini anlatıyor.
Eskimoların sözünü ettikleri metal ku lar nelerdir?
Kızılderililer ate ku unu nerede görmü lerdi? Mayaların ataları dünyanın yuvarlak
oldu unu nasıl ö renmi lerdi?
Aslında mayalar çok zeki insanlardı ve çok geli mi bir kültürleri vardı. Bize yalnız o
akıl almaz takvimi bırakmakla kalmamı , çok karma ık hesaplar da ula tırmı lardır.
öyle ki, Mayalar bir Venüs yılının 584 gün oldu unu biliyorlar ve dünya yılının 365,2420
gün oldu unu tahmin ediyorlardı. (Günümüzde en ileri araçlarla yapılan hesabın sonucu
365,2422 gün!) Bıraktıkları hesaplar 64 milyon yıl öteye uzanabiliyordu. Hatta birtakım
yazılarda 490 milyon yıla yakla an sayılarla u ra ılıyordu. Bir elektronik beyin yardımıyla
bulundu unu akla getiren ünlü Venüs formülünün, bir grup orman insanından çıkmı
olması çok a ırtıcıdır. Formül bir «Tzolkin» yılını 260, bir dünya yılını 365 ve bir Venüs
yılını 584 gün olarak almaktadır.
365'in 73'e bölümünün 5 ve 584'ün 73'e bölümünün de 8 vermesinden hareketle u
sonuç çıkmaktadır:
(Ay)
20 x 13 x 2 x 73 = 260 x 2 x 73 = 37.960
(Güne ) 8 x 13 x 5 x 73 = 104 x 5 x 73 = 37.960
(Venüs) 5 x 13 x 8 x 73 = 65 x 8 x 73 = 37.960
Yani bu üç devir 37.960 gün sonra birle ecektir. Maya mitolojisi o zaman tanrıların
büyük dinlenme yerine gelece ini ileri sürer.
nka öncesi halklarının dinî efsanelerinde, yıldızlarda insanların ya adı ından ve
«tanrıların» Pleiadas takımyıldızından geldi inden söz edilir. Ne gariptir ki Sümer, Asur,
Babil ve Mısır'da bulunan yazılı tabletlerde de aynı ey anlatılmaktadır: «Tanrılar»
yıldızlardan gelmi ve yine oralara dönmü lerdir. Göklerde dola mak için ate arabaları
ya da gemileri vardır. Ellerinde her zaman korkunç silâhlar bulunmaktadır. Birtakım
ki ilere ölümsüzlük için söz vermi lerdir.
lkel insanların, tanrılarını göklerde aramaları ve onları tanımlayıp sanat eserlerine,
geçirmeleri sırasında bütün hayal güçlerini kullanmaları do aldır. Bu bakımdan sözünü
etti imiz efsane ve yazıtların, gerçe i yansıtmaktan çok, abarttı ı dü ünülebilir. Ama
anormallikler bunlarla da kalmıyor ki.
Bir örnek daha verelim: Mahabharata'nın yazarı, bir ülkeyi on iki yıllık kuraklıkla
cezalandırabilecek bir silâhın varlı ını nereden biliyordu? Hem de do mamı bebekleri
annelerinin karnındayken öldürecek güçte bir silâhın varlı ını...
En kötümser tahminle 5000 yıl önce yazılan bu Hint Efsanesini, günümüz bilgileri
ı ı ında okumak gerçekten çok ilginç olacaktır.
Ramayana'da Vimanalar'ın, yani uçan makinelerin, cıva ve püsküren rüzgâr
yardımıyla çok yükseklerde uçtu unu yazar. Vimanalar ileriye, yukarıya ve a a ıya
hareket edebilmektedirler. Geni çapta manevra yetene i olan uzay araçları! A a ıdaki
bölüm N. Dutt'un 1891'de yaptı ı çeviriden alınmadır:
«Rama'nın emriyle görkemli sava
yükseldi...»
arabası korkunç gürültüyle bir bulut da ına
Yine uçan bir nesneden söz ediliyor ve üstelik nesnenin havalanırken korkunç gürültü
yaptı ı belirtiliyor. te Mahabharata'dan bir bölüm daha:
«Bhima, Vimanasıyla güne kadar parlak bir ı ının üzerinde uçuyordu ve fırtınaların
gök gürültüsü gibi bir ses çıkarıyordu.» (C. Royf 1889).
Mahabharata'nın yazarı, roketler hakkında bir ey bilmese ve bu araçların bir ı ın
üzerinde, büyük gürültüler çıkararak gitti ini görmese bu satırları yazabilir miydi?
Samsaptakabadha'da, uçan ve uçmayan sava
arabaları diye iki ayırım
yapılmaktadır. Mahabharata'nın ilk kitabında da, Kunti adlı evlenmemi bir kadının,
Güne Tanrısıyla çiftle ti i ve güne kadar parlak bir o ul do urdu u anlatılmaktadır.
Kunti -o günlerde bile- utanç duygusundan kurtulmak için çocu u bir sepete koyar,
nehire salar. uta Kastından, de erli bir ki i olan Adhirata çocu u bulur ve büyütür.
Musa'nın öyküsüyle akıl almaz bir benzerli i olmasa, anlatmaya de meyecek bir
öykü! Ayrıca, insanların tanrılar tarafından döllendi ine de inen bir ba ka örnek olması
da, dikkati çekiyor. Gılgamı Destanında oldu u gibi Aryuna (Mahabharata'nın
kahramanı), tanrıları aramaya ve onlardan silâh istemeye gidiyor. Büyük tehlikelere
gö üs gerdikten sonra gök tanrısı ndra'yı karısı Sachi'nin yanında buluyor. Ancak
bulu ma herhangi bir yerde de il, göklerde uçan bir sava arabasında oluyor! Üstelik
tanrılar, gökyüzünü gezdirmeyi teklif ediyorlar.
Mahabharata'da anlatılan olaylar yazarının görgü ve tanıklı ı etti i izlenimi verecek
kadar açık ve anla ılabilir biçimdedir. Bir bölümde, üzerlerinde metal ta ıyan bütün
sava çıları öldüren bir silâh anlatılır. Sava çılar, silâhın etkilerini zamanında
ö renebilirlerse, üzerlerindeki bütün metalleri çıkarmakta ve ırma a girip gövdelerini ve
silâhın de di i her eyi yıkamaktadırlar. Yazarın açıklamasına göre, bu bo una de ildir,
çünkü tedbir alınmazsa saçlar ve tırnaklar dökülür ve ya ayan her ey rengi solarak
zayıflar...
Sekizinci kitapta ndra, tanrısal jetiyle yeniden kar ımıza çıkar. Bütün insanlar
arasında yalnızca Yudhisthira'ya, ölümlü oldu u halde, göklere gelme izni verilmi tir.
Enok ve Eliyah'ın öyküsünü hatırlamadan edebilir miyiz?
Aynı kitapta, belki de dünyaya atılan ilk Hidrojen bombasının patlaması
anlatılmaktadır. Gurkha, yüce Vimanasıyla uçarken, üç katlı ehrin üstüne bir tek gülle
dü ürür. Buradan sonrasının anlatımında öyle kelimeler kullanılmaktadır ki, insan
Bikini'de patlayan ilk Hidrojen bombasını hatırlamadan edemez: «Güne ten bin kere
daha parlak, beyaz, sıcak bir bulut, sonsuz ı ıklar saçarak, yükseldi ve ehri bir kül
yı ını yaptı...»
Gurkha yere indi inde Vimana'sı, son derece parlak bir antimon bloku andırmaktadır.
Ayrıca filozofları ilgilendiren bir bölümü de, bu arada aktarayım: Mahabharata, «Zaman,
evrenin tohumudur!» der...
Tibet kitapları Tantyua ve Kantyua da, gökteki inciler adı verilen, tarih öncesi uçan
makinelerden söz ederler. ki kitap da, bu bilginin gizli oldu unu ve kitleler için
olmadı ını özellikle belirtirler. Samarangana, Sutradharafda, kuyruklarından ate ve cıva
püskürten hava gemilerine ayrılmı birçok sayfa vardır.
Eski kitaplardaki ate sözünün yanan ate olması gerekmez; çünkü elektrik ve
manyetik türler de dâhil olmak üzere, kırk de i ik anlamda ate sayılmı tır. Eski
insanların a ır metallerden enerji elde edebilece ini bildiklerine inanmak güçtür. Bununla
birlikte eski Sanskrit kitapları basit birer mit olarak reddetmek de imkânsızdır. Eski
kitaplardan alınan bölümler, eski insanların uçan tanrılar gördüklerini ku kuya yer
vermeyecek ölçüde ispatlamaktadırlar. Arkeologların hâlâ kullandıkları, «Böyle bir eyin
var oldu u kabul edilemez... bunlar çeviri yanlı larıdır... yazarlar ya da kopya edenlerin
abartmasıdır...» cümleleriyle hiç bir sonuca ula amayız. Teknoloji ça ının verilerinden
yararlanan yeni bir varsayım, geçmi imizin karanlı ına ı ık tutmak için uygulama alanına
konmalıdır. Nasıl geçmi teki uçan gemiler açıklanabiliyorsa, kullanılan korkunç silâhlar
da açıklanabilmelidir. te Mahabharata'dan bir bölüm daha:
«Elemanlar çözülmü gibiydi. Güne durmadan dönüyordu. Silâhın ate gibi ısısıyla
kavrulan dünya, hummaya tutulmu gibi çemberler çiziyordu. Filler, korkunç sıcaklıktan
korunmak için oradan oraya ko u uyorlardı. Sular kaynıyor, hayvanlar ölüyor, dü manlar
biçilmi gibi yere yı ılıyordu. A açlar korkunç ı ı a hedef olarak, orman yangınlarındaki
gibi yanarak devriliyorlardı. Filler kulakları sa ır eden gürültülerle ko uyor ve geni bir
alanda birer birer dü erek ölüyorlardı. Atlar, sava arabaları yanmı lardı ve sava alanı
yangın yerine dönmü tü. Bir süre sonra denizin üzerine sessizlik çöktü. Rüzgârlar
esmeye, dünya parlamaya ba ladı. Ortaya çıkan görüntü tüyler ürperticiydi. Dü enlerin
gövdeleri korkunç ısıyla yanmı , insanlıktan çıkmı tı. Bundan önce böyle bir silâhı ne
görmü , ne de duymu tuk.» (C. Roy, Drona Parva 1889.)
Öykü bundan sonra, kaçıp kurtulabilenlerin, vücutlarını, araçlarını ve silâhlarını
yıkadıklarını, çünkü her eyin, tanrıların öldürücü solu uyla kirlendi ini anlatıyor.
Gılgamı Destanında ne diyordu? «Enkidu, yoksa seni tanrısal canavarın zehirli
solu u mu öldürdü?»
Vatikan Müzesi Mısır Bölümünün eski yöneticisi Alberto Tulli, M.Ö. 1500'lerde
ya amı olan III. Tutmosis'ten kalan bir yazı parçası bulmu tu. Yazıda, gökten bir ate
topunun dü tü ü ve çok kötü bir koku yayıldı ı anlatılıyor.
Tutmosis ve askerleri olayı izliyorlar ve ate topu güneye do ru kayarak kayboluyor.
Sözünü etti imiz bütün kitaplar ve yazılar, ça ımızdan binlerce yıl önce yazılmı lardı.
Yazarları de i ik ülkelerde ya ayan, de i ik kültür ve dinleri olan ki ilerdi. O günlerde
önemli olayları dünyaya bildirecek özel ulaklar yoktu ve kıtalararası yolculuklar günlük
olaylardan de ildi. Bütün bunlara ra men, a ırtıcı ölçüde birbirine benzeyen garip
olaylar, sayısız kaynaklardan ve dünyanın dört buca ında birbirinden habersiz yasayan
insanlar tarafından bize ula tırılmı tır.
Bütün bu yazarların akıllarından zorları mı vardı? Hepsi de aynı hayali mi görmü tü?
Mahabharata'nın, Tevrat'ın, Gılgamı Destanı'nın, Eskimo destanlarının, Kızılderililerin,
skandinavyalıların, Tibetlilerin ve birçok ba ka kayna ın uçan tanrılar, garip tanrısal
araçları ve bunlarla ilintili felâketleri, bir ans eseri olarak ve herhangi bir temele
dayanmaksızın anlattı ını dü ünemeyiz.
Hemen hemen birbirinin e i olan bu yazılar, belirli bir gerçekten do mu olmalıdırlar;
yani tarihöncesi olaylardan. Onlarda, o ça larda görülen olayların ve eylerin bir
yansıması vardır. Geçmi teki yazarların hepsi de gerçekleri abartmı olabilirler, ama ana
gerçek oldu u gibi kalmı tır. Hepsinin de, birbirlerinden haberleri olmadan, tek türden bir
yalan uydurmalarına imkân var mıdır?
Bir örnek dü ünelim:
Afrika'da bir bölgeye, ilk defa bir helikopter iniyor. Yerlilerin hiç biri, o güne kadar
böyle bir araç görmemi tir. Helikopter korkunç gürültülerle çalıların arasına bir bo lu a
iniyor ve içinden kafalarında koruyucu ba lıklar, üstlerinde sava elbiseleri ve ellerinde
makineli tüfeklerle askerler çıkıyorlar. Oralardan geçen bir vah î, olaya görgü tanıklı ı
ediyor; büyük bir a kınlık ve korkuyla, gökten gelen eyden çıkan bilinmeyen 'tanrılara'
bakıyor. Bir süre sonra helikopter havalanıyor ve gökyüzünde kayboluyor.
Vah î yalnız ba ına kalınca olayı dü ünmeye ve yorumlamaya koyuluyor. Köyüne
ko arak gökten gelen tanrısal ku u, çıkardı ı korkunç gürültüyü ve içinden ate kusan
silâhlarla çıkan beyaz derili adamları anlatıyor. Mucizevî ziyaret artık yerlilerin
destanlarına girmi , gelecek ku aklara anlatılmak üzere beyinlerine kazılmı tır. Do al
olarak, babadan o ula geçerken tanrısal ku daha da büyüyecek, içinden çıkan
yaratıklar daha da korkunçla acaktır. Öyküye yeni yeni ekler katılacak, olaylar daha da
abartılarak anlatılacaktır.
Ancak gerçek olay yine vardır ve de i memi tir. Yani düzlü e bir helikopter inmi ,
içinden birtakım beyaz adamlar gerçekten çıkmı lardır. Yalnızca gerçek olan biraz
süslenmi ve bilgisizlikten ötürü abartılmı tır.
Belirli eyler uydurulamaz. E er bu tür olaylar yalnız bir, iki eski kitapta yazılı olsaydı,
tarihte uzaylılar ve uzay gemileri aramazdım. Ama neredeyse bütün eski kitaplar aynı
hikâyeyi anlatınca, sayfalarına gizlenen gerçekleri gün ı ı ına çıkarma gere ini duydum.
«Adem o lu, kulakları oldu u halde duymayan, gözleri oldu u halde görmeyen bir asi
evinin içinde ya ıyorsun...» (Hezekiel xii, 2.)
Sümer tanrılarının, belirli yıldızlarla simgelendi ini biliyoruz. Herodot'un anlattıklarına
bakılırsa, bu tanrılardan en büyü ü olan Marduk, yani Merih (Mars) için dikilen 800 talent
a ırlı ında, saf altından bir heykel vardı. (Bu a ırlık ortalama 24.000 kiloya e ittir.)
Ninurta, yani Sirius, evrenin yargıcıydı ve ölümlüleri cezalandırırdı. Sümerliler Merih'e,
Sirius'a, Pleiades'e hitap eden tabletler yazarlardı. Sümer arkıları ve a ıtlarında zaman
zaman o günlerin insanına çok anlamsız görünmesi gereken silâhlardan, o silâhların
etkilerinden söz edilirdi. Merih için yazılan bir övgüde, onun ate ya dırdı ı ve
dü manlarını im ek gibi bir parlaklıkla öldürdü ü anlatılmaktaydı.
Birkaç yıl önce, Ba dat'ın 160 km. güneyindeki Nippur kasabası yakınlarında, 60.000
kil tabletten olu an bir Sümer kitaplı ı bulundu. Böylece Tufanı anlatan en eski belge de
ele geçmi oldu. Tablette, tufan öncesi be ehirden söz ediliyordu. Eridu, Badtibira,
Larak, Sitpar ve uruppak. Bunların ikisi daha ortaya çıkarılmamı tı. Tufanı anlatan
tabletlere göre, Sümerli Nuh'un adı Ziusudra idi. Ziusudra, uruppak'ta ya amı ve
gemisini orada yapmı tı. u anda elimizde Gılgamı Destanı'ndan da eski bir tufan
hikâyesi var, ama kim bilir, belki yeni buluntular daha da eski kayıtları ortaya
çıkaracaktır.
Ölümsüzlük ve yeniden do ma, eski kültürlerin insanlarının kafalarını kurcalayan bir
konuydu. Köleler ve hizmetçiler, efendilerinin mezarına gönüllü olarak girerler, canlı canlı
gömülürlerdi. ub-At mezarında yetmi e yakın iskelet, son derece düzgün bir biçimde,
yan yana yatar bulunmu tu. Demek ki bu insanlar, hiç bir direnme göstermeden, parlak
renkli elbiselerine sarınıp belki de zehir içerek, ölümün gelmesini beklerlerdi. Sarsılmaz
bir inançla, mezarın ötesindeki yeni hayatı gözlerlerdi. Peki ama bu ilkel insanların aklına
yeniden do ma dü üncesini kim sokmu tu?
Eski Mısır yazılan da, gökleri gemilerle a an yüce yaratıklardan söz eder. Güne
Tanrısı Ra için yazılan bir yazıdan bir parça:
«Sen yıldızların ve ayın altında dola ansın, sen, Aten gemisini, yorulmak bilmeden
dönen yıldızlar ve Kuzey Kutbundaki batmayan yıldızlarla, yeryüzü arasında sürensin.»
Bu da bir piramitten alman bir parça:
«Sen, güne gemisini milyonlarca yıl yönetensin.»
Mısırlı matematikçilerin çok çok ilerlemi olduklarını kabul etsek bile, milyonlardan
söz etmelerini kolay kolay açıklayamayız. Hele bu sayı yıldızlar ve tanrısal gemilerle
ba ıntılıysa. Mahabharata ne diyordu? «Zaman, evrenin tohumudur!»
Memfisfte Tanrı Ptah, firavuna egemenli inin yıldönümünü kutlaması için iki kalıp
vermi ve kendisinin altı çarpı yüz bin yıllık yıl dönümünü de kutlamasını emretmi ti.
Bilmem eklememe gerek var mı? Ptah, kalıpları parıldayan bir gök arabasıyla getirmi ti.
Edfu'daki kapı ve tapınakların üzerinde kanatlı güne ve sonsuzluk i areti ta ıyan ahin
resimleri hâlâ durmaktadır. Dünya üzerinde Mısır'daki kadar çok kanatlı tanrı resminin
bulundu u bir yer daha yoktur.
Bütün turistler Asuan yakınlarındaki Fil adasını bilirler. Adanın en eski kitaplarda bile
adı Fil adasıdır, çünkü Eski Mısırlılar adanın file benzedi ini kabul ederlerdi. Haklıydılar
da. Ada gerçekten bir file benzemektedir. Ancak eski Mısırlılar bunu nereden
biliyorlardı?
Adanın file benzetilmesi için çok yükseklerden görülmesi gerekiyordu. O dolaylarda,
benzerli in ortaya çıkmasını sa layacak herhangi bir yükselti de yoktu. Mısırlılara
adanın file benzedi ini kim söylemi ti?
Edfu'daki bir bina üzerinde yeni bulunan bir yazıda, binanın do aüstü bir kayna a ait
oldu u okunmu tur. Binanın yer planını, tanrısal varlık Im-Hotep'in yaptı ını söyler aynı
yazı... Kimdi bu Im-Hotep?
Yine Mısır yazılarından anla ıldı ına göre, ça ının Einstein'ıydı. Hem doktor, hem
yazar, hem rahip, hem mimar, hem de filozoftu. Ya adı ı günlerde yalnız tahta araçlar
ve bakır kullanılırdı ki, bunların hiç biri kocaman granit blokları kesmeye elveri li de ildi.
Bununla birlikte, üstün insan Im-Hotep, firavunu Coser için, basamaklı Sakkara
piramidini yapmı tı. 65 metre yüksekli indeki bu anıtta görülen ustalık, ba ka hiç bir
Mısır sanatçısında ne görülmü , ne duyulmu tu. Çevresi 10 metre yüksekli inde ve 585
metre uzunlu unda bir duvarla çevrilen piramide, Im-Hotep «Sonsuzluk Evi» adını
vermi , tanrılar dönünce kendisini uyandırsınlar diye oraya gömülmü tü.
Bütün piramitlerin, belirli yıldızların durumuna göre yapıldıklarını biliyoruz. Ancak bu
bilgi, erken Mısır astronomisi hakkında çok az delil bulunması kar ısında biraz sıkıntı
verici olmuyor mu?
Sirius, Mısırlıların merak sardıkları birkaç yıldızdan biriydi. Ama Sirius'un
bile ancak sabaha kar ı, ufkun hemen üstünde ve Nil ta malarının ba ladı
gözlenebilmesi, bu merakı biraz gariple tiriyor. Dahası da var; Mısırlılar
günümüzden 4221 yıl önce yaptıkları takvime temel almı lar ve yıldızın,
sürecek yıllık devirlerini hesaplamı lardı.
Memfis'ten
ı dönemde
bu yıldızı,
32.000 yıl
Mısır astronomlarının, bütün eski astronomlar gibi, birtakım yıldızların a a ı yukarı
365 gün sonra, gökteki aynı yere geldiklerini anlayacak kadar gözlem yapacak
zamanları vardı. Ama gerek kolaylı ı, gerek daha do ru sonuçlar verme imkânı olan ay
ve güne i kullanmak dururken, neden Sirius'u takvimlerine temel almı lardı? Sirius
takviminin kurulmu bir sistem ya da ihtimaller kuramı oldu unu dü ünebiliriz; çünkü
yıldızın görünü tarihini önceden bildirmesine imkân yoktu. Sirius'un Nil'in ta maya
ba ladı ı zaman, ufukta görünmesi rastlantıdan öteye gidemezdi. Bilindi i gibi, Nil her yıl
ta maz; ta ma günleri de her zaman aynı günde olmazdı. Yoksa Mısır'da da eski bir
gelenek mi vardı? Rahiplerce gizlenen, korunan bir vaat, bir yazı mı söz konusuydu?
Firavun Udimu'ya ait oldu u sanılan mezarda, altın bir gerdanlıkla, kesinlikle
tanınmayan bir hayvanın iskeleti bulunmu tu. Bu hayvan neydi ve nereden gelmi ti?
Mısırlıların daha birinci sülâle ba larında ondalıklar sistemini kullanmalarını nasıl
açıklayabiliriz? Böylesi geli mi bir uygarlık, o ça larda nasıl ortaya çıkmı tı? Mısır
kültürünün yeni ba ladı ı ça lardan kalma bakır ve bronz nesnelerin kayna ı neresiydi?
Onlara akıl almaz matematik bilgisini ve hazırlanmı bir yazıyı kimler vermi ti?
Sayısız sorular do uran anıtsal binaları incelemeye geçmeden, birkaç eski kitaba
daha göz atalım.
Bin bir gece masallarının yazarları, inanılmaz konu zenginli ini neye borçluydular?
Sahibi istedi i zaman lambadan çıkan bir dev hayal etmek, hangi bilgilere dayanıyordu?
Hangi cüretkâr beyin, Ali Baba ve Kırk Haramiler'deki «Açıl susam açıl!» olayını
dü ünmü tü?
Elbette böyle dü üncelerin, günümüzde a ırtıcı bir yanı kalmamı tır; çünkü
televizyonun dü mesine basar basmaz konu an resimler çıkmakta, birçok büyük binanın
giri kapısı foto hücreler aracılı ıyla kendi kendine açılmaktadır. Ancak çok eski
hikâyecilerde öyle bir hayal gücü vardı ki, günümüzün kurgu-bilim yazarları onların
yanında bombo kimseler gibi kalırlardı. Demek ki bu insanların hayal gücünü
ate leyecek ve ya anmı birtakım bilgilerden olu an bir kıvılcım vardı.
Do al olarak eski Norveç ve zlanda geleneklerinde de göklerde yolculuk yapan
'tanrılardan' söz edilir. Tanrıça Frigg'in Gna adlı bir kadın hizmetçisi vardır. Tanrıça bunu
karaların denizlerin üstünde uçabilen cins bir atla de i ik dünyalara gönderir. Atın adı
'Nal atıcı'dır ve bir keresinde Gna onunla dola ırken çok yükseklerde acayip yaratıklara
rastlar. «AIwislied» de dünyaya, güne e ve aya insanların, 'tanrıların', devlerin ve
cücelerin görü açısından olmak üzere birçok de i ik ad verilmi ti. Ufukları çok sınırlı
olan bu insanlar, böyle bir boyutu nereden kazanmı lardı?
Bütün skandinav ve eski Alman destanları binlerce yıl önce yazılmı lardır ama,
dünyanın simgesi olarak disk ya da top kullanırlar. Tanrıların önderi Thor, elinde çekiçle
gösterilir. Prof. Kühn, 'çekiç' sözcü ünün 'ta ' anlamına geldi ini ve Ta devrine kadar
uzandı ını; daha sonra da, geli meye uyarak, bronz ve demir çekiçlere dönü tü ünü
ileri süren bir görü ü destekler. Bu da, Thor'un ve çekiç simgesinin çok eski oldu unu,
belki de Ta Devri'ne kadar indi ini gösterir. Üstelik «Thor» sözcü ünün Sanskrit
destanlarındaki kar ılı ı 'gökgürültüsü çıkaran' anlamına gelen «Tanayitnu»dur.
Kuzeylilerin, tanrılar tanrısı kabul ettikleri Thor, Almanların Wanen'inin en büyük tanrısı
olup gökleri tekinsiz kılar.
Geçmi in incelenmesine ı ık tutmak için ortaya attı ım yeni görü ler tartı ılırken, eski
kitap ve yazılarda rastlanan uzayla ilgili bölümlerin bir araya getirilip tarih öncesinde
uzaylıların dünyamıza geldi inin ispatlanaca ı söylenebilir. Benim amacım kesinlikle bu
de ildir. Yapmak istedi im, u anda geçerli varsayımda hiç bir yer almayan eski kitap ve
yazılardaki çok önemli bölümleri, tarih ara tırmacılarının gözü önüne sermektir. Bu
bölümlerde en belirgin özellik, yazarlarının, çevirmenlerinin, kopya edenlerinin bilimler ve
sonuçlar hakkında hiç bir ey bilmemeleri gerekirken, bilimsel bilgilerin ürünü olan
olayları anlatmalarıdır.
E er bu olaylar günümüz bilginleri tarafından belirli bir dine ba lanarak
geçi tirilmemi olsalardı ben de çevirilerin yanlı oldu unu ve kopyalarının abartmalarla
dolu oldu unu kabul ederdim.
Ancak varsayımına ters dü en bir eyi ret ve destekleyen bir eyi kabul etmek,
bilimsel ara tırmacıya yakı mayan bir eydir. Söz konusu bölümlerin, 'uzay boyutu'
kullanılarak yapılmı çevirilerin var oldu unu ve o zaman teorimin kazanaca ı gücü ve
alaca ı biçimi bir dü ünün!
Tezimizi biraz daha ilerletmek için Lût gölü yakınlarında bulunan vahiy ve dua
kitaplarından birkaç ba ka örnek verelim. Bunlar içinde tekerlekli, ate saçan tanrısal
arabalardan en çok söz eden yine Musa ve brahim'in vahiy kitapları oluyor.
«Varlı ın ardında, ate ten tekerlekleri olan, çepeçevre gözlerle dolu bir araba
gördüm. Tekerleklerinin üstünde ate saçarak parıldayan bir taht oturuyordu.» ( brahim,
Vahiy Kitabı xviii, 11/12)
Profesör Sholem'in açıklamasına göre, Musevî mistiklerinde görülen taht ve araba
simgelemesi, Hellenistik ve erken Hıristiyan mistiklerinde görülen «pleroma» (I ık
bollu u) anlatımıyla uygunluk göstermektedir. Saygıde er bir açıklama ama, bilimsel
olarak ispatlanmı kabul edilebilir mi? Gerçekten birtakım insanların, sürekli olarak
anlatılan, korkutucu ate saçan arabayı gördüklerini kabul etsek, durum ne olacaktır?
Kumran yazıtlarında gizli bir parça sık sık kullanılırdı; dördüncü ma ara belgeleri
içinde, aynı astrolojik konu üzerinde birle en ve aynı biçimi alan de i ik unsurlar vardır.
Yıldızlara ait bir gözlemin üzerinde u ba lık vardır:
«En akıllı olanın, afa ın bütün çocuklarına yolladı ı sözler.»
Eski kitaplarda gerçek ate saçan arabaların anlatıldı ını ileri süren varsayımıma
kar ı çıkacak ezici ve inandırıcı bir varsayım var mıdır? Elbette, geçmi te ate saçan
arabaların var olmayaca ını söyleyen budalaca iddiadan ba ka! Sorularımla yeni
alternatiflerle yüz yüze getirmek istedi im insanlar, zaten bu kar ılı ı vermeyeceklerdir.
Yine de belirtmek isterim: Pek yakın bir geçmi te, de erli bilginler, gökten ta (yani
meteor) dü emeyece ini, çünkü gökte ta bulunmadı ını ileri sürüyorlardı. Hatta on
dokuzuncu yüzyıl matematikçileri bir trenin saatte 36 km'den hızlı gidemeyece i, çünkü
o hızın üstüne çıktı ı anda içindeki havanın dı arı çekilece i ve yolcuların bo ulaca ı
sonucuna varmı lardı. Yüzyıldan az bir süre önce havadan a ır nesnelerin asla
uçamayaca ı ispatlanmı tı.
Geçenlerde, tanınmı bir gazetenin ele tirmeni, Walter SuIIivan'ın «Signals from the
Universe» (Evrenden sinyaller) adlı kitabını kurgubilim olarak nitelendirmi ; zaman
de i imi ve dondurma i lemleri gerçekle se bile, uzaydaki engellerin a ılıp EpsilonEridani ya da Tau-Ceti'ye varılamayaca ını ileri sürmü tü.
Geçmi te, ça da ele tiriye kulak asmamı hayalperestlerin ya amı olması çok
mutluluk verici bir eydir. Onlar olmasaydı, bugün 220 kilometre hızla giden trenler de
olmayacaktı. (Dikkat: Yolcular, 36 kilometrenin üstüne çıkılınca ölürler!) Onlar
olmasaydı, bugün jet uçakları da olmayacaktı. (Dikkat: Havadan a ır nesneler
uçamazlar!) Ve yine onlar olmasaydı ay roketleri de olmayacaktı. (Çünkü insan kendi
gezegeninden ayrılamaz!) Bugün de yalnız hayalperestler için var olan o kadar çok ey
var ki!
Birtakım bilginler gerçek adı verdikleri eylere ba lı kalmaktan çok ho lanırlar. Böyle
yapmakla, bugünün gerçeklerinin, dünün hayalperestlerin kurdu u Ütopik dü ler
oldu unu unuttuklarının farkına varmazlar. Ça ımızın gerçek olarak tanıdı ı ça -açan
bulguların ço unu büyük anslara borçluyuz; sistemli ara tırmalara de il. Bunların
önemli bir ço unlu u da, cesur spekülasyonlarla sınırlayıcı önyargıların üstesinden
gelmi «ciddî hayalperestler» yardımıyla ortaya çıkmı tır. öyle ki, Heinrich Schliemann,
Homer'in Odise'sinin yalnızca bir hikâye, bir masal olmadı ını kabul etmi ve sonuç
olarak Truva'yı ke fetmi ti.
Geçmi imiz hakkında kesin hükme varabilmek için henüz çok az ey biliyoruz. Yeni
buluntular, birçok açıklanamamı sırrı çözebilir. Eski hikâyelerin inceden inceye
okunması, kocaman bir gerçekler dünyasını tepetaklak etmeye yetebilir. Ne yazık ki,
korunabilenlerden kat kat çok kitap yok edilmi tir. Güney Amerika'da, bir zamanların
bütün bilgeli ini anlatan bir kitabın oldu undan söz edilir. Kitap, 63'üncü nka Kralı
Pachacuti tarafından yok edilmi tir. skenderiye kitaplı ında büyük bilgin kurtarıcı
Ptolemaios'a ait olan ve insanlı ın bütün geleneklerini yazan 500.000 cilt, önce kısmen
Romalılar tarafından yüzyıllar sonra da Halife Ömer tarafından yakılmı tır. Hiç bir zaman
yerine yenisi konulamayacak de erdeki eserlerin, skenderiye'deki halk hamamlarını
ısıtmak için kullanıldı ını dü ünmek insanın tüylerini ürpertiyor!
Kudüs'teki Tapınak kitaplı ının ba ına neler gelmi ti? 200.000 kitabı korudu u
söylenen Bergama kitaplı ına ne olmu tu? Çin mparatoru Chi-Huang M.Ö. 214'te politik
nedenlerle binlerce tarih, astronomi ve felsefe kitabının yok edilmesi emrini verince,
hangi sırlar ve hazineler kül olup gitmi ti? Yeni kaideler kabul eden Paul, Efes'te kaç
kitabı yok etmi ti? Bunlardan ba ka kaç kitap dinsel fanatizm yüzünden kaybolup
gitmi ti? Rahipler ve misyonerler, gözlerini kör eden bir dinsel gayretke lik içinde, kaç
yüz bin geri gelmesi imkânsız bilgiyi yok etmi lerdi?
Bütün bu saydıklarım yüzlerce, binlerce yıl önce olan eyler. Acaba o günlerden beri,
insanlar bir ey ö renebildi mi? Ne gezer... Daha yirmi, otuz yıl önce Hitler, ehir
meydanlarında yüz binlerce kitabı ate e veriyordu. 1966'da aynı ey Mao'nun Çin'inde
oldu. Neyse ki günümüzde kitaplar artık tek tek de il, binlerce kopya olarak basılıyor.
Bunlara ra men elde kalabilen kitap ve yazılar ise çok uzak geçmi ten geni çapta
bilgiler getirebiliyorlar. Her ça ın akıllı ve tedbirli adamları, gelece in sava , kan, ate ve
devrim getirece ini biliyorlardı. Bu bilgi onları, sırlarını ve geleneklerini kocaman binalara
ve yok edilmekten korunabilecekleri emin yerlere gizlemeye götüremez miydi? Olayları
piramitlere, tapınaklara, belgelere ve anıtlara «gizlemi » olamazlar mıydı? Bence bu
dü ünceyi biraz yoklamamız gerekiyor; çünkü günümüzün ileriyi gören insanları u anda
aynı eyi gelecek için dü ünüyor ve uyguluyorlar.
1965 yılında New York topra ına, bu dünyada olabilecek en korkunç felâkete bile
kar ı koyacak sa lamlıkta yapılmı , iki zaman kapsülü gömüldü. Kapsüllerde gelece e
iletmek istedi imiz ve binlerce yıl sonrası insanının ataları hakkında bilgi edinmesini
sa layacak günlük bilgiler bulunuyordu. Kapsüller çelikten de dayanıklı bir metalden
yapılmı lardı ve atom patlamalarında bile yok olmayacaklardı.
«Günlük haberler» dı ında ehirlerin, gemilerin, otomobillerin, uçakların, roketlerin,
resimleri; metal ve plastik e ya örnekleri; kuma lar ve elbiseler; günlük ya amda
kullanılan ev araçları, madenî paralar, tuvalet malzemeleri; matematik, fizik, tıp biyoloji
ve astronomi ile ilgili kitapların mikrofilmleri de vardı. Gelece in bilinmeyen ku a ı için
yapılan bu hizmeti tamamlamak için de, ilerinin dillerine çeviri yapılabilmesi için, yazılı
örnekleri açıklayan bir anahtar kitap konmu tu.
Gelecek ku aklara zaman kapsülleri içinde aydınlatıcı bilgi sunma dü üncesi,
Westing-house Electric firmasında çalı an bir grup mühendis tarafından ortaya atılmı tı.
Anahtar kitaptaki ifreleri bulan ise John Harrington'du. Bu adamlar deli mi? Hayalperest
mi?
Bence bu tasarının gerçekle tirilmi olması çok yararlıdır. Günümüzde 5.000 yıl
ötesini dü ünen kimselerin bulundu unu bilmek çok güzel bir ey! O günlerin arkeologu
için ortaya çıkacak sorunlar, bugününkilerden pek de de i ik olmayacaktır. Çünkü bir
atom sava ı sonunda dünya kitapları hiç bir ise yaramaz duruma gelecekler, böylece
övündü ümüz bütün ilerlemeler, yok oldukları, yok edildikleri ve havaya uçuruldukları
için be kuru bile etmez olacaklardır.
Aslında New York'lu mühendislerin ne ölçüde haklı olduklarını göstermek için bir
atom sava ının patlamasına gerek yoktur. Dünyanın ekseninde meydana gelecek bir iki
derecelik bir de i me, yazılı her kelimeyi ve dikili her binayı yok edecek güçte bir
felâkete yol açabilir.
Bu durumda, geçmi in bilge ki ilerinin de ileri görü lü New Yorklular gibi bir atılım
yapmadıklarını kim iddia edebilir?
Bir atom ya da hidrojen bombası sava ının yöneticileri silâhlarını her halde Zulu
köylerine ve zararsız Eskimolara yöneltmeyeceklerdir. lk ve asıl hedef uygarlık
merkezleri olacaktır. Ba ka bir deyi le radyoaktif karga alık, en geli mi , en ilerlemi
halkların üstüne çökecektir.
Uygarlık merkezlerinden uzakta ya ayan vah îler ve ilkel insanlar yok olmaktan
kurtulacaklardır. Ancak hiç bir zaman, parçası olamadıkları kültürümüzü gelece e
aktaramayacaklardır.
leri görü lü ve hayalperest ki ilerin bir yeraltı kitaplı ı yaratma çabası da bir i e
yaramayacaktır; çünkü yeryüzünün bütün normal kitaplıkları ortadan kalkacak ve sa
kalan vah îler; yeraltına saklanmı gizli kitaplar hakkında hiç bir ey bilmedikleri için,
gelecek ku aklara o konuda bilgi iletemeyeceklerdir. Dünyanın birçok bölgesi çöl
durumuna girecek, yüzyıllarca etkili olabilen radyasyon yüzünden hiç bir bitki
yeti meyecektir. Kendi ba ına kalan do a, yıkıntılar arasında ilerleyecek; demir ve çelik
pas tutacak, eriyecek, toz olacaktır. Böylece iki bin yıl sonra yirminci yüzyıl uygarlı ının o
kocaman ehirlerinden eser kalmayacaktır.
Ve her ey yeniden ba layacaktır! nsan ikinci, belki de üçüncü defa serüvenine
atılacaktır. Uygar bir yaratık olması için yine binlerce yıl geçecektir. Felâketten 5000 yıl
sonra kazı yapan arkeologlar, yirminci yüzyıl insanının demir kullanmayı bilmedi ini ileri
süreceklerdir; çünkü ne kadar derine inerlerse insinler en ufak bir demir parçası bile
bulamayacaklardır.
Rusya cephesinde kilometrelerce uzanan beton tank tuzaklarına rastlayacak ve o
buluntuların ku kusuz astronomi ile ilintili çizgiler oldu unu açıklayacaklardır.
Kar ılarına birçok bilmeceyi çözebilecek teyp kasetleri çıktı ında a ırıp kalacaklar,
belki de çalınmı ve çalınmamı kasetler arasında bir ayırım yapamayacaklardır.
Yüzlerce metre yükseklikte binaları olan dev ehirlerden söz eden yazılar, böyle
ehirler var olamayaca ı için bir yana atılacaklardır. Londra metrosunun tünelleri, ça ın
bilginleri tarafından geometrik bir merak sonucu olarak nitelendirilecek, ya da hayret
verecek kadar iyi dü ünülmü bir lâ ım ebekesi oldukları ileri sürülecektir. Hiç
durmadan kıtadan kıtaya dev ku larla uçan insanlardan, arkasından tuhaf ate ler
saçarak gökyüzünde kaybolan gemilerden söz eden kayıtlar bir yana bırakılacak ya da
mitoloji olarak kabul edilecektir. Çünkü dev ku lar, ate püsküren gemiler var olamaz.
7000 yılının çevirmenleri de türlü zorluklarla kar ıla acaklardır. Yazı parçalarında
anlatılan yirminci yüzyıl dünya sava ını nasıl açıklayacaklarını a ıracaklardır.
Ancak Marx ve Lenin'in nutuklarını ellerine geçirince, bu anla ılmaz ça ın dinlerinden
birinin iki yüksek papazını bulduklarını sanarak sevineceklerdir. Ne büyük ans!
Yine de insanlar, yeterli ipuçları bulundu u sürece, birçok eyi açıklayabileceklerdir.
Be bin yıl uzun bir süredir. Do a, süslenmi ta blokların bu süreyi a ınmadan
geçirmelerine izin vermektedir. Oysa aynı özeni demire ve demirden yapılmı e yalara
göstermemektedir.
Daha önce de belirtti im gibi, Delhi'deki bir tapınak avlusunda, 4000 yıldır hava
artlarına gö üs geren, ancak içinde sülfür ve fosfor bulunmadı ı için paslanmayan bir
demir sütun durmaktadır. Bu bilinmeyen karı ım geçmi ça lardan bir haber iletmek
istercesine turistlere bakmaktadır.
Belki de gerçekten, ellerinde büyük bina kurma olana ı olmayan, ancak gelecek
ku aklara kültürlerinin bir delilini bırakmak isteyen ileri görü lü mühendisler tarafından
dikilmi ti.
Bugün dünyanın birçok yerinde en ileri teknikle bile benzeri yapılamayacak eski
binalar ve tapınaklar vardır.
«Var olmaması gereken var olamaz» kuralına göre bunların; akılcı birer
açıklamasının yapılmasına çalı maktadır. Öyleyse bizler de gözlüklerimizi çıkartıp bu
ara tırma ve çalı malara katılalım...
YED NC BÖLÜM: ESK HAR KALAR MI YOKSA UZAY YOLCULU U
MERKEZLER M ?
AM'ın B RAZ KUZEY NDE Baalbek Terası uzanır. Teras, 20 metre uzunlu unda ve
2.000 ton a ırlı ında ta blokların yan yana getirilmesiyle yapılmı tır. Arkeologlar neden,
nasıl ve kimin tarafından yapıldı ı konusunda inandırıcı bir açıklamada
bulunamamı lardır. Yalnızca Sovyet Profesörü Agrest, terasın, dev bir havaalanının
kalıntısı olabilece i üstünde durmaktadır.
Eski Mısır kültürüyle ilgili ki ilerin verdi i bilgilere bakılırsa, Eski Mısır herhangi bir
de i im dönemi geçirmeden, birdenbire, hazırlanıp bırakılmı duygusu veren bir
uygarlıkla ortaya çıkıvermi tir. Büyük ehirler, görkemli tapınaklar, çok üstün yetenek
gösteren dev yapıtlar, büyük i çili in göze çarptı ı çok güçlü sokaklar, kusursuz lâ ım
ebekeleri, kayalara oyulmu mezarlar, akıl almaz boyutlarda yapılmı piramitler ve
daha birçok aheser topraktan fı kırmı gibidir. Tarihöncesi pek bilinmeyen bir ülke için
bu apansız ilerleme ve geli me tam anlamıyla mucize olabilir.
Mısır'da tarıma elveri li alanlar yalnız Nil deltasında nehrin sa ve sol yakasındaki
küçük bölümlerdedir. Bununla birlikte, uzmanlar, Büyük Piramit'in yapıldı ı günlerde 50
milyon ki inin ya adı ını ileri sürüyorlar. (Bu sayı M.Ö. 3000'de bütün dünya nüfusunun
20 milyon oldu unu ileri süren görü le büyük bir çeli kiye dü üyor!)
Böylesine büyük tahminlerde birkaç milyon az olmu , ya da fazla olmu fark etmez,
ancak bütün bu insanların doyurulması gerekti i unutulmamalıdır. Çünkü eski Mısır'da
yalnız yapı i çileri, ta i çileri, mühendisler, denizciler de il; yüz binlerce köle, iyi
örgütlenmi bir ordu, el üstünde tutulan bir rahipler sınıfı, sayısız tüccar, çiftçi ve memur
da vardı. Üstelik, ülkenin gelirleriyle bolluk içinde ya ayan bir de Firavun sarayı
bulunuyordu. Bütün bu saydı ımız insanlar, Nil deltasının kısıtlı tarım ürünleriyle
ya ayabilirler miydi?
Piramitlerin yapılmasını açıklayan
yuvarlanarak ta ındı ı söylenir.
bilgilerde, ta
blokların kütükler
üstünde
Ancak Mısırlıların o ça larda (tıpkı bugün oldu u gibi) güçlükle yeti en birkaç a acı,
özellikle palmiyeleri, kesip kütük yaptıklarına inanmak çok zordur. Çünkü hurmaların
sa layaca ı besinden ve a aç gövdelerinin sa layaca ı gölgeden vazgeçemezlerdi.
Bununla birlikte piramitlerin yapılabilmesi için kütük gerekiyordu; ba ka hiç bir teknik
açıklama olamazdı! Yoksa Mısırlılar kütük mü ithal ediyorlardı? Kütük ithal edebilmek
için çok geni bir filoları olmalıydı; üstelik kütüklerin skenderiye'ye indirildikten sonra
Kahire'ye kadar Nil üstünde ta ınması gerekiyordu. Büyük Piramit'in yapılması sırasında
at ve araba bulunmadı ına göre, yine kütüklere dönüyoruz! At ve araba on yedinci sülâle
zamanında, yani M.Ö. 1600'lerde kullanılmaya ba lamı tı. Açıkçası, bu i in içinde bir i
vardır? Bilginler ise, ta ların kütükler üzerinde ta ındı ını söylerler...
Piramit'i kuranların teknolojisi ile ilgili birçok soruna kar ılık bir tek ciddî çözüm yoktur.
Mısırlılar kaya mezarlarını nasıl oymu lardı? Galerileri ve odaları kazmak için ne gibi
araçları vardı? Mezar duvarları pürüzsüzdü ve çok güzel kabartmalarla süslenmi ti.
Kayalık toprakta, mezar odasına kadar, büyük bir ustalıkla kazılmı sütunlar ve çok
ilerlemi bir ta i çili i gerektiren merdivenler vardı. Bugün de aynen korunan bu akıl
almaz mezarların kar ısında turist grupları büyük bir hayranlık duyarlar; ama hiç biri
mezarların esrarengiz yapılı tekni i hakkında do ru dürüst bir açıklama alamaz. Kesin
olan bir ey vardır:
Mısırlılar, en eski ça larda bile tünel kazma sanatında ustadırlar; çünkü en eski
mezarların kazılı biçimi, en yenilerin aynısıdır. Altıncı sülâleden Tety'nin kaya
mezarıyla, Birinci Krallıktan l. Ramses'inki arasında hiç bir fark yoktur. Oysa ikisinin
yapılı tarihleri arasında en azından 1000 yıllık bir ara vardır. Bundan da anla ılaca ı
gibi Mısırlılar eski tekniklerine katkıda bulunacak herhangi yeni bir ey ö renmemi lerdi.
Hatta yeni kaya mezarlarının ço u, eskilerinin zayıf bir kopyası olmaktan ileri
gidemiyordu.
Yolu, Kahire'nin batısındaki Keops Piramit'ine dü en bir turist, midesinin tam orta
yerinde, esrarengiz geçmi in kalıntıları kar ısında ortaya çıkan kasılmayı duyar.
Rehberi, Firavunun burada gömülü oldu unu söyler. Turist bu büyük bilgeli i (!)
sindirdikten ve birkaç çarpıcı foto raf çektikten sonra evine döner. te bu Keops
Piramit'i yüzlerce çılgın ve tutarsız dü ünceye esin kayna ı olmu tur.
Charles Piazzi Smith 1864'te yayınladı ı 600 sayfalık «Our Inheritance in the Great
Pyramid» (Büyük Piramit'teki Mirasımız) adlı kitabında, piramitle dünyamız arasında
tüyler ürperten birçok ba ıntıyı açıklamı tır.
Kitapta çok ele tirici bir incelemeden sonra bile, bizleri dü ünmeye itecek birtakım
gerçekler bulunmaktadır.
Eski Mısırlıların güne le ilgili bir dine ba lı oldukları çok iyi bilinen bir gerçektir.
Güne Tanrıları Ra, göklerde gemisiyle yolculuk yapardı. Eski Krallı a ait Piramit yazıları
firavunun, tanrılar ve gemileri aracılı ıyla, göklerde tanrısal gezintilere çıktı ından söz
eder. Yani, Mısırlıların da firavun ve tanrıları uçabilirlerdi...
Keops Piramiti'nin yüksekli inin bir milyarla çarpımının güne le dünyamız arasındaki
uzaklı ı vermesi bir rastlantı mıdır? (93 milyon mil) Piramit'in üstünden geçen
meridyenin karaları ve denizleri tam e it iki parçaya bölmesi bir rastlantı mıdır? Taban
alanının, yüksekli inin iki katına bölünmesinin Pi = 3,14159 sayısını vermesi bir rastlantı
mıdır? Piramitte dünya a ırlı ını gösteren hesapların bulunması bir rastlantı mıdır?
Piramit'in kuruldu u kayalık alanın büyük bir özen ve do rulukla düzeltilmi olması bir
rastlantı mıdır?
Keops Piramiti'nin kurucusu Firavun Kufu’nun, anıtı yaptırmak için neden özellikle o
kayalık taraçayı seçti ini açıklamaya yarayacak bir tek ipucu bile yoktur. Kayada do al
bir yarık oldu u ve firavunun bundan yararlandı ı dü ünülebilir mi? Bir açıklama da
firavunun piramit'in geli mesini yazlık sarayından izlemek için orayı seçti ini ileri sürer.
Bunların ikisi de sa duyuya aykırıdır: Bir kere, Firavun'un ta ıma zorluklarını ortadan
kaldırmak için, do udaki ta ocaklarına yakın bir yeri seçmesi gerekirdi. Sonra yıldan
yıla artan gürültü patırtı ya bile bile katlanması imkânsızdı. Kitaplardaki açıklamalara
kar ı söylenebilecek birçok ey oldu una göre, tanrıların burada da i e burunlarını
sokup sokmadıklarını sormak daha akıllıca olmaz mı? Ancak rahipler aracılı ıyla,
tanrıların piramit'in kurulu yerini seçtirdiklerini kabul edersek, insanlı ın geçmi iyle ilgili
kuramıma bir delil daha kazandırmı oluruz. Çünkü piramit yalnız karaları ve denizleri iki
e i parçaya ayırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyanın a ırlık merkezinin de tam
ortasında bulunur. imdiye kadar sözünü etti im olgular birer rastlantı de ilse ki böyle
oldu una inanmak pek güçtür; piramit'in kurulaca ı alanın, dünyanın küre biçimini ve
kıtalarla denizlerin da ılımını çok iyi bilen varlıklarca seçildi i ortaya çıkar. Bu arada Pîrî
Reis'in haritalarını da unutmayalım! Bütün bunların rastlantı oldu unu, peri masalları gibi
açıklanabilece ini sananlar yanılmaktadırlar.
Kayalık taraça hangi güçle, hangi makinelerle, hangi teknik kaynaklarla düzeltilmi ti?
Kaya mezarları hangi imkânlarla ve nasıl kazılmı tı? Nasıl aydınlatılmı tı? Piramitlerde
ve Firavunlar vadisindeki kaya mezarlarında me ale ya da benzeri bir aydınlatıcı
kullanılmamı tı. Duvarlarda ve tavanlarda ne bir kararma, ne de kararmanın silinip yok
edildi ini gösterecek bir iz bulunmu tu. Ta bloklar ocaklardan nasıl ve neyle
çıkarılmı tı? Keskin kenarlar ve pürüzsüz yüzeyler nasıl sa lanmı tı? Tonlarca
a ırlıktaki bu kayalar nasıl ta ınmı ve santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla nasıl
birle tirilmi lerdi? Elbette burada da kar ımıza bir sürü açıklama çıkmaktadır: e imli
düzlükler, üstünde ta ların itildi i yollar, rampalar v.b. bir de do al olarak yüz binlerce
Mısırlı kölenin eme i; fellahlar, mimarlar ve ta i çileri.
Bu açıklamalardan hiç biri, ele tirici bir yoklamaya dayanacak güçte de ildir. Büyük
Piramit, hiç bir zaman anla ılamamı olan bir tekni in gözle görülür tanıklı ını
yapmaktadır.
Günümüzde, yani yirminci yüzyılda, hiç bir mühendis, bütün kıtaların teknik
kaynakları emrine verilse bile Keops Piramiti'nin bir benzerini yapamaz.
2.600.000 dev blok ta ocaklarından çıkarılmı , biçimlendirilmi , ta ınmı ve yapı
alanında santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla birle tirilmi ti. Ve ta içerlerde,
duvarlar rengârenk boyanmı , resimler çizilmi ve süslenmi ti.
Piramit'in kuruldu u alan, firavunun kaprisleri sonucu seçilmi ti.
Piramit'in boyutlarını mimarı ans eseri bulmu tu.
Birkaç yüz «biri i çi on iki ton a ırlı ındaki ta
üzerinde, (var olmayan) iplerle çekip ta ımı lardı.
blokları, (var olmayan) kütükler
Bütün bu i çiler (var olmayan) yiyeceklerle beslenmi lerdi.
Firavun'un yazlık sarayı dı ına kurdurdu u (var olmayan) kulübelerde uyumu lardı.
(Var olmayan) ses yükselticilerinden duyulan tempolara uyarak, on iki ton
a ırlı ındaki ta blokları gö e do ru yükseltivermi lerdi.
Çalı kan i çilerin ola anüstü bir çabayla günde on parçayı üst üste koyduklarını
kabul edersek, piramitteki iki buçuk milyon ta ın 250.000 gün, yani 664 yılda yerine
yerle tirildi i ortaya çıkar. Oysa piramit'in 20-30 yılda tamamlandı ı ileri sürülmektedir.
Elbette büyük bir ciddiyetle geli tirilen bu dü ünceye gülünç deyip geçemeyiz. Ancak
piramidin yalnızca bir firavun mezarı oldu una inanacak kadar saf mıyız? Bundan sonra
piramitteki matematik ve astronomi i aretlerini ba tan sona ans eseri olarak
niteleyebilecek biri çıkabilir mi?
Bugün Büyük Piramit'in yaptırıcısı olarak tartı masız Firavun Kufu bilinir. Neden?
Çünkü bütün yazılar ve tabletler Kufu'ya aittir. Bence piramidin bir insan ömrü süresinde
bitirilmi olması imkânsızdır. Bu bakımdan Kufu, ününü sürdürmek için o yazı ve
tabletleri hazırlatıp oraya koydurmu olamaz mı? Bu yolla ün sa lamak geçmi te pek
tutulurdu. Sözgeli i, bir diktatör kendisine ün sa lamak istedi inde aynı i e giri irdi. E er
burada da durum gerçekten böyleyse, Kufu kartvizitini bırakmadan çok önce piramidin
yapılmı olması gerekirdi. Oxford'daki Bodleian Kitaplı ında bulunan bir belgede, Kopt
yazarı, Mas-Udi, Büyük Piramiti Mısır Kralı Surid'in yaptırdı ını ileri sürer. Ne var ki bu
Surid, Mısır'ı Tufandan önce yönetmi tir. Bu bilge Surid, rahiplerine, bütün bilgeliklerini
yazmalarını ve Büyük Piramit'e gizlemelerini emretmi tir. Demek ki Kopt gelene ine
göre piramit Tufandan önce yapılmı tı.
Herodot, ikinci tarih kitabında bu görüsü do rulamaktadır.
Teb rahipleri ona 341 dev heykel göstermi , bunların her birinin 11.340 yıllık Mısır
tarihi içinde dikildi ini söylemi lerdi. imdi her yüksek rahibin ya adı ı süre içinde bir
heykel diktirdi ini biliyoruz. Herodot bunu kendi gözleriyle görmü tü, çünkü Mısır'da
kaldı ı süre içinde tanı tı ı bütün rahipler, o ulun babayı izledi ini ispatlamak için, kendi
diktirdikleri heykelleri göstermi lerdi.
Ayrıca rahipler açıklamalarının çok kesin ve do ru temellere dayandı ını, çünkü
ku aklar boyu olanların türlü biçimlerde yazılarak ileriye aktarıldı ını belirtmi ler; 341
heykelin 341 ayrı ku a ı temsil etti ini ve bu 341 ku aktan önce tanrıların insanlar
arasında ya adı ını söylemi lerdi. Yine rahiplerin bildirdi ine göre o günlerden sonra hiç
bir tanrı Mısırlılara insan biçiminde gözükmemi ti.
Mısır'ın tarihsel dönemi genellikle 6.500 yıl olarak bilinir. Öyleyse rahipler gezgin
tarihçi Herodot'a geçmi lerin 11.340 yıl oldu u eklinde bir yalanı söylemeye neden
gerek duymu lardı. Hem neden 341 ku ak boyunca tanrıların insanlar arasında
ya amadı ını belirtmi lerdi? Bu iki noktada göze çarpan kesin ayrıntılar, çok eski
ça larda 'tanrılar' gerçekten insanların arasında ya amamı olsalardı, çok anlamsız
olmazlar mıydı? Daha do rusu rahipler Herodot'a yalan söylememi lerdi!
Büyük Piramitin nasıl, neden ve ne zaman yapıldı ı hakkında hiç bir ey
bilmemekteyiz 164 metre yüksekli inde ve 31.200.000 ton a ırlı ında sunî bir da , akıl
almaz bir uygarlı ın delili olarak kar ımıza dikiliyor ve insanlar onun müsrif bir firavunun
mezarından ba ka bir ey olmadı ımı ileri sürüyorlar! Bu açıklamaya inanabilecek varsa
bir ey denemez... Aynı ölçüde anla ılmaz olan ve henüz inandırıcı biçimde
açıklanmamı bulunan mumyalar da, geçmi in karanlıklarından büyülü bir sır
saklarmı çasına bize bakmaktalar. Arkeolojik buluntular, bazı ulusların gövdeyi
mumyalama tekni ini bildiklerini ve tarihöncesi insanının ölüm sonrası ikinci bir hayata,
yani gövdesel dönü e inandı ımı ileri süren görü ü do rulamaktadırlar. Söz konusu
görü ün ispatlanması için, geçmi in dinsel felsefelerinde gövdesel dönü le ilgili bir tek
delil bulunması yeterlidir. Çünkü ilkel atalarımız, yalnızca ruhsal dönü e inansalardı,
gövde üzerinde ola anüstü mumyalama i lemleriyle u ra mazlardı. Oysa Mısır
mezarlarından çıkan mumyaların hepsi de gövdesel dönü için hazırlanmı tı.
Belgelerin, gözle görülür delillerin söyledikleri eyler saçma ya da gülünç olamazlar!
Mısır'daki resimler ve destanlar, 'tanrıların' yıldızlardan geri gelerek, iyi korunmu
gövdeleri yeni bir hayata uyandıracaklarını söylerler. Mezar odalarından, çıkan
mumyalanmı gövdelerin kusursuz biçimde olması ve mezarın ötesindeki bir hayata
ula ma inancı da buradan gelir. Yoksa bir ölünün para, mücevher ve sevdi i e yalarla
ne alı veri i olabilirdi? Üstelik ölen ki inin yanına, canlı canlı gömüldükleri ku kusuz olan
hizmetçiler verilmesi, bütün hazırlıkların eski hayatın yeni bir hayatta devam etmesi için
yapıldı ını gösterir. Mezarların hepsi de inanılmayacak kadar dayanıklı yapılmı tır; hatta
birço u bir atom patlamasına bile kar ı koyabilecek sa lamlıktadır. çlerine konan
de erli ta lar, özellikle altın, kolay kolay yok edilemeyecek türdendir. Ne var ki beni
burada ilgilendiren, mumyalama i leminin daha sonraki istismarı de ildir. Beni yalnızca
bir tek soru ilgilendirir:
Gövdesel yeniden-do u u bu insanların kafasına kim koymu tu? Cesedin binlerce yıl
sonra diriltilebilmesi için gövde hücrelerinin çok emin bir yerde çok iyi bir biçimde
korunması gerekti i dü üncesi nasıl ortaya çıkmı tı?
Bugüne kadar bu esrarengiz durum, yalnızca dinsel açıdan de erlendirilebilmi ti.
Ancak 'tanrıların' törelerini ve ya ayı biçimlerini bütün Mısırlılardan iyi bilen Firavun, o
ça için çılgınca sayılabilecek bu dü ünceyi çok iyi biliyordu: «Kendime binlerce yıl
korunabilecek ve çok uzaklardan görünebilecek bir mezar yaptırmalıyım. Tanrılar geri
dönüp beni uyandıracaklarına söz verdiler. (Belki de çok ileride ya ayacak doktorlar
beni, yeniden ya atacak bir yol bulurlar.)»
Bu konuda uzay ça ı insanı olarak neler söyleyebiliriz? Fizikçi ve astronom Robert C.
W. Ettinger, 1965'te yayınladı ı «The Prospect of Immortality» (Ölümsüzlük Umudu) adlı
kitabında, insan gövdesi hücrelerinin tıp ve biyoloji açısından birkaç milyar kere
yava latılarak ya ayabilece i bir dondurma yolu gösteriyor. Bu dü ünce günümüz için
ütopik görünebilir, ancak dünya yüzündeki her büyük klinikte insan kemiklerini donmu
olarak yıllarca saklayabilen ve gerekti inde yeniden kullanılmasını sa layan bir 'kemik
bankası' vardır. Yine dünyanın birçok yerinde, taze kan, eksi 196 derece santigratta
sonsuz bir süre saklanabilmektedir. Canlı hücreler de sıvı nitrojen ısısında sonsuza
kadar korunabilmektedirler. Acaba Firavunun pek yakında uygulama alanına konacak
olan bu görü ler hakkında bilgisi mi vardı?
Biraz sonra anlataca ım bilimsel ara tırma sonuçlarını daha iyi kavrayabilmek için bu
cümleleri iki kere okumalısınız: 1963'ün mart ayında Oklahoma Üniversitesi biyoloji
uzmanları, Mısır Prensesi Mene'nin deri hücrelerinin ya amakta oldu unu açıkladılar.
Oysa Prenses Mene öleli birkaç bin yıl oluyordu!
Birçok yerde bulunan mumyalar öylesine kusursuz ve düzgün korunmu lardı ki,
görünü leri bakımından canlı bir insandan ayırmak güçtü. nkalardan kalan buzul
mumyaları ise gömülmelerinden ça lar geçmi olmasına ra men, teorik olarak
ya ıyorlardı. Ütopya mı? 1965 yazında Rus televizyonu bir hafta süreyle dondurulmu iki
köpek gösterdi. Hayvanlar yedinci gün eritilmi ve eskisinden daha ne eli olarak
ya amaya devam etmi lerdi!
Amerikalılar -bu bir sır de ildir- uzay tasarıları gere ince, astronotları uzak yıldızlara
yapılacak yolculuklarda dondurma i iyle, gayet ciddî olarak u ra maktadırlar.
Bugün dü ünceleriyle alay edilen Profesör Ettinger, insanın fırınlarda yakılmaktan ve
mezarlarda kurtlara yem olmaktan kurtulaca ı uzak bir gelece in kehanetini
yapmaktadır. O gelecekte, dondurma mezarlıklarında ya da hücrelerinde tıp biliminin
ölüm nedenlerine çare bulması için bekleyen donmu insanlar yeniden hayata
döndürülecektir. Ancak bu ütopik dü üncenin gerçekle ti ini dü ünürsek, gözümüzün
önüne dondurulmu askerlerden olu an ve bir sava sırasında eritilerek cepheye
sürülecek bir ordu geliyor. Gerçekten korkunç bir dü ünce.
Peki ama, mumyaların geçmi ça lardaki uzay yolcularından söz eden kuramımızla
ne ilgisi var? Bu kanıtları bo u bo una mı sıralıyorum? Hayır:
Sorarım: Eski insanlar gövde hücrelerinin belirli bir i lemden sonra milyarlarca kere
yava layarak ya amaya devam etti ini nereden biliyorlardı?
Sorarım: Akıllarına ölümsüzlük dü üncesi nereden gelip yerle mi ti ve gövdesel
uyanı kavramını kimlerden ö renmi lerdi?
Eski insanların büyük ço unlu u mumyalama tekni ini biliyorlardı ve zengin ki iler bu
i lemi uygulayabiliyorlardı.
Ancak beni ilgilendiren, bu ispatlanması mümkün gerçek de il, yeniden uyanı ve
hayata dönü dü üncesinin kökenidir. Bu dü ünce bir kralın ya da prensin kafasında
ansızın mı belirlenmi ti, yoksa ba arılı bir Mısırlı, 'tanrıların' cesetleri üzerinde özenle
çalı ıp onları bombalara kar ı dayanıklı ta lahitlere yerle tirmesini mi izlemi ti? Ya da
'tanrılar' (uzaylılar), cesetlerin belirli bir i lem geçirdikten sonra yeniden diriltilebilece i
konusundaki bilgilerini akıllı bir prense mi aktarmı lardı?
Bu tahminler, ça da kaynaklardan do rulama beklemektedirler. Birkaç yüz yıl sonra
insanlık, uzay yolculukları konusunda bugün dü ünemeyece i kadar büyük bir ustalık
kazanmı olacaktır. Seyahat acenteleri, gidi ve dönü tarihleri kesin, gezegenler arası
gezilerle u ra acaklardır.
Elbette bu ustalı ın sa lanması için, bütün bilim dallarının, uzay yolculu undaki
geli melerle atba ı gitmesi gerekmektedir.
Ancak elektronik ve sibernetik tek ba larına bir yarar sa layamayacaklardır; tıp ve
biyoloji de, insan ömrünün uzatılması için yollar aramakla, bu geli meye katkıda
bulunacaktır. Günümüz uzay ara tırmalarında da bu konunun üzerinde çok
durulmaktadır.
Burada kendi kendimize sorabiliriz: Geçmi teki uzay yolcuları, bizlerin bugün
bulmaya çabaladı ımız eyleri biliyorlar mıydı? Bilinmeyen akıllı yaratıklar, gövdenin u
kadar bin yıl sonra diriltilebilmesi için neler gerekti ini bulmu lar mıydı? Belki de 'tanrılar'
açıkgözlük ederek, ça ının bütün bilgilerini kendinde toplamı birtakım önemli ki ilerin,
ö retecekleri yöntemlere göre mumyalanmasını ve korunmasını istemi tir, öylelikle de
bir gün binlerce yıl öncesinin tarihini gözleriyle görmü
insanları sorguya
çekebileceklerini ve ayaklı bir tarih kitaplı ı elde edebileceklerini dü ünmü lerdi. Kim
bilir? Böyle bir sorgu, geri dönen 'tanrılar' tarafından gerçekten yapılmı olamaz mı?
Aslında çok ciddî bir i olan mumyalama sanatı, ortaya çıkmasından bir süre sonra
günün modası durumuna gelmi ti. Birdenbire herkes yeniden dirilme sevdasına
kapılmı ; birdenbire herkes büyükbabasının yaptıklarını yaparsa yeni bir hayata
dönebilece ine inanmaya ba lamı tı. Bu tür yeniden do u lar hakkında gerçekten biraz
bilgisi olan yüksek rahipler ise, bu merakın sınıflarına büyük kazanç sa layaca ını
görünce, geni çapta bir istek uyandırmaya giri mi lerdi.
Daha önce de, Sümer krallarının fizik açıdan imkânsız ya larına ve kutsal kitapta
rastlanan inanılmaz ya lara de inmi tim. Bu insanların, ı ık hızına yakla an uzay
gemilerindeki zaman de i imi sonunda hayat süreleri uzamı uzaylı yaratıklar olup
olamayacaklarını sormu tum.
Kitaplardaki bu ki ilerin mumyalanmı , ya da dondurulmu olduklarını dü ünürsek,
akıl almaz ya ları hakkında bir ipucu elde etmi olmuyor muyuz? Bu varsayımdan
hareket edince de aynı yaratıkların, geçmi teki önder ki ileri dondurup (ya da
efsanelerde dendi i gibi derin bir sunî uykuya daldırıp) geri döndüklerinde canlandırarak
sorguya çektiklerini dü ünemez miyiz? Do al olarak bu önderin yeniden mumyalanma
ve 'tanrılar' dönene kadar dev tapınaklarda korunma görevi rahipler sınıfına dü üyordu.
mkânsız mı? Gülünç mü? En budalaca itirazları yapanlar, genellikle kendilerini do a
yasalarına kesinlikle ba lı gören kimselerdir. Oysa 'do a'nın kendisi 'kı lama' ve yeniden
uyanı ın örneklerini vermektedir.
Tamamen donduktan sonra ılık bir ortamda eriyen ve hiç bir ey olmamı gibi
yüzmeye devam eden balık türleri vardır. Çiçekler, larvalar, kurtlar yalnız kı lamakla
kalmaz, baharda pek sevimli bir kılıkta yeniden ortaya çıkarlar.
Bir kere de eytana uyalım: Mısırlılar mumyalamayı do adan ö renmi olamazlar
mıydı? Böyle bir durum söz konusu olsaydı, kelebeklere ya da mayıs böceklerine
tapmaları gerekirdi. Oysa böyle bir tapınmanın izine bile rastlanmamı tır. Gerçi dev
lahitler içinde mumyalanmı hayvanlar bulunmu tur, ama ne bu hayvanların özellikleri,
ne de Mısır iklimi, 'kı lama' olayını, dolayısıyla mumyalamayı ö retebilecek türden
de ildir.
Helwan'ın 9 kilometre kadar ötesinde, hepsi birinci ve ikinci sülâleye ait olan 5000
kadar irili ufaklı mezar vardır. Bu mezarlar mumyalama sanatının 6000 yıl önce
bilindi ini ve uygulandı ını gösterirler.
Profesör Emery, 1953 yılında Kuzey Sakkara'daki eski mezarlıkta birinci sülâle
firavunlarından birine (Vadyis oldu u kuvvetle, sanılmaktadır) ait olan geni bir mezar
bulmu tu. Ana mezardan ayrı olarak üç sıra halinde dizilmi 72 mezar daha vardı.
Bunlarda, krallarına yeni hayatında hizmet etmek isteyen hizmetçiler gömülüydü. 64
genç adam ve 8 genç kadının gövdeleri üzerinde en ufak bir iddet izi yoktu. Yani bu
insanlar çevrelerine duvar örülmesine hiç bir ekilde kar ı çıkmamı lardı. Neden?
Bu durumun en tanınmı ve basit açıklaması, mezarın ötesindeki ikinci bir hayata
inandıklarıdır. Firavun'un yanına altın ve mücevherlerden ba ka, ikinci bir hayata hazırlık
olarak yemek, ya ve baharat konulması bu inancın gücünü göstermektedir. Eski
Mısır'da mezarlar, soyguncuların dı ında daha sonraki firavunlar tarafından da açılırdı.
Böyle durumlarda, ikinci hayat için konulan yiyeceklerin dokunulmamı oldu u
görülürdü. Ba ka bir deyi le, ölü, onları ne yemi , ne de ba ka bir dünyaya götürmü
olurdu. Bunun üzerine firavunlar mezarı yine kapattırır ve eskileri alarak yeni yiyecekler
koyarlardı. Daha sonra da hırsızlara kar ı türlü tuzaklar kurulurdu. Bütün bunlar eski
Mısırlıların ölülerin hemen de il uzak bir gelecekte dirileceklerine inandıklarını
göstermektedir.
1954 Haziranında, yine Sakkara'da hiç dokunulmamı bir mezar bulunmu tu. Mezar
odasında, bir kutu içinde altın ve mücevherler kondukları gibi duruyorlardı. 9 Haziran
günü Dr. Goneim lahiti törenle açtı. Lahit'te hiç bir ey yoktu! Kesinlikle hiç bir ey...
Mumya ve bütün mücevherleri dururken çürüyüp gitmi miydi?
Mo olistan sınırının doksan kilometre kadar ötesinde Sovyet bilim adamı Rodenko,
Kurgan V adıyla bilinen mezarı bulmu tu.
Mezar içi tahta kaplı, kayalık bir tepe biçimindeydi. çerisi tamamen buzla doluydu;
böylece mezar odalarındaki her ey donmu bir halde korunmu tu. Odalardan birinde
mumyalanmı bir kadın ve erkek cesedi vardı. kisinin de yanına gelecekteki
hayatlarında ihtiyaç duyabilecekleri eyler konulmu tu. Kaplar içinde yiyecekler,
elbiseler, mücevherler ve müzik aletleri. Buzlar çıplak mumyalar dâhil her eyi kusursuz
biçimde korumu lardı. Bilginler bir ba ka odada geni bir dikdörtgene rastladılar.
Dikdörtgenin içinde her birinin ortası resimlerle süslü altı ar karelik dört sıra vardı.
Dikdörtgen bir bütün olarak, Ninova'daki Asur sarayında bulunan ta oymanın kopyası
gibiydi! Karelerin ortasına çizilmi resimler, kafaları, karmakarı ık boynuzlu, sırtları
kanatlı yaratıkların gö e do ru yükseli lerini gösteriyordu...
Mo olistan'daki kalıntıları ruhsal dönü le ba da tırmak imkânsızdır. Mezarlardaki
dondurma odaları -duvarların tahtayla kaplanmı olması ve içerdeki buz yı ınları bu
nitelemeyi gerektiriyor- ruhun ve dünyanın ötesindedir; ba ka amaçlar için
hazırlanmı tır. Eski insanların, bu biçimde hazırlanmı cesetlerin, ileride dirilmesini
mümkün kılacak duruma geleceklerini nereden ö rendikleri sorusu akla takılmıyor mu?
Çin'de Wu Çuan köyünde içinde 17 erkek ve 24 kadın iskeleti bulunan, 15 metreye
13 metre boyutlarında dikdörtgen bir mezar vardır. Buradaki iskeletler üzerinde de
herhangi bir iddet izi görülmemektedir. And da larında buzul mezarları, Sibirya'da buz
mezarları, Çin'de, Mezopotamya'da ve Mısır'da topluluklar ve bireyler için mezarlar
vardır. Kuzey Avrupa'dan Güney Afrika'ya kadar olan bölgelerde mumyalar bulunmu tur.
Bütün ölülerin yanına ilerideki hayatlarında gerekecek eyler konmu ve mezarlar
binlerce yıl dayanabilecek biçimde yapılmı lardır.
Bütün bunlar yalnızca bir rastlantı mıdır? Bütün bu ki isel meraklar ve kaprisler
sonucu mu ortaya çıkmı tır? Yoksa gövdesel dönü üzerinde, bizce bilinmeyen çok eski
bir vaat mi vardır? Öyleyse bu vaat kimlerden gelmi tir?
Jericho'daki kazılarda 10.000 yıllık mezarlar ve alçıdan yapılmı 8.000 yıllık büstler
bulunmu tur. Bu da a ılacak bir durumdur, çünkü bölge halkı görünü te çömlekçilik
tekni ini bilmemektedirler. Jericho'nun bir ba ka bölgesinde ise tavanları kubbe biçimli
silindirik evler ortaya çıkarılmı tır.
Karbon izotopu C.14 yöntemi, bu kalıntıların 10.400 yıl öncesine ait olduklarını
göstermi tir. Bu bilimsel tarih, Mısır rahiplerinin Herodot'a aktardıkları tarihle apaçık bir
uyum göstermektedir. Rahipler atalarının 11.000 yıl boyunca görev yaptıklarını
söylemi lerdi. Bu da yalnızca bir rastlantı mıdır?
Lussac'taki (Poitou, Fransa) tarihöncesi ta lar da özellikle dikkat çeken kalıntılar
arasındadır. Üstlerinde, apkaları, ceketleri ve kısa pantolonlarıyla gösterilmi modern
insan resimleri çizilidir. Abbe Breuil bu resimlerin gerçek olduklarını söylemi , böylece
bütün tarih öncesini karmakarı ık etmi tir. Ta ları kimler kazmı tı? Postlara bürünmü
bir ma ara adamının duvarlara yirminci yüzyıl insanının resmini çizdi i dü ünülebilir mi?
1940'ta Güney Fransa'daki Lascaux Ma aralarında gerçekten çok güzel Ta Ça ı
resimleri bulunmu tu. Resimlerin bugün yapılmı gibi canlı ve kusursuz olmaları akla
hemen iki soru getiriyor. Ma ara, neden emek ve özen isteyen bu resimler için
aydınlatılmı tı ve duvarlar neden bu hayret verici resimlerle süslüydü?
Bu soruları budalaca bulanlar, apaçık ortada olan çeli kileri açıklayabiliyorlarsa
açıklasınlar! E er Ta Ça ı ma ara adamlarını ilkel ve vah î kabul edersek, ma ara
duvarlarındaki kusursuz resimleri bunlar yapmı olamazlardı. Çünkü ilkel ki iler böyle
resim yapma yetene ine sahip olsalardı, barınmak için kulübeler kurmazlar mıydı?
Bilginler, hayvanların milyonlarca yıl öncesinden beri yuva ve barınak kurma
yetene inde olduklarını açıklamaktadırlar. Ne var ki «Homo sapiens»in aynı yetene ini o
kadar eskilere uzatmak, geçerlikte olan görü ler açısından imkânsızdır.
Gobi çölündeki Kara Kota harabelerinin çok altında, (bu harabeler, ancak çok yüksek
ısı etkisiyle olu abilen o garip kum camla malarının görüldü ü bölge dolaylarındadır)
Profesör Koslov M.Ö. 12.000 yılına ait bir mezar buldu. Mezardaki lahitlerde iki zengin
adamın cesetleri vardı ve lahit kapaklarına dikey bir çizgiyle ikiye ayrılmı daire resimleri
çizilmi ti.
Borneo'nun batı kıyılarındaki Subis da larında, Katedral benzeri oyulmu ma aralar
bulunmu tu. Ortaya çıkarılan kalıntılar arasında öyle güzel ve kusursuz dokumalar vardı
ki, en iyimser insan bile bunların ilkel ma ara adamlarının elinden çıktı ını kabul
edemezdi. Sorular, sorular...
Arkeolojinin kalıpla mı görü leri hakkındaki ku kular artmaktadır. Ancak son iki bin
yıllık tarihimiz hakkında herhangi bir ku kum olmadı ını öncelikle belirteyim; kitabımda
yeni sorular sorarak aydınlatmaya çalı tı ım tarih, en uzak geçmi teki kapkaranlık
zaman bölümleridir.
Aynı ekilde, evrenden gelen, bilinmeyen akıllı yaratıkların ziyaretlerinin bizim genç
zekâları ne zaman etkilemeye ba ladı ını gösterecek bir tarih de veremem. Bununla
birlikte bu ziyaretlerin Erken Paleolitik Ça da, yani M.Ö. 10.000 ile 40.000 yılları
arasında yer almı olabilece ini savunuyorum. Günümüzde var olan ve herkesi pek
mutlu eden tanınmı
C.14 yöntemi, 45.600 yıldan sonrasını kesin olarak
tarihleyememektedir. ncelenen nesne ne kadar eskiyse, yöntem de o kadar güvenilmez
olmaktadır. En tanınmı bilginler bile C.14 yönteminin, 30.000 ile 50.000 yıllık organik
nesnelerin kesin ya ını ölçemedi ini, ancak bu iki tarih arasında tahminî bir ya
gösterdi ini, bu bakımdan güvenilir olmadı ını söylemi lerdir.
Bu ele tirici sözler belirli sınırlar içinde kabul edilmelidir; ancak C.14 yöntemine
paralel olan ve en yeni ölçü aygıtlarıyla donatılmı bir tarihleme yöntemine gerek
duyuldu u kesindir.
SEK Z NC BÖLÜM: PASKALYA ADASI - KU ADAMLARIN ÜLKES
ON SEK Z NC YÜZYILIN ba larında Paskalya Adasına ayak basan Avrupalı
denizciler, âdeta gözlerine inanamamı lardı... ili kıyılarının 3050 kilometre açı ındaki
bu küçücük kara parçasının her yanına yüzlerce dev heykel saçılmı duruyordu. Çelik
kadar dayanıklı volkanik kayalar, tereya ı keser gibi kesilmi ; 10.000 tonluk kayalar
da lardan koparılmı tı. Yükseklikleri 10 ile 20 metre arasında de i en 50 tonluk
heykeller, hareket ettirilmeyi bekleyen robotlar gibi durmaktaydı.
Ara tırmalar, heykellerin ilk yapıldıklarında apkalı olduklarını göstermi tir; ama
apkalar bile heykellerin kökenini bulmaya yetmemektedir. apkaların yapımında
kullanılan on tonluk ta lar, gövdelerinden ayrı bir yerde bulunuyordu; üstelik gövdelere
oturtulabilmeleri için metrelerce yukarıya kaldırılmaları gerekiyordu.
O günlerde her heykelde, üzerinde garip bir hiyeroglif yazı olan tahta tabletler
bulunuyordu. Ancak günümüzde bu tabletlerin yalnızca on tanesi dünya müzelerindedir
ve üzerlerindeki yazıyı henüz kimse çözememi tir.
Thor Heyerdahl'ın bu esrarengiz devler üzerindeki incelemeleri, ortaya, en eskisi en
kusursuzu olan üç kültür dönemi çıkartmı tır. Heyerdahl, buldu u kömür kalıntılarının
M.S. 400'e ait oldu unu ispatlamı , bununla birlikte, bulunan ocakların ve kemiklerin,
heykellerle herhangi bir ba lantısı olup olmadı ı anla ılamamı tır. Heyerdahl ayrıca,
kaya yüzleri yakınında ve kraterler dolaylarında yüzlerce bitirilmemi heykel bulmu tur.
Sa a sola da ılmı duran binlerce ta araç ve balta, heykel yapma i inin ansızın
bırakıldı ı izlenimini vermektedir.
Paskalya adası, herhangi bir kıta, ya da uygarlıktan çok uzaktadır. Adalılar güne ve
yıldızlarla, ba ka ülkelerde oldu undan daha ilgilidirler. Volkanik bir ülke oldu u için
adada a aç yeti mez. Ta dev heykellerin kütükler üzerinde ta ındı ını ileri süren
alı ılmı açıklama yolu, o bakımdan burada hepten geçersizdir. Üstelik ada, ancak 2000
ki iyi besleyebilecek güçtedir. (Paskalya adasında bugün birkaç yüz yerli ya ar.) Bir
geminin ta i çilerine yiyecek ve giyim e yası getirmesi o ça larda imkânsızdır. Öyleyse
ta ları da lardan söken, heykelleri yapan ve bugün durdukları yerlere ta ıyanlar
kimlerdi? Heykeller nasıl i lenmi , cilalanmı ve dikilmi lerdi? Ta ı ba ka ocaklardan
çıkarılan apkalar, nasıl yerle tirilmi lerdi?
Çok canlı hayal gücü olan insanlar, Mısır piramitlerinin büyük bir i çi ordusu
tarafından yapıldı ını ileri sürseler bile, hiç kimse aynı yöntemin burada uygulandı ını
dü ünemez; çünkü yeterli insan gücü yoktur. Adada ya ayabilecek 2000 insanın, ilkel
araçlarıyla gece gündüz çalı mı olsalar bile, çelik sertli indeki volkanik kayaları
yerlerinden söküp i lemeleri imkânsızdır. Hem nüfusun bir bölümü çorak toprakları
sürmek, bir bölümü de balık avlamak ve ip örmek zorundadır.
Hayır! 2000 ki inin, yardım görmeden, bu dev heykelleri yapmı olmaları kesinlikle
mantık dı ıdır. Paskalya adasında daha fazla insanın ya aması da imkânsızdır. Öyleyse
heykeller neden adanın içlerinde, ta ocaklarına yakın de il de, kıyı eridinde
duruyorlardı? Hangi tapınmanın hizmetindeydiler?
Ne yazık ki, bu küçük kara parçasına gelen ilk misyonerler, adanın karanlık
geçmi inin karanlık kalmasına sebep olmu lardı. Ellerine geçen hiyeroglifli tabletleri
yakmı lar, eski tapınma biçimlerini yasaklamı lar, her türlü gelene i yok etmi lerdi.
Ancak bütün çabalarına ra men adalıların, tıpkı bugün oldu u gibi, adalarına «Ku
adamlar ülkesi» demelerini önleyememi lerdi. Sözlü olarak aktarılan bir efsane, çok eski
zamanlarda, uçan adamların geldi ini ve ate ler yaktı ını belirtmektedir. Kocaman gözlü
uçan yaratıkların resimleri efsaneyi do rulamaktadır.
Paskalya adasıyla, Tiahuanaco arasındaki benzerlikler ilk bakı ta göze çarpar. Orada
da, burada oldu u gibi, aynı biçimde yapılmı ta tan devler vardır. Oradaki heykellerin
de yüzlerinde gururlu, kaygısız bir anlam vardır. Francisso Pizarro, 1532'de, nkaları
Tiahuanaco hakkında sorguya çekti inde hiç kimsenin selin harabe olmazdan önce
görmedi i, çünkü Tiahuanaco'nun insanlı ın gecesi arasında kuruldu u kar ılı ını
almı tı. Gelenekler Paskalya adasına «dünyanın merkezi» adını verirler. Tiahuanaco ile
Paskalya adası arasındaki uzaklık 5600 kilometreden fazladır. Kültürlerden biri ötekini
nasıl etkilemi olabilir?
Belki nka öncesi mitolojisi burada bize bir ipucu verebilir. Mitolojinin yaratıcı tanrısı,
eski ve ilkel bir ilâh olan Viracocha'dır. Gelene e göre Viracocha dünyayı, henüz
karanlıktayken ve güne yokken yaratmı tı. Ta tan bir devler soyu yaratmı ve devler
ho una gitmeyince hepsini birden derin bir sele gömmü tü. Sonra Titikaka gölü
üzerindeki güne i ve ayı do urmu , böylece dünya ı ı a kavu mu tu. Evet, -burayı
dikkatle okuyunuz- sonra da Tiahuanaco'da kilden insan ve hayvanlar yaratarak onlara
hayat üflemi ti. Daha sonra yarattı ı bu insanlara dilleri, gelenek ve görenekleri ve
sanatları ö retmi , bir bölümünü ba ka kıtalara uçurarak orada ya amalarını sa lamı tı.
Bu i in ardından Viracocha ve iki yardımcısı, ülkeden ülkeye dola arak emirlerinin yerine
getirilip getirilmedi ini ve yaptıkları i in ne gibi sonuçlar verdi ini denetlemi lerdi.
Viracocha genellikle ya lı bir adam kılı ına girer, And da larıyla, kıyı eridinde
dola ırdı. Ancak çok kez insanlar tarafından iyi kar ılanmazdı. Bir keresinde Cacha'da
gezinirken insanların kendisine kar ı takındıkları tavırlara çok kızmı ve bir tepeyi ate e
vererek bütün ülkeyi alevlere bo mu tu. Bunun üzerine nankör insanlar ba ı lanmalarını
dilemi ler, Viracocha da bir el i aretiyle ate i söndürüvermi ti.
Ardından yine yollara dü mü , önüne çıkan insanlara ö üt ve emirler vererek onları
e itmi ti. nsanlar artık onun için tapınaklar yapmaktaydılar. Sonunda Viracocha, Manta
kıyılarında bütün insanlara elveda demi , geri gelmek istedi ini söyleyerek okyanusun
dalgaları üstünde kaybolup gitmi ti.
Güney ve Orta Amerika'yı ele geçiren spanyol fatihleri, buralarda Viracocha
efsaneleriyle kar ıla mı lardı. Bundan önce hiç biri, göklerden gelen dev bir beyaz
adamdan söz edildi ini i itmemi lerdi. Hayretler içinde kalarak, güne in o ullarının
insanları nasıl e ittiklerini ve her türlü sanatı ö rettikten sonra nasıl kaybolup gittiklerini
ö renmi lerdi. spanyolların dinledikleri bütün efsaneler, güne in o ullarının bir gün geri
döneceklerini söylemekteydi.
Amerika kıtası, eski kültürlerin be i i olmasına ra men, Amerika'nın geçmi i
hakkında bildiklerimiz 1000 yıldan öteye gitmez. nkaların M.Ö. 3000'de Peru'da, iplik
tezgâhları olmadı ı halde neden pamuk yeti tirdikleri bizler için kesin bir sırdır. Mayalar
yollar yapar, ancak tanıdıkları halde tekerlek kullanmazlardı. Guatemala'daki Tikal
piramidinde ye im ta ından, be kenarlı bir gerdanlık bulunması bir mucizedir.
Mucizedir, çünkü ye im ta ı Çin'de çıkarılır. Olmeklerin ta i leri akıl almaz eylerdir:
Dev kafaların üzerine yerle tirilmi nefis ba lıklarıyla ancak bulundukları yerde görülüp
hayranlık duyulabilirler. Çünkü ülkedeki hiç bir köprü, söz konusu ta heykel ve blokların
a ırlı ını çekebilecek kadar sa lam de ildir. Yakın tarihlere kadar, kaldırma araçlarıyla
50 ton a ırlı ındaki tek parça ta ları ta ıyabiliyorduk. Bugün çok geli tirilmi vinçler
yüzlerce tonlukları kaldırabilmektedir. Ne var ki atalarımız binlerce yıl önce bu ta ları
ta ımı , kaldırmı ve yerle tirmi lerdi! Nasıl?
Görünü e bakılırsa eski insanlar dev ta ları tepelere çıkarıp indirerek çok uzaklara
ta ımaktan özel bir zevk almaktaydılar? Mısırlılar piramit yapımında kullandıkları ta ları
Asuan'dan getirirlerdi. Stonehenge mimarları kocaman ta blokları güneybatı Galler'den
ve Marlborough'tan ta ırlardı. Paskalya adasının ta
i çileri, ısmarlama dev
heykellerinde kullandıkları ta ları, i lendikleri yerin çok uza ındaki ta ocaklarından
çıkarır ve ta ırlardı. Tiahuanaco'daki bazı tek parça kayaların nereden geldiklerini ise
bilmemekteyiz. Her halde uzak atalarımız pek tuhaf insanlar olmalıydılar; çünkü i lerini
bile bile güçle tirirler ve heykellerini, tapınaklarını, mezarlarını en olmadık yerlere
kurmaktan ho lanırlardı. Bütün bunlar yalnızca zorlu bir hayatı sevdikleri için miydi?
Çok uzun geçmi imizin sanatçılarının bu kadar budala olduklarını kabul edemem.
E er eski bir gelenek heykellerin kesinlikle nereye dikileceklerini, piramitlerin nereye
yapılacaklarını belirtmemi olsaydı, bütün bu sanat eserleri, ta ocaklarının hemen
yakınında yapılmı olurdu. Sacsayhuaman'daki nka kalesinin, Çuzco'nun tepesine ans
eseri de il; bir gelene in orayı kutsal nokta olarak belirledi i için yapıldı ına inanıyorum.
Aynı ekilde insanlı ın en eski anıtlarının kuruldu u yerlerde, en ilginç ve önemli
kalıntıların dokunulmamı biçimde durduklarına ve bu kalıntıların günümüz uzay
yolculuklarının geli mesine çok büyük katkıda bulunabileceklerine inanıyorum.
Binlerce yıl önce gezegenimizi ziyaret eden bilinmeyen uzay yolcularının, en az bizler
kadar ileriyi görebilmeleri gerekirdi. Bir gün dünyalının da kendi yetenekleriyle uzaya
açılaca ını her halde dü ünmü lerdi.
Dünyalıların da uzayda hemcinslerinin bulunabilece i ve onlarla ili ki kurulabilece i
konusunda inançları oldu u bilinen bir tarih gerçe idir.
Günümüzde antenler ve vericiler ilk radyo dalgalarını, bilinmeyen akıllı yaratıklara
ula ması için uzaya yollamı lardır. Ne zaman kar ılık alaca ımızı ise bilmiyoruz. Belki
on, belki on be , belki de yüz yıl sonra. Hatta mesajlarımızı hangi yıldızlara
yöneltece imiz konusunda da bir fikrimiz yok, çünkü hangi yıldızın bizi daha çok
ilgilendirece ini bilmiyoruz. nsana benzeyen akıllı yaratıklar mesajlarımızı alabilecekler
mi? Bilmiyoruz. Bununla birlikte, bizleri amacımıza ula tıracak bilgilerin, dünyamızda
bulundu u inancını destekleyecek o kadar çok ey var ki. Bugün yerçekimini etkisiz
kılmaya çalı ıyor, ilkel parçacıklar ve anti-madde üzerinde deneyler yapıyoruz. Peki
dünyamızda gizli duran gerçekleri bulmak, böylece hiç olmazsa anavatanımızı
ö renmek için yeterli çalı malar yapıyor muyuz?
Tarihle ilgili eyleri tam olarak de erlendirebilirsek, bir zamanlar geçmi imizin mozaik
levhasına çok güç uyan eylerin, akla yakın duruma geldi ini görürüz; bunlar yalnız eski
kitaplardaki ipuçları de il, yerkürenin her yanında ele tirici ara tırmalarımızı bekleyen
«güç gerçekler»dir de.
nsanın yapaca ı son a ama, bugüne kadar süregelen varlı ını haklı göstermek ve
geli mek için gösterdi i çabaların, gerçekte, uzaydaki varolu la ili ki kurmak için
geçmi inden ders almak oldu unu, anlamak olacaktır. Bu a amaya varılınca da, en
kurnaz, en katı dü ünceli ki iler bile, insanın görevinin, evreni kolonize etmek ve ruhsal
ödevinin, bütün güç ve deneylerden edinilmi bilgilerini bu yola yöneltmek oldu unu
kabul edecektir.
Var olan bütün güçler ve zekâlar, uzay ara tırmalarının emrine verilir verilmez, dünya
üzerindeki sava ların saçmalı ı apaçık ortaya çıkacaktır. Her ırktan insanlar, halklar,
uluslar, uluslarüstü bir birle meyle, uzak gezegenlere yolculuk i iyle u ra maya
ba layınca, dünya bütün küçük sorunlarıyla birlikte evrenin do al akı ı kar ısında hak
etti i yeri alacaktır.
Okültistler artık lambalarını söndürebilir, simyacılar potalarını yok edebilir, gizli
karde lik örgütleri kukuletalarını çıkarabilirler. nsanlı a binlerce yıldır büyük bir
kurnazlıkla yutturulan saçmalıklara artık bu dünyada yer yoktur. Evren kapılarını açar
açmaz daha iyi bir gelece e ula ılacaktır.
Uzak geçmi imizin anla ılmasındaki büyük ku kuculu umu, bugün elimizde olan
bilgilere dayandırıyorum. Ku kuculu u yalnız Thomas Mann'ın 1920'Ierdeki bir
konu masında belirtti i biçimde anlıyorum:
«Ku ku duyanın olumlu yönü, her eyi mümkün kabul etmesidir!»
DOKUZUNCU BÖLÜM: GÜNEY AMER KA'NIN DER N SIRLARI VE
BA KA GAR PL KLER
NSANLIK TAR H N N son iki bin yıllık döneminden ku kuyla söz etmeye niyetim
olmadı ını belirtmi tim, ancak Yunan ve Roma tanrıları ile birçok efsane ve destan
üzerinde, çok uzak geçmi in etki ve izleri oldu una inanıyorum. nsanlık ortaya
çıktı ından beri türlü gelenekler var olagelmi ti. Daha yeni kültürlerde de bu eski
geleneklerin, dolayısıyla çok uzak geçmi in izleri görülür.
Guatemala ve Yucatan ormanlarındaki kalıntılar, Mısır'ın dev binalarıyla
kar ıla tırılabilir. Meksika ba kentinin 60 mil güneyindeki Cholula Piramiti'nin taban
alanı, Keops Piramiti'ninkinden daha geni tir. Mexico City'nin 30 mil kuzeyindeki
Teotihuacan Piramiti ise ek binalarıyla birlikte 12 kilometre karelik bir alanı kaplar. Bütün
binalar yıldızlara göre sıralanmı tır. Teotihuacan'dan söz eden en eski kitaplar, tanrıların
burada toplandıklarını ve insanlık hakkında, daha «homo sapiens» ortaya çıkmadan
karar aldıklarını anlatır.
Dünyanın en do ru takvimi olan Maya takviminden ve Mayaların Venüs formülünden
daha önce söz etmi tim. Bugün, Chichen Itza, Tikal, Copan ve Palenque'deki bütün
binaların bu akıl almaz takvime ba lı olarak yapıldıkları ispatlanmı tır. Mayalar,
piramitleri ihtiyaçları oldu u için yapmamı lardı. Tapınakları ihtiyaçları oldu u için
kurmamı lardı. Bütün bu görkemli binalar, takvim her elli iki yılda, belirli sayıda
basamaklar yapılmasını emretti i için yapılmı lardı. Yani her ta , takvimle ba lantılıydı
ve bitirilen her bina belirli astronomik gereklere kesinlikle uyuyordu.
Ancak M.S. 600 yıllarında tam anlamıyla akıl almaz bir ey oldu! Ansızın ve gözle
görülür bir nedene dayanmaksızın bu insanlar büyük güç ve sabırla yaptıkları ehirleri,
zengin tapınakları, birer sanat eseri olan piramitleri, heykellerle çevrili alanları ve çok
geni stadyumları terk ederek gittiler. Binalar, caddeler ve bütün ta i leri ormana
karı arak yıkıntı haline geldiler. Hiç bir yerli bir daha o bölgeye dönmedi.
Bu çok büyük ulusal göçün eski Mısır'da da oldu unu dü ünelim. Ku aklar boyu
tapınaklar, piramitler, ehirler, su kanalları ve yollar yapan, bu yüksek binaları süslemek
için ilkel araçlarıyla ta ları kazıyan halk, binlerce yıl süren bu görevleri bitince, her
eylerini bırakıp çorak kuzeye göç etmi olsunlar. Böyle bir tutum, yakından tanıdı ımız
tarihsel olaylar incelenince hemen anlamsızla ır, çünkü gülünçtür. Zaten bir tutum ne
kadar anla ılmaz durumdaysa, onu açıklamaya çalı an dü ünceler de o kadar çok
sayıda olur. Bunun en güzel örne ini Maya göçünün açıklanmaya çalı ılmasında
görüyoruz: Öne sürülen ilk dü ünce, Mayaların yabancılar tarafından ehirlerden
atıldı ıdır. Ancak kültür ve uygarlıklarının doru unda bulunan Mayaları kim yenebilirdi?
Üstelik bölgede hiç bir askerî çatı ma izine rastlanmamı tı. Göçü do uran nedenin
iklimdeki büyük bir de i iklik oldu u dü üncesi göz önüne alınabilir. Ancak bu görü ü de
destekleyecek herhangi bir iz yoktur. Olamaz da, çünkü Mayaların eski ülkelerinin
sınırıyla, yeni krallıklarının arasındaki uzaklık topu topu 352 kilometredir ve bu uzaklık,
iklimdeki felâket derecesinde bir de i imden kaçmak için kesinlikle yeterli de ildir.
Mayaların bir salgın hastalık yüzünden göç ettiklerini ileri süren dü ünce de ara tırmalar
yapılınca çürüyüp gitmektedir. Bu görü lerin ardından kar ımıza su sorular çıkar:
Ku aklar arasında bir sava mı olmu tu? Gençler ya lılara kar ı mı ayaklanmı lardı?
Sivil bir sava mı kopmu tu? Yoksa bir ihtilâl mi? Bütün bu sorulara bir çırpıda kar ılık
verilebilir: E er durum böyle olsaydı, nüfusun belli bir bölümü, özellikle yenikler, ülkeyi
terk ederler, galip gelenlerse oldukları yerde kalırlardı. Oysa arkeolojik ara tırmalar bir
tek Maya'nın bile bu bölgede kalmadı ını göstermi tir. Bütün halk, kutsal yerlerini
ormanda savunmasız bırakarak göç etmi ti.
Bu konuda benim de birtakım varsayımlarım var; ancak bunlar da ötekiler gibi,
ispatlanmı de il. Saydı ım açıklamaların ihtimal hesaplarını dü ünmeden, kendi
görü lerimi cesaretle ortaya koyaca ım.
Çok eski dönemlerde Mayaların atalarını uzaylı yaratıklar oldu unu sandı ım, tanrılar
ziyaret etmi lerdi. Birtakım delillerin eski Amerikan kültürünü kuranların, eski Do u'dan
göç ettiklerini ileri süren teoriyi destekler görünmesine ra men, Maya dünyasında
do unun hiç bilmedi i ve özenle korunan bazı kutsal astronomi, matematik ve takvim
bilgileri ve gelenekleri bulunmaktaydı!
Rahipler bu geleneksel bilgiyi bütün güçleriyle korumaktaydılar, çünkü «tanrılar» bir
gün dönmeye söz vermi lerdi. Böylece çok büyük bir din olan Kukulkan, ya da «Tüylü
Yılan» dini kurulmu tu.
Rahipler gelene ine göre «tanrılar», takvim uyarınca yapılan büyük binalar bitirilince
göklerden geri döneceklerdi. Bu bakımdan insanlar kutsal ritme uyarak tapınakları ve
piramitleri bir an önce bitirmeye u ra ıyorlardı. Çünkü her eyin tamamlandı ı yıl,
birle me yılı olacaktı. O zaman tanrı Kukulkan yıldızlardan gelecek, binaların ve
ehirlerin yönetimini eline alarak insanlı ın arasında ya ayacaktı.
Sonunda bütün i ler tamamlandı ve tanrıların dönü yılı geldi. Ancak hiç bir ey
olmuyordu. nsanlar bütün bir yıl boyunca arkılar söyleyerek, dualar okuyarak
beklediler. Köleler, mücevherler, yiyecekler ve ya sunuldu. Ama göklerde hiç bir
hareket yoktu. Ne bir tanrısal araba göründü, ne de tanrıların gök-gürültüleri duyuldu.
Hiç bir ey, kesinlikle hiç bir ey olmadı.
Rahipler ve insanlar korkunç bir hayal kırıklı ına u radılar. Yüzyılların çabası bo a
gitmi ti. Ku kular do maya ba ladı. Takvim hesaplarında bir yanlı lık mı vardı?
«Tanrılar» bir ba ka yere mi inmi lerdi? Hepsi birden korkunç bir yanlı lık mı
yapmı lardı?
Sırası gelmi ken Maya takviminin ba langıç yılı olan M.Ö. 3111 yılından da söz
edeyim. Bu tarihi ispatlanmı kabul edersek, Mısır kültürünün ba langıcıyla arasında
yalnızca birkaç yüzyıllık bir ara oldu unu görürüz.
Aslında birçok Maya yazısında bu destansal yıldan söz edilir ve üstün do ruluktaki
Maya Takvimi sürekli olarak bu yılı tekrarlar. Bu durumda beni ku kuculu a iten konular
ikiye çıkıyor. Ama ku kulara yol açacak konular bunlarla da bitmiyor.
1935 yılında Planque'de (Eski Krallık), büyük bir ihtimalle tanrı Kukumatz'ı
(Yucatan'da Kukulkan) gösteren bir ta kabartma bulundu. Kabartmadaki resme
önyargılardan uzak bir bakı , en ku kulu ki iyi bile durup dü ündürecek güçteydi.
Resmin ortasında, gövdesinin üst bölümü motosiklet yarı çısı gibi e ilmi bir insan
vardı. Kullandı ı aracı çocuklar bile roket olarak tanımlayabilirlerdi. Ön bölümü ince bir
uzantı meydana getiriyor, biraz a a ıya inince kenarları çentikle iyor ve en altına do ru
daha da geni leyerek, alevler püskürten roket biçimi alıyordu. Büzülmü adam, elleriyle
ne oldu u anla ılamayan birtakım kontrol kollarını yönetiyor, sol aya ıyla da pedalımsı
bir eye basıyordu. Giyimi çok düzgündü: geni kemerin tuttu u bir kısa pantolonu,
yakası Japon stili açılan bir ceketi ve kollarıyla bileklere sıkı sıkıya yapı an bantları
vardı. Buna benzer modern astronot resimleri hakkındaki bilgimiz yüzünden, adamın
kafasında ba lık eksik olsaydı çok a ırırdık do rusu. Ama o da vardı; bilinen çentikleri,
tüpleri ve tepesinde antenimsi bir çıkıntıyla birlikte... Uzay yolcumuz (adam açıkça bu
ekilde tasvir edilmi tir) öne do ru e ilmekle kalmıyor, aynı zamanda gözlerini
tepesinden sarkan bir alete dikmi dikkatle bakıyordu. Astronot koltu u, üstünde simetrik
biçimde düzenlenmi kutular, daireler, noktalar ve helezonlar bulunan kıç bölümünden
desteklere ayrılmı tı.
Bu kabartma bize ne anlatmak istiyor? Hiç bir ey mi? Herkesin kolaylıkla uzay
gemisiyle ba da tırabilece i bir resim, budalaca bir hayal gücünün ürünü olabilir mi?
Planque'deki ta kabartma da deliller zincirinden çıkarılacak olursa, bilginlerin göze
çarpan buluntular üzerinde yürüttükleri incelemelerin içtenlik dı ı oldu u ortaya
çıkacaktır. unun urasında gerçek nesneleri inceliyoruz; hayalet görmü gibi korkmaya
ne gerek var?
Kar ılıksız kalan sorularımızı sormaya devam edelim.
Mayalar neden en eski ehirlerini deniz ya da nehir kenarlarına de il de, ormanın
ortasında kurmu lardı?
Tikal, Honduras körfezinden ku uçu u 153,5 Km. Campeche koyundan ku uçu u
243 Km. ve Büyük okyanustan ku uçu u 354 Km. uzaktadır. Midye, istiridye ve deniz
minarelerinden yapılma e yaların bollu u, Mayaların denizle ili kileri oldu unu gösterir.
Öyleyse ormanlara yapılan bu «uçu un» sebebi neydi? Su kıyılarına yerle mek
dururken su depoları yapmanın ne anlamı vardı? Yalnız Tikal'de 193.150 metre küp
kapasiteli 13 su deposu bulunmu tu. Neden bu insanlar daha «mantıklı» yerler varken,
özellikle buraları seçmi lerdi?
Uzun çalı malardan sonra hayal kırıklı ına u rayan Mayalar, daha kuzeye göç
ederek yeni bir krallık kurmu lardı. Takvimin öngördü ü tarihlere uygun piramitler,
tapınaklar ve ehirler bir kere daha yapılmaya ba lamı tı.
Maya takviminin do rulu u hakkında bir fikir vermek için kullandı ı zaman
dönemlerini sıralayalım:
20 kin = 1 uinal, ya da 20 gün
18 uinal = 1 tun, ya da 360 gün
20 tun = 1 katun, ya da 7.200 gün
20 katun = 1 baktun, ya da 144.000 gün
20 baktun = 1 piktun, ya da 21.880.000 gün
20 piktun = 1 kalabtun, ya da 571.600.000 gün
20 kalabtun = 1 kinçiltun, ya da 121.521.000.000 gün
20 kinçiltun = 1 atautun, ya da 232.0401.000.000 gün
Ormanın ye il tavanını delerek gö e yükselenler yalnız takvim uyarınca yapılmı ta
basamaklar de ildi; çünkü Mayalar gözlem evleri de kurmu lardı.
Chichen'deki gözlemevi, Mayaların ilk yuvarlak binasıdır. Restore edilmi bina bugün
bile bir gözlemevine benzemektedir. Üç taraça üzerinde kurulmu daire biçimi yapının
içinde, en üstteki gözlem dire ine kadar çıkan helezon bir merdiven vardır. Kubbenin
üstünde yıldızlara yöneltilmi delikler ve ya mur tanrısının maskeleriyle, kanatlı bir insan
resmi görülmektedir.
Mayaların astronomiye olan ilgileri, ba ka gezegenlerdeki akıllı yaratıklarla ilgili
varsayımımıza yeterli olmayabilir. Ancak bu astronomi merakının do urdu u birtakım
kar ılıksız kalmı sorular oldukça hayret vericidir:
Mayalar, Uranüs ve Neptün'ün varlı ını nereden biliyorlardı? Neden Chichen'deki
gözlemevinin delikleri en parlak yıldızlara yöneltilmi ti? Palengue'deki roket kullanan
tanrı kabartmasının anlamı neydi? 400 milyon yıllık hesapları olan Maya takvimi hangi
amaçla hazırlanmı tı? Güne ve Venüs yıllarını en küçük basamaklarına kadar
hesaplamak için gereken bilgi nereden elde edilmi ti? Bu akıl almaz astronomi bilgisini
kimler aktarmı tı? Bütün bu olaylar Maya zekâsının ans ürünleri miydi? Yoksa her
gerçek, ya da birle tirilmi bütün gerçekler, çok uzak bir gelece e yöneltilmi , devrim
yaratacak bir mesaj mı gizliyorlardı?
Olayları bir araya toplayıp elekten geçirecek olursak, ara tırmacıları, hiç olmazsa bir
bölümünü çözmek için, geni çapta u ra ılara sokacak sürüyle tutarsızlık ve saçmalık
kalacaktır. Çünkü ça ımız ara tırmacılarının, imkânsızlık denilen
eylerle
kar ıla tıklarında yılmamaları gerekir.
Anlatacak bir hikâyem daha var; Chichen Itza'daki Kutsal Kuyu'nun hikâyesi. Edward
Herbert Thompson bu kuyunun çamurları içinden mücevherler ve sanat eserleri yanında,
genç erkek ve genç kız iskeletleri de çıkartmı tı. Diego de Landa, eski kaynaklara
dayanarak, Maya rahiplerinin kuraklık zamanlarında bu kuyu ba ında ciddî törenler
düzenlediklerini ve ya mur tanrısına öfkesini yatı tırmak için erkek ve kız çocukları
kuyuya atarak kurban ettiklerini ileri sürmü tü.
Thompson'un bulguları, de Landa'nın iddialarını ispatladı. Ancak bu korkunç hikâye
kuyunun dibinden yeni soruların çıkmasına yol açtı. Kuyu nasıl meydana gelmi ti?
Neden kutsal olarak tanınmı tı? Tıpkı buna benzeyen birçok ba ka kuyu oldu u halde,
neden özellikle bu seçilmi ti?
Chichen Itza kutsal kuyusunun tam bir benzeri, Maya gözlemevinin yetmi metre
kadar ötesinde, ormanın içinde saklı durmaktadır. Yılanların, zehirli kırkayakların ve
korkunç böceklerin savunması altındaki deli in boyutlarıyla tamamen aynıdır; dikey
duvarları ormanın türlü etkileriyle çürümü , bozulmu ve batakla mı tır. Kısacası iki
kuyu arasında inanılmaz bir benzerlik vardır. kisindeki suyun derinli i de aynıdır; rengi
ye ilden, kahverengiye, kimi zaman da kan kırmızısına çalar. Ku kusuz iki kuyu da aynı
ça dan kalmadır; belki de olu umlarını gökta larına borçludurlar. Ne var ki ça da
bilginler, yalnızca Chichén Itza'nın kutsal kuyusundan söz eder, büyük benzerlik
gösteren ikinci kuyudan, ileri sürdükleri dü üncelere uymadı ı için hiç söz etmezler.
Ayrıca iki kuyunun da Castillo piramidinden uzaklıkları 815 metredir. Bu piramit, tanrı
Kukulkan «Tüylü Yılan» için yapılmı tı ve dolayların en büyük piramidiydi.
Yılan, hemen hemen bütün Maya yapılarının simgesidir. Çevresi çok zengin bir bitki
örtüsüyle kaplı olan Mayaların, çiçek kabartmaları yerine, adım ba ında yılan resimleri
yapmı olması pek a ırtıcıdır. Hele ilk ça lardan beri kötülü ü temsil eden ve
yaratıldı ından beri toz toprak içinde sürünen yılanın, tanrı sembolü biçiminde
dü ünülmesi daha da a ırtıcıdır. Ama, Mayalar arasında durum böyledir.
Tanrı Kukulkan'ın (Kukumatz) daha sonraki tanrı Ouetzlcoatl ile bir ilgisi olabilir. Maya
efsanesi bu Ouetzlcoatl'ı öyle anlatıyor:
Ouetzlcoatl, do an güne in bilinmeyen ülkesinden gelmi ti; beyaz bir elbisesi vardı
ve sakallıydı. nsanlara bilimleri, sanatları ve töreleri ö retmi , çok bilge yasalar
koymu tu. Onun denetiminde mısır koçanları bir adam boyunda olur, pamuk renkli
yeti irdi. Görevini tamamlayınca denize dönmü , yolculu u sırasında insanları e itmeye
devam etmi ve deniz kıyısında kendisini sabahyıldızına götürecek gemiye binerek
dünyadan ayrılmı tı.
Oueztlcoatl'ın da dönmeye söz verdi ini belirtmek, bilmem gerekiyor mu?
Do al olarak, bu ya lı bilgenin ortaya çıkı ıyla ilgili bir dolu açıklama vardır. Sakallı
bir ki iye o dolaylarda pek az rastlandı ından onun bir Mesih oldu u ileri sürülmü tür.
Hatta bir görü daha ileriye giderek, Ouetzlcoatl'ın çok eski bir sa oldu unu
savunmaktadır! Bu iddialara inanmıyorum. Eski dünyadan gelip Mayaların arasına giren
bir ki inin, insan ve e ya ta ımak için tekerle i bilmesi gerekirdi. Ouetzlcoatl gibi bir
misyoner, kanun koyucu, doktor ve birçok uygulama alanında ö üt verici bir tanrının ilk
yapaca ı eylerden biri zavallı Mayalara tekerlek ve araba kullanmasını ö retmek
olurdu. Oysa Mayalar hiç bir zaman tekerlek kullanmamı lardı.
Tarihteki karı ıklıklar zincirini, bulanık geçmi teki ba ka garipliklerin bir özetiyle
tamamlayalım.
1900 yılında Yunan sünger avcıları, Antrikitera'dan yüklenmi mermer ve bronz
heykellerle dolu batık bir gemi buldular. Gemideki bütün sanat eserleri kurtarıldı ve
yapılan ara tırmalar, geminin sa döneminde battı ını ortaya koydu. Ele geçen eserler
incelenince, bütün heykellerin toplamından daha de erli, ekilsiz bir parça bulundu.
Bilginler parçayı inceleyince bunun, üstünde daireler, yazılar ve çarklar bulunan bir
bronz plaka oldu unu gördüler ve çok geçmeden yazıların astronomiyle ilgili oldu unu
anladılar. Ayrı parçalar temizlenince ortaya hareket edebilen göstergeleri, karma ık
ölçüleri ve üzerleri yazılı metal plakaları olan garip bir alet çıktı. Makinenin her parçası
birle tirilince, yirmiden çok küçük çarkı, bir tür de i tirme donatımı ve büyük bir ana
çarkı oldu u görüldü. Bir yüzünde, çevrilince bütün çarkları de i ik hızlarda döndüren bir
mil vardı. Göstergeler, üstleri uzun yazılarla dolu bronz kaplarla korunuyordu. Bilmem
«Antrikitera makinesi,» eski ça larda birinci sınıf bir mekanik ustalı ın varlı ı hakkında
en küçük bir ku ku bile bırakıyor mu? Üstelik makinenin çok karı ık olması, türünün ilk
örne i olmadı ını göstermiyor mu? Amerikalı Profesör Solla Price, aracın ay, güne ve
belki öteki gezegenlerin hareketlerini belirtmeye yarayacak bir hesap makinesi oldu u
görü ünde.
Makinenin yapılı tarihi olarak M.Ö. 82 yılını vermesi o kadar önemli de ildir. Bu
küçük çaptaki planetaryumun [gökevi] ilk örne ini kimlerin yaptı ını bulmak çok daha
önemli olacaktır!
Hohenstaufen mparatoru II. Frederik, 1229'da Be inci Haçlı Seferinden ola anüstü
bir çadırla dönmü tü. Çadırın ortasında saat gibi çalı an bir motor vardı ve halk kubbe
biçimi tavandan, takımyıldızları, hareket halinde izleyebiliyordu. Açıkçası, çadır do udan
gelme bir planetaryumdu. 1200'lerde, gerekli mekanik yetenekler bulundu u için varlı ını
yadırgamıyoruz; ancak Yunan planetaryumu, sa döneminde, dünyanın dönü ünü göz
önünde tutan bir uzay kavramı olmadı ı için biraz dü ündürücü oluyor. Eski ça ların
bilgili Arap ve Çin astronomları bile bu kavramdan yoksundular; Galileo ise Yunan
planetaryumunun yapılmasından 1500 yıl sonra do mu tu. Atina'ya gidecek olursanız
«Antikitera makinesini» mutlaka gidip görünüz; Husal Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.
II. Frederik'in çadır planetaryumu ise yalnızca yazılı belgelerden tanınıyor.
te geçmi ten miras kalan garipliklerden birkaçı daha:
Denizden 3200 metre yükseklikte Marcahuasi çöl platosundaki kayalarda, 10.000 yıl
önce Güney Amerika'da kesinlikle ya amamı olan aslan ve deve gibi hayvanların kaba
çizgilerle verilmi resimleri bulunmu tu.
Türkistan'da, mühendisler bir tür camdan yapılma yarım daire biçiminde nesneler
bulmu lardı. Arkeologlar bunların kökeni ve özellikleri hakkında hiç bir açıklama
yapamamı lardı.
Nevada çölündeki Ölüm Vadisinde, büyük bir felâket sonucu yıkılmı olması gereken
eski bir ehir yıkıntısı vardır. Bugün bile erimi kaya ve kumların izleri görülebilir. Bir
yanarda püskürmesinin do uraca ı ısı, kayaları eritmeye yeterli olamazdı, üstelik önce
binaları kavrulurdu. Bugün ancak lazer ı ınları bu yeterli ısıyı çıkarabilmektedir. in
garip yanı, bu bölgede bir tek ot bile yeti memektedir.
Lübnan'daki Hacer el Kıble (Güneyin Ta ı) bir milyon kilo a ırlı ındadır. Gerçi ta
i lenmi tir, ama insan gücüyle hareket ettirilmi olması imkânsızdır.
Avustralya, Peru ve Yukarı talya'da, eri ilmesi çok güç olan kaya yüzlerinde, henüz
açıklanamayan çok ustaca yapılmı i aretler vardır.
Ur'da bulunan altın plakalar, göklerden gelen ve insana benzeyen «tanrıların»
plakaları rahiplere sundu undan söz ederler.
Avustralya, Fransa, Hindistan, Lübnan, Güney Afrika ve ili'de, içlerinde bol miktarda
alüminyum ve berilyum bulunan garip kara «ta lar» vardır. En son incelemeler bu
ta ların çok uzak bir geçmi te a ır bir radyoaktif bombardıman ve yüksek ısıya hedef
olduklarım göstermi tir.
Sümer çivi yazısı tabletleri, çevresinde gezegenleri olan yıldızlan gösterirler.
Rusya'da arkeologlar, iki yandan kalın kolonlarla desteklenen dik açılı bir çerçeve
üzerine yan yana dizilmi on toptan olu an bir hava gemisi kabartmasına rastladılar.
Toplar kolonlara yaslanıyordu. Ba ka Rus buluntuları arasında, elbisesi yakada bir
ba lıkla sımsıkı kapalı olan, insanımsı bir yaratı ın küçük bronz heykeli vardı.
Ayakkabılar ve eldivenler de aynı ekilde sımsıkı elbiseye tutturulmu tu.
British Museum'daki bir Babil tableti üzerinde geçmi
verilmektedir.
ve gelecek ay tutulmaları
Çin vilâyetlerinden Yunnan'ın ba kenti Kumming'de gö e do ru tırmanan silindir
biçimi, roket benzeri makinelerin oyma resimleri bulunmu tu. Oymaların bulundu u
piramit, bir deprem sırasında Kumming gölünün tabanından ansızın ortaya çıkmı tı.
Bunları ve daha birçok bilmeceyi kim çözecek? nsanlar eski geleneklerin yanlı ,
hatalarla dolu, anlamsız ve konu dı ı olduklarını ileri sürerken, yalnızca davadan kaçıp
kurtulmaya çalı tıklarını fark etmiyorlar. Aynı ekilde bütün çevirilerin yanlı oldu unu
söyleyerek birtakım görü leri çürüttükleri halde, i lerine gelince onlardan yararlanmakta
bir sakınca görmüyorlar. Gözleri ve kulakları gerçeklere, hatta varsayımlara kapatmanın
korkakça bir davranı oldu una inanıyorum. Çünkü yeni sonuçlar, insanları alı ılagelmi
dü ünme biçimlerinden uzakla tırabilme gücündedir.
Dünya yüzünde her gün, hatta her saat bazı de i iklikler olmaktadır. Bugünkü
modern ula ım ve haberle me araçları yeni bulu ları bir anda dünyaya yaymaktadırlar.
Bu arada bilginlere düsen görev, geçmi in kayıtlarını, ça da ara tırmalarda
kullandıkları yaratıcı co kuyla incelemek olmalıdır. Geçmi in keyfi serüveni, ilk
a amasını tamamlamı tır. imdi de insanlık tarihinin ikinci hayranlık uyandıran serüveni,
insano lunun uzaya açılmasıyla ba lamaktadır.
ONUNCU BÖLÜM: DÜNYANIN UZAY DENEMELER
UZAY YOLCULU UNUN herhangi bir anlamı olup olmadı ı konusundaki tartı ma
henüz susturulmamı tır. Dünyada çözüme ba lanmamı bir sürü sorun dururken,
insano lunun evrene burnunu sokmaması gerekti ini ileri süren basit bir iddia, uzay
ara tırmalarının, kısmen ya da bütünüyle anlamsız oldu unu ispatladı ı kanısındadır.
Halkın ho una gitmeyecek bilimsel tartı malara girmek istemedi im için, uzay
ara tırmalarının mutlak gereklili ini gösterecek birkaç kesin ve geçerli nedene
de inece im.
Merak ve bilgiye susamı lık, çok eski ça lardan beri insanı ara tırmaya yönelten itici
bir güç olmu tur. Bir eyin N Ç N ve NASIL oldu u soruları, geli me, ilerleme için birer
mahmuz görevi yapmı lardır. Günümüz ya ama ko ullarını, onların yarattıkları sürekli
hareket ortamına borçluyuz. Konforlu ula ım araçları, büyük babalarımızın katlanmak
zorunda oldu u ula ım güçlüklerini ortadan kaldırmı tır; el gücünün do urdu u zorluklar,
makineler tarafından gözle görülür ölçüde azaltılmı tır; yeni enerji kaynakları, kimyasal
karı ımlar, so utucular ve türlü araçları, eskiden insan elinin yapmak zorunda oldu u
isleri üstlerine almı lardır. Bilimin yarattı ı eyler insanlı ın laneti de il, mutlulu u
olmu tur. Hatta yarattı ı en korkunç ey olan atom bombası bile, bir gün insanlık
yararına kullanılacaktır.
Bugün bilim, hedeflerine ko ar adımlarla yakla maktadır. lk foto rafın temiz bir resim
olarak geli mesi için 112 yıl gerekmi ti. Telefonun kullanılma alanına konması 56 yılda
gerçekle mi , iyi bir alıcı radyo 35 yıllık bilimsel ara tırma sonucu yapılmı tı. Ancak
radarın kusursuz hale gelmesine 15 yıl yetmi ti. Ça açan bulu ve geli meler, gitgide
daha kısa bir süre içinde ortaya çıkıyordu. 12 yıllık ara tırma siyah-beyaz televizyonu
gerçekle tirmi , ilk atom bombasının yapılması topu topu altı yıl almı tı. Bunlar 50 yıllık
teknik ilerlemeden seçilmi yüce, biraz da ürkütücü örneklerdir. Geli meler hedeflerine
her geçen gün daha da hızlı varmaya ba layacaklardır. Önümüzdeki yüzyıl, insanlı ın
sonsuz dü lerinin büyük ço unlu unun gerçekle ti i bir yüzyıl olacaktır.
nsan ruhu kar ı çıkmalar ve uyarmalar arasında kendine bir yol açmasını bilmi ti.
Kar ısına dikilen duvardaki, havanın ku lara, suların da balıklara özgü oldu unu
söyleyen yazılara aldırmadan, kendisi için uygun görülmeyen alanları fethetmeyi
ba armı tı. Bugün insan, do a yasaları denilen eylere kar ı çıkarak uçabilmekte,
nükleer güçlü denizatlılarla aylarca suyun altında kalabilmektedir. Zekâsını kullanarak,
yaratıcısının kendine uygun görmedi i kanat ve yüzgeçleri yapmayı ba armı tır.
Charles Lindberg destansı uçu una ba larken hedefi Paris'ti; ancak kafasını Paris'e
ula maktan çok, insanın tek ba ına ve zarar görmeden Atlanti i geçebilece ini
göstermek için kurcalıyordu. Uzay yolculu unun da ilk hedefi aydır. Ancak bu yeni
bilimsel ve teknik tasarının da gerçek amacı, insano lunun uzayda söz sahibi
olabilece ini göstermektedir.
Öyleyse, neden uzay yolculu u mu?
Dünyamız birkaç yüzyıl sonra korkunç bir nüfusa sahip olacaktır. statistikler 2050
yılında dünya nüfusunun 8,7 milyar olaca ını göstermektedir. 200 yıl kadar sonra da bu
sayı 50 milyara yükselecek, böylece kilometre kareye dü en insan sayısı 335 olacaktır.
Dü ünmek bile güç! Denizden yiyecek elde edilece ini ve deniz tabanına ehirler
kurulaca ını ileri süren sakinle tirici teoriler, nüfus patlaması kar ısında iyimser
savunucuların dü ündü ünden çok önce, yetersiz çareler durumuna dü eceklerdir. 1966
yılının ilk altı ayı içinde, Endonezya'nın Lombok adasında salyangoz ve ot yiyerek sa
kalmaya çalı an 10.000'den çok insan açlıktan ölmü tü. Birle mi Milletler eski genel
Sekreteri U Thant, Hindistan'da açlıktan ölüm tehlikesiyle kar ı kar ıya olan 20 milyon
çocuk bulundu unu açıklamı tı. Bu sayı, Zürichli Profesör Mohler'in açlı ın dünyayı
egemenli i altına alaca ı iddialarını, desteklemektedir.
Dünya yiyecek üretiminin, bütün teknik yardımlara ve kimyasal gübrelemeye ra men,
nüfus artı ıyla atba ı gidemedi i açıklanmı tır. Sa olsun, kimya do um kontrol
haplarını insanlık emrine vermi tir. Ama az geli mi ülkelerdeki kadınlar hapları
kullanmayı reddederlerse kimya ne yapsın? Oysa yiyecek üretiminin, nüfus artı ıyla aynı
düzeye gelebilmesi için do um oranının on yıl içinde yarı yarıya azaltılması
gerekmektedir. Bu akılcı çözüm yolunun gerçekle ebilece ine ne yazık ki
inanamıyorum. Çünkü ahlâk dürtülerinin ve dinsel yasaların yarattı ı önyargının «ses
duvarı», nüfus artı ına uygun bir hızla a ılamayacaktır. Her yıl milyonlarca insanı ölüme
göndermek mi, yoksa onları hiç do urmamak mı daha insanca, hatta tanrısaldır?
Aslında do um kontrolü verdi i sava ı kazansa; tarım yapılabilir alanlar geni letilse;
henüz bilinmeyen yollarla üretim iki katına çıkarılsa; balıkçılık daha fazla yiyecek
sa lasa; okyanus yataklarındaki alglardan yararlanılsa ve daha bir dolu ey yapılsa bile,
bütün çabalar korkunç sonu geciktirmekten, yüz yıl ileriye atmaktan ba ka bir i e
yaramayacaktır.
nsanın bir gün Merih'e yerle ece ine ve tıpkı Mısır'a ta ınacak Eskimoların sıcak
iklime uyum göstermesi gibi, Merih'teki ko ullara uyaca ına inanıyorum. Dev uzay
gemileriyle gidecek gezegenler torunlarımız tarafından tıpkı yakın ça larda Amerika ve
Avustralya'da oldu u gibi, kolonize edilerek oturulur hale getirileceklerdir. Bunun için
uzay ara tırmalarına a ırlık vermeliyiz.
Torunlarımıza ya ama ansı tanımak zorundayız. Bu görevini yerine getirmeyen her
ku ak, insanlı ı gelecekte açlıktan ölümle kar ı kar ıya bırakmaktadır.
Bu yalnız bilim adamını ilgilendiren soyut bir sorun de ildir. Kendini gelecek için
sorumlu tutmayanlara, uzay ara tırmalarının insanlı ı üçüncü dünya sava ından
korudu unu belirtmek isterim. Toptan yok olma tehdidi, büyük güçleri, büyük bir sava ın
e i inden döndürmemi midir? Bugün bütün A.B.D.'ni çöl haline getirmek için hiç bir Rus
askerinin Amerika'ya ayak basmasına gerek olmadı ı gibi, hiç bir Amerikan askerinin de
Rus topraklarında ölmesine gerek yoktur; çünkü tek bir atom bombası, radyoaktif etkileri
koskocaman ülkeleri ya anmaz duruma sokmaya yetmektedir. Saçma görünebilir ama
ilk kıtalararası füzeler, barı ı bir yere kadar garanti altına almı lardır.
Uzay ara tırmalarına harcanan milyarların, ülkelerin geli mesine harcanmasının
daha do ru olaca ı görüsü ikide birde öne sürülmektedir. Bu görü hatalıdır; çünkü
endüstriyel uluslar az geli mi ülkelere yalnız politik amaçlarla de il, kendi endüstrilerine
yeni pazarlar açmak için de yardım yapmaktadırlar. Bu bakımdan az geli mi ülkelere
yapılacak daha geni yardımlar daha uzun süreli görü açısından söz konusu olamazlar.
1966 yılında Hindistan'da, her biri yılda 5 kilo yiyecek tüketen 1,6 milyar fare
ya ıyordu. Devlet, sofu Hintliler fareleri korudu u için bu felâketi önleyecek hiç bir
harekette bulunamıyordu. Yine Hindistan'da ne süt veren, ne ko um hayvanı olarak
kullanılabilen, ne de kesilip yenebilen 80 milyon inek ya amaktadır. Kalkınmanın
birtakım dinsel tabularla engellendi i böyle geri kalmı ülkelerde, gelecekteki hayatı
tehlikeye sokan örf, âdet ve inanı ları silmek için birçok ku a ın gelip geçmesi
gerekecektir.
Burada da uzay ça ının gazete, radyo ve televizyon gibi haberle me araçlarına
insanları aydınlatma ve ilerletme görevi dü mektedir. Dünya küçülmü tür. Herkes birbiri
hakkında daha çok ey bilmekte ve ö renmektedir. Ulusal sınırlamaların geçmi te kalan
bir kavram olduklarını anlamak için uzay yolculuklarına ihtiyaç vardır. Bunların sonucu
olarak meydana gelen teknolojik ilerlemeler ise, insanların ve kıtaların, evrenin boyutları
kar ısındaki önemsizli inin, uzay ara tırmalarında halkların birle mesi için yerinde bir
dürtü ve te vik oldu u anlayı ı yaymakla yükümlüdürler. Her ça da insanlı ı
canlandıracak ve bilinen sorunları a arak eri ilmez görünen gerçeklere varmasını
sa layacak bir parolaya gerek duyulmu tur.
Uzak ara tırmalarının endüstri ça ında yerini sa lamla tıracak bir ba ka etken de,
bu ara tırmaların yarattı ı endüstri kollarının çe itli nedenlerle i lerini kaybetmi yüz
binlerce insanın hayatlarını kazanabilecekleri yeni bir i alanı açmı olmasıdır. «Uzay
endüstrisi», otomobil ve çelik endüstrilerini çoktan geride bırakmı tır. 4000'den fazla yeni
bulu , varlı ını uzay ara tırmalarına borçludur. Bunların hepsi de yüksek bir hedef için
yapılan ara tırmaların yan ürünleridir ve kimse kökenlerini dü ünmedi i halde, günlük
hayata girmi lerdir. Elektronik hesap makineleri, mini alıcılar, mini vericiler, radyo ve
televizyon transistorları, yeme in ya olmadı ı zaman bile yapı madı ı tavalar hep uzay
ara tırmaları sonucunda ortaya çıkmı tır. Uçaklardaki güvenlik araçları, tamamen
otomatik yer-kontrol sistemleri, otomatik pilotlar ve çok geli mi elektronik beyinler de
bilmeden, ki ilerin özel hayatlarını etkileyen bir geli me tasarısının ürünleridir. Bunların
dı ında, halkın hiç bilmedi i, mutlak bo luk içinde çalı an kaynak ve ya lama sistemleri,
foto-elektrik hücreler ve sonsuz uzaklıkları fetheden ufak enerji kaynakları da uzay
ara tırmalarının getirdi i bulu lardandır.
Uzay ara tırmalarına akan vergi selleri, vergi ödeyenlere inceleme sonuçlarını
ta ıyan bir ırmak halinde geri dönmektedirler. Herhangi bir biçimde uzay ara tırmalarına
katılmayan uluslar bu teknik devrim kar ısında ezileceklerdir. Telstar, Echo, Relay,
Trios, Mariner, Ranger ve Syncom gibi ad ve kavramlar, kar ı durulmaz ara tırmalara
giden yoldaki i aretlerdir.
Dünyanın enerji kaynakları kısıtlı oldu u için, yakın bir gelecekte uzay yolculu u çok
büyük bir önem kazanacaktır. Çünkü insan, ehirlerini aydınlatmak, evlerini ısıtmak ve
araçlarını çalı tırmak için Merih ya da ba ka gezegenlerden bölünebilir madde elde
etmek zorunda kalacaktır. Atom gücü istasyonları, daha bugünden en ucuz enerjiyi
ürettiklerine göre, endüstriyel kütle üretimi yakın bir gelecekte bu istasyonlara ba ımlı
olacaktır. Dünya bu istasyonlara gerekli bölünebilir maddeleri sa layamadı ı gün de,
ba ka gezegenlere ba vurmaktan ba ka çare kalmayacaktır. Ara tırmaların taze
sonuçları bizleri her gün sıkı tırmaktadır. Gerekli bilgilerin yava yava babadan o ula
geçirilmesi, çoktan tarihe karı mı tır. Yalnızca bir dü meye basarak çalı tırılan radyoyu
onaran teknisyen, genellikle plastik bir tabaka üzerine yerle tirilen karma ık devreler ve
transistor teknolojisi hakkında her eyi bilmek zorundadır. Kısa bir süre sonra bu
bilgisine, mikro-elektroni in ufacık parçaları konusunu da katmak durumunda kalacaktır.
Gündelikçi i çiler bile çıraklarına ö rettikleri bilgilere yenilerini katmaktadırlar.
Büyükbabalarımız zamanında belirli bir dalda usta olan ki iye, elde etti i bilgiler bir ömür
boyu yeterdi. Ancak bugünün ve yarının ustaları eski bilgilerine hiç durmadan yenilerini
eklemek zorundadırlar. Dün geçerli olan ey, yarın geçersiz olacaktır.
Milyonlarca yıl sonra da olsa, güne bir gün ölüp gidecektir. Ancak bir devlet adamı,
kafası kızıp da atomik yok etme aracını harekete geçirecek olursa, beklenen felâket çok
önceden dünya üzerine çökecektir. Ayrıca bilinmeyen ve önceden kestirilmeyen bir uzay
olayı da dünyanın sonunu getirebilir. nsan bu dü ünceye hiç bir zaman inanmak
istememi tir; birçok dinde, ruhun ölümden sonra ya ayaca ı umudunun gerçek nedeni
de bu olabilir.
Açıkçası uzay ara tırmaları insanın özgür iradesinin ürünü de il, bir iç zorlama
sonucu, gelece inin umudunu uzayda arama iste idir. Nasıl geçmi te uzaylıların
dünyamızı ziyaret ettiklerine inanıyorsam, bugün de uzayda birçok akıllı yaratı ın
ya adı ına inanıyorum. Hatta bunların bir bölümünün, bizden daha eski ve geli mi
oldu unu sanıyorum. Ancak bunların kendi çaplarında uzay ara tırmaları yaptı ını ileri
sürdü üm anda, kurgu bilim dünyasına girmi olurum; bu da benim için kafamı arı
kovanına sokmaktan farksızdır!
En azından yirmi yıldır dünyanın birçok bölgesinde «uçan daireler» görülmektedir. Bu
konudaki edebiyat onlara U.F.O. adını takmı tır. ( ngilizce’de Unidentified Flying Objects
«kimli i bilinmeyen uçan nesneler» sözlerinin kısaltılmı ı.) Ancak U.F.O.'ların heyecanlı
hikâyesine de inmeden, uzay ara tırmalarının yararlılı ı konusunda birkaç örnek daha
vermek isterim.
Uzay yolculukları için ara tırma yapmanın kazançsız bir i oldu u, ne kadar zengin
olursa olsun, hiç bir ülkenin bu ara tırmaya gerekecek parayı sa layamayaca ı söylenir.
Do rudur, tek ba ına ara tırma hiç bir zaman kazançlı olmamı tır; kazanç getiren,
ara tırmanın ürünleridir. Aslında uzay yolculu u ara tırmalarından bu günkü
a amasında kazanç ya da kendi kendini ödeme beklemek yanlı olur. Üstelik uzay
ara tırmalarının 4000 yan ürününün yatırımlara ne ölçüde kar ılık verdi ini gösterecek
herhangi bir terazileme yapılmı de ildir. Bence, ba ka ara tırma dallarında çok az
görülen bir kar ılık verdi i ku kusuzdur. Gerçek hedefine varınca da yalnız kazanç
getirmekle kalmayacak, aynı zamanda insanlı ı korkunç sondan kurtaracaktır. Bu arada,
bütün COMSAT uydu dizisinin, imdiden ticarî nitelik kazandı ını belirtmek isterim.
1967 Kasımında Der Stern öyle diyordu:
«Tıpta kullanılan hayat kurtarıcı makinelerin büyük ço unlu u Amerika'dan
gelmektedir. Bunlar atom ara tırmaları, uzay yolculukları ve askerî teknoloji
sonuçlarının, sistemli bir de erlendirmesiyle ortaya çıkan ürünlerdir. Hemen hepsi,
endüstri devleriyle, tıbbı her gün yeni zaferlere sürükleyen Amerikan hastaneleri
arasındaki soylu i birli inden do mu tur.
öyle ki, Starfighter'Iarı yapan Lockheed Company, tanınmı Mayo Clinic'le i birli ine
girerek, elektronik beyinleri temel alan yeni bir hastabakıcılık tekni ini geli tirme
yolundadır. North Amerikan Aviation yetkilileri, tıp alanından gelen önerileri göz önüne
alarak, ci erinden rahatsız olanlara kolaylıkla soluk aldırabilecek bir «Amfizem ku a ı»
üzerinde çalı maktadırlar. NASA'nın önerisiyle, uzay gemilerinde mikro-gökta larının
etkisini ölçmek için kullanılan bir makine, belirli sinir hastalıklarında çok küçük kas
kasılmalarını gösteren bir alete dönü türülmü tür.
Amerikan elektronik beyin teknolojisinin bir ba ka hayat kurtaran yan ürünü de «kalp
makinesidir.» Bugün 2000'den fazla Alman gö üslerinde bu aletle ya amaktadırlar.
Bu alet, pille çalı an bir mini jeneratörden olu makta ve deri altına yerle tirilmektedir.
Doktorlar bundan çıkan bir kabloyu, vena cavadan geçirmekte ve sa kulakçıkla
birle tirmektedirler. Böylece sürekli gelen akımla kalp ritmik hareketlerle çarpmaktadır.
Hayat makinesinin pilleri üç yıl sonunda tükenince basit bir i lemle yenilenebilmektedir.
Amerikan firması General Electric, tıp teknolojisinin bu küçük mucizesini geçen yıl
çıkarttı ı çift hızlı bir modelle daha da geli tirmi tir. Makineyi ta ıyan ki i tenis oynamak
ya da trene yeti mek için ko mak istedi inde küçük bir mıknatısı, makinenin
yerle tirildi i nokta üzerinde bir an dola tırmakta, böylece kalbi daha hızlı
çalı maktadır.»
Der Stern'in raporundaki uzay ara tırmalarının yan ürünlerini görenler artık bu
ara tırmaların yararsız oldu unu ileri sürebilirler mi?
Die Zeit'in 47 numaralı Kasım 1967 sayısında, «Ay Roketlerinden Uyarma» ba lı ı
altında unlar söyleniyordu:
«Aya yumu ak ini yapacak araçlar için geli tirilen donatımlar, araba fabrikatörleri
tarafından büyük bir ilgiyle kar ılanmı tır. Her ne kadar yolcuları bütün çarpı malardan
koruyacak türden de illerse de, kazalarda ölüm ve yaralanma oranını büyük ölçüde
azaltmaktadırlar. Uçak yapımında gitgide daha çok kullanılan «bal pete i» yastıkları,
ufak bir a ırlıkla, büyük gerilim gücü yaratmaktadırlar. Bunlar otomobil endüstrisinde de
denenmektedirler: Gaz türbiniyle çalı an Rover deneme arabasının tabanı «bal
petekleri»nden yapılmı tır.
Ara tırmanın bugünkü durumunu ve hızlı geli imini bilen bir kimse, «Bir yıldızdan
ötekine gitmek hiç bir zaman mümkün olamayacaktır» biçimindeki sözleri ho görüyle
kar ılayamaz. Günümüzün genç ku a ı, «bu imkânsızlı ın» gerçekle ti ini görecektir.
Rusların 1967'de insansız iki uzay aracını stratosferde birle tirerek ispatladıkları gibi,
çok güçlü motorları olan dev uzay gemileri yapılacaktır. Uzay ara tırmalarının bir kesimi
daha imdiden, uzay gemilerinin önüne yerle tirilerek ufak gök cisimlerini etkisiz kılacak
elektrik kemeri gibi bir koruyucu perde üzerinde çalı maktadır. Bir grup seçkin fizikçi ise,
tachyon adıyla bilinen eyleri bulup çıkarma çabasındadırlar.
Bu teorik parçacıklar, ı ıktan hızlı uçabilmektedirler ve en dü ük hız sınırlan ı ık
hızıdır. Bilim adamları tachyonların var oldu unu bilmektedirler; geriye yalnız
varlıklarının fiziksel delilini bulmak kalıyor. Bu türden deliller neutrinolar ve anti-maddeler
için bulunmu tur bile! Uzay yolculu una kar ı olanlara soralım: Binlerce insan, belki de
ça ımızın en akıllı adamlarının de erli zamanlarını ve güçlerini basit ütopya ya da hedef
için harcadıklarına inanıyorlar mı?
imdi de ciddîye alınmama tehlikesine aldırmadan UFO'lardan söz edeyim.
UFO'lar Amerika'da, Filipinler'de, Batı Almanya'da ve Meksika'da görülmü lerdi. UFO
gördü ünü ileri sürenlerin %98'inin meteoroloji balonu, im ek, garip bulut olu umları,
yeni tür uçaklar, hatta afakta görülen garip ı ık ve gölge oyunları gördüklerini kabul
edelim. Ku kusuz bunların bir bölümü de toplu heyecanın kurbanlarıydı. Ortada olmayan
bir eyi gördüklerini ileri sürüyorlardı. Bu arada kendinden söz ettirmeye meraklı olanlar
da bo durmayarak, basında türlü türlü haberler çıkarttırıyorlardı. Bütün bu kafadan
çatlakları, yalancıları, isterikleri, ün dü künlerini dikkate almazsak, geriye, içlerinde
görevleri gere i gök olaylarına alı ık ki iler bulunan geni bir gözlemciler grubu kalıyor.
Basit bir ev kadını, bir çiftçinin dü tü ü yanılmaya dü ebilir ama tecrübeli bir uçak pilotu
UFO görürse, i in içinde bir i oldu u ortaya çıkar. Çünkü bir uçak pilotu seraplara,
im eklere, meteoroloji balonlarına v.b. alı ıktır. Bütün duyularının tepkileri; özellikle
kusursuz gözleri her an denetlenir; uçu tan birkaç saat öncesinden, uçu sonuna kadar
alkol almasına izin verilmez. Üstelik bir pilot hiç bir zaman saçma sapan eyler
söylemeye yana maz, çünkü çok iyi ücret aldı ı i ini çok kolaylıkla kaybedebilir. Bu
durumda birçok pilot (hava kuvvetlerinde görevliler dâhil) aynı hikâyeyi anlatırsa,
dinleme zorunlulu u do ar.
Ben, UFO'ların ne olduklarını bilmiyorum. Bunların bilinmeyen akıllı yaratıklara ait
uçan nesneler olduklarını da söylemiyorum. Ancak bu görü e kar ı çıkılabilece ini
sanmıyorum. Dünyanın dört bir tarafına yaptı ım geziler sırasında, ne yazık ki hiç bir
UFO'ya rastlamadım. Bununla birlikte, belgeleri olan, do rulanmı olayları aktarabilirim:
5 ubat 1965 günü Amerika Savunma Bakanlı ı, iki radar görevlisinin raporunu
incelemek üzere bir Özel UFO Bölümü kuruldu unu açıkladı. 29 Ocak 1965 günü bu iki
görevli, Maryland Askerî Havaalanının radarında kimli i bilinmeyen iki uçan nesne
görmü lerdi. Bu nesneler havaalanına saatte 4350 mil gibi korkunç bir hızla güney
yönünden yakla mı lar, alanın 30 mil yukarısında keskin bir dönü yaparak radar
menzilinden çıkmı ve kaybolmu lardı.
3 Mayıs 1964'te içlerinde üç de meteoroloji uzmanı bulunan birçok Canberrali
(Avustralya) sabahın erken bir saatinde, gökyüzünü kuzeydo u yönünde a an büyük ve
parlak bir uçan nesne gözlemi lerdi. Görgü tanıkları daha sonra, NASA yetkililerine
« ey»in nasıl taklalar attı ını ve küçük bir nesnenin nasıl ona yakla tı ını anlatmı lardı.
Küçük nesne parlak kırmızı bir ı ık çıkararak gözden kaybolmu , büyük « ey» ise
kuzeydo u yönünde uzakla mı tı. Meteoroloji uzmanlarından biri, «Bugüne kadar bu
UFO hikâyeleriyle hep alay etmi tim. Ne söyleyece im imdi?» demi ti.
23 Kasım 1953'te Michigan'daki Kinross Hava Üssü'nün radarında kimli i
belirlenemeyen bir uçan nesne görülmü ; ve o sırada F-86 uça ıyla talim uçu u yapan
Uçu Te meni R. Wilson'a nesneyi izleme izni verilmi ti. Radar merkezindeki bütün
görevliler Wilson'un kimli i belirlenemeyen nesneyi 160 mil kadar kovalamasını
gözlemi lerdi. Birden iki uçan gövde, ekranda içice gelmi ve Te men Wilson'a yapılan
bütün radyo ça rıları kar ılıksız kalmı tı.
Olayı izleyen günlerde, olayın geçti i her yer arama birliklerince karı karı taranmı .
Superior gölünde ya izleri bulmak umuduyla aralıksız ara tırmalar yapılmı tı. Ancak hiç
bir ey bulunamamı tı. Uçu Te meni R. Wilson ve uça ından kesinlikle hiç bir iz yoktu!
13 Eylül 1965 gecesi saat bir dolaylarında Polis Çavu u Eugene Bertrand, Exeter
(New-Hampshire, A.B.D.) yakınlarındaki bir geçitte, arabasının direksiyonu ba ında
çıldırmı gibi oturan bir kadına rastladı. Kadın daha ileriye gitmeyece ini, çünkü kırmızı
ı ıklar saçan dev gibi bir eyin kendisini 101 numaralı yola kadar kovaladı ını, sonra da
ormana dalıp kayboldu unu söylüyordu.
Orta ya lı polis memuru, kadının biraz deli oldu unu dü ündü ve üstünde durmadı.
Az sonra arabasının telsizinden derhal merkeze gelmesi bildirildi. Merkezde meslekta ı
Gene Tolland, genç bir adamın parlak kırmızı ı ıklar saçan bir nesneden kaçtı ını
söyledi ini anlattı.
ki arkada , birkaç polis memuru daha alarak arabalarıyla devriye gezisine çıktılar.
Bu aptalca hikâyenin mantıklı bir açıklamasını buluruz umuduyla iki saat kadar çevreyi
ara tırdılar; herhangi bir ola anüstülü e rastlamayınca dönmeye karar verdiler. Altı atın
durdu u bir çayırlıktan geçerlerken, birden atlar çıldırmı çasına kaçmaya ba ladılar.
Hemen ardından ortalı ı kıpkırmızı bir ı ık kapladı. Genç bir polis memuru kendini
tutamayarak; «Orada! Oraya bakın!» diye ba ırdı. Gerçekten de ate saçan kırmızı bir
nesne, a ır a ır ve gürültü çıkarmadan arabanın üstüne do ru geliyordu. Hem de
a açların üstünden, yani uçarak! Bertrand hemen telsize sarılarak merkezi aradı ve
Tolland'a nesneyi kendi gözleriyle gördü ünü söyledi. O arada yol kenarındaki çiftlik ve
kom u tepeler de kırmızı bir ı ıkla kaplanmı ti. Yanlarında ikinci bir polis arabası dürdü.
çinden çıkan memur;
«Allah kahretsin!» diye ba ırdı, «Tolland'a ba ırmanı i ittim telsizde. Delirdi inizi
sandım, fakat una bak!»
Esrarengiz olayın soru turması sırasında elli sekiz ki inin ifadesi alındı. Aralarında
meteoroloji uzmanları ve Kıyı Koruma görevlileri, ba ka bir deyi le bir meteoroloji
balonunu helikopterden ya da bir uyduyu bir uça ın ı ıklarından ayırabilecek güvenilir
gözlemciler de vardı. Ortaya çıkan raporda birtakım beyanlar vardı, ama kimli i
belirlenemeyen uçan nesne hakkında hiç bir açıklama yoktu.
5 Mayıs 1967'de Marliens (Cote d'Or) Belediye Ba kanı Ban Malliotte, yoldan 650
metre içerdeki bir yonca tarlasında, garip bir deli e rastladı. Delik be metre çapında, 30
santim derinli inde bir daireydi. Dairenin her yanından 10 santim derinli inde ince yollar
çıkıyordu. Yolların bitti i yerlerde ise 35 santim derinli inde delikler göze çarpıyordu.
Topra a a ır bir metal parmaklık bastırılmı gibiydi. Bunlardan da a ırtıcı olarak, gerek
deliklerde, gerekse yollarda morumsu beyaz bir toz vardı. Marliens dolaylarındaki bu
tarlayı kendi gözlerimle gördüm. O izleri hayaletler bırakmı olamazdı!
Bu olaydan ne gibi sonuçlar çıkarmalıyız? Birçok insanın -bazen büyük gizli
toplumların- apaçık gördükleri olaylar kar ısında, gerçekçili e sı mayan tutumlara
girmeleri üzücüdür. Bu insanların birtakım önyargıları yüzünden, ciddî bilginler, gülünç
olma korkusuyla gerçekleri incelemekten kaçınmaktadırlar.
6 Kasım 1967 günü Alman Televizyonu 2. programında yer alan «Uzaydan saldırılar
mı?» konulu konu mada, bir Lufthansa uça ının kaptan pilotu, kendisinin ve dört
arkada ının görgü tanı ı oldukları bir olayı anlattı. 15 ubat 1967 günü, San
Francisco'ya ini ten on, on be dakika önce, uçaklarının çok yakınında 10 metre
çapında, çok parlak ı ıklar saçan bir nesne görülmü ve bir süre birlikte uçmu lardı.
Gözlemlerini Colorado Üniversitesine göndermi ler, ancak Üniversite yetkilileri ba kaca
bir açıklama bulamadıklarından, pilotların gördü ü uçan nesnenin, atılan bir uydudan
kopan bir parça olduklarını açıklamı lardı. Kaptan pilot, bir milyon millik uçu
tecrübesinden sonra ne kendisinin, ne de meslekta larının, dü mekte olan metal'in
çeyrek saat havada asılı kalabilece ine ve uça ın hızına uyarak uçabilece ine
inanamadıklarını belirtti. Üstelik yanlarında uçmu olan UFO yerden de üç çeyrek saat
gözlenebilmi ti. Kaptan pilot hiç de hayalperest bir adam izlenimi vermiyordu...
21 ve 23 Kasım 1967 tarihli Die Suddeutsche Zeitung'lardan iki haber:
«Belgrat (Özel muhabirimizden)
Son birkaç gün içinde güneydo u Avrupa'nın de i ik bölgelerinde, kimli i bilinmeyen
uçan nesneler (UFO'lar) görülmü tür. Hafta sonunda Agramlı bir amatör astronom bu
parlak gök nesnelerinden üçünün resmini çekmeyi ba armı tır. Ancak uzmanlar,
Yugoslav gazetelerinin ba sayfalarını kaplayan bu foto raflar hakkındaki görü lerini
açıklaya dursunlar, Montenegro'nun da lık bölgelerinden yeni UFO'ların görüldü ü
bildirilmi tir. O dolaylarda çıkan orman yangınlarına UFO'ların yol açtı ı ileri
sürülmektedir. Özelikle vangrad köyü sakinleri, son birkaç gündür her ak am ı ıklar
saçan çok garip uçan nesneler görüldü ünü söylemektedirler. Yetkililer o dolaylarda
gerçekten birkaç orman yangınının ba gösterdi ini, ancak bunlardan hiç birine neyin yol
açtı ının anla ılmadı ını açıklamı lardır.»
«Sofya (UPI)
Bulgaristan'ın ba kenti Sofya üzerinde bir UFO görülmü tür. Bulgar Haber Ajansı
BTA'nın bildirdi ine göre, UFO çıplak gözle de görülmü tür. BTA, uçan gövdenin önce
güne yuvarla ından büyük oldu unu, sonra trapez biçimi aldı ını belirtmektedir.
Sofya'da teleskoplarla da gözlenen nesnenin güçlü ı ınlar yaydı ı bildirilmektedir. Bulgar
Hidroloji ve Meteoroloji Enstitüsü, uçan gövdenin kendi gücü ile hareket etti ini ve
yerden 29 kilometre yukarıda uçtu unu açıklamı tır.»
1967 sonbaharında yapılan 7. Uluslararası UFO Ara tırmacıları Dünya Kongresinde,
«Uzay yolculu unun babası» olarak bilinen Wernher von Braun'ın ö retmeni, Profesör
Hermann Oberth, UFO'ların hâlâ bilim dı ı bir sorun olduklarını, ancak bunların
«bilinmeyen dünyaların uzay gemileri» olabileceklerini söyledi «Kuskusuz bu gemileri
kullanan ve yapanlar bizden kültürel açıdan çok ileri kimselerdir. Olayları yeterince
de erlendirecek olursak onlardan çok ey ö renebiliriz.»
Dünya'daki roket geli melerinde büyük katkısı olan Oberth, güne sisteminde bile,
bizim anladı ımız biçimde hayat için, gerekli ko ulların var oldu u gezegenler
bulunabilece ini söylemektedir. Kendisi de bilim ara tırmacısı olan Oberth, ciddî bilim
adamlarının da, ba langıçta hayalî gibi görünen sorunlarla u ra malarını istemektedir.
«Bilginler doymu kaz gibidirler; yeni dü ünceleri hemen budalaca diye niteleyerek
kafalarını sokmazlar.»
17 Aralık 1967'de ' kinci Dü ünceler' ba lı ı altında Die Zeit öyle diyordu:
«Ruslar yıllardır batıdaki uçan daire heyecanıyla alay edip durmu lardı. Bu
yakınlarda Pravda'da böyle garip gök araçlarının var olamayaca ını belirten resmî bir
yalanlama çıkmı tı. imdiyse Hava Kuvvetleri Generallerinden Anatolyi Stolyakov, bütün
UFO raporlarını inceleyecek bir komiteye ba kan atanmı tır. Bu durumla ilgili olarak
Times gazetesi unları yazmaktadır: 'UFO'lar ister toplu hayallerin ürünü olsun, ister
Venüslü ziyaretçiler oldukları ileri sürülsün, isterse tanrısal bir uyarma olarak kabul
edilsinler; haklarında mutlaka bir açıklama olmalıdır; yoksa Ruslar hiç bir zaman bir
Soru turma Komisyonu kurmazlardı.»
30 Haziran 1908 sabahı saat 07:17'de Sibirya'da görülen olay, 'uzaydan gelen
nesneler' konusunda en ilginç olanıdır. Trans-Siberian Demiryolu'nun yolcuları güneyden
kuzeye do ru kayan bir ate
topu görmü lerdi. Bu parlak kütlenin stepte
kaybolmasından az sonra gök gürültüsünü andıran korkunç bir ses treni sarsmı ,
ardından kesintisiz patlamalar duyulmaya ba lamı tı. Dünya üzerindeki Sismograf
istasyonları hatırı sayılır bir yer sarsıntısı kaydetmi ler, olayın merkezinden 885
kilometre uzaktaki Irkuts'taki sismografın i nesi bir saat boyunca durmadan titremi ti.
Gürültü ise yarıçapı 1000 kilometreyi a kın bir alanda duyulmu tu. Sürülerle ren geyi i
ölmü , göçebeler çadırlarıyla birlikte gö e uçmu lardı.
Görgü tanıklarının ifadelerinin toplanmasına ancak 1921'de o da Profesör Kulik'in ön
ayak olmasıyla ba landı. Kulik ayrıca Taiga'nın bu seyrek nüfuslu bölgesine yapılacak
bir ara tırma gezisi için de para toplamayı ba ardı. 1927'de Tunguska'ya varan bilim
adamları dev bir gökta ının yarattı ı bir kraterle kar ıla acaklarına inanıyorlardı. Ancak
olayın geçti i bölgeye varınca yanıldıklarını anladılar. Patlamanın merkezinden 60
kilometre kadar uzaktan ba lamak üzere hiç bir a acın tepesi yoktu. Merkeze
yakla tıkça çevre daha da çorakla ıyordu. Merkezde ise bütün a açlar, telgraf direkleri
gibi yontulmu , en iri a açlar dı a do ru parçalanmı lardı. Daha kuzeye ilerleyen bilim
adamları, her yanda geni çapta bir yangının izlerine rastlayınca, bölgede korkunç bir
patlama oldu u kanısına vardılar. Bataklık toprakta, türlü boylarda deliklerle
kar ıla ınca, gökta larından ku kulanarak topra ı kazdılar. Ancak hiç bir kalıntı yoktu;
ne bir demir, ne bir nikel ne de bir ta parçası... Ara tırmaya iki yıl sonra daha büyük
delme araçları ve geli tirilmi teknik araçlarla devam edildi. Ancak 35 metre derinli e
kadar kazıldıysa da, hiç bir gökta ı kalıntısı bulunamadı.
1961 ve 1963 yıllarında Sovyet Bilimler Akademisi Tunguska'ya iki ara tırma ekibi
daha gönderdi. 1963'teki ekibe jeofizikçi Solotov önderlik ediyordu. Bu sefer en modern
teknik araçlarla donatılmı bilim adamları, Sibirya patlamasının nükleer bir patlama
oldu u sonucuna vardılar.
Bir patlamaya yol açan belirli fiziksel büyüklük oranları bilinirse, o patlamanın türü de
ortaya çıkar. Tunguska patlamasında çok büyük ı ın enerjisi saçıldı ı biliniyordu. Bilim
adamları patlama merkezinden 17,5 kilometre ötede bile radyasyon etkisiyle kavrulmu
a açlar bulmu lardı. Ancak ya bir a acın ate alabilmesi için santimetre karesine 70 ile
100 kalori arasında ı ın enerjisi dü mesi gerekiyordu. Zaten patlamanın im e i
öylesine parlaktı ki, uzun süre, 199,5 kilometre uzakta bile ikinci gölgeler yaratmaya
devam etmi ti.
Bu ölçümlerden yararlanılarak patlamada ortaya çıkan ı ın enerjisinin 2,8 x 1023 erg
dolaylarında oldu u hesaplandı. (Açıklayayım: Bilimlerde erg, 'i in ölçüsüdür.' 1 gram
kütlesi olan bir böcek, 1 santimetre yüksekli inde bir duvara tırmanırken 981 erg
de erinde güç ortaya koyar.)
Ara tırmacılar 17,5 kilometrelik alan içindeki a açların küçüklü büyüklü dallarının
karbonize oldu unu görmü lerdi. Bu da anî bir ısınmanın söz konusu oldu unu
gösteriyordu. Yani dallardaki karbonla ma, bir orman yangını de il, bir patlama sonucu
ortaya çıkmı tı! Üstelik karbonla manın görüldü ü a açlar, ı ı ın süzülmesine engel
olacak gölgelerin bulunmadı ı yerlerdeydi. Böylece a açların radyasyona hedef
oldukları kesinlik kazandı. Bütün bu etkilerin bir araya toplanması, 1023 erglik bir enerji
olu turuyordu. Bu enerji 10 megatonluk bir atom bombasının yok edici gücüne e itti.
Yani:
100.000.000.000.000.000.000.000 erg!
Bütün incelemeler bir nükleer patlamanın söz konusu oldu unu gösteriyor, kuyruklu
yıldız çarpması, ya da gökta ı dü mesi gibi iddiaları temelden çürütüyordu.
1908 nükleer patlaması için ne gibi açıklamalar yapılmı tı?
1964 Martında Leningrad gazetelerinden Svesda'da, Cygnus takımyıldızındaki
gezegenlerden birinde ya ayan akıllı yaratıkların, dünyayla ili ki kurmak istedikleri ileri
sürüldü. ddiayı savunan Genrich Altov ve Valentina uraleva, Sibirya'daki patlamanın,
1853 yılında Hint okyanusundaki Krakatoa Yanarda ının indifası sırasında uzaya
da ılan, çok güçlü ve yo un radyo dalgalarına bir kar ılık oldu unu belirtiyorlardı. Uzak
yıldızlardaki varlıklar, bu radyo dalgalarını uzaydan gelen sinyaller olarak
de erlendirmi ler ve gerekti inden çok güçlü bir Laser ı ınını dünyaya yöneltmi lerdi.
I ın, Sibirya üstlerinde atmosfere çarpınca maddeye dönü mü tü. Bu açıklamayı, biraz
zorlanarak hazırlanmı izlenimi verdi i için kabul edemiyorum.
Olayı anti-maddenin topra a çarpmasıyla açıklamak isteyen teoriyi de kabul
edemiyorum. Uzayın derinliklerinde anti-madde bulundu una kesinlikle inanıyorsam da,
Tunguska'da izine rastlanabilece ini sanmıyorum; çünkü maddeyle anti-maddenin
çarpı ması, ikisinin de yok olmasıyla sonuçlanır. Üstelik bir anti-madde parçasının
dünyaya kadar maddeyle çarpı madan gelebilmesi çok uzak bir ihtimaldir.
Ben, nükleer patlamanın, bilinmeyen bir uzay gemisinin enerji pilinin patlaması
sonucu ortaya çıktı ını ileri sürenlerin görü üne katılıyorum. Garip bir görü mü? Belki,
ama hiç olmazsa imkânsız de il.
Tunguska gökta ı hakkında raflar dolusu kitap vardır. Ancak en önemli bilgilerden
biri, patlama merkezindeki radyoaktivitenin, bugün bile, ba ka yerlerde oldu undan iki
kere fazla oldu udur. A açların ve ya çemberlerinin dikkatlice incelenmesi,
radyoaktivitenin 1908'den sonra gözle görülür biçimde arttı ını do rulamaktadır.
Bu olay -ve ba kaları- hakkında tek ve kesin bir bilimsel delil ortaya konuncaya kadar
hiç kimsenin, hem de neden göstermeksizin birtakım açıklamaları reddetmeye hakkı
yoktur. Güne sistemimizdeki gezegenler hakkında bildiklerimiz çok kolay anla ılır
türdendir. Bizim anladı ımız biçimde hayat, o da kısıtlı miktarlarda; yalnızca Merih'te
geli ebilir. nsan, hayatı kendi aklının yarattı ı teorik bir sınıra hapsetmi tir. Bu sınırın
adı ekosferdir. Güne sistemimizde yalnız Dünya, Venüs ve Merih ekosferin sınırına
girerler. Bununla birlikte hayatın, yalnız bizim anladı ımız biçimde olmayaca ını,
bilinmeyen hayat türlerinin geli mek için bamba ka ko ullar arayabilece ini
unutmayalım. 1962 yılına kadar Venüs'te hayat oldu una inanılıyordu. Mariner ll'nin
Venüs'e 33.789 kilometre yakla arak yolladı ı bilgiler bu gezegeni de kural dı ı bıraktı.
Mariner ll'den gelen raporlar, Venüs'ün aydınlık ve karanlık yanlarındaki yüzey
ısısının 420 derece santigrat oldu unu bildiriyordu. Böyle bir ısıda su bulunması
imkânsızdı; ancak erimi metallerden olu an gölcükler bulunabilirdi. Böylece Venüs'ü
Dünya'nın ikiz karde i olarak niteleyen dü ünce de, kökten yıkılmı oldu. Bununla
birlikte, yüzeyde bulunan karbonla karı ık hidrojenin her türlü bakteri için yeti me ortamı
olabilece i inancı yerle ti. Yakın zamanlara kadar bilginler Merih'te hayat olmasının
dü ünülemeyece ini ileri sürüyorlardı. Ne var ki bir süredir bu iddia 'zorlukla
dü ünülebilir' biçimini almı tır, çünkü Mariner IV'ün ba arılı Merih seferi, istesek de
istemesek de Merih'te hayat olabilece ini ortaya koymu tu. Hatta kom umuz Merih'in
sayısız bin yıl önce bir uygarlık barındırmı olması bile mümkündür. Her durumda da
Merih'in ayı olan Phobos özel bir dikkat ve inceleme gerektirir.
Merih'in iki ayı vardır: Phobos ve Deimos (Yunanca anlamları Korku ve Deh ettir).
Bunlar, Amerikan astronomi uzmanı Asaph Hail tarafından 1877'de ke fedilmeden önce
de biliniyorlardı. 1610 yıllarında Johannes Kepler, Merih'in yanında iki uydu
bulundu undan ku ku duyuyordu. Capucine rahibi Schyrl, Merih aylarını bir iki yıl daha
önce gördü ünü ileri sürmü tü, ancak yanılmı olmalıydı, çünkü ça ının optik araçlarıyla
Merih'in çok ufak uydularını görmesine imkân yoktu. Jonathan Swift, «Gülliver'in
Seyahatlerinin üçüncü bölümünü olu turan «Laputa ve Japonya'ya bir Seyahat» adlı
kitabında, Merih aylarını akıl almaz biçimde anlatır, üstelik büyüklüklerini ve
yörüngelerini de verir. Bu parça üçüncü bölümden alınmadır:
«(Laputa astronomları) zamanlarının büyük kısmını bizimkinden kat kat üstün
teleskoplar yardımıyla gök cisimlerini incelemekle geçiriyorlar. En büyük teleskoplarının
boyu bir metreyi a mıyorsa da, bizim metrelerce uzunluktaki teleskoplarımızdan daha
çok büyütüyor ve yıldızları daha temiz gösteriyor. Bu avantaj onlara Avrupalı
astronomlardan daha çok ey ke fetmelerini sa lıyor. 10.000 yıldızlık bir katalog
yapmı lar, oysa bizim en büyük katalogumuzda en çok bu sayının üçte biri kadar yıldız
kayıtlı. Aynı ekilde Merih'in çevresinde dönen iki uydu ke fetmi ler. Bunlardan içeride
olanı, asıl gezegenin merkezinden üç çap, dı arıda olanı ise be çap uzaklıkta. Birincisi
Merih çevresindeki turunu on, ikincisi yirmi bir buçuk saatte tamamlıyor; öyle ki dönme
sürelerinin karesi, Merih'in merkezinden olan uzaklıkların küpüyle orantılı oluyor. Bu da
onların, öteki gök cisimlerinde görülen yerçekimi yasalarının tıpkısına sahip olduklarını
gösteriyor.»
Swift, kendisinden tam 150 yıl sonra ke fedilmi olan Merih uydularını nasıl
anlatabilir? Birtakım astronomlar, Swift'ten de önce Merih'in uyduları olabilece ini tahmin
ediyorlardı. Ancak tahmin bu ölçüde kesin bilgiler vermek için yeterli olamaz. Swift'in bu
bilgiyi nereden elde etti ini bilmiyoruz.
Gerçekten de bu uydular, güne sistemimizdeki uyduların en küçük ve en garibidirler.
kisi de Ekvator'un üstünde, hemen hemen daire biçimi bir yörünge izlerler. E er bizim
ay'ımız kadar ı ık yansıtıyorlarsa, Phobos'un 16 kilometre, Deimos'un da yalnızca 8
kilometrelik bir çapı olmalıdır. Ama e er yapmaysalar ve daha çok ı ık yansıtıyorlarsa,
bu ölçülerden de küçük olmalıdırlar. Güne sistemimizde, ana gezegenden daha hızlı
dönen tek uydular bunlardır. Merih'in dönü üne göre, Phobos bir Merih gününde iki tur
yaparken, Deimos gezegenden biraz daha hızlı döner.
Birçok astronom Merih aylarının, Merih'in çekim alanına kapılan ba ıbo uzay
parçaları olabilece ini dü ündü ü için, planetoidler teorisi do du. Ancak iki uydunun da
ekvator üzerinde ve aynı yörüngede uçmaları, bu teoriyi savunulamaz duruma dü ürür.
Uzaydan gelen bir parça, bir rastlantı sonucu bu durumu alabilir, ama ikisi birden almı
olamaz. Son ölçümler modern uydu teorisini ortaya koydu:
Ünlü Amerikan astronomi bilgini Carl Sagan ve Rus bilim adamı lovski, 1966'da
yayımladıkları «Uzaydaki Akıllı Hayat» adlı kitapta, uydu Phobos'un yapma bir uydu
oldu unu kabul ederler. Sagan bir dizi ölçüm yaparak Phobos'un içi oyuk bir uydu
oldu u sonucuna varmı tır ve içi oyuk bir uydu do al olamaz.
Gerçekten de Phobos'un yörüngesindeki gariplik, görünü teki kütlesiyle hiç bir
benzerlik göstermemekte; tersine, içi oyuk gövdelerin yörüngesine benzemektedir.
Moskova Stenberg Enstitüsü Radyo-Astronomi Bölümü yöneticisi lovski, Phobosltaki
normal olmayan, garip bir hızlanma gözledikten sonra aynı sonuca varmı tır. Bu
hızlanma, bizim yapma uydularımızda görülen hızlanmaya çok benzemektedir.
Günümüzde Sagan ve lovski'nin kuramları, birçok insan tarafından ciddîye
alınmaktadır. Amerikalılar, Merih uydularını dünyaya ta ıyacak yeni roketler
tasarlamaktadırlar. Ruslar da önümüzdeki yıllarda Merih uydularını birçok
gözlemevinden inceleyeceklerdir.
Do u ve batıdaki birçok bilim adamının destekledi i, bir zamanlar Merih'te geli mi
bir uygarlık oldu u görü ü do ruysa, aynı uygarlı ın bugün neden var olmadı ı sorusu
ortaya çıkar. Merih'teki akıllı yaratıklar yeni bir ortam aramak zorunda mı kalmı lardı?
Gün geçtikçe daha çok oksijen kaybeden gezegenleri onlara yerle ecek yenidünyalar
aramaya mı zorlamı tı? Uygarlıkların yıkılmasına bir uzay felâketi mi neden olmu tu?
Son olarak da, Merihlilerin bir bölümü kom u gezegenlerden birine kaçmayı ba armı lar
mıydı? Dr. Emanuel Velikovski, 1950'de yayınlanan ve bilim çevrelerinde hâlâ tartı ılan
«Çarpı an Dünyalar» adlı kitabında, dev bir kuyruklu yıldızın Merih'e çarptı ını ve bu
çarpı ma sonunda Venüs'ün ortaya çıktı ını öne sürmü tü. Venüs'te yüksek bir yüzey
ısısı, karbonla karı ık hidrojenden olu mu bulutlar ve düzensiz bir dönü bulundu u
takdirde, teorisi ispatlanacaktı. Az önce sözünü etti im Mariner ll'den gelen bilgiler,
Velikovski'nin teorisini do rulamaktaydı. Venüs, «tersine» dönen tek gezegendi; yani
Merkür, Dünya, Merih, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ün uydu u güne sistemi
kurallarına uymuyordu.
E er Merih gezegenindeki uygarlı ın yok olmasına, uzayla ilgili bir felâket yol açtıysa,
dünyamızın geçmi te uzaydan birtakım ziyaretçileri a ırladı ını ileri süren teorime
de erli malzemeler sa lanır. O durumda Merihli devlerin dünyaya kaçıp, orada
rastladıkları yarı-akıllı yaratıklarla çiftle erek 'homo sapiens'i ortaya çıkartmaları imkân
dâhiline girer. Merih'teki yerçekimi dünyadaki kadar güçlü olmadı ı için Merihlilerin
bizlerden daha a ır ve iri yaratıklar olmaları gerekir. Böyle olunca da, destanlarda, kutsal
kitaplarda sözü edilen gökten gelen devlerin, kocaman ta ları oradan oraya ta ıyanların,
dünyada henüz bilinmeyen sanatları ö retenlerin gerçek yüzü ortaya çıkmı olur.
Bir dolu ey hakkında çok az ey biliyoruz. Çözümlenebilecek bütün bilmecelere bir
kar ılık bulunana kadar, « nsan ve Bilinmeyen akıllılar» konusu, ara tırmacıların
defterinde kalacaktır.
ON
B R NC
ARA TIRMALAR
BÖLÜM:
DO RUDAN
HABERLE ME
ÇN
N SAN 1960’ta West Virginia'nın sakin U\J vadilerinden birinde, bir deney ba latıldı.
Green Bank'taki büyük radyo teleskop, 11,8 ı ık yılı uzaklıktaki Tau-Ceti yıldızına
yöneltilmi ti. Genç ve ünlü Amerikan astronomi bilgini Dr. Frank Drake, uzaydaki
bilinmeyen akıllılarla ili ki kurabilmek için radyo sinyallerinden yararlanmayı amaçlayan
bu tasarının önderli ini yapıyordu. lk deneyler dizisi 150 saat sürdü ve ba arısızlıkla
sonuçlanmasına ra men, tarihe OZMA tasarısı olarak geçti. Deneylerin kesilme nedeni,
deneyde görev alan bilim adamlarından bir bölümünün, uzayda radyo iletimi olmadı ını
ileri sürmesinden çok, o günlerde istenen hedefe ula acak güçte aletlerin
bulunmamasıydı. OZMA, türünün tek denemesi olarak kalmayacaktır. Pek yakında ayın
yüzeyine, yıldızlar arasında büyük uzaklıkları tarayarak radyo sinyalleri yakalamaya
çalı acak radyo teleskoplar dikilecektir.
Uzayda radyo sinyalleri aramaktansa, uzaya radyo sinyali göndermek daha yararlı
olmaz mı? Bununla birlikte bilinmeyen akıllı yaratıkların Rusça, spanyolca, ya da
ngilizce anlamalarını bekleyemeyiz.
Bu durumda varlı ımızı bildirebilmek için üç yol kalıyor: Matematik semboller, Lazer
ı ınları ve resimler. Bunlardan birincisi en çok ba arılı olma e iliminde. Ancak uzaya bu
çe it semboller göndermek için galaksiler arası dalga uzunlukları bulmamız gerekiyor.
Hidrojen atomlarının çarpı masından do an 1420 megahertzlik frekans bu i için en
uygun olanıdır. Çünkü hidrojen bir elemandır ve uzayda tanınma ansı çok yüksektir.
Üstelik 1420 megahertz, dünya atmosferindeki kalabalık radyo dalgalarının dı ında kalır;
böylece yanlı lık ve karı ma ihtimalleri ortadan kalkmı olur. Bu yolla da, uzaylı
yaratıklara kadar rahatlıkla ula abilecek ve onlarca tanınabilecek bir sinyal elde edilir.
Bu konuyla ilgili olarak, 22.12.1967 tarihli Die Zeit'da «Ay, ı ınlarla bombardıman
edilecek!» ba lı ı altında çıkan haber çok ilginçtir:
«Ayın dünyaya olan uzaklı ı hemen hemen kesin olarak bilinmekteyse de, astronomi
uzmanları tatmin olmamaktadırlar. Bundan dolayı aya inecek ilk astronotlar yanlarında
aynalar götürecek ve bunları ayın yüzeyine yerle tireceklerdir. Bu aynalar birbirine dik
açılı olan üç yansıtıcıdan olu acaklar ve kendilerine yöneltilen her ı ı ı, kayna ına
yansıtabileceklerdir.
Bu ayna sistemi saniyenin yüz milyonda biri kadarlık sürelerle çıkan bir Lazer
im e iyle bombardıman edeceklerdir. Lazer ı ını 1,50 metrelik bir açıklı ı olan bir
teleskopla birlikte kullanılacak, aydan geri dönen ı ınlar bu teleskop tarafından alınarak
bir fotokopi aracına iletileceklerdir.
Böylece ı ınların gidip gelme süresinden yararlanılarak ayın uzaklı ı çok yakın bir
biçimde bulunacaktır.»
Aynı türden bir ey tersine dü ünülebilir. Yani birtakım uzaylı yaratıklar varlıklarını
ba kalarına bildirme çabalarına giri mi olabilirler. öyle ki, CTA 102'nin radyasyon
enerjisi, 1964 sonbaharında ansızın artmı tı. Bunun üzerine Rus astronomi bilginleri,
dünyanın belki de çok geli mi bir uygarlıktan sinyaller aldı ını açıklamı lardı. CTA 102
yıldızı, California Institute of Technology'nin radyo astronomları tarafından 102
numarayla kayıtlandı ı için bu adı almı tı.
Astronomi bilgini olomitski, 13 Nisan 1965 günü Moskova Stenberg Enstitüsünde
yaptı ı konu mada unları söylemi ti:
«1964 Eylülünün sonunda ve ekiminin basında, CTA 102'den gelen radyasyon
enerjisi çok fazlala mı , ancak bir süre sonra yeniden normale dönmü tü. Yılsonuna
do ru kayna ın gücü yine ansızın yükseldi, ilk kaydı dü ürmemizden tam 100 gün sonra
ikinci bir doru a vardı.»
olomitski'nin efi Profesör Slovski de radyasyonda bu tür dalgalanmaların normal
olmadı ını eklemi ti.
Bu sırada Hollandalı astrofizikçi Maarten Schmidt, kesin ölçülere dayanarak, CTA
102'nin dünyadan 10 milyar ı ık yılı uzakta oldu unu ortaya koymu tu. Bu durumda akıllı
yaratıkların yolladı ı radyo ı ınları 10 milyar yıl önce yola çıkmı oluyordu. Ancak
günümüzün son hesapları, dünyanın o zamanlarda var olmadı ını gösteriyordu. Bu
anlayı uzaydaki ba ka hayatların ara tırılması i lemi için bir bakıma bitirme vuru uydu.
Bununla birlikte uzayda hayat arama, hiç bir ba arı ansına sahip olmasaydı,
Amerika Rusya, Jodrell Bank ve Almanya'daki Stockert astrofizikçileri, ara tırmalarını
kocaman
yöneltme
antenleriyle
radyo
yıldızlar
ve
kazarlar
üzerinde
yo unla tıramazlardı. Epsilon-Eridiani ve Tau-Ceti yıldızları bizden 10,2 ve 11,8 ı ık yılı
uzaktadırlar. Yani bu 'kom ularımıza' yollanacak radyo dalgaları 11 yılda hedefe varabilir
ve 22 yıl içinde bir kar ılık almamız sa lanabilir. Daha uzaktaki yıldızlarla radyo dalgaları
aracılı ıyla haberle me, aynı oranda daha uzun süreler gerektirir. Milyonlarca ı ık yılı
uzaklıkta kurulmu uygarlıklarla haberle me ise bu yolla imkânsızdır. Peki, bu çe it bir
atılım için elimizdeki tek teknik kaynak, radyo dalgaları mıdır?
Sözgeli i, varlı ımızı gözle görünür biçimde belli edebiliriz. Jüpiter ya da Merih'e
yöneltilecek güçlü bir Lazer ı ınının, oralarda akıllı yaratıklar ya adı ı sürece, dikkati
çekmemesi imkânsızdır. Bir ba ka dü ünce de, geni alanlarda büyük renk farklılıkları
gösterecek, aynı zamanda da evrensel bir geçerlili i olan matematik ya da geometrik bir
sembolü temsil edecek türden bitkiler ekmektir. Atılgan ve mantıklı bir öneri u
biçimdedir: Kenarları 600 mil uzunlu unda olacak bir e kenar üçgenin kenarlarına
patates ve ortasındaki bir daireye bu day ekilebilir. Böylece her yaz kenarları ye il,
ortası sarı bir e kenar üçgen olu ur. Bu durumda e er onları aradı ımız gibi, bizi arayan
akıllı yaratıklar varsa, söz konusu ekil hemen dikkati çeker. Çünkü neresinden bakılırsa
bakılsın, hiç bir ekilde bir tabiat harikasına benzemeyecektir. Bir ba ka dü ünce de,
ı ıkları dikine yollayacak bir fenerler zinciri kurmayı önermi tir. Bu fenerlerin yarataca ı
ı ık denizi uzaklardan bakınca bir atom modeline benzeyecektir. Bu türden daha birçok
öneri vardır.
Bütün bu öneriler, birilerinin bizi gözlemesi halinde geçerli olabilecektir. Yoksa bu
sorunu yanlı yerinden mi tutuyoruz?
Gizli olan her eye antipati duymamıza ra men, daha keskin açıklanamamı bazı
fiziksel olaylara bakmamazlık edemeyiz: Sözgeli i, geni bir bilimsel temel üzerinde
kanıtlandı ı halde henüz açıklanamamı olan zekî beyinler arasındaki dü ünce alı veri i
konusunda.
Birçok üniversitenin parapsikoloji bölümünde, manyetizma, hayal, dü ünce nakil v.b.
gibi daha önce açıklanmamı olaylar, çok kesin bilimsel yöntemlerle ara tırılmaktadırlar.
Bu incelemeler sırasında birtakım hayalet hikâyeleri ve dinsel çılgınlıkların ürünü olan
olaylar aradan çıkarılmaktadır. Pek yakın zamanlara kadar tabu sayılan bu ara tırma
alanında, büyük geli meler kaydedilmi tir.
1959 a ustosunda Nautilus denemesi sonuçlandı. Deneme, dü ünce naklinin yanı
sıra, insan beyinleri arasındaki aklî haberle menin radyo dalgalarından güçlü
olabilece ini de gösterdi. Deneme u biçimdeydi:
Nautilus, «Dü ünce vericisi»nden binlerce kilometre ötede, suyun birkaç yüz metre
altına dalmı tı. Bütün radyo haberle meleri kesilmi ti, çünkü bugün bile radyo dalgaları
belirli bir derinli i a amazlar. Öte yandan Bay X ile Bay Y arasındaki aklî haberle me
devam ediyordu.
Böyle bilimsel testlerden sonra insanın aklına, beynin ba ka neler yapabilecek güçte
oldu u sorusu geliyor. Beyin ı ıktan hızlı haberle meyi sa layabilir mi? Bilim tarihine
geçen Cayce olayı belki bu soruya kar ılık verebilir.
Kentuckyli basit bir çiftçinin o lu olan Edgar Cayce, beyninde gizli duran akıl almaz
yeteneklerin farkında de ildi. 5 Ocak 1945'te öldü ü halde, doktorlar ve psikologlar hâlâ
onun hareketlerini de erlendirmeye u ra ıyorlar.
Edgar Cayce, daha pek gençken hastalanmı tı. Her yanına kramplar giriyor, yüksek
ate ten komada yatıyordu. Doktorlar kendisine gelmesi için çabalarlarken, Edgar Cayce
ansızın yüksek sesle ve açık seçik konu maya ba lamı tı. Neden hasta oldu unu, hangi
ilâçlara gerek duydu unu açıklamı
belirli otlardan yapacakları bir merhem
hazırlamalarını ve belkemi ine sürmelerini söylemi ti. Doktorlar ve çocu un yakınları
a kınlık içinde kalmı lardı, çünkü çocu un bu bilgiyi nereden elde etti ini ve birtakım
sözcükleri nereden ö renebilece ini hiç biri bilmiyordu. Edgar, kendi tavsiye etti i
ilâçlarla kısa sürede iyile ti ve aya a kalktı.
Bu olay bütün yörede günün konusu olmu tu. Birçok kimse Edgar'ın komada
konu tu unu göz önüne alarak, ipnotize oldu unu ileri, sürmü tü. Ancak çocu u ipnotize
edebilecek hiç bir etken yoktu. Edgar bir arkada ı hastalanınca, daha önce ne gördü ü
ne de duydu u Latince adlarla bir reçete yazdırtmaya ba ladı. Arkada ı bir süre sonra
iyile mi ti.
lk olay bilimsel çevrelerde ciddî kar ılanmamı tı, ancak ikinci olay sonunda
Amerikan Tıp Birli i, böyle olayları gözlemek ve her ayrıntıyı kaydetmek üzere bir
komisyon kurdu. Cayce uyku durumundayken, ancak uzun görü melerin sonucu
olabilecek bilgi ve yetenekler kazanıyordu.
Bir keresinde çok zengin bir adam için hiç bir yerde bulunmayan bir ilâcın «reçetesini
yazmı tı.» Adam büyük gazetelere ilânlar vererek ilâcı aramaya koyulmu tu. Paris'ten
mektup yazan genç bir doktor, babasının bu ilâcı yıllar önce hazırladı ını, ama hiç bir
yerde kullanmadı ını bildiriyordu. Söz konusu ilâcın yapımında kullanılan maddeler,
Cayce'ın belirtti i maddelere çok benzemekteydi.
Edgar daha sonra bir ba ka ilâcın «reçetesini» yazmı , ayrıca bulunabilece i çok
uzak bir laboratuvarın adresini de vermi ti. Laboratuvara edilen bir telefon, ilâcın henüz
geli tirilmekte oldu unu ortaya çıkarttı. Formülü hazırlanmı , ancak bir ad
konmadı ından daha satı a çıkarılmamı tı.
Edgar, dünyanın dört bir yanından ko up gelen hastalar için günde iki kez, ikisinde
de doktorların yanında ve ücret almadan, görü me yapıyordu. Te hisleri ve reçeteleri
her zaman do ru oluyordu; ancak trans durumundan çıkınca ne söyledi ini
hatırlamıyordu. Doktorlar nasıl te his koydu unu sorduklarında Edgar istedi i beyinle
ili ki kurabilece ini ve istedi i bilgileri toplayabilece ini söyledi. Dedi ine göre hastanın
beyni, gövdede neyin eksik oldu unu bilirdi. Elbette bu durumda yapılacak i lem çok
basitti! Hastanın beynine rahatsızlı ın nerede oldu unu soruyor, sonra da dünya
üzerinde, ne yapılması gerekti ini bildirecek beyni arıyordu. Ben, diyordu Edgar, bütün
beyinlerin bir parçasıyım.
Bu a ırtıcı dü ünce teknoloji gerçeklerine uygulanınca öyle bir görüntü ortaya
çıkar. New York'taki dev bir elektronik beyin, bütün fizik bilgileriyle doldurulabilir.
Nereden ve ne zaman sorguya çekilirse çekilsin, kar ılı ı saniyeden de küçük zaman
birimleri içinde verilebilir. Bir ba ka elektronik beyinde Zürich’te bütün tıp bilgilerini
toplayabilir. Moskova'daki bir ba kası bütün biyoloji bilgilerini, Kahire'deki bir benzeri de
bütün astronomi bilgilerini kapsayabilir. Radyo ba lantısıyla Kahire'deki elektronik beyin,
saniyenin yüzde birinde Zürich’tekine kar ılık verebilir. Edgar Cayce'ın beyni de, bugün
ufak çapta uygulanmakta olan elektronik beyin birle tirmesine benzer biçimde çalı ıyor
olmalıydı.
imdi cesur bir tahminde bulunaca ım: Ya bütün beyinlerde, her türlü canlı yaratıkla
ili ki kurmayı sa layacak bilinmeyen enerji biçimleri varsa? Bugün insan beyninin ancak
onda birinin gücü ve çalı ma biçimini biliyoruz. Peki, geriye kalan onda dokuz ne
yapıyor?
Birçok hastalı ın irade yoluyla iyile tirildi i bir gerçektir, ancak bu konuda kesin bir
bilimsel açıklama, hatta kesin bir bilgi bile yoktur. Beyinde en güçlü enerji biçimlerinin var
oldu unu kabul edersek, beyinden yayılacak güçlü bir tepki, her yana anında
yayılacaktır. E er bilim bu «vah î» dü ünceyi gözle görülebilir biçime getirirse, uzaydaki
bütün zekâların aynı yapıda oldukları anla ılır.
Bu ola anüstü dü üncenin gerçekten var olabilece ini göstermek için 29-30 Mayıs
1955 tarihleri arasında yapılmı olan bir deneyin raporunu vereyim. Söz konusu iki gün
içinde 1008 insan, aynı saniyede birtakım resimler, cümleler ve sembol grupları üzerinde
konsantre olmu lardı. Bu yo un dü ünceler uzaya yayılmı lardı. Sonuçlar a ırtıcıydı.
Deneyde görev alan ki ilerden hiç biri ötekini tanımıyordu ve oturdukları yerler arasında
yüzlerce kilometrelik farklar vardı. Bununla birlikte bu ki ilerin yüzde 2,7'si bir resim,
daha do rusu bir atom modelinin resmini gördüklerini belirtmi lerdi. Aralarında herhangi
bir anla ma söz konusu olamayaca ı için yüzde 2,7'si aynı «aklî resmi» görmü olmaları
a ırtıcıdır. Telepati? Hokus pokus? ans? Kesin olan bir ey varsa, o da her eyi daha
iyi bilmedi imizdir. imdilik açıklanamayan bu alanlardan yeniden konumuza dönelim.
Kasım 1961'de West Virginia, Greenbank'taki Ulusal Radyo Astronomi Gözleme
Evinde on bir yetkilinin gizli bir toplantı yaptı ı artık bir sır de ildir. Bu toplantının da
konusu, dünya dı ı akıllı yaratıklardır. Aralarında Dr. Giuseppe Cacconi, Dr. Su u
Huang, Dr. Philip Morrison, Dr. Frank Drake, Dr. Otto Struve, Dr. Carl Sagan ve Nobel
ödülü almı Melvin Calvin de bulunan bilim adamları, Green Bank Formülü olarak bilinen
sonuca varmı lardı. Bu formüle göre galaksimizde bizimle ili ki kurmaya çalı an ya da
kendileriyle ili ki kurulmasını bekleyen 50 milyon de i ik uygarlık bulundu unu
göstermektedir.
N=R+ fp ne f| fj fC L
Bu formülde:
R+
: Güne imize benzeyen yıldızların ortalama sayısı,
fp
: Üstünde canlı bulunması mümkün yıldızlar,
ne
: nsan standartlarına uygun hayatın
sa layabilecek gezegenlerin ortalama sayısı,
fl
geli mesi
için
gerekli
ko ulları
: Bu tür gezegenlerden üstünde gerçekten hayat geli enler,
fi
: Güne lerinin ömrü boyunca kendi güçleriyle hareket edebilen akıllı canlıların
bulundu u gezegenler,
fc
: Teknik uygarlıklarını geli tirmi akıllı yaratıkların ya adı ı gezegenler,
L
: Ancak uzun süre ayakta kalan uygarlıkların birbirleriyle kar ıla abilmeleri
bakımından, uygarlıkların hayat süresi,
Formüldeki her bölüm için en ufak sayıları aldı ımızda,
N = 40
En büyük sayıları aldı ımızda,
N = 50.000.000 çıkar.
Ba ka bir deyi le, en kötümser tahminle Samanyolu’nda 40 grup akıllı yaratık vardır
ve bunlar ba ka uygarlıklarla ili ki kurmaya çalı maktadırlar.
En atılgan tahmin ise uzaydan bir i aret bekleyen 50 milyon bilinmeyen uygarlık
bulundu unu gösterir. Green Bank hesapları, bugünkü yıldız sayısını de il, Samanyolu
var oldu undan beri gelip geçmi bütün yıldızları temel alır.
Bilim adamlarının güvendikleri bu formül yüz binlerce yıl önce, çok geli mi
teknolojileri olan uygarlıkların var olmu olabilece ini ortaya koyar. Bu da çok eski
ça larda dünyamızı ziyarete gelen 'tanrılar' üzerine kurdu um teorimi destekler.
Amerikan astro biyologu Dr. Sagan da, dünyanın do u undan bu yana en az bir kez
uzaylılar tarafından ziyaret edildi ine inanmaktadır.
Exobiyoloji, henüz kurulu döneminde bulunan bir bilim dalıdır. Yeni bilim dalları
tutunabilmekte büyük güçlük çekerler. Ancak tam bir tarafsızlıkla dünya dı ı hayatı
incelemeyi amaçlayan exobiyoloji, birçok tanınmı bilim adamı tarafından desteklendi i
için aynı güçlü ü duymayacaktır. Bu yeni dalın ciddiyetini anlatmaktansa, bünyesinde
topladı ı bilim adamlarını sıralamak daha yerinde olur sanırım:
Dr. Freeman Ouimby (NASA exobiyoloji program efi), Dr. Ira Blei (NASA), Dr.
Joshua Lederberg (NASA), Dr. L. P. Smith (NASA), Dr. R. E. Kaj (NASA), Dr. Richard
Young (NASA), Dr. H. S. Brown (Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü), Dr. Edward Purcell
(Harvard Üniversitesi Fizik Profesörü), Dr. R. N. Bracewells (Stanford Radyo Astronomi
Enstitüsü), Dr. Townes (1964 Nobel Fizik Ödülü), Dr. l. S. lovski (Moskova Stenberg
Enstitüsü), Sir Bernard Lowvell (Jodrel Bank), Dr. Wernher von Braun (A.B.D. Satürn
Roket Programı Ba kanı), Profesör Dr. Oberth, (von Braun'un ö retmeni), Profesör Dr.
Stuhlinger, Profesör Dr. E. Sanger ve daha birçokları...
Bu ki iler, dünyanın dört bir yanındaki exobiyolojistlerin temsilcileridir. Hepsinin de
amacı, kitabımda teker teker ele almaya çalı tı ım ara tırma alanlarını çevreleyen
uyu ukluk duvarını yıkmaktır. Türlü kar ı çıkmalara ra men exobiyoloji ya amaktadır ve
bir gün en ilginç ve en önemli ara tırma dallarından biri olacaktır.
Uzayın derinliklerine birini yollamadan, orada hayat olup olmadı ını nasıl kesinlikle
anlayabiliriz? statistikler ve hesaplar, dünya dı ında hayat var oldu unu göstermektedir.
Uzayda bakteri ve sporların izine rastlanmı tır. Bilinmeyen akıllı yaratıkların aranmasına
ba lanmı , ancak inandırıcı, gözle görülür ve ölçülebilir bir sonuca ula ılamamı tır.
NASA da bunları göz önüne alarak sekiz de i ik aracı geli tirmektedir. Bunların görevi
güne sistemimizdeki ufak gezegenlerde hayat olup olmadı ını göstermektir.
te söz konusu araçlar:
Ekseni çevresinde dönen Optik Da ıtma,
Profili,
Mültivatör,
Vidikon Mikroskopu,
J-Band Hayat Arayıcısı,
Radyo- zotop Biyokimyasal alet,
Kütle Spektrometresi,
Kurt Kapanı,
Ultraviyole Spektrofotometresi.
Halka çok yabancı kalan bu teknik terimlerin ardında gizlenenleri gösterebilmek için
birkaç ipucu vereyim:
«Ekseni çevresinde dönen Optik Da ıtma Profili», üstünde durmadan dönen bir
ı ıldak bulunan bir laboratuvar aracıdır. Hedefine indi i andan itibaren ı ınlar saçmaya
ve molekül aramaya ba lar. Moleküller her türlü hayat için gerekli olan eylerdir.
Bunlardan biri, üç kimyasal bile imin yan yana gelmesinden olu an geni , helezon
biçimli DNS molekülüdür. çindeki bile imler nitrojenli organik alkali, eker ve fosforik
asittir. Kutuplanmı ı ınlar bir eker molekülüne çarpınca, kesintiye u rarlar; çünkü
nitrojenli alkali adenin'in ekerle kimyasal birle iminin «ı ınlara kar ı aktif» etkisi vardır.
DNS molekülündeki eker bile iminin de «ı ınlara kar ı aktif» etkisi bulundu undan,
araçtaki ı ılda ın bir eker-adenin bile imine rastlaması ve bu bile imin yarattı ı
kesintiyi sinyal olarak dünyaya göndermesi, o gezegende hayat oldu unu göstermek için
yeterlidir.
«Mültivatör,» bir roket tarafından küçük bir bavul gibi ta ınan ve gezegen
yakınlarından geçerken yüzeye fırlatılan yarım kilo a ırlı ında bir alettir. çindeki minik
laboratuvar, on be de i ik deney yapma ve bunların sonuçlarını dünyaya gönderme
yetene indedir.
«Radyo- zotop Biyokimyasal araç,» Gülliver takma adıyla geli tirilen bir aracın resmî
adıdır. Amacı ba ka bir gezegene yumu ak ini yapmak ve 15'er metre uzunlu undaki
üç yapı kan ipi de i ik yönlere fırlatmaktır. Bu ipler birkaç dakika sonra geri çekilecek ve
üstlerine yapı an toz, mikrop ve her türlü biyokimyasal nesne, bir sıvı kültür ortamına
daldırılacaktır. Bu ortamın bir bölümü radyoaktif karbon izotopu C.14'le zenginle tirilmi
olacaktır; bu durumda içine giren mikro-organizmalar, metabolizmalarından karbon
dioksit, CO2, çıkaracaklardır. Karbon dioksit gazı sıvı kültürden kolaylıkla ayrı tırılacak
ve C.14 çekirde i bulundurulan gazın radyoaktivitesini ölçen bir araca yollanarak sonuç
dünyaya bildirilecektir.
NASA'nın dünya dı ı hayatı bulmak için geli tirdi i bir araçtan daha söz etmek
istiyorum. Kurt kapanı olarak bilinen bu araç da bir ba ka gezegene yumu ak ini
yapacak ve çok çok kolay kırılabilen bir ucu bulunan emici tüpünü yüzeye uzatacaktır.
Tüp yere de er de mez ucu kırılacak ve her türden toprak örnekleri içine dolacaktır. Bu
aracın içinde de her türden bakterinin hızla büyümesini sa layacak kültür ortamları
olacaktır. Bakterilerin hızla ço alması sıvı ortamları bulandıracak ve pH de erlerini
artıracaktır. (pH de eri bir asitin asitlik derecesidir.) Bu iki de i im de kolaylık ve
do rulukla anla ılabilecektir: Sıvıda olu acak bulanmayı bir ı ın ve foto-hücre, asit
bölümündeki de i meyi de bir elektronik pH ölçme aracı gösterecektir. Ortaya konacak
sonuçlar gezegende hayat olup olmadı ı konusunda kesin sonuçlara varmamızı
sa layacaktır.
NASA programı ve onunla ilintili olan dı dünyalarda hayat arama çalı malarına
milyonlarca dolar harcanacaktır. Yukarıda sözü edilen ilk araçlar Merih'e yollanacaktır.
Ku kusuz, insan bu minik laboratuvarları izleyecektir. Dr. von Braun ilk insanın Merih'e
1982 yılında ayak basaca ını söylemektedir. NASA'nın bu yolculu u gerçekle tirmek
için gerekli teknik kaynakları vardır, yalnızca Amerikan Senatosunun yeterli ve kesintisiz
yatırımlarını beklemektedir. A.B.D.'nin bugünkü sorumluluklarına ek olarak Vietnam
sava ı ve uzay programı gibi iki büyük para yutucusu vardır ve bunlar dünyanın en
zengin devletine bile a ır bir yük olmaktadır.
Merih yolculu u için tasarılar tamamlanmı , gidecek uzay gemisinin maketi
yapılmı tır. Maket HuntsviIIe'deki ola anüstü bir insanın, Dr. Ernst Sthliger'in masası
üzerinde durmaktadır. Stuhlinger, Huntville, Alabamadaki George Marshall Uzay Uçu u
Merkezinin bir bölümü olan Ara tırma Proje Laboratuvarının yöneticisidir.
Laboratuvarlarında yüzlerce bilim adamı çalı makta ve plasma, nükleer ve termofizik
alanlarında deneyler yapmaktadırlar. Gelece in elektronik roket motoru ve insanı
Merih'e götürecek uzay gemisinin desinatörü Stuhlinger'dir.
Stuhlinger'i Amerika'ya, arkada ı Dr. Wernher von Braun, kinci Dünya Sava ının
hemen ardında getirmi ti. Birlikte Amerikan Hava Kuvvetleri için roketler yapmı lar, Kore
Sava ının patlak verdi i sıralarda Fort Bliss'teki merkezden Huntsville'e ta ınmı lar ve
dev atılımlara alı kın Amerika'nın bile görmedi i bir tasarı üzerinde çalı malara
ba lamı lardı.
O günlerde Huntsville, Appala da larının eteklerinde küçük, sakin bir kasabaydı.
Roketçilerin geli iyle bu ufak pamuk kasabası sirke döndü. Fabrikalar, roket deneme
platformları, laboratuvarlar, dev hangarlar ve daha bir sürü çelik kurulu , göz açıp
kapayana kadar her yanı kapladı. Bugün Huntsville'de 150.000 ki i ya amaktadır ve
kasaba halkı heyecanlı uzay hayranları olmu lardır. lk Redstone roketlerinin
ate lenmesi sırasında korku içinde bodrumlarına kaçı an Huntsvilleliler, bugün Satürn
roketlerinin her yanı kaplayan korkunç gürültüsüne aldırmamaktadırlar. Her
Huntsvillelinin yanında, Londralıların emsiyeleri gibi, birer kulaklıkları bulunmaktadır.
Kasabalarına «Roket Kenti» adını vermi lerdir ve Senatonun her yatırım kısıtlama
kararında ta kınlıklar yapmaktadırlar. «Almanları» ve NASA'Iarı ile övünmektedirler,
çünkü Huntsville bugün NASA merkezlerinin en büyü ü olmu tur. Bütün dünyanın
yakından tanıdı ı Redstone roketlerinden, dev Satürn V'e kadar her roket burada
tasarlanmı ve uygulama alanına konmu tur. A.B.D.'nin ay programı için bugüne kadar
harcadı ı para milyarları a maktadır. Huntsville'de von Braun'un emri altında 7.000
teknisyen, mühendis ve bilim adamı çalı maktadır. 1967'de A.B.D.'nin uzay programı
için her alandan 300.000 bilim adamı görev almı tı. 20.000'i a kın endüstri firması da
tarihin en büyük ara tırması için çalı ıyorlardı.
Dr. Pschera, HuntsviIIe'i ziyaretim sırasında, ara tırma gruplarının hiç durmadan yeni
'parçalar' geli tirmek zorunda olduklarını söylemi ti. Dünyada kullanılan birçok teknik
araç yapı tırma ve kaynak i lemleri, uzaydaki bo lu a çıkınca çalı maz hale geliyorlardı;
bu bakımdan mutlak bo lukta i görebilecek araçların geli tirilmesi gerekiyordu.
Uzay gemileri endüstrisi, otomobil endüstrisini çoktan geride bırakmı tır. 1 Haziran
1967'de Cape Kennedy Uzay Merkezinde 22.828 ki i çalı ıyordu. Bu istasyonun yıllık
harcaması ise 475.784.000 dolardı!
Bütün bunlar birkaç delinin aya gitmek istemesinden midir? Sanırım günlük
araçlardan dünyanın her yanında hayat kurtaran araçlara kadar (ki bunlar yalnızca yan
ürünlerdir) uzay yolculu una neler borçlu oldu umuzu gösterecek yeterli örnekler
verdim. Geli mekte olar süper teknoloji insanlı a felâket getirmeyecektir; tersine,
insanlı ı dev adımlarla ileriye götürecektir.
Wernher von Braun'ın bu kitabın konusu hakkındaki dü üncelerini ö renmek fırsatını
buldum:
«Dr. von Braun, güne
inanıyor musunuz?»
sistemimizdeki öteki gezegenlerde hayat bulaca ımıza
«Yakın bir gelecekte Merih'e gidece imize ve orada ilkel hayat biçimlerine
rastlayaca ımıza inanıyorum.»
«Uzayda bizden ba ka akıllı yaratıklar olması sizce mümkün müdür?»
«Evet, uzayda yalnız bitki ve hayvanlar de il, akıllı yaratıklar da oldu una inanıyorum
Bu türden bir hayatın bulunması çok ilginç olacaktır, ancak güne sistemimizle ba ka
güne sistemleri arasındaki uzaklık ve galaksimizle ba ka galaksiler arasındaki daha da
büyük uzaklı ı göz önüne alırsak, bu türden hayatı bulmanın, ya da do rudan
haberle me sa lamanın çok güç oldu u görülecektir.»
«Galaksimizde teknik açıdan daha ileri varlıkların ya adı ı, ya da ya amı olabilece i
dü ünülebilir mi?»
«Bugüne kadar galaksimizde ileri tekni e sahip varlıkların ya adı ını gösterecek bir
delil ya da i aret ele geçirmi de iliz. Bununla birlikte, istatistik ve felsefî temellerden
bakınca, bu tür geli mi canlıların varlı ına inanıyorum. Ancak yine belirteyim, bu inanı ı
ispatlayacak herhangi bir bilimsel temel, kurulmu de ildir.»
«Bizden eski akıllı yaratıklar çok uzak bir geçmi te dünyamızı ziyaret etmi olabilirler
mi?»
«Bu ihtimali reddetmeyece im. Ancak bildi im kadarıyla bunu gösterecek herhangi
bir arkeolojik çalı ma yapılmı de ildir.»
«Satürn roketinin babası» ile yaptı ım görü me burada sona erdi. Ne yazık ki
kendisine uzay gözüyle bakıldı ında sayısız sorulara yol açan arkeolojik buluntulardan,
eski kitaplardaki garipliklerden ve açıklanamamı bir dolu bilmecelerden ayrıntılarıyla
söz edemedim. Ama Dr. von Braun kitabımın basılmasını bekliyor.
ON K NC BÖLÜM: YARIN
BUGÜNKÜ YER M Z neresidir?
nsan bir gün uzaya egemen olacak mıdır?
Uzayın eri ilmez uzaklıklarında ya ayan akıllı yaratıklar, çok uzak bir geçmi te
dünyamızı ziyaret ettiler mi?
Uzayın bir yerindeki bilinmeyen varlıklar bizimle ili ki kurmaya çalı ıyorlar mı?
Ara tırmaların tüyler ürpertici sonuçları gizli mi tutulmalıdır?
Tıp ve biyoloji dondurulmu insanları hayata döndürecek bir yol bulabilecek mi?
Dünya insanı yeni gezegenleri kolonize edecek mi?
Oralarda buldukları canlılarla ili ki kuracaklar mı?
nsan ikinci, üçüncü ve dördüncü bir dünya yaratacak mı?
Özel robotlar bir gün doktorların yerini alacak mı?
2100 yılının hastaneleri, hastalar için birer yedek parça dükkânı olacaklar mı?
nsan ömrünü sunî kalp, ci er ve böbreklerle sonsuza kadar uzatmak bir gün
mümkün olacak mı?
Bu türden sorular kocaman bir ehrin telefon rehberini dolduracak kadar ço altılabilir.
Her geçen gün yepyeni bir ey bulunmakta ve imkânsızlıklar listesinden bir soru daha,
cevaplandırılmı olarak atılmaktadır.
Yeni bilimin adı, gelecek bilimdir! Amacı ve hedefi, eldeki bütün teknik ve aklî
imkânlardan yararlanarak, gelece in tasarlanması, ayrıntılı incelemesi ve anla ılmasıdır.
Dü ünce tankları dünyanın her yanına da ılmı durumdadırlar. Yalnız Amerika'da
bunlardan 164 tane vardır. Hükümetten ve a ır endüstriden sipari ler kabul
etmektedirler. En tanınmı dü ünce tankı Santa Monica, Kaliforniya'daki Rand
Corporation'ınkidir. Yüksek rütbeli hava kuvvetleri subayları, kıtalararası sava durumu
üzerinde kendi ara tırmalarını yapmak istedikleri için 1945 yılında kurulmu tu. Bugün
843 seçilmi bilim adamının çalı tı ı bu merkezde, insanlı ın en olmaz görünen
serüvenlerinin tasarıları yapılmaktadır. Daha 1946'da Rand bilim adamları, uzay
gemilerinin askerî yararları üzerinde duruyorlardı. Rand, 1951'de türlü uydular için bir
program geli tirdi inde, ütopyacı olarak nitelendirilmi ti. Rand çalı maya ba layalı beri,
kendisinden önce gözlenmemi olaylar hakkında 3000 açıklama yapmı tır. Rand bilim
adamları da kültür ve uygarlı ımızı büyük ölçüde ilerleten 110 kitap yayınlamı lardır.
Bu ara tırmaların sonu yoktur ve olmayacaktır.
A a ıdaki enstitüler de gelecek için aynı türden ara tırmalar yapmaktadırlar.
Harmonon Hudson, New York'taki Hudson Enstitüsü, Santa Barbara, Kaliforniya'daki
General Electric'e ait leri Çalı malar çin Tempo Merkezi, Massachusettes'deki Arthur
Little Enstitüsü ve Columbus, Ohio'daki Batelle Enstitüsü.
Hükümetler ve büyük kurulu lar, bu gelecek dü ünürleri olmadan yapamazlar.
Hükümetler, askerî tasarılarını yıllar sonrasını göz önüne alarak yapmak zorundadırlar;
büyük kurulu lar ise hesaplarını yirmi, otuz yıl sonrasını dü ünerek yapmak
zorundadırlar.
Günümüzdeki bilgilerle, sözgeli i, Meksika'nın, önümüzdeki elli yıl içindeki
geli mesinin nasıl olaca ı hesaplanabilir. Bu tahmini yaparken, var olan teknoloji,
ula tırma ve haberle me durumu, siyasal akımlar gibi her türlü gerçek göz önüne alınır.
Bugün bu tahmini yapmak nasıl mümkün oluyorsa, bilinmeyen yaratıklar da 10.000 yıl
önce, dünyamızın geli mesi için aynı tahmini yapmı olabilirler.
nsanlık elindeki bütün güçlerle gelece ini incelemek zorundadır. Bu çalı malar
yapılmadı ı takdirde, geçmi imizi aydınlatmak belki de mümkün olmayacaktır.
Geçmi imizi çözmek için gerekebilecek ipuçlarının arkeolojik alanlarda yatmadı ını,
onlardan ne çıkaraca ımızı bilmedi imiz için üstlerine basıp geçmedi imizi kim ileriye
sürebilir?
Bir «Ütopik arkeoloji yılı»nı istemem bunun içindi. Eski dü ünme biçimlerine
«inanmadı ım» için, ba kalarının da varsayımıma «inanmalarını» istemiyorum. Bununla
birlikte, geçmi in do urdu u bilmecelerin, pek yakın bir tarihte bütün teknolojik güçlerle
çözümlenece ini bekliyor ve umut ediyorum.
Uzayda milyonlarca ba ka gezegen bulunması bizim suçumuz de ildir.
Tokomai'deki Japon heykelinin gözlük takmı olması bizim suçumuz de ildir.
Planque 'deki ta kabartmanın bulunması bizim suçumuz de ildir.
nsanlık tarihinin bütün eski kitaplarının, sürüyle saçmalık sergilemesi bizim suçumuz
de ildir.
Ama bütün bunları görüp de ciddîye almamak bizim suçumuzdur.
nsanın önünde, görkemli geçmi ini unutturacak görkemli bir gelecek uzanmaktadır.
Bu bakımdan uzay ara tırmaları, gelecek ara tırmaları ve bugün imkânsız görünen
tasarıların gerçekle ebilmesi için, cesaret gerekmektedir. öyle ki, geçmi üzerinde
yapılacak kararlı bir ara tırma, gelecekle ilgili birtakım ça rı ımları uyandırabilir. Bu
ça rı ımların ispatlanması da gelecek ku akların mutlulu u için, geçmi imizi
aydınlatmaya yetebilir.
B TT