Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı ve Demokratik

TİHK - Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı - 2014
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
www.tihk.gov.tr
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü
Düzenleme Hakkı ve Demokratik
Toplum Düzeni Kavramıyla İlişkisi
ÇALIŞTAYI
22.05.2014
Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşü Düzenleme
Hakkı ve Demokratik
Toplum Düzeni
Kavramıyla İlişkisi
ÇALITAYI
ANKARA, 2014
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı ve
Demokratik Toplum Düzeni Kavramıyla İlişkisi”
0312 472 37 73
ÇALIŞTAYI
İSTANBUL, 22.05.2014
0312 472 37 73
Tasarım-Baskı
0312 472 37 73
0312 472 37 73
SFN Televizyon Tanıtım Tasarım
Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: 0312 472 37 73-74
www.sfn.com.tr
ISBN: 978-605-65528-2-7
Baskı Tarihi: Aralık 2014
©Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanlığı
Yüksel Caddesi No:23, Kat 3, Yenişehir 06650 Ankara / Türkiye
Telefon: +90 (312) 422 29 00 / 20 • Faks: +90 (312) 422 29 96
E-Posta: [email protected]
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
İÇİNDEKİLER
PROGRAM...........................................................................................5
AÇILIŞ OTURUMU............................................................................. 7
Prof. Dr. Oktay Uygun............................................................................................9
Prof. Dr. Yücel Sayman...........................................................................................18
1. OTURUM: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkına İlişkin
Hukuksal Çerçeve................................................................................ 23
Doç. Dr. Nur Zeliha Kaman....................................................................................25
Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan........................................................................................28
Av. Abdülhalim Yılmaz............................................................................................34
Katılımcıların Yorum ve Katkıları.........................................................40
2. OTURUM: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkına İlişkin
AİHM ve AYM İçtihadı........................................................................ 55
Prof. Dr. Ömer Anayurt..........................................................................................57
Av. Hüsnü Öndül.....................................................................................................81
Katılımcıların Yorum ve Katkıları.........................................................84
3. OTURUM: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Yönelik Müdahale ve
Güç Kullanımının Sınırları Türkiye’de Uygulamadaki Sorunlar.........95
Doç. Dr. Ali Kemal Yıldız........................................................................................98
Murat Çekiç............................................................................................................107
Dr. Selahattin Ateş..................................................................................................113
Katılımcıların Yorum ve Katkıları.........................................................133
Çalıştayın Genel Değerlendirmesi Dr. Levent Korkut.....................................147
ÇALIŞTAYDAN FOTOĞRAFLAR.......................................................153
3
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU
“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı ve
Demokratik Toplum Düzeni Kavramıyla İlişkisi”
ÇALIŞTAYI
PROGRAM
Tarih : 22 Mayıs 2014
Yer
: Green Park Bostancı Oteli / İSTANBUL
09.30 – 10.00
: Kayıt
AÇILIŞ OTURUMU
10.00 – 10.10
: Selamlama Konuşması, Dr. Hikmet TÜLEN, Türkiye İnsan
Hakları Kurumu Başkanı
10.15 – 10.30
: Açış Konuşması I, Prof. Dr. Oktay UYGUN, Yeditepe Üniversitesi
10.30 – 10.45
: Açış Konuşması II, Prof. Dr. Yücel SAYMAN Medipol Üniversitesi
BİRİNCİ OTURUM:
TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ HAKKINA İLİŞKİN HUKUKSAL ÇERÇEVE
Moderatör: Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL Bilgi Üniversitesi
Konuşmacılar:
10.45 – 11.00 : Av. Abdülhalim YILMAZ MAZLUMDER
11.00 – 11.15
: Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN Bilgi Üniversitesi
11.15 – 11.30
: Doç. Dr. Nur Zeliha KAMAN Şehir Üniversitesi
11.30 – 11.45
: Ara
11.45 – 12.30
: Katılımcıların Yorum ve Katkıları
12.30 – 13.30
: Öğle Yemeği
5
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
İKİNCİ OTURUM
TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ HAKKINA İLİŞKİN
AİHM VE AYM İÇTİHADI
Moderatör: Yılmaz ENSAROĞLU SETA
Konuşmacılar:
13.30 – 13.50 : Prof. Dr. Ömer ANAYURT Gazi Üniversitesi
13.50 – 14.10
: Av. Hüsnü ÖNDÜL İHOP
14.10 – 15.10
: Katılımcıların Yorum ve Katkıları
15.10 – 15.30
: Ara
ÜÇÜNCÜ OTURUM
TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİNE YÖNELİK MÜDAHALE VE
GÜÇ KULLANIMININ SINIRLARI TÜRKİYE’DE UYGULAMADAKİ SORUNLAR
Moderatör: Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Konuşmacılar:
15.30 – 15.45 : Doç. Dr. Ali Kemal YILDIZ Bahçeşehir Üniversitesi
15.45 – 16.00
: Murat ÇEKİÇ Uluslararası Af Örgütü
16.00 – 16.15
: Dr. Selahattin ATEŞ İçişleri Bakanlığı – Mülkiye Teftiş Kurulu
16.15 – 17.15
: Katılımcıların Yorum ve Katkıları
17.15 – 17.30
: Çalıştayın Genel Değerlendirmesi,
Dr. Levent KORKUT İnsan Hakları Kurulu Üyesi
6
AÇILIŞ
OTURUMU
Açış Konuşması I,
Prof. Dr. Oktay UYGUN, Yeditepe Üniversitesi
Açış Konuşması II,
Prof. Dr. Yücel SAYMAN, Medipol Üniversitesi
7
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Prof. Dr. Oktay UYGUN
Değerli katılımcılar, hoş geldiniz! Toplantının bu ilk bölümünde bizler açılış konuşması yapıyoruz, sonraki bölümlerde meslektaşlarımız daha fazla ayrıntılar üzerinde
duracaklardır. 15 dakikalık süremiz var. Bu kısa süre içinde, toplantı özgürlüğüne
ilişkin ulusal standartlarımızı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile karşılaştıracağım ve
buradan birtakım sonuçlar çıkartmaya çalışacağım.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, uzun yıllar toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme
hakkının ifade özgürlüğüne nazaran daha fazla sınırlanmasını sözleşmeye aykırı görmemekteydi. Birtakım görüşler, toplumu sarsan, şok eden, hatta bazı toplum kesimlerini inciten nitelikte olsa dahi dile getirilmeliydi. Ama bunları sokağa çıkarak, toplantı düzenleyerek, gösteri yaparak dile getirdiğiniz zaman, devletin bazı kısıtlamalar
getirebileceği kabul ediliyordu. 1990’lı yıllardan itibaren bu yaklaşımın değişmeye
başladığını görüyoruz. AİHM, artık toplantı ve gösteri yürüyüş özgürlüğüne ilişkin
standartları yükseltmiştir. Toplantı özgürlüğü ifade özgürlüğünün etkin bir kullanım
biçimi olarak kabul edilmektedir. Görüşlerini açıklamak üzere herkesin bir kitap yazmasını bekleyemeyiz, herkesin televizyonlara çıkma olanağı da yok; bir olayı protesto
etmek veya eleştirmek istiyorsanız ya da o konuda görüşlerinizi açıklamak istiyorsanız, en kolay, en ucuz ve en etkili yol tabii ki bir toplantı ya da bir gösteri yürüyüşü
düzenlemektir.
AİHM son yıllarda toplantı özgürlüğüne ilişkin standartlarını yükseltirken, Türkiye
için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Aslında 2000’li yılların başında bizde de
bu tür çabalar vardı. Toplantı gösteri yürüyüşleri kanununun uygulanmasına dair
yönetmeliği değiştirerek oldukça özgürlükçü bir yaklaşım ortaya konabilecekti. Böyle
bir yönetmelik taslağı bakanlığın sitesinde de uzun süre durdu, sonra kaldırıldı. Muhtemelen, ülkemizde son yıllarda yükselen toplumsal muhalefet ve etkili gösteriler, bu
alanda özgürlükçü bir reform yapılması konusunda tereddütler doğurdu. Böylece,
toplantı özgürlüğü, insan hakları alanında ulusal standartlar ile Avrupa standartlarının en çok farklılaştığı alanlardan biri haline geldi. 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Kanunu ile onun uygulanmasına ilişkin yönetmeliğin içerdiği yasak ve
sınırlamalar, Avrupa standartlarının çok gerisindedir. Burada, özellikle Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 23. maddesinde sıralanan ve “kanuna aykırı toplantı
ve gösteri” olarak nitelendirilen hususlar üzerinde durmak istiyorum. 23. maddede
“kanuna aykırı” olarak nitelenen 12 adet toplantı örneğinin çoğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin standartlarına göre toplanma hakkının kapsamı içindedir. Nitekim, bu farklılık nedeniyle, AİHM’nin 1959-2013 yılları arasında 11. maddeden ihlal
kararı verdiği toplam 151 davanın 61’i Türkiye’den giden davalardır. Sözleşmeye taraf
devletlerin sayısının 47 olduğu göz önüne alındığında, Türkiye’nin tek başına ürettiği
9
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ihlallerin yüksekliği açıkça görülmektedir. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu,
kanuna aykırı olarak nitelediği toplantıların dağıtılacağını hükme bağlamıştır (md. 24/
son). Söz konusu kanuna aykırılıkların bazıları, toplantının barışçıl olmaması veya bir
süre sonra bu niteliğini kaybetmesi ile ilgili olup, makul hatta gerekli sınırlamalardır.
Bununla birlikte, şimdi değineceğim sınırlama ve yasakların, demokratik rejimlerde
geçerli evrensel standartlar bakımından, hakkın özgül kullanım biçimlerini ölçüsüz
biçimde sınırladığı kuşkusuzdur. Nedir bunlar?
1) Bildirimsiz Toplantılar
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 5. maddesine göre, “toplantı yapılabilmesi
için toplantıdan en az 48 saat önce... düzenleme kurulu başkan ve üyelerinin tamamının
imzalayacağı bir bildirimin mahallin en büyük mülki amirliğine verilmesi zorunludur.” Kanun, bu koşul yerine getirilmeden yapılan toplantıları “kanuna aykırı” kabul etmekte
ve dağıtılmasını öngörmektedir. AİHM içtihatlarında ise, bir toplantının sırf bildirim
verilmediği için dağıtılması Sözleşmeye aykırı görülmektedir. Bildirimin amacı, görevlileri önlem almak için önceden haberdar etmektir; hakkın kullanımı için bir ön koşul
veya kurucu bir işlem değildir. Bildirim koşuluna uyulmadan düzenlenen toplantılar
için düzenleyicilere (para cezası gibi) yaptırım uygulanabilir. Ancak bu yaptırım ölçülü olmalıdır. Devletin bildirimsiz toplantılar bakımından yükümlülüğü, bildirim
verilerek yapılan toplantılar gibi, barışçıl olduğu ve kamu düzenini bozmadığı sürece
hakkın kullanımını kolaylaştıracak önlemleri almaktır.
Bildirimsiz toplantılar, genellikle bildirim koşuluna uymanın mümkün olmadığı ani
toplantılar veya bildirimin yararlı olmadığı küçük toplantılardır. AİHM, sırf bildirim
koşuluna uyulmadığı için ani toplantıların yasaklanmasını Sözleşmeye aykırı buluyor. 2002 tarihinde Romanya başbakanının Budapeşte’yi ziyareti sırasında, yaklaşık
150 göstericinin başbakanın bulunduğu otelin önüne gelerek protesto etmesi ve protestocuların polis tarafından dağıtılması üzerine yapılan başvuruyu inceleyen AİHM,
olayda protestoya konu olan olayın bildirim için gereken üç günlük süreden daha kısa
bir zaman önce öğrenildiğini tespit etmiştir. Mahkemeye göre, bu koşullar altında bildirim için ısrar etmek, protestonun hiç yapılamaması anlamına gelecektir. Romanya
kanunları, tıpkı Türk kanunları gibi, bildirimsiz toplantıları “kanuna aykırı” olarak nitelendirmekte ve polise dağıtma görevi yüklemektedir. AİHM bildirimsiz ama barışçıl
bu toplantının engellenmesini sözleşmeye aykırı bulmuştur.
Benzer bir dava, 2000 yılında İstanbul’da Sultanahmet Parkı’nda, 40-50 kişilik bir
grup ile yapılan F tipi cezaevlerini protesto eyleminin biber gazı kullanılarak dağıtılması üzerine açılmıştır. Olayda, polis 39 kişiyi gözaltına alarak karakola götürmüştür.
Göstericiler daha sonra, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve ilgili polisler hakkında “biber
gazı” kullanarak kendilerine kötü muamelede bulundukları, yasadışı olarak gözaltına
10
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
aldıkları ve gösteri sonunda yapılacak basın açıklamasına engel oldukları gerekçeleriyle şikâyet başvurusunda bulunmuş; başvuru takipsizlik kararı ile sonuçlanmıştır.
Konuyu inceleyen AİHM, bildirim verilmeden yapılan bu barışçıl toplantının dağıtılmasını toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür.
Türkiye’de yargı organları, 2000’li yıllara kadar, bildirimsiz yapılan toplantıların güç
kullanılarak dağıtılmasını genellikle bir hak ihlali olarak görmüyordu. Yargıtay’ın,
toplantıların barışçıl niteliğinden yola çıkarak ani toplantıları anayasal bir hakkın kullanımı olarak gördüğü önemli kararlardan biri 2002 tarihlidir. Olay, Bergama’da köylülerin, altın madenine siyanürlü bir kamyonun geldiği duyumu üzerine derhal bölgeye giderek yürüyüşe geçmesi, İzmir-Çanakkale yolunda trafik aksatılmadan protesto
eyleminde bulunmasıdır. Bu gösteri duyumun alındığı gün yapılmasaydı, kamunun
ve yetkililerin dikkatini siyanürlü kamyona çekmek bakımından geç kalınmış olacaktı. O tarihte kanun, bildirimin en az 72 saat önceden verilmiş olmasını arıyordu. Yerel
mahkemenin bildirim verilmediği için kanuna aykırı sayılan ve dağıtılan gösteriye katılanlara verdiği mahkumiyet kararlarını Yargıtay bozmuş ve eylemi “toplumsal refleks”
olarak nitelemiştir.
2) Ertelenmiş veya Yasaklanmış Toplantılar
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, valilik ve kaymakamlıklara kamu düzeni,
suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması amacıyla toplantıları bir ay süreyle erteleme; suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike bulunması durumunda ise süresiz yasaklama yetkisi
vermektedir (md.17). Ertelenmiş veya yasaklanmış toplantıyı yapmak, “kanuna aykırı
toplantı” niteliğinde görülerek kolluk kuvvetlerince dağıtılmaktadır. Mülki amirler,
2000’li yıllara kadar erteleme ve yasaklama yetkilerini sıklıkla kullanmışlardır. Söz
konusu yetkiler toplantı gününden hemen önce kullanıldığından, idari yargıya başvurarak yürütmenin durdurulması kararı almak için zaman bulunmamaktadır. Erteleme
ve yasaklama yetkisinin kanunun aradığı koşullar oluşmadan keyfi kullanımının yaygınlaşması, kanunun aradığı bildirim koşulunu fiilen izin koşuluna dönüştürmüştür.
Toplantının düzenleyicileri, büyük ve masraflı bir organizasyona girişmeden önce,
mülki amirlerden yasaklama veya erteleme yetkisini kullanıp kullanmayacaklarını
öğrenme ihtiyacı içinde olduklarından, süreç aynen izin sisteminde olduğu gibi işlemiştir. Zaten uygulamada, hem kamu görevlileri hem de vatandaşlar, “bildirim” değil
“izin” sözcüğünü kullanmaktadır: Düzenleyiciler “izin” almak için idareye başvurmakta, kolluk kuvvetleri toplantıyı “izinsiz” olduğu için dağıtmaktadır. Anayasanın
sözüne ve özüne tümüyle aykırı olan bu durum kanıksanmış gözüküyor.
Ertelenmiş veya yasaklanmış toplantılara katılmanın, tek başına yaptırım uygulanmasını haklı çıkarmayacağına ilişkin AİHM’nin çeşitli kararları bulunmaktadır. Son
11
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
kararlarından biri, Cizre’de 2005 yılında meydana gelen olaylar nedeniyle yapılan
başvurudur (Gün ve Diğerleri / Türkiye, 2013). Olaylar şöyle gelişmiştir: Cizre Kaymakamlığı ve Mardin Valiliği, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının yıldönümü nedeniyle,
kamu düzenini bozacak nitelikteki olayları önlemek için kentte bir hafta süreyle tüm
toplantıları yasaklar. Yasağa rağmen 200 kişilik bir grup iktidar partisinin ilçe binası
önünde toplanarak basın bildirisi okur. Güvenlik güçleri, bildirinin okunmasına ve
kalabalığın olaysız dağılmasına kadar herhangi bir müdahalede bulunmaz. Dağılan
kalabalık arasından küçük bir grup yürüyüşe geçer, lastik yakarak trafiği aksatır ve
güvenlik güçleriyle çatışır. Şiddete başvuran bu kişilerin kimliklerini tespit ve eylemlerinin soruşturulması bakımından hiç bir işlem yapılmaz. Bunun yerine, tamamen
barışçıl biçimde toplanan ve bildiri okuyup dağılan kimlikleri belirli kişiler hakkında
dava açılır. Söz konusu kişiler 1 yıl 6 ay hapis ve 489 TL para cezasına çarptırılır.
AİHM, basın bildirisi okuyanların şiddete yöneldikleri veya başkalarını şiddete özendirdikleri için değil, idari makamların yasakladıkları günde toplantı düzenledikleri
için cezalandırıldıkları tespit etmiştir. Mahkemeye göre, bu toplantı iç hukukta kanuna aykırı olarak nitelendirilse de, Sözleşme çerçevesinde korunması gereken barışçıl
bir eylemdir.
3) Toplantı Mekanı, Zamanı ve Süresi ile İlgili Yasaklar
Toplantı mekanı bakımından en büyük sorun, kanunun bazı yerleri tüm toplantılar
için yasaklamasıdır. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 22. maddesine göre;
“genel yollar ile parklarda, mabetlerde, kamu hizmeti görülen bina ve tesislerde ve bunların eklentilerinde ve Türkiye Büyük Millet Meclisine bir kilometre uzaklıktaki alan içinde
toplantı yapılamaz ve şehirlerarası karayollarında gösteri yürüyüşleri düzenlenemez.” Burada belirtilen mekan yasaklarının, özellikle TBMM önünde gösteri yapılamamasının
demokratik bir toplumda gerekli olduğunu savunmak zordur. Yargıtay’ın, kanunun
toplantı mekanı ile ilgili kategorik yasaklarını özgürlükçü bir bakış açısıyla yorumlayan kararları bulunmaktadır. 1998 tarihli bir kararında, TBMM’de yapılan öğrenci
harçlarını protesto eylemi nedeniyle verilen cezayı hukuka aykırı bulmuştur.
Toplantı mekanı bakımından ülkemizdeki en büyük tartışma, 1 Mayıs kutlamalarının İstanbul’daki Taksim Meydanı’nda yapılıp yapılamayacağıdır. Taksim Meydanı, 1
Mayıs 1977 kutlamalarında 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylar nedeniyle işçi
sendikaları bakımından özel önemi olan bir mekandır. Uzun yıllar burada 1 Mayıs
kutlamaları yasaklanmış, 2010 yılında serbest bırakılmış, ardından tekrar engellenmiştir. Konu, 2008 yılındaki kutlama girişiminin orantısız güç kullanılarak bastırılması üzerine DİSK ve KESK / Türkiye davasıyla AİHM önüne geldiğinde, Mahkeme
meydanın sendikalar bakımından özel önemine vurgu yapmakla birlikte, mekan yasağının hak ihlali olup olmadığı konusunda bir karar vermemiştir. Kamu güvenliği
12
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
açısından mekan yasakları getirildiğinde, yasağın ayrımcılık yapılmadan uygulanması
önemlidir. İlgili mekan bazı gruplara serbest, diğer bazılarına yasak olduğunda, yasağın gerçekten kamu güvenliği endişesiyle konulmuş olduğunu kanıtlamak zordur.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun toplantı zamanı ile ilgili getirdiği kesin
sınırlar, bazı durumlarda hakkın özünü zedeleyecek niteliktedir. Kanun’a göre (md.
7); “toplantı ve yürüyüşlere ve bu amaçla toplanmalara güneş doğmadan başlanamaz. Açık
yerlerdeki toplantılar ile yürüyüşler güneş batmadan önce dağılacak şekilde, kapalı yerlerdeki toplantılar ise saat 24.00’e kadar yapılabilir.” Güneş battıktan sonra toplantıların
güvenliğinin sağlanması, gece geç saatlerde yapılan toplantıların dinlenen insanları rahatsız etmesi, kuşkusuz, haklı endişelerdir. Ancak bu endişeler, toplantıları tümüyle
yasaklamayı gerektirmez. Bu konuda, sürelerle ilgili kesin yasaklar yerine, her olayın
özelliklerine bakarak kamu düzeninin korunması ile anayasal bir hakkın kullanılması
arasındaki denge gözetilerek karar verilmelidir. Özellikle, yalnızca güneş battıktan
sonra belirli bir mekanda bulunan kişi veya grupların protesto edilmesi söz konusu
olduğunda, kanunun getirdiği yasak, hakkın kullanımını tümüyle ortadan kaldırmaktadır.
AİHM, gösterinin zamanı ile amacı arasında doğrudan bir bağlantı olduğunda, mekan
ve zaman konusunda idarenin esnek davranması gerektiğini belirtiyor. 2002 tarihli
Cisse / Fransa davasında, Mahkeme, Fransa’da oturma izni olmayan, çoğu Afrika kökenli 200 civarında kişinin, sorunlarına dikkat çekmek amacıyla Paris’te bir kilisede
açlık grevine başlaması ve bir kaç ay sonra polis tarafından eylemin sona erdirilmesi
ile ilgili başvuruyu incelemiştir. Mahkeme, bu davada polisin eyleme son vermesini
hak ihlali olarak görmemiştir. Ancak burada polisin harekete geçmesinin, protestocu
gruba kamuoyu oluşturmaya yetecek kadar bir süre verildikten sonra gerçekleşmiş
olması önemlidir. Ayrıca, kilisenin dini hizmetlerinin aksamaması ve kilise yöneticileri ile ziyaretçilerinin şikayetçi olmaması dikkate alınarak, eylemin kilisede yapılması,
gece-gündüz devam etmesi ve bir kaç ay uzaması doğal karşılanmıştır.
4) Toplantılara Müdahale Edilmesi
Toplantı ve gösterilerin barışçıl niteliğini yitirmesi durumunda, güvenlik güçlerinin
toplantıyı dağıtma yetkisi vardır. Toplantılara müdahale bakımından Türkiye’nin iki
önemli sorunu vardır: Birincisi, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na göre, tamamen barışçıl olan bazı toplantılar için kolluk kuvvetlerine müdahale ve dağıtma görevi verilmiş olması; ikincisi ise, müdahalenin sıklıkla orantısız yapılmasıdır. Az önce
vurguladığım gibi, AİHM iç hukukta bildirim koşuluna, yer veya zaman yasaklarına
uyulmadığı gibi gerekçelerle barışçıl ama kanuna aykırı toplantılara yapılan müdahaleyi hak ihlali olarak değerlendirmektedir. AİHM içtihatları bakımından, Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 23. maddesinde sayılan 12 adet “kanuna aykırılık”
13
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
durumunun çoğu Sözleşmeye aykırı yasaklardır. Anayasanın 90. maddesi, “usulüne
göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla
kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” hükmünü içermesine rağmen, toplantı ve
gösteri yürüyüşü hakkının Sözleşmeye aykırı biçimde sınırlandırılmasını anayasanın
üstünlüğü ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
Toplantı ve gösterilerin, kamu düzenini ciddi biçimde bozucu nitelik kazanması durumunda sonlandırılması istenebilir. Peki, bir toplantı ne zaman kamu düzenini bozar? Her toplantı ve gösteri yürüyüşü, doğası gereği, toplantı mekanındaki günlük
hayatın akışını belli ölçüde olumsuz etkiler; trafik yavaşlar, sürücüler alternatif yollara
yönlendirilir, gürültü artar, alışveriş faaliyeti azalır vb. İdari makamlar toplantı öncesinde gerekli önlemleri alarak, bu tür etkileri en aza indirmeye çalışır. Bütün önlemlere rağmen, toplantının kamu düzeninin ciddi biçimde bozulmasına neden olması
mümkündür. Böyle durumlarda, idari makamlar anayasal bir hakkın kullanılması ile
kamu düzeninin korunması arasındaki dengeyi gözeterek toplantıya müdahale kararı
vermelidir.
Bu konuda AİHM kararlarına Türkiye’den yapılan bir başvuruyu örnek verebiliriz
(Aytaş ve Diğerleri / Türkiye, 2009). 2004 yılında, yüksek öğretime ilişkin bir yasayı
protesto etmek için, 50 civarındaki üniversite öğrencisi İstanbul Taksim’de toplanır.
Öğrenciler, trafiği biraz aksatmak dışında kamu düzenini bozacak herhangi bir tutum
içinde değildir. Olay yerine ulaşan güvenlik güçleri, trafiğin akışını yönlendirecek
önlemleri alarak göstericilerin anayasal haklarını kullanmalarını sağlayacak yerde,
toplantıyı güç kullanarak derhal dağıtma yoluna gider. Yapılan başvuru üzerine konuyu inceleyen AİHM şu tespitlerde bulunmuştur: “Dava dosyasındaki hiçbir unsurun,
gösterici grubun, olası trafik sıkışıklığı dışında kamu düzenini tehlikeye attığını ortaya koyma imkanı sağlamadığını tespit etmektedir. Nitekim burada söz konusu olan,
yaklaşık elli kişilik bir grubun güncel bir soruna kamuoyunun dikkatini çekmesidir.
Mahkeme, özellikle, yetkililerin bu gösteriyi sona erdirme konusundaki aceleciliklerine şaşırmaktadır... Mevcut davada, Mahkeme, polisin güç kullanarak müdahale etmesinin ve başvuranlar hakkında ceza davası açılmasının orantısız olduğu kanaatindedir.
Söz konusu tedbirler, AİHS’nin 11. maddesinin 2. paragrafı uyarınca kamu düzeninin
korunması için gerekli tedbirler değildir.” (par. 30-34).
Toplantı ve gösterilerde bazen şiddet olayları meydana gelebilir. Böyle bir durumda,
meydana gelen şiddet olaylarının toplantıyı barışçıl olmaktan çıkarıp çıkarmadığına
karar vermek gerekecektir. Toplantıya katılanların bir kısmının şiddete başvurması,
çoğu kez, toplantının tümünün barışçıl olmaktan çıktığı anlamına gelmez. Güvenlik
güçleri, bu gibi durumlarda şiddete başvuranları alandan uzaklaştırarak, diğer kişi14
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
lerin toplantı haklarını kullanmalarını sağlamalıdır. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri
Kanunu’nun 24. maddesinde bu husus açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, ülkemizde
pek çok olayda, küçük bir grubun şiddete yönelmesi nedeniyle, toplantıyı düzenleyen
ve hiç şiddete yönelmeyen kişilere karşı da ceza ve tazminat sorumluluğu yüklenmektedir. AİHM, Türkiye’den gelen pek çok başvuruda bu durumu tespit etmiştir.
5) Orantısız Müdahale ve Kötü Muamele Yasağı
Barışçıl olmayan toplantılar için dağıtma kararı alındığında, güvenlik güçlerinin müdahalesinin orantılı olması gerekir. Fiziksel güç kullanımı kademelendirilmeli, ateşli
silahlar yalnızca buna kanunun izin verdiği meşru müdafaa ile başkalarının can ve
mal güvenliğinin sağlanması için zorunlu olduğunda kullanılmalıdır. Orantısız müdahale ve aşırı güç kullanımı, AİHS 3. maddede düzenlenen işkence ve kötü muamele
yasağının ihlali ile sonuçlanabilir. Türkiye’den yapılan başvurularda, AİHM, toplantı
özgürlüğünün yanı sıra kötü muamele yasağının ihlali tespitini de yapmıştır. Az önce
sözünü ettiğim Aytaş ve Diğerleri davasında, AİHM, 50 kişilik öğrenci grubunun yaptığı barışçıl gösterinin güç kullanılarak dağıtılmasında yalnızca 11. maddedeki toplanma özgürlüğünün değil, 3. maddedeki kötü muamele yasağının da ihlal edildiğini
belirtmiştir. Mahkemeye göre, kamu düzenini ciddi biçimde bozmayan bu gösteriyi,
polisin cop ve biber gazı kullanarak dağıtması sırasında, yaralanan göstericilerin 1
ile 9 gün arasında değişen sağlık raporları alması ve hükümetin bu yaralanmaların
nedeni konusunda makul bir açıklama getirememesi, kötü muamelenin varlığını kanıtlamaktadır.
AİHM 1998 tarihli Güleç / Türkiye davasında, gösterilere orantılı müdahale konusunu
güvenlik güçlerinin kullandığı araçlar bakımından değerlendirmiştir. Olay, 4 Mart
1991’de, Şırnak ili İdil ilçesinde yapılan gösteriler sırasında iki kişinin ölümü ve 12
kişinin yaralanması ile ilgilidir. Olayda hayatını kaybeden lise öğrencisi 15 yaşındaki
Ahmet Güleç’in yakınlarının başvurusunda, Mahkeme bir ayaklanmanın bastırılması
için güç kullanılmasının meşru olduğunu kabul eder. Ancak kullanılan güç ile ayaklanmanın bastırılması amacı arasında denge kurulmamıştır. Mahkeme şöyle diyor:
“Jandarmalar, çok güçlü bir silah kullanmışlardır, çünkü copları, koruyucu kalkanları, su
topları, plastik mermileri veya göz yaşartıcı gazları yoktur. Bu malzemelerin olmaması, tamamen anlaşılamaz ve kabul edilemezdir, çünkü Şırnak ili, Hükümet’in de belirttiği üzere,
olağanüstü halin ilan edildiği bir bölgedir, söz konusu tarihte her türlü kargaşanın çıkması
olasıdır.” (par. 71)
6) Müdahalede Biber Gazı Kullanımı
2000’li yılların Türkiye’sinde, artık güvenlik güçlerinin copları, koruyucu kalkanları, su topları, plastik mermileri veya göz yaşartıcı gazları vardır. Gösterilere yalnızca
15
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
dipçik ve kurşunla müdahale edilmemektedir. Yine de, güç kullanımını orantılı hale
getirmesi beklenen bu malzemelerle, son yıllarda pek çok ölüm, organ kaybı ve ağır
yaralanma ile sonuçlanan müdahaleler gerçekleştirilmiştir. 2013 yılı Mayıs ayı sonunda başlayan ve ülke düzeyine yayılan Gezi Parkı protestolarında, güvenlik güçlerinin
müdahalesi sonucu meydana gelen 9 ölüm ile 9.564 yaralama olayının önemli bir
kısmının biber gazının yanlış kullanımından kaynaklandığı rapor edilmiştir. Özellikle, biber gazı spreyinin yakalanan kişilerin yüzüne sıkılması, gaz kapsüllerinin kişilerin vücudu hedef alınarak kullanılması veya evlerin, hastanelerin ve okulların içine
atılması durumları, güvenlik güçlerinin bu malzemeyi ateşli silahlarla ulaşılabilecek
amaçlar için kullandığını göstermektedir. AİHM, 2012 tarihli DİSK ve KESK davasında bu durumu tespit etmiştir. Karardan aynen okuyorum:
“Mahkeme olayın yaşandığı gün, DİSK üyelerinin, bazı milletvekillerinin ve gazetecilerin Şişli’deki DİSK Genel Merkezi önünde toplanmaya başladıklarını kaydetmektedir. Polis müdahalesi, göstericiler yürüyüşlerine geçmeden önce sabah 6.30’da başlamıştır. Dosyada yer alan bilgiler uyarınca, DİSK Genel Merkezi önünde bekleyen
grubun kamu düzenine tehdit teşkil ettiklerini ya da şiddete başvurduklarını gösteren
herhangi bir işaret yoktur... Güvenlik kuvvetleri, DİSK Genel Merkezi önünde bekleyen insanları dağıtmak için gaz bombası, boya ve tazyikli su kullanmıştır. Birçok
kişi polis tarafından kovalanmış ve dövülmüştür. Mahkeme ayrıca, polis memurlarının göstericileri kovalarken Şişli Etfal Hastanesine gaz bombası attıklarını kaygıyla
hatırlatmaktadır. Bu bağlamda, Mahkeme, hastane sınırları içerisinde gaz bombası
kullanılmasının mevcut dava şartları altında gerekli ya da orantısal olarak kabul edilemeyeceği kanaatindedir.” (par.33-34)
Bir başka kararında, AİHM, 28-31 Mart 2006 tarihlerinde Diyarbakır’da gerçekleştirilen ve 11 kişinin hayatını kaybettiği gösterilerde, biber gazının ölümcül etki yaratacak biçimde kullanıldığı tespitinde bulunmuştur. Mahkeme, bu olaylar sırasındaki
ölümlerin bazılarının doğrudan biber gazının etkisiyle gerçekleştiğini, 13 yaşındaki
başvurucunun da gazın yanlış kullanımı nedeniyle burnundan yaralandığını kabul
etmiş ve şöyle demiştir: “Her ne kadar video kayıtlarından göz yaşartıcı bombanın
nasıl atıldığının açık olarak görülme olanağı bulunmasa da, etkisi ve sebebiyet verdiği
yaralanmalar dikkate alındığında, Mahkeme, başvuranın iddia ettiği gibi atışın direkt
ve gergin bir atış olduğunu, çan seklinde yapılan bir atış olmadığını gözlemlemektedir... Mahkemeye göre, göz yaşartıcı bombanın bir araç vasıtasıyla doğrudan ve gergin
olarak atılması, bu şekilde bir atışın ciddi ve hatta ölümcül yaralanmalara sebebiyet
verebileceği gerçeği karşısında, uygun bir kolluk eylemi olarak kabul edilemeyecektir. Buna karşın, göz yaşartıcı bombanın çan şeklinde (hafif yukarıya doğru) atılması,
çarpması halinde bireylerin yaralanmasını veya ölümüne sebebiyet verilmesini en16
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
gellediği ölçüde uygun bir atış tarzı olarak kabul edilebilecektir” (Abdullah Yaşa ve
Diğerleri / Türkiye, 2013, par.48).
7) Toplantı Özgürlüğü Üzerine Bir Tespit ve Değerlendirme
Sözlerimi toplantı özgürlüğüne ilişkin bir tespit ve yapılması gerekenlere ilişkin önerilerim ile bitiriyorum: Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme özgürlüğünün Türkiye’de en çok ihlal edilen haklardan biri olmasının temel nedenlerinden biri, hükümetlerin, mülki amirlerin ve güvenlik güçlerinin gözünde, toplantı ve gösteri için
sokağa çıkanların anayasal haklarını kullanan kişilerden çok, devlete meydan okuyan
gözü kara insanlar olarak görülmesidir. Resmi söylem, bu hakkı kullananları çoğu
kez, “marjinal”, “terörist”, “anarşist”, “yıkıcı”, “bölücü” gibi sözcüklerle nitelendirir.
Güvenlik güçlerinin toplantı ve gösterilerde ölüm ve ciddi yaralanmayla sonuçlanan
sert müdahalelerinin bir türlü önlenememesinin nedenini de bu zihniyetin varlığına
bağlamak yanlış olmayacaktır. Hükümetlerin görevi, öncelikle, insanların ölümü göze
alarak sokağa dökülmelerine neden olan özgürlük, eşitlik ve hak taleplerini karşılamak, ardından, barışçıl toplantı ve gösterilerin demokratik rejim için vazgeçilmez
önemde bir insan hakkı olduğunu kabul etmektir. Bu konu ile ilgili Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi içtihatları, mevzuatımızda ve uygulamamızda ne gibi değişiklikler
yapmamız gerektiğini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Satır başlarıyla tekrarlamak
gerekirse, bu değişiklikler devletin negatif ve pozitif yükümlülüğüne ilişkin şu hususları kapsamalıdır: Toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü bakımından devletin
negatif yükümlülüğü, konu, kişi, yer ve zaman bakımından yasaklardan kaçınmasıdır.
Devletin pozitif yükümlülüğü; 1) toplantıya katılanların güvenliğinin sağlanması, 2)
karşı gösterilerin mevcut toplantıyı engellemesinin önlenmesi, 3) kamusal alanların
toplantı ve gösteriler için açık tutulması, 4) trafiğin toplantıya göre yönlendirilmesi, 5)
toplantıda şiddete başvuranların alandan uzaklaştırılarak diğer göstericilerin haklarını
kullanabilmesine imkan sağlanması, 6) toplantı ve gösteri mekanlarının belirlenmesinde ayrımcılıktan kaçınılması, 7) güvenlik görevlilerinin genel olarak insan hakları, özel olarak da toplantıya müdahale araçları konusunda eğitilmesi, 8) toplantılara
müdahale sırasında meydana gelen orantısız güç kullanımı ile ilgili olaylar için etkili
soruşturma başlatılmasıdır.
Dr. Hikmet TÜLEN
Çok teşekkür ederiz hocam, şimdi de Sayın Yücel Saymana söz veriyoruz. Buyurun
efendim.
17
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Prof. Dr. Yücel SAYMAN
Çok teşekkür ederim.
Yıl 1950 ve ben on bir yaşındayım. Genel seçimler sona ermiş, sonuçları belli olmuş:
Demokrat Parti açık farkla önde. Moda’da, Moda Rum İlkokulu’na açılan sokakta oturuyoruz, arkadaşım ve yaşıtım Fedon koşarak sokağa giriyor ve heyecanla bağırıyor.
“Demokrasi geldiii…Demokrasi geldiiii…” Annem CHP’li, babam CHP’li, ben de onların tuttuğu tarafı tutuyorum, CHP’liyim.
Fedon’un “Demokrasi geldiii..” diye bağırarak koşuşturmasına ailece kızdık. Ben ‘nedir bu Fedon’u bağırtan demokrasi?” diye sordum. Babam bilgece, “Fedon’un sokakta
koşuşturarak demokrasi geldi diye bağırıp duygularını ve görüşünü ifade etmesi, işte
bu demokrasidir” dedi. Tabii ki olay böyle olmadı! Babamın demokrasiyi anlattığı
bölümü uydurdum, gerisi doğru. Kimse Fedon’un heyecanında demokrasiyi algılamadı; ona kızdılar, o kadar. Ne ki, on bir yaşında bir çocuğum ama kafama da takıldı:
“Seçim yapıldı, bizim desteklemediğimiz bir parti kazandı, Fedon sokağa çıktı, koşuşturdu, ‘demokrasi geldiii’ diye bağırdı. Ne ola bu demokrasi ki yaşıtım ve arkadaşım
Fedon’u böylesine heyecanlandırıyor? Sadece Fedon değil, mahallemizde oturan ve o
sıralar çoğunlukta olan Rum ve Ermeni kökenli ailelerin neredeyse tümü aynı coşkuyu yaşıyor?”
Demokrasinin ne olduğunu öğrenebilmek kolay olmadı. Demokrasiyi herkes bir farklı
algılıyor: Kimine göre demokrasi bir yaşam biçimi, kimine göre kendini korumak
için asıp kesen, hapse atan militan bir rejim, kimine göre özgürlükleri güvence altına alan bir devlet…Uzun yıllar sonra öğrenebildim: Demokrasi bir devlet biçimidir;
varsayımsal olarak belli süreçlerden geçerek yapılaşan, toplumun en üst düzey siyasi
örgütlenmesidir. Şöyle de denilebilir: Demokrasi, her birimizin tek tek toplumsallaşması sürecini özgürlükler temelinde siyasi olarak örgütleyen devlet biçimidir.Örnekleyeyim: Toplumsal yaşamın temellerini attığımızda, ilk yaptığımız kimsenin bireysel
gücünü yahut kendi gücü dışında oluşturacağı ya da oluşumuna veya işleyişine katılacağı meşru olmayan bir gücü kullanarak bir hakkı elde etmesine, bireysel gücüne ya
da meşru olmayan bir güce dayanarak hakkını korumasına izin vermemektir; kural
olarak, herkesin mutlaka meşru olan bir gücü kullanmasını öngörmektir. İşte demokrasi, bireyin ilkesel olarak kullanması engellenen bireysel gücünü toplumsallaştırarak
kullanabileceği meşru güce, kamu gücüne dönüştüren süreçlerin örgütlenmesi, yapılandırılması, kurumsallaştırılmasıdır; yargılama sürecinin örgütlenmesi ve yapılandırılması gibi…Aynı şekilde, bireyin kendi maddi manevi varlığını geliştirebilme, kendi
kaderini bizzat tayin edebilme yetisini, yani onun bireysel egemenliğini toplumsallaştırarak toplumsal egemenliğe dönüştüren süreçlerin örgütlenmesini, yapılandırılmasını, kurumsallaştırılmasını da örnek olarak sayabiliriz. Diyebilirim ki, bireyin bireysel
18
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
gücünün, bireysel egemenliğinin toplumsal güce, toplumsal egemenliğe dönüşmesi
süreçleri devlet örgütündeki tüm kurumların işleyişindeki meşruiyetin zeminini oluşturuyor.
Ve devletin biçimlendirilmesinde en can alıcı konu örgütlenen, yapılandırılan süreçlerin işleyişinde benim özgürlüklerimin ne olduğunun, daha doğrusu benim konumumun ne olduğunun belirlenmesi olmuyor mu? Ben, bireysel gücümün ve bireysel egemenliğimin toplumsallaşma süreçlerinde yer almıyorsam, bu süreçlerin yapılanması
ve işleyişi beni dışlıyor, benim üzerimde bana egemen güçler üretiyorsa devlet biçiminin demokrasi olduğu söylenemez. Demokrasi, sıklıkla ezbere söylendiği gibi halkın
kendisini yönetmesi ise, benim sizin, herkesin tüm süreçlerde her an istediğinde yer
alabilmemiz, sürece ve karar üretimine söz sahibi olarak, denetleme yetkisiyle, değiştirebilme ve dönüştürebilme olanaklarından yararlanarak katılabilmemiz gerekir.
Ancak böyle örgütlenmiş, yapılanmış devlet biçiminin işleyişinde tüm özgürlüklerin
kullanımı güvence altına alınabilir, diye düşünüyorum.
Kendimi öne çıkarıyorum, şöyle düşünüyorum: Varım ve varlığımı başkalarının biçimlendirmesine göre değil, kendi belirlemelerim temelinde sürdürebilmem için tüm
özgürlükleri kullanarak gereksinimlerimi saptayabilmem, bunların karşılanmasını talep edebilmem, karşılanmayan gereksinimlerimi gündeme getirerek mücadele edebilmem gerekir; gereksinimlerimi talep ederken kendimi nasıl ve nerede ifade edeceğim?
Gereksinimlerimin karşılanmamasını, elde etmem engelleniyorsa engelleyenleri nasıl
ve nerede protesto edeceğim? Gereksinimlerimin karşılanabilmesi için nelerin değişmesi, nelerin yapılması gerektiğini, üretimin düzenlenmesinden siyasetin işleyişine
kadar taleplerimi bazen yalnız bazen başkalarıyla birlikte topluca nasıl ve nerede dile
getirebileceğim? Nasıl ve nerede sorusunu, dilediğim yerde ve yazarak, konuşarak,
toplanarak, toplantı düzenleyerek, toplantılara katılarak, herkesin ilgisini çekecek şekilde gösteri düzenleyerek, gerekirse yollar boyu yürüyerek, diye yanıtlıyorum. Gereksinimlerimin karşılanması için sahip olduğum tek etkili silah top değil, tüfek değil
(kaldı ki bunların kullanılmasından nefret ederim, elimi sürmem) özgürlüklerim…
Ve tercih edeceğim devlet biçimi, örgütlenmesi,yapılanması ve işleyişiyle özgürlüklerimi, bu arada toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğümü kullanabilme olanağını ve
ortamını sağlayan ve bunu güvence altına alacağı varsayılan demokrasi olması doğal
değil midir?
Kendimi öne çıkardım, düşündüm, kendimce demokrasiyi devlet biçimi olarak tasarımladım, derken toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünün kullanımına karşı ileri
sürülen engelleyici gerekçeler saniye aralıklarla bir bir beynimde çakmaya başladılar: kamu düzeni, kamu yararı, milli güvenlik, bölünmezlik, laiklik…Bunlar devlete ilişkin kavramlar! Devleti özgürlerimi özgürce kullanabilmemin güvencesi olarak
19
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
görüyor ve benimsiyorum, ama devlet kendine ilişkin kavramlar üretiyor, ürettiği bu
kavramlarla güvence altına almasını beklediğim özgürlüklerimi kullanmamı engelliyor! Bu, ülkemde hep böyle oldu: Yürüyüş yapacaksan nedenini, güzergahı, günleri,
saatleri, taşıyacağın pankartları, haykıracağın sloganları sen belirleyemezsin, devlet
belirler; kamu düzeni böyle gerektirir, kamu yararı öyle icap ettirir; bu özgürlük kötüye kullanılarak milli güvenlik tehlikeye atılamaz, laiklik zedelenemez, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği sarsılamaz…Devletin kendine ilişkin ürettiği kavramları işlevselleştirerek özgürlüklerimin kullanılmasını engellediği siyasi örgütlenme, yapılanma
ve işleyişin demokrasi olarak tanımlanamayacağını düşünüyorum.
1950 yılına, arkadaşım Fedon’u örnek olarak gösterdiğim zamana dönersek; evet,
Fedon o gün tek başına da olsa on bir yaşındayken belki de ilk gösterisini yaptı.
“Demokrasi geldi” diye heyecanla bağırarak koşuşturduğunda büyük olasılıkla annebabasından duyduğunu aktarıyordu ve yine anne-babası gibi seçimler sonucu devlet
biçiminin değişmiş olmasını, demokrasiye geçilmiş olmasını umut ediyordu. Aslında
seçimler sonucu Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, Adnan Menderes’in Başbakan
olmasıyla devlet biçimi değişmemiş, var olan devlet biçimini değiştirmeksizin işletecek olan yönetim değişmişti. Devlet biçimi o kadar değişmemişti ki, birkaç yıl sonra
6-7 Eylül olayları sonunda arkadaşım Fedon Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı,
daha doğrusu terk ettirildi. Kamu düzeni, milli güvenlik 6-7 Eyül olaylarında iktidarı
protesto edecek gösterilerin düzenlemesinin önüne güvenlik gücü olarak dikildi.
Düşünüyorum da, bir algı yanılgısı içindeyiz, Türkiye Devleti’nin biçimini demokrasi
sanıyoruz. Sanıyoruz ki, eh bazı eksikleri var olsa da devletimizin biçimi demokrasidir; reformlar yapa yapa ileri demokrasiye ulaşacağız. Oysa Anayasa’nın Başlangıç
Bölümü’nü okuduğumuzda devletin felsefesini, örgütlenmesini ve yapılanmasını, işleyişini değiştirilemezlik zırhıyla belirleyen temel ilkelerin, kuralların demokrasi değil,
despotik devlet biçimi dokuduğunu görürüz. Ve bence, despotik bir devlet yapısı
içinde demokratik kuralların ya da demokratik yaşamın veya demokratik bir toplum
düzeninin varlığını görebilmek olası değildir. Despotik devlet biçiminde özgürlüklerden söz edilirken özgürlüğün özgün dili kullanılmaz, devletin kendine ilişkin ürettiği
kavramlar ve müeyyideleri kullanılarak özgürlüğün özgürce yaşanmasındaki toplumsal olacağı ileri sürülen kaos tehlikesi tanımlanmak istenir.
Özetle, despotik devlet biçiminde, demokrasi dediğimiz devlet biçiminin üzerinde
yükselmesi gereken özgürlük temelindeki harcı asla karamayız. Bu nedenle, despotik devleti demokrasi gibi algılayan birisiyle demokrasinin temelindeki harcı karmış
birisinin özgürlüklerin kullanımı üzerine tartışmaları sonu gelmeyecek bir sağırlar
diyalogudur.
20
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Bizdeki devlet anlayışı demokrasiyi devlet biçimi olarak temellendirenlerinkinden
farklıdır. Biz devlet dendi mi, ciddi ‘devlet adamlarınca’ yönetilen devleti anlarız.
Örneğin İsmet İnönü ‘devlet adamıdır’, Soma maden faciası sırasında televizyon kanallarında son derece sabırlı, her soruyu anlayışla ve düzgünce yanıtlayan Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanı’nı çoğu kişi “İşte devlet adamı” diye övdü. İsmet İnönü’nün,
Bakanın ‘devlet adamı’ olmalarının ya da devletin ‘devlet adamlarınca’ yönetiliyor olmasının özgürlüklere faydası yok. Devlet adamı karşısına ‘özgürlük adamı’ çıkması
gerekmiyor mu? ‘Özgürlük adamlarının’ sayısı ne kadar artarsa demokrasinin devlet
biçimi olarak temellenmesi o kadar olasılık kazanacak ve giderek devleti adam gibi
yöneten ‘devlet adamlarına’ ihtiyaç kalmayacak diye düşünüyorum.
Ben düşündüm, taşındım özgürlüklerle vatandaşlık arasında kurduğum ilişkiyle devleti rahatlatacak bir çözüme ulaştım. Kuşkusuz işin mizah tarafı…Az da olsa ciddiyeti
bulunan bu mizahi çözümü ya da ‘keşfimi’ sizlere açıklamadan konuşmamı bitiremeyeceğim: Demokrasiyi devlet biçimi olarak örgütlemek, yapılandırmak, işlerlik
kazandırmak yerine var olan despotik devlet yapısını değiştirmeden, bu yapı içinde
özgürlüğe çıkış yolunu arayacaksak, çözüm önerim dikkate alınabilir.
Biz alışığızdır, devlet vatandaşlarına haklar ve özgürlükler verir, deriz. Sanki devletin
haklar ve özgürlükler deposu vardır, buradan alır bol ya da kısıntılı kullansınlar diye
vatandaşlarına verir. Vatandaşların bir bölümü kendi payına düşen hakları ve özgürlükleri kullanmazlar, gerekirse çok azını kullanırlar ya da devletin belirlediği kullanma kılavuzundaki talimatlara uyarak kullanırlar. Bu vatandaşlar tasarrufludurlar;
onlara ‘devlet vatandaşı’ denmeli, özel sertifika verilmelidir, duvara asmaları ve çocuklarına torunlarına iftiharla göstermeleri için. Vatandaşların bir başka bölümü hakları
ve özgürlükleri bizzat kullanmazlar ama başkalarını hak ve özgürlükleri yerli yersiz,
çoğu kez yersiz bolca kullanmaları için tahrik ve teşvik ederler. Bu vatandaşların kendileri tasarrufludurlar bu nedenle başları pek belaya girmez; ancak başkalarını hak
ve özgürlükleri bolca kullanmaya tahrik ve teşvik ettikleri için devlet açısından pek
muteber değillerdir. Onlara sadece ‘vatandaş’ denmekle yetinilmelidir.Bir de vatandaşların daha başka bir bölümü vardır ki, onlar devletin deposunda özenle biriktirip
dağıttığı hak ve özgürlükleri ölçüsüz kullanır, çarçur ederler. Bunlar hak ve özgürlük
dendi mi anında açgözlü olurlar; onlara da ‘yurttaş’ denmelidir.
‘Devlet vatandaşı’, ‘vatandaş’ ve ‘yurttaş’…İşte vatandaşlık bu tanımlar temelinde özgürlüklerle ilişkilendirdiğinde devlet rahatlayacaktır.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü açısından şöyle bir akıl yürütme yapılabilir:
Devletin tertiplediği gösteri ve yürüyüşlere herkes, ister ‘devlet vatandaşı’, ister ‘vatandaş’, ister ‘yurttaş’ olsun sınırsız ve özgürce katılabilmelidir. Örneğin 6-7 Eylül
olayları aslında devletin tertiplediği bir gösteri ve yürüyüştü, o ‘mitinge’ sayısız vatan21
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
daş katıldı. Onlar ‘devlet vatandaşıydılar’. ‘Vatandaşların’ ve ‘yurttaşların’ yapacakları
gösteri ve yürüyüşlere gelince; bu özgürlük onlara sınırlı ve koşullu olarak tanınmalıdır: Gösterilen güzergahta, belirlenen saatlerde, izin verilen sloganlarla, gürültü ve
taşkınlık yapmaksızın, aralarına bela kişilerin karışmalarını engelleyecek önlemleri
alarak ve üzerinde güvenlik güçlerinin gerektiğinde biber gazı, renkli, renksiz su gibi
sıvıları sıkma ‘haklarını’ (dikkat edilirse buna yetki değil hak deniyor artık) kullanmalarını engelleyecek gaz maskesi, göz yanmasına karşı solüsyon ve benzeri maddeleri,
bu maddelerin taşındığı sırt çantası bulundurmaksızın toplanarak ya da yürüyerek
gösteri yapılabilmelidir.
Başları ciddi, sonu şaka, şakanın az bir kısmı ciddi konuşmamı dinlediniz, teşekkür
ederim.
Dr. Hikmet TÜLEN
Efendim Prof. Yücel Sayman’a çok teşekkür ediyoruz, böylece açılış oturumu tamamlanmış oldu. Ara vermeden birinci oturuma geçeceğiz. Şimdi birinci oturumun moderatörünü ve konuşmacılarını davet ediyoruz.
22
I.
OTURUM
TOPLANTI VE GÖSTERİ
YÜRÜYÜŞÜ HAKKINA
İLİŞKİN HUKUKSAL ÇERÇEVE
Moderatör: Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL, Bilgi Üniversitesi
Av. Abdülhalim YILMAZ, MAZLUMDER
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN, Bilgi Üniversitesi
Doç. Dr. Nur Zeliha KAMAN, Şehir Üniversitesi
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
23
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Sunucu
Evet toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin hukuksal çerçeve konulu oturumu
yönetmek üzere İdil Işıl Gül ve bu oturumun konuşmacıları olan Abdulhalim Yılmaz,
Ulaş Karan ve Nur Zeliha Kaman’ı mikrofona davet ediyorum.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Efendim günaydın, açılış konuşmalarını yapan sayın konuşmacılara öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Oturumumuzun süresi programa göre 45 dakika. Sizlerin katılımlarınızı, yorumlarınızı ve sorularınızı daha sonrasında alacağız. Ben öncelikle size
sözü vermiş olayım, beş dakika kala da sizi uyarırım. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. Nur Zeliha KAMAN
Merhaba, öncelikle sesimden dolayı özür diliyorum, biraz rahatsızım, sesim kulaklarınızı tırmalarsa tekrar özür diliyorum. Toplantı başlığımız toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkına ilişkin hukuksal çerçeve. Tabii buradaki çoğunluk mevzuatı biliyor
ama genel olarak ben idare hukuku açısından konuya ilişkin kanun metnindeki ve
genel düzenleyici işlemlerdeki bazı aksaklıkları, bazı eleştirileri gündeme getirmek
istiyorum.
İfade özgürlüğünün toplu ve özel bir şekilde kullanılması anlamına gelen toplantı ve
gösteri yürüyüşünün amacı, bir yandan kişilerin bir konu hakkındaki düşüncelerinin
başkaları tarafından bilinir hale gelmesiyken, diğer yandan bu düşüncelerin benimsetilmesi için genel olarak karar organlarına baskı kurma hedefi var. Bu amaçlara ulaşılabilmesi için de öncelikle toplantının veya gösteri yürüyüşünün kamuoyu tarafından
fark edilmesini sağlayacak koşulların oluşması gerekiyor ki bunun ön koşulu da uygun yer ve zaman seçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Oktay Hocam bahsetti, kanunda açıkça düzenlenmiş toplantı ve gösteri yürüyüşünün
nerede ve ne şekilde düzenleneceği, Anayasa’ya baktığımızda ise bu konuda herhangi
bir düzenleme yok. 2911 sayılı Kanunun 6. maddesinde toplantı ve gösteri yerini
belirleme yetkisi doğrudan doğruya mahalli mülki idari amirlere verilmiş, yani toplantının yapılacağı yere göre kaymakam veya vali tarafından gösteri ve toplantı yeri
belirleniyor. Mart 2014 tarihinde Kanunda yapılan bir değişiklikle, bir takım görüşler
alınması öngörülüyor ama bu görüşler yalnızca adı üzerinde görüş şeklinde gündeme
geliyor, bağlayıcı değil. Dolayısıyla Kanunda yapılan değişiklik sonrasında da halen
vali ya da kaymakam doğrudan doğruya toplantı ve gösteri yerini belirleyebiliyor.
Daha önce öğretide yerel yönetimlerce düzenlenen, yerel halkı ilgilendiren konularda
dahi, merkezi idarece atanan kişiler tarafından toplantı yerlerinin belirlenmesi eleş25
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
tirilirken, demokratikleşme paketleri çerçevesinde yapılan bu yenilikle de yine bir
fark yaratılmıyor ve yine mülki idare amirleri tarafından toplantı yerleri belirlenmeye
devam ediliyor.
Toplantı yerleri tespit edilirken 2911 sayılı Kanunun 6. Maddesinin eski halinde,
mülki idare amirleri gidiş geliş ve güvenliğin bozulmaması ve pazarların kurulmasına
engel olunmamasını öncelikle dikkate alıyorlardı. Mart 2014’de 6529 sayılı Kanunla
yapılan değişiklik sonrasında ise sınırlama ölçütleri olarak; kamu düzenini ve genel
asayişi bozmayacak ve vatandaşların günlük yaşamını zorlaştırmayacak yerlerin belirlenmesi öngörüldü. Aslında toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yerler halkın
katılımını zorlaştırmayacak, katılmak isteyenlerin toplu ulaşım aracıyla ulaşabilecekleri ve hedeflenen kitlenin yanı sıra halkın da, medyanın da dikkatini çekebilecek yerler olmalıdır. Bu nedenle kamu düzeni, genel asayiş ve vatandaşın günlük yaşamı gibi
sınırlama ölçütleri, hakkın içeriğini boşaltmayacak şekilde yorumlanmalıdır. Örneğin
yeni yasayla getirilen ölçütlerden biri olan vatandaşın günlük yaşamının aksamaması
özellikle büyük kentlerde yapılan geniş katılımlı toplantılarda mümkün değildir. En
azından İstanbul gibi bir şehirde trafik akışının aksayacağı açıktır, hatta yaya ya da
araç trafiğinin aksaması – tabiî ki belli ölçülerde olmak şartıyla dikkat çekmek açısından – kimi zaman toplantı ve gösteri yürüyüşünde istenen bir durumdur. Kamuya
açık bir yerde düzenlenen bir gösterinin her koşulda hayatın genel akışı üzerinde bir
karışıklığa ve tepkiye sebep vereceği sonuçta açıktır.
Toplantı ve gösteri yer ve güzergâh sınırlama ölçütlerinden biri olan kamu düzeni
ise kolluk amiri sıfatıyla mülki idare amirlerince yapılacak her türlü bireysel ya da
genel düzenleyici işlemde zaten işlemin amaç unsurudur. İdare hukuku öğretisinde,
kamu düzeni kavramının klasik unsurları dirlik, esenlik, sağlık ve güvenliktir. Kanun
koyucunun kamu düzeninin güvenlik unsuru içinde yer alan genel asayişe sınırlama
sebebi olarak tekrar yer vermesi aslında gereksizdir. Kolluk konusunu anlatan kitaplara baktığımızda, aslında toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünün kullanılması
ya da kamu düzenini bozması güvenlik unsuru içinde değil, dirlik ve esenlik unsuru
içinde değerlendirilmektedir. Bu sınırlama ölçütlerinin ötesinde bir de kanun, doğrudan doğruya yasak yerler belirlemiştir. 2911 sayılı Kanunun 22. Maddesinde; genel
yollar, parklar, mabetler, kamu hizmeti görülen tesisler ve bunların eklentileri ile daha
önce de bahsi geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir kilometre uzaklıktaki alan ve
şehirlerarası yollar yasak yerler olarak sayılmıştır.
Bu düzenlemede eleştirilebilecek pek çok yön var ama özellikle genel yollar ibaresi ile
ne kastedildiği açık değil. Genel yollardan ne kastediliyor, bir tanımı var mı? Ben baktım ama bulamadım. Mülki idari amirlerin zaten toplantıyı her yerde yasaklama yetkileri varken bu tür genel ifadelerle hakkın kullanılmasının imkansız hale getirilmesi
26
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
kanaatimce doğru değil. Sorunlu olan nokta asıl olarak şu ki, genel düzenleyici işlem
niteliğindeki bir kararla, tüm açık hava toplantılarının yerinin önceden belirlenmesi
mümkün değildir. Çünkü baktığınızda idare hiçbir zaman tek başına özgürlükleri
genel biçimde düzenleyici ve sınırlayıcı hükümler getiremez. Ancak olayın özelliğine
göre, her somut olaya göre yapacağı birel bir idari işlemle mekân bakımdan sınırlama
getirebilir. Yani aslında idare bunu yapmakla kendisine Anayasa’yla verilen genel yetki
ve görevleri aşmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de bu yönde pek çok
kararı bulunmaktadır.
Toplantının bilinir hale gelebilmesi, konunun kamuoyu tarafından öğrenilebilmesi,
baskı unsuru haline gelebilmesi için gerekli olan bir diğer koşul olan zaman açısından
konuya baktığımızda; açık yerlerdeki toplantılara güneş batmadan öncesine kadar,
kapalı yerlerdekilere ise saat 24’e kadar izin verilmektedir ki gene Mart 2014’de yapılan değişiklikle hakkın kullanımının genişletilmesi için bu saat sınırlamaları bir saat
uzatılmıştır. Bu düzenlemelerden kanun koyucunun bir günden fazla sürebilecek bir
toplantıyı aklına bile getirmediğini anlıyoruz.
Açılış konuşmasında gündeme getirildi ama önemi nedeniyle tekrar vurgulamak istiyorum. Anayasa’mızda toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılabilmesi için izin alınması
öngörülmüyor. 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun’da ise
bildirim usulü getirilmiş. Bildirim usulünde aslında amaç, yalnızca devletin, idarenin
bildirilen toplantıya yönelik güvenlik önlemlerini almasına ilişkin bir tedbir mahiyetindedir. Bildiriyorsunuz ki, devlet kendine düşen yükümlülükleri yerine getirsin ama
daha önce de vurgulandığı üzere, baktığınızda bildirim usulü tamamen yasaklama
aracı olarak kullanılıyor.
Toplantı ve gösteri yürüyüşünün ertelenmesi ve yasaklanmasına ilişkin maddelerde
de sorunlar var kanunda, baktığınızda 2911 sayılı Kanunda yasaklama kararının verilebilmesi için, – mülki idari amirce veriliyor yasaklama kararı – suç işleneceğine
dair açık ve yakın bir tehdidin mevcut olması yeterli. Şimdi bu durum Anayasanın
13. Maddesinde öngörülen bir özgürlüğün özüne dokunmama kuralını açık biçimde zedelemektedir. Bir özgürlüğün kullanımının yasaklanması, o özgürlüğü ortadan
kaldırmak anlamına gelmemelidir. Ayrıca Anayasanın 34. Maddesinde yer verilen
yasaklamaya ilişkin hükümlerin 2001 yılında kaldırılması karşısında da 2911 sayılı
Kanundaki yasaklamaya ilişkin hükümlerin herhangi bir anayasal dayanağı da kalmamaktadır. Ayrıca baktığınızda ceza hukukçularının çok daha iyi yorumlayacağı bu
açık ve yakın tehlike nedir? Bunu kim belirleyecek? Bu da çok tartışmalı bir konu.
Yeni Türk Ceza Kanunu’nda açık ve yakın tehlike kavramına yalnızca iki maddede
rastlıyoruz: Suçu ve suçluyu övme ile halkı kin ve düşmanlığa teşvik etme. Bu durumlarda da doğrudan doğruya açık ve yakın tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediğine
27
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
hâkim karar veriyor. Oysa burada idarenin yapması gereken tek şey kolluk yetkisi
çerçevesinde suç işlenmesine engel olmakken, bir idari amirce suç işleneceğine dair
açık veya yakın tehlikenin direkt tespit edilerek, yasaklama kararının verilmesi de
sakıncalı bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Mevzuatı incelerken maalesef çok sık rastladığımız bir durum, idarenin genel düzenleyici işlemle, kanunla getirilen sınırlamaları aşmasına burada da rastlıyoruz. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununun uygulanmasına dair yönetmeliğe baktığımızda,
23. maddesinde, Kanunun 17. maddesinde genel erteleme sebepleri olarak gösterilen
koşulların yasaklanma sebebi olarak belirtildiğini görüyoruz. Erteleme koşullarına
baktığımızda ki dediğim gibi yasaklama sebebi olarak da uygulanabiliyor mülki idare
amirlerce, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin engellenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerin kullanılması gerekçesiyle
bir ayı aşmamak üzerine erteleme kararı verilebiliyor. Yönetmeliğe baktığımızda ise
mülki idari amir, kanundaki yetkisini aşarak iki aya kadar erteleme kararı verebiliyor.
Yönetmeliğin değiştirilmesi tabii ki kolay ama neden gözden kaçırılmış bu durum
bilemiyorum. Sonuç olarak baktığımızda Anayasamız aslında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararlarına uygun, ama benim inceleyebildiğim kadarıyla kanunda ve yönetmelikte Anayasaya aykırı hükümler var ve maalesef uygulama da bu yönde gelişiyor. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Şehir Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nur Zeliha Kaman’a konuşması için çok teşekkür
ediyorum. Şimdi sözü Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Yardımcı Doçent Ulaş
Karan’a vereceğim, buyurun.
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN
Herkesi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Sunumlar için ayrılan süre oldukça kısıtlı.
Ancak benden önce Oktay ve Nur Hocalarım sunumlarında benim de üzerinde durmak istediğim bazı konuların üzerinde durdukları için sürenin kısıtlı olması bir sorun
olmaktan çıktı. Ayrıca bu sayede önemli gördüğüm birkaç nokta üzerinde daha uzun
durma şansım olacak.
Türkiye açısından ifade özgürlüğü oldukça sorunlu bir alan. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin (AİHM) ifade özgürlüğü ile ilgili 31 Aralık 2013 tarihine kadar verdiği
544 kararın 224’ü, bir başka deyişle yaklaşık yüzde 41’i sadece Türkiye ile ilgili kararlardan oluşuyor. Avrupa Konseyi’ne üye 46 ülkenin ifade özgürlüğü ile ilgili ürettiği
ihlâl sayısını, Türkiye neredeyse tek başına üretiyor. Benzer durum toplanma özgürlü28
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
ğü için de geçerli görünüyor. Toplanma özgürlüğü ile ilgili olarak bazı ülkelerle ilgili
bugüne kadar verilmiş hiçbir ihlal kararı mevcut değil. Bu alanda özellikle İspanya
dikkat çekici bir örnek. Yakın dönemde İspanya’da ülkemizde yaşanan Gezi Parkı
Olayları’na benzer bir biçimde “Öfkeliler Hareketi” adı verilen çok yaygın protestolar
yaşandı. Bu sebeple İspanya’yla bugüne kadar toplanma özgürlüğü konusundaki uygulamasına bakmak istedim. İspanya hakkında bugüne kadar toplanma özgürlüğü ile
ilgili verilmiş bir ihlal kararı bulunmuyor. Sadece İspanya değil birçok ülke için aynı
durum söz konusu. Sadece bu veri dahi toplanma özgürlüğü alanında oldukça kötü
bir sicilimiz olduğunu ortaya koyuyor. Kanaatimce bu durum hem uygulamadan,
hem de mevcut mevzuattan kaynaklanıyor.
Toplanma özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü ya da basın açıklaması vs. şeklinde
farklı farklı biçimlerde kullanılabiliyor. Az sayıda kişinin katıldığı durumlarda, konu
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebiliyor. Ancak katılımcı sayısı belli bir sayıya ulaştığında konu toplanma özgürlüğü bağlamında gündeme geliyor. Demokrasi ve
insan hakları açısından her iki başlık da büyük önem taşıyor. Toplanma özgürlüğünde yapılan bir toplantının biçimi bakımından herhangi bir sınırlama bulunmamaktadır. Başka bir deyişle protesto gösterisi, basın açıklaması, miting, oturma eylemi, işgal,
susma vs. gibi farklı biçimlerde gerçekleştirilmesi mümkündür. Sergi, konser, fuar,
seminer gibi biçimi ne olursa olsun tüm toplantılar bu özgürlük kapsamında koruma görebiliyor. Konu bakımından da bir sınırlama mevcut değil. Toplantıların siyasi,
dini, kültürel, sosyal vs. herhangi bir konuda düzenlenmesi mümkündür.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) toplanma özgürlüğüne dair 11. maddesinde yer alan sınırlama sebeplerinin sayısı ifade özgürlüğüne göre çok daha dardır. Ayrıca Anayasa’nın 34. maddesine bakıldığında 2001 yılında yapılan değişiklik
sonrasında AİHS’nin 11. maddesinde yer alan sınırlama sebepleri neredeyse aynen
benimsenmiştir. Anayasal açıdan bu konuda bir sorun görünmüyor. Sınırlamayla ilgili
genellikle mekân ve süreye gönderme yapılıyor. Türkiye’de toplanma özgürlüğünün
kullanımında mekan ve süreye dair mutlak kısıtlamalar getirilebiliyor ve bu durum
çok yaygın. Örneğin İstanbul’da Yenikapı ve Maltepe’yle sınırlanmış miting mekânları başlı başına AİHS’ye ve Anayasa’ya aykırılık oluşturuyor. Herhangi bir yerde belli
durumlarda haklı bir neden varsa bir toplantıya sınırlama getirilmesi mümkündür.
Ancak bu sınırlama ancak belirli bir süreyle getirilebilir. Kararın metni bizzat elimde
değil ancak İstanbul Valiliği’nin geçtiğimiz yıl aldığı Taksim Meydanı’nın basın açıklamalarına kapatılmasına dair bir kararı söz konusu. Valilerin mevzuatta bu tür bir yetkisi var mı bilmiyorum ancak bu tür bir yasaklama ile birlikte Türkiye’de milyonlarca
potansiyel mağdur ortaya çıkmış durumda. Taksim meydanı ve yakın yerlerde birçok
noktada ağır silahlarla donatılmış, tam teçhizatlı çok sayıda polis bulunuyor. Yine çok
sayıda TOMA adı verilen ve belki yalnızca savaş meydanlarında kullanılabilecek araç29
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
lar getirilmiş durumda. Bu araçlar bildiğim kadarıyla yerli yapım ve yakın zamanda
ihraç edilmeye de başlandı.
Toplanma özgürlüğüne yönelik çok sayıda müdahale biçimi söz konusu. Bir toplantının engellenmesi, dağıtılması, katılan kişilere yönelik soruşturma açılması, kişilerin
gözaltına alınması, dava açılması, dava sonunda ceza verilmesi veya ceza verilmemesi
son dönemlerde olan yaygın uygulama ve açıklamanın geriye bırakılması veya cezanın ertelenmesi göze çarpan müdahele biçimleri. Türkiye’de çok sayıda müdahale biçimi ortaya çıkıyor ve bu alanda ne yazık ki müthiş bir zenginlik söz konusu.
AİHM karalarında sıklıkla caydırıcı etki doktrinine gönderme yapıyor. Özgürlüklere
yönelik müdahaleler bu özgürlüğü kullanmayan kişiler açısından ciddi bir caydırıcı
etki yaratıyor ve insanlar haklarını kullanmaktan çekiniyorlar. Türkiye’de açık havada
gerçekleşen neredeyse tüm toplantılar “kriminal” bir olay olarak görülüyor ve öyle
yaklaşılıyor. Ne yazık ki medya organları da toplantılara aynı bakış açısı ile yaklaşıyor.
Medyada sürekli polis müdahaleleri, kaçmaya çalışan göstericiler, gaza maruz kalmış
insanlar gösteriliyor ve hem devletin, hem de medyanın bu yaklaşımı bu alanda ciddi
bir caydırıcı etki yaratıyor. Herhangi bir açık hava toplantısına katıldığınızda insanlar
kendilerini ne kadar güvensiz hissettiğini görüyorsunuz. Bu hakkı kullanmak isteyen
kişiler sürekli sağını solunu kontrol ediyor, polis tarafından bir müdahalenin olup
olmayacağını, olacaksa ne kadar sert olacağını merak ediyor, bir müdahale olduğunda
nereye kaçabileceğini, nereye sığınabileceğini düşünüyor. Şu anda mevcut müdahaleler sonucunda toplanma özgürlüğünü kullanmak isteyen insanlar açısından ciddi
bir caydırıcı etki doğmuş durumda. Bu dahi başlı başına bu hakkın ihlal edilmesidir.
Toplanma özgürlüğü barışçıl kullanılması gereken bir haktır. Uluslararası standartlara
göre şiddete başvurulmadığı durumda toplanma özgürlüğüne bir müdahalede bulunulması mümkün değil. Bir toplantıyı gerçekleştirecek olan grubun daha önce şiddete
başvurmadığı durumda öncelikle toplantının barışçıl geçeceğinin kabul edilmesi gerekiyor. Bir toplantı sırasında şiddete başvuran kişilerle başvurmayan kişilerin mutlaka
kolluk tarafından ayrılması ve ayrı muamele edilmesi, şiddete başvurmayan kişilerin
toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma özgürlüğünün devamlılığının sağlanması gerekiyor. Fakat Türkiye’de bir toplantı sırasında bir kişi tarafından atılan bir taş, otomatik
olarak tüm mitinge müdahale edilmesi ile sonuçlanıyor. doğuruyor. Yakın dönemde
İstanbul Kadıköy’de yapılan bir mitingde birkaç kişi ile polis arasında çıkan bir arbede
yüzünden polis tarafından tüm miting dağıtıldı. Türkiye’de bu tür durumlara sıklıkla
rastlıyoruz. Hem orantısız bir şekilde müdahale ediliyor, hem de barışçıl bir şekilde
hakkını kullanmak isteyen kişilerin toplanma hakkını kullanmaları engelleniyor. Müdahalelerde TOMA, göz yaşartıcı gaz, biber gazı gibi araçların kullanılması da başlı
başına bir orantısızlığa işaret ediyor.
30
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Her toplantı hayatın akışını engelleyecek ve çevreyi rahatsız edecektir. Toplantılar
kimi zaman belli ölçüde çevreyi kirletebilir, görültü kirliliğine yol açabilir ya da trafiği
engelleyebilir. Bu durum toplantı özgürlüğünün doğasında mevcuttur. Bu nedenle
devletin bu gibi gerekçelerle toplantıları engellememesi ve bir miktar hoşgörü göstermesi gerekir. AİHM’nin Türkiye ile ilgili bir kararında Sultanahmet Adliyesi’nin
önünde, tarfiğe kapalı bir alanda,adliyede yürütülen yargılama faaliyetini engellemeye yönelik olmayan, az sayıda kişinin katıldığı bir protestonun birkaç dakika içinde
dağıltıldığı görülüyor. 19 Aralık 2000 tarihinde çok sayıda mahpusun hayatını kaybettiği cezaevi operasyonu sonrası yapılan bir basın açıklamasına yönelik çok sert bir
müdahale yaşanmıştı. Türkiye’de ne yazık ki herhangi bir hoşgörü söz konusu değil
ve birkaç kişinin katıldığı basın açıklamaları dahi sert bir müdahaleye uğrayabiliyor.
Toplanma özgürlüğünü kullanan iki karşıt grubun zaman zaman karşı karşıya gelmesi mümkün olabiliyor. Örneğin kimi Avrupa’da ülkelerinde faşistlerle anti-faşistler
zaman zaman karşı karşıya gelebiliyor. Devletler bu noktada iki türlü yaklaşım benimseyebiliyor. İlk yaklaşım ırkçı, yabancı düşmanı ve nefret söylemi niteliğindeki
görüşleri savunan grupların gösteri yapmasına izin vermiyor. İkinci yaklaşım ise bu
tür görüşleri savunan kişilerin gösteri yapmalarına izin verebiliyor. İzin verildiği durumda karşı görüşü savunan kişiler ile bu grupların yan yana gelmesi engellenmeye
çalışılıyor. Kolluk güçleri iki gruba eşit bir mesafede duruyor. Türkiye’de de bu noktada bir yaklaşımın benimsenmesi gerekiyor. Türkiye’de nefret içerikli görüşlerin dile
getirildiği toplantılar olabiliyor. Yanlış hatırlamıyorsan geçtiğimiz yıllarda İstanbul
Taksim’de bir bakanın da katıldığı bir gösteride yaygın nefret söylemine sahne olmuştu. Avrupa’da bazı ülkelerde bu tür bir toplantı ya dağıtılır, gösteri sonucunda nefret
içerikli düşünceleri dile getiren kişiler hukuki yaptırımla karşılaşırdı. Türkiye’de bu
tür bir yaklaşım henüz ortaya çıkmadı. Yine Türkiye’de zaman zaman toplantılara katılan kişilere yönelik linç girişimleri ortaya çıktı ve bu tür davranışlar neredeyse hiçbir
yaptırımla karşılaşmadı.
Türkiye’de “izinsiz gösteri” şeklinde çok sık kullanılan bir söz var. Toplantı özgürlüğü
izne tabi tutulamaz ve ancak belirli durumlarda bildirime tabi tutulabilir. Anayasa’da
da bu yönde bir ibare mevcut. Bununla birlikte Türkiye’de bildirim usulü uygulamada
izin usulüne dönüşmüştür. Toplanma özgürlüğünü kullanacak kişiler için gündeme
gelen bildirim yükümlülüğü oldukça bürokratik bir usul olarak göze çarpıyor. Örneğin belirli sayıda kişinin içinde olduğu bir tertip komitesinin kurulması, bu kişilerle
ilgili çok sayıda belgenin ibraz edilmesi gibi çok sayıda gereklilik öngörülmüş durumda. Bu tür gereklilikler yerne getirilmeksizin yapılan bir gösteri yürüyüşü sonucunda
çok ciddi cezai yaptırımlar gündeme gelebiliyor. Örneğin tertip komitesi üyelerinin
mutlaka toplantı alanında bulunması gerekiyor, toplantının amacı dışına çıkıldığında
bu kişilerin sorumluluğu gündeme gelebiliyor. Bu tür uygulamalar sonucunda bildi31
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
rim usulünün izin usulüne dönüştüğü rahatlıkla söylenebilir. Bu durum Anayasa’nın
34. maddesine de açıkça aykırılık oluşturuyor. Türkiye’de herhangi bir bildirimde
bulunulmaması, yapılan toplantıyı doğrudan kanuna aykırı gösteri haline getiriliyor
ve Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 16. maddesi dolayısıyla polisin direnişle karşılaştığı gerekçesiyle orantısız müdahalelerinin yolunu açıyor.
AİHM bu tür bir durumda bildirimde bulunmaması barışçıl bir gösteriyi hukuka aykırı hale getirmemeli görüşünü benimsiyor. Ancak Türkiye’de doğrudan bir hukuka aykırılık ortaya çıkıyor. Hatta bazı durumlarda kapalı salon toplantıları dahi izinsiz gösteri olarak değerlendirilip engellenmek istenebiliyor. Yine bir tiyatro ya da dans grubu
tarafından kamuya açık bir alanda bir sanatsal performans sergilenmek istendiğinde
izinsiz toplantı olarak engellenebiliyor. Başka bir örnek belediyeler tarafından düzenlenen festivallerin izinsiz toplantı olarak değerlendirilerek mülki amirler tarafından
yasaklanabiliyor. 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda neyin bir
toplantı veya gösteri yürüyüşü olduğuna dair açık bir tanımlama dahi bulunmuyor.
Mülki idare amirleri bu alanda sınırsız bir yetkiye kavuşmuş durumdalar ve bürokrasi
bu tür bir uygulamayı yaygın bir biçimde benimsemiş görünüyor.
Toplantıların spontane bir şekilde gerçekleşmesi mümkündür ve bu tür toplantılar
da bu özgürlükten yararlanabilecektir. Dolayısıyla izin veya bildirimin mevcut olmaması tek başına bir toplantının barışçıl olmaması veya hukuka aykırı olması anlamına gelmemelidir. Örneğin Soma’da yaşanan faciadan sonra akşam Türkiye’nin birçok
yerinde protestolar yapıldı. Tüm bu protestolarla ilgili olarak bildirim yükümlülüğü
uygulanmış olsaydı protestoların belki üç-dört gün sonra gerçekleştirilmesi mümkün
olacaktı. 2911 sayılı kanun bildirim yükümlülüğünü mutlak bir şekilde benimsediği
için spontane tüm gösteriler doğrudan yasadışı hale gelmektedir. Her tür yasadışı
gösterinin de kolluk tarafından engellenmesi ve kolluğun zor uygulamasının yolunu
açtığı unutulmamalıdır.
Türkiye’de toplanma özgürlüğü ile ilgili bir diğer sorun idarenin toplantıyı engellemeye dönük kararlarına karşı bir itiraz usulünün mevcut olmamasıdır. Elbette bu tür
bir karar bir idari işlem olarak idare mahkemelerine açılacak bir iptal davasına konu
olabilecektir. Ancak mülki idare amirleri bir toplantıyı yasakladığında ya da engellediğinde idari mahkemeye başvurulduğunda belki birkaç yıl sonra somut bir sonuç elde
edilebilmektedir. Bu tür durumlarda yürütmenin durdurulması kararlarının verilmesi
dahi aylar alabiliyor. Örneğin bir Danıştay kararına baktığımızda 2002 tarihinde düzenlenmek istenen ve yasaklanan bir toplantı ile ilgili nihai kararın 2008 yılında verildiği görülüyor. Toplantıların engellenmesine veya yasaklanmasına yönelik kararlarda
hızlı işleyen bir itiraz usulünün öngörülmesi gerekiyor. Bu tür bir usul ile örneğin bir
mitingin yapılmasına dair 4 gün öncesinden yapılan bir bildirim sonucunda verilen
32
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
yasaklama kararlarının toplantının düzenlenmek istenilen tarihten önce incelenmesi
ve sonuçlandırılması mümkün olabilecektir. 8 Mart veya 1 Mayıs gibi belirli günlerde
yapılması gereken toplantılar açısından bu tür bir mekanizmanın varlığı ayrıca önem
kazanmaktadır. Kanunda yer alan ve az önce bahsedilen sınırlamalar özellikle daha
önce olağanüstü hal ilan edilen bölgelerde yoğun olarak gündeme geldi. Örneğin 1
Mayıs tarihinde yapılmak istenen bir miting ile ilgili yapılan bildirim sonucunda miting 2 ay sonrasına ertelenebiliyordu.
Toplantı özgürlüğü çok farklı mekanlarda kullanılabilecek bir haktır. Kamuya açık
herhangi bir mekanda bu özgürlüğün kullanılabilmesi mümkündür. Örneğin bir
AİHM kararına göre Fransa’da bir kilise yaklaşık iki ay boyunca “kâğıtsızlar” olarak
anılan göçmenler tarafından işgal edilmişti. İşgal sırasında ibadet faaliyetleri ve kilisenin günlük işleyişi engellenmedi. Kilisenin ibadet yapılmayan kısımlarında çok sayıda
göçmen barındı ve hükümetin göçmenlerle ilgili politikasını bir anlamda protesto etti.
Fransız hükümeti iki ay boyunca bu işgale müdahale etmedi. İki ay sonra ise sağlık
gerekçesiyle bir müdahale gerçekleşti. Bu konuda yapılan başvuruda AİHM ibadethanelerde bu tarz gösterilerin yapılmayacağını tartışmadı. Fransa’nın işgale iki ay boyunca hoşgörü göstermesini dikkate alarak ihlal kararı vermedi. Fransa’dan başka bir
örnekte çok sayıda kamyon şoförü hükümetin bazı politikalarını protesto etmek için
saatlerce otoyolları bloke etmesi değerlendirilmiştir. Hükümet saatler sonra müdahale
etmiş ve yolu kapatan şoförlere para cezası uygulamıştır. Bu noktada Türkiye’de bu
tür bir suçun cezasının asgari olarak bir buçuk yıl hapis cezası olduğunu eklemek gerek. Fransa’da sadece para cezası uygulanması ve uzun bir süre hoşgörü gösterilmesi
nedeniyle ihlal kararı verilmedi. Bizde mevzuat hem orantısız müdahalelerin yolunu
açıyor ve hem de çok ciddi yaptırımlar öngörüyor.
Mekan kullanımı öncelikle toplanma özgürlüğü kullanmak isteyen kişilere bırakılması gerekmektedir. AİHM’nin DİSK ve KESK-Türkiye kararıyla beraber bu konu
Türkiye açısından netleşmiş durumda. Toplantı yapmak istediğiniz mekan ile toplantının düzenlenmesi amacı arasında bir bağlantının mevcut olması durumunda devletin bunu engellememesi, engelleyecekse de haklı bir neden ileri sürmesi ve bir haklı
nedenin varlığını ortaya koyması gerekir. Görüldüğü gibi bu tür bir durumda ispat
yükünün yer değiştirdiği söylenebilir. Günümüzde yalnızca kamuya açık alanlarda
değil, özel hukuk gerçek veya tüzel kişilerine ait mekanlarda toplantı özgürlüğünün
kullanılıp kullanılamayacağı tartışılıyor. 2911 sayılı kanun toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılacak alanları oldukça sınırlamıştır. Hatta parklar, yollar, resmi kuruluşlara ait
mekânlar doğrudan yasaklanmış durumda. Geriye yalnızca mülki idare amiri tarafından gösterilen bir mekan kalıyor. Günümüzde kamusal mekanlar gittikçe küçülüyor
ya da Taksim örneğinde olduğu gibi kolluk güçleri bizzat kamusal alanı kendileri işgal
ediyor. Kamusal mekânların küçüldüğü için, giderek özel mekânlar gündeme geliyor.
33
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Örneğin bir alışveriş merkezinin içi, protesto gösterisi için kullanılabilir mi? Bu noktada mülkiyet hakkıyla toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı karşı karşıya geliyor ve hangi
hakkın üstün tutulacağının tayin edilmesi gerekiyor.
Toplantının yapıldığı zaman ve süresi de toplanma özgürlüğü açısından önemli bir
konudur. Toplantı birkaç dakika sürebileceği gibi günler, hatta Fransa veya Occupy
Wall Street örneğinde olduğu gibi gibi aylar sürebilir. Yine toplantıların günün herhangi bir saatinde yapılması mümkündür.
Son olarak, Anayasa’ya tekrar bakıldığında 34. maddenin AİHS’nin 11. maddesinden
daha da ileri bir düzenleme olduğu görülüyor. Bu konuda temel sorun 2911 sayılı
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ndan kaynaklanıyor. 12 Eylül döneminde
çıkarılan ve küçük değişikliklerle hala yürürlükte olan bu kanun toplanma özgürlüğünün düzenleme iddisıyla bu özgürlüğü kullanılamaz hale getiriyor. Bugüne kadar
demokratikleşme adına gerçekleştirilen reformlar toplanma özgürlüğü alanında herhangi bir ilerlemeye yol açmadı. Kanımca yapılması gereken 12 Eylül yadigarı olan bu
kanunun tümüyle ilga edilerek yerine uluslararası standartlara uygun yeni bir kanun
çıkarılmasıdır. Kanun eskisi kadar ayrıntılı olmamalı, devletin müdahalesini kolaylaştıran bir şekilde değil, devletin müdahalesini zorlaştıran ve hakkın kullanımını kolaylaştıran bir şekilde kaleme alınmalıdır. Süreyi aştığım için özür diliyorum. Yorumlarınızla ve katkılarınızla konuyu daha da ayrıntılı ele alabilceğimizi düşünüyorum.
Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkür ediyorum katkılarınız için şimdi oturumun son konuşmacısına sözü
vermek istiyorum. Av. Abdulhalim Yılmaz, buyurun.
Av. Abdülhalim YILMAZ
Teşekkür ederim, herkese merhaba. Öncelikle Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na bu
toplantıyı organize etmesi nedeniyle teşekkür etmek istiyorum. Pratikte yaptığı denetimler yanında, işin taraflarıyla, akademisyenlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla ya da
aktivistlerle bu tür toplantıları organize etmenin faydası ortada. Hem tecrübeleri paylaşmak hem de daha iyi bir mevzuata ve denetim mekanizmasına sahip olmanın çok
önemli olduğunu düşünüyorum. Umarım bu tür toplantılar devam eder. Hem teorik
hem de pratiği iç içe koyan toplantıların faydası açık. Şimdi toplantı gösteri yürüyüşü
hakkını aslında bir mağdur olarak konuşuyorum. Çünkü sırf “savaşa hayır” diye yaptığımız bir gösteride, – aslında ben sonradan katılıp bir avukat olarak gitmiştim ama
– insan hakları kuruluşlarının Bakırköy özgürlük meydanında ortaklaşa düzenlediği
34
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
gösteride, basın açıklaması yapılıp dağılacakken herkes gözaltına alındı. Sonrasında
bir de yargılama sırasında makul süre mağduru olduk, çünkü yapılan yargılama 9
sene sürdü ve en sonunda dava zamanaşımından düştü. Üst üste gelen ihlallerle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduk, başvuru henüz sonuçlanmadı.
Ben avukatlık ya da müdafilik yaptığım için daha çok pratikten örnekler vermek istiyorum. Her ne kadar bu örnekler daha çok öğleden sonraki çalışmaya ait olacaksa da
hem birkaç tane AİHM’den hem de pratikte yaşadığımız örneklerden ve aslında olması gerekenlerden bahsetmek istiyorum. Şimdi kanun metinlerini zaten tekrar etmeye
gerek yok, herkes az çok biliyor. Önceki arkadaşlar da az çok bahsettiler. Sadece şunu
belirtmek istiyorum, Ulaş beyin kaldığı yerden devam edersem, 2911 sayılı yasanın
kesinlikle kaldırılması gerekir kanaatindeyim. Bu yasanın Anayasa’ya aykırılığı konusunda benim herhangi bir tereddüdüm yok. Yani Anayasa’nın 34. maddesi gayet iyi
bir biçimde düzenlenmişken, 2911 sayılı yasa tamamen bu hakkı tırpanlıyor adeta
civcive dönüştürüyor ve hakkın özünü tamamen ortadan kaldırıyor. Kanundaki bildirimin amacı, esas itibariyle polise ya da kaymakamlığa yapılan bildirimde, “biz böyle
bir hakkımızı kullanacağız bizi koruyun, hakkımızın kullanılmasını sağlayın” olması
gerekirken, tam tersine “siz bize bu konuda izin verin, eğer izin verirseniz biz bunu
yapacağız, hakkımızı kullanabileceğiz” şeklinde bir uygulama var. Ve mevcut bildirim
sistemi ismi bildirim olmakla birlikte tamamen izin sistemine dönüşmüş durumdadır.
Yani kanunda adı bildirim konulmuş olsa da gerçekte, uygulamada bir izin sistemidir,
bunu özellikle vurgulamak isterim.
Bunun yanında, bu hakkın kullanılmasında, kamu, yetkililere biraz eski Ankara valisi
tabiriyle yani “Komünizm lazımsa onu da biz getireceğiz” anlayışı ile yaklaşılıyor. Yani
böyle bir toplantı gerekli midir, değil midir? Bildirim yapılan devlet idaresinin hoşuna
gitmeyen bir toplantı için “bir sakınca olabilir, kamu düzenini bozabilir” gibi bir anlayışla yaklaşıyorlar. Esasen kamu görevlileri, hakların kullanılmasına bir şekliyle hoşgörü ve tahammülle yaklaşmak zorundalar. Bu anlamda bana göre açık meydanlarda, ibadet yerlerinde, trafiği aksatacak yerlerde, parklarda yani kanunun yasakladığı
yerlerin çoğunda da bu hakkın kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Niye? Çünkü
bu hakkı kullanabilmek için insanlara sesinizi duyurmanız gerekiyor. Yani eğer ben
bir şeyi kabul etmiyorsam, protesto ediyorsam ya da bir konuda gösteri yapıyorsam,
amacım benim sorunumu ortaya koymaktır. Yani “Ey insanlar duyun! Benim böyle
bir sıkıntım var, böyle bir problem var!” demek gerekiyor. Onun için, illa ki Yenikapı
Meydanı’nı tek gösteri yeri olması gerekmiyor örnekte olduğu gibi, ya da Sultanahmet
Parkı’nda… Biraz önce Ulaş beyin verdiği örnekte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
verdiği kararında bunu diyor. Parklarda toplantı veya gösteri yapmak yasak; parklarda
yapmak niye yasak olsun? Kaldı ki her halükarda böyle bir durumda devletin pozitif
olarak gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü vardır. Bunun dışında, o hakkın kullanıl35
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ması sosyal hayatı biraz etkileyebilecek, hatta bir miktar aksatabilecek ki etkisi olsun.
Bu hakkın kullanılmasında, seslerini duyurmak isteyenlere karşı biraz tahammül edilmesi gerekiyor, hoşgörü gösterilmesi gerekiyor.
Şöyle bir örnek vereyim bundan 3-4 gün önce bir emniyet müdürlüğüne işim düştü
ve hiç kimseye ulaşamıyorum. Benim gibi beş on insan daha bekledi, aklımıza şu geldi: İnsanlar dedi ki “Biz burada kendimizi yakalım mı? Benim aklıma gelen ilk ihtimal
şu oldu: En az zararlı yöntem, hemen yandaki caddeyi trafiğe kapatmak. Niye? Çünkü kendimizi duyuramıyoruz, sesimizi duyuramıyoruz, hiçbir muhatap bulamıyoruz.
Böyle bir şey olduğu zaman ise muhatap birileri mutlaka çıkıp gelecek, muhakkak bir
cevap verilecek, sesimizi duyurmuş olacağız. Onun için belki kamu düzeni bir miktar
etkilenmiş olacak. Her halükarda bu kanundaki sayılan sınırlama sebeplerinin, yer ve
zaman sınırlamasının kesinlikle doğru olmadığının altını çizmek isityorum.
Bu kapsamda AİHM’in iki kararından bahsetmem gerekecek. İlk karar esas itibari ile
belki pilot karar değil sanıyorum ama en azından pilot karar gibi Türkiye için önemli
olan kararlardan bir tanesi bu; Oya Ataman / Türkiye kararı. Ulaş bey bahsetti ama
ben sadece orda bir iki noktayı söylemek istiyorum. Sultanahmet Adliyesinin önündeydik. Aslında adliyenin önü park olan bir alandı, eski Sultanahmet Adliyesi’nin önü
ve tek yön ve tek araç geçişi var burada, yani gösteri veya yürüyüş sırasında herhangi
bir şekilde trafiğin aksaması zaten mümkün değil. İster orada gerçekleşmiş olsun,
isterse Sultanahmet Parkı içerisinde meydana gelmiş olsun, orada insanlar yürüyüş
yaptılar. Yürüyüşün sonunda yani birkaç yüz metre yürüdükten sonra bir basın açıklaması yapacaklardı. Diyeceklerdi ki, biz F tipini kabul etmiyoruz. F tipi cezaevleri
insan haklarına aykırıdır. Bunu bile söylemeye, yürüyüş yapmaya izin vermediler.
Direkt müdahale edip ve şiddetli bir şekilde saldırıyorlar. Dahası var aslında, “basın
açıklaması” kavramı için uzun süre “izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşü” sayıldı ve
kanuna aykırılıktan işlem yapıldı. “İzinsiz gösteri” diye bir kavram yok aslında. Biz
savcılık iddianamelerinde, yargılamalarda çoğu zaman şahit oluyoruz. Hukukçular
ya da aktivistler olarak bu kelimeyi çok kullanıyoruz ama, “izinsiz toplantı” diye bir
şey yok. Çünkü kanun diyor ki bu hakkın kullanılması için izne gerek yok. “Bildirimsiz gösteri” belki olabilir ama zaten bildirim sistemi pratikte izin sistemine dönüştürüldüğü için sıkıntı da bundan kaynaklanıyor. Onun için izinsiz toplantı diye bir
cümle kullanmak Türkiye’nin ulusal mevzuatı bakımından doğru değildir. Çünkü
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası böyle bir izin mekanizması öngörmemiş, yani diyor
ki Anayasa diyor ki “serbestsin, önceden bildirilmeksizin böyle bir hak kullanabilirsin”. Kanunla getirilen düzenlemede ise bildirim esası, 72 saat, düzenleme komitesi,
toplanma yeri ve zamanı, açıklaması gibi detaylar var. Kanun hakkı sınırlandırmış,
uygulamada ise kanundaki sınırlamadan bile daha dar yorumlanarak uygulanıyor.
36
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Onun için esas olan anayasadaki temel haktır, temel kuraldır ve ona göre uygulanması
gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi, bahsettiğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir kararında bir noktaya dikkat çekiyor, ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Mahkeme diyor ki, gösterilerin en iyi şekilde yapılması ve bütün vatandaşların güvenliğinin sağlanması; yani
hem gösteri yapanlar, hem gösteri dışında kalanlar, hem de gösteriye olası tepki gösterecekler bakımından devletin bu konuda bütün vatandaşların güvenliğini sağlaması
gerekir ve bu amaçla gerekli bütün tedbirlerin sağlanması lazım diyor. Kararda önemli
bir nokta var, mahkeme aslında diyor ki, bu 72 saat önceden izin, daha doğrusu bildirim yapma zorunluluğunun – o kadar alışmışız ki, ben de artık izin diyorum – aslında
“gizli engel” olmaması gerekir. Yani Mahkemeye göre pratikte 72 saat önce alınması
gereken bu bildirim yükümlülüğünün, bu tür toplantı ve gösterilere gizli bir engel
teşkil etmemesi gerekir.
AİHM’in DİSK ve KESK kararı da önemli. Ondan önce belki şunu söylemem lazım.
Şimdi, bu aralar Taksim Meydanı ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Özellikle 1 Mayıs
ile ilgili genelde kamu görevlilerinin, yetkililerinin söyledikleri şu: “istihbarat aldık,
terör saldırısı olacak, bu konuda endişeliyiz, onun için kamu düzenini sağlamamız”
gerekiyor. İyi, güzel, tamam, bununla ilgili tedbirleri alın, ama bu işle ilgili birinci
tedbir herhalde o gösteriyi yasaklamak olmasa gerek. Devletin güç ve imkânları var. O
zaman bu tür endişeleri giderecek, tehlikeleri savacak tedbirler alması lazım. Madem
böyle bir istihbarî bilgi var, o zaman bunu engelleyecek şekilde bir düzenleme, çalışma da yapılması gerekir. Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Yasaklamanın
olduğu bütün dönemlerde daha fazla şiddet, daha fazla olay, daha fazla protesto ve
daha fazla gerginlik olmaktadır. Sanıyorum 2010 veya 2011’de bundan birkaç yıl önce
hatırlarsanız Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs için herhangi bir yasaklama kararı olmadı
ve gün hiçbir şekilde hiçbir olay, saldırı, taşkınlık ya da şiddet de söz konusu olmadı.
Bu önemli bir örnektir. Demek ki eğer devlet gerekli tedbirleri alırsa, vatandaşlar da
kendi haklarını rahatlıkla kullanabilirlerse istenmeyen şeyler söz konusu olmayacak.
Türkiye’ye karşı DİSK ve KESK kararında AİHM diyor ki, kamuya açık alanda gösterinin, günlük hayatın akışını da trafiği de bir miktar aksamasına tahammül edilecek,
hoşgörü ile bakılacak. Niye? Çünkü Taksim Meydanı’nın bir özelliği var: 1977’de ölen
insanların anısı var aynı zamanda. Sürekli olarak işçi bayramı için kullanılmasından
doğan sembolik bir önemi de var. Onun için 1 Mayıs kutlaması yapacak insanların haklı olarak orada, şehrin içinde ve iyi sayılabilecek bir yerde gösteri yapmaya,
orada toplanlanmaya hakları var. Ama uygulamada yok işte! Taksim Meydanı’nda,
Sultanahmet’te gösteri yapmak yasak! Benim bildiğim, yıllarca valiliğin kararı vardı,
37
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ikisinde de kesinlikle gösteri yapmak yasaktı. Devletin esas görevi ve birinci tedbiri
yasaklama olmamalı!
Devlet, insanları en iyi şekilde, o hakkı kullanacak şekilde, imkân sağlaması gerekiyor. AİHM diyor ki, kamu yetkilileri barışçıl toplantı hakkının özünün zarar görmesini engellemek amacıyla bir miktar hoş görüyle yaklaşmaları gerekir. Bu daha önce
verilen bir kararda aynı zamanda alıntılarda bu şekilde var. Yani günlük hayat etkilense de, trafik etkilense de, bir miktar hayatın aksamasına neden olsa da, yetkililerin
buna tahammül göstermesi gerekiyor ve buna uygun tedbirler alması gerekiyor. Şunu
da söylemek istiyorum belki bu on sene öncesinde kaldı ama on sene önce biz bu toplantıyı yapsaydık, izinsiz yaptığımız için bu toplantımız engellenebilirdi. Bu konudaki
engelleme ve toplantılara müdahalelerle çok karşılaştık. MAZLUMDER’de bir süre bu
işlerle bizzat uğraştığım için, uzun süre maalesef kapalı salon toplantılarında bile ciddi
müdahaleler yaşadık, Valilik polis marifetiyle bazı toplantılarımızı iptal ettirdi. Biz de
yargısal yollara başvurmak zorunda kaldık.
Halbuki 2911 sayılı kanunun 4. maddesindeki istisnalar var, bunlar bile izne tabii
şeklinde uygulandı. Diyelim ki bir otelde, düğün salonunda ya da belediyenin salonunda bir konferans vereceksiniz ya da çalıştay, seminer ve saire yapacaksınız. Bütün
bu durumlarda valilik ya da kaymakamlık eğer 72 saat öncesinden “izin” almadan
ve komite oluşturmadan belgeleri sunmadan yapmışsanız, gelip müdahale ediyordu.
Yaptığınız toplantıyı “izinsiz toplantı” deyip yasaklıyordu. Maalesef 2000 ile 2004
arası buna dair çok sayıda örnek yaşadık, çok sayıda sıkıntı yaşadık. Bu uygulamalar
geç de olsa yargıdan döndü, tabiî ki toplantımızı yapamamış olduk. Birkaç tanesinde
İdare Mahkemeleri’nde son dakikada yürütmenin durdurulması alınarak yapılabildi.
Danıştay’da bu müdahale ve yasaklamalarla ilgili iptal kararları verildi. Sonuç olarak,
kanunda açıkça yer alan bir istisnanın, 2911 sayılı kanun kapsamı dışında kalan durumlarda bile izin sistemi uygulanmış oldu. Hakkın kullanılması maalesef pratikte
engellendi. Yani bırakın açık alanda, meydanda gösteri yapmayı; veya izinsiz gösteri
kavramının hukuka aykırılığını, kanunda açıkça kapalı yer toplantısı bu kanun kapsamına girmez şeklindeki düzenlemeye rağmen, maalesef uygulamada uzun süre katı
bir şekilde ve kanuna aykırı olarak izin şartına bağlandı.
Dahası, hem o zaman hem de şimdi, bu tür toplantı ve gösterilerin yapılabilmesi için
bildirim usulünde bile çok fazla belge ve evrak isteniyor. Yani bana göre yedi kişilik
komitenin kurulması gerekliliği belki parti mitingi veya yüz binlerce kişinin toplanacağı büyük eylemde gerekli olabilir. Ama herhangi basit bir gösteride, örneğin, Soma
ile ilgili olsun veya F tipi cezaevi ile ilgili olsun veya Amerikan işgalini protesto için
olsun, yani hangi konuda olursa olsun, insanların yapacakları gösteriler için böyle bir
komite kurmak gibi bürokratik zorlukların çıkarılması makul değil. Örnek olsun diye
38
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
dün Google’dan baktım, acaba bu konuyla ilgili emniyette nasıl bir şey var diye. Bir
tane Beşiktaş Emniyetinin sayfasında, bir tane de Ağrı Emniyeti’nin sayfasını buldum:
Yasadaki koşulları sayıyorlar, amacı, yeri işte, toplantı başlama saati, bitiş saati gösteriliyor bunun için. Tabii bir de yasaların korunması için ikametgâh, sabıka kaydı, ayrıca
bir de çalışma yerlerine, yani kişiler nerede çalışıyorlar diye bunlara dair evraklar istiyorlar. Bir husus daha var, örneğin bir kişi konuşmacı olarak konferans verecek ya da
işte bir toplantı yapacak o kişinin diploması yani o konuda konuşma yeterliliği olup
olmadığına dair dahi polis belge isteyebiliyor. İnsanların kimi dinleyeceğine, nasıl
birisini dinleyeceğine kadar devlet müdahale edebiliyor.
Onun için 2911 sayılı yasanın tamamen kaldırılması gerekir. Anayasa’daki maddenin
yeterli olduğunu, eğer bunun yerine geçecek bir yasa olacak olsa dahi, çok basit bir
düzenlemeyle, kesinlikle izin sistemini çağrıştırmayacak bir bildirim yani sadece bilgi
vermek suretiyle olması gerektiğini düşünüyorum. MAZLUMDER’de uyguladığımız
şekilde, yani “biz filanca yerde toplantı yapacağız, toplantımız rahatlıkla yapabilmemiz için gerekli güvenlik tedbirini alın” şeklinde sadece ve sadece bildirim yapıyoruz.
Fakat herhangi bir şekilde komite, ikametgâh belgesi veya diğer şartlara uyulmaması
gerektiğini düşünüyorum. Eğer herhangi bir şekilde kanuna aykırılık, şiddet, saldırı
olacaksa da polisin orada görevi, şiddet ya da taşkınlık yapanları, – taşkınlık yapanlar
derken şiddet kullananları – ayırmak, onlar hakkında yasal işlem yapmaktır, kalan diğer kişilerin güvenli bir biçimde toplantılarını devam ettirebilmesini sağlamak gerekir.
Şunu da herhalde son cümle olarak söylemem gerekir. Türkiye’de kanunlar değişse de
uzun süre maalesef zihinler değişmiyor. Öteden beri şunu düşünüyorum, yaklaşık 15
yıldır hem avukatlık yapıyorum hem insan hakları aktivisti olarak söylüyorum. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yapılan müdahalenin veya yaklaşımın, o ülkenin insan
haklarına yaklaşımını veya demokratik seviyesini gösterdiğini düşünüyorum. Bazen
televizyona baktığım zaman bazı ülkelerde, göstericiler adeta polisi döverken ve polisler kendilerini korumaya çalışırken bizde en ufak bir olayda veya bazen hiçbir şekilde
saldırı olmamasına rağmen polislerin şiddetle o toplantıyı dağıtması çok kolaylıkla
olabiliyor. Sessizce oturma eylemi yapanlara bile şiddetle müdahale edilerek gözaltı
işlemi yapılabiliyor. Bunlar hoş şeyler değil. Umarım bu yaklaşım değişir, zihniyet de
değişir diye umuyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Son konuşmacımıza da çok teşekkür ediyorum. Şimdi bir 15 dakikalık ara vereceğiz
ama sizden ricam 15 dakikalık programda bir kayma var, eğer süreye riayet ederseniz,
öğle yemeğine zamanında çıkabiliriz. Çok teşekkür ediyorum bizi dinlediğiniz için.
39
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Efendim hoş geldiniz, bu oturumda sizlerin katkılarınızı ve yorumlarınızı alacağız.
Katkı ve yorumda bulunmak isteyenler eğer ellerini kaldırırlarsa, hem zamanı yönetebilmek bakımından hem de söz sırasını belirleyebilmek bakımından daha doğru
olur. Size sözü vermiş olayım ama mikrofonu buradan getireceğiz. Katkıda bulunacak
kişiler isimlerini belirtirlerse iyi olur çünkü kayıt alınıyor.
Feray SALMAN İnsan Hakları Ortak Platformu
Şimdi tüm bu sabahki problem tanımlamaları aslında, problem tanımlamaları ağırlıklı
olarak ve hukuksal yapı üzerinden kuruldu. Şimdi buna devlet nasıl ya da hükümet nasıl yanıt veriyor, kamu idaresi nasıl yanıt veriyor bütün bu sorunlara? Hani
AİHM’de Oya Ataman’ın yanı sıra 36 tane daha dava var, dolayısıyla bir grup haline
gelmiş pilot da olmuş ve derinlemesine genişletilmiş, izoleye alınmış bir meseleden
bahsediyoruz aslında. Çünkü toplantı ve gösteri yürüyüşleri meselesi sadece özgürlüğün engellenmesiyle, malum zamanda dağıtma ve müdahale etme biçimini, yaşam
hakkını ve işkenceyle yasayı da ihlal ederek gerçekleşen bir alandan söz ediyoruz.
Şimdi çok yakın bir tarihte Resmi Gazetede insan hakları eylem programı yayınlandı,
bu insan hakları eylem programı adı insan hakları eylem programı olmakla birlikte
tamamıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bekleyen ve denetim altına alınmış,
yani izleme altına alınmış olan maddelerle ilgili bir çeşit iş listesi halinde yayınlandı.
Şimdi ben insan hakları eylem programı denen şey, yani bir eylem programı yaratmak
aslında hak ve özgürlükleri eğer insan hakları alanında bunları yapıyorsanız temel
problemlerine referans vererek, o temel problemleri nasıl çözeceğine ilişkin yaklaşımını göstermesi bakımından önemli bir belgedir. Ve bu belgenin izlenmesi yani
eylem programının öngörülen zaman dilimleri içerisinde gerçekleştirilmesi, gereken
adımları listelemesi gerekir iken özellikle yani bütünü bakımından söylüyorum, insan
hakları eylem programı aslında bir çeşit bir AİHM’yi savuşturma ve AİHM’nin altında
izleme mekanizmasında alınmış olan davalardan kurtulma hedefine dönüşmüş. Dolayısıyla İnsan Hakları Eylem Programı dedikleri için de bu kadar da benim için son
derece önemli bir konu. Şimdi buna baktığımız zaman 2911’le ilgili olarak ve PVSK
ile ilgili olarak iki yerde referans var ne yapılacağına dair. Fakat kendi cümlelerinin
içinde bile izinli gösteri gibi bir kavram kullanıyorlar ki bu kavramlar aslında hani
izinli, izinsizdir... Yani örgütlenme özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, gösteri yapma
özgürlüğünde mutlaka izin almak gerekliliği… Yani standart bunu söylüyor, izinli
40
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
izinsiz önemli olan barışçıl olması hatta barışçıl olup, gerçekten şiddet içerikli şeyler
olabilir, onu da sizin sabah ifade ettiğiniz gibi önleme yükümlülüğü var. Yani gösteri
hakkına müdahale etmeksizin onları ortadan kaldırma hakkı var.
Bu bize aslında şunu söylüyor: Türkiye’de bir eylem programının diline baktığımız
zaman, bir kere bu problemleri tanımayan bir bakış açısı var. Yani önümüzde problemi tespit etmemiş ve bu problemler üzerinden toplantı ve gösteri özgürlüğü hakkının
genişletilmesiyle ilgili perspektifi olmayan bir eylem programı söz konusu. Bu bize,
bu konuda aslında nasıl gidileceğini gösteriyor. Dolayısıyla burada söylediğimiz, ifade
ettiğimiz bütün sorunlar ki öğleden sonra da devam edecek, o sorunları toplamaya
olanak sağlaması açısından bu toplantı kıymetli. Nasıl bir yanıt verilmesi gerekliliğini
en azından buradan çıkarabiliriz diye düşünüyorum. Bunun sonuna, bunu eklemek
gerekir ve bunun da Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun hani gerçekten bakması gereken bir alan olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları örgütleri buna bakmaya gayret
ediyorlar ama kurumun da herhalde kendi iç kuralı içerisinde bunu dikkate almasında yarar var.
Bu, özellikle kamu idaresinin, bu meseleyi, bu hakkı nasıl gördüğüyle ya da nasıl
görmediği ile ilintili, çünkü biz meseleye baktığımız zaman, bunun içerisinde bir dizi
başka problemler de var. Eylem programında üç tane alan tanımış: Yasayı gözden
geçirecek, polisi eğitecek… Ama nasıl denetlenecek, polisi eğitmek ne anlama gelir,
polisin çalışma koşullarını mı düzeltecek? Dolayısıyla bir problem tanımı yapmış da
bu problem tanımı içerisinde bu aşırı güç kullanımının tamamen bireysel, oradaki
toplanmış olan polise ait bir şey olduğunu mu kabul etmiş, yoksa aslında meselenin
kendisi, bu toplantı ve gösteri özgürlüğü algısında, algılayışında, kamu idaresinde,
politika yapıcı, karar verici tarafın algısında mı problem var? Bunları işaret eden bir
geri bildirim bu eylem planında yok. Eylem programında ayrıca bir iş listesi var ama
bu işin nasıl gerçekleşeceği ve katılım süreçlerinin, yani bu işi gerçekleştirirken bağımsız denetim mekanizmalarıyla nasıl istişarede bulunulacağına ilişkin tek bir tane
de referans yok. Dolayısıyla problemin, bu toplantıların aslında bu problemin çözümü için kendi önüne bütün bunları da gözeterek ve bütün unsurları ile bakarak, yani
müdahale etme kararını verenin, o kararı verenin sorumsuzluğundan başlayarak, yani
sorumsuz kılınmasından başlayarak...
Buna iyi bir yasa demekle iyi bir yasa olmuyor aslında. Anayasa genel olarak bunu
söylemiş olsa bile, yani bu aykırılığı görerek yeniden bir toplanma gösteri özgürlüğünün genişletilmesine ilişkin yeni bir yasa yazılacaktır diye bir şey yok, yazmıyor.
2911 iyileştirilecek diye yazıyor, 2911 her özgürlüğü genişletecekse 2911 olmaktan
vazgeçmek zorunda zaten. Cezalarla ilgili bir şey yok, dolayısıyla izinli izinsiz meselesini hâlihazırda bir kabul gibi, ne bileyim Allah’ın emri gibi oraya tutmuş bir bakış
41
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
açısı var. Bunun içerisindeki farklı aktörleri görmeyen ve bu farklı aktörlerle nasıl,
hangi ihtiyaçları çerçevesinde ne yapılacağını tarif etmeyen bir eylem programı var.
Beni korkutuyor bu açıkçası.
Dolayısıyla söylenmiş olan sözleri çok da ciddiye alamıyorum, çünkü durum, bütün şiddeti ile devam ediyor. Dün daha 21 saat önce, üniversitesinin kapısında ODTÜ’nün kapısında, ODTÜ öğrencilerinin kendi okudukları mekânda, bir protesto
yapıyor olmasının doğrudan karşılığı bu polisin onlara doğrudan müdahale etmesi
ile sonuçlanıyor. Dolayısıyla durmayan bir ihlal var, sürekli olarak ihlal işliyor, ona
karşı geliştirilmiş olan ve AİHM bakımından da bir zorlama olan bu sorunu gerçekten
ortadan kaldıracak bir bakış açısının olmadığının da burada tespit edilmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Dolayısıyla müdahale edilecek olan alanın ne olduğuna doğru karar verecek bir başka
gözün ve bir başka şeyin geliyor olması gerekir ve bunun söyleme giriyor olması gerekir. Hak ve özgürlüklere dayalı bir söylem olmalıdır bu. Ve bunu söyleyenlerin de
kendi denetim mekanizmalarını gerçekten çalıştırabilir hale getirebilecekleri zemini
buluyor ve araştırıyor olmaları lazım. O nedenle yani bu insan hakları eylem programına konan şeyin yakın tarihte herhalde çalışmaları başlar, dolayısıyla bununla yetinilmemesi gerektiğini, böyle bir planın varlığının önemli olduğunu, yani bence yok
varsayılması lazım. Sadece bir niyet söz konusu zamanlamalarda. Ayrıca zamanlama
da yok, sürekli ya da süreksiz orta vade… Ne demek orta vade? 10 Sene midir, orta
vade 20 sene midir, orta vade nedir, kısa vade nedir? Bunlara ilişkin de bilgi yok. Dolayısıyla böyle bir planı reddederek ama yeniden bir planlama sürecinin de bütün taraflarıyla birlikte başlatılmasını zorlamak gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Teşekkür ederim, bu son söylediğinizle ilgili sadece bir iki cümle söylemek isterim;
aslında orta vadeli olması itibari ile. Biliyorsunuz insan hak ve özgürlükleri söz konusu olduğunda bazı kategoriler yapıyoruz biz, bu kategorilerden bir tanesi bizim
tedrici, aşamalı olarak yerine getirilebilecek haklar dediğimiz işte eğitim hakkı, sağlık
hakkı, gibi devletin sürekli iyileştirmesi, geliştirmesi gereken haklar niteliğinde. Buna
mukabil bazı hak grupları var ki onlar devletin derhal sağlaması gereken haklar niteliğinde. Toplantı ve gösteri hakkı da bu haklardan biri. O nedenle bu, vade içerisinde
sorunları ortadan kaldıracağız gibi bir tarz, zaten hakkın kendi niteliği ile de çok
bağdaşır durumda değil. Çok teşekkür ederim. Buyurun lütfen.
42
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Özge Yücel DERİCİLER Maltepe Üniversitesi / İnsan Hakları Merkezi
Merhabalar, Özge Yücel Dericiler, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi’nden…
Feray Hanım’ın başlaması iyi oldu aslında, benim söyleyeceğim ve soracağım şeylerle
doğrudan ilgili. Geçen sene tam da bu Gezi olaylarının tavan yaptığı zamanlarda, bir
polisin tez savunmasında bulundum. Ve konu aslında tam da bu toplumsal olaylara
müdahalede kullanılması gereken güç ve bunun orantılı olması, nasıl bir değerlendirme yapılması gerektiği ile ilgiliydi. Ve biz adayı biraz sıkıştırdık. Ben şunu sordum
mesela; gazetede gördüğüm bir fotoğraf vardı, polis eylemcilerden birine taş atıyordu,
bu doğru muydu ve bu nasıl olabilirdi? En sonunda kendisi şunu söyledi, bize gelen
emir ya da talimat, gösterinin ne şekilde olursa olsun dağıtılması, ya da parkın bir
şekilde boşaltılması. Dolayısıyla biz müdahale ederken o kadar çok plastik mermi
gaz vs kullanmak zorunda kaldık ki en sonunda elimizdeki şeyler bitince, kaldırım
taşlarını söküp atmak zorunda kaldık. Bunları söyledikten sonra benim ya da bizim,
müdahalenin orantılı olması, işte konusu suç olan emrin yerine getirilmemesi gibi
şeyleri söylememiz biraz naif kalıyor. Herhalde binlerce polisin işten atılmayı göze
almasını beklemiyoruz.
İkinci sormak istediğim şey, aslında bana göre bununla doğrudan ilgili, Yücel Sayman
Hoca şöyle bir şey söyledi; yıllarca kamu düzeni, kamu yararı gibi devlete ait kavramlarla özgürlüğümüz kısıtlandı bizim dedi. Gerçekten bu kavramlar devlete ait kavramlar
mı? Kamu dediğimiz şey devlet mi? Bana göre çünkü yaşadığımız sorunlarla doğrudan
ilgili, önce bu soruyu cevaplamamız gerek diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkür ediyorum, son. Buyurun
Nazım KOÇAK
Nazım Koçak, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’ndan. Sayın Yılmaz, kolluğun kariyerini
sorguladığına ilişkin bir örnek verdi, ben de şu örneği hatırlarınıza sunmak istiyorum:
Eylül 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde “İmparatorluğun Çöküşünde Osmanlı
Ermenileri” başlıklı bir konferans düzenlenmek için başlatılan süreç, – üniversite tarafından idari işlem tesis edilip edilmediği de belli değil-, bazı hukukçular tarafından
dava konusu ediliyor ve İstanbul 4. İdare Mahkemesi geçici yürütmeyi durdurma
kararı veriyor. Dolayısıyla toplantı da düzenlenmemiş oluyor. Aynı zamanda bu kararı verirken, hem katılımcıların niteliğini, hem de katılımcılara ilişkin masrafların
nereden karşılandığını dahi sorgular durumunda ara karar tesis ediyor. Böyle bir idari
yargı kararımız var.
43
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Diğer taraftan Ulaş Hoca tarafından spontane gerçekleşen toplantılara ilişkin, bunların
asla kanunca uygun görülmediğine ilişkin tespit yapıldı. Diğer taraftan şunu da düşünmemiz gerekiyor herhalde; siyasi liderlerimizin havaalanı karşılamalarında da spontane
gerçekleşen toplantılar oluyor ama kolluk –haliyle – bunlara müdahale etmiyor.
Diğer taraftan yine Ulaş Hoca’nın bir önerisi vardı: Yargılama usulüne ilişkin bir düzenlemenin getirilmesi… Şu an meclis gündeminde yargı paketi var. Burada idari
yargının usul ve kanuna ilişkin olarak da ivedi yargılama usulünün getirilmesi öngörülüyor. Tabii bu kapsamda taslakta 2911’den kaynaklanan uyuşmazlıklara ilişkin bir
hüküm yok. Bu şekilde sivil toplum bir girişimde bulunabilirse, en azından ivedi yargılama usulü kapsamına, bu kanun kapsamında tesis edilen idari işlemlerin alınması
sağlanabilir. Teşekkür ederim.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkür ediyorum. Aslında vurgu, şu anlamda tabii çok önemli özet olarak, mesele
sadece idarenin kendisinden kaynaklanan bir mesele değil, hem mevzuatla yani yasama
organının yapıp yapmadıklarıyla hem yürütme ama aynı zamanda yargı organları ile
ilgili çok sıkıntı var. Zaten şunu da söylemek gerekiyor Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veya diğer uluslararası hak arama mekanizmalarına gidilebilmesi için iç hukuk
yollarının tüketilmiş ve buralarda başarısız olmuş olması gerekiyor, bu kadar çok dava
gidebildiğine göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne. Aslında yargı burada Anayasa’ya da uygun hüküm tesis etmiyor. Çünkü Anayasa’ya uygun hüküm tesis etmiş olsa,
zaten bunların hiçbirinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmayacak.
Bir de izin verirseniz bir İnsan Hakları Hukuku ilkesine vurgu yapmak istiyorum bu
itiraz usulüyle ilgili olarak. Sizin vurguladığınız, ondan öncesinde de Ulaş’ın konuşmasında belirttiği mesele… İşte yasaklanan bir gösteri veya yürüyüş üzerine itiraz
usulü... İnsan Hakları Hukukunda “etkililik” diye bir prensip var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin özellikle vurguladığı bir şey, diyor ki, haklar sadece kendi başına
var olmaz, bunların gerçek hayatta, pratikte de tam ve etkili biçimde kullanılabiliyor
olması gerekiyor. Siz bir itiraz usulü getirdiğinizde ama bunu süreye bağlamadığınızda yani işte üç ay, beş ay, üç sene, beş sene sonra ancak başvurunuz karara bağlandığında, aslında haktan etkili olarak da yararlanamamış oluyorsunuz. O nedenle
mevzuatın hem kaleme alınmasında ama özellikle de idarenin ve yargı organlarının
mevzuatı yorumunda mutlaka bu etkililik prensibini de gözetmiş olması gerekiyor.
Selen Hanım buyurun.
44
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Selen LERMİOĞLU YILMAZ TÜSEV
Selen Lermioğlu Yılmaz, TÜSEV’den katılıyorum. Benim de esasen bir önceki konuşmacıdan tam alıp devam ettirmek istediğim bir şey var, bu yasanın topyekûn kaldırılması ve yeni bir yasa yapılması gerektiğini biz de düşünüyoruz. Bütün raporlarımızda
da bundan bahsediyoruz. Bununla birlikte bu yapılırken hala işte belirli kriterlerden
konuşuyoruz, kamu düzeni gibi, ahlak gibi… Şimdi bunların Türkiye’de başka yasalarda “daha iyi” – tırnak içinde – olan başka kanunlarımızda bile nasıl uygulamalara
yol açtığını biliyoruz. Bu kısıtlamalar kaldığı sürece yeni yapılacak bir mevzuatta bile,
bir kanunda bile, kamu düzeninin ne olduğunu tanımlamadığımız, doğru tanımlamadığımız, ahlâk tanımını doğru yapmadığımız takdirde, bugün örgütlenme özgürlüğü
ile görece daha iyi olan birincil mevzuat söz konusu olduğunda bile, örgütlenme hakları elinden alınabilen veya idarenin en azından haklarını elinden almaya yeltendiği
gruplar var. LGBT örgütleri var, seks işçileri var, yabancılar var gibi…
Dolayısıyla milli güvenlik dediğimiz şeyi tanımlamadığımız sürece, yeni bir mevzuat
yapılması evet gerekli ama bu yapılırken de kanun yapılırken de bu kriterlerin, kısıtlama kriterlerinden ne anladığımızın tüm yasalarımıza kokmuş olarak sinen bu savunma refleksine iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Mesela yabancıların hiçbir şekilde örgütlenme haklarının bile olmadığını düşünürsek, toplanma hakları da bildirime
bağlı olmayıp, İçişleri Bakanlığı’ndan alacakları özel izne bağlı olduğunu yani daha
da kısıtlanmış olduğunu düşünürsek, sanırım bunlar biraz daha üzerinde düşünülüp
ona göre yapılması gereken şeyler. Bununla birlikte yapılacak olan yeni bir kanunun –
Ulaş da söyledi-, diğer kanunlardaki ilgili maddelerin düzeltilmesi, değiştirilmesi evet
ama bir de bunlarla hiç bağlı görülmeyen örneğin Yurt Yönetmelikleri, YÖK Yönetmelikleri gibi çok kritik bir şekilde toplanma özgürlüğünü, protesto hakkını bireyin
elinden alan ikincil mevzuatlar varken ve bunlar da bunlarla ilişkili görülmeyecekse
çok büyük bir yanlış olur. Ben bunun altını çizmek istedim, teşekkürler.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkür ederim. Buyurun.
Sema KILIÇER AB Delegasyonu
Ben bir şey soracaktım, bu konuşmalarınızda Danıştay kararlarından bahsettiniz. Gerçi orada da sordum ama bu kararlar olumlu kararlar olabilir, fakat bir şekilde içtihat
oluşuyor o kararlardan, çünkü onları idare belki hep o durum için ya da geçmişte kalmış şeyler olarak görüyor. Belli bir durum, belli bir yere göre verilmiş kararlar ama bu
bir şekilde içtihat oluşturuyor. Bu kararların çok da fazla üzerinde durulmamasının
nedenlerini biraz daha açar mısınız? Teşekkür ederim.
45
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Abdülhalim YILMAZ
Aslında hukuk öğrencisi olarak bize öğrettikleri bir normlar hiyerarşisi vardır, ondan
bahsedeyim. İşte en üstte bildiğiniz gibi, piramidin tepesinde Anayasa olur, Anayasa
kuralları, onun altında kanunlar, onun altında yönetmelik sonra genelge ve tüzükler
olur. Bu şu anlama gelir, bütün kurallar, anayasaya ve kanunlara uygun olmak zorunda. Her bir normun, kendi üstündeki norma uygun olması gerekiyor; biz buna
normlar hiyerarşisi diyoruz. Fakat uygulamada, özellikle kolluğun uygulamalarında,
bana göre bu piramidin işleyişi tam tersi oluyor. Yani şöyle, bir Anayasa’nın ya da bir
kanun maddesinin polis için, bana göre çok fazla bir önemi yok, ya da elinde bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının… Hatta bir tedbir kararı yani o gün verilmiş
bir faksa gelmiş bir tedbir kararını gidip polise verdiğiniz zaman “bu kararın benim
için bir önemi yok” diyebiliyor. Ama genelge, belki bizim için yasal açıdan çok önemli
bulmadığımız bir genelge, onlar için çok büyük bir kanun ve Anayasa’nın üstünde
bir metin haline geliyor. Çünkü onlar uygulayıcılar ve o detaylara göre gidiyorlar.
Böyle olunca 2091 sayılı kanun ya da benzeri yönetmelik ya da daha alt düzenlemeler
maalesef pratikte çok daha önemli hale geliyor. Maalesef pratikteki böyle bir sorunu,
sıkıntıyı özellikle belirtmem gerekiyor. Biraz komik oldu aslında, trajikomik, çünkü
normal hiyerarşiyi tamamen tersyüz etmekle ilgili bir şey, fakat işin gerçek yönünün
maalesef böyle bir özelliği de var.
Sema KILIÇER AB Delegasyonu
Gerçi biber gazıyla ilgili… Çok uygulanıyor ama.
Abdülhalim YILMAZ
Genel itibariyle söylüyorum, orada biraz polisin zihniyeti ve alt kültürün, polis kültürünün bir etkisi var. Emir geldikten sonra Anayasa’nın da bir önemi yok, genelgenin
de bir önemi yok, çünkü yukarıdaki bunu dağıtın dedikten sonra başka bir kanun,
başka bir bağlayıcı metin yok. Yani görebildiğim kadarıyla, anlayabildiğim kadarıyla
böyle bir anlayış var. Ulaş bir şey diyecek galiba.
Ulaş KARAN
Halim trajik dedi ama şey trajikomik dedi, ben trajik bir şey göstereceğim. Bu Adli Sicil
İstatistik Genel Müdürlüğü’nün 2911 sayılı kanunla ilgili açılan dava rakamları son üç
dört yıldır 2009’dan beri ısrarlı bir şekilde artıyor rakamlar, yani iyiye gitmiyoruz toplantı
ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili… Bakın 2009’da 8251 tane suç kaydı var, yani 8251 gösteriyle ilgili yasal işlem yapılmış, bu anlama geliyor. 2012’ye geldiğimizde 13 000’e çıkmış;
46
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
istikrarlı bir şekilde artıyor. İlginç bir şekilde çocuklar, 12-15 yaş arası çocuklar: 2009’da
357 tane çocuk, 2911’e muhalefetten işlem yapılmış hakkında, yani ceza adalet sisteminin
içine sokulmuş ve rakam 1176 ya yükselmiş. 2012’de o 15-18 yaş çocuklarla ilgili 539’dan
1426’ya yükselmiş. Yani bırakın yetişkinleri, vesaire 12 yaşında 13 yaşında çocuklar bile
gözaltına alınabiliyor veya haklarında yasal işlem yapılabiliyor. Yine mahkûmiyet ve beraat
oranlarına bakınca, 14221 tane suç var. 2012’de 14 000 tane dava, kişiler hakkında işlem
yapılmış, 1879 tane mahkûmiyet kararı verilmiş. Düşük görülebilir, %15’tir belki fakat
çok ciddi mahkûmiyet rakamı: 1879 kişi… Türkiye’de bir yıl içerisinde 2911’e muhalefetten ceza almış ki cezalar az değil gerçekten yani ertelense de, açıklanması geri bırakılsa da,
“diğer” diye bir kategori var, o diğer kategori işte. Tutuklanması, geri bırakılması gibi bir
takım ara kararlarla 7275 kişi hakkında bu tarz kararlar verilmiş. Bu da şu anlama geliyor:
3 ya da 5 yıl boyunca rahat durur. Bir daha aynı suçtan dolayı yargılanma yapılırsa veya
başka bir kasten işlenmiş suçtan dolayı, daha önce açıklanmayan hüküm de açıklanacak,
üzerine ikinci suçtan da yargılanacaksınız. Caydırıcı etki derken buna referans yapmak
istiyordum, yani yaklaşık her yıl yuvarlarsak rakamı 15 000 kişi ile ilgili 2911 kapsamında
işlem yapılıyor ve bu rakamın 2000 üzerinde olanı 18 yaşın altında çocuklar. Ciddi bir
rakam var, o yüzden hani bilerek söylemedi tabi Halim trajikomik derken ama çok komik
değil aslında trajik bir durum var.
Dünya üzerinde soruşturma makamlarınca bu kadar çok toplantı ve gösteri yürüyüşleri
kanunu benzeri kanunlara muhalefetten dava açılan ya da yasal işlem yapılan, başka bir
ülke var mı, bilmiyorum. Tabii, karşılaştırma yapmak için o istatistiklere ulaşmak lazım,
bunlar resmi istatistikler yani Adalet Bakanlığı’nın her sene yayınladıkları istatistikler. O da
bir problem, bazen istatistik programını değiştiriyorlar, karşılaştırma yapmak zor oluyor.
O yüzden 2009’da değiştiği için 2009 sonrasını aldım. Öncesinde daha büyük rakamların
çıkması da olası; yani karşılaştırma yapamadığım için 2009 öncesini almadım.
Abdulhalim YILMAZ
Beraatlarla ilgili sadece bir cümle ekleyebilir miyim? Sadece bir cümle ekleyeceğim,
5067 sayısı üçte birine yakın bir rakam, beraat sayısı az bir rakam değil. Bu da şu anlama geliyor, o gösteri haksız bir biçimde dağıtılmış, en azından o sonucu rahatlıkla
çıkarma imkânı var.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Serap Hocam söz istemişti, sonra oradan sözü Feray Hocam size verelim.
47
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Serap YAZICI
Bu istatistikler çok önemli, acaba Ulaş tersinden bir işlem yapabilir miyiz? Yani, diyelim ki bir zaman diliminde, bir yıl içinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinden kaçı polisin hiç müdahalesi olmadan, hiçbir gözaltı olmadan, hiçbir soruşturma
olmadan, hakikaten barışçıl bir biçimde başlıyor ve tamamlanıyor? Öyle bir veri tabanına ulaşabilir miyiz?
Ulaş KARAN
Emniyet Genel Müdürlüğü, galiba İçişleri Bakanlığı’ndan temsilciler var burada. Emniyet Genel Müdürlüğü bunu bir cürüm veya tedbir olarak sınıflandırıp, bir resmi
istatistik tutuyordur büyük bir ihtimalle. Bu tarz vakalarla ilgili, soruşturmaya konu
olsa da olmasa da Emniyet Genel Müdürlüğü’nden belki bu verilere ulaşmak mümkündür.
Serap YAZICI
Dolayısıyla böyle bir karşılaştırma yaparsak, aslında Türkiye’de toplantı ve gösteri
yürüyüşünün barışçıl olarak gerçekleşmesinin mümkün olmadığı gibi bir sonuç çıkabilir.
Ulaş KARAN
Çıkabilir ne yazık ki.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Hocam, tabii şunu da unutmamak gerekiyor: Bazen toplantının barışçıl niteliği polisin
müdahalesiyle birlikte de bozulabiliyor, çünkü polis “dağılın” diyor, dağılınmadığı zaman bunu direniş olarak nitelendiriyor. Kuvvet kullanmaya başladığında da insanlar
buna kuvvetle yanıt verebiliyorlar ve bu aslında barışçıl niteliği bozuyor. O nedenle
de emniyetin bu konudaki sınıflaması ne kadar sağlıklı olur bilmiyorum ama muhtemelen cezai işlem yapılmayan gösteri sayısı çok azdır diye tahmin ediyorum. Buyurun
lütfen.
Ümit EFE İHD, İstanbul Şubesi Başkanı
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Ümit Efe ben. Tabii ki son derece
önemli konuları tartışıyoruz. 2911 toplantı gösteri ve düzenleme hakkı ile ilgili en fazla muhatap olan, zarar olan kurumlardan biri de biziz, bu konuyu takip eden kurum48
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
lardan biri de biziz. Çok önemli bir konuya değinildi: özellikle Feray’ın söylediklerine
tamamen katılıyorum, çünkü bizim açımızdan en çok endişeyle izlediğimiz durum bu
hakkın engellenmesi ve yaşam hakkının tehdit adlında olması ve ortadan kaldırılmasının gündeme gelmesi. Ben bu konuyla ilgili İçişleri Bakanlığı Şubat 2008 tarihi göz
yaşartıcı gaz silahları ve mühimmatların kullanım talimatını incelediğimizde, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde kullanılacak mühimmatın 45 derece açıyla kullanılması
tanımıyla başlayan bölüm ve bunların kapalı alanda kullanılmasını belirleyen gene
aynı sayıda kanunun 1997 tarihinde kabul edilmiş olan bölümü, bu mühimmatın
saklanması ve kullanımı ile ilgili bölüm yetersiz bile olsa bence genişletilmeli ve biber
gazı kullanımı yasaklanmalı. Bu, insan hakları ihlalinin temel sorununu oluşturmaktadır bugün. Fakat kapalı yerlerde, direkt kişi üzerlerine kullanımı ve çok miktarda
kullanarak şehrin tamamını etki altına alması, bizim ısrarla biber gazının yasaklanmasını gündeme getirmemize neden oluyor. Ve Yalova’da 27 Mayıs 2012 tarihinde
bir kavgayı ayırmak üzere iken Çayan Biber adlı kişinin uygulanan gaz nedeniyle
yaşamını yitirmesinden doğan dava dosyası hakkında, bağımlılık ve taraf kaygısı ile
Ağır Ceza Mahkemesi’nin kasıt olmadığına dair karar alması ve görevsizlik kararı vermesi sonucunda, , yargıda bağımlılık ve taraf kaygısını da tartışma gündemimize almış
bulunmaktayız.
Biz son derece barışçıl bir kurumuz, 27 yıllık bir kurumuz İnsan Hakları Derneği
olarak. Hak ve özgürlüklerin genişletilmesi noktasında son derece önemli çalışmalar
yürütüyoruz. Biz altı kişi, açlık grevi eyleminin bitirilmesi ve ölümlerin engellenmesi
için Başbakanlık ofisine gitmek üzere sadece yürürken gözaltına alındık ve özgürlüğümüzden mahrum bırakıldık. Bizim muhatap olduğumuz kişiler polisler ama asıl
karar verici valilik, bakanlık vesaire… Bu konuda verdiğimiz bütün suç duyurusu dilekçeleri meclis çoğunluğu gerekçe gösterilerek takipsizlikle sonuçlanmakta ve doğal
olarak polis ile ilgili suç duyurularımız kabul ediliyor. Bu anlamda direkt muhatap olduğumuz kolluk güçleri görevi yerine getirdiklerini ifade ederek, mağdur olduklarını
beyan etmektedirler. İstanbul Valiliği’ne Taksim yasakları ile ilgili yazmış olduğumuz
bir soru metnine, bilgi edinme dilekçemize “hukuki bir gerekçe biz bulamadık” diyerek, “güvenlik gerekçesi” olarak ifade eden bir cevap verilmişti. Ben 50.000 kişinin
bir alana sokulmasında 16 güvenlik noktası olan bir alanda, 50000 kişi bir alana girebiliyorsa, toparlanabiliyorsa, 2911 nasıl ihlal ediliyor, anlamıyorum. Ama bu 50.000
kişi gaz bombaları atılarak, cana kast edilerek, hatta taammüden adam öldürülerek
alandan sürülmeye çalışılıyor ve adeta şiddet ve hasım yaratılıyor. Bu ortamı yaşamak
istemiyoruz ve 2911 tartışılırken, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün yanı
sıra, gasp edilen bütün hak ve özgürlükleri de düşünmek zorunda olduğumuzu tartışmak istiyorum.
49
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkür ediyorum, özellikle son oturumda aslında kuvvet kullanımına ilişkin
yorum ve tartışmalar yapılacak. İstiyorsanız şu son sözlerinizi oradaki tartışmaya aktarmış olalım. Feray Hanım’a söz vereyim, size söz vereyim ondan sonra bu oturumu
izniniz olursa kapatalım.
Feray SALMAN
Şimdi aslında ben Serap Hoca’nın önerisini çok tehlikeli buldum, bir kere onu ifade
etmek istiyorum. Çünkü siyasi idare bu marjinal olma kavramını o kadar yaygınlaştırmış ve o kadar yerleştirmiş durumda ki, dolayısıyla buradan şey çıkabilir, ne bileyim
vardır işte Yücel Hocam dedi ya, devlet vatandaşı meselesi, yani gösterilen yerde gösterisini yapanlar da var, yok değil. Fakat şimdi bir de ulaşma meselesi var, burada çok
önemli, bir parça bu marjinal sokağa çıkanı, marjinal olarak etiketleme meselesinin
kendisi de başlı başına hakkın ihlali ve caydırıcılığını güçlendiren bir şey haline dönüşüyor. Ona dikkat etmek lazım, ben bunu sadece parantez arasında söylemek istedim.
Şimdi Ulaş’ın gösterdiği şey çok önemli, kaç dava açılmış, ne kadarı suçlu kabul edilmiş, ne kadarı cezalandırılmış??? Şimdi, 2012 yılında emniyet Genel Müdürlüğü’nün
insan hakları raporu var, bu insan hakları raporunda – sayfasını da hemen size söyleyeyim, internetten de indirilebiliyor – 15. Sayfasında özellikle işkence ve kötü muamele ile mücadele başlığı altında zor kullanmada sınırın aşılmasından dolayı açılan
adli soruşturma sayısı bakımından bir grafik verilmiş durumda. İstatistiğe dayalı bir
grafik herhalde... 2011 ve 2012 yılları var. Şimdi 2011’le 2012’de Ulaş’ın rakamlarında, yani bayağı kocaman rakamlar var, değil mi Ulaş? Demin gösterdiğin, hani ne
kadarına hani müdahale edilmiş, açılmış suç vaat edilmişler? Zor kullanmaya baktığımızda, zor kullanma hala çok yaygın kullanıldığı için^, sınır aşımı da çok yaygın
olduğu için, 2011’de 9 tanesi beraat etmiş. Yani kamu görevlisine sınırın aşılmasından
açılan soruşturmanın 9’u beraat etmiş, 2 tanesi düşmüş. 2011 yılında, 23 tanesi için
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş, 3 tanesine de hükmün açıklanmasının geri
bırakılması denmiş. 2012’ye geldiğimizde, hatırlayın 2012’yi, 2012 öyle rahat bir yıl
değildi, 3 tane beraat, dolayısıyla bir dava düşürme, kovuşturmaya yer olmadığı kararı 8, hükmün açıklanmasının geri bırakılması ise 3 tane. Bunlar yüzde midir rakam
mıdır bilmiyorum, yüzdeye benziyor. Koymamış buraya Emniyet Müdürlüğü, hangi
şeylere dayalı olduğunu. Dolayısıyla bunlarla onları yan yana koymak bence çok daha
etkili bir şey. Yani şey açısından, zor kullanıldığını bildiğimiz, gaz kullanıldığını bildiğimiz, insanların öldüğünü bildiğimiz, yaralandığını bildiğimiz, kötü muameleye
uğradığını bildiğimiz şeylerde, eğer hemen hemen hepsi cezasızlıkla sonuçlanıyorsa,
gösteri haklarını kullananlar bakımından eğer böyle bir suçlama, suçlu görme ile ilgili
bir sistem işliyorsa, o zaman bu sistemde bir hata var demektir.
50
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Bu cezasızlık kültürüyle ilgili olarak zannediyorum yine son oturumda bunları tekrar
konuşmamız gerekecek, özellikle bu kasklarda olması gereken numaraların olmaması
vesaire gibi aslında hiç işlem yapılmasının mümkün olmadığı haller de var. Buyurun
size söz veriyorum.
Doç. Dr. Ali Kemal YILDIZ Ceza Hukukçusu
Ben ceza hukukçusuyum, o yüzden ceza hukukuyla ilgili küçük bir katkıda bulunmak istiyorum. Bir tanesi, Nur Hanım, ceza hukukçuları yorumlasın dedi, 17.maddede ‘suç işlemeye dair açık ve yakın tehlike mevcut olması halinde yasaklanabilir’ diyor.
Şimdi zaten ben buraya gelirken biraz çalıştım ve hep şunu düşündüm, bu kanun
barışçıl bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü düzenleyen kanun mu? Yoksa hukuka aykırı bir toplantıyı, saldırıyı, – bu ifademi kabul görün – bu karışıyor bir defa. Şimdi
şunu anlatmaya çalışıyorum, eğer ben çıkıp da insanlara dersem ki, “hadi gidelim
şuraya saldıralım, toplanalım” bunu zaten ceza kanununda düzenleyen eylemler var.
Aslında buradaki kanun, barışçıl toplantıların işte güvenliğini, denetimini, şununu
bununu yapmak için getirilmiş hükümlere sahip olması gerekiyor. O mantıkla da
işte Anayasa’dan hareketle bildirim sistemi denilen şey, belki kabul edebiliriz, izinsiz.
Ama kanuna baktığınızda tamamen izin sistemi mantığına göre kurulmuş. Dolayısıyla
burada dahi yasaklamalardan söz ettiğine göre bir defa bunların tamamının değişmesi
lazım, zaten bu saptama yapıldı ama noktasal olarak bir şey söylemek istiyorum. Çok
uzun sürebilir...
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Yani hakkın kullanımını aslında suç olarak görüp ve ondan ayırmadan bir düzenleme.
Doç. Dr. Ali Kemal YILDIZ Ceza Hukukçusu
Aynen öyle, yani kanunun düzenlemesinde böyle bir çelişki var. Yani bir defa onu
düzeltmek gerekiyor. Ama noktasal olarak şunu söylemek istiyorum. Suç işleneceğine
dair açık ve yakın tehlike diyor ya, şimdi bir defa suç kavramı… Mesela hakaret de
bir suç, diyelim ki bir futbol taraftarı bir takım maç kaybetti, dediler ki “toplanalım,
hakemin yüzünden oldu, protesto edelim”. Devlet diyor ki içlerinden 15 kişi çıkacak,
hakeme küfredecek, dolayısıyla yasakladım. Şimdi kanun buna izin veriyor, yani dolayısıyla bir defa bunları değiştirmek suç, hakaret de bir suç, öldürmek suç, problem
burada doğru ifade aslında “kamu düzenini bozacak”. İkinci yorumu, yani uygulaması
şu, uygulamada diyorlar ki toplantının kendisi hukuka aykırı. Bir defa buradan top51
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
lantının kendisi suç olamaz, o suçsa zaten bu çerçevede ele alamayacaksın. Dolayısıyla
o da bir problem. Taksim probleminde o çıktı ortaya; “ben size burada yapmayın”
dedim, “toplantı yapıyorsanız suç, dolayısıyla yasakladım”. Bu mantık da yanlış. Ama
üçüncüsü de bildirimi kabul edeceksek, kamu düzeni açısından yakın açık tehlike…
Örnek şunu verebiliriz; bir defa önceden buna karar verilemez. Ben diyorum ki “işte
şu konuyu protesto etmek için toplantı yapacağım”. Güzel, eğer bildirim almışsanız
suç işleneceğine dair bazı şüpheleriniz varsa, , engellemek zaten sizin yükümlülüğünüz. Ha ne olabilir, toplantı başlıyor veya başlamak üzere, başlayacak. Kitlesel bir
hareket, bir yere saldırı, kitleler arasında dolanıyor, bunu saptadığında artık o toplantının devamı yani başlaması ancak bu durumda olabilir. Bir ay önceden bir toplantının başlayıp başlamayacağına bu sebeplerle karar verilmesi bu kanunun kendisine de
aykırı bu birinci katkım, çok uzatmayayım.
İkincisi de şu, bu yasaklarla ilgili konuşuldu, şimdi mesela o düzenleyicilerle ilgili tamamıyla idari şeyler, cezayla karşılanmış. Örnek, şu nitelikleri sayılmış, şu niteliklere
sahip olacak ama bu niteliğe sahip değilse ve toplantı yapılmışsa ceza veriliyor. Bildiğimiz anlamda ceza veriliyor, ceza hukuku anlamında. Toplantının barışçıl olup olmamasına bakmıyor, diyelim ki çok başarılı toplantı geçti ama diyelim ki 18 yaşından
küçük birisi var, bunu cezalandırıyor yani bu da mantık çelişkisi. Bunun da olmaması
gerekiyor, bunun da çıkarılması gerekir. Ha ne olabilir? İdari yaptırım olabilir bir,
ikincisi yani bunu doğru bulmuyorum ama e zaten geldi başvurdu, başvurduğunda
idarenin bunu düzeltmesi gerekiyor. Hani nitelikleri o biliyor ve belki idare de bu
karar mekanizmalarına yaptırım uygulanabilecek düzeyde onlara.
Son katkım da şu; bir de öyle yükümlülükler yükleniyor ki onlara, adeta toplantıyı
disiplin ve düzeni sağlayıp dağıtma yükümlülüğü veriliyor. Nasıl yapabilir ki onu, yani
diyelim ki siz ne kadar barışçıl bir toplantı yaparsanız yapın sizin devlet gibi şöyle bir
gücünüz yok ki, her toplantıyı güvenli yapamayabilirsiniz. İçeriye 50 kişi girdi ve diyelim ki gene işte devletin kabul etmeyeceği eylemleri yapmaya başladı, siz buna nasıl
engel olabilirsiniz veya onları nasıl çıkarabilirsiniz? Toplantının devamı gerekiyor ve
onlardan dolayı toplantı yapanları cezalandırıyor. Son şeyim şu olsun, ikinci son şeyim
olsun dedim ama, 28. Maddenin 1. Fıkrasıyla 2-3’ü birbiriyle çelişkili. Yani bir taraftan
kanuna aykırı toplantıları zaten cezalandırıyor ama kanuna uygun olanlara da ceza öngörüyor. Bunların mutlaka düzeltilmesi gerektiği kanısındayım, teşekkür ederim.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Çok teşekkürler, özellikle çocuklarla ilgili olarak söylediğiniz şeyde de aslında şunu
belki tespit etmek lazım. Yasa, korumaya çalıştığı menfaati zedeleyerek sonuca varmaya çalışıyor. Burada eğer belli yaş gruplarının korunmasına ilişkin bir çaba varsa,
52
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
tam tersi onun hakkında yasal işlem başlatarak onun aleyhinde bir çabayla menfaatini
korumaya çalışıyor. Çok teşekkür ediyorum. Beyefendiye son sözü veriyorum, ondan
sonra da öğle yemeği için ara verelim lütfen.
Selim DOĞANAY Adalet Bakanlığı İnsan Haklari Daire Başkanlığı
Selim Doğanay Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Daire Başkanlığı. Ben bir iki şey söyleyeceğim: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ihlallerinin önlenmesine ilişkin eylem
planını hazırlarken, biz bunun koordinasyonundan sorumlu birimiz. Orada geçen
ilgili bütün kamu kurumlarıyla yapılan toplantılar sonucu hazırlanan, bütün kamu
kurumlarının ilgili görüşlerine sunulan ve en son nihai hali verilerek Bakanlar Kurulu’ndan geçen bir metin. Dolayısıyla, hani bu planın hazırlanmasında da büyük emek
çaba var. Ben sadece Türkiye’nin gerçeklikleri, işte bürokrasinin işleyişini falan hiç
dikkate almadan, sadece daha ideal şeylerle yola çıkılarak, hemen “olmadı, atalım” diyerek bir yere varılamayacağını düşünüyorum. Sonuçta karar vericiler, siyasiler daha
üst makamlar. Dolayısıyla Türkiye’de bunlar dikkate alınmadan, hiçbir şekilde sıfırda,
sadece teorik düzeyde ideal bir metin oluşturma şansımız bence yok.
Bunu hazırlanırken de, biz mümkün mertebe Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
aynen kullandığı kavramlara yer vererek bu planı hazırladık. Örneğin bu cezasızlıkla
ilgili kısım… Bizim etkin soruşturma hususumuz, 2. ve 3. madde altında ayrıca zaten
var, diğer bölümde de ayrıca değerlendirebiliriz. Biraz önce de zaten değerlendirildi.
Bu toplantı ve gösteri yürüyüşü ise mesela üç çeşit. Hepsinde de “bildirimsiz” şeklinde
var yani hiçbir şekilde izinsiz şeklinde bir ibaremiz yok. Bu kısa süreli ve orta vadelere
gelince…. Bildirimin, 2911 sayılı yasanın kısa vadede gözden geçirilmesi şeklinde
bir ibare var AİHM standartlarına göre. Bununla ilgili olarak da İçişleri Bakanlığı’nın
Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yürütülen ifade özgürlüğü kapsamında
toplantı, gösteri yürüyüşü ve basın açıklaması haklarının kullanılması ile ilgili mülki idare amirlerinin ve kolluk görevlilerinin farkındalığının arttırılmasına ilişkin bir
proje var. Bugün Ankara’da sanırım bununla ilgili bir toplantı çalışması daha var. Bakanlık da bu projenin bitiminde, bizim bakanlık koordinasyon olarak, zaten 2911’in
değiştirilmesi için bir taslak metin zaten sunulacak. Tabii ki son takdir siyasi iradenin.
Teşekkür ederim.
Moderatör, Yrd. Doç. Dr. İdil Işıl GÜL
Efendim, herkese çok teşekkür ediyorum, hem konuşmacılarımıza, hem de katkılarınız ve dinlediğiniz için sizlere. Şimdi öğle arası için dağılacağız, zannediyorum
13.30’da yine programa uygun olarak bir araya gelme olanağımız olur, sonraya sarkmaması herhalde hepimiz için çok daha iyi olur. Çok teşekkür ediyorum.
53
II.
OTURUM
TOPLANTI VE GÖSTERİ
YÜRÜYÜŞÜ HAKKINA İLİŞKİN
AİHM VE AYM İÇTİHADI
Moderatör: Yılmaz ENSAROĞLU, SETA
Prof. Dr. Ömer ANAYURT, Gazi Üniversitesi
Av. Hüsnü ÖNDÜL, İHOP
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
55
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Sunucu
Toplantı ve gösteri yürüyüşüne ilişkin AİHM ve Anayasa İçtihadı konulu oturumu
yönetmek üzere Sayın Yılmaz Ensaroğlu ve bu oturumun konuşmacıları olan, Ömer
Anayurt ve Hüsnü Öndül’ü mikrofona davet ediyorum.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Evet, tekrar merhaba! Sabahleyin de anons edildiği üzere bu oturumda biz toplantı
ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Anayasa
Mahkemesi’nin İçtihatları hakkında bir tartışma yapacağız. Tabii hepimiz biliyoruz
ki hak ve özgürlüklerin içeriğini oluşturan standartların birer hak olarak kabul edilmesi ya da o hakkın, o özgürlük alanının sınırlarının tanımlanmasında mahkemeler
yani yargı kararları ciddi yer işgal ediyor. Hatta bu anlamda yargı, sadece hak ve
özgürlükleri koruyan bir mekanizma değil, aynı zamanda içeriğini de oluşturan bir
işlev görüyor. Zannediyorum biz her iki konuşmacımızla, bu iki işlevine de yani yargı
mekanizmasının mahkeme içtihatlarının bu iki işlevine de bakmaya çalışacağız. İki
konuşmacımız var, o yüzden zannediyorum, sabahki oturuma nazaran her ne kadar
bir on beş dakikalık bir rötarla başlamış olsak da, sizin katkılarınıza ve tartışmaya biraz daha geniş bir zaman ayırma şansımız olacak. Gerçi konuklarımızla daha önceden
konuşmadık ama söz sırası anlamında bir tercihiniz yoksa ben Ömer Bey’e ilk sözü
vereyim. Ömer Hocam, önce sizi dinleyelim ardından da Hüsnü Bey’i dinleriz. Ömer
Bey Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden... Zaten elinizdeki dosyalarda da konuklarımızın kimlikleri var. Buyurun Hocam.
Prof. Dr. Ömer ANAYURT
Ankara ve Strasburg Pencerelerinden
Toplanma Hakkına Farklı Bakışlar ve Çatışma Alanları1
Sayın Kurul Başkanım, Sayın Üyeler, sivil toplum kuruluşlarının değerli katılımcıları
sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlıyorum. Böylesine önemli bir konuyu hemen hemen tüm paydaşlarını ve birbirinden değerli katılımcılarını bir araya
getirmek suretiyle tartışmaya açmış olmasından dolayı İnan Hakları Kurul Yönetimine
ve emeği geçen herkese teşekkür ediyor ve Çalıştayda ortaya konulacak düşüncelerin
ve tartışmaların ülkemize yararlı olmasını temenni ediyorum.
1 Bu metin, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Anayurt’un Çalıştayda
yapmış olduğu konuşmanın konuşmacı tarafından geliştirilmiş ve düzenlenmiş versiyonudur
.
57
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Sabahki oturumda bir meslektaşımız toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin kullanımı ve
hak öznelerinin karşılaştığı disiplin ve cezaî soruşturmalara ilişkin bazı istatistiksel
verilere değindi. Bunlara ilişkin bazı saptamalarda bulundu.
İstatistiksel verilerin değerlendirilmesiyle ilgili olarak bazı espri ve klişe sözler var:
Kime ait olduğunu bilemiyorum ama yaygın olarak kullanılır. Birincisi denilir ki “istatistikler yalan söylemez ama onlara yalan söylettirilir”. İkincisi daha çarpıcı bir söz: “istatistiklere biraz işkence yapılırsa çok güzel itiraflar elde edilebilir” . Üçüncüsü ise “istatistik
bir yalan türüdür. Düz yalan, kuyruklu yalan ve istatistiksel yalan” . Elbette bunlar işin
biraz espritüel kısmı ama temelsiz de değiller. Çünkü istatistik nereden baktığımıza
göre sonuçlar verir. Kabataslak bilgiler verir. Konu hakkında ön bilgiler verirler. Oysa
gerçekler çok daha detaylardadır. Hani hep söylenegelir ya “şeytan ayrıntıdadır” diye.
Bu bakımdan çok daha teknik ve sağlıklı bilgiler için işin detayına inmek de gerekir.
İstatistiksel verilere bakış ve değerlendirilmesine ilişkin bu rezervi dikkate alarak ben
de küçük bir istatistiksel bilgiyi sizlere takdim etmek istiyorum. Zaten iş Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) olunca neredeyse adet haline geldi.
Malumunuz üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bugün tek yargısal organı
AİHM’dir. Bu organ 1959’dan bu güne kadar Sözleşmeye yönelik ihlâl iddiaları konusunda karar vermektedir. 2010 yılından itibaren mahkeme kararlarına ilişkin resmî
istatistikler Mahkemenin resmî web sayfasında yayımlanmaktadır. 1959-2013 yılı 31
Aralık itibari ile Sözleşmenin 11. maddesine ilişkin ihlâllerin istatistiksel verilerini
sizinle paylaşmak istiyorum. Bu madde birbiriyle iç içe ve birbirinden ayrılamayan bir
takım hakları içermekte: Toplanma hakkı, dernek hakkı, sendikal haklar ve siyasal
partiler. Tümüne birden örgütlenme özgürlüğü de denilmektedir.
Maddeyle ilgili belirttiğimiz dönemlere ait toplam 151 ihlâl kararı görünmektedir. Bunun 61’i Türkiye’ye aittir. Yüzdelik olarak %40’tır. Bize en yakını 13 ihlâlle Moldova
yani %9’luk bir orana tekabül etmektedir. Arkasından 12 ihlâl ile Rusya Federasyonu
gelmekte (yaklaşık %8). Diğerleri üçer dörder ihlal… Dolayısıyla bu rakamlara bakıldığında hayli ürkütücü görünmektedir. Yani ihlal sıralamasında en yakın ülkeyle dahi
aramızda çok büyük bir fark söz konusu. Kuşkusuz bu sayının içerisinde bir kısmı
siyasal partilere ilişkin verilmiş ihlâl kararları da bulunmakta. Bugün için siyasal partilere ilişkin bazı sorunlar belli ölçüde çözüme bağlandı. Kapatılması mümkünse de
kapatma koşulları oldukça daraltıldı ve alternatif yaptırım olan hazine yardımından
mahrum bırakılma yaptırımı getirildi. Kapatma kararı Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun 2/3 çoğunluğuna bağlandı, kriterler arttırıldı vs. Dolayısıyla siyasal partilerle
ilgili normatif alan ve bu normların özgürlükçü yorumu çerçevesinde en azından şimdilik sorun görünmemekte.
58
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
2013 yılını esas alarak batığımızda 11. maddeye ilişkin 10 tane ihlâl görülmektedir.
Bunun dört tanesi yine Türkiye’ye ait. Oransal olarak yine %40. Yani toplam sayıdaki
oranla aynı. Geriye kalan 2 tanesi Rusya’ya, 2 tanesi Ukrayna’ya, 1’i Azerbaycan’a, 1’i
Litvanya’ya ait.
Aslında ilginçtir ki, ifade özgürlüğü ile ilgili veriler açısından da bakıldığında hayli
yakın sonuçlar söz konusudur. 1959-2013 dönemine bakıldığında toplam 544 ihlâl
tespitinde bulunulmuş olup bunlardan 224’ü Türkiye’ye aittir. Bunun yüzdelik oranı
da %41’dir. Buradan şu sonuca kolayca ulaşılabilir: Toplanma özgürlüğü ifade özgürlüğünün bir özel kullanım biçimi olduğundan onun mukadderatını paylaşmaktadır.
Haliyle de ifade özgürlüğüne ilişkin yaklaşım ve düzenlemeler kaçınılmaz olarak toplanma özgürlüğünü de etkilemektedir.
Ayrıca şunu da belirtelim ki, 11. maddeyle ilgili sayısal değerlendirmelere Sözleşmenin 3. maddesi ile ilgili ihlâller dâhil edilmemiştir. Bu madde ihlâlleriyle birlikte ele
alındığında ihlâl sayı ve oranlarında daha da artış göstereceği açıktır. Sözleşmenin 3.
maddesi işkence yasağı kenar başlığı altında işkence, insanlık dışı muamele ve insanlık dışı cezaları düzenlemektedir. İlk bakışta 3. maddeyle 11. madde arasında ne gibi
ilişki vardır ki ihlâl sayılarıyla ilişkilendirilmektedir gibi bir soru ister istemez akla
gelebilir. Şöyle bir ilişki söz konusudur: Tarafa devletlere belirli koşullarda toplantı ve
gösterileri dağıtma yetkisi tanınmıştır. Aynı şekilde bu tür toplantı ve gösterilerde yer
alanların yaptırımlara tâbi tutulması söz konusu olabilmektedir. 2911 sayılı Toplantı
ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununda kanun dışı toplantılar düzenleme ve bunlara katılma suçu düzenlenmiştir. Kamu görevlisi veya öğrenci ise ayrıca disiplin yaptırımları
da bulunmaktadır. İşte özellikle toplantı ve gösterilerin dağıtılmasında kullanılan şiddet araçları sonucunda kişiler fiziksel ve ruhsal açıdan acı ve ıstırap duyabileceği bir
takım muamelelere maruz kalmışlarsa bu şiddet de derecesine göre işkence veya kötü
muamele, insanlık dışı muamele olarak nitelendirilmekte ve 3. madde ihlâli şeklinde
değerlendirilmektedir. Aynı şekilde göstericilere verilen cezalar meşru nedene dayansa da eğer orantısız bir nitelikteyse yine 3. madde kapsamında bir ihlâl olarak nitelendirilebilmektedir. Özellikle orantısız bir biçimde yani ölçülülük ilkesine aykırı fiziksel
güç kullanımı; biber gazı kullanımı bu anlamda bir ihlâl olarak değerlendirilmektedir.
Bu vesileyle belirtelim ki, Avrupa Mahkemesi verilerinde kademeli olarak orta vadede Türkiye açısından bir iyileşme potansiyeli bulunmaktadır. Bu potansiyel Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuru yoludur. Eğer Anayasa Mahkemesi, Avrupa Mahkemesinin yaklaşımını benimsemiş olursa (ki buna dönük işaretler fazlasıyla var) uyuşmazlık Türkiye’de noktalanabilecektir. Dolayısıyla da ihlâl kendi içimizde çözülmüş
olacaktır. Mahkemenin bu kararları da Türkiye’deki toplanma hakkına yönelik Avrupa mahkemesi içtihatlarıyla çok konuda örtüşmeyen yaklaşımını gözden geçirmesine
59
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
vesile olacak ve bu alanda ciddî bir katkı sağlayabilecektir. Mahkemenin özgürlükçü yaklaşımının yerel mahkemeler ve idarî makamlar üzerindeki etkileri ile bugün
AİHM’deki basit ihlâllerin giderilmesi mümkün hale gelecektir. Elbette bu öngörü,
şimdilik Mahkemenin belirli kararlarda aldığı tavır ve yaklaşımdan hareketle geleceğe
ilişkin bir çıkarımdır.
Burada özetle vurgulamak istediğim, Avrupa Mahkemesinin ihlâl verileri açısından
bakıldığında şimdilik toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanının hayli sorunlu olduğuna
ilişkin bir fotoğrafla karşı karşıya bulunmakta olduğumuz hususudur. Bunun düzelmesinden başka bir seçenek yok. Çünkü bu veriler sürdürülebilir nitelikte değildir.
Yeni Türkiye’ye de yakışmamaktadır.
Acaba bu kötü tablonun sebebi ne? Nasıl düzeltilebilir? Sanırım bu Çalıştay’da değerli
katılımcılar bu konuda önemli tespitlerde bulunacaklar. Hakkın belki de en fazla kullanıcıları, temsilcileri burada. Muhtemelen aramızda bu hakkın mağdurları yer almakta. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunulacak; bazı konularda farkındalık oluşturulacak
güzel bir ortam. Buradan çıkacak tespit ve değerlendirmelerin ve önerilerin umarım
karar mercilerinde bir anlamı ve karşılığı olur.
Ben Avrupa Mahkemesi perspektifinden Türkiye’de toplanma hakkı alanında bazı hususlara ilişkin görüş ve önerilerimi bu kısa süre içerisinde sizlerle paylaşacağım. Süre
kısıtlı olduğundan bazı açıklamalarımı metinde bırakacağım.
Konuyu zihniyet uyuşmazlığına; onun kaynaklık ettiği mevzuat uyuşmazlığına ve her
ikisinin de tetiklediği ve sebep olduğu düzen odaklı, otorite eksenli yorumlara ilişkin
başlıklar dâhilinde sunacağım.
I. Zihniyet Uyuşmazlığı
Aslında Türkiye şu an itibarıyla birçok konuda bilgi ve norm eksikliği olan bir ülke değildir. Her alanda Dünya’daki gelişmeleri takip edebilen, başka ülkelerde işlerin nasıl
yürüdüğünü bilen alanında iyi yetişmiş, donanımlı bir insan gücüne sahibiz. Özellikle
toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanında kanaatimce hiçbir bilgi eksikliği yok. Sabahki
oturumda standart uygulamaların nasıl olması gerektiğine ilişkin açıklamalarda ve
tespitlerde bulunuldu. Katılımcılar gayet güzel, yerinde görüşlerini bizle paylaştılar.
Şimdiki oturumda da birbirinden kaliteli, yararlı sunumlar ve yorumlar yapılacak.
Hatta bazı konularda “bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur” sözündeki gibi
dönüp dönüp aynı şeyleri her fırsatta birbirimizle paylaşmak durumunda kalıyoruz.
Dolayısıyla sorun bilgide değil bilinenlerin yaşamın derinliklerine geçirilememesidir.
Üstelik bilmeyerek yapılmış olsa mazeret olarak belki kabul edilebilir ama bile bile
eğer aynı yanlışlık sürdürülmekteyse artık sözün bittiği yer…
60
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Toplanma hakkı konusunda AİHM ile Türkiye pratiğine bakıldığında birçok noktada
çatışma alanları görülmektedir. Kanaatimce en başında da bu hakka ilişkin felsefe
yani zihniyet farklılığı göze çarpmakta. Türkiye’de ya da başka devletlerde insanlar
neden toplantı ve gösteriler yapar? Bu hakkın demokrasilerdeki işlevi nedir? Siyasal
otoritenin yaklaşımına bakıldığında bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz verilmekte ama
hiç de samimi cevaplar niteliği taşımamakta. Absurd bir varsayım ama eğer devletlere
beş özgürlüğü kabul edip etmeme konusunda bir takdir hakkı verilmiş olsaydı kanaatimce siyasal otorite tarafından ilk devre dışı bırakılacak hak toplanma hakkı olurdu.
Biz bu hakkı özüyle, amacıyla ve ruhuyla içselleştirebilmiş bir toplum da değiliz. Bu
bakımdan herşeyden önce işin felsefesine ilişkin farklılığın giderilmesi gerekmektedir.
Bunu aşamadığımız müddetçe de bence diğer hususların sorunun özüne esaslı bir
katkı sunacağını zannetmiyorum.
AİHM, birçok kararında (Stankov ve Birleşik Makedonya Örgütü; Güneri ve Diğerleri/Türkiye, Oya Ataman/Türkiye) toplanma hakkına ilişkin yaklaşımını şöyle ifade etmektedir.
“..toplanma özgürlüğü ve düşüncelerin bu özgürlük yoluyla ifadesi demokratik toplumun
temel değerlerindendir. Demokrasinin özüne, sorunların halka açık tartışma ve eleştiriler
yoluyla çözümler bulunması yeteneği hâkimdir. Toplanma ve ifade özgürlüğü aracılığı ile
dile getirilen fikir ve görüşler, yetkili makamların gözünde kabul edilemez veya şok edici
olsalar da veya ileri sürülen öneri ve talepler ne kadar gayrimeşru nitelik taşısalar da şiddeti teşvik etme ve/veya demokratik ilkelerin reddi söz konusu olmadığı sürece, bu hakları
ortadan kaldırmaya ya da işlevsizleştirmeye yönelik önleyici nitelikteki radikal önlemlere
başvurulamaz. Esasen bu tür önlemler demokrasiye de hizmet etmezler; bilakis demokratik
toplum düzenini tehlikeye sokarlar. Hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik bir toplumda yerleşik düzene karşı çıkan ve barışçıl yöntemlerle hayata geçirilmesi savunulan siyasal
düşüncelerin, toplanma özgürlüğü veya başka yasal yollarla dile getirilebilmesi için uygun
imkân ve ortam sağlanmalıdır”2.
Toplanma özgürlüğüne ilişkin olarak Mahkemenin altını çizdiği bu özü ne ölçüde benimsemekteyiz. Acaba toplanma özgürlüğünün herşeyden önce ifade özgürlüğüyle ayrılmaz
birlikteliğini ve demokratik toplum düzenlerindeki işlevini bu şekilde kabul edebilmekte
miyiz? Kanaatimizce henüz bu anlayışa ulaşabildiğimiz söylenemez. Bu nedenle de Türkiye’de sorun Mahkemenin bazı kararlarda vurguladığı üzere sistematik ve derin.
Kenan Evren söylev ve demeçlerinde ifade ediyor hayli ilginç bulmuştum. Diyor ki:
“Batıda da toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapılmakta ama onlar öyle mi yapıyor? El ele kol
kola girmekteler, şenlik havasında toplantılar gerçekleştirmekteler. Kimseye bir zararları
yok. Oysa biz böyle mi yapıyoruz?” İşte bu yaklaşım toplantı ve gösteri hakkının Ana2 Stankov ve Organisation macédonienne unie Ilinden, pr. 97; Güneri ve Diğerleri/Türkiye, pr. 76.
61
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
yasal çerçevesine hâkim olan yaklaşım. Ne var ki bu yaklaşımın bugün için fazlaca
değişmediğini de üzülerek ifade etmek isterim.
Aslında Evren’in bu ifadesinde yadırganacak bir durum yok. Yalan da değil. Ama
fotoğraf doğru yansıtılmamakta. Aldığımız fotoğraf karesine göre veya baktığımız
pencereye göre varacağımız sonuç farklılaşır. Elbette bu tarzda toplantı ve gösteriler
de var ileri demokrasi diye nitelendirilen ülkelerde. Ama benzerlerini Türkiye’de de
fazlasıyla bulmak mümkün. Eğer idareyi uğraştırmayacak, hiç sorun yaşanmayacak,
gündelik yaşamın akışında herhangi bir etkilenme olmayacak, trafik düzenini aksatmayacak, güle oynaya-şenlik havasında gerçekleşecek bir toplantı ve gösteri düşünülmekteyse (ki çoğu zaman bu yönde bir algı oluşturulmaya çalışılmakta) bu boş
bir beklentidir. Böyle toplantı ve gösteriler bir tahayyüldür; özlem ve dilekten ibarettir. Şüphesiz başka bir pencereden bakıldığında olur. Ama nasıl bir toplantı ve
gösteri ve yürüyüşüdür? Resmî nitelikte, akredite olmuş, merasim tarzında, devlet
odaklı toplantılar... Resmî kortejlerdir; geçitlerdir; devlet güdümünde ve denetiminde gerçekleştirilen kınama mitingleridir, siyasal otoriteye destek mahiyetli veya siyasî
otoritelerce el altından örgütlenmiş toplantı ve gösterilerdir vs. Esasen bu nitelikteki hareketlerin toplantı ve gösteri niteliği taşıyıp taşımadıkları da hayli tartışmalıdır.
Mahkeme“toplanma ve ifade özgürlüğü aracılığı ile dile getirilen fikir ve görüşler, yetkili
makamların gözünde kabul edilemez veya şok edici olsalar da veya ileri sürülen öneri ve
talepler ne kadar gayrimeşru nitelik taşısalar da şiddeti teşvik etme ve/veya demokratik
ilkelerin reddi söz konusu olmadığı sürece... ortadan kaldırma veya işlevsizleştirme yoluna
gidilemez”derken bu hususu kastetmektedir. Zaten korunmaya ve güvence altına alınmaya değer olan toplantı ve gösteriler ve bunun kullanımında zorunlu olan ifadeler
bunlardır. Diğerlerinin politik düzen bakımından zaten bir riski yoktur. Korunmayı
gerekli kılacak bir yanı da bulunmamaktadır.
Oysa toplantı ve gösteriler eğlence aracı değildir. Şenlik ve şölen amacıyla yapılmazlar.
Her toplantı ve gösteri yürüyüşü esas itibarıyla ulusal ve/veya uluslararası arenada
ortaya çıkan bir toplumsal soruna gösterilen bir duyarlılıktır. Bir sosyal/siyasal tepki
niteliği taşır. Kamuoyu oluşturma veya kamuoyuna bir sorunu iletme ve kamuoyunun
dikkatini çekmeye yönelik bir harekettir. Kamu politikalarına (ekonomik, siyasal) duyulan bir tepki ve protestodur. Diğer yandan da toplantı ve gösteriye katılanların zaten içleri dolmuştur. Tıpkı kaynamakta olan kazan gibidir. Öfkelidirler. Kızgındırlar.
Kaygılıdırlar. Üzüntü ve tedirginlik içindedirler. Kendi değerlerine ve anlayışlarına
aykırı buldukları bir konudaki düzenlemeye karşı gelmektedirler, kendi yaşamlarına müdahale olarak algıladıkları bir idarî/yasal tasarrufun yanlışlığını dile getirmeyi
istemektedirler. Dolmuşlardır ve boşalma gereksinimi duymaktadırlar. Eğer buhar
kazanı kaynamaktaysa ve kaynama gereksinimi de giderilemiyorsa en akılcı çözüm
oluşan buharın boşalmasına da imkân sağlanmasıdır. Aksi takdirde aniden kapağın
62
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
açılması gibi hiç de istenmeyen bir sonuç ortaya çıkabilir. İşte toplantı ve gösteriler,
bu boşalmayı sağlayan ve bu yönüyle de aslında demokrasinin emniyet supabı olan
ifade araçlarıdır. Bireylerin bu psikolojik durumunu, haleti ruhiyelerini bilmeden soruna yaklaşmak gerçekçi olamaz. Çözüm yerine yeni sorunlara yol açılmış olur. Bu
nedenle toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin düzenlemelere gidilirken, bu hareketleri dağıtırken, cezalandırırken bu bünyesel özelliklerinin ve doğasının gözden uzak
tutulmaması gerekmektedir.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu hakka ilişkin hep bu özden hareket
etmektedir. Mahkemeye göre “kamuya açık alanlarda gerçekleşen her toplantı ve gösteri,
günlük yaşamın olağan akışını ve trafik düzenini belirli ölçüde bozacak bir karışıklığa ve
hasmane (düşmanca) tepkilere yol açabilir; bu nedenle kamu otoritelerinin belirli ölçüde
hoşgörülü olmalarını gerekli kılar. Toplanmaların günlük yaşamın olağan akışında meydana getireceği karışıklıklar tek başına, toplanma hakkına yönelik müdahaleyi haklı kılmaz”3.
O halde her şeyden önce toplantı ve gösterilere ilişkin bir paradigma değişimine gereksinim bulunmaktadır. Bu değişim gerçekleşmediği sürece hiçbir şey mevcut sonucu değiştirmeye ve yaşanan sorunları gidermeye yetmeyecektir.
II. Zihniyetin de Beslediği Mevzuat Uyuşmazlığı
AİHM’nin toplanma hakkı konusunda Türkiye ile ilgili kararlarına bakıldığında mevzuat konusunda bir uyuşmazlığın olduğu görülmektedir. Dolayısıyla ihlâllerin kaynaklarından birisi de mevzuatın AİHM içtihatlarıyla buluşturulamamış olmasıdır.
2911 sayılı Kanunda birçok kez değişiklik yapılmıştır. En son 2.3.2014 tarih ve 6529
sayılı Kanunla bazı maddelerinde düzenlemelere gidilmişse de getirilenlerin AİHM
standartlarını ne ölçüde karşıladığı tartışmaya açıktır. Tartışmalı alanlardan bir kısmını açıklamaya çalışacağım.
a. Toplanma Hakkının Kullanım Yerleri Sorunu
Toplantı yerleri ile ilgili sabahki oturumda da bazı açıklamalarda bulunuldu. Eğer
soruna özgürlükçü çerçevede bir çözüm aranmaktaysa özellikle bu konunun kamu
otoritelerince ciddiye alınması gereklidir. Hatta zihniyet değişikliğine gitmesi ge3 Nosov ve Diğerleri, 1. B., Bn., 9117/04 ve 10441/04, Kt., 20.02.2014, pr. 57; Barraco/France, 5. B., Bn., 31685/04, 05.03.2009, pr. 43; SergeyKuznetsov/Rusya, 1.B., Bn. 10877/04, Kt.,
23.10.2008, pr. 44; Ashughyan/Ermenistan, 3. B., Bn., 33268/03, Kt., 17.06.2008, pr. 90; Berladır ve Diğerleri/Rusya, 1. B., Bn., 34202/06, Kt., 10.06.2012, pr. 38; Kudrevicius ve Diğerleri/
Litvanya, 2. D., Bn., 37553/05, Kt. 26.11.2013, pr. 82; Arpat/Türkiye, 2. B., Bn., 26730/05, Kt.,
15.06.2010, pr. 47; Aytaş ve Diğerleri/Türkiye, 2. B., Bn., 6758/05, Kt. 08.12.2009, pr. 30; Gülizar Tuncer/Türkiye(2), 2.D., Bn., 12903/02, Kt. 08.02.2011, pr. 48; Karatepe ve Diğerleri, Bn.,
33112/04, 36110/04, 40190/04, 41471/04, 07.04.2009, pr. 47.
63
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
rekmektedir. Çünkü toplanma hakkına ilişkin en temel sorunlar buradan çıkmakta.
AİHM’nin bizimle ilgili ihlâl kararlarına baktığımızda da önemli bir yer tutmaktadır.
Bu vesileyle belirtelim ki, AİHM 11. maddede düzenlenen toplanma hakkını hayli
geniş biçimde ele almaktadır. İşgaller, açlık grevleri, oturma eylemleri, yol kesme veya
kapatmalar, sessiz ve hareketsiz biçimde durma, çeşitli gösteri hareketleri, yürüyüşler,
basın açıklamaları hep bu madde bağlamında ele alınmaktadır.
Bir kere AİHM açısından temel yaklaşım şu: Toplanma hakkının kullanım yerleri konusunda genel ve kategorik yasaklamalar getirilemez. Barışçıl olmak kaydıyla, toplantı
ve gösteriler her yerde yapılabilir. Bir yerin toplantı ve gösterilere mutlak anlamda ve
a priori kapatılması ilke olarak Sözleşmeyle uyumlu değildir. Eğer yasağa rağmen bireyler burada toplanma hakkını barışçıl biçimde gerçekleştirmek üzere harekete geçmişlerse veya yasak yere rağmen barışçıl bir toplantı ve gösteri ya da yürüyüş gerçekleştirmişlerse salt yasak yerde bu hakkın gerçekleştirilmesi nedeniyle ne dağıtılabilir
ne de bireyler bakımından cezaî yaptırım yoluna gidilebilir.
Kısaca belirtmek gerekirse iç hukukta mevzuatla yasaklanmış yerlerde toplantı gerçekleştirmek tek başına 11. maddenin koruma alanından çıkması için yeterli bir neden oluşturmaz. Oysa 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 6.
maddesine göre her istenilen yerde bu hak kullanılamaz. Kanun daha başlangıç itibarıyla belirlenen yer dışındaki her toplantıyı koruma alanının dışına çıkartmıştır.
Toplantı ve gösteri mekânları mahallin en büyük mülki amiri tarafından belirlenir. Ancak, yeni getirilen düzenleme öncekinden farklı olarak sivil toplum temsilcilerinin
görüşünün alınmasını zorunlu kılmaktadır. Şüphesiz bu görüşün alınması gerekli olmakla birlikte bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla görüş, istişarî nitelikte olup
uyuşmazlık halinde mülkî amirlik görüşü geçerli olacaktır.
Nihayet, bazı alanlar Kanun tarafından bu hakkın kullanımına tamamen kapatılmıştır.
Mülkî amir ve sivil toplum kuruluşları mutabık kalsalar bile bu alanlar hakkın kullanımına açılamazlar. Kanunun 6. maddesi bu yetkinin çerçevesini “kamu düzenini ve
genel asayişi bozmayacak ve vatandaşların günlük yaşamını zorlaştırmayacak şekilde ve 22
nci maddenin birinci fıkrasında sayılan sınırlamalara uyulması kaydıyla” ifadesini kullanmak suretiyle açıkça çizmiştir.
Dolayısıyla mülki amirlik toplantı yerlerini sivil toplum kuruluşlarıyla belirlerken iki
temel çerçeve ile bağlıdır. Bunlar;
•
Toplantı ve gösteri yerinin kamu düzenini ve genel asayişi bozmayacak ve vatandaşın günlük yaşamını zorlaştırmayacak yerlerden seçilmesi,
•
TGYK madde 22/1’de sayılan yerlerden olmaması.
64
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Bu maddeye bakıldığında ise şu yerler toplantı ve gösteri yeri olarak belirlenemez:
Genel yollar ve parklar, mabetler, kamu hizmeti görülen bina ve tesisler ile bunların
eklentileri, TBMM’ye bir kilometre mesafe içerisindeki alanlar.
Görüldüğü üzere toplantı mekanları menüsü fiks olarak sunulmakta bunların dışında
bireylerin söz hakkı yok. Deyim yerindeyse beğenmiyorsan “git başka yerde ye” de
demiyor. “Ya bunu yiyeceksin ya da açlıktan öl” gibi bir yaklaşım. Hatta öyle yemekler
var ki bunlar menüde hiç yer almamakta. Menüye konması dahi yasaklanmış. Bazen
istediğim yemek yerine girerken sokulmama bazen girmişsem yerken müdahale; bazen yiyip bitirmişsem ceza. İşte bu mantık AİHM kararlarıyla örtüşmemekte ve ihlâllerin önemli bir kısmı da buradan kaynaklanmakta. Bireyler idarî makamların belirlediği ve hemen hemen idareyi uğraştırmayacak biraz kıyıda ve köşede kalmış yerleri
çok cazip bulmamaktadır. Daha dikkat çekici, herkesin bildiği, popüler yerler ve/veya
protesto konusu kurum ve mekanların önleri tercih edilmektedir. İşin açıkçası eğer
ben belediye zammını veya Rektörlük uygulamalarını veya TRT’deki bir yayını protesto edeceksem buralardan onlarca km ötede mülki amirlik tarafından belirlenmiş
yerleri kullanmam. Rasyonel değil, protesto doğasına uygun değil.
AİHM’ye intikal eden başvurularda toplantıların tamamının mevzuatımızda yasak
yerler olarak sayılmış mekânlarda gerçekleşmiş olduğu görülmektedir. Mahkemeye
savunma olarak sunulan açıklamalarda toplantıların yer bakımından sorununa, bildirimsiz oluşuna trafik engellemelerine ve bu nedenle yasa dışılığına yer verilmektedir.
Oysa Mahkemenin toplantının gerçekleştiği yerin niteliğiyle hiç ilgilenmediği; yerden
ziyade göstericilerin şiddete dönük eylemlerinin makul sayılabilecek, hoş görülebilecek çerçeve içerisinde kalıp kalmadığı; fikir ve görüşlerini kamuya açıklama niyeti
taşıyıp taşımadıkları hususlarında değerlendirmelere girdiği görülmektedir.
AİHM önüne taşınmış başvurulara bakıldığında hemen hemen her yerde toplantının
gerçekleştirildiğine ilişkin örnekler bulmak mümkündür. Mahkeme bunların hiçbirisinde müdahalenin Sözleşmeye uygunluğunu denetlerken gerçekleşme yerinin kanun
dışı olup olmadığını tek başına değerlendirmemiştir.
Seçilmiş bazı örnekler
– Aşıcı ve Diğerleri: İstanbul ABD Başkonsolosluğu önü.
– İzci/Türkiye: İstanbul Beyazıt Meydanı
– Gün ve Diğerleri: AK Parti Cizre İlçe Başkanlığı önü
– Akgöl ve Göl: Üniversite Kantini ve Rektörlük önü
– Oya Ataman: Sultanahmet Parkı
65
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
– Nispet Özdemir: Kadıköy İskele Meydanı
– Bukta ve Diğerleri/Macaristan: Budapeşte Kempinski Hotel önü
– Eva Molnar/Macaristan: Parlamento Binası önündeki meydan
– Cisse/Fransa: Saint Bernard Kilisesi işgali (2 ay süreyle)
– Barraco/Fransa: Otobanda (6 saat yolu kapama)
– Genderdoc-M/Moldova, Parlamento binası önünde
– Uzunget ve Diğerleri: Kuğulu Park
– Kakabadze ve Diğerleri/Gürcistan: Tiflis Adliye içi
– Kudredivicius ve Diğerleri/Lituanya: Parlamento binası önü
– Malofeyeva/Rusya: Rusya Anayasa Mahkemesi ve diğer kurumların önü
– Çiloğlu ve Diğerleri: Galatasaray Lisesi önü
– Nosov ve Diğerleri/Rusya: Kent merkezinde çadır kurup iki hafta süreyle yasak yerde kalma
b. İzinsiz Toplantılar Sorunu
Türkiye’de toplanma hakkıyla ilgili en sorunlu alanlardan birisi de budur.
Öteden beri dilimize yerleşmiş bir kavram var: “İzinsiz toplantı”, “izinsiz gösteri” gibi.
Eskiler, “galat-ı meşhur fasihi mehcurdan evladır” derlerdi. Yani yerleşik yanlış, terkedilmiş doğrudan daha etkilidir mealinde bir söz. Şimdi izinsiz toplantı kavramı tamamen
yanlış, hukukumuzda olmayan bir kavram. Çünkü ne 1982 Anayasası, ne de 2911
sayılı TGYK toplantıları izin sistemine bağlamıştır. Bu hak bizim doğuştan var olan
hakkımız. Kullanımı, idarî makamların izni veya icazetine bağlı tutulamaz. İdarenin
bir lütuf ve ihsanı değildir. Bu nedenle zaten doğası itibarıyla da izne bağlamaya elverişli değildir. Olsa olsa idare açısından bunun güvenli bir biçimde kullanılması; diğer
haklarla uyumlu bir biçimde kullanılabilmesi ve kamu düzeninin sağlanması bakımından idarenin belirli şartlar altında kullanabileceği yetkileri ve bireylerin bu hakkı
güvence içinde kullanılabilmeleri bakımından devletin pozitif yükümlülükleri vardır.
2911 sayılı Kanun ön bildirim sistemi denilen bir sisteme yer vermiştir. Yani bireyler toplantıdan en az 48 saat öncesinden yetkili mülkî amirlik nezdinde bildirimde
bulunacaktır. Şüphesiz devletin bu hakkın güvence içerisinde kullanımı bakımından
pozitif yükümlülükleri bulunduğundan bu yükümlülüklerin icrası bağlamında bireylerden ön bildirimde bulunmaları istenebilir. Ancak zaten bireyler bu hakkı kullanmakta ve herhangi bir güvenlik sorunu bulunmuyorsa; trafik düzeni ve başkalarının
ulaşım hakkı konusunda mazur ve makul görülebilecek ve işin doğasında mündemiç
66
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
bazı kısıtlamaların çok ötesinde sıkıntı da oluşturmuyorsa buna rağmen bildirim yükümü gereksiz, amaçsız ve bürokratik bir engellemeden öte anlama sahip değildir.
Yani AİHM açısından da geçerli olan herşeye rağmen; gerekli-gereksiz ve hiçbir anlamı olmasa da “herşeye rağmen bildirim mecburiyeti” getirilemeyeceğidir.
Kaldı ki, iş sadece bildirimden ibaret değildir. Bildirim düzenleme kurulunu; düzenleme kurulunda yer alacaklarda aranan koşullar, belgeler, toplantının yapılacağı yer,
gidilecek yerler, güzergâhlar gibi bir takım formalitelerin de varlığını gerekli kılmaktadır. Bildirimi alan idarenin bunun üzerinde kullanabileceği bazı yetkiler bulunmakta.
Dolayısıyla iş sadece basit bir bildirme hadisesini çok aşan bürokratik engellemeye
kayabilmektedir. İşte bahsettiğimiz felsefe ayrılığı burada da kendisini gösterebilmektedir. Çoğu zaman da siyasal atmosferi yüksek başvurularda iş daha da sorunlu hale
gelebilmektedir. Böylece uygulamada idarenin bildirim sistemini izin sistemi gibi işletmesi, bildirim için birçok bilgi ve belgeye dayalı formaliteler aranması, mülki amirliklerin adeta lütufkâr bir mantıktan hareket etmesi nedeniyle ister istemez bildirim
izin olarak kullanılmaya başlanmış ve artık neredeyse de yerleşmiş yanlış ve mevzuatımıza da aykırı bir terimdir.
Bildirimsiz yani uygulamadaki yanlış terimle izinsiz bir toplantı yapılmışsa bunun
sonucu nedir? 2911 sayılı Kanunun 23/a maddesine göre bunlar kanuna aykırı toplantılardır. Peki, bunun yaptırımı nedir? Kanunun 24. maddesine göre dağıtılır. Bu tür
toplantıları tertip etmiş olanlar ve katılanlar 28. maddede düzenlenmiş suçu işlemiş
olurlar ve haklarında cezaî soruşturma ve kovuşturma yürütülür.
2911 sayılı Kanunun bu düzenlemesi de AİHM kararlarıyla sorunlu görünmektedir.
Çünkü bu konuda AİHM yaklaşımı şudur: Devletler kamu düzenini ve ulusal güvenliği korumak için bir toplantıyı veya gösteriyi belli bir prosedüre bağlayabilirler.
Mahkemeye göre toplanma hakkının bildirim formalitesine tâbi tutulması kendiliğinden Sözleşmeye aykırılık oluşturmaz. Ancak benimsenen sistemin hakkın demokratik
işlevi ve özüne halel getirmemesi gerekir.“Bu tür düzenlemeler, Sözleşmede güvence
altına alınmış toplanma hakkının kullanımına gizli engel ve müdahale oluşturmadığı; bu hakkın kullanımını kısıtlama ve anlamsızlaştırma niyeti taşımadığı ölçüde
Sözleşme ihlâli olarak değerlendirilemez”4. Diğer yandan daha da önemlisi barışçıl bir
toplantı, bildirimsiz oluşu nedeniyle tek başına 11. maddenin koruma bandı dışında
kalmaz. Başka bir söyleyişle bildirimden yoksun bir toplantı salt bu eksikliği nedeniyle idareye meşru müdahale veya dağıtma yetkisi vermez.
AGİT’in 2007 tarihli “toplanma hakkının kullanımına ilişkin rehber ilkeler”inde ve
Venedik Komisyonunun 21-22.10.2005 tarihli “toplanma hakkına ilişkin kanunların
4 Eva Molnar/Macaristan, pr. 37
67
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
taşıması gerekli ilkeler” adlı raporunda bildirimin amacı açıkça belirtilmektedir. Her
iki belgede de bildirimin hakkın kullanımının açık ya da örtülü engellenmesi değil
devletin sunacağı pozitif yükümlülüklerin yerine getirilmesi amacına yönelik olduğu
bunun bir izne dönüşmemesi ve bürokratik engellemeler ve güçlüklerden arındırılması gerektiği zikredilmektedir.
Ayrıca belirtilmelidir ki, zaten olayla protestonun eşzamanlılık gösterdiği “anî toplantılar” bildirim sistemiyle doğası gereği uyuşmamaktadır. Bu tür toplantılar anlıktır ve olay
bittikten sonra kullanılmasının fazla bir anlamı da yoktur. Çünkü güncelliğini tamamen
kaybetmişlerdir. Varsayalım ki, bir ülkeye uluslararası kamuoyunda “insan kasabı” diye
nitelendirilen bir kimse geldi. Ertesi günü gidecek, bunu protesto etmek için bildirime
başvurulduğunda zaten yapacağımız gün (en az kırksekiz saat öncesi düşünüldüğünde)
kişi Türkiye’den çıkmış olacaktır. Bu örnekte olduğu gibi bazı toplantıların ortaya çıkan
olaya bağlı olarak sıcağı sıcağına yapılması halinde bu hakkın kullanımının demokratik
işlevinden söz edilebilecektir. Oysa 2911 sayılı Kanun bu tür toplantılarla diğer toplantılar arasında bir fark getirmemiştir. İşte bildirimsiz oluşu nedeniyle müdahale iç hukukumuz bakımından da sorunludur. 2911 sayılı Kanunun bu tür toplantılar bakımından
da bildirimi aramış olması (ki ne Kanun böyle bir ayırıma gitmiş ne de uygulamada
böyle bir ayırım yapılmaktadır) Anayasanın 13. maddesinde düzenlenen “sınırlamaların
hakkın özüne dokunulmaksızın” kriterine aykırılık oluşturmaktadır.
Kaldı ki AİHM’nin bu konudaki içtihatları oldukça açık ve nettir. Birkaç tanesini özellikle konu hakkında başkaca bakımlardan da yararlı olacağı düşüncesiyle paylaşmak
istiyorum.
Bukta ve Diğerleri / Macaristan Kararı
Karara konu olan olay şu şekilde gerçekleşir: Romanya Başbakanı, 1.12.2002 tarihinde Romanya Ulusal Bayramı vesilesiyle düzenlenen resepsiyona katılmak amacıyla
Budapeşte’ye gider. Resepsiyondan kısa bir zaman öncesinde Macar Başbakanının da
bu toplantıya katılacağı duyurulmuştur. Başvurucular, Romanya’nın bu resmî gününe tarihsel nedenlerle Macar Başbakanının katılmamasını istemektedirler. Bu nedenle
de bunu duyar duymaz resepsiyonun gerçekleşeceği Budapeşte Kempinski Hotel’in
önünde bir gösteri düzenlemeye karar vermişlerdir. Ancak, Kanun gereği üç gün öncesinden polis birimine yapmaları gerekli olan bildirimde bulunmalarına imkan yoktur. 1 Aralık 2002 günü öğleden sonra, başvuranlar dahil olmak üzere yaklaşık 150
kişi, otelin önünde toplanmıştır. Polis de otel önünde hazır durumdadır. Grup tarafından bir gürültü oluşması üzerine polis, resepsiyon açısından güvenlik riski oluşturacağı gerekçesiyle gösteriyi dağıtma kararı almış ve itiş kakışla Otelin yakınında yer
alan bir parka kadar gitmelerini sağlamıştır. Bir müddet sonra da göstericiler dağılmak
zorunda kalmıştır.
68
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Göstericiler gösteri haklarına yasal olmayan müdahalede bulunulduğu gerekçesiyle
Macaristan mercilerine başvurmuşlar ve barışçıl bir gösteri yapmak amacıyla toplandıklarını; bu hakkın kullanımı için polise üç gün öncesinden başvurmak için yeterince zamana bile sahip olmadıklarını çünkü Başbakanın resepsiyona katılma kararını
toplantının yapıldığı günün çok kısa bir süre öncesinde öğrendiklerini bu nedenle
zaten bildirimde bulunmaya imkân olmadığını belirtmişlerdir.
Başvurucuların açtıkları dava Budapeşte yerel mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
Toplantının bildirim koşuluna uyulmadığı böylece kanuna aykırı olduğu ve polisin de
bildirimsiz toplantıyı dağıtma yetkisi olduğundan hareketle idare haklı bulunmuştur.
Karara karşı yapılan itiraz da reddedilmiştir. Başvurucular konuyu AİHM’ye taşımışlardır.
AİHM, bu başvuruda başvurucuları haklı bularak müdahalenin 11. madde ihlâli oluşturduğunu şu gerekçelerle ifade etmiştir:
“Kamu yolu üzerinde gerçekleştirilecek bir toplanmanın belirli bir prosedüre bağlanmasının
ilkesel olarak toplanma hakkının özüne müdahale oluşturmayacağına”5 ilişkin genel yaklaşımını ifade ettikten sonra “..somut olayda Başbakanın resepsiyona katılmasının toplantının
gerçekleştiği günden çok kısa süre öncesinde ortaya çıktığı ve kamunun bundan gerektiği gibi
haber alamadığı dikkate alındığında başvurucular ya barışçıl gösteriyi kolluğu haberdar etme
olasılığı bulunmadığından yapamamak veya bu yasal gerekliliği dikkate almayarak gösteriyi
gerçekleştirmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdir”6. “Bir siyasal olaya derhal tepki gösterilmesi gerekli olan özel durumlarda katılanların hukuka aykırı hareketlerinin olmadığı barışçıl bir gösterinin sırf kolluk birimlerine haber verme yükümlülüğünün yerine getirilmemiş
olduğundan hareketle dağıtılması barışçıl toplanma hakkına ölçüsüz bir müdahale oluşturur”7.
Eva Molner/Macaristan Kararı
Eve Molnar/Macaristan davasında da Mahkeme, spontan gelişen, kendiliğinden gerçekleşen anlık reaksiyon gösterilmesi gereken toplantılar bakımından toplantının barışçıl
niteliğinin önem taşıdığı, salt bildirimsizlik nedeniyle dağıtılmasının da bu hakka ölçüsüz bir müdahale oluşturacağına yer vermiştir. Mahkemeye göre kamu makamlarının
barışçıl gösteriler karşısında belirli ölçüde tolerans göstermeleri gerektiği aksi takdirde
11. maddede düzenlenen hakkın içinin boşaltılmış, anlamsızlaştırılmış olacağına değinmiştir8. Sonuç olarak Mahkeme, bir olayla protestonun eşzamanlı olduğu ve pro5 Bukta ve Diğerleri/Macaristan, 2. B., Bn. 25691/04, Kt., 17.02.2007, Pr. 35; Eva Molnar/Macaristan, 2. B., Bn.10346/05, Kt. 7.10.2008, pr. 35.
6 A.g.k.,pr. 35
7 A.g.k.,pr. 36.
8 Eva Molnar/Macaristan, pr. 35-36.
69
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
testonun o an yapılması halinde anlam ifade edeceği; gecikilmesi halinde artık protesto
yapmanın anlamını kaybedeceği toplantılarda bildirim ve benzeri prosedürlerin aranmaması gerektiğinin altını çizmiş9 ve somut olaya konu olan toplanmanın bu niteliği
taşımadığından diğer hususları da dikkate alarak müdahalenin 11. maddeye uygunluğuna karar vermiştir. Mahkemeye göre gösteriye konu olan seçim sonuçları bu gösteriden iki ay önce, 4.05.2002 tarihinde açıklanmış ve objektif bir nitelikte yapıldığı ifade
edilmiştir. Dolayısıyla güncel ve spontan bir niteliği bulunmamaktadır. Diğer yandan
göstericiler saat 13:00’te Kossuth Meydanında toplanmış ve başvurucu da saat 19.00’da
bunlara katılmıştır. Toplantının dağıtıldığı ana kadar da toplanma amacını ifade edebilecek yeterince zamana sahip bulunmuşlardır ve yedi saate yakın bir süre trafik düzeni bozulmasına ve ulaşım tartışmasız bir biçimde bloke edilmesine karşın göstericilere
karşı kolluk birimlerince yeterince tolerans gösterilmiştir. Belirli bir zamandan itibaren
trafiğin de içinden çıkılmaz hal alması ve yol akışında alternatif yönlendirmelerin de
kalmadığı anlaşılarak bu bildirimsiz ve ani niteliği de bulunmayan gösterinin dağıtılması
11. madde ihlâli olarak görülmemiştir10. Mahkeme bu karardaki verilerin Bukta ve Diğerleri ve Oya Ataman/Türkiye kararındakilerden farklılıklar taşıdığını da vurgulamıştır.
Nihayet Mahkeme, önemli bir konunun daha altını çizmiş ve “bu dağıtmanın spontan
toplantı ve gösteriler üzerinde potansiyel caydırıcı etkisi var mıdır” sorusunun cevabını
aramıştır. Mahkemeye göre göstericilerin önceden bildirimde bulunulması yönündeki
yasal yükümlülüğü yerine getirmemiş olmaları ve trafik düzenindeki yoğun karmaşaya ve ulaşımın belirli süreler engellenmesine rağmen polisin tolerans göstermesiyle,
saatlerce Sözleşmenin 11. maddesinde yazılı haklarını kullanmış olduğuna kanaat getirmek suretiyle, dağıtmanın böyle bir amaçla yapılmadığını belirtmiştir11.
Serkan Yılmaz ve Diğerleri/Türkiye Kararı
19 Aralık 2002 tarihinde, başvuranlar hayata dönüş operasyonunun ikinci yıldönümü
münasebetiyle düzenlenen bir gösteriye katılmışlardır. Polis kamerası kayıtlarına göre
13 kişilik bir grup saat 14.30 sıralarında ellerindeki flamalarla slogan atarak İstiklal
Caddesine gelmiş ve Caddeyi trafiğe ve yaya geçişine kapatmışlardır. Grubu bir polis
barikatı engellemiştir. Polis güçleri, bir güvenlik kordonu oluşturarak gruba yaptıkları
gösterinin yasa dışı olduğunu bildirmiş ve dağılmaları için uyarmıştır. Gösterici grubunun yaya geçidini ve tramvay yolunu bloke ettiği, polisin grubun etrafında bir güvenlik
kordonu oluşturduğu, bir polis memurunun ilgili şahısları yolu açmaları ve daha sonra
basın açıklaması yapabilecekleri yönünde uyardığı anlaşılmaktadır. Göstericiler polisin
9 Eva Molnar/Macaristan, pr. 38.
10 Eva Molner/Macaristan, pr. 39-43.
11 Eva Molner/Macaristan, pr. 44.
70
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
uyarılarına karşı gelerek güvenlik güçlerine direnmişlerdir. Bunun üzerine polis tarafından kuvvet kullanılarak yakalanmış ve haklarında yargısal süreç başlatılmıştır.
Gösteri, bildirimsiz yapılmıştır. AİHM, spontan gösteri düzenleme hakkının ancak
güncel bir olaya hemen cevap verme niteliği taşıması ve özellikle hemen yapılmadığı
takdirde önemini yitirebilme özelliği göstermesi gibi bazı özel koşullarda olabileceğini, bu tür durumlarda da genel kuralların aksine, yetkili makamlara haber verme
zorunluluğundan muaf tutulabileceğini kabul etmektedir. Ancak, somut olayda başvuranlar “hayata dönüş” operasyonunun ikinci yıldönümü münasebetiyle gösteri düzenlemişlerdir. Dolayısıyla, AİHM’nin kanaatine göre, söz konusu gösteri güncel bir
olaya hemen cevap vermek amacıyla kendiliğinden düzenlenmemiştir. Bu nedenle de
yetkili makamlara haber verme zorunluluğundan muaf tutulamayacağı sonucuna varmıştır12. Diğer yandan Mahkeme, gösterici grubun, muhtemel trafik sıkıntıları dışında
kamu düzenini tehlikeye atacak bir tehdidin olmadığı tespitini yapmıştır. Mahkemeye
göre halka açık bir alanda gerçekleştirilen her türlü gösteri günlük yaşamın akışını
belirli bir ölçüde bozacak bir karışıklığa ve hasmane tepkilere yol açabilme özelliği
taşır. Bir gösterinin yasalara aykırı düzenlenmiş olması, tek başına, toplanma özgürlüğüne müdahaleyi haklı çıkarmaz. Zamanında ulusal düzeyde tartışılmış ve şiddetli
tepkilere yol açmış bir olay üzerine kamuoyunun dikkatini çekmek isteyen küçük bir
grup tarafından düzenlenmiş ve özünde de şiddet içermeyen gösterinin dağıtılması ve
göstericilere ceza soruşturması açılması 11/2 maddesine aykırılık oluşturur13.
Üç karardan çıkan ortak sonuçlar
•
Bildirimden yoksun her toplantı doğrudan ve otomatik olarak dağıtılamaz. Her
ne kadar yasaya aykırı olarak belirtilmiş olsalar da barışçıl toplanma hakkından
yararlandırılmamanın tek başına nedeni olamazlar. Bildirimsiz olsalar da idari
makamların bu tür toplanmalara, yine de belirli ölçüde tolerans göstermeleri ve
barışçıl nitelikte olmaları koşuluyla kullanımlarına imkân sağlanması gerekmektedir. Kuşkusuz bu tolerans içerisine trafik düzenin bozulması ve belirli ölçüde
trafik engellemeleri, kolluk görevlilerine belirli ölçüde direnç de girebilir. Çünkü
bu tür kamu düzeni riskleri çoğu toplantıların doğal sonuçlarından birisidir.
•
Bildirimsiz bir toplantının barışçıl niteliği koruduğu ölçüde makul bir zaman dilimi içinde kalmak kaydıyla kullanılması engellenmemelidir. Dağıtmanın ve/veya
cezalandırmanın toplantı ve gösteriler üzerinde potansiyel caydırıcı etki oluşturma niyet ve düşüncesi taşımaması gerekir. Aslolan özgürlüğün kullandırılmasıdır. Hiç şüphesiz başkalarının seyrü sefer hakkı da (ulaşım, seyahat) düşünülerek
12 Serkan Yılmaz ve Diğerleri, pr. 33.
13 Serkan Yılmaz ve Diğerleri/Türkiye, Bn. 25499/04, Kt. 13.10.2009, pr. 35.
71
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
birini diğerine feda etme yolu değil, iki özgürlüğü de kullandıracak uzlaştırıcı
formüller aranmalıdır. Eğer herhangi bir silahlı, saldırılı bir hal almamışsa, trafik
düzeninde akışın bozulması veya geçici olarak durması anormal karşılanmamalıdır. Ancak böyle durumlarda eğer trafik akışını başka biçimde çözebilmek imkânı
bulunmuyorsa toplananların belirli ölçüde fikirlerini açıklama imkânı sağlandıktan sonra dağıtma yoluna gidilmelidir.
c. Toplantılara Katılımda Sayı Sorunu ve AİHM Uyuşmazlığı
2911 sayılı Kanunun 9. maddesi,“bu Kanuna göre yapılacak toplantılar, fiil ehliyetine
sahip ve onsekiz yaşını doldurmuş, en az yedi kişiden oluşan bir düzenleme kurulu tarafından düzenlenir” demektedir. Bu kural iki açıdan AİHM içtihatlarıyla ve uluslararası
normlarla bağdaşmamaktadır.
Birincisi Kanunun toplantı özgürlüğünün kullanımını bir sayıya bağlamış olmasıdır.
Kanunumuz toplantı düzenleyebilmek için enaz yedi kişiden oluşacak düzenleme kurulunu şart koşmaktadır. Bunun anlamı doğal olarak bir toplantı (gösteri, yürüyüş
vs) yedi kişiden aşağı olamaz. Bu koşula uyulmamışsa bu özgürlükten yararlanamaz.
Kanunumuz toplantıyı yürüyüşü ve gösteriyi esaslara bağlayıp hepsi için de sayı şartı
getirmektedir. Örneğin iki kişi elinde pankartla barışçıl bir gösteri gerçekleştirmişse
bir kere bu gösteri 2911 sayılı Kanundan yararlanamayacak ve kişi gösteri hakkımı kullandım diyemeyecek. Bu durum AİHM içtihatlarıyla uyumlu değildir. Çünkü
Mahkemeye göre toplanma hakkı için sayının önemi bulunmamaktadır.
İkincisi, Kanunumuza göre düzenleme kurulu onsekiz yaşını doldurmuş kişilerden
oluşabilir. Karşıt anlamından bakıldığında onsekiz yaşını doldurmayan kişiler yani
çocuklar toplantı düzenleyemezler. Oysa bu kural Türkiye’nin 1994 tarihinde onayladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümlerine de açıkça aykırılık oluşturmaktadır.
Çünkü Sözleşmenin 15. maddesi, çocuğun dernek kurma ve barış içinde toplanma
hakkını güvence altına almaktadır.
d. Yaptırımlar Sorunu
AİHM, iç hukukta yasa dışı toplantılar için verilen yaptırımların açık, belirgin ve
orantılı nitelik taşıması gerektiğini belirtmektedir. Eğer toplantının barışçıl bir nitelik
taşıdığı yönünde bir kanaat söz konusuysa, iç hukukun yasa dışı nitelemesi yaparak
ilgililer hakkında cezalandırma yoluna gidilmesini de ayrıca Sözleşmeye aykırı olarak
değerlendirilmektedir. Bu durum ya orantısızlık veya gereksizlik çerçevesinde ifade
edilmektedir.
Akgöl ve Göl/Türkiye kararında AİHM, başvuranların bildirimde bulunmamakla
birlikte barışçıl bir gösteriye katılmalarından ötürü haklarında dava açılmasını ve ilk
72
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
derece mahkemesinde mahkûm edilmelerini orantısız bir müdahale olarak nitelendirmiştir. Mahkemeye göre “barışçı bir gösterinin, ilke olarak, cezaî yaptırım tehdidine maruz
bırakılmaması gerekir”14. Başka bir deyişle yaptırım, bireylerin bu hakkı kullanmalarını
caydırmamalı, hakkı kullanmaktan çekinmelerine yol açacak nitelik taşımamalıdır.
Çetinkaya ve Diğerleri/Türkiye, kararında başvurucunun “demokrasi platformu”
adı altında bir toplantının düzenleme kurulunda yer alması nedeniyle yasa dışı toplantı düzenleme ve katılma suçundan Dernekler Kanununda yazılı suçtan cezalandırılmasını barışçıl toplantıya katılma ve dernek hakkının ihlâli olarak değerlendirmiştir.
Gün ve Diğerleri/Türkiye kararında başvuruculara 2911 sayılı Kanun m. 28’e dayalı
olarak verilmiş mahkûmiyet cezaları Sözleşmenin 11/2 maddesine aykırı bulunmuştur15.
Turan Biçer/Türkiye kararında başvurucunun yasa dışı gösteriye katılması ve terör
örgütü lehine slogan atması nedeniyle gösterinin dağıtılıp kendisinin de yakalanması ve yargılanması ardından ceza almasıyla ilgili olarak Mahkeme başvurana verilen
cezanın 11/2 bakımından orantısız nitelik taşıdığı sonucuna ulaşmıştır. Mahkemeye
göre, başvuranın toplanma hakkına karşı yapılan müdahale ulusal yetkililer tarafından kamu düzeninin korunması amacıyla meşru sayılsa da, gösterilerin saati ve yeri
dikkate alındığında verilen üç yıl dokuz ay hapis cezasının gerek niteliği ve gerek
doğurduğu sonuçlar ve ağırlığı yönünden izlenen meşru amaca göre hayli orantısızdır. Başvuranın 4959 sayılı Kanun’dan yararlanarak cezasının yalnızca bir bölümünü
çekmesi bu sonucu gidermeye yetmemektedir16.
Ashughyan/Ermenistan kararında başvurucuya, gösteri nedeniyle caddeyi trafiğe
kapatmaktan dolayı verilen beş günlük hapis cezası Sözleşmeye aykırı bulmuştur.
Davalı devlet savunmasında zaten ceza da oldukça hafif argümanında bulunmuşsa da
Mahkeme disiplin cezası niteliğinde olsa bile barışçıl nitelikte olduğu belirlenen bir
toplantıya katılımı veya düzenleyici olması nedeniyle ceza verilemez demiştir17.
Kakabatze ve Diğerleri/Gürcistan kararında beş başvurucunun mahkeme önünde
birkaç dakikalık slogan atmaktan ibaret izinsiz ve şiddet içeriği taşımayan bir gösteriye katılmaktan dolayı haklarında bir ay süreyle özgürlükten yoksun kalma cezasına
çarptırılmalarını aşırı ölçüsüz ve müdahaleyi meşru kılan nedenlerin yokluğu nedeniyle 11. madde ihlâli olarak değerlendirmiştir18.
14 Akgöl ve Göl/Türkiye, pr. 43.
15 Gün ve Diğerleri/Türkiye, 2. B., Bn: 8029/07, Kt., 18.06.2013, pr. 84.
16 Turan Biçer/Türkiye, pr. 36.
17Ashughyan/Ermenistan, 3. B., Bn:33268/03, Kt., 17.06.2008, pr. 93.
18Kakabatze ve Diğerleri/Gürcistan, 02.10.2012, pr. 89-93.
73
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Galstyan/Ermenistan kararında yasal bir gösteride olmasına rağmen trafiği işgal ve
yüksek sesle slogandan dolayı üç gün hapis cezası verilmesini Sözleşmenin 11. maddesine aykırı bulmuştur19.
e. Dağıtmada Otorite Odaklılık/Orantısız Güç Örneği Olarak Biber Gazı Kullanımı Sorunu
Mahkemeye göre toplanma özgürlüğü, ifade özgürlüğü ile birlikte demokratik toplum
düzeninin temellerindendir. Bu nedenle sınırlama söz konusu olduğunda daima dar
bir yoruma tâbi tutulmalıdır20.
Türkiye’de yargı mercileri ve özellikle idarî makamların Sözleşmenin 11. maddesinde
yer verilen meşru müdahale nedenlerini hayli geniş biçimde yorumladıkları görülmektedir. Dolayısıyla bir yandan zihniyetimiz, diğer yandan bu zihniyetin tamamen
yansımış olduğu mevzuatımız birleştiğinde uygulamada AİHM yaklaşımından önemli
ölçüde sapmalar ortaya çıkabilmektedir.
Sözleşmenin 11/2 maddesinde geçen “zorlayıcı toplumsal gereksinim” kavramına
yüklenen anlam çok geniş: Kamu düzeni tehdidi ve tehlikesi kavramı çoğu zaman
soyut biçimde değerlendirilmekte; tahayyül ve ihtimallere göre ele alınmakta. Toplantı ve gösterilerde tolerans eşiği düşük tutulmakta. Oysa toplanmalar niteliği gereği
coşku, duygu, heyecan dozu yüksek sosyal hareketlerdir. Burada kolluk birimlerinin
hoşgörü düzeyinin yüksek olması gerekmektedir. Hiç kuşkusuz burada da kolluk
amirlerine ve hiyerarşik olarak giderek en üst makama veya bazı toplanmalarda hükümete kadar gidebilecek yanı bulunmaktadır. Hep belirtildiği üzere toplanmalar siyasal
içeriklidir. Genelde de yönetime bir karşı duruş aracıdır. Siyasal muhalefetin en kolay,
en ucuz ve en pratik karşı koyma; taleplerini kamuoyuyla buluşturma aracıdırlar. İşte
AİHM toplanma hakkına bu çerçevede yaklaşmakta ve topluma dinamizm aşılayıcı
araç olarak görmektedir. Bu nedenle olur olmaz müdahaleleri, hak öznelerine yönelik cezai tehditleri, soruşturmaları ve yaptırımları Mahkeme ölçüsüz, gereksiz müdahaleler kabilinden değerlendirmektedir. Hak öznelerini caydırıcı, sindirici, baskı
altına alıcı yol ve yöntemleri benimsememektedir. Toplanmalar içinde belirli ölçüde
kamu düzeni sorunları ve kargaşanın yaşanabileceğini peşinen kabul etmektedir. Tolere edilebilir asayiş sorunlarını; trafik düzenindeki bozulmaları, tıkanmaları hoş karşılamakta ve hareketin doğasında bunların olduğu noktasından hareket etmektedir.
Mahkemeye göre toplantıda yapılan konuşmalar, taşınan pankartlar, atılan sloganlar
çoğulcu demokrasi ilkeleriyle çatışmadığı; açık ve somut bir şiddeti ortaya koymadığı
19Galstyan/Ermenistan, pr. 116.
20Barraco/Fransa, pr. 41; Djavit An/Türkiye, pr. 56.
74
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
müddetçe kamu makamları ve çoğunluk için şoke edici ve kabul edilemez, resmi söylemlerle çatışıyor olsalar bile toplanma özgürlüğü kapsamında değerlendirilir.
Türkiye’de idarî otoritelerin toplantılar konusunda yaklaşımları AİHM’in yaklaşımından hayli farklılık arz etmektedir. Atılan slogandan, taşınan pankarttan dahi, kamu
düzeni ve güvenlik endişesi duyulabilmekte ve dağıtma yetkisi devreye konulabilmektedir. Daha işin başlangıcında bir kamu düzeni mülahazası ile toplantıya müdahale etme refleksi ile karşılaşılmaktadır. Bazı olaylarda ellerinde döviz ve pankarttan
başka hiçbir araç olmayan ve trafik sorununa da yol açmadığı görülen küçük grupların dahi önlerinin kesilerek 2911’e aykırı harekette bulunulduğu; dağılmaları gerektiği, aksi takdirde güç kullanımına gidileceği duyurusunda bulunulduğu ve akabinde
de güç kullanımına gidilerek dağıtıldığı ve ilgililer hakkında yasal işlemlere gidildiği
görülmektedir.
Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında yaşanan sorunlar ister istemez toplanma hakkı
alanında da yansımasını bulmaktadır. Esasen bu durum fazla yadırgatıcı gelmemelidir. Çünkü her iki hak arasındaki ilişki açıktır. İfade özgürlüğü toplanma hakkının
vazgeçilmez bir aracıdır. Deyim yerindeyse toplanma hakkı, toplu ifade özgürlüğüdür.
Bu bakımdan da ifade özgürlüğüne ilişkin yaklaşım ve hukuksal durum ister istemez
toplanma hakkında da şu ya da bu ölçekte karşılık bulur. Zaten AİHM birçok kararında toplanma özgürlüğünü ifade özgürlüğünün özel bir türü olduğunu; bu nedenle
de ifade özgürlüğü ile ilgili içtihatlar ve ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerektiğini
belirtmektedir21. AİHM’nin ifade özgürlüğü ile toplanma özgürlüğü istatistiklerine bakıldığında Türkiye’nin bu iki özgürlük ihlâllerinin birbirine yakın oranlarda olduğu
ve her ikisinde de toplam ihlâllerin yaklaşık %40’nı oluşturduğu dikkat çekmektedir.
AİHM tarafından Türkiye ile ilgili ihlâl kararları incelendiğinde bir kısmında toplananların henüz şiddete başvurulmaksızın daha toplanma yerlerine gelmelerinin engellendiği ve daha başlangıçta arbedelerin yaşandığı ve şiddeti bir anlamda kolluk
birimlerinin yaklaşımının tetiklediği veya başlattığı tespit ve değerlendirmeleri yapılmaktadır. Mahkemenin genel yaklaşımı, toplantı ve gösteri sırasında ya da sonunda
bir kısım göstericinin şiddet eylemlerini gerçekleştirmek üzere bu fırsattan yararlanmaları, toplantının tümünün şiddete dönüştüğünden hareketle ortadan kaldırılması
gerekçesi oluşturamaz. Halka açık bir gösterinin, bu gösteriyi düzenleyenlerin kontrolü dışında gelişen olaylar nedeniyle karışıklığa yol açabileceğine ilişkin gerçek bir
tehlike mevcut olsa bile, bu gösteri sadece bu sebeple 11. maddenin 1. fıkrasının
uygulama alanından çıkmamaktadır.
21 Bkz. Ezelin/Fransa, 26.04.1991, pr. 35-37; Kakabatze ve Diğerleri/Gürcistan, 02.10.2012, pr. 83;
Galstyan/Ermenistan, 15.11.2007, pr. 96.
75
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Dağıtmada orantısız güç kullanımı da pekçok kararda karşımıza çıkmaktadır. AİHM,
kanun dışı toplantılar söz konusu olduğunda toplantıya katılanlar veya organizatörler
için hızlı bir biçimde soruşturmalar açılarak cezalandırılma yoluna gidilmesine karşın toplantıların dağıtılmasında hiçbir ölçü gözetmeksizin fizikî güçle, tazyikli suyla, copla, biber gazıyla bireylere çeşitli biçimlerde zarar vermiş olan güvenlik güçleri
hakkında şikâyetlerin etkin bir soruşturmaya tâbi tutulmadığı veya bu kişilerin meşru
savunma hakkından hareket ettiği; yasal yetkilerini kullandığı gibi nedenlerle devlet
korumasına alındığı ve böylece kolluğun toplumsal olaylarda şiddet kullanımın teşvik
gördüğü değerlendirmelerinde bulunmaktadır.
Son yıllarda özellikle kolluk işin çok daha kolayına kaçmakta ve çapı ve büyüklüğü;
siyasal atmosferi; katılanların sayısı ne olursa olsun hemen her toplumsal olayı “biber
gazı” ya da “göz yaşartıcı gaz” diye nitelendirilen araçla bastırmakta ve dağıtmaktadır.
Üstelik bu aracın kullanımı konusunda çok da iyi eğitilmiş oldukları söylenilemez.
AİHM’nin biber gazı kullanımı konusunda vermiş olduğu kararlar açık ve nettir. Eğer
şartları oluşmuşsa hangi nedenle kullanılmış olursa olsun başlı başına Sözleşmenin
3. maddesine aykırılık doğurur. Nitekim Ali Güneş/Türkiye kararında başvurucunun
etkisiz hale getirilmesine rağmen polislerce tutulup son derece yakın mesafeden ve
tehlikeli biçimde biber gazı sıkılmış olması Mahkeme tarafından insanlık dışı/insan
onuruyla bağdaşmaz bir muamele olarak değerlendirilmiş ve Türkiye Sözleşmenin 3.
maddesini ihlâlden mahkûm edilmiştir22.
Şu ihtimaller düşünülebilir: Birincisi aynı olayda hem toplanmanın dağıtılması, hem
de biber gazı kullanımı Sözleşmeye aykırı bulunabilir. İkincisi, dağıtma Sözleşmeye
aykırı biber gazı kullanımı Sözleşmeye uygun değerlendirilebilir. Üçüncüsü hem dağıtma hem biber gazı kullanımı sözleşmeye uygun görülebilir. Dördüncüsü dağıtma
Sözleşmeye uygun ancak dağıtmada biber gazı kullanımı Sözleşmeye aykırı tespitinde
bulunulabilir.
Nitekim Oya Ataman/Türkiye kararında Mahkeme, biber gazı kullanımını, 3. madde
ihlâli olarak görmezken; toplantının dağıtılmasını, zorlayıcı bir toplumsal nedenin
bulunmadığı gerekçesiyle 11. madde ihlâli olarak görmüştür23. Çiloğlu ve Diğerleri/
Türkiye kararında ise biber gazı nedeniyle maruz kalınan zararların ve vücutta olduğu iddia edilen yaraların hem doğrudan biber gazı kaynaklı olduğuna dair kesin bir
bulgu ortaya konulamadığından, ayrıca ileri sürülen hususların 3. maddenin aradığı
şiddet eşiğine erişmediğinden Sözleşmeye aykırılık olmadığı kanaatine ulaşmıştır24.
22 Ali Güneş/Türkiye, 2. B., Bn: 9829/07, Kt. 10.04.2012, pr. 46.
23 Oya Ataman/Türkiye, 2. B., Bn: 74552/01, Kt. 05.12.2006, pr. 27, 43.
24 Çiloğlu ve Diğerleri/Türkiye, 2. B., Bn: 73333/01, Kt. 06.03.2007, pr. 27-28.
76
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Mahkeme aynı olayda 11. madde ihlâli iddiasıyla ilgili olarak da “gösteriler, kamuoyuna
dikkatlerin çekilmesini sağlamak amacı güden bir protesto ve katılma aracıdır. Göstericiler,
uzunca bir süredir kamu otoritelerinin müdahalesine maruz kalmaksızın gösteri hareketinde bulunmuşlardır. Böylece, güncel bir sorunun kamuoyuna duyurulması anlamını taşıyan
gösterinin bu amacını gerçekleştirmişlerdir. Bu hakkın kullanılmasının amacı mutlaka belirli
bir sonucun elde edilmesi değildir. Belirli süreden beri, her Cumartesi ve aynı yerde devamlı
olarak bu gösteri hareketinin sürdürülmesi ulaşımın engellenmesi ve kamu düzeninin bozulmasına yol açabilecek bir hal almaya başlamıştır. Güvenlik güçlerinin dağılma ihtarlarına
da aldırış edilmemiştir. Gösterilerin süresi, katılımcı sayısı, başvurdukları şiddet derecesi
göz önünde bulundurulduğunda güvenlik güçlerinin meşru ve orantılı güç çerçevesinde gösteriyi dağıtmış oldukları ve böylece taraf devletlere Sözleşmenin tanıdığı takdir marjı içerisinde kalındığı..” şeklinde değerlendirilmek suretiyle 11. madde bakımından herhangi
bir ihlâl niteliği taşımadığına hükmetmiştir25.
Şu halde AİHM toplumsal olaylarda şiddet hareketlerinin bastırılmasında ve dağıtılmasında zorlama ve dağıtma aracı olarak biber gazı kullanılmasının Sözleşmenin 3. maddesine ihlal oluşturduğuna ilişkin peşin ve ön kabulleri reddetmektedir. Mahkeme çeşitli
verilerden hareketle bu gazın zararlarına işaret etmekle birlikte bunun bir kimyasal silah
kategorisinde olmadığına ve Avrupa Konseyi üyesi devletlerde de toplumsal olayların
kamu düzenini ciddi anlamda tehdit ettiği durumlarda kullanıldığına yer vermektedir.
Dolayısıyla a priori olarak biber gazı kullanımı soyut ve kategorik anlamda ne Sözleşmeye aykırıdır ne de Sözleşmeye uygundur. Sözleşmeye uygun ya da aykırı kılabilecek olan
husus herhangi bir şiddet aracı olarak onun kullanımı ve bireyde doğurduğu sonuçtur.
Eğer kişi biber gazı kullanımı sonucunda 3. maddede belirtilen çerçeve ve şartlarda bir
acı ve ıstıraba maruz kalmış ve bunu da tıbbî belgelerle ortaya koyabilmişse, uğramış
olduğu muamele kesinkes Sözleşmenin 3. maddesine aykırılık oluşturur. Özellikle Oya
Ataman kararı bunu açıkça ortaya koymaktadır. Burada Mahkeme başvurucunun biber
gazı kaynaklı 3. madde ihlâli iddiasını kategorik olarak kabul ya da red yoluna gitmemiş
ancak kişinin biber gazı nedeniyle acı ve ıstıraba maruz kaldığı iddiasını ispat edebilecek araçlar sunmadığından reddetmiştir. Böylece şartları taşıması durumunda 3. madde
ihlali oluşturacağını net olarak ortaya koymuştur. Buna mukabil kararda 11. madde
bakımından ihlâl tespitinde bulunmuştur.
Mahkemenin de referans aldığı CPT (Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi-AİÖK)
biber gazı kullanımında son derece dikkatli olunması gerektiğini; özellikle yakın
mesafeden kullanılmaması ve kolluk görevlileri tarafından etkisiz hale getirilmiş ve
kontrol altına alınmış bireylere karşı bu tür gazlara başvurmanın hiçbir şekilde haklı
gerekçesinin olamayacağının altını çizmektedir.
25 Çiloğlu ve Diğerleri/Türkiye, pr. 52-53.
77
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Bir başka husus da biber gazı kapsülünün bazı toplumsal olaylarda gelişigüzel kullanılması sonucunda ölüm ve yaralanmaların ortaya çıkmasıdır. Eğer yaralanmayla
sonuçlanmışsa Sözleşmenin 3. maddesi, ölümle sonuçlanmışsa 2. maddesinin ihlâli
söz konusu olabilmektedir. Nitekim Abdullah Yaşa ve Diğerleri/Türkiye kararında yasa
dışı bir gösterinin dağıtılması sırasında biber gazı kapsülünün göstericlerden olan başvurucunun vücuduna isabet etmesi sonucu yaralanması nedeniyle Mahkeme 3. madde ihlâline hükmetmiştir26. Ataykaya/Türkiye kararında ise biber gazı kapsülü sonucu
oğlunun hayatını kaybetmesi nedeniyle baba tarafından açılan davada 2. maddenin
ihlâl edildiği sonucuna varmıştır27.
Özellikle Ali Güneş kararının ardından biber gazının kullanımına ilişkin 15.02.2008
tarihli “Göz Yaşartıcı Gaz Silahları ve Mühimmatlarını Kullanım Talimatı” adını taşıyan bir
genelge Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından tüm il emniyet müdürlüklerine gönderilmiştir.
Ancak burada yer alan hükümlerin hayata geçirilebildiğini söyleyebilmek hayli güç görünmektedir. Halen çok küçük ve kamu düzeni bakımından ciddi bir tehlike oluşturmayacağı aşikâr küçük sayılardan oluşan topluluklara kullanıldığı; oldukça yakın mesafeden ve tamamen gelişigüzel biçimde biber gazı kullanımına gidildiği pek çok olaya
şahit olunmaktadır. Bu husus dahi baştan beri ifade etmek istediğimiz tezi esasen doğrulamaktadır. Zihniyeti değiştiremediğimiz müddetçe mevzuat değişikliği kâğıt üzerinde
kalmaya mahkûm olmaktadır. Bu Talimatnamede yazılı hükümler esasen Mahkemenin
tespitlerine ve Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesinin bu konudaki standartlarına
dayanmaktadır. Yani normatif düzlemde, bilgi konusunda bir eksiklik yok. Ne var ki
norm zihniyette yer etmediği müddetçe değişen hiçbir şey olmamakta.
Dağıtmayı meşru kılan nedenlerde hiçbir tartışma olmasa da koşulsuz, sınırsız, hiçbir
ölçü gözetilmeksizin biber gazı kullanılamaz. Hukuk devletinde sadece amaç değil
aynı zamanda o amaca ulaşmak için kullanılan araçlar da meşru olmak durumundadır. Bunun için de amaca götürücü araçlar içerisinde bireye en az zarar verici olanın
seçilmesi ve aracın bireyi cezalandırmaktan ziyade etkisiz kılmayı sağlamaya yönelik
kullanılması gerekmektedir. Özetle ifade edecek olursak, Mahkemeye göre biber gazının bizatihi kendisi değil onun ölçüsüz, gereksiz, gelişigüzel kullanımından kaynaklanan ve bireyde fiziksel ve ruhsal travma, acı ve ıstırap veren sonuçların varlığı
Sözleşme karşısında devletin sorumluluğunu doğurabilecektir.
26 Abdullah Yaşa ve Diğerleri/Türkiye, 2. B., Bn: 44827/08, Kt. 16.07.2013, pr. 50.
27 Ataykaya/Türkiye, 2. B., Bn., 50275/08, Kt., 22.07.2014, pr. 58-59.
78
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
III. Sonuç: Ne Yapılabilir?
Birkaç hususa değinerek sözlerimi tamamlayacağım. Biraz süreyi aştığımın farkındayım. Özetleyerek de vermeye kalkmama rağmen süresinde tamamlayamadım. Zamanı
iyi kullanamadığımın farkındayım.
Aslında Türkiye’de toplanma hakkı konusunda sorunların neler olduğu ve çözümleri bilinmekte. Çeşitli ortamlarda bunlar dile getirildi; yazıldı, anlatıldı. AİHM, İzci/
Türkiye kararında da bunları açık bir biçimde ortaya koydu. Ne yapılması gerekir
sorusunun cevabı burada verilmekte. Başka hiçbir şey aramaya gerek yok. Bu kararda
ifade dilen hususlar ve alınması gerekli önlemler bellidir.
Mahkeme, Türkiye’de toplanma hakkı konusunda sorunların sistemsel nitelikli olduğunun
altını çizmekte ve baştan beri açıklamaya çalıştığımız bütün hususların özetini sunmaktadır. Sistemsel sosyal sorunun çözümü için her şeyden önce zihniyetin değişimi gerekmektedir. Şiddet içeren toplanmalarla barışçıl toplanmalar mutlaka ayırt edilmelidir. Barışçıl
toplantıyı da resmî merasim tarzında, idareye hiçbir sorun çıkartmayacak akredite toplantı
biçiminde anlamamak gerekir. Her siyasal içerikli toplantının bünyesinde trafik düzenini
bozabilecek, az çok kolluk birimlerine mukavemet oluşturabilecek öğelerin olacağı peşinen
kabul edilmelidir. E.. O halde idare hep bunlarla mı uğraşacak o zaman? Başka işi gücü yok
mu denilebilir.. Evet yerinde bir soru.. Buna mukabil denilebilir ki, öyleyse daha derinlerde
bir takım sosyal, siyasal ekonomik sorunlar bulunmakta. İnsanlar laf olsun diye, fantezi
olsun diye karda kışta, soğukta sıcakta gelip gaz yeme, tazyikli suya, copa, fiziksel şiddete
maruz kalma pahasına bu hakkı kullanma yoluna gitmez. Toplantı ve gösteri sebep değil,
sebeplere karşı tepkisel bir araç. Sebep yoksa durduk yere bunlara maruz kalmak anlamsız
olur. Bu bakımdan sebepler olduğu müddetçe bu araç da olacaktır.
Nihayet belirtelim ki, AİHM kararları hem Sözleşme gereği bağlayıcılık özelliği taşımaktadır; hem de burada ortaya konulan içtihatlar Anayasanın 90. maddesi gereği iç
hukukumuz bakımından kanunlardan üstün durumdadır. Gerek idarî gerek yargısal
makamların Mahkeme içtihatlarını doğrudan referans olarak almaları Anayasa gereğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de yakın tarihlerde verdiği bir kararında bunun
altını net bir biçimde çizmiştir. Mahkeme şunu demektedir:
“Yapılan değişiklikle…hukukumuzda kanunlar ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmalar arasında bir çeşit hiyerarşi ihdas edilmiş(tir). Bu durumda başta yargı
mercileri olmak üzere, birbiriyle çatışan temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir uluslararası
andlaşma hükmü ile bir kanun hükmünü önlerindeki olaya uygulamak durumunda
olan uygulayıcıların, kanunu göz ardı ederek uluslararası andlaşmayı uygulama yükümlülükleri vardır”28.
28 AYM, Birinci Bölüm, 2013/2187, 19.12.2013, pr. 41, RG. 7.1.2014.
79
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Anayasa Mahkemesi’nin vurguladığı bu husus eğer uygulama alanı bulmuş olsa sorunların bir kısmı çözülmüş olacak. Zaman zaman 2911 sayılı Kanun değişikliklerine
ilişkin gereksinim dile getirilmektedir. Çünkü diğer konuşmacılar da Sözleşme ile
iç hukukumuzdaki yaklaşım farklılığından söz etti. Şüphesiz çatışan bu durumların
AİHM kararlarının bağlayıcılığının da sonucu olarak mevzuatla giderilmesi taraf devletlerin bir yükümlülüğüdür. Ancak bu değişiklik gerçekleşmedi diye AİHM içtihatlarıyla açıkça çatışan mevzuat hükümlerinin uygulanması nasıl sürdürülebilir? Maalesef
2004’te Anayasanın 90. maddesinde yapılan önemli değişiklik birçok alanda kâğıt
üzerinde bırakıldı. Eğer bu değişiklik felsefesiyle anlaşılıp hukuk yaşamına intikal ettirilebilirse belki göz göre göre yaşanmakta olan pekçok ihlâlin önüne geçilebilecektir.
Ama maalesef yapılamamakta. Örneğin kadının evlenmeyle birlikte hangi soyadı kullanacağını kendi özgür iradesiyle belirleyebileceğine, evli kadına bu imkânın tanınmadığı iç hukuk düzenlemelerinin Sözleşmenin 8. maddesine aykırı olduğuna ilişkin
birçok defa verilmiş AİHM kararları var. Medenî Kanunun 187. maddesi bu içtihatlarla açıkça çatışmaktadır. Ancak uygulamada ısrarla idarî makamlar ve yargı mercileri
Medenî Kanun hükmüne dayanarak yapılan başvuruları reddetmişlerdir. Oysa 2004
Değişikliği AİHM içtihadını dikkate almak gerektiğine açıkça yer vermekteydi. Bunun
için Anayasa Mahkemesi kararını beklemeye veya bireysel başvuru yokluğunda AİHM
kararını beklemeye gerek yoktu. Ümit edilir ki Anayasa Mahkemesinin bu içtihadı
idarî ve yargısal merciler nezdinde dikkate alınır. Böylelikle hiç değilse AİHM içtihatlarıyla açıkça çeliştiği ortaya konulan iç hukuk normları ve uygulamaları ve buna bağlı
sorunlar içtihadî yolla çözüme kavuşturulur.
Başından beri vurgulamak istediğimiz, Türkiye’de diğer özgürlükler alanında da toplanma özgürlüğünde de sorunların önemli bir kısmının kaynağının normlardan ziyade zihniyet olduğu hususudur. Var olan normlar dahi uygulamaya konulamamakta. 2008 tarihli biber gazının kullanımına ilişkin genelge hükümlerine bakıldığında
uygulamada geçtiğimiz günlerde gördüğümüz manzaraların yaşanmaması gerekirdi.
Oysa elinde hiçbir şiddet aracı bulunmayan bir kimseye karşı hayli kısa mesafeden ve
tamamen yüzüne karşı biber gazı kullanıldığına tanık olmaktayız. Gaza maruz kalan
kişi hakkında yasal işlemlere gidilip mevzuata tamamen aykırı şekilde gaz kullanan
kişiye ve ona emri veren amirlerine karşı hiçbir yaptırım yoluna gidilmemekteyse ve
bu uygulama korunup devam ettirilmekteyse sorun Mahkemenin İzci kararında belirttiği üzere elbette sistemiktir.
Sayın Başkan, süreyi yaklaşık on dakika geçirdim. Anlayışınız ve sabrınız için hepinize
teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
80
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Biz teşekkür ederiz, evet Hüsnü Ağabey söz sizin.
Av. Hüsnü ÖNDÜL
Arkadaşlar merhaba! İnsan Hakları Ortak Platformu ki, bu platform İnsan Hakları
Derneği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan
Hakları Araştırmaları Derneği ve İnsan Hakları Gündemi Derneği’nde şu an itibariyle
bileşenleri olan bir kuruluş. Bir insan hakları kuruluşu... Biz orada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının izlenmesi projesi çerçevesinde birtakım çalışmalar yürütüyoruz. Bu çerçevede www.aihmiz.org.tr sitesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin internet sitesinin ilgili bölümlerine ulaşabilme
imkânı sağlamakta ve www.aihmiz.org.tr sitesinde izlenen dosyalar, bu dosyaların bakanlar komitesindeki durumu ve Türkiye’deki ilgili konularda yargı pratiklerine ilişkin bilgilere ulaşmak mümkün.
Bu çerçevede ben sunumumda, doğal olarak sonradan konuşmacı olmam nedeniyle
yazılı metnimi birkaç kez değiştirerek size sunacağım. Çünkü doğal olarak benzer
konular daha önceki ve şu andaki konuşmada olduğu gibi, bizden sonraki oturumda
da konuşacak arkadaşların da yaşayacağı gibi tekrarlar kaçınılmaz olabiliyor. Ama
mümkün olan en az tekrarı gerçekleştirmeye çalışacağım. İnsan Hakları Ortak Platformu’nun yürüttüğü proje çerçevesinde biz Oya Ataman Grubu davalarını da ilgi
alanımızda tutuyoruz. Dikkat ettiyseniz bir davadan, Oya Ataman Türkiye davasından
söz etmiyorum. Oya Ataman Grubu diye nitelendirilen, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından böyle nitelendirilen bir dava grubundan söz ediyoruz. Şimdi İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi’nden bahsettiğimize göre, niye Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesi’nden de söz ediyoruz? Şundan dolayı; çünkü sözleşmenin, yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46. Maddesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının izlenmesini, infazının uygulanmasının izlenmesi görevini Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi’ne veriyor. 46. Madde şöyle:
Kararların bağlayıcılığı ve uygulanması: Yüksek sözleşmeci taraflar, taraf oldukları
davalarda mahkemenin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler. Mahkemenin kesinleşmiş kararı, kararın uygulanmasını denetleyecek olan Bakanlar Komitesine
gönderilir.
Dolayısıyla yani bu hüküm çerçevesinde, 46. Madde çerçevesinde Bakanlar Komitesi, Türkiye’yle ilgili verilmiş ve kesinleşmiş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
kararlarını izlemektedir; kararların uygulanmasını, infazını izlemektedir. Bu izleme
faaliyetine İHOP da katılmaktadır. Yani bir sivil toplum girişimi olarak İHOP da ka81
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
tılmaktadır ve bu da Avrupa ölçeğinde ilk kez bizim tarafımızdan yani Türkiye insan
hakları savunucuları tarafından gerçekleştirilen bir uygulamadır.
Şimdi Bakanlar Komitesi’nin Oya Ataman Grubu davalarıyla ilgili internet sitesinin
o bölümüne girdiğinizde 24-26 Eylül 2013 tarihli ve 1179 oturum sayılı bir kararını göreceksiniz. Yani Oya Ataman’la ilgili bir karar. Standarttan gelişmiş gözetim
prosedürüne geçiş. Bu ne demek? AİHM’nin verdiği kesinleşmiş kararları izleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, genel olarak her kararı standart izlemeye alır. Bu
izlemenin nitelikli izlemeye, nitelikli prosedüre dönüşebilmesi Bakanlar Kurulu’nun
alacağı karara bağlıdır. Dolayısıyla AİHM’nin Oya Ataman’la ilgili aldığı karar sonraki
dönemlerde verilmiş aynı nitelikteki ihlal kararları nedeniyle standart izlemeden nitelikli izlemeye geçiş kararı verilmesine neden olmuştur. Bunu da şöyle izah etmektedir
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi: “Türk yetkililer Oya Ataman Davası kararı çıktığından beri Türk mevzuatını Sözleşmenin gereklilikleriyle uyumlu hale getirmek için
bir dizi önlem almıştır, ancak bu önlemler, iki nedenle yeni benzer ihlallerin önüne
geçmemiştir. İlk olarak, bazı davaların ihlallerinin kökeninde yatan durumlar, yukarıda bahsedilen önlemler alındıktan sonra gerçekleşmiştir. Örneğin 2911 sayılı Toplantı
ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunundaki düzenlemeler bu davalardaki olaylar gerçekleştiğinde yürürlüğe girmiştir. İkinci olarak, mahkeme, şu anki davalardakine benzer
ihlallerle ilgili karar vermeye devam etmektedir. Bu kapsamda İzci Davasında biraz
önce Hocamın da ifade ettiği gibi, 23 Temmuz 2013 tarihli karar. İzci Davasında sözleşmenin 46. maddesine bağlı olarak mahkeme, Türkiye aleyhine verdiği kararların
40’ından fazlasında gösterilerde kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesinin ya da barışçıl
gösterilerde yer alan başvuruculara karşı cezai işlem uygulamasının sözleşmenin 3
ve/veya 11. Maddesinin ihlâli olduğunu gözlemlemiştir. Ayrıca, toplanma özgürlüğü
veya kolluk kuvvetlerinin gösteriler sırasında güç kullanmasıyla ilgili Türkiye’ye karşı
açılan 130 davanın önlerinde beklediğini belirtmiştir. Türk yetkililer tarafından alınan
önlemlere rağmen, ihlalin kökeninde yatan sorunlar çözülmediği için bu dava grubunun standarttan, gelişmiş prosedüre aktarılması önerilmiştir diyor ve devam ediyor.
Yani, açıklamaya devam ediyor neden standart izlemeye aldığını. Şimdi İzci Davasının
95. Paragrafında biraz önce okuduğum bilgilere yer veriliyor. 96. Paragrafında önlerindeki dosyalardan 20’sinden fazlasında kötü muamele yapıldığını tespit ettiğini belirtiyor mahkeme ve bu kötü muamelede bulunan yani sözleşmenin 3. maddesindeki
işkence yasağına aykırı davranışta bulunan kolluk personeliyle ilgili etkili soruşturma
yapılmadığı sonucuna varmıştır mahkeme. 96. Paragrafta bu hükmünü de açıklıyor.
Ve önünde 130 başvurunun derdest olduğunu, 97. paragrafta söylüyor mahkeme. Sonuç olarak diyor ki mahkeme; yukarıdaki açıklamalar ışığında mahkeme sözleşmenin
46. Maddesine göre bu kararın uygulanabilmesi için davalı devletin gelecekte benzer
ihlallerin yaşanmaması için genel önlemler alması gerektiği sonucuna varmıştır.
82
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Şimdi arkadaşlar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları İçtihatlarına göre, bir ihlal bulunduğu zaman bu ihlalin üç tür giderim yolu vardır. Bir
tanesi, hakkaniyete uygun tatmindir. Bu hukuksal olarak tazmin veya maddi bir tazmin olabilir veya manevi tazminat olabilir. Hukuksal giderlerin karşılanması, maliyetinin karşılanması olabilir. Yani birincisi, hakkaniyete uygun tatmin yoludur. İkincisi;
bireysel önlemlerdir. Başvurucunun mağduriyetinin giderilmesi ile alakalıdır. Önceki
hale, eski hale getirmek... Mesela özel hayatla ilgili kişi hakkında saklanan bir bilginin yok edilmesi, evlenme için bilgi verilmesi, sınır dışı kararının geri alınması gibi
kararlar bireysel önlem niteliğindeki önlemlerle karşılanabilir. Ama biraz önce okuduğum mahkemenin 98. Paragrafta bahsedilen genel önlem ibaresi şunları gerektirir:
Eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir davada davalı hükümet genel önlemler
almalı demişse, genel önlem, ihlalin tekrarlanmamasına yönelik önlemlerdir. Bu da
nasıl olabilir? Bir, mevzuat değişikliği yoluyla olabilir. İki, o konuyla ilgili, o durumla
ilgili oluşturulmuş olan hükümet politikalarının değiştirilmesi ile olabilir. Üçüncüsü,
sonuçta bu hakları ve özgürlükleri ihlal etmeme durumunda olan kamu görevlilerinin
bu bilince ulaşmasıyla mümkün olabilir. Yani yasalardan korktuğu için, ceza alacağı
için değil, “yapmamam gerekir, işkence yapmamam gerekir” bilincine sahip olması
gerekir. Bu da elbette temelinde eğitimle alakalıdır ve eğitim süreçlerinin nitelikli ve
sürekli kılınması gerekir. Ve yine bu ihlalle ilgili olarak, burada sayılan benzer ihlallerle ilgili olarak farkındalık oluşturulması gerekir. Demek ki, genel önlemler dediğimiz
kavram, üç unsurlu bir kavramdır. Yani mahkeme kararında geçen “genel önlemler
alması gerektiği sonucuna varmıştır”ın açıklaması böyle.
Şimdi bu olayda aynı zamanda Hocamın da ifade ettiği gibi, kararda yani 98. Paragrafta sistematik olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu çok önemli bir olaydır ve yine
genel önlemde bulunulmasının nedeni de zaten üçüncü maddede yani sözleşmenin
üçüncü maddesinde işkence yasağı konusunda, “bu yasağı ihlal eden kolluk görevlileri hakkında etkili soruşturma yürütülmesi gerekir” demektedir Mahkeme. Bu ve
etkili soruşturma yürütmesinin sağlanmasının, benzer şekilde üst düzey polis memurlarının da hesap verebilirliğinin sağlanması gerektiğini düşünmektedir. Şimdi biber
gazı kullanılmasıyla alakalı da bu işkence yasağı ve kötü muamele yasağı maddesine
giriyor, ancak birazdan açıklayacağım gibi Oya Ataman Grubu davalarının neredeyse
tamamında 11. madde ihlali var. Ama aynı zamanda büyük çoğunluğunda 11.Madde
ihlaliyle birlikte ona eşlik etmektedir. Üçüncü Madde ihlali vardır. Yani işkence yasağının ihlali söz konusudur. Dolayısıyla biber gazı konusunda da yine 99. paragrafta
demektedir ki mahkeme, “biber gazının kullanımını doğrudan düzenleyen kuralların
uygulanmasıyla ilgili olarak, daha net bir norm seti oluşturulmasının önemini, bu
sistemin gösteriler sırasında görev yapan kolluk görevlilerinin yeterli eğitim, denetim
ve gözetimi ile özellikle şiddet içeren, direnişte bulunmayanlara karşı güç kullanımı83
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
nın gerekli, orantılı ve elverişli olup olmadığının olay sonrası denetiminin yapılması
gerektiğini” karar altına almıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin her kararında 46. madde uygulamasıyla ilgili açıklama yoktur arkadaşlar. Bu durum, ne kadar ciddi olduğunu, yani bu olayın
ne kadar ciddi olduğunu göstermektedir ve AİHM’nin nadiren yaptığı şunlar, şunlar
yapılmalıdır diye aldığı bir karardır bu. O nedenle de İzci Türkiye kararı çok çok
önemlidir ve söylediğim gibi bunun gereklerinin hükümetler tarafından 46. Madde
doğrultusunda yapılması zorunludur. Biraz önce demiştim ki, Oya Ataman Grubunda, Feray Hanım bir önceki oturumda bildirdi, Oya Ataman dâhil, 37 dosya var. Ama
bu 23-24 Eylül, 24-26 Eylül 2013 tarihi itibariyle birlikte 37 dosya var ve İzci Davası
ve benzeri pek çok dava, kesinleşme süreci tamamlanmadığı için burada yer almamaktadır. Mesela Oya Ataman 11.Madde Açık ve diğerleri 3. ve 10. madde, Akgöl ve
Göl 11.madde, Akman Ahmet 3.madde, Aldemir Nurettin ve diğerleri 11.madde, Ali
Güneş 3.Madde, Arpat 3 ve 11, Aşıcı ve diğerleri 11, Aşıcı 11, Aytaç ve diğerleri 3-11,
Balçık ve diğerleri 3-11, Biçici 3-11 gibi... Bu maddelerden yani 3 ve 11. maddelerden
ve bağlantılı maddelerden oluşmaktadır bu grup davaları. Dolayısıyla bu tavsiyelerin
yerine getirilmesi gerekir. Ben süremi tam zamanında bitiriyorum. Soru ve cevap bölümünde DİSK ve KESK’le ilgili davaya ve kararlara da dönebiliriz. Teşekkür ederim.
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Evet, biz teşekkür ederiz. Değerli misafirler, şu an itibariyle saat 14:33. 15:10’da bu
oturumu bitireceğiz. İzniniz olursa 15.00’e kadarki zaman dilimini biz sizin katkılarınıza, sorularınıza ayıralım. Ondan sonra 5’er dakika iki misafirimize sizin sorularınıza
cevap vermeleri ya da toparlamaları için süre verelim. Dolayısıyla 15.00’e kadarki süre
içerisinde söz sizin. Söz almak isteyen arkadaşlar yani konuşan arkadaşımızın konuşmasının bitmesini beklemeden işaret buyururlarsa, ben gördüğüm söz isteme sırasına
göre sizlere mikrofonu takdim edeyim. Buyurun Şebnem Hocam. İlk sizi gördüm.
Şebnem KORUR FİNCANCI
Teşekkür ederim. Şimdi sanıyorum burada çoğunlukla dilegelen hukuki prosedürler.
O nedenle yalnız sadece hukuki açıdan değil, hani tıbbi açıdan da gördüklerimiz
üzerinden de bir şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle bu toplantıyı düzenlediği için
Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na teşekkür ediyorum; bir araya gelmemizi ve konuyu
84
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
tartışmamızı sağladığı için. Ama önemli bir saptama yapmak istiyorum ben. Şöyle ki,
geçen sene bu ülkede on binin üzerinde insan yaralandı. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri sırasında yaralandığı iddia edildi. Orantısız güç kullanımı ile tanımlandı. Yalnızca
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na 13 genç insan gözünü ya da görme yeteneğini kaybettiği için başvurmuş bu süreçte. Yaşamını yitirenlerden söz etmiyorum. Bu insanları,
biz hekimler muayene ediyoruz. Ve karşı karşıya kaldığımız durum gerçekten inanılır
gibi değil. Ben dilerdim ki, İnsan Hakları Kurumu geçen sene yaşanan bu üzüntü verici, genç insanların ölümüyle, sakatlığıyla, yaralanmasıyla sonuçlanmış sürece ilişkin
bir rapor hazırlayabilsin ve biz onun üzerine bu toplantıyı düzenleyelim. Çünkü tam
konuyla ilişkilidir. Böyle bir eksiklik size eleştirimdir.
Ama tabii ki Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun “ulusal önleme mekanizması” – tırnak içinde – adı altında kurulmuş olması zaten başlı başına bir sorundur ve Türkiye
İnsan Hakları Vakfı bunu değişik toplantılarda dile getirmiştir. Ben bu idari noktaya
değinmeyeceğim, ama şu anda tam da biz hukuki açıdan şey yaptığımız sıralarda,
daha doğrusu ben Çapa’dan bir işkence mağdurunun muayenesinden gelirken... Bir
genç insan ateşli silahla kolluk tarafından yaralanmış, mermi çekirdeği şu anda boynunda, ölümle mücadele etmektedir... Bu ülkede çok ciddi bir cezasızlık vardır. Yaşadığımız sorunlar eğitimle ya da yargının yaklaşımıyla tek başına çözülebilir durumda
değildir. Biz ikiyüzlü davranmayı önlemek zorundayız. İnsan hakları savunucularına
çok ciddi bir saldırı uygulanıyor. Biz geçen sene 10 Aralık günü, 10 Aralık İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesinin anması için bir araya geldiğimizde, İstiklal Caddesi’nde
polisin kalkanlarıyla ve itiş kakışıyla karşılaşmak durumunda kaldık. Bırakın başka
bir gösteriyi, kaç kişiydik? Toplam 20 kişi falandık herhalde, değil mi sevgili Ümit?
Birkaç gün önce gözaltına alındı İnsan Hakları Derneği’nin yöneticileri. 2009’dan
2014 yılına kadar İnsan Hakları Derneği’nin ikinci başkanı tutuklu kaldı, cezaevinde
kaldı 5 yıl boyunca. Ancak 5 yıllık süre sınırlanmasıyla tutukluluğu bırakıldı. Şimdi
bu koşullarda biz toplantı ve gösteri yürüyüşlerini tartışıyorsak, çok ciddi sorun olduğunu görmemiz gerekir.
Peki, kim bu cezasızlığın sürdürülmesinde sorumludur? Üzgünüm ama bu ülkenin
hükümeti ve hükümetinin başı sorumludur. Herkesin gözü önünde çok büyük bir acı
yaşamış, bir ilçede insanlara saldıran, onlara hakaret eden, kendi müşavirinin tekmelemesine göz yuman bir hükümet sistemi, bu ülkede toplantı ve gösteri yürüyüşleri
düzenlemesi ile ilgili tabii ki böyle bir tutum alacaktır ve bunu zor kullanım adı altında
meşrulaştırmaya çalışacaktır. Bu açıkça işkencedir, ben bir hekim olarak söylüyorum
çünkü işkence klinik bir tanıdır aynı zamanda. Sağlık sorunları yaratan bir hastalık
etkinliğidir ve bu hastalık etkinliği ile ben 30 yıldır mücadele ediyorum. O nedenle
sonuçlarını çok iyi biliyorum. Aranızda Emniyet Müdürlüğü’nden temsilci var mı bilmiyorum ama daha bugün sabah gencecik bir insanın, kolluğun göz yumması altında
85
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
sopalarla vücudunun her yerinde sağlam alan bırakmadan dövülmesini değerlendirip,
raporlamak durumunda kaldım ben. Dolayısıyla hani lütfen daha dürüstçe davranmak durumunda olduğumuzu anımsatayım, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’ndaki
çok değerli çalışmacılar, üyeler lütfen siz de bu ikiyüzlülüğe ortak olmayın.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Evet teşekkür ederim, başka söz isteyen yok galiba. Buyurun.
Katılımcı 1
Merhabalar ben herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Ömer Hocam tam da bu anlamda yasa değişikliğine pek fazla gerek yok dedi. Ancak tabii yargısal alanda süreklilik
içerisinde Anayasa Madde 34 ve Madde 90 çerçevesinde yerli yerine oturduğu vakit,
birçok şey ileri noktaya götürülebilir. Ancak Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanunu da
bu haliyle varlığını sürdürmeye devam eder. Kanunun tamamen ortadan kaldırılması
ve yenilenmesi gerekmektedir, bu kaçınılmazdır zira uygulamada, pratikte bütün ihlaller, bütün zararlar, mağduriyetler ortaya çıkmaya devam etmektedir.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Teşekkür ederiz. Feray Hanım orda söz istiyor. Feray Hanım’dan sonra Serap Hocama
veriyorum.
Feray SALMAN
İşte aslında bir oturum daha var, fakat sorun o kadar açık ve net bir sorun ki, hani
neyi keşfetmek istediğimiz konusunda gerçekten biraz daha net olmak durumundayız. Şimdi Şebnem’in işaret ettiği nokta aslında nasıl bir iklimde? Yani bu böyle teknik
bir konu falan değil, hakikaten saygı gösterilmesi gereken bir değerden gidiyoruz ve
onu, bugünkü Türkiye’deki kullanılış biçimini, bırakın saygı göstermeyi, yaşam hakkının ihlali ile sonuçlandığı bir zemin üzerinde yaşıyoruz. Bu da öyle işte şey alanına
özgü değil… Yıllardır mesela HES mücadelesi, HES istemiyor insanlar, yani hidroelektrik santrali yerindeki yerel halk istemiyor ve buna tepki duyduğu zaman da aynı
müdahale söz konusu oluyor. Bir yere dokunma meselesi de aynı müdahaleye, aynı
şiddete… Dolayısıyla bir şiddet kültürünün de hani şekil olarak bunun içerisinde,
saygı göstermemenin sonuçları ya da kaynağı olarak farklı düşünene ve biat etmeyene
yönelik olarak şiddetin aşırı dozlarda uygulandığı ve otoriterleştiği bir zemin üzerinden konuşmaya çalışıyoruz.
86
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Şimdi böyle bir tıkanıklık var, salon konuşmuyor ama konuşacak bir şey yok çünkü
çok aşikâr, o kadar aşikâr bir şey ki bu. Dolayısıyla belki konuşulması gereken şeyin,
Türkiye’de insan haklarına saygılı bir zemini yaratmanın nasıl gerçekleşeceği üzerinden belki, roller, sorumluluklar, dayanışmalar, birbirini görme, saygı gösterme meselesinin nasıl üretilmesi gerektiğine bakmak lazım aslında. Biz – insan hakları savunucuları olarak kamu idaresini sorumlu tutarız ama – hiçbir biçimde, kamu idaresinin
içerisinde insan hakları savunucularının var olduğunu da reddetmeyiz. Mesele, bunu
sağlayacak olanların kamu idaresinin içerisinde de politikaları benimsemeyen, onu
yapmayı reddedebilecek, aykırı bulduğu için reddedebilecek bir kültürün gelişiyor
olması, bir özgürlük alanının gelişiyor olması lazım. Yoksa aslında mesela AİHM’nin
kararı, Oya Ataman’ın kararı yeni bir karar değil. İşkenceyle ilgili bir dünya karar
verildi, orantısız güç kullanımı ile ilgili dünya kadar karar verildi, şimdi bütün bu kararların hepsine dönüp dönüp bakıyoruz, 3.madde ihlali de var 2.madde ihlali de var,
birleşik yani böyle bir topyekûn bir hak ihlali meselesi ile sadece sorunu kökünden
çözmeyen, nedenlerini araştırmayan ve bu nedenler üzerinden hareket etmeyen bir
yapı var. Dolayısıyla çok ufak tefek değişikliklerle, bazen de bu değişikliklerle problemi daha da karmaşık hale getiren bir yapı söz konusu şu anda.
Dolayısıyla buna nasıl itiraz edilir sorusu bence kıymetli bir soru ve bu soruyu sadece
sivil alan sormak zorunda değil, bunu kamu idaresinin içerisindeki insan hakları savunucularının sorması da gerekiyor. Hani biz bunu sorguluyoruz, soruyoruz, bir sürü
şeyle karşılaşıyoruz, kendi gücümüzle, kendi olanaklarımızla ittirmeye çalışıyoruz,
değiştirmek için sözler söylüyoruz sadece… Buradan başka bir konuya atlayacağım
ama Soma’da olan biten mesela Dev-Maden-Sen bunu dört sene önce, beş sene önce
yüksek sesle söyledi, söylemeye de devam ediyor. Taşeronlaştırılmış kömür işletmelerinde neler olabileceği, bu taşeron işletmelerin, ya da kiracılık sisteminin, ya da
redevans ne derseniz deyin… Devletin ne kadar kendisini sorumsuz kıldığı ile ilgili
gerçekleri aydınlatmaya çalışıyor. Kim dinleyecek onu, bizi kim dinleyecek??? Bizi
dinleyenin olmadığı bir yerde aslında “neyi çözeceğiz” sorusu çok muğlak bir soru
olarak kalıyor.
AİHM’nin de eylem programı, – ben sabah dedim – eylem programı, eylem programı
değil çünkü neyi değiştireceğini ve ne yöne değiştireceğini söylemiyor, bu iradeyi
koymuyor. Bu iradeyi eğer yukarıda arıyorsak ki yukarıda arıyoruz elbette bu iradeyi.
Kamu idaresinde çalışan arkadaşlarımızda – ki arkadaşlarımızın da kendisini kısıtladığını biliyoruz-dolayısıyla “onu nasıl bozarız, değiştiririz” meselesi çok daha kıymetli
bir mesele olarak kalıyor. Yani biz AİHM’yi izliyoruz, evet izliyoruz bakın mesela
soyadı kararını Hocam referans verdi, Anayasa Mahkemesi çok güzel bir karar verdi.
Fakat Anayasa Mahkemesi’nin kararı şu anda herkes bakımından kullanılabilir bir
karar değil; ben soyadımı değiştirmek için yine mahkemeye gitmek zorundayım, yine
87
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
mahkeme vasıtasıyla… Belki mahkeme beni reddedecek Anayasa Mahkemesi’nin kararını belki görmeyecek… Dolayısıyla beni uğraştıran ve benim bu özgürlük alanımın
önündeki taşları ayıklamayan bir sistematik var. Anayasa Mahkemesi kararı üzerinden
yasayı değiştirmiyor. Anayasa Mahkemesi bunu aslında bireysel başvurudan çok daha
önce söyledi, “bir yasa meselesidir, siyasi idare kaldırmalıdır” dedi, kaldırılmadı. Daha
şey yani özellikle politikalar, izlenen politikalara ilişkin itirazların geldiği noktada ise
güç kullanımı, zor ve otoriter bir bakış açısı da egemen oluyor. Açıkçası bu nasıl kırılır, buna da bakmakta yarar var diye düşünüyorum, teşekkür ederim.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Teşekkür ederiz, Serap Hocam.
Prof. Dr. Serap YAZICI
Teşekkür ederim önce konuşmacıların güzel sunumlarından dolayı, ben çok pratik
bir soru sormak istiyorum, her iki konuşmacıya ve bütün salona. Türkiye yıllardan
beri insan hakları alanındaki, demokrasi alanındaki sorunları hem teorik düzeyde çok
yoğun tartışıyor, hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarından örnekler
vererek Türkiye’deki tablonun vahametini çok güzel bir biçimde ortaya koyuyor. Bu
konuda şu ana kadar belki de yüzlerce, binlerce toplantı yapılmıştır. Çok pratik bir
sorun üzerinde duralım: Feray Hanım da ifade etti, peki nasıl çözeceğiz? Yani biz bu
içtihatları ister hukukçu olalım, ister olmayalım, artık toplum olarak gayet iyi öğrendik, biliyoruz. En pratik formüller neler? Burada onları tespit etmek mümkün olabilir
mi? Buradaki tartışmalardan ortaya çıkan sonuçlar siyasal iradenin bilgisine nasıl ulaşacak? Belki bir şekilde bilgisine ulaşacak ama siyasal irade buna duyarlılık gösterme
eğilimi sergileyecek mi? Biz onları nasıl motive edeceğiz?
Türkiye yıllardan beri bu problemleri tartışırken bir noktaya odaklandı: askeri yönetimden intikal eden hukuk kurallarının çok otoriter olduğu, insan hakları odaklı
olmadığı meselesine vurgu yükledi ki, bugün de konuşmacılar toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkındaki kanun bağlamında buna vurgu yüklediler. Ama unutmayalım,
Türkiye 1983’te sivil yönetime geçti, 1983’ten bugüne eğer bu mevzuatta ancak kör
topal değişiklikler yapılmışsa, burada çok önemli bir problem ortaya çıkıyor. Siyasiler
toplumdan gelen beklentilere hiçbir duyarlılık göstermiyorlar. Hatta biraz ileri götüreceğim, askeri yöneticilerle seçilmiş yöneticiler arasında önemli bir zihniyet farkı
yok. Şebnem Hanım değindi, daha bir yıl geçti üzerinden Gezi Parkı Olaylarının. Ve
toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi en demokratik, en meşru hak kullanılırken çok ciddi
can kayıpları oldu, insanlar görme yeteneklerini kaybettiler, daha bir çok sağlık problemleri ortaya çıktı. Ama siyasal aktörler “Türk polisi destan yazdı” dediler ve kimi
88
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
köşe yazarları bunları teyiden “Evet, Türk polisi destan yazdı”... “Eğer Türk polisleri
metanet göstermeseydi, sadece beş ölüm mü ortaya çıkardı” diye gerçekleşen ölümleri
meşrulaştırmış oldular.
Yani sonuç olarak söylemek istediğim biz toplum olarak da, sivil yöneticiler olarak da
öylesine otoriter bir zihniyete sahibiz ki, bugüne kadar yaptığımız çok yanlıştı. Askeri
yöneticileri neyse… Ama şu anda ne askeri bir yönetim altındayız, ne de askeri vesayet altındayız. Eğer mevzuat değişmiyorsa, uygulama değişmiyorsa, sorunun çözümünü başka yerde aramak durumundayız. Galiba Ömer Anayurt Hocam ifade etti, siyasi
partilerle ilgili de AİHM kararlarının Türkiye ile ilgili olumsuz olduğunu ama artık
Türkiye’de siyasi partilerle ilgili sorunun çözülmüş olduğunu ifade etti. Siyasi partilerle ilgili problem çözülmedi Türkiye’de çünkü gene 1983 tarihli otoriter Siyasi Patiler
Kanunu hala yürürlükte. Eğer istenirse bu kanun çerçevesinde hükümet partisi dahil,
BDP dahil, birçok partiyi kapatmak mümkün. Sadece şu andaki konjonktür kapatmaya elverişli değil ama iklimde biraz değişiklik olsun, bu partiler çok kolay bir biçimde
kapatılabilirler. Ki bu noktada mevcut hükümetin kendisinin çok ciddi biçimde mağduriyetleri oldu. Kendi mağduriyeti olan bir konuda dahi, Siyasi Partiler Kanununu
değiştirme konusunda pek bir heves sergilemiyor. O nedenle teorik tartışmalarımızın
yanı sıra pratik çözümlere yönelsek ve bunları süratle siyasi aktörlere iletsek acaba
çözüm bulur muyuz? Ben umutsuzum, kendim cevap vereyim. Ancak siyasiler kendi
gündemlerinde olan demokratikleşme paketlerini, – sözümona demokratikleşme paketlerini – yürürlüğe koyma eğilimindeler. Teşekkür ederim.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Biz teşekkür ederiz. Ümit Hanım...
Ümit EFE
İHD İstanbul Şube Başkanı
Şimdi, DİSK ve KESK kararlarına baktığımızda, gaz bombası kullanımının gerekli veya
orantılı olarak değerlendirilemeyeceği belirtilmiş, açabileceği ciddi sağlık sorunlarından bahsedilmiş ve Ali Güneş ve Abdullah Yasa ve diğerleri ile ilgili AİHM içtihatlarında da gaz bombasının kullanımının yarattığı ciddi sağlık sorunlarına dikkat çekilmişti.
Şimdi ben ısrarla birinci ve ikinci konuşmamda gaz bombasından bahsediyorum, Şebnem Hocam ve diğer arkadaşlarımızın ve hepimizin bildiği gibi hepimizi son derece
ciddi etkileyen bir konu. İşkencenin sokak alanlarının işkencehane haline çevrildiği
ve kolluğun otoriter polis şiddetini ve polis devleti uygulamalarını yürüttüğü kabul
edilemez bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Ve diğer arkadaşlarımın da belirttiği gibi bir
89
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
de bunun siyasal iktidar tarafından övgüyle bahsedilmesi, insan hakları savunucuları
açısından kabul edilemez bir gerçeklik.
Ama bir gerçeklik daha var; barışçıl gösterilerde ya da kitle gösterilerinde silah kullanımı da söz konusudur. Ethem Sarısülük kafasına direk hedef gözetilerek ateş açılmıştır, bugün Okmeydanı’ndan gelen haberde de böyle bir daha… Henüz teyit edilmemiş olmakla birlikte hepimizin herhalde maillerine geliyor, silah kullanımından
bahsedilmekte... Biz çok endişeliyiz, yani adımımızı attığımızda, hareket ettiğimizde
insan hakları savunucuları başta olmak üzere, hiç kimsenin can güvenliği yok. Gösterilere katılmayanların da yok, yani evlerinde oturanlar da maruz kalmaktalar bu
uygulamalara. Bir nokta önemli: “Neden insanlar sokağa çıkıyor?” sorusunu sormak
gerekiyor. İnsanlar temel hak ve özgürlükleri kapsamında kendilerini ifade etmek ve
haklarını savunmak istiyorlar. Mesela özel hayatlarını geri istiyorlar, özel hayatlarına
karışılmamasını istiyorlar. Yaşam hakkının kutsallığını istiyorlar, işkenceye hayır diyorlar, Soma kader kaza değil, katliam diyorlar. Şimdi bizim, insan hakları savunucuları açısından, merceğimize aldığımız barışçıl kavramında ne söyledikleri ile ilgili
cümleler… Evet bunların hepsi barışçıl cümleler ve bu kitlelerin elinde silah yok, kazma yok, kürek yok, Soma’lı madencilerin ailelerine gaz sıkılacak hiçbir gerekçe yok.
Yani burada gerçekten açık bir tanım kullanmak gerekiyor. Bu tanımı ve bu egemen
anlayışı değiştirmek gerekiyor. Terörle Mücadele Yasası 2911 topyekûn değiştirilmeli
ve gündemden kaldırılırken, insan hakları teamüllerine uygun, sivil toplum örgütlerinin de görüşleri alınarak düzenlemeler yeniden yapılmalıdır. Yoksa biz her gün
insan hakları savunucuları, çıkan gözler ve taşınan tabutlarla uğraşmak istemiyoruz.
Bunlar varken de böyle çok cicili bicili laflarla yasa maddelerini tartışabilmek ne yazık
ki mümkün değil.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Evet teşekkür ederiz, sanırım başka söz isteyen yok, ben o zaman masaya döneyim
izninizle. Evet Ömer Hocam sizin ekleyecekleriniz veya arkadaşların katkılarına değerlendirmeleriniz olacaksa onları üç beş dakika alalım. Bir o kadar süre de Hüsnü
Bey’e verelim.
Prof. Dr. Ömer ANAYURT
Şebnem Hanım’ın konuşmasından sonra Sayın Başkan söz isteyen var mı dediği vakit
bir duraksama oldu. Bir tükenmişlik psikolojisi var, sözün bittiği yerdir aslında zannedersem. Feray Hanım’ın konuşmaları da birbirini bütünlüyor… Bunların üzerine
ne söylenebilir? Ama ben zihniyet noktasında – ki sayın konuşmacılar da aşağı yukarı
o noktada bir şeyler söyledi – biraz kafamızdaki zihniyeti dönüştüremediğimiz müd90
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
detçe, ben çok iyimser değilim…. İfade edilen hususların da polisle ilgili o sözlerin de
vesaire biraz o zihniyetten mütevellit olduğu düşüncesindeyim. O bakımdan yani asıl
politik mercilerin, gücün, bu yaklaşımın değişmediği sürece, yasa fetişizmiyle bir yere
varılamaz. Kastetmiş olduğum husus da o...
Yani, bazı ülkelere bakıyorum toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin norm alanları
inanın 2911’den çok daha sert. Mesela Fransa’nın 1881 tarihli kanunu filan var, bizimkini çok noktada aratmaz. Yani uygulamaya bakıldığında ya da gittiğimizde çok
farklı şeyler görüyoruz. Mesela Saint-Bernard kilisesi sabahki arkadaşımız da zannedersem Ulaş Bey de bahsetti, Fransa’da Cisse kararı… Yani orada önemli bir kilise ve
orada yaklaşık iki ay süreyle “kâğıtsızlar” şeklinde bir toplantı gerçekleştiriyor; göçmenler, orada kendilerine bir kimlik verilmesini istiyor, kiliseye sığınıyorlar dertlerini
anlatmak amacıyla. İki ay süreyle orada yaklaşık yüz kişilik bir grup, ibadet edenler,
o amaçla gelenler de onun o hakkına saygı gösteriyor. Yönetim açısından da bir sorun
oluşturmuyor ve müdahale toplantıya yönelik değil; orada aynı zamanda on kişiye
yakın açlık grevcisi söz konusu, onların yaşam hakkının tehdit altına girmiş olmasıyla
birlikte bir grevciye yönelik – hani o da tartışmaya açık, açlık grevcilerine müdahale ne zaman olur olmaz, o ayrı bir tartışma-, Şebnem Hanım onları bilir ama orada
Fransız yönetimi müdahale ediyor. “Burada acaba biz bunu yapabilir miyiz? Yani bu
zihniyete ulaşabilir miyiz?” Benim vurgulamak istediğim husus bu.
Serap Hanım, galiba yanlış ifade ettim, belki o anlam çıkıyor. Sadece istatistikler üzerinden anlamlı kılabilmek bakımından çünkü 11.maddeye siyasi partilerle ilgili hususlar da giriyor dernek özgürlüğü bağlamında ve bizim de siyasi partilere ilişkin
ihlallerimiz var. Bu 61 ihlal sayısı içerisinde o da olduğu için 59’dan bu tarafa gelindiğinde belki bir şey anlaşılır düşüncesiyle, onu arındırmak suretiyle. Yani artık bu
bakımdan biraz normatif düzeyde belki zorlaştırdı, yoksa sorunu köken noktasında
bitirdi mi? Yani normu istediğiniz kadar düzenleyin daha da sertleştirin vesaire ama
zihniyet değişmediği müddetçe ben yine başka şey bulur bunu kapatma yoluna giderim... Vurgulamak istediğim buydu. Teşekkür ederim.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Biz teşekkür ederiz, evet Hüsnü Ağabey.
Av. Hüsnü ÖNDÜL
Ben kısaca bir iki nokta hatırlatayım, 13 Mart 2014 tarihli temel hak ve hürriyetlerin
geliştirilmesi amacıyla çeşitli kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun 6529 sayılı kanunda 2911 sayılı kanun, – 6. 7. 11. 12. 23 ve 24. maddelerinde kısmen deği91
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
şiklikler yapıldı ama – bildiğiniz gibi 13 Mart’ta resmi gazetede yayınlandı, yürürlüğe
girdi ama işte bir buçuk ay sonra 1 Mayıs olaylarını gördük. Dolayısıyla Oya Ataman
kararının verildiği 05.12.2006’dan sonra çıkarılan 2008, 2010 ve 2014 tarihli yasa
değişiklikleri, sabahtan beri tartıştığımız bir polisin aşırı güç kullanması, orantısız güç
kullanması, barışçıl toplanmalara müdahale etmesi ve biber gazı kullanması artı toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılmasına ilişkin kolaylaştırıcı maddeler değil.
Bu değişiklikler, bu hakkın kullanılmasını kolaylaştırıcı nitelikte değişiklikler değil.
Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 46. madde ve başlığı altındaki tavsiyelerinde dile getirdiği “etkili soruşturma yapılması” önerisi başka bir bakışla cezasızlık
politikasına son verin anlamına geliyor. Çünkü biliyorsunuz cezasızlık insan hakları
literatüründe, ağır insan hakları ihlallerinin faillerinin bulunmaması, soruşturulmaması, kovuşturulmaması ve adil bir şekilde yargılanıp cezalandırılmaması anlamına
geliyor. Yani AİHM diyor ki Türkiye’ye; önümdeki dosyalara baktığımda bu olaylar,
tekrarlanan olaylardır ve tekrarlanan ihlallerdir. Buradan yola çıkarak, “sıraladığım
önlemlerin yani genel önlemlerin alınmasını tavsiye ediyorum sana” diyor. Şimdi biz
de yaşamımızdan biliyoruz bunu yani günlük pratiğimizden biliyoruz, insan hakları
örgütlerinin verilerinden biliyoruz… Bunları tekrar konuşmamıza gerek yok.
Bence Serap Hoca’nın sorusunun bir yanıtı bu toplantıdır. Yani biz resmi ve sivil
alanın insan hakları savunucuları, akademi dünyası ve aktivistler bir araya geldik,
önemli bir güç olduğumuzu düşünüyorum. Hükümetle ve diğer kamu otoriteleriyle
diyalogumuzu sürdürmeliyiz ve hakları ve özgürlükleri talep etmeye devam etmeliyiz.
Moderatör, Yılmaz ENSAROĞLU
Teşekkür ederiz, evet böylece bu oturumun da sonuna geldik, tabii her ne kadar
oturumun başlığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarının örgütlenme özgürlüğü bağlamında tartışılması idiyse de önceden de tahmin
ettiğimiz gibi arkadaşlarla kendi aramızda konuşurken de aslında daha çok üçüncü
oturumda ele almayı düşündüğümüz konular, sorunlar ister istemez sabahtan beri
bütün toplantıya damgasını vuruyor, bu da gayet normal. Yani Hüsnü Ağabey’in de
dediği gibi toplantının hikmeti de bu bir bakıma. Yani alanın farklı aktörlerinin bir
arada birbirlerini dinleyerek, birbirlerinin hiçbir şey olmasa bile düşünce dünyasını,
duygu dünyasını, yaklaşımlarını, beklentilerini, kaygılarını endişelerini dinlemeleri
dahi en azından hepimiz açısından bir kazanımdır. Çünkü bu sorun hepimizin sorunu; hepimizi etkileyen bir sorun, daha doğrusu bütün insan hakları sorunları böyle.
Çözümü de gene biz birlikte arayacağız, birlikte zorlayacağız… Yani umutlu olmak,
umutsuz olmaktan çok, biz olabildiğince kategorik olarak bir takım ilkeleri her zaman,
her yerde, herkes için savuna savuna bugünlere geldik, bundan sonra da yapacağımız
92
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
iş gene bu doğrultuda devam etmek. Onun için ister istemez insanız yani, yaşadığımız
sıcak olaylar, tanık olduğumuz çeşitli olaylar hepimizi etkiliyor… Ama sonuçta yani
bir hekim gibi, bir hâkim gibi zaman zaman belki kendi duygu dünyamızdan, düşünce dünyamızdan bile sıyrılarak, kendimiz o ilkeler, savunduğumuz prensipler uğruna
kategorik mücadeleyi sürdürmek durumundayız. Ben bu toplantının her şeye rağmen
bu anlamda hepimize bir katkı sağladığını, sağlayacağını düşünüyorum.
Tabii, İnsan Hakları Kurumu ile ilgili olarak Şebnem Hocam başladı, bu oturumun
moderatörü olduğum için sadece bir iki şey söyleyip oturumu kapatayım. Doğrusu
yani Hüsnü Ağabey benden de eskidir, yıllardan beri sivil alanda insan hakları mücadelesi içerisinde olan kişiler olarak biz kamu idaresi içerisinde de, hep bizim düşüncelerimizi, duygularımızı paylaşan, önceliklerimizi kendi öncelikleri olarak bilen
insanlar olarak biliyor idik, görüyor idik. Kamu idaresi içerisinde de insan hakları
savunucularının varlığından, Feray da birkaç kez söz etme ihtiyacı duydu. Yani hep
şu kaygıyı taşıyoruz, adeta “orada da biz varız, sizin varlığınızdan haberdarız, sizi yok
saydığımızı zannetmeyin” mesajını verme ihtiyacı duyuyoruz.
Şimdi İnsan Hakları Kurumu da yani hem kamu idaresinin, hem sivil toplumun, hem
akademinin bir araya gelerek oluşturduğu, oluşturması gereken bir kurum. Ne tam
bir kamu kurumu, ne tam bir sivil örgüt dolayısıyla siz dışarıdan, biz içerden… Kamu
idaresi içerisindeki arkadaşlar da sürekli olarak gerçekten hepimizin içine sinebilecek,
etkin, verimli çalışan bir kurumu nasıl oluşturabiliriz, bunun çabası içerisindeyiz.
Ama kabul ve itiraf edelim ki işin çok çok başındayız hala, üstünden bir yıl geçmesine
rağmen çok çok başındayız. Hepimizin karşı çıktığı bir yasayla kuruldu, doğrusu sivil
örgütlerden gelen insanlar da, üniversitelerden ya da bürokrasiden gelen arkadaşlar
da herkes adeta zorlanarak bu görevi kabul etti, çünkü yasa hiçbirimizin içine sinmiyor idi. Ve işte bu bir yıl içerisinde de kendi ikincil mevzuatımızı çıkarmakta bile o
kadar zorlanıyoruz ki… Ama biliyoruz ki bu mücadelenin de verilmesi lazım. Adım
adım bu evin içinin de düzeltilmesi lazım. O yüzden bizim bir kulağımız sürekli sizde,
gözümüz sürekli sizde, sizlerle sürekli bir araya gelme işte ne bileyim tartışma, dinleme ihtiyacı duyuyoruz. Yani bu kurumun ya da diğer insan hakları alanında çeşitli
işlevler yüklenmek amacıyla oluşturulmuş ya da oluşturulacak olan mekanizmaların
etkin olmasını, verimli olmasını, siyasi amaçlar doğrultusunda araçsallaşmamasını,
gerçekten insan haklarını savunan, güçlendiren, geliştiren bir işlev görmesini istiyorsak, hepimizin bu hedefi gözeterek üstümüze düşeni yapması lazım. Yani ne gibi?
Hiçbir şey yapmasanız bile sürekli bizi uyararak, bizi ikaz ederek, – bu zaman zaman
sert olsa da biz buna alınmayız çünkü bu bize lazım-… Yani bizim savrulmamamız,
bizim her zaman o ilkeler doğrultusunda, o doğru rotada gidebilmemiz açısından
buna ihtiyacımız olduğunun en azından farkındayız.
93
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Ben sabırla bu oturumun sonuna kadar bizi dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
İnşallah gelecek günler bu günlerden daha iyi olur… Zaten ben de lafı biraz uzata
uzata 15.09 ettim, bir dakika sonra bitecekti. Bir yirmi dakika molamız var, 15.30’da
esasen kaldığımız yerden devam edeceğiz. Yani toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik müdahale ve güç kullanımının sınırları ve esasen Türkiye’deki uygulamanın sorunlarını tartışacağımız son oturumda tam 15.30’da buluşmak üzere! Afiyet olsun…
Şimdilik tekrar teşekkürler.
94
III.
OTURUM
TOPLANTI VE GÖSTERİ
YÜRÜYÜŞLERİNE YÖNELİK
MÜDAHALE VE GÜÇ KULLANIMININ
SINIRLARI (Türkiye’de Uygulamadaki Sorunlar)
Moderatör: Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Doç. Dr. Ali Kemal YILDIZ, Bahçeşehir Üniversitesi
Murat ÇEKİÇ, Uluslararası Af Örgütü
Dr. Selahattin ATEŞ, İçişleri Bakanlığı – Mülkiye Teftiş Kurulu
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Çalıştayın Genel Değerlendirmesi,
Dr. Levent KORKUT, İnsan Hakları Kurulu Üyesi
95
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Sunucu
Son oturumun moderatörü Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu ve bu oturumun konuşmacıları olan Ali Kemal Yıldız, Murat Çekiç, Selahattin Ateş’i mikrofona davet ediyoruz.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Değerli konuklar, tekrar hoşgeldiniz! Günün son oturumu… Aslında baştan beri sürekli vurgu yapılan en can alıcı nokta, Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşlerine
yönelik müdahale ve güç kullanımının sınırları, Türkiye’deki uygulamalar ve sorunlar. Son derece önemli, uzun yıllardır insan hakları örgütlerinin üzerinde çalıştığı,
çok bedeller ödediği ve toplumda çok tartışılan kimi zaman insanların kendi taraftarlığına göre pozisyon aldığı bir konu. Burada adaletli duruş son derece önemli, son
derece tartışmalı bir konu. Bu konu hakkında inşallah son oturumda hep beraber
insan hakları örgütlerinden temsilcilerin, kamu bürokratlarından temsilcilerin, insan
hakları ulusal kurumdan temsilcilerin olduğu bir ortamda ayrıntılı ve nitelikli bir tartışma yapacağız inşallah. Günün son oturumu olması hasebiyle beş buçukta bitirmeyi
planlıyoruz. Değerli konuşmacılarımızdan konuşma sürelerine uymalarını istirham
ediyorum. Ve ilk konuşmayı yapmak üzere Doç. Dr. Sayın Ali Kemal Yıldız Bey’e sözü
veriyorum, kendisi Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesidir.
97
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Doç. Dr. Ali Kemal YILDIZ
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Yönelik Müdahale ve
Güç Kullanımının Sınırları:
Türkiye’de Uygulamada Yaşanan Sorunlar29
I. Genel Olarak Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı
Toplantı ve gösteri yürüyüşleri demokratik çoğulcu bir toplum açısından korunan
temel haklardandır. Bu hak aynı zamanda ifade özgürlüğünün de bir yansımasıdır30.
Zira bireyler yapacakları toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle demokratik taleplerini dile
getirmek, belirli konulara ilişkin düşüncelerini kamuoyuna duyurmak ve kamuoyu
oluşturmak isteyebilirler. Bu bağlamda toplantı ve gösteri yürüyüşleri de düşüncelerin
açıklanmasının bir türünü de oluşturmaktadır. Bu sebeple de İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi (İHAM), İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin (İHAS) 10. maddesinde düzenlenmiş olan ifade özgürlüğü ile birlikte ele almaktadır31.
Anayasanın 34. maddesinin32 ilk fıkrası herkesin, önceden izin almadan, silahsız ve
saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını düzenlemiştir. İkinci fıkrası
ise, bu hakkın milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve
genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla
sınırlanabileceğini öngörmüştür.
29Bu metin, şu anda İstanbul Ticaret Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Öğretim olan
Üyesi Doç. Dr. Ali Kemal Yıldız’ın Çayıştayda yapmış olduğu konuşmanın konuşmacı tarafından
geliştirilmiş ve düzenlenmiş versiyonudur.
30Tanyar, Ziya Çağa; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü
Hakkı, AÜHFD, 60 (3), 2011, s. 597 vd.
31Bkz.: Kılınç, Ümit; Barışçıl Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yapma Hakkı ve Devletin Yükümlülükleri, TBB Dergisi, 2014 (110), s. 282.
32B. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı
Madde 34 – (Değişik: 3/10/2001-4709/13 md.)
Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve
usuller kanunda gösterilir.
98
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Anayasanın 34. maddesi daha kapsamlı ve daha sınırlayıcı bir düzenlemeye sahipken33, 03.10.2001 tarih (RG. 17.10.2001) ve 4709 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun”un 13. maddesiyle yeni
şeklini almıştır34. Madde gerekçesinde yapılan değişiklikle toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkı ve sınırlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun olarak yeniden
düzenlendiği belirtilmiştir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 11. maddesinin35 birinci fıkrası da “Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü” başlığı altında herkesin asayişi bozmayan (barışçıl) toplantılar yapmak hakkını garanti altına almıştır. Maddenin ikinci fıkrasında ise toplantı
özgürlüğünün, ulusal güvenliğin ve kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın, ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması amaçlarıyla kanunla sınırlanabileceğini öngörmüştür. Yine bu hakkın kullanımı bakımından, silahlı kuvvetler, kolluk mensupları ve devletin idari mekanizmasında
görevli olanlar hakkında meşru sınırlar konulabilmesi kabul edilmiştir.
Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 21. maddesi de toplantı
33B. Toplantı Ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı
Madde 34 – Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkına sahiptir.
Şehir düzeninin bozulmasını önlemek amacıyla yetkili idarî merci, gösteri yürüyüşünün yapılacağı
yer ve güzergâhi tespit edebilir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve
usuller kanunda gösterilir.
Kanunun gösterdiği yetkili merci, kamu düzenini ciddi şekilde bozacak olayların çıkması veya
milli güvenlik gereklerinin ihlâl edilmesi veya Cumhuriyetin ana niteliklerini yoketme amacını
güden fiillerin işlenmesinin kuvvetle muhtemel bulunması halinde belirli bir toplantı ve gösteri
yürüyüşünü yasaklayabilir veya iki ayı aşmamak üzere erteleyebilir. Kanun, aynı sebeplere dayalı
olarak bir il’e bağlı ilçelerde bütün toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanmasını öngördüğü
hallerde bu süre üç ayı geçemez.
Dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları kendi konu ve
amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler.
34Bilgi için bkz.: Tülen, Hikmet; 3.10.2001 Tarihli ve 4709 Sayılı Kanunla Yapılan Anayasa Değişiklikleri Üzerine Genel Bir Değerlendirme, AÜEHFD, C. V, sy. 1-4 (2001), s. 213 vd.
35Madde 11 – Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü
1. Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, dernek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için
başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir.
2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal
güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla
ve ancak yasayla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk
mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel değildir.
99
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
özgürlüğü düzenlemiş, barışçıl bir biçimde toplanma hakkının hukuk tarafından tanınacağı; ulusal güvenlik, kamu güvenliği, kamu düzeni, sağlık, ahlak veya başkalarının hak ve özgürlüklerini koruma amacı dışında bu hakka sınırlama getirilemeyeceği
kabul edilmiştir.
2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 3. maddesi de “toplantı ve
gösteri yürüyüşü hakkı”nı düzenlemiştir36. Maddenin ilk fıkrasında herkesin, önceden
izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç
saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip oldukları
hükmüne yer verilmiştir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılabilmesinin koşulları ise Kanunun 6 vd. maddelerinde düzenlenmiştir.
II. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Karşı Gerçekleştirilebilecek
Müdahaleler ve Güç Kullanılması
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bütün bu düzenlemelerdeki ortak nokta toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin silahsız ve saldırısız olması, asayişi bozacak nitelikte olmaması gerekliliğidir37. Belirtilen özelliklere uymayan bir toplantının varlığı halinde, bu
toplantının engellenmesi veya sona erdirilmesi konusunda müdahaleler yapılabilecek,
güç kullanabilecektir38. Bu tebliğde toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik müdahale ve güç kullanımının sınırları ele alınacaktır.
1. Önleme Araması
Arama, gizli, saklı olan bir kişi veya eşyanın ele geçirilmesi için gerçekleştirilen araştırma işlemidir. Arama işlemi hukuk sistemimizde adli ve önleme amaçlı olmak üze36Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı
Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız
olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına
sahiptir.
Yabancıların bu Kanun hükümlerine göre toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemeleri, İçişleri
Bakanlığının iznine bağlıdır. Yabancıların bu Kanuna göre düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde topluluğa hitap etmeleri, afiş, pankart, resim, flama, levha, araç ve gereçler taşımaları,
toplantının yapılacağı mahallin en büyük mülkî idare amirliğine toplantıdan en az kırksekiz saat
önce yapılacak bildirimle mümkündür.
37 Nitekim İHAM’da kararlarında barışçıl olmayan, şiddet içeren ve silahlı toplantıların Sözleşmenin
11. Maddesi bağlamında korunmayacağını kabul etmektedir (Stankov ve Birleşik Makedonya Organizasyonu İlinden / Bulgaristan, 02.10.2001, no 29221/95 ve no 29225/95, § 77 – Bkz. Kılınç,
Barışçıl Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yapma Hakkı ve Devletin Yükümlülükleri, s. 283).
38 Tanyar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı, s.
607.
100
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
re ikiye ayrılmıştır. Konumuzu ilgilendiren önleme araması Polis Vazife ve Salahiyet
Kanununun (PVSK) 9. maddesinde düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrasına göre
polis, tehlikenin veya suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla usûlüne göre verilmiş sulh
ceza hâkiminin kararı veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan
hâllerde mülkî âmirin vereceği yazılı emirle; kişilerin üstlerini, araçlarını, özel kâğıtlarını ve eşyasını arar; alınması gereken tedbirleri alır, suç delillerini koruma altına alarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre gerekli işlemleri yapar.
PVSK’nın 9 maddesinin dördüncü fıkrasının a bendinde önleme aramasının yapılabileceği yerler içerisinde 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamına
giren toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerde veya yakın çevresi de sayılmıştır.
Maddede önleme araması işleminin gerçekleştirilebilmesi hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amirin yazılı emrine bağlı kılınmıştır. Buna
göre, kolluk görevlileri kendiliklerinden önleme araması işlemi gerçekleştiremeyeceklerdir. Gerçekleştirmeleri halinde işlem hukuka aykırı olacağından elde edilecek deliller kullanılamayacağı gibi; işlemi gerçekleştiren görevlilerin bu hukuka aykırı işlemi
suça ilişkin diğer unsurların da varlığı halinde haksız arama suçunu (TCK m. 120)
oluşturabilecektir.
Önleme araması kararı veya emrinin verilebilmesinin koşulu ise, “arama için makul
sebeplerin varlığı”dır. “Makul sebep”ten maksat, işlemi yapan kamu görevlisinin tecrübeye dayalı bilgisidir. Burada belirtilen tecrübeye dayalı bilgi, suç işlenebileceğine
veya tehlikenin varlığına ilişkin istatistiki bir bilgi olmalıdır.
Önleme araması kararında aramanın sebebi, aramanın konusu ve kapsamı, aramanın yapılacağı yer, aramanın yapılacağı zaman ve geçerli olacağı süre belirtilecektir. Toplantı ve
gösteri yürüyüşleri sebebiyle verilecek önleme araması kararının gösteri veya toplantının başlamasından makul bir süre önce başlayıp toplantı ve gösteri yürüyüşü süresini
kapsaması gereklidir. Toplantı ve gösteri yürüyüşünden orantısız biçimde önce veya
sonra gerçekleştirilen arama işlemleri hukuka aykırı olacaktır.
Yine toplantı ve gösteri yürüyüşü sebebiyle yapılacak önleme araması işlemleri, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yer veya yakın çevresinde gerçekleştirilebilecektir. Buradaki “yakın çevre” kavramı belirsiz olup; somut olayda toplantı ve gösteri
yürüyüşü ile bağlantı yerlerle sınırlandırılması gereklidir. Örneğin bir il veya ilçede
gerçekleştirilecek toplantı veya gösteri yürüyüşü için bütün il veya ilçede gerçekleştirilecek önleme aramaları da yine hukuka aykırılık oluşturacaktır.
101
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
2) Toplantı veya Gösteri Yürüyüşünün Dağıtılması (TGYK m. 24)
Toplantı veya gösteri yürüyüşünün dağıtılması TGYK’nın 24. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemede toplantı ve gösteri yürüyüşünün kanuna uygun veya kanuna
aykırı olarak başlaması ayrı ayrı ele alınmıştır.
a) Kanuna Uygun Başlayan Toplantı veya Gösteri Yürüyüşünün Dağıtılması
Bir toplantı veya gösteri yürüyüşünün hangi hallerde “kanuna aykırı” olacağı Kanunun 23. maddesinde ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre, bildirim
koşulu yerine getirilmemesi; toplantı veya gösterilerin yapılabileceği zaman ve yerler
ile toplantı veya gösteri yürüyüşünün ertelenmesi ya da yasaklanmasına ilişkin kararlara uyulmaması; ateşli silah, patlayıcı madde, kesici ve/veya delici aletler, taş, sopa,
demir, vb. maddeler taşınması; kanun dışı örgüt veya topluluklara ait amblem, döviz,
kıyafet vb. şeylerle toplantıya katılınması; suç sayılan afiş, döviz, resim vb. şeyler taşınması yahut da bu nitelikte sloganlar atılması bir toplantı veya gösteri yürüyüşünün
kanuna aykırı kabulünü gerektirecektir.
Ancak belirtmek gerekir ki 23. maddenin b bendindeki silah, araç, alet veya maddelerle yahut da sloganlarla toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılanların varlığı halinde
öncelikle bu kişilerin uzaklaştırılmaları suretiyle toplantının devamı sağlanacaktır.
Bununla birlikte bu kişilerin sayı ve davranışları toplantı veya gösteri yürüyüşünün
kanuna aykırı kabulüne sebep olacak nitelikte ise zorla dağıtma yoluna gidilebilecektir. Görüldüğü üzere bu durumda, belirtilen şekilde toplantı veya gösteri yürüyüşüne
katılmış kişilerin, katılanlar içerisindeki ağırlığı ve davranışlarına ilişkin bir değerlendirme yapılacaktır. Bunların toplantı veya gösteri yürüyüşünün kanuna aykırı kabulünü sağlayacak ağırlıkta olmamaları halinde zorla dağıtma yoluna gidilemeyecektir.
Bir toplantı veya gösteri yürüyüşü kanuna uygun başlamış olsa da 23. maddede belirtilen bir veya birden fazla durumun ortaya çıkması halinde kanuna aykırı hale dönüşecektir. Bu halde belirli koşullara bağlı olarak toplantı veya gösteri yürüyüşünü
gerçekleştiren topluluğun zor kullanılarak dağıtılması mümkündür. Bunun için,
•
Durum kendisine bildirilen mahallin en büyük mülki amiri, toplantı veya gösteri
yürüyüşünün sona erdirilmesi konusunda bir karar almış olmalıdır.
•
Mülki amirin, mahallin güvenlik amirlerini veya bunlardan birisini görevlendirerek olay
yerine göndermesi gereklidir. Mülki amir, emirlerini kural olarak yazılı, gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde ise, sonra da yazılı hale getirilmek üzere sözlü verebilir.
•
Mülki amirin ilk olarak topluluğa bir ihtarda bulunması öngörülmüştür. Bu ihtarın içeriği, dağılmaları, dağılmamaları halinde kendilerine karşı zor kullanılacağının
bildirilmesi şeklinde olmalıdır.
102
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Bununla birlikte, toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılanların güvenlik kuvvetlerine
karşı fiili saldırıda bulunmaları veya korudukları yer veya kişilere karşı bir saldırı söz
konusu ise herhangi bir ihtara gerek olmaksızın zor kullanılması mümkündür.
b) Kanuna Aykırı Başlayan Toplantı veya Gösteri Yürüyüşünün Dağıtılması
Bir toplantı veya gösteri yürüyüşü baştan itibaren kanuna aykırı ise, olaya müdahale eden güvenlik kuvvetleri amirinin topluluğa dağılmaları, aksi halde zor kullanılarak
dağıtılacakları ihtarını yapması ve ihtara uyulmaması halinde topluluğun zor kullanılarak dağıtılması kabul edilmiştir. Her ne kadar düzenlemede kanuna aykırı başlamış bir toplantı veya gösteri yürüyüşünün en seri şekilde mahallin en büyük mülki
amirine haber verilmesi öngörülmüşse de bu durum topluluğun zorla dağıtılmasının
koşulu olmadığı gibi; mülki amirin kararının beklenmesine de gerek görülmemiştir.
3) Suç İşleyenlerin Yakalanması
TGYK’nın 25. maddesi toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılanlardan suç işleyenlerin
veya suçluların yakalanabilmesi için herhangi bir emir yahut da ihtara gerek bulunmadığını kabul etmiştir.
Esas olarak böyle bir düzenleme bulunmasa da genel hükümlerden hareketle aynı
sonuca ulaşılması gereklidir. Bu kişilerin yakalanabilmesi için herhangi bir ihtar yapılmasına gerek olmasa da CMK’nın 90 vd. maddelerinde yer alan koşulların gerçekleşmiş olması gereklidir. Bu bağlamda suçu işlerken veya suçüstü halinde kolluğun
diğer koşulların da varlığı halinde kendiliğinden yakalama yetkisi doğacak olmakla
birlikte, maddede belirtilen “suçluların” yakalanabilmesi için, CMK’nın 98. maddesi
bağlamında “yakalama emri”nin varlığı şarttır. Zira bu halde kolluğa kendiliğinden
yakalama yetkisi tanınmamıştır.
4) Toplantı veya Gösteri Yürüyüşüne Katılanlara Yönelik Güç (Zor) Kullanılması (PVSK m. 16)
TGYK’da toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılanlara karşı, belirli koşulların gerçekleşmesi halinde “zor kullanılması” kabul edilmiş olmakla birlikte zor kullanmanın
koşulları ve niteliğine ilişkin herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir. Dolayısıyla
bu konuda polisin zor ve silah kullanmasına ilişkin PVSK’nın 16. maddesi hükmü
dikkate alınarak bir uygulama yapılacaktır.
Bu düzenlemeye göre kolluk, görevini yaparken direnişle karşılaşması halinde bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde güç kullanmaya yetkilidir.
Kullanılacak güç, direnmenin mahiyet ve derecesine göre ve direnenleri etkisiz hale
getirecek şekilde kademeli olarak artan nispette “bedeni kuvvet”, “maddi güç” ve “silah kullanma” şeklinde olabilir.
103
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Bedeni kuvvetten maksat, eşya üzerinde doğrudan doğruya kullanılan bedeni güçtür.
Maddi güç ise, kelepçe, cop, basınçlı su, göz yaşartıcı gazlar veya tozlar, fiziki engeller,
polis köpekleri, atları vs. hizmet araçları olabilir.
PVSK’da da güç kullanılmasından önce, “güç kullanılacağına ilişkin bir ihtarda bulunulması” zorunlu görülmüştür. Ancak kişilerin direnmelerinin mahiyet ve derecesine
göre ihtar yapılamayabileceği kabul edilmiştir.
Güç kullanımına, bu esnada kullanılacak araç gerece, kullanılacak gücün derecesine
bireysel müdahalelerde polisin kendisi, toplu müdahalelerde ise müdahale eden kuvvetin amiri karar verecektir.
Şayet kolluğun kendisine yahut da üçüncü kişilere bir saldırı söz konusu ise kolluk
belirtilen bu koşullara bağlı kalmaksızın TCK’nın meşru savunmaya ilişkin koşulları
çerçevesinde gerekli müdahalelerde bulunabilecektir.
Burada önemle belirtilmesi gereken husus, güç kullanımının derecesi ve kullanılacak
araç gereçler bakımından “ölçülülük” ilkesine hassasiyetle uyulmasıdır. Daha basit
önlemlerle amaca ulaşılabilecekse daha ağır müdahaleler yapılması ve araçlar kullanılması hukuka aykırı olacaktır.
Kolluk, meşru savunma hakkının kullanılması amacıyla; bedeni kuvvet veya maddi
gücün yetersiz kalması halinde; hakkında tutuklama, gözaltına alma, zorla getirme
kararı veya yakalama emri verilmiş kişinin yakalanmasını sağlamak amacıyla ve sağlayacak ölçüde “silah kullanma”ya da yetkilidir.
Ancak hakkında tutuklama, gözaltına alma, zorla getirme kararı veya yakalama emri
verilmiş kişinin yakalanmasını sağlamak amacıyla silah kullanılabilmesi için, öncelikle kişiye dur ihtarının yapılması; kaçmaya devam etmesi halinde havaya ateş edilmesi;
kaçmakta ısrar etmesi dolayısıyla ele geçirilmesinin mümkün olmaması halinde ise
kişinin yakalanmasını sağlamak amacı ve ölçüsünde ateş edilmesi gereklidir.
Polisin direnişi kırmak veya yakalamak amacıyla zor veya silah kullanma yetkisini
kullanırken kendisine karşı silahla saldırıya teşebbüs edilmesi halinde, herhangi bir
ihtara gerek olmaksızın, silahla saldırıya teşebbüs eden kişiye karşı saldırı tehlikesini
etkisiz kılacak ölçüde duraksamadan silahla ateş edebilir.
III. Uygulamada Yaşanan Sorunlar
•
104
Gerek Anayasamız gerekse tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmeler “barışçıl”
amaçlarla önceden izin alınmaksızın toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılabilmesini
kabul etmiştir. Bununla birlikte bizim sistemimiz “bildirim” sistemini kabul etmiş
ve toplantı ve gösteri yürüyüşlerini bildirim yapmak koşuluyla kanuna uygun
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
kabul etmiştir39.Yine ancak “gündüz” toplantı yapılabilmesi kabul edilmiş (TGYK
m. 7); toplantı veya gösteri yürüyüşlerinin yapılabileceği mekan ve güzergahlara
ilişkin mülki amirlere geniş yetkiler tanınmıştır (TGYK m. 6).
ĀĀ
Bildirimi yapılan toplantı veya gösteri yürüyüşünün milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık, genel ahlak veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ertelenebilmesi yahut da yasaklanması da kabul
edilmiştir.
ĀĀ
Bu hükümlere uyulmaksızın gerçekleştirilen toplantı veya gösteri yürüyüşleri ise
“kanuna aykırı” olarak kabul edilmiş (TGYK m. 23) ve bu toplantı veya gösteri
yürüyüşlerinin dağıtılması, dağıtılması için güç kullanımı (TGYK m. 24) ve düzenleyenler ile katılanların cezalandırılmaları (TGYK m. 28) öngörülmüştür.
ĀĀ
Halbuki gerek Anayasa gerekse tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerde bu
konuya ilişkin yer alan kriter toplantının kanuni olup olmaması değil, “barışçıl”
olup olmamasıdır. İHAM de kararlarında toplantının kanuna uygun olmasından
ziyade şiddet içerip içermediği ve barışçıl olup olmadığını dikkate almaktadır40.
ĀĀ
Bu kapsamda Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun Anayasa ile tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerin amacı ve mantığına uygun olarak yeniden
düzenlenmesi gereklidir.
•
Uygulamada toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yönelik müdahale ve güç kullanımında sorun oluşturan en temel noktalardan birisi aşırı güç kullanımıdır. Bazı
hallerde müdahale ve güç kullanımının koşulları oluşsa dahi, müdahale ve güç
kullanımında “ölçülülük” ilkesine uygun davranılmamaktadır.
ĀĀ
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de, gösteri barışçıl olmasa dahi yapılacak müdahaleler ve güç kullanımının ölçülülük ilkesine uygun olması gerektiğini kabul
etmekte ve bu ilkeye aykırı güç kullanımının Sözleşmenin 3. maddesinde yer alan
işkence, insanlık dışı ya da onur kırıcı işlem yasağına aykırılık oluşturduğunu
kabul etmektedir41.
•
Gerek Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu gerekse genel hükümler gereğince
kolluğun yakalama yetkisi mevcuttur. Yakalama yetkisinin doğal bir uzantısı da
yakalama sırasında halin gerektirdiği ölçüde güç kullanılmasıdır. Uygulamada so-
39 Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin koşulları ve sınırlandırılmasına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz.:
Anayurt, Ömer; Türk Anayasa Hukukunda Toplanma Hürriyeti, İstanbul 1998, s. 114 vd.; Atalay, Esra; Türkiye’de Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Özgürlüğü, İzmir 1995, s. 45 vd.
40 Bkz.: Gün ve Diğerleri / Türkiye, 2. Daire, 18.06.2013, Başvuru No: 8029/07, § 49, 50.
41 Bkz.: Abdullah Yaşa ve Diğerleri / Türkiye, 2. Daire, 16.07.2013, Başvuru No: 44827/08, § 50.
105
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
run oluşturan bir konu da yakalama yetkisinin kullanılması sırasında ölçüsüz güç
kullanımı yanında yakalama sonrasında da güç kullanımına devam edilmesidir.
Kolluk görevlilerinin yakaladıkları ve herhangi bir direniş göstermeyen kimselere
güç kullanmaya devam etmeleri hukuka aykırı olup diğer koşulların da varlığı
halinde TCK’nın 256. maddesinde düzenlenmiş olan “zor kullanma yetkisine ilişkin sınırın aşılması” suçunu oluşturabilecektir.
•
Ceza Muhakemesi Kanununun 93. maddesine göre büyüklerin yakalanması veya bir
yerden başka yere nakilleri halinde ancak kaçacaklarına ya da kendisi veya başkalarının
hayat ve beden bütünlükleri bakımından tehlike arz ettiğine ilişkin belirtilerin varlığı halinde
kelepçe takılabilir. Çocuk Koruma Kanununun 18. maddesi ise çocuklara hiçbir biçimde zincir, kelepçe veya benzeri aletlerin takılmasını kabul etmemiştir.
ĀĀ
Bu çerçevede büyüklere zorunlu olmadıkça, çocuklara ise genel olarak kelepçe
takılması hukuka aykırıdır.
•
Gerek tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmeler gerekse düzenlemelerimizde
“çocuk”, daha erken yaşta ergin olsa dahi, onsekiz yaşını doldurmamış kişi olarak
kabul edilmektedir (ÇKK m. 3/1-a).
•
Çocuklar hakkında yürütülecek soruşturma ve kovuşturmalarda ise Çocuk Koruma Kanunu gereğince ayrık düzenlemeler kabul edilmiştir (m. 15 vd.). Bu bağlamda toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılan çocuklara yönelik güç kullanımı,
yakalama vb. işlemlerin uygulanmasında bu ayrık hükümlere dikkat edilmesi gereklidir. Çocukların büyüklerle aynı muameleye tabi tutulması, büyüklerle aynı
yerde tutulması gibi işlemler hukuka aykırılık oluşturacaktır.
•
Gözyaşartıcı gaz veya tozların doğrudan kişiyi hedef alarak kullanılmaması gereklidir. Örn.: kişinin üzerine kapsülün ateşlenmesi, doğrudan gözüne gazın sıkılması vb. işlemler hukuka aykırılık oluşturmaktadır. Bu tür işlemler ölçülülük
ilkesine aykırı olduğu gibi; bazıları kullanımları itibariyle ancak silah kullanma
yetkisi kapsamında hukuka uygun olabilecek işlemlerdir. Dolayısıyla silah kullanma yetkisinin koşulları mevcut olmadıkça bu işlemler hukuka aykırı olabileceği gibi; TCK’da düzenlenmiş kasten yaralama, kasten öldürme suçlarını oluşturabilecektir.
ĀĀ
Esasen Emniyet Genel Müdürlüğü Tarafından 2008 yılında “Göz Yaşartıcı Gaz
Silahları ve Mühimmatları Kullanım Talimatı” yayımlanmış olup; bu araç ve gereçlerin nasıl kullanılacağına ilişkin ayrıntılı koşullar öngörülmüştür. Örneğin,
gaz fişeklerinin doğrudan insan vücudunu hedef almaması, spreylerin en az bir
metre mesafeden sıkılması, direnişe son vermiş kişilere kullanılmaması vb.
106
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
ĀĀ
Dolayısıyla somut olaylarda bu talimatlara ve genel olarak ölçülülük ilkesine uygun davranılıp davranılmadığı belirlenmelidir.
•
Basınçlı suyun içerisine cildi rahatsız edebilecek nitelikte biber gazı vb. maddelerin konulmasının da ölçülülük ilkesine uygun olmadığı kanısındayım.
•
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine müdahalelerde kullanılan güç ve silahın üçüncü kişilere zarar vermemesi gereklidir. Toplantı veya gösteriye katılmayan kişilere
zarar verecek müdahalelerin hiç yapılmaması gerektiği gibi; toplantı veya gösteriye katılan kişilere yapılacak müdahale veya güç kullanımının da üçüncü kişilere zarar vermeyecek ve hatta üçüncü kişiler açısından tehlike oluşturmayacak
biçimde gerçekleştirilmesi gereklidir. Örneğin, toplantı veya gösteri yürüyüşüne
katılanlara sıkılan biber gazının çevredeki konutlarda, işyerlerinde yaşayanlar açısından tehlike veya zarar oluşturmayacak biçimde kullanılması gereklidir.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Sayın Doç. Dr. Ali Kemal Yıldız Hocamıza çok teşekkür ederiz. Güç kullanımının
sınırlarıyla ilgili olan o ince sınırı, çizgiyi bize net bir biçimde açıklamaya çalıştı. Şimdi de Uluslararası Af Örgütü Türkiye temsilcisi Sayın Murat Çekiç arkadaşımıza söz
veriyorum, buyurun.
Murat ÇEKİÇ
Çok sağolun, çok teşekkürler! Bu arada bugün konuşanlar içinde hukukçu olmayan
ilk kişiyim. Belki Sayın İnsan Hakları Kurumu yetkililerine de hani bu dengeyi bundan sonraki toplantılarda biraz daha hukukçu olmayanlar yönünde arttırmalarında
en azından ben yarar görüyorum. Neden derseniz, meseleyi bugün sabahtan beri aslında çok detaylı konuştuk o yüzden ben uluslararası standartlara vesaire çok fazla
girmeyeceğim. Çünkü ortada durumun ne olduğu gayet ortada, yasalar ortada, AİHM
kararları ortada… Ancak biz Oya Ataman kararından ziyade, Oya Ataman’ın kendisine odaklanmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü Oya Ataman kararına odaklandığımız
sürece Adalet Bakanlığı da başka Oya Ataman kararları çıkmasın diye Feray’ın bugün
sabahtan da söylediği planlar programlar yayınlıyor. Ama Adalet Bakanlığı’nın Oya
Ataman’ın haklarını tam olarak kullanabilmesi için planlar programlar hazırlaması
lazım, bunun için de bizim elbette ki hukuku bir yanda tutarak, onu çok önemli bir
mücadele aracı olarak kullanarak, bir yandan da insanların hakları ve bunların var
olmak açısından, mutlu, huzurlu ve onurlu bir hayat yaşamak açısından ne kadar
önemli olduğunu sürekli vurgulamamız gerektiğini hatırda tutmamız gerekli.
107
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Bir yandan da şunu açayım, ben size bugün sadece Af Örgütü’nün bir yetkilisi olarak
değil, aynı zamanda eylemlere katılan, sokağa çıkan bir vatandaş olarak da bir şeyler
aktarmak istiyorum. Çünkü çok sıklıkla eylemlere gittiğimizde – benim ofisim Galatasaray’da, dolayısıyla ofisten çıktığımız anda zaten her Allah’ın günü bir eylemin içindesiniz-… Zaten o eylemlerin bir kısmını ya siz organize ediyorsunuz ya işte İHD organize
ediyor, ya TİHV organize ediyor… Zaten ister istemez kendinizi içinde buluyorsunuz.
Dolayısıyla eylemlere katılanlar açısından eylemler nasıl görünüyor, yani bizim perspektifimizden diğer taraf nasıl görünüyor? Ortada bir polis şiddeti var. Bu polis şiddeti
de işkencenin sokağa taşması aslında. Evet belki hani gözaltı merkezlerindeki işkence
kayıtları sayıları bağlamında, istatistikler azalıyor, değişiyor ama istatistikler bir bile olsa,
binden bire bile düşmüş olsa, o bir kişi hayatının geri kalanını berbat bir şekilde geçiriyor. Her gece kâbuslarla uyanıyor, kimi zaman kalıcı fiziksel hastalıklarla boğuşuyor,
Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi gözlerini kaybediyor ya da başka uzuvlarını kaybediyor… Dolayısıyla buradaki mesele istatistik meselesi değil. İstatistiklerin tek başına
azalıyor olması aslında hayatı daha güzel ya da daha doğru kılmıyor.
Polis şiddeti bizim çok sıklıkla karşılaştığımız bir durum, her sokağa çıktığımızda…
Ancak ondan önce biz sokağa çıkarken neler yaşıyoruz, başımıza neler geliyor bunlardan bahsetmek istiyorum. Bir kere – hani işin izin kısımlarına bugün çok fazla
değinildi, hiç onlara girmeyeyim-, nerede yapacaksınız? Şimdi gösteri yapıyorsunuz,
değil mi? Gösteri adı üzerinde, bugün söylediğimde gülüşmeler oldu, bir şey göstereceksiniz, insanlara ben şu konuda dertliyim deyip, o derdi anlatacaksınız. Örneğin
kadın hakları alanında çalışan arkadaşlarımız çok iyi bilir, Türkiye’nin birçok küçük kasabasında çöp toplanma meselesi, üst geçit, alt geçit yapma meselesi, tamamen
kadınların, ev kadınının sokağa çıkıp gösteri yapmasıyla çözülmüştür. Bu belki çok
büyük bir siyasi mesele olmayabilir ama yani sokağınızda çamur olması, çöp olması
bir ev kadını için gerçekten hayatı berbat kılan bir şey haline gelebilir. Bu insanlar
bunun için gösteri yapmak zorunda. Sokağa çıkıp bir şeyler göstermek istediğinizde,
örneğin Urfa Valiliği size nereyi gösteriyor, 23 Ocak 2014 tarihinde Şanlıurfa Valiliği
bir açıklama yapıyor ve tek tek okumak istiyorum. Urfa’yı bilenler daha da iyi anlar
bunun ne demek olduğunu. Size gösteri yapamayacağınız yerleri okuyorum Urfa’da;
Hükümet Konağı ve müştemilatı, Urfa E Tipi Açık Cezaevi Kurumu önü ve çevresi,
Tugay Komutanlığına ait hizmet binaları önü ve çevresi, Şanlıurfa Adliyesi ve müştemilatı, Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü ve ek hizmet binaları, bu binaların müştemilatları, Balıklıgöl Platosu müştemilatı, Eyüp Peygamber Camii, Hacı Ali Şenlik Parkı,
bunların müştemilatları… Buralarda eylem yok. Buralar dediğimiz yer de bütün Urfa
kent merkezi aslında, özetle. Artı çıkıp neyi protesto edeceksiniz? Örneğin hükümeti
protesto edeceksiniz, ya da valiyi protesto edeceksiniz ya da bir mahkeme görülüyor
adliyede. Oradaki mahkemeye dair bir protestonuz var. Bu eylemleri nerde yapabi108
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
lirsiniz? Bakın Şanlı Urfa Valiliği hiç boş durmamış, nerede yapacağınızı da söylemiş.
Devlet Su İşleri pompa istasyonu var şehrin dışında. Orada gösteriler, eylemler serbest. Gidin sabahtan akşama kadar gösteri yapın diyor valilik. Şimdi, ha burada şöyle
bir ufak detay da var. Devlet Su İşleri binası da bir hükümet, kamu binası olduğu için,
kamu binasının önünde yapacağınız gösteriler için de oradaki yetkililerden ayrıca izin
almanız gerektiği için, hayat yine o kadar kolay değil. Devlet Su İşleri size izin verirse
ya da vermezse gösterinizi yapabilirsiniz. Yani yasal gösteri bu şekilde olur Şanlıurfa’da. Emin olun mesele diğer şehirlerde de çok daha farklı değil.
Haydi güç bela izni aldınız. Mesele bununla da bitmiyor. Hani bu izinli gösteri, izinsiz gösteri meselesi, haydi çözdünüz gittiniz oraya. Çoğu zaman herhangi bir polis
şiddetine ya da bir baskıya maruz kalmazsanız dahi bugün sabahtan Hocam dedi ki,
hani müdahale edilmeyen eylemlerin de sayısını toplayalım... Aslında her eylemin,
Türkiye’de yapılan her bir eylemin içinde bir müdahale unsuru var. Bu kimi zaman
gidip sizin kafanızı coplamak, işte ne bileyim gaz atmak şeklinde olmuyor. Örneğin
bir üyemiz, bizim etkinliklerimizden birine, Af Örgütü’nün düzenlediği 2005 yılında
sanırım Diyarbakır’da yapılmış olan “Kadına Yönelik Şiddete Son” başlıklı ufak bir eyleme katılmış. Aynı üyemiz seneler sonra 2010 yılında başka bir sebeple, hiçbir ilgisi
olmayan sebeple mahkemeye çıkıyor ve orada dosyasında 2005 senesinde “Kadına
Yönelik Şiddete Son” eylemine katıldığı bir iddianamede kanıt olarak sunuluyor. Yani
sizin protesto ederken şiddet görmemiş olmanız, aslında bir yerde o eyleme katılmış
olmanızın şiddet olarak hayatınızda karşınıza çıkmayacağı anlamına da gelmiyor.
Hadi bunlarla da baş ettiniz, meselenin çok ciddi yanlarından biri de, Türkiye’de polis
şiddeti sadece hukuki eksiklikler ya da işte polis eğitimi gibi nedenlerle ortaya çıkmıyor. Çok ciddi bir siyasi irade meselesi de var. Ama bunu sona bırakarak biz yine
polis şiddeti meselesiyle devam edelim. Birleşmiş Milletlerin kolluk kuvvetleri tarafından güç ve ateşli silah kullanılması hakkında temel ilkeleri var. Bugün çok sayıda
standarttan hem uluslararası, hem Türkiye’deki standarttan bahsedildi. Ben özellikle
iki tanesini vurgulamak istiyorum. Bir tanesi bu, çünkü burada çok detaylı bir biçimde polisin hangi koşullarda nasıl güç kullanacağı belirtilmiş durumda. Ancak bugün
çekilen bir fotoğrafı göstermek istiyorum size. Bu fotoğraf, Okmeydanı Cemevi’nde
çekildi. Yerde yaralı, şimdi hastanede bir yurttaşımız var. Polis tarafından vurulmuş
kurşunla ve yer tamamen gazla kaplı. Yerde yatan, gaz bulutunun içinde o sırada yatan kişi de – şu an zaten vurulmuş-, şu an hastanede. Dolayısıyla hani işin orantısızlığı
ne kadar orantılı olduğu vs. Hani yani bu tartışmalar artık İHD’den, TİHV’den, bugün
yani hani haklı olarak o ses geldi. Uygulama çok daha derin ve kronik boyutta diye.
Uygulama bu. Uygulamayı bu resimde görüyoruz. Hani mesele hangi kanuna, kurala ne kadar uyduğunuz, ne kadar uymadığınızdan artık çıkmış, şirazesinden çıkmış
durumda... Öyle ki, polis şiddeti artık Türkiye’de bir yargısız infaz, bir cezalandırma
109
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
uygulaması aracı haline gelmiş durumda. Polis şiddetine maruz kalmak, sizin zaten
bir kere ceza çekmenize neden oluyor. Çoğu zaman hayatınız boyunca kalıcı hasarlarla boğuşmanız, mücadele etmeniz anlamına geliyor.
Türkiye’de kullanılan standartlardan ya da kullanılması gereken standartlardan bir
diğerine geçmek istiyorum. Bugün de bahsedildi, “Barışçıl Toplanma Özgürlüğü Kılavuzu” AGİT ve Venedik Komisyonu tarafından ortaklaşa hazırlanmış bir kılavuz.
Burada da bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bu kılavuzda detaylı bir şekilde barışçıl toplanma özgürlüğünün nasıl gözetilmesi gerektiği, kolluk kuvvetlerinin
ne yapması gerektiği anlatılıyor. Ama özellikle bir noktaya atıfta bulunuluyor: Gösterilerin izlenmesi meselesine. Mesele sadece göstericilerin korunması ve haklarının
kollanması değil, gösterileri izleyen ve takip edenlerin de korunması ve kollanması
olduğunu özellikle vurguluyor. Bakın, Türkiye’de en çok yaşadığımız sorunlardan
biri, çünkü çoğu zaman bireyler eğer göstericiyse başlarına gelen haksızlıklar ya da
zulümler bir biçimde ilişkili oldukları kurumların da desteğiyle gündeme gelebiliyor.
Ama gösterileri sadece izlemek ya da sadece oradan geçerken bakmak zorunda olanlar ya da kalanlar içinse durum böyle değil. Onlar gerçekten de sahipsiz kalıyor. Tek
başlarına kalıyor. Öyle ki gösterilerin izlenmesi meselesinde hani basın mensupları ve
sivil toplum örgütleri ya da insan hakları gibi hem ihlalleri gözleyen, hem o gösterinin
amacını kamuoyuyla paylaşan grupların olması gerektiği gibi bir de işin içinde gösterici olmayanlar var. Çünkü toplumsal tartışmalara katkı sunabilmek için toplumsal
grupların yaptığı eylemlerden haberdar olmak, ne söylediklerini dinlemek insanların
hakkı. Çünkü demokrasi böyle bir şey... Çünkü demokrasi, derdini anlatmak ve derdini anlatanları dinlemekle ilişkili...
Polis, Türkiye’de şiddet aracı olarak çeşitli araçlar kullanıyor. Bunlardan en başlıca gelenlerinden örnekler, bunların nasıl kullanıldığına dair örnekler vermek istiyorum. İlk
başta gelen tazyikli su, tazyikli su, su derken bildiğimiz suyu kastetmiyoruz, musluk
suyu gelmesin aklınıza. Tazyikli su, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun tabiriyle
içine ilaç katılmış su. İlaç dediği aslında burada yakıcı kimyasallar. Çok sayıda vaka,
Af Örgütü’nün iletişim kurduğu çok sayıda insan bu suyun vücutlarında nasıl hasarlar
bıraktığını, kimisinin günlerce vücudunda yanıklarla dolaştığını söyledi. Üstelik büyük bir kısmının da, eğer hani o yanıklardan bir biçimde kurtulsa bile, suyun tesiriyle
yere düştüğü, kafasını, gözünü kırdığı, efendim kolunu, bacağını kırdığı çok sayıda
vaka var.
Bir diğer unsur göz yaşartıcı gaz ya da biber gazı spreyi. Göz yaşartıcı gaz fotoğrafta
gördüğünüz üzere bir kapsül, bir demir kapsülün içinde bulunuyor. Bunu hiç bilmiyorum tuttunuz mu, İstanbul’da sokaklarda çok rahat bulunabilen bir şey bu, yerlerde
boş kapsüller çok bol sayıda var. Tesadüf ederseniz siz de herhangi bir eylem sonrası
110
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
göreceksiniz, gayet ağır bir demir parçası. Dolayısıyla, hani bırakın bir silahı ateşleyiciyi, hani elinizle birinin kafasına atsanız zarar verebilecek bir şey. Ve işin ilginç tarafı
hani hep eğitimden bahsediliyor, bunu kullanabilmek için çok olağanüstü bir eğitime
ihtiyacınız yok çünkü üzerinde kapsülün üzerinde zaten nasıl kullanılacağı yazıyor.
Hani asgari düzeyde okuma yazmanız varsa, bunu doğru dürüst bir biçimde kullanabilirsiniz. Ancak gördüğünüz gibi doğrudan insanların üzerine, kafalarını gözlerini
yarmak için atılıyor.
Çok fazla diğer örneklere girmeyeceğim hızlıca bitirebilmek için ama özel bir vakadan
da bahsetmek istiyorum burada yeri gelmişken. Kimi zaman insanlar gösterici olmasa
da polis şiddetine maruz kalabiliyor, Hakan Yaman gibi. Hakan Yaman Gezi Parkı
eylemleri sırasında 3 Haziran’da her gün gittiği kahvehaneden evine doğru yürürken polis tarafından eylemci sanılarak önce suyla yere düşürülüyor, sonra biber gazı
atılıyor üstüne, ardından ciddi bir dayak yiyor, dayak yerken bir sürü yeri kırılıyor
ve daha sonrasında da öldü varsayılarak, öldü zannedilerek ateşe atılıyor ve bütün
bunlar da bir kameraya çekilmiş durumda. Zaten internette de görüntüleri var. Hakan
Yaman vakasının bizi getirdiği yer aslında cezasızlık konusu çünkü Hakan Yaman’ın
başına bu facia, bu felaket, bu akıl almaz şeyin gelmesi üzerinden bir hafta sonra bir
yıl geçecek. Bugüne kadar ne oldu? Hani bir mahkeme, bir adliye, çok güzel saraylar
var adliye sarayları, hiçbir şey yok. Sadece iki tane polis memuru bir savcı tarafından
ifade vermeye çağırıldı. Bugüne kadar, hukuki anlamda Hakan Yaman’ın başına gelenler için hukuk sistemimizin attığı tek adım bu. Bundan daha ötesine geçilmedi.
Hani Gezi Parkı’yla ilgili büyük davalar var bu süreçte, hayatını kaybedenlerle, şiddet
görenlerle ilgili. Hakan Yaman oradan tesadüfen geçen herhangi bir insandı ve başına
bu geldi. Çünkü failleri tespit edemiyoruz. Bu resimde de görebileceğiniz gibi failler
kask numaralarını bantlarla kapatmışlar. Artı sokaklarda işkenceyi yürüttükleri için
ya da diğer Atatürk Kültür Merkezi gibi kültür merkezinden çıkartılıp gayri resmi,
yasa dışı gözaltı merkezlerine dönüştürülen yerlerde artık bu işkenceler devam ettiği
için kimin yaptığını tespit etmek çok güç. Ve aslında Avrupa Konseyi tarafından, Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından oluşturulan Avrupa Polis
Etiği standartlarının hepsine aykırı her türlü uygulamayı sürekli olarak görüyoruz.
Dolayısıyla aslında iyi kötü bir hukuk düzeni var, hani AİHM var, en kötü işte Oya
Ataman F Tipleri için Sultanahmet’te İHD eylemine katıldığında eylemi yapamıyor,
on sene sonra, altı sene sonra, artık ne kadar süre sonra yaşadığı şey için bir tazminat
alıyor ama mesele bu değil. Yani Türkiye’de de bunu yapabilecek bir hukuk sistemi
belki kurarsınız yarın öbür gün. Mesele sadece bunun standartlarının kurulması değil, bunların gözetilmesi. Zaten insanların AİHM’ye gitmek zorunda kalmaması ya
da zaten insanların başlarına böyle şeylerin gelmemesi... Ve bunun için siyasi irade
çok önemli. Siyasi irade şu an önümüze iki seçenek koyuyor, ya “polis kahramanlık
111
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
destanı yazdı” diyor ya da eğer şanslıysanız, “kusur varsa, kusuru mutlaka tespit ederiz” diyor. Bugün sayın valinin öldürülen gencin ardından yaptığı açıklamadan alınan
bir cümle, şanslıysanız bu oluyor, kusur da bir türlü tespit edilemiyor ondan sonra
AİHM’ye gidiyorsunuz.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun baştan aşağı değişmesi gerektiğini herkes
söylüyor ancak mesele sadece bununla sınırlı değil, bu kanunun ve bununla ilişkili
diğer bütün kanunların, terörle mücadele algısının ve anlayışının eseri olduğunu ve
dolayısıyla bütün ilişkili kanunların, başta TMK da olmak üzere – zaten TMK baştan
yok edilmesi, kaldırılması gereken bir kanun-... Bununla birlikte Terörle Mücadele Kanunu algısıyla oluşturulmuş bütün kanunların değiştirilmesi gerektiğini, polis
ombudsmanı ya da bağımsız polis şikâyet mekanizması gibi, bağımsız kurumların
kurulması gerektiğini, – tabii bu güne kadar Türkiye’deki bağımsız kurum deneyimlerimizin bundan sanırım bir on yıllık bir geçmişi var, bunu da hatırlayarak-… Aynı
zamanda OPCAT, İşkenceye Karşı Sözleşme Ek Protokolünün bugün de Şebnem’in
söylediği gibi derli toplu, olması gerektiği gibi uygulanması gerektiğini ve cezasızlığın
engellenmesi için aslında bütün bu sonuçlarda saydığımız, sabahtan beri söylediğimiz bütün adımların atılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Ama yine dönüp dolaşıp
Hocamın sorduğu, yani “biz bu sorunları tespit edebiliyoruz, buna dair bilgimiz var
ama bundan sonrası ne olacak, sorunları aşmak için kime müracaat etmemiz lazım?”
sorusunu da sanırım bu oturumun açık görüşmesinde konuşacağız. Teşekkür ederim.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Evet, ben teşekkür ederim. Uluslararası Af Örgütü Türkiye temsilcisi Murat Çekiç
arkadaşımızın, belki hepimizin bildiği ama görsel unsurlarla tekrar önümüze getirdiği
o vahim tablolarla tüylerimiz tekrar ürperdi ve olayın vahametini tekrar hatırladık,
kendisine çok teşekkür ederiz. Şimdi üçüncü konuşmacımız İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu’ndan Sayın Dr. Selahattin Ateş, buyurun efendim.
112
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Dr. Selahattin ATEŞ İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu
Kıymetli katılımcılar, hepinize saygı sunuyorum ve esenlikler diliyorum. Öncelikle,
daha önce Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığında, 2008 yılından 2011 yılına kadar çalıştığımı ifade etmek istiyorum. Buradan, yurtdışı görevim nedeniyle ayrıldıktan
tam üç yıl sonra, şu anda Türkiye İnsan Hakları Kurumunda görev yapmakta olan
bazı eski çalışma arkadaşlarımla yeniden birlikte olmaktan dolayı fevkalade mutluluk
duyuyorum. Sayın Başkanımızın nazik daveti üzerine bir arada olmaktan dolayı inanın çok mutluyum. Benim için çok güzel ve özel bir gün.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben şöyle düşünüyordum: “Ben, zaten en son konuşacağım, nasıl olsa üç-beş kişi kalır, hemen sunar, bitiririz”… Ancak, öyle olmadı. Değerli
katılımcılar sabırlılar ve tüm gün bitmesine rağmen hala salon dolu. Ama biz, tüm günün yorgunluğuyla sürç-i lisanda bulunursak affola. Bir Horasan Afganistan’ı sözüyle
söyleyeyim. Eğer “bir dervişin kuru yaprak kadar hediyesi” kıymetinde (burada dervişler
fakir olduğu için kuru yaprak hediyesi götürürmüş) bir katkım olursa kendimi mutlu
addedeceğim.
Ben birkaç ayrı sunum hazırlamıştım ama görüyorum ki bu zaman dilimi “sunuş yapanlar için dar, dinleyenler için bitmek tükenmek bilmeyen bir zaman dilimi”. Dolayısıyla
elimden geldiği kadar konuları hızlı geçeceğim, eksik olan hususları ise soru ve cevaplar bölümünde tekmil etmeye çalışacağım. Bunu bir takım verileri saklamak için
yaptığımı zannetmeyiniz.
2001-2005 Yılları Arası
Toplumsal Olaylar
Yıllar
Eylem
Sayısı
Katılan
Gözaltı
Yar. Siv.
Yar. Güv.
Ölü Siv.
Ölü Güv.
2001
4,131
2,370,607
5,481
37
152
0
0
2002
4,412
1,043,108
3,965
95
131
5
2
2003
5,796
1,945,833
4,014
21
194
1
0
2004
5,261
3,735,529
2,624
39
183
0
0
2005
9,588
4,450,604
2,218
194
350
6
0
20012005
29,266
16,545,594
18,305
386
1,010
12
2
113
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması Suçundan Dolayı Yapılan
Disiplin İşlemleri 2003-2008
Ceza Tür
2003
2004
2005
11
04
1650
1163
598
636
412
47
4506
Günlük Aylık Kesimi
02
05
01
02
01
0
11
Kınama
01
03
0
0
01
0
05
Kısa Süreli Durdurma
14
16
02
05
01
01
39
Uyarma
01
0
0
0
01
0
02
Uzun Süreli Durdurma
08
0
01
0
02
0
13
Zaman Aşımı
08
04
06
02
06
0
26
Genel Toplam
1684
1204
612
645
424
48
4617
Af
Ceza Tayinine Mahal Olmadığına
2006
2007
2008
TOPLAM
15
Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması Sonucundan Dolayı
01.01.2003 Tarihinden 26.11.2008 Tarihine Kadar (Suç Tarihi İtibarıyla)
Hakkında T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K. 'nun 245) Gereğince Disiplin Yönünden İşlem Yapılan Personel Sayısı
2; 0%
39; 1%
5; 0%
13; 0%
26; 1%
15; 0%
11; 0%
Af
Ceza Tayinine Mahal Olmadığına
Günlük Aylık Kesimi
Kınama
Kısa Süreli Durdurma
4506; 98%
Uyarma
Uzun Süreli Durdurma
Zaman Aşımı
Efendim yine 2006 yılında, yine şu anda Ankara’da bu konuda sunum yapan Dr. Kasım
Turgut arkadaşımızla beraber bir araştırma yapmıştık. “Özel de polis, genelde de kolluk kuvvetleri, şiddet kullanıyor, peki niçin şiddet kullanıyor? Sorunsalına(sorusuna)
yanıt aramıştık. Bu sorunun cevabına ilişkin birtakım verilere ulaştım. Belki bu veriler
ışık tutucu olabilir. Şimdiye kadar katılımcıların söyledikleri konuları orda gördüğünüzde, “a bak o zaman da bu sorunlar varmış diyebileceğimiz hususlar” olabilir burada.
114
01.01.2010-21.05.2014 ( Suç Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K.'nun 245) Gereğince Disiplin Yönünden İşlem Yapılan Karar Sayısı
Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması Sonucundan Dolayı
01.01.2003 Tarihinden 26.11.2008 Tarihine Kadar (Suç Tarihi İtibarıyla)
ve Gösteri
Yürüyüşü
Hakkı Çalıştayı
HakkındaToplantı
T.C.K.'nun 256.
Maddesi (Mülga
T.C.K.Düzenleme
'nun 245) Gereğince
Disiplin Yönünden İşlem Yapılan Personel Sayısı
Bir de İçişleri Bakanlığının,
– eğer tabii vakit kalır ise – bu konuya ilişkin birtakım
2; 0%
13; 0%
yapılanlar, yapılamayanlara
ilişkin
birtakım bulgularımız
Af var üçüncü sunumumuzda.
39; 1%
26;
1%
Ama benim 15 dakikam bittiğinde ben konuşmayı bırakırım, soru cevap kısmında
Ceza Tayinine Mahal Olmadığına
5; 0%
isterseniz bu konulara geçeriz. 15; 0%
Günlük Aylık Kesimi
11; 0%
01.01.2010
- 21.05.2014 (Suç Tarihi itabari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kınama
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
KısaDisiplin
Süreli Durdurma
TCK'nın 256. Maddesi (mülga TCK245) gereğince
Yönünden İşlem
Yapılan Karar Sayısı Uyarma
4506; 98%
2010
2011
Ceza Tayinine Mahal Olmadığına
473
825
Dosya İşlemden Kaldırılması
19
Günlük Aylık Kesimi
Uzun Süreli Durdurma
2012
2013
2014
TOPLAM
Zaman Aşımı
437
198
9
1942
122
42
19
1
203
1
0
0
0
0
1
Kısa Süreli Durdurma (4,6,10 Ay)
21
6
24
12
0
63
Soruşturması Devam Ediyor
0
7
19
88
90
204
Uzun Süreli Durdurma (4,6,10 Ay)
15
5
16
5
1
42
Zaman Aşımı
6
2
0
0
0
8
01.01.2010-21.05.2014 ( Suç Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K.'nun 245) Gereğince Disiplin Yönünden İşlem Yapılan Karar Sayısı
203; 8%
1; 0%
63; 3%
204; 8%
42; 2%
8; 0%
Ceza Tayinine Mahal Olmadığına
Dosya İşlemden Kaldırılmasına
Günlük Aylık Kesimi
Kısa Süreli Durdurma (4,6,10 Ay)
Soruşturma Devam Ediyor
Uzun Süreli Durdurma 12,16,20,24 Ay
Zaman Aşımı
1942; 79%
115
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Efendim önceki araştırmamızda gördüğümüz, 2001-2005 yılları arası toplumsal olaylara ilişkin verilere baktığımızda, benim burada üzerinde duracağım, söyleyeceğim,
yaralı sayısına ilişkin ilginç veriler var. Sivil yaralı sayısı 386 kişi, güvenlik kuvvetlerinden yaralı 1010 kişi var. Bu dikkatimi çekti. Sivillerden (12) on iki kişi maalesef
öbür dünyaya göç etmiş. Yine maalesef güvenlik kuvvetlerimizden de (2) iki kişi aynı
şekilde öbür dünyaya intikal etmiş.
Aslında, kazaen ya da bireysel kusura dayalı olarak bir takım olaylar, aşırı güç kullanımı benzeri olaylar istenmese de olabilmektedir. Bunlar etkili bir soruşturmaya
tabi tutulduğunda sorunlar ortadan kaldırılamasa da minimize edilebilmektedir. Asıl
sorun şu; çok net olarak ifade edebilirim ben. Bir yerde işkence var mı yok mu, aşırı
güç kullanımı var mı sorusundan daha önemlisi “Sistematik bir işkence ya da aşırı
güç kullanımı var mı?” sorusudur. Yoksa Amerika’da da, İngiltere’de de, işte bir adamı, (özrü kabahatinden büyük) Müslüman zannedip Brezilyalıyı küt diye öldürmeler
vs. bu tip şeyler oluyor. Yani bunları normaldir demek için söylemiyorum. Bunların
etkili bir soruşturma sonucu cezalandırılmasıyla bu durum kabul edilebilir hale gelebilir. En azından o kişiler için değil, ama vicdanlarımız açısından, “o insanlar etkin
bir soruşturmaya tabi tutuluyorlar mı? Önemli olan budur. Bireysel kusurların hasıraltı
edilmemesi, yapanın yaptığının yanına kar kalmaması, adalet duygusunu pekiştirecek
ve kamu güven ve güvenliğini sağlayacaktır.
Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması Suçundan Dolayı Yapılan
Adli İşlemler 2003-2008
Verilen Karar
2003
2004
2005
2006
2007
Hapis
53
16
07
03
-
Beraat
809
475
64
33
15
01
1397
Takipsizlik
650
572
410
340
137
23
2123
Mahkemesi Devam Ediyor
89
89
45
82
22
11
338
1601
1152
526
458
174
35
3946
Genel Toplam
116
2008
TOPLAM
79
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
01.01.2003-26.11.2008 ( Suç Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K.'nun 245) Gereğince Adli Yönünden İşlem Yapılan Personel Sayısı
79; 2,0%
338; 8,6%
1397; 35,4%
Hapis
Beraat
2132; 54,0%
Takipsizlik
Mahkemesi Devam Ediyor
İkinci olarak önemli gördüğüm ise “sistematik bir işkence, insan hakları ihlali ya da aşırı
güç kullanımı var mı yok mu?” sorusuna verilen cevaptır. Sistematik bir işkence ya da
insan hakları ihlali veya aşırı güç kullanımı olmaması durumu fevkalade önemlidir.
Sistematik bir hak ihlali olmaması durumu devletin güven vermesi ve vatandaşın hak
ve hürriyetlerini kullanabilmesi açısından çok önemli görülmelidir.
Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Son olarak Kullanma
bu01.01.2010-21.05.2014
konudaki
bir hususu(Suç
daha
belirtmek istiyorum. Bireysel ihlaller eğer
Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun
256.
Maddesi
(Mülga
T.C.K.'nun
245) Gereğince
uygulanmazsa,
etkili bir soruşturmaya tabi tutulmaz ve gerekli
ceza-i müeyyideler
Adli Yönünden İşlem Yapılan Karar Sayısı
bireysel kusurlar artarak kamu düzenini bozma ve bireysel hak ve hürriyetleri kullanılamaz hale getirme potansiyeline sahip olabilir ki bu da bireysel kusuru devlet açısından kurumsal kusur haline getirebilir. Bu durumun da sistematik hak ihlali olarak
156; 6,0%
Adli Para Cezası
değerlendirilmelidir.
3; 0,1%
16; 0,6%
8; 0,3%
1; 0,0%
Beraat
Ceza Verilmesine Yer Olmadığına
2003-2008 yıllarını kapsayan, ama daha sonra
makale olarak yayınladığımız bu dö51; 2,0%
233; 8,9%
Davanın Düşürülmesi
nemdeki elde edilen verilere bakıldığında, 4600-5000 civarında disiplin işlemi yaHapis
1; 0,0%
pıldığını görebiliriz. Ancak, sunudan da görebileceğiniz
gibi bu işlemlerin %98 gibi
Hükmün Açıklamasının
Geribir anımı
büyük bölümünde zaten ceza tayinine mahal olmadığı anlaşılacaktır.
Küçük
Bırakılmasına
Karar Verilmesine
OlmadığınaKaypaylaşayım. Ben, özellikle kapalı mekânlarda sigara içilmesine
karşı birYerinsanım.
makamlık yaptığım dönemde sigara içilmesine kesinlikle
müsaade
etmezdim.
Kovuşturmaya Yer Olmadığına Özel2141; 82,0%
likle sağlık kurumları ve eğitim kurumları başta olmak üzere
kamu kurumlarında bu
Soruşturması-Kovuşturması Devam
Ediyor
İnceleme Yapılmasına Yer Olmadığına
117
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
prensibimi ciddiyetle uygulamış bir idareciyim. Bu hususta kurala aykırı davranışta
bulunanlara, hiç birini atlamayarak bir kaç ceza uygulaması yaptığım vakidir. Bu cezaların disiplin cezası uygulaması yanında, kabahatler kanununa muhalefetten mali
ceza uygulamaları biçiminde farklı uygulamaları bulunmaktaydı. Ben disiplin ve para
cezası uygulaması yerine hukuka aykırı eylem ve işlemlerin birçoğunu, ağaç dikme
yönünde uygulamaya çevirmiştim. Ama para cezası verdiklerim de oldu. Bir gün rastladım, Türkiye de 100-160 civarında sigara ile ilgili ceza uygulaması olmuş ve anladım ki bunun yüzde bir kaçını ben vermişim. Buradan hareketle polislerin aşırı güç
kullanımına ilişkin de örneğin Diyarbakır da ön inceleme yapmaya gitmiştim. Yine
küçük bir anımı anlatarak sizleri dinlendireyim: Burada Hanımefendinin birisi İnsan
Hakları Vakfı’ndan “samimi olmak” dedi ya, çok önemli. Bir polise gittim. Yine Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığındayım. Ancak kendi görevimi Teftiş Kurulu’nda da
icra ediyordum. Olay da polis birisini dövmüş, doğru. Cezası var. Ama inanın bir şeye
kilitlendim, raporu yazamıyorum. Polis noktasında mı dövmüş, yoksa kendini korurken ya da ayırırken mi dövmüş? Çünkü ikisi arasında cebir, şiddet var ama cezai açıdan baktığınızda çok ciddi bir sorumluluk farkı bulunmaktadır. Polislere soruyorum,
hayır orada dövmedi diyorlar. Vatandaşa soruyorum, şikâyetçilere soruyorum, hayır
orada, polis noktasında dövdü polis diyorlar. Ne karar verirsiniz? İki tane Diyarbakırlı
delikanlı çıktı dedi ki, “Ağabey bak, zorluyorlar beni ama bunu burada dövmedi, şurada,
hastane girişinde, şöyle yaptı o sırada dövdü” diye tashih de bulundu. Uyarma, kınama
falan değil, daha üst, aylıktan kesme gibi bir ceza teklif ettim. İsmi de Murat’tı. Bir alt
ceza teklif ettim. Ne yaptılar, bilmiyorum. Takip etmedim. Ama o çocuğu, orada, polis
noktasında etkisiz hale getirdikten sonra dövdü deselerdi, meslekten ihracı yönünde
rapor hazırlamam gerekecekti. Etkili bir soruşturma gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya
çıkarılması olmalıdır. Leh ve aleyhte tüm verilerin ve bilgi ve belgelerin tam ve eksiksiz toplanmasını gerektirir.
Esasında, hani derler ya “pabuçları arada bir bizim değiştirmemiz” gerekecek. Siz de
şöyle düşünmeyin lütfen, “sonuna kadar bekledik ama değdi, nihayet uygulamadan biri
geldi” diye değerlendirmeyin. Tüm oklarınızı bana yöneltmeyeceğinizi umuyorum.
Ben sadece kendi açımdan vicdanen hissedebildiklerimi ve hukuken doğru bulduklarımı sizinle paylaşacağım. Ama şu yansıya baktığımızda eğer, tüm işlemlerin % 98’inin
ceza tayinine mahal olmadığına kani olunarak, cezai bir işlem yapılmadıysa, bir yerlerde bir sıkıntı olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunun da doğal olarak kendine
göre nedenleri var. O bulduğumuz nedenlere vakit kalırsa geçerim.
118
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
01.01.2003-26.11.2008 ( Suç Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K.'nun 245) Gereğince Adli Yönünden
İşlem Yapılan
Sayısı Arasında Zor
01.01.2010 - 21.05.2014
(Suç Tarihi
itabariPersonel
ile) Tarihleri
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
TCK'nın 256. Maddesi (mülga TCK245) gereğince
79; 2,0%
Adli Yönden
İşlem Yapılan Karar Sayısı
338; 8,6%
1397; 35,4%
Adli Para Cezası
Beraat
2010
2011
2012
2013
2014
TOPLAM
2
1
0
79
47
0
0
3
Hapis
3
0
156
Beraat
0
0
8
0
4
27
Ceza Verilmesine Yer Olmadığına
2
6
0
54,0%
Davanın2132;
Düşürülmesi
0
3
1 Takipsizlik
0
Hapis
1
0
1
Hükmün Açıklanmasının Geri
Bırakılmasına
0 Mahkemesi
0 Devam0Ediyor
28
11
8
4
0
51
Karar Verilmesine Yer Olmadığına
0
1
0
0
0
1
Kovuşturmaya Yer Olmadığına
345
440
695
613
48
2141
Soruşturması-Koğuşturması Devam
Ediyor
57
53
72
42
9
233
İnceleme Yapılmasına Yer Olmadığı
0
16
0
0
0
16
01.01.2010-21.05.2014 (Suç Tarihi İtibari ile) Tarihleri Arasında Zor
Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırların Aşılması Suçundan Dolayı Hakkında
T.C.K.'nun 256. Maddesi (Mülga T.C.K.'nun 245) Gereğince
Adli Yönünden İşlem Yapılan Karar Sayısı
3; 0,1%
156; 6,0%
16; 0,6%
8; 0,3%
1; 0,0%
51; 2,0%
233; 8,9%
1; 0,0%
Adli Para Cezası
Beraat
Ceza Verilmesine Yer Olmadığına
Davanın Düşürülmesi
Hapis
Hükmün Açıklamasının Geri
Bırakılmasına
Karar Verilmesine Yer Olmadığına
2141; 82,0%
Kovuşturmaya Yer Olmadığına
Soruşturması-Kovuşturması Devam
Ediyor
İnceleme Yapılmasına Yer Olmadığına
119
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
2012-2014 verilerine de kısmen ulaştım. Şikâyetler, olaylar azalmış ama yine şuradan yansıya doğru bakarsanız % 79 oranında ceza tayinine mahal bulunmamaktadır.
Aylıktan kesme cezası var, kısa süreli durdurma var 63 tane. Uzun süreli durdurma
var 42 tane. Zaman aşımı var vesaire. Ancak dikkat ederseniz %1’lerde %2’lerde. Bu
durumda “ya gereksiz şikâyet bulunduğunu, ya da etkili bir soruşturmayı önleyen meslek
taassubunun var olduğunu, ya da her iki nedenin belli oranlarda varlığını kabul etmemiz
gerekecektir.” Ya da düzenli veri ve bilgi temininde aksaklıklar gibi başka bir şeylerden
de söz edilebilir. Sıkıntılara ilişkin karine ve delaletler, bu değerler den sezilebilir. Bu
değerlere dair size şunu söyleyebilirim: Bunlar resmi veriler değil, benim ulaşabildiğim, akademik yönümle ulaşabildiğim veriler.
Peki, 2003-2008 arasındaki adli işlemler nasıl? Yine yansıdan görebileceğiniz gibi
3900-4000 civarında adli işlemler bulunmaktadır. Mesela hapis cezası var, 53-16 vesaire 79 kişi hapsedilmiş. Orantısız güç kullanımı gibi hak ihlalleri durumunda hiçbir
şey yapılmıyor da değil, onu da söyleyeyim sizlere. Takipsizlikler var, beraatlar var,
mahkemesi devam edenler var. Ama yine de hapis cezası %2. Peki daha fazla olmalı
mı? Dünyadaki uygulamalar nasıl? Bu da ayrıca karşılaştırılması gereken bir konu.
2012-2014 yılları arasında yalnız cezai işlemlerin biraz daha azaldığını söyleyebiliriz.
Mesela hapis bir tane, fakat burada hapis cezalarında hakim arkadaşımız Adem Aktan
Bey’e sormak lazım, hükmün açıklanmasının geri bırakılması konusu, hapis cezalarını
da içermekte midir? Bilemiyorum ama belki içeren hapis cezaları da vardır. Dolayısıyla bu rakam biraz daha yüksek de olabilir.
Kuşkusuz konunun ayrıca bu yönüyle de değerlendirilmesi lazım.
120
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
2003-2008 Yılları Arasında Kötü Muamele Suçundan Hakkında
İşlem Yapılan Jandarma Personeli ile İlgili İstatistiki Veriler
Yıllar
Yargılanan
Yargılama
Sırasında
Açığa Alınan
Yargılama
Sonucunda
Ceza Alan
Meslekten
Çıkarılan
2003
64
-
01
-
36
101
2004
82
01
02
01
61
147
2005
28
02
-
-
08
38
2006
12
01
01
00
06
20
2007
09
-
03
-
03
15
2008
01
-
-
-
-
01
Top:
196
04
07
01
114
322
Yargılaması
TOPLAM
Devam Eden
2003-2008 Yılları Arasında Kötü Muamele Suçundan Hakkında İşlem
Yapılan Jandarma Personeli İle İlgili İstatistiki Veriler
Yargılanan
114; 35,4%
Yargılama Sırasında Açığa Alınan
196; 60,9%
Yargılama Sonucunda Ceza Alan
Meslekten Çıkarılan
Yargılaması Devam Eden
4; 1,2%
1; 0,3%
7; 2,2%
Jandarmadaki duruma bir göz atarsak, cezai işlemlerin biraz daha az olduğu görülecektir. Çünkü jandarma bölgesi toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmaya, fikir hürriyetine çok elverişli mekânlar değil. Zira buralar daha kırsal, çok kırsal bölgeler. Yine
jandarma bölgesinin bir dilimlenmiş hali yansıda görülebilir. Evet, bu kısım, bu kadar. Biraz hızlı biçimde geçeyim, çünkü belki soracağınız, merak ettiğiniz şeyler olabilir.
121
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
2006’da yaptığımız araştırmanın 2008’de makaleye çevrildiği sırada birtakım sonuçları var elimde. Onlardan sadece özetle bugün anlatılanlara benzeyen ya da destekleyen
ya da tam aksi istikamette olan konuları sizinle paylaşmanın daha yararlı olacağını
düşünüyorum. Bunun için iki temel kavramı tanımlamamız gerekmektedir:
Hukuk Dışı Güç Kullanımı: Uluslararası düzenlemeler ve yasalarımızda öngörülen
makul ölçülerin dışında, gerçekleştirilecek meşru amaçla orantısız bir zor kullanma
aşırı güç kullanımı olarak ifade edilmektedir.
Orantılılık İlkesi: Kolluk birimleri tarafından kullanılan kuvvet ile elde edilmek istenen amacın orantılı olması halidir.
Konuya bir giriş yapmak istersek temel sorun kolluğun kullanacağı gücün hangi durumlarda ve nasıl kullanılacağıyla ilgilidir ama gücü kötüye kullanma durumunda
ise sorunun öteki yüzü ortaya çıkmaktadır. Kısaca ülkemizde iki temel sorun olduğu
kabul edilmektedir:
1. Toplumsal olaylarda kolluğun orantısız güç kullanması,
2. Aşırı güç kullanıldığına ilişkin iddialarla ilgili etkin soruşturma ve yargılama
yapılamaması,
Hukuk dışı güç kullanımı ile ilgili soruşturmalar ise iki temel alanda yapılmaktadır:
1. Ceza Soruşturmaları
2. Disiplin Soruşturmaları
Peki, polis hangi durumlarda güç kullanır ve bu gücü hangi ölçüde kullanır? Mevzuata göre;
Polisin
direnişle karşılaşması
Gücün
direnişi kırmak amacıyla kullanılması,
Direnişi
kıracak ölçüde zor kullanılması,
Direnenleri
Kademeli
etkisiz hale getirecek şekilde kullanılması,
ve artan nispette (bedeni ve maddi güç) kullanılması,
Orantılılık
ve ölçülülük içinde kullanılması gerekmektedir.
Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması Suçu TCK 256. Maddede belirtilmiştir: “Zor kullanma yetkisine sahip kamu görevlisinin, görevini yaptığı sırada, kişilere karşı
görevinin gerektirdiği ölçünün dışında kuvvet kullanması hâlinde, kasten yaralama suçuna
ilişkin hükümler uygulanır.”
122
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Hukuk dışı güç kullanımı ile ilgili ceza soruşturmaları 4483 sayılı Memurlar ve Kamu
Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun kapsamında görülmemiştir. Zor Kullanma Yetkisine İlişkin Sınırın Aşılması suçunu doğrudan cumhuriyet savcıları soruşturmaktadır. Araştırmalarda bu suçun işlendiği tespit edilirse konu Cumhuriyet
Savcılarına bildirilmektedir. Konunun Cumhuriyet Savcısına intikali 657 Sayılı Devlet
Memurları Kanunu 131. Maddesine göre ve yapılacak disiplin soruşturmasını engellememektedir. Hukuk dışı güç kullanımı ile ilgili disiplin soruşturmaları her güvenlik
kuruluşunun iç mevzuatında düzenlemeye tabi tutulmuştur: Buna göre;
Emniyet Örgütünde çalışan her sınıftan memura verilecek disiplin cezalarını gerektiren eylem, işlem, tutum ve davranışlarla cezaların derece ve miktarı Emniyet Teşkilatı
Disiplin Tüzüğünde gösterilmiştir.
Jandarma ve Sahil Güvenlik personeli hakkında uygulanacak disiplin hükümleri, Askeri Ceza Kanunu ve Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu Yargılama Usulü ve Disiplin Suç
ve Cezaları Hakkındaki kanunlarda düzenlenmiştir. Aşırı güç kullanımına karşılık
gelen disiplin hükümleri uyarma, 12 ay süreli kademe ilerlemesinin durdurulması,
16 ay süreli kademe ilerlemesinin durdurulması ve meslekten çıkarma olarak belirlenmiştir.
Mülkiye teftiş kurulu tarafından yürütülen araştırma ve soruşturmalar ve düzenlenen
raporlara gelince; Kurul kolluk birimlerinin her türlü iş ve işlemleri hakkında teftiş ve
soruşturma yapmaya yetkilidir. Ancak bu yetkinin kullanımı İçişleri Bakanının emri
ve onayına bağlanmıştır. Mülkiye Müfettişleri polis ya da jandarma kökenli değildir.
Mülkiye Müfettişleri asgari sekiz yıl fiili kaymakamlık yapmış olanlar arasından sınavla seçilmekte ve üçlü kararname ile atanmaktadır.
İçişleri Bakanlığı Teşkilat kanunda Bakanlığın: “Anayasada yazılı hak ve hürriyetleri
korumak ” şeklinde tanımlanan çok kritik bir görevi vardır. Bu görev, hak ve hürriyetlerin korunması için kolluk birimlerinin güç kullanmasını gerektirdiği gibi, kolluğun
aşırı güç kullanmasının da önlenmesini gerektirmekte, ayrıca özgürlük ve güvenlik
arasında bir denge oluşturmayı beklemektedir.
Güç kullanımı ile ilgili araştırma ve soruşturma başlatılması da herhangi bir araştırma
ve soruşturma başlatılmasından farklı değildir: Buna göre alınan ihbar ve şikâyetler
üzerine, kamuoyuna yansıyan haberler üzerine, valiliklerin talebi üzerine, görevdeki
müfettişlere gelen ihbarlar veya müfettişlerin talebi üzerine soruşturma başlatılabilir.
Güç kullanımı ile ilgili mülkiye müfettişleri tarafından düzenlenen raporlar beş çeşit
olabilir:
123
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
1. Araştırma Raporu
2. Tevdi Raporu
3. Disiplin Raporu
4. İnceleme Raporu
5. Ön İnceleme Raporu
Ancak aşırı güç kullanımı ile ilgili yapılan araştırma ve soruşturmalarda bazı güçlüklerle karşılaşılmaktadır: En başta zor kullanma yetkisine ilişkin sınırın aşılması
suçunu işleyen kolluk mensuplarının tespit edilmesi ciddi bir sorundur. İkinci olarak toplumsal olaylarda görev alan sivil kolluk görevlilerinin tespiti daha da zordur.
Üçüncüsü geç görevlendirme durumunda kayıtların silinmesidir. Ayrıca, birim amirleri zor kullanmaya ilişkin yetkiyi aşan memurları bildirmesi halinde birim içerisindeki saygınlığını kaybedeceği yönündeki düşünce ve kurum içi güçlü dayanışma sebebiyle polis müfettişleri tarafından yetersiz soruşturma yapılması ayrı ayrı sorunlardır.
Bir başka ciddi sorun ise emniyet örgütü disiplin tüzüğünde zor kullanmaya ilişkin
sınırın aşılması fiiline karşılık gelecek disiplin cezası tanımı olmaması ve buna ikame
edilen cezaların yelpazesinin uyarmadan meslekten çıkarmaya kadar ciddi bir skalada
yer almasıdır. Bilgi alınamaması halinde “açığa alma” işleminin olumsuz etkilerinin
fazla olması ise son olarak bahsedebileceğimiz güçlüklerdendir.
Yapılan bir örnek olay soruşturması ile ortaya çıkan bulgu ve sonuçlar aşağıdaki gibi
belirtilmiştir:
“…. kapsamında 06.03.2005 tarihinde, İstanbul Beyazıt Meydanında düzenlenen
izinsiz gösteriye müdahale eden güvenlik görevlilerinin aşırı güç kullanmak suretiyle
yasal sınırları aştığı şeklinde görsel ve yazılı medyada iddialar yer alması, konunun
AB yetkili organlarında da tartışma konusu olması, sonucu yapılan değerlendirmede;
1. Terör örgütleri sempatizanları ve militanların oluşturduğu gurubun kanunsuz
toplantı ve yürüyüşler sırasında kitleleri provoke ettiği,
2. Görev yapan personelin çoğunlukla yeni polisliğe başlamış, askerliğini yapmamış, eğitim eksikliği bulunan ve ekonomik olarak yetersizlik yaşayan personel
olduğu,
3. Çevik Kuvvet personelinin karıştığı suçlar arasında; silahla tehdit, darp etme
iddiası, şahsa kötü muamelede bulunma suçunu işleyenlerin yaygın olduğu,
4. İzlenen görüntülerde çevik kuvvet dışında bazı genel hizmet sınıfından personelin de göstericilere müdahale ettikleri,
124
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
5. Meydana gelen olaylar ve polisin müdahale tarzının İçişleri Bakanlığının “Toplumsal Olaylar, Müdahale ve Esasları” Genelgesine uygun olmadığı,
6. Olaydan hemen sonra yapılan değerlendirme toplantısında kamuoyuna yansıyan bazı olaylara hiç değinilmediği,
7. İl yönetimi tarafından meydana gelen olaylar üzerinde asayiş ve haftalık değerlendirme toplantılarında yeterince üzerinde durulmadığı,
8. Çevik kuvvetten sorumlu amirlerin emrinde çalışan polis memurlarını yeterince yetiştiremedikleri,
9. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılması konusunda uygulamada bazı sorunların olduğu, bu durumun da Polisin işini zorlaştırdığı,
10. Gündem yaratmak isteyen grupların kendilerine polisin sert müdahalesi için
ortam yaratmak istediği, Çevik Kuvvet polisinin de onların bu oyununu iyi
tahlil edemediği,
11. Yapılan müdahalenin iyi planlanamadığı, kullanılacak güç ve bunun için seçilecek araçların iyi tespit edilemediği, adeta göstericileri yakalama ve gözaltına
almak yerine cezalandırma mantığının ön plana çıktığı,
12. İzlenen görüntülerden planlı ve sistemli bir müdahalenin yapılamadığı, özellikle bazı polislerin bireysel hareket ettikleri, gruplarından ayrıldıkları ve gereksiz yere orantısız güç kullanıldığı,
13. Toplumsal olaylara müdahale eden personelin yüzlerinde genellikle kask veya
gaz maskesi olması nedeniyle tespitin yapılamadığı,
14. Olayların, basın açıklaması adı altında yolun trafik akışının engellenerek yapılmak istendiği anlaşılmıştır.
Bu olayın tahlilini yapan müfettişler;
1. Toplumsal olay polisinin profesyonellikte eksikliğine vurgu yapan eğitim sorunu;
2. Toplumsal olaylara müdahalenin iyi planlanmadığından bahisle bir yönetim
ve planlama sorunu;
3. Toplumsal olay sonrası değerlendirmelerin yeterli düzeyde yapılmadığından
bahisle sivil üst düzey yönetici sorunu;
4.
Çevik kuvvette çalışan polis memurlarının tecrübesiz, genç ve sorunlu memurlardan oluştuğundan bahisle bir organizasyon ve yapılanma sorunu;
125
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
5. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının, ifadeyi açıklama ve yayma
hürriyetinin kullanılması ile karışacak biçimde suiistimal edildiğinden bahisle
uygulamada yasal eksiklik sorunu bulunduğunu tespit etmişlerdir.
Burada düzenlenen raporlara bakıldığında;
1. Aşırı ve orantısız güç kullanımı gerekçesiyle Cumhuriyet Başsavcılığına verilmek üzere Tevdi Raporu;
2. Aynı polis memurlarının eylemleri hakkında aynı zamanda Disiplin Raporu;
3. Amirler hakkında emrinde çalışanların yetiştirilmesi, eğitimi ve gözetimi görevini yeterince yerine getirmedikleri değerlendirildiğinden haklarında Disiplin
Raporu;
4. Bazı polis amirlerinin uzun yıllar aynı birimin başında olmasının bazı sorunlar yarattığı düşünülerek takdiri Bakanlık makamına ait olmak üzere, Görev
Yerinin Değiştirilmesi teklifini içeren Değerlendirme Raporu düzenlendiği görülmüştür.”
Bu örnek olay ve Dr. Kasım TURGUT ile birlikte yaptığımız araştırma birbirini tamamlamakta ve buna göre temel sorunlar şöyle ortaya çıkmaktadır:
Birinci sorun alt düzenlemenin en üst düzenlemeye uygun hale getirilmemiş olmasıdır. Efendim 2001’deki en büyük konumuz şuymuş bizim. Avamca bir ifade kullanayım konunun anlaşılması açısından: “Arkadaş, demişiz, 2001’de bir değişiklik olmuş Anayasa’da
fakat ilgili yasa hâlâ eski telden çalıyor.” Bakıyorsunuz bugün aynı şeyler söyleniyor,
değil mi Sayın Hocam, bu konuyla ilişkilisiniz. 2014 yılında birkaç değişiklik var,
bakın şuradan görebilirsiniz. Hükümet Komiserinin kaldırılması bence burada bir şey
ifade eder ama esasa ilişkin değerlendirmiyorum. Bir saat arttırması vs. çok doyurucu
değil ama adım adım bunu da küçümsememek lazım. Roma bir günde kurulmadı!
Yani birtakım güzel şeyler de bir günde herhalde kurulmayacaktır diye değerlendiriyorum. Ancak, temeldeki yasaların Anayasaya uygun hale getirilmesi sorunu hala
yerini korumaktadır.
İkinci olarak şiddetin sebep unsurlarının ortadan kaldırılması gereğinden bahsedebiliriz.
O zamanki araştırmamız bire bir görüşmelerle yapılmıştı. En başta eğitim… Eğitim
arttıkça şiddet azalmıyorsa bu eğitim sisteminin daha radikal biçimde yenilenmesi gerekebilir. Polisin stres yönetimi de bu eğitimin yaygın ve örgün eğitim içerisinde ama
bana göre başka şeyler de var. Bir arkadaşımız bugün konuşurken söyledi, ciddi ve
dikkate değer biçimde kentsel alanlar daralıyor. Türkiye’de zaten meydanlar, kamusal
kullanıma ayrılan alanlar, hobi alanları ve benzeri alanlar çok fazla yok. Dolayısıyla
yerel yönetimler, insanların stresini ortadan kaldırabilecek yerler hazırlamadığı sü126
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
rece bu sorun kapalı kapılar ardındaki sıralarda verilen eğitimle bir yere varması zor
görünmektedir. Şimdi diyeceksiniz ki, efendim Dikmen Vadisi var, Öveçler Vadisi
yapıldı ama nüfus o kadar hızlı artıyor ki, oraların ihtiyacı karşılaması mümkün değil. Dünya değerlerine baktığımızda Hong Kong yüzde ellilere yaklaşan bir kamusal
alana sahip. New York üçte birden fazla kamusal alanı olan bir şehir. Londra bunun
yarısı kadar kamusal alanı içinde barındırırken, İstanbul’da bu oran yüzde birin biraz
üzerinde yer almaktadır. Dolayısıyla bence buralardan da başlamak lazım. Yani iyi bir
kentleşme yapmadan, biz iyi bir vatandaş, iyi bir insan, rahat bir insan oluşumuna
katkı sağlayabilir miyiz? Bunlara da bakmak gerekir diye değerlendirmişiz o çalışmada ve şu anda da hâlâ bu fikrimde sabit duruyorum. Eğitim sistemimiz sınavdan
sınava yarış yaparken, insani gelişmeyi ihmal ederse, bu kez zaten az olan kamusal
alanlarımız nedeniyle sorunlu bir şehir ve halkı oluşacaktır. Hobisi olmayan bir insan
ne yapar? Stres olur, Galatasaray maçını bekler, spora bakar, spor yapmaz, olmadı bir
eylem bekler bu stresini artmak için.
Hem Anayasal hak ve hürriyetlerini sonuna kadar kullanmak isteyen vatandaşlar, hem
de bu hak ve hürriyetin kullanımını sağlamak ve diğer 3. kişilerin haklarını korumak
zorunda olan güvenlik kuvvetleri arasındaki ilişkiyi anlamak için her iki tarafa da
yakın gözlemler yapmak gerekmektedir. Gerçekte ben bu eylemlere baktığımda iki
tarafı da, iki yönüyle görebildiğimi söyleyebilirim size. Çünkü hem İnsan Haklarında
çalıştım, hem de devletin şu güzergâhlarını belirleyen grubunda, mülki idare amiri
grubunda yer aldım. Ayrıca ülkenin bir vatandaşı olarak caddede, sokakta bulunmaktayım. Ortada bir başka sıkıntı daha var ve o sıkıntı şu: Birbirini hiç anlamayan insan
toplulukları var, hiç birinin sözü bir diğerine gitmiyor. Çok üzgünüm, ama bu sorun
çözülmedikten sonra, iki tarafın da birbirini anlayabilmesi olası görünmüyor. Dahası
bu sorun yanın da Türkiye’de çözülmediği takdirde bütün problemlere çözüm bulma
konusunda yol almamızı önleyecek bir husus daha bulunmaktadır: “samimiyet” – Hanımefendi biraz önce belirtti-, bir daha söylüyorum, şu samimiyeti herkesin kendisine
esas kabul etmesi lazım. Yoksa ülkenin vatandaşa bahsetmesi gereken huzur ve güven
çık ciddi olarak yara alacaktır. Mesela çok basit bir şey söyleyeyim. Orada, üçüncü
sunum grubunda söyleyecektim ama yeri geldiği için söylüyorum. Basın açıklaması…
Biz o zaman 15 kişiye kadar, bildirim zorunluluğu da olmasın, serbest olsun dedik.
Hiçbir şekil, şart olmasın. Önerimiz oydu yani, kabul ederler, etmezler... Eğer basın
açıklaması 3000 kişiyle oluyorsa burada samimiyetin sorgulanması lazım. Bunu niye
siz sorgulamazsınız? (dinleyicilerden biri “Niye olmasın?” diyor) Niye olmasın? Sorusunun cevabı, çok basit. Zira bu toplantı ve gösteri yürüyüşü olur da ondan dolayı olmaz. Basın açıklamasının, yani hakkın amacı, ben kendi açımdan söylüyorum, bakın
tekrar ediyorum. Kimseyi bağlamaz, İçişleri Bakanlığı’nı bağlamaz. Benim kanaatim,
basın açıklamasının amacı, fikri medyaya duyurabilmektir. Bunun için illa şu kadar
127
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
güçlü görünmeye gerek yok. Çok yerde gördüm. Mesela çok basit bir tanesini söyleyeyim. Muzaffer Bey’le beraber 2013 yılında Hollanda’ya gitmiştim. Kadının biri iki
arkadaşıyla gitmiş Greenpeace eylemleri için sırayla üç kişi nöbet tutuyorlar, sekizer
saatten. Ve o kadar etkiliydi ki… Ama sabah erken saatte o soğukta kalkıp orada
duruyordu. Orada duruyor, hiçbir şey yapmıyor... Sadece elinde, içlerinde bir Türk
aktivistin de olduğu Rusya tarafından gözaltına alınan Greenpeace eylemcilerinin fotoğrafı ve tutuklandıkları bilgisi yer alıyor.
Kısaca, bu stres unsurlarının ortadan kaldırılması gerektiğini, bunun içinde şehir
planlarının kamusal alanları yeterince ve etkili kullanmaya açık bir biçimde yapılması
gerektiğini, insanların yetiştirilirken hobi sahibi yapılması gerektiğini, iş hayatının da
esnek ve tatminkâr olması gerektiğini düşünüyorum. Bir başka ifadeyle, toplumun
nabzını düşürmek ve stres unsurlarını ortadan kaldırmak için bu konular üzerinde de
durulması gerekir.
Bir hakkın kullanılması ya da hakkın kullandırılmaması meselesinin ortaya çıkabilmesi için etkili bir sivil denetim sağlanması da gerekmektedir. Devletin her zaman
vatandaşın haklarını korumak yanın da ve belki daha fazla devleti ve çalışanlarını
koruma refleksi vardır. Bu kötü niyetli bir yaklaşım da olmayabilir çoğu zaman. Hızlı
geçiyorum; İngiltere de bulunan IPCC’ye (Independent Police Complaints Commission) gitmiştim. Her ne kadar daha sonra meclisin 29 Ocak 2013 tarihli raporuyla
temel amaçlarını gerçekleştirmekten uzak kaldığı eleştirisi yapıldıysa da; bizim ziyaretimizin yapıldığı 2008 yılında “küçük ama etkili bir kurum” olarak tanımlanmaktaydı. Yani en azından yaptığı işler bir şeye benziyordu. Ben beğenmiştim oradaki
çalışmalarını. Zira olmaması durumunda polisin keyfiliği ne kadar daha artabilir ve
keyfilik sınırı nereye kadar sürebilir? Türkiye de de bağımsız bir şikâyet komisyonu
kurulabilir ama şundan da endişe ediyorum. Hiçbir bağımsız kurul yokken birden
işte ombudsmanlık, işte insan hakları kurumu, polis soruşturma bağımsız kurulu…
Aslında bir çok etkisiz kurum olacağına, en uygun büyüklükte etkin ve uygulanması
güzel örgütler olmasında bence fayda var. Yoksa bin tane örgüt olmuş, fakat çok az
iş yapan ve amaçlarını yerine getiremeyen bir ya da bin örgüt… Kim bunun çok iyi
olacağı, olduğu kanaatinde olabilir ki? Zaman israfı yanında birbirinizi kandırmaktan
öteye gitmez. Keynesyen iktisadın önerdiği bir çukur açma ve yeniden onu kapama
gibi bir şey bu. Ne kamu güveni sağlanabilir, ne alternatif üretim harekete geçirilebilir
ne de temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasında bir ilerleme sağlanabilir. Bu bireysel
kanaatim. Lütfen bundan dolayı beni yargılamayın. Dedim ya bu buluşmanın amaca
ulaşması için samimi olacağım size. Görebildiklerimi ki yanlış da görüyor olabilirim,
sizlerle eksiksiz paylaşacağım. Eleştirirsiniz, size de katılırım, zira her eleştiri hakikat
kıvılcımlarının ortaya çıkmasına yardımcı olur.
128
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Evet, teşkilât amaca uygun teşkilatlanamıyor bazen ülkemizde. Toplumsal olaylara
müdahale eden üst kadrolar kişilere göre oluşturulabiliyor bazen, oysa temel amaçlara
uygun kadroların bulunması gerekir. Oraya gelen insanlar genelde genç, sorunlu ya
da kendilerini itilmiş hisseden, yılgın ve dejenerasyona uğramış kadrolar olabiliyor.
Ayrıca çevik kuvvetin maçlar, sergiler, törenler gibi asli olmayan birçok görevle asli
görevlerinin ikincil hale gelmesi de bir başka sorun kaynağı. Çevik kuvvet polisinin
çalışma şartlarının zorluğu da ayrı bir sorun: İkinci emre kadar hazırda bekleme, on
iki-yirmi dört çalışma, inanın hapishane gibi yani. Buna, maddi kaynaklardaki yetersizlikler ve aybaşında ay sonu mali tablosunu görme gibi bir takım zorluklar oluşması
da eklenirse, neredeyse polisin sabrını takdir etmeniz de gerekebilir. Bir de olayın
bu boyutu var. Onları dinlerken bakın, hala hissediyorum onu. Adamlar yılmış yani,
polis yılmış, gösterici yılmış, vatandaş üçüncü kişi olarak yılmış. Yıkılmış bir Pirus
zaferi kazanacak Türkiye bir gün herhalde. Herkes bitmiş fakat Türkiye kendi gücünü
kaybetmiş olacak. Yani buna gerek var mı bilmiyorum. Medeni bir devlet ve medeni
bir millet olarak oturup toplumsal uzlaşıya varma zamanı gelmiş görünüyor.
Toplumsal olaylarda en önemli hususlardan biri de provokasyonların önlenmesidir.
Üç taraf var burada, yani biri gösterici, hakkını kullanan, o hakkı da kullanma hakkı
olan insanlar. Birisi de hem o göstericilerin o hakkı kullanmasını hem de üçüncü
kişilerin korunmasını sağlayacak olan emniyet mensupları var. Ve üçüncü taraf ise
üçüncü kişiler. Şimdi bir gerçek var, o da şu: Her ülkede, mesela İspanya’da efendim
yıkıcı birtakım gösteriler olabilir. Bence sorun şu: Her ülkede bu olabilir ama her gösteri yıkıcı hale dönüşebiliyorsa burada bir sıkıntı var demektir. Bunu dikkatle okumak
lazım, kim okuyacak bilmiyorum. Çünkü insan yüksek tansiyona alışır, ama birden
belli bir zaman sonra hayatı biter gider. Çok anlamsız bir şey çıkar karşımıza.
Onun da ötesinde algı yönetimini çok önemli görüyorum ben. Obama’nın 2011 yılında bir açıklamasında duymuştum. “Algı gerçekliktir” demişti. Ben böyle, “algının gerçeklik olduğu” varsayımına inanan bir insan değilim. Gerçeklik bana göre gerçekliktir,
algı algıdır. Dolayısıyla bu noktada bir ayırım yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Bu nedenle gerçeğin algı haline getirilmesi gerekir. Aksi takdirde yalanlar ortada algı
yönetimiyle gerçekler gibi dolaşmaya ve kabul görmeye başlar ki, bu bir medeniyetin
hazin sonu olarak görülmelidir. Gerçek algıya dönüşemediğinde, algı gerçeğe dönüşür ki, bu Hz. Mevlana’nın “inandığın gibi yaşayamazsan yaşadığına inanırsın” diye
ifade ettiği söylemin yaşam bulmuş halidir.
Bir başka konu ise tahrikler meselesi, marjinal gruplar meselesidir. Bu konuda en son
şunu biz düşündük, o zaman ya dedik kim yapıyorsa bu toplantıyı, üçüncü kişilere
ve kamu mallarına verilen zararı bunlar karşılasın. Mesela bu işin sorumluluğunu,
bu hakkı kullanırken bu sorumluluğu almaya sivil toplumumuz hazır mı? Bunun da
129
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum ben. İnanın çocuğum – yeni bir olay-…(
Kızılay’da bildirimde bulunulmuş ya da izin alınmış bir eylem falan yoktu. Bilsem güzergâhı değiştirirdim.) Ve ben her türlü hakkın kullanılması gerektiğini düşünen bir
insanım. Çocuğum çok rahatsızdı, belli bir rahatsızlıktan dolayı, küçük çocuğum acil
olarak acil servise ulaştırılmalıydı. Ben mutat yoldan gidemedim, yolumu değiştirdim,
tekerleğim patladı. Üçüncü kişi olarak vatandaşı da düşünmemiz gerekir. Ben burada
devletin itibarının korunmasından bahsetmiyorum, “efendim üniforması yırtılmış…”
Onlar kanuni konular. Ama üçüncü kişilerin haklarının korunması noktası konusunda üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Ve toplumsal uzlaşı ve sivil Anayasa
konusu da ayrıca dikkate değer bir husus. Gerçek bir medeniyet hak ve özgürlüklerin
garantisi bir Anayasayı yapabilen bir medeniyettir.
Çözülmesi gereken konulardan biri de poliste oluşturulması gereken zihniyet devrimidir. Çünkü polis kendisini (aynen askerlerde olduğu gibi) devletin sahibi ve koruyucusu gibi görmektedir, oysa devletin sahibi gibi görmemesi lâzım. Herkes kamu
hizmeti yapıyor ve vatandaşın parasıyla, vatandaşa hizmet ediyor. Bu konunun polise,
özellikle eğitim sırasında çok iyi işlenmesi lazım. Öyle bir şey vardı, hâlâ da oluyor
mu, olmuyor mu, takdir sizin.
Türkiye tecrübe kullanımında alt sıralarda kalan bir ülkedir. Tecrübeyi çok iyi kullanmıyoruz, zira tecrübe analizi yapmıyor ve veri tabanı oluşturmuyoruz. Gezi olayları
bildiğim kadarıyla ve İstanbul Valimizin ifadesiyle bir doktora konusu yapılmış değil.
Ayrıca önceden müdahale planlarını iyi yapmıyoruz, asıl olarak ta bu müdahale sonrası geri dönüt değerlendirmesini yapmıyor ve/veya bu değerlendirmenin sonucunu
kullanılabilir halde bekletmiyoruz. Tekerleği sürekli icat etmekten kullanmayı unutuyoruz. Bunu mülki idare amiri sıfatıyla söylemiş olayım. Daha sonra ne oldu, nerede
yanlış yaptık? Çok dikkate almıyoruz. O insanlarla iletişim kurmuyoruz. Sadece olay
geçti bitti, kamu görevlileri de rahatladı. Oysa geçmişten ders almayan bu önlemler
hakikaten ciddi tedbirler değil bana göre.
Bir başka ve önemli husus ise yönetişim konusu ve bununla birlikte yer alan saydamlık ve hesap verilebilirlik konuları. Yapılan bütün araştırmalar göstermiştir ki, insanlar
bir karara katılıyorsa o konuda alınan kararı benimsemesi daha fazladır. Bu noktada,
Türkiye’deki iletişim yönetişiminin çok daha öncelikle ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Olay mı öncelikli, yoksa daha önceki ve sonraki değerlendirmeler mi? Bu
hususa yeniden dikkatleri çekmek istiyorum. Zira çok önemli.
Türkiye de hak ve özgürlüklerin kullanılması konusunda üzerinde durulması gereken bir husus ise, üçüncü kişilerin haklarının abartılı olarak kullanılması konusudur.
Bir kez daha bunu tekrar söylüyorum: Üçüncü kişilerin haklarının korunması, diğer
hakkın kullanılması kadar önemli bence. Efendim orda bir takım önlemler öngörmüş130
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
tük biz araştırmamız sırasında. Her yerde basın açıklaması yapılsın ama 15-25 ya da
makul bir rakamı da geçmesin anlayışında bir düzenleme gereğinden bahsetmiştik.
Niye bu makul rakam olarak görülmelidir? Çünkü basın açıklaması izin gerektirmediği için, 3000 kişiyle Kızılay’da trafiği kesersen, vatandaşla da karışı karşıya gelmiş
olacaksınız. Kimin için? Vatandaşın hakkını korumak için. Kime rağmen? Vatandaşa
rağmen. Ben bunun doğru olacağına inanmıyorum. Ama 15 kişiyle bu basın açıklamasını yaparsak hem açıklama yapılmış olur, hem de üçüncü kişilerin seyahat hürriyeti
korunmuş olur. Burada basın açıklamasının etkisini artırmak için yasal olmayan ve
dikkat çekici kargaşalar oluşturulması yönündeki yönelime de dikkat çekmek gerekir.
Burada basının toplumun temel meseleleri hakkında duyarlı olması durumunda böyle
yollara başvurulmayacağını da unutmamak gerekir. Basın sorumlu davranarak sansasyonel haberlere yönelmek yerine temel sorunlara yer verirse, basın açıklamalarının da
3-5 bin kişiyle yapılması yerine makul sayıda kişiyle yapması da gerçekleşir. Bunun
yanında örneğin, İngiltere Hyde Park örneğinden hareketle – ki insanlar orda marihuana içiyorlar, her türlü ifade özgürlüğünü kullanıyorlar, benzer parklar da kurulabilir
Türkiye’de. Burada insanlar istediğini söylesin. Orada önemli bir şey daha var. Söylenenler kişi hakkında delil olarak kullanılmıyor. Bu da çok önemli... İnsanların bir şey
söyleme hakkını elinden almamak lazım. Efendim taraflar konusunu kısa geçiyorum.
Hükümetler üç nedenle reform yapar. Bütçe açığı vardır, mali kriz vardır. Performans
açığı vardır. Örgütsel verimlilik krizi vardır. Güven açığı vardır, halkla kriz oluşur.
Dolayısıyla hesap verebilirlik, şeffaflık, yönetişim konuları pratikliklerinin uygulanması konularını ben hakikaten ve samimi olarak önemsiyorum. Hatta ve hatta şunu
söyleyeyim sadece sivil toplum değil, Çevik Kuvvet’te buradaki toplantılarda bulunsun. Zira onlar da düşman değil, onlar da kamu görevlisi ve kamu düzeni için çaba
sarf ediyorlar. Bir yerde uzlaşabileceğimize ben gönülden inanıyorum. Bu hangi seviye
olur bilmiyorum ama uzlaşabileceğimize kalpten inanıyorum.
Harvard Kennedy School of Management’tan hocam olan Moore’un önemli bir tespiti
ile sunumumun bu aşamasını tamamlamak istiyorum: Eğer bir şeyi yapmak istiyorsak
şunu da herkesin dikkate alması lazım: Öncelikle her yapılan iş, bir kamu değeri ifade
etmeli, bir kamu değeri oluşturmalıdır. İkincisi idari ve operasyonel olarak bunun
yapılabilir olması lazım. Üçüncüsü yasal destek, siyasi destek gerekir. Şimdi bir şeyin yapılabilmesi için bu üçü gerekiyorsa, bence bu üçünün de bir arada olması lazım. Kamu değerinde nasıl olacağını anlatmış, ama son olarak (Eski) Florida Valisinin
1972’deki bir sözünü söyleyeyim: “Kamu hizmeti kamu güvenidir”. Bunu da kamuda
çalışan hiç kimsenin unutmaması gerekir. Kamu güvenini, kamu görevlisinin vatandaş nezdinde koruması gerekmektedir. Tüm bu çalışmalar birbirine eklendiğinde şu
sonuç ve önerilerde bulunabiliriz:
131
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
1. Kamu hizmeti kamu güvenidir. Kamu güveninin sağlanması gerekir.
2. Anayasa ve yasalar ile alt düzenlemelerin birbirine uyumlu hale getirilmelidir.
3. Toplumsal uzlaşı sağlanmalıdır. Bunun için sivil ve demokratik bir Anayasa
gerekir.
4. Toplumun stres unsurları geniş çerçevede ele alınmalı, hobi geliştiren eğitimden, kamusal alanların genişletilmesini öngören imar plan ve uygulamalarına
kadar birçok alanda adım atılmalıdır.
5. Yönetişim, saydamlık ve hesap verilebilirlik sistemin asli parçası haline getirilmelidir.
6. Algı ve gerçek arasındaki geniş makas kapatılmalıdır.
7. Veri tabanı ve tecrübe tabanı oluşturulmalı ve bunda örnek olaylardan yararlanılmalıdır.
8. Üçüncü kişilerin haklarının korunması temel olmalıdır.
9. Kamu ve özel mülkiyete verilen zararlar zarar veren ve düzenleyenlerden temin edilmelidir.
10. Aşırı güç kullanımı ile ilgili şikâyet ve ihbarları analiz edip soruşturma mekanizmalarına iletecek Kolluk şikayet mekanizmasının kurulması sağlanmalıdır.
11. Disiplin Soruşturmaların kolluk dışından insan hakları eğitimi almış kişilerce,
ceza soruşturmalarının savcılar tarafından bizzat yürütülmesi sağlanmalıdır.
12. Toplumsal olaylarda tanınmayı engelleyen kasklarının numaralandırılması
sağlanmalıdır.
13. Toplumsal olayların kameraya alınması konusunda düzenleme yapılarak zorunlu hale getirilmelidir.
Sonuç olarak toplumsal olaylarda hukuk dışı güç kullanımının asgari seviyeye indirilmesi için mevzuat eksikliklerinin giderilmesi, şiddete sebep olan stres unsurlarının
ortadan kaldırılması (stres yönetimi), etkili sivil denetimin sağlanması, teşkilatlanmada kurumsal amaçlara uygunluğun sağlanması, provokasyonların önlenmesi, polisteki
eğitim eksikliği giderilerek zihniyet değişiminin sağlanması ve yönetişim pratiklerinden sivil toplum örgütleriyle sürekli iletişim sağlanması ve güvenlik kuvvetlerinin
eğitim ve çalışma düzeni ile akçal durumunun düzeltilmesi gerekmektedir.
132
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
Aslında sorular kısmında uygulamalar ilişkin hususlara yer vermeyi planlıyorum. Zira
üçüncü sunumu sunamadım. 15 dakikam bitti dendiğinde bırakacağım dediğim için
de bırakacağım. İçişleri Bakanlığında bu konulara ilişkin yapılanlar var. Ama bunu
İnsan Hakları Başkanlığı çalıştaya ilişkin kitap bastığında da temin edebilirsiniz. Beni
sabırla dinlediniz. Teşekkür ediyorum, sağ olun.
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Sağolun, biz teşekkür ederiz Sayın Dr. Selahattin Ateş’in sunumu için. Kendisi kamu
bürokrasisi açısından sorunu irdeledi, üçüncü şahıslar açısından irdelemeye çalıştı. Sanırım her üç konuşmacıya da sorularımız olacak. Bir yarım saat kadar katkılar, yorumlar
ve sorular için süremiz var. Sanırım günün sonunda konuyu bütüncül bir şekilde tartışmak için yeterli bir zaman sayılabilir. Sorusu olan, katkısı olan varsa... Hocam buyurun.
Katılımcı 2
Öncelikle teşekkür ediyorum sunumlar için arkadaşlara, Mülkiye Başmüfettişi adına
sunumu gerçekleştiren arkadaşla ilgili bir sorum olacak. Basın açıklamaları konusunda sayısal bir kriterden yola çıktı. Bunun uluslararası normatif bir yanı var mı? İçeride
olup, olmaması önemli değil. İçeride de yok da.
Şimdi kısa bir pasaj okuyacağım – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bizim normumuz
aynı zamanda, şu an itibari ile iç hukukumuz açısından-. Şimdi burada basın açıklamaları da 11. Madde kapsamında çok açık değerlendirilmekte. Bizim değerlendirmemizin
ne olduğu çok da önem taşımıyor. Ve orada mahkemenin basın açıklamalarıyla ilgili
olan sürekli vurguladığı şu: (kısa pasajı takdim ediyorum) “Kamuya açık alanlarda gerçekleşen her toplantı ve gösteri günlük yaşamın olağan akışına ve trafik düzenini belli
ölçüde bozacak bir karışıklığa ve hasımane tepkilere yol açabilir. Bu durumlarda kamu
otoritelerinin belirli ölçüde hoşgörülü olmaları gerekir. Özellikle ilgili makamlarda yasa
dışı da olsa şiddet içermediği müddetçe gösteriyi sona erdirmeden yeterli sabır ve toleransı göstermeleri beklenir”. İfade etmiş olduğum bu husus, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararından. Bu bir vaka, bu bir karar, artık yorum ötesi de bir şey. Ya bunun
siz sayısal anlamda on kişi olsun, yirmi kişi olsun, beş yüz kişi olursa şöyle olur böyle
olur… Zaten basın açıklaması çok kısa bir şey, çok da fazla zaman almıyor, açıklanıyor
ve insanlar gidiyor ama polis bunu biraz tahrik ettiğinde işin içerisinden çıkılmaz hale
geliyor. Trafik de olacak tabii ki iki menfaatin çatışması durumunda… İki taraf bazen
133
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
çatışabilir, önemli olan bu çatışma durumunda birini diğerine feda etmek değil, ikisinin
de kullanım imkânını bireylere sunmaktır; o imkânları da hazırlayacak olan da devletin
kendisidir. 11. Madde bağlamında da pozitif yükümlülüğünün bir gereğidir. Hal böyleyken onu yapmaksızın diğer yolları tercih etmek… Bence o noktada da hâlâ zihniyet
sorunlarımızın varlığını ortaya koyuyor, teşekkür ederim.
Dr. Selahattin ATEŞ İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu
Efendim, çok teşekkür ediyorum, bence de çok güzel bir katkınız oldu. Sadece şu
kadarını söyleyeyim bu soruna ilişkin. On beş zaten soru işaretli olarak bizim koyduğumuz ve 2006 yılında önerdiğimiz bir rakamdı, bunun temel nedeni de insanların
yaya, trafik gibi geçişlerine izin verebilecek ölçüde olsun diyerek. Yani aslında hakkın
kullanılmasını kolaylaştırmaya yönelik bizim bir önerimizdi. Dolayısıyla yasal bir dayanağı da yok. Dünyada eşi, benzeri, vesairesi de yok ama bir şey gösterdim en son
orada Hyde Park’ta, 10-15 kişi vardı. Yani bu tür açıklamaların genelde bu civarda
insanla yapıldığını gözlemleyerek, bizim bir önerimiz olmuştu. Size sonuna kadar
katılıyorum, bir hakkın diğer hakkı yok edecek biçimde kullanılmaması gerekir. Her
iki hakkın birlikte kullanılması gerekir, bu konudaki yetki de… Bana göre yetki kamu
otoritesindedir ama bu konuda herkesin katkı sunması gerekir. Sadece devletin değil,
sivil toplumun, üçüncü kişilerin, akademisyenlerin, herkesin burada hakları maksimum ölçüde kullanma noktasında oturup konuşması ve bir çözüm üretmesi gerekir.
Yoksa bunun, bir kişinin veya yasa koyucuların tek başına üretebilecekleri bir şey
olduğuna ben inanmıyorum. Ortak akılla üretilebileceğine inanıyorum, çok teşekkür
ederim katkılarınız için. Buyurun Feray Hanım, Feray Hanım buyurun.
Feray SALMAN
Hiç konuşmayan arkadaşlar aslında konuşsun, ben konuştum. Sözü hiç konuşmayanlara verelim.
Dr. Selahattin ATEŞ
Olur, olur tabii.
İrfan ÇELİK Emniyet-Sen
Teşekkür ederim, öncelikle bizi böyle bir konferansa davet ettiği için Sayın Başkan’a
teşekkür ederim. Kurumu hafif eleştirmek gerekirse, sosyal medyada hiç yoksunuz,
internet siteniz hiç iyi değil, duyuruları takip edemiyoruz. Bir diğer konu, kamuoyun134
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
da bilinmiyorsunuz. Biraz daha reklam, biraz daha tanınırlık ve devletimizin resmi
kurumlarına direktif tarzında önerilerinizi bekliyoruz.
Doğrudan bir şekilde konuşmaya girdim, kendimi tanıtmadım, ben Türkiye’deki ilk
polis sendikasının kurucu başkanıyım. Şu an Emniyet Sendikası olarak devam ediyoruz.
Anayasa Mahkemesi’nden kısmen olumlu, kısmen olumsuz bir karar aldık. Ancak sendikal mücadelede ilk adımı çok büyük bir başarı ile atmış olduk. Konferansta gördüğüm
en önemli sorun, tabii ki hepimizin burada olmasının asıl sebebi, toplumsal olayların
istenilen seviyede olmaması. Bunun sebebi bazı kişilere göre polis, bazı kişilere göre
göstericiler. İşte ben size ilginç bir şey söylemek istiyorum: Tarihte polisler kaç defa
yürüyüş yapmışlardır? 1977 yılında ilk defa Ankara’da “toplumsal polis” olarak bilinen
Ankara Çevik Kuvvet yürüyüş yapmış. Göreve çıkmama kararı aldılar 77’de 4000 kişi,
cevap olarak Genelkurmay 8 tane tank gönderdi, namluları da onlara çevirerek on dakika süre tanıdı. “On dakika sonra eğer eylemi sona erdirmezseniz ateşe başlayacağız”
diye tehdit ettiler. Daha sonra bunların kararlılığıyla eylem yine akşama kadar devam
etti ve istenilen hakların tümü o gün alındı, bedelini de 32 kişi meslekten atılarak ödedi.
Bir sonraki yürüyüşü hepiniz biliyorsunuz, 99 yılındaki Bayrampaşa Çevik Kuvvet…
Onda da istenilen bir iki hak alınmış olabilir ama ilerleyen üç dört yıl sonra 179 kişi
meslekten atıldı. Şimdi buradaki en önemli sorun: 1999 yılında Bayrampaşa Çevik
Kuvvet polisleri yürüyüş yaparken kullandıkları slogan: “Kahrolsun insan hakları”.
Bütün şehir, İzmir, daha sonra Mersin, Antalya’daki desteklerde de en önemli slogan
buydu; “kahrolsun insan hakları”...
14 yıl sonra 2013 yılında “polise de insan hakkı, polise de insan hakkı” sloganıyla bir
sendika kuruluyor. Ve sendika sadece bir haftada 9000 üyeye ulaşabildi, eğer önümüze
engeller çıkmasaydı 200.000 sayısına biz bir ayda ulaşabileceğimizi hesap ediyorduk.
Çünkü teşkilatımızın sendikaya o derece ihtiyacı var. Şimdi burada polis eleştiriliyor
ama hiç kimse polisi anlamaya çalışmıyor. 2013 yılında intihar eden polis sayısı 52;
hiç düşünmeden kendi kafasına sıkan bir insanın göstericiye ateş etmesi bence biraz
normal. Polisin sorunları çözülmeden, polise demokrasi tam anlamıyla yedirilmeden,
polise demokrasi alıştırılmadan, ondan demokrasi ve insan haklarını korumasını bekleyemezsin. Burada insan hakları açısından çok değerli hocalarımız var, tümü hukukçu, ben bir memurum; çok hukuk terimleriyle konuşmak istemiyorum ancak burada
söylemek istediğim şey, demokrasinin en büyük teminatlarından bir tanesi olan polisin
sendikalaşması için gerekli desteğin, aydınlar, yazarlar, avukatlar, hukukçular tarafından verilmemesi. Çoğunuz eminim habersizsiniz polis sendikasının kuruluşundan, ama
polis sendikası Avrupa Birliği tarafından kabul edilmiş, Avrupa’daki 27 ülkeden destek
açıklaması yapılmış ancak ülkemizde kabul edilmemiş bir sendika.
135
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Şimdi polislerin gösterilerdeki eksikliklerine gelirsek… Evet, Ankara’daki Ethem Sarısülük olayında polis hiç şüphesiz hatalıydı. Hatalı olmasa da kamuoyu vicdanını rahatlatmak için, Ahmet’in aynı gün gözaltına alınması lazım, meslekten el çektirilmesi
lazım ve soruşturmanın salahiyeti için meslekten uzaklaştırılması lazımdı. Bu kamuoyu vicdanını rahatlatırdı. Ancak Ahmet’e verilen ceza 24 ay kıdem cezası. Ben sendika
kurdum diye mesleğin onur, şeref ve saygınlığına gölge düşürmekten dolayı meslekten ihraç ediliyorum. Hiç şüphesiz bizim disiplin tüzüğümüz çok acımasız, çok eksik.
Hiç şüphesiz PVSK 1880’li yıllardan kalma, PVSK’nın sil baştan değiştirilmesi lazım.
Emniyet örgütü disiplin tüzüğünün tamamen değiştirilmesi lazım. Şu an burada oluşumuzun sebebi toplumsal olaylara ilişkin kanun değişikliği için fikir alışverişinde
bulunmak ancak ön zemin hazırlanmadan, polisi anlamaya çalışmadan kanun değişse
bile hiçbir şekilde bir adım yürüyemeyeceğiz. Kanun sil baştan Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından hazırlansın ancak polis anlaşılmadığı sürece,
polisin sorunları giderilmediği sürece insan haklarını emanet ettiğiniz kişinin, insan
hakları bu şekilde analiz edilmedikçe, ondan insan haklarını koruması beklenemez.
Ben size tekrar çok ilginç bir örnek vereyim, Sayın Hocamız az evvelki olayda polis kurşunuyla bir vatandaşımızın vurulduğunu söyledi. Ben de az evvel, iki dakika
önce arkadaşlarımızla konuştum. Onlar da, hiçbir şekilde polis kurşunu olmadığını söylüyorlar. İşte ben de buraya gelmeden önce polislerin yaşadığı yaralar, onların
maruz kaldığı saldırılarla ilgili bir efekt hazırlayıp gelseydim, konuşmalarımızın veya
tartışmamızın bir anlamı yoktu. Benim sizden isteğim, “polis şiddeti” ifadesi, “polisin
aşırı kuvvet kullanması” ifadesi gibi kelimelerden ziyade polisi anlamaya çalışmanız.
Benim hiç anlamadığım bir şey ki ben Bayrampaşa Çevik Kuvvet’te üç yıl özel ekipte
çalıştım. Hepinizin rahatsız olduğu gaz hocasıydım aynı zamanda, gazların nasıl sıkılması konusunda bilgi verdim, ders verdim. Biz göstericileri anlamak için hepimiz
otobüse toplanırız, bir gaz bombası atarız kendimize. “Gösterici bundan ne kadar
etkilenir?” diye... Peki gösterici polise saldırdığı zaman, o saldırının amacının ne olduğunu biliyor mu? Bana göre gösterici polise saldırıyorsa, bu dahil olduğu yürüyüşün gündeme gelmesi için yapmış olduğu bir eylemdir. Hele ki İstanbul’da belli başlı
dört grup var, bu dört grubun yürüyüşe katıldığı, yürüyüş yaptığı her olayda mutlaka
polise karşı bir saldırı yaptığı ortada, bu grupları hepimiz biliyoruz. Özellikle 7 Mart
Kadınlar günü – çok özür dilerim-… 8 Mart Kadınlar günü çok büyük yürüyüş ile
ateşle, binlerce insanın toplanması ile kutlanan bir gün. Anneler günü sokakta kutlanmıyor, sevgililer günü yine sokakta kutlanmıyor, basit bir kutlama. 8 Mart Dünya
Kadınlar gününde göstericilerin hedefledikleri bir şey var: 2006 yılındaki eylemin intikamını almak için polise sürekli bir saldırı. Yani polis anlaşılmadığı müddetçe, polis
(gerçekten sendikacı olduğum için söylemiyorum) sendikalaşmadığı sürece, demokrasiyi tam anlamıyla özümsemediği müddetçe, yürüyüşler hiçbir zaman sağlıklı bir
136
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
şekilde atlatılamayacak, demokrasi tam anlamıyla ülkemize de gelemeyecek. Çünkü
demokrasinin önündeki en büyük engel, dünyada da olduğu gibi ülkemizde de daima
polis ve asker olacaktır. Şu an asker belki ciddi anlamda çekilmiştir ancak, polis hala
çekilmeden kontrol etmektedir. Çok teşekkür ederim.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Biz teşekkür ederiz, peki Serap Hocam, buyurun.
Serap YAZICI
Teşekkür ederim. Aslında ben söz almayacaktım daha önce iki kez konuştuğum için,
ama sayın polis arkadaşımızın açıklamaları üzerine söz alma ihtiyacı hissettim. Daha
önce dışarıda arkadaşlarımızla bu konuyu konuşmuştuk burada da zikretme ihtiyacı
duydum. Tabii ki polisin ölçüsüz güç kullanımından söz ediyoruz, böylelikle polisi
günah keçisi haline getiriyoruz, hâlbuki dışarıdaki arkadaşlarla konuştuğumuz gibi
gerçekten polisler çok ağır şartlarda çalışıyorlar. Üstelik Gezi Parkı olaylarında gördüğümüz gibi onlar kimi zaman günlerce uyumadan, belki yeme ihtiyaçlarını karşılamadan, e can güvenliklerinin de tehdit altında olduğu koşulda çalışıyorlar. Ben
bu bakımdan arkadaşımızın problemlerini anlamakta olan bir kişi olarak, onu teyit
etmek maksadıyla söz aldım. Çok haklı, polislerin problemleri anlaşılamadan, onların
çalışma şartları düzeltilmeden, onlara çok daha iyi hem ekonomik hem sosyal hayat
standartları sunulmadan bu sorunları çözmek mümkün değil. Belki daha sonra bu
amaçla da toplantı düzenlemekte fayda olabilir, teşekkürler.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Murat Bey’in bir eklemesi olacak.
Murat ÇEKİÇ
Ben de katılıyorum size. Geçen hafta Polis Akademisi’ndeydim. Bir derste misafir olarak uluslararası örgütlerle ilgili bir şeyler anlatmak için gitmiştim ama konu polis
şiddeti meselesine gelip dayandığında, bir noktada çevik kuvvet olarak görev yapan
ve yüksek lisans öğrencisi, akademideki bir arkadaşımız, e yani sıkıysa siz sıkmayın
gazı dedi. Ve meselenin amirlerinden gelen emirleri uygulamak, hani Türkiye’de bir
kanuna karşı boynu kıldan ince olma, emir kavramı var ama yani öncelikle şunu söylüyor; işini kaybetmemek için yapman gereken şeyler var. Şu konuda da katılıyorum
size, yani Türkiye’de polise yönelik uygulanan, yine kendi kurumu içinde uygulanan
ilgisizlik ya da baskıların olması mümkündür. Türkiye’de farklı çalışma alanlarında,
137
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
farklı kamu kurumlarında çalışanlara yönelik uygulamaların çok da nezih olmadığı,
tatminkâr olmadığı açık. Ancak yine de şunu hatırda tutmakta yarar var: Nasıl ki
bütün gün efendim işte, çok büyük zor zaman geçirmiş birisi akşam eve gelip evdekilere şiddet uyguladığında, bunu doğru bulmuyorsak, hoş karşılamıyorsak, kabul
edilebilir demiyorsak ya da hukukidir ya da doğrudur demiyorsak, aynı şekilde zor
koşullar atında çalışmaya mecbur bırakılan, zulüm gören bir polisin de başka birine
zulmetmesini yine hoş karşılamamalıyız. Ama size kesinlikle katılıyorum polisin çalışma koşulları da makbul değil.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Şebnem Hanım, buyurun.
Şebnem KORUR FİNCANCI
Ben de teşekkür ediyorum gerçekten, çünkü ben doğrudan polisin uyguladığı şiddetle
uğraşan biri olarak, her zaman şunu söylemişimdir: Bu bireysel bir suç değil! Sonuçta
bu siyasi iradenin ve ülkedeki gelişmişliğin bir göstergesi, onlar da bir araçtır, siyasi
irade tarafından kullanılırlar. Siyasi irade de döneme uygun olarak cezalandırıcı kararlar alabilir. Hani bunu Türkiye için söylemiyorum sadece, dünyadaki diğer örnekler
için de söylüyorum. Ancak kendi siyasi yolu doğrultusunda da hiçbir ceza vermeyecek yöntemler geliştirir. Türkiye için cezasızlık çok ciddi bir sorundur. Siz mülkiye
başmüfettişi olarak işte bir takım rakamlar sundunuz, tabii iç düzenlemeler bunlar.
Ama yargılama süreçleriyle ilgili de erteleme kararlarını gösterdiniz. Ben işkencede
öldürülmüş insanların otopsilerini yapan biri olarak, kurtkapanıyla, askı işkencesiyle, elektrikle katledilmiş insanların otopsilerini yapan biri olarak... Sunmuş olduğum
delillerin mahkeme tarafından kesin delil olmadığı gerekçesiyle reddedildiği ve dolayısıyla insanların beraatına karar verildiği sayısız dava ile karşılaştım.
Şimdi maalesef polisin “kahrolsun insan hakları” yürüyüşünü, o talihsiz yürüyüşünü
ben de anımsıyorum. Onların bu yaklaşımı sonuç olarak siyasi iradenin tutumu olabilir ama şunu unutmamak gerekir, kolluk sonuçta hem kurban ama aynı zamanda
da cellattır. Şiddetin kurbanıdırlar, kendi uyguladıkları şiddetin kurbanıdırlar ve çok
ağır ruhsal sorunlar yaşarlar, doğru. Çünkü kolluğun arasında aile içi şiddet olayları
normal toplum oranlarıyla karşılaştırıldığında daha yüksektir, intihar oranları daha
yüksektir. Ama bu, onların yaptıklarını meşrulaştıracak bir durum da değildir. Örneğin 18 Haziran gecesi, Gezi Parkının içindeki revirde gönüllü nöbet tutuyordum
ben. Şimdi bakın bir revirden söz ediyoruz ve revir olduğunu kolluk gayet iyi biliyor.
Yani çevik kuvvet gayet iyi biliyor orada revir olduğunu… Tam reviri hedef alarak
gaz bombaları attılar, gaz fişekleri attılar ve biz oradaki yaralı insanları o sırada bisturi
138
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
atmaktayken, yarasına dikiş atarken ya da oksijen takmış, oksijen vermeye çalışırken
tekrar taşımak zorunda kaldık. Hani böyle bir şiddeti meşrulaştırma olanağımız var
mıdır? Hayır, tabii ki yok. Dolayısıyla hani tabii sendika kurmaları çok değerlidir, bu
sendika onların mücadelesini sağlayacaktır. Biz de gönülden destekliyoruz, onların
yaşamış olduğu baskıların ortadan kalkması için elimizden geleni yapmalıyız. Ama
onların uygulamış olduğu şiddetin cezalandırılması için de elimizden geleni yapmak
zorundayız. Bu o kişilerin doğrudan cezalandırılması değil. Ben her seferinde bunu
ifade ederim ki aslında biz onları değil, o soruşturmaları yapan müfettişleri, İçişleri
Bakanlığı, İçişleri Bakanı ve Başbakan ve Cumhurbaşkanını yargılamak zorundayız,
bu ülkede işkencenin, bu ülkede zor kullanımı ad altında uygulanan işkence uygulamalarının yargılanması için. Dolayısıyla onları yargılamadıkça bunu çözebilmek olanaklı değil.
Bu çalışmada benim bir önerim var aslında, son olarak onu söyleyeyim bütününe hitaben, bütün İnsan Hakları Kurumu üyelerine, insan hakları savunucuları olarak, gelin
görevinizden istifa edin, hiçbir insan hakları savunucusu da bu görevi üstlenmesin.
Bir eleştiri ile birlikte bu görevi sonlandırın ve bunun aslında gerçek bir görev olmadığını lütfen hep beraber, yüksek sesle söyleyelim ki değiştirebilelim. Yoksa bu uygulamaları desteklemek dışında bir çaremiz kalmıyor zaman içinde. Çok teşekkür ederim.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Evet, başka soru? Evet, buyurun Ömer Bey.
Ömer ATALAR
Şebnem Hoca’dan sonra söz almak epey zor; geçen sefer de yine ortama kurşun gibi
çöken bir konuşma yapmıştınız, şimdi yine... Polis sendikasını ben ilk duyduğum andan beri destekliyorum. Güvenpark’ta, Başbakanlıkta çalışıyorum ben, ekmek parası
kısmında. Buraya Mazlum-Der adına geldim ismim Ömer Atalar. Güvenpark’ın yarısı
biliyorsunuz fiili karakol durumunda. Orada polisler ya ayakta duruyorlar ya da ağaçların dibinde garip banklar var, o bankların üstünde oturuyorlar. Öğlenleri bildiğim
kadarıyla sandviç tarzı bir şey yiyorlar, prefabrik tuvaletlerde ihtiyaçlarını görüyorlar.
Eğer oraya bir gösterici gelirse, amirlerine yönelik bir şey yapamadıkları için o hıncı,
o birikmiş kini, nefreti büyük bir ihtimalle gösterici arkadaşlardan çıkaracaklardır. Ha
bu yanlıştır ama vakadır. Dolayısıyla polisin örgütlenmesi, medyanın örgütlenmesi…
Bu örgütlü toplum, zaten başlıktaki “demokratik toplumun düzeninin” olmazsa olmazıdır. Bu demokrasi çok ucuz bir şey de değildir. Hep hesap verebilirlik, hesap verebilirlik… Benim iki şapkam da var, hem sivil toplum hem devlet: Devlet hesap versin,
çok güzel… Ben 2500 kişiyle çalışıyorum Başbakanlıkta, ben hesap soruyorum kendi
139
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
gücümün yettiği kadar. Acaba bu 2500’den kaçı hesap soruyor? Tamam memuruz
ama bir yere kadar yani, köle de değiliz.
Kamu hizmeti dediğiniz şeyin sınırları masanızdaki iştir. Masanızdaki işin dışındaki
imar yolsuzluğu, maden yolsuzluğu konusunda memurların – bu ülkede 3 milyon
memur var-... Şimdi bu toplum çok okumuşu olan bir toplum değil, okumuş kitlenin önemli bir kısmı kamu görevlisi, hesap sormuyor. İşadamları hep kamuyla iş
yapıyorlar, buluşta bir Microsoft, bir şu, bir bu tarzı kendi inovasyonuyla bir yere
gelmiş işadamımız çok yok. Hep kamuyla, hep kamuyla iş yaptığı için ondan hesap
sorulmuyor. Hesap verebilirlik, tamam güzel de, hesap vereyim desen, o hesabı alacak
garson yok aslında ortalıkta. Kimse hesap istemiyor! İşin bu boyutuna da bakmak
lazım. Demokratik toplum düzeninin bir ayağı bütün güçlerin birbirini dengelediği
ve denetlediği, denge denetleme sistemi bunun için. Ya toplumun güçlü olması lazım.
Sendikal örgütlenme, sendikal mücadele çok geri bir noktada ve geriye gidiyor git
gide. AK Parti iki dönemde ciddi demokratikleşme başarıları gösterdi fakat sendikal
durum daha önceki hükümetlerde başladı. Ak Partinin en demokratik dönemlerinde
aynı trend de devam etti. Bugün bir gerileme var, neden? Taşeronlaşma… Herkes konuştu, Soma’ya kadar hiçbir başarı sağlayamadık. Yani bu sadece sokaktaki düzenden
ibaret değil, sokaktaki gösteriye sıkılan 45 dereceyle, şu kadar metreden sıkılmayan,
direk kafaya sıkılan kurşunun arkasında imar rantı var arkadaşlar. Bunu görelim! Gezi
Olayı imar rantıdır, bırakın MOSSAD’ı, CIA’i, şunu bunu. Soma, maden rantıdır, siyaseti finanse eden ilk beşin içerisindedir bu adamlar ve bunu herkes bilir; beyaz bir fil
gibi odanın ortasındadır hiç kimse konuşmaz. Yani işin pansumanıdır polis eğitilecekmiş, şuymuş buymuş. Eğer siyasetinizi bu şekilde ahlâksızca, namussuz şekilde finans
ederseniz, bir şekilde o polis, orda eğitim verirsiniz başka yerden patlar, jandarmadan
patlar, şuradan buradan patlar.
Bütünüyle demokratik bir sistem kuracaksak, hepimiz konuşmak zorundayız, hepimiz hesap sormak zorundayız, hepimiz demokratik denek olmak zorundayız. Benim
hesabımı Ömer sorsun, Ömer’in hesabını Ahmet sorsun… Hep bir vekâlet savaşı götürüyoruz. Herkes birbirini vekil ediyor, bir de tevekkül var bizim İslami inancımızda,
hepimiz birbirimize vekâleti veriyoruz, en son vekâleti de Allah’a veriyoruz. Bir şey
olursa kader, bize düşen kısmı tevekkül… Böyle bir şey yok! Sorumluluğumuz var.
Birey olarak, demokratik birey olarak bir takım sorumluluklarımız var. Polisin sendikal mücadelesini desteklemek, Türkiye’deki bütün demokratların sorumluluğudur.
Alıyor musunuz böyle bir destek? Basında herhangi bir destek yok, ben göremiyorum.
Polis sendikasından 100 kişi… Arkadaşlar atılmak üzere, soruşturmaya tâbi tutuldu,
100 kişi… Bu insanlar genç insanlar, küçük çocukları var, aileleri var, başka da bir
gelirleri yok, hiçbiri de zengin çocuğu değil. Nerede basın? Basın yok, havuz medyası
140
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
değil, demokrat geçinen basın da yok bu mücadelenin içerisinde. Toplum nerede?
Toplum yok. Diğer sivil toplum kuruluşları hakeza... Yani bu böyle bir olay, başka
olaylarda da böyle. Bunlar sonuçta poliste şiddet olarak patlıyor, imarda yolsuzluk
olarak patlıyor, Soma’da grizu olarak patlıyor…
O denetim nasıl yapılabilir? Bununla kapatayım: Siz bir belediyede veya Enerji Bakanlığında bir müfettişsiniz, işadamı bakan düzeyinde veya il başkanı düzeyinde siyaseti finans
ediyor, siz müfettiş olarak orada gidip gaz maskelerinin 93 yılından kaldığına ilişkin rapor
düzenleyebilir misiniz? Düzenlersiniz fakat raporunuz size iade edilir, başka bir müfettiş
gönderilir, yeni bir rapor yazar. Bunu bildiğiniz için de siz öteki müfettişin yazacağı raporu yazıyorsunuz. Öyle olduğu için de… Gariban insanlar zaten orada öldüğü zaman,
Güneydoğu olaylarında şehit olan her iki taraftan ölen insanlar fakir insanlar, grizuda ölen
insanlar fakir insanlar... Bir şey olmuyor… Daha önce maden faciaları yaşamadık mı? Kozlu’da yaşamadık mı? Ne oldu Kozlu? Bir şey olmadı. Çünkü hesap sorabilen, demokratik
bireylerden oluşmayan bir toplum, hesap verebilen bir devlet beklentisi içerisinde. Devlet
benim, benim gibi insanlar, amcamın oğlu, dayımın kızı, sizlerin akrabaları. Siz neyseniz,
biz de oyuz. Yani polis çok kötü, toplum çok iyi filan değil.
Aidat alamıyoruz biz Mazlum-Der olarak, İHD alabiliyor mu, bilmiyorum. Genel Kurullarımızı çok düşük rakamlarda yapıyoruz. Sendikal mücadele diyoruz, sendikanın
genel kurulunu bir kişi domine ediyor, köylülerinden delegeleri oluşturuyor, başkan
seçiliyor, gidiyor genel başkanı seçiyor falan… “Sendika ağalığı” diye bir kavram var
Türkiye’de. “Demokratik toplum düzeni”… Gösteriler evet uluslararası standartlarda
olsun, AİHM içtihatlarına uygun olsun ama AİHM’yi oluşturan ülkeler bu noktaya,
gerçekten birliğe üye olarak gelmediler, yıllarca mücadele verdiler, insanlar kanlarını,
canını, malını verdi, bir şeylerini ortaya koydular ve demokrasi oldu. Eğer biz de bir
şeyler başarmak istiyorsak, risk almak durumundayız. Bütün vatandaşlar olarak risk
almak, konuşmak, yanlışı konuşmak, tartışmak zorundayız. Müthiş bir şey var, gerçekten beyaz bir fil… Bu siyasetin finansında beyaz bir fil, hiç kimsenin konuşmadığı,
odanın ortasındaki fil. Konuşmadığımız sürece çözemeyeceğiz, polisi suçlayacağız.
Evet, polis suçlu. Bugün cemevinin bahçesindeki cenaze yakınını vuran polis suçlu
fakat ona en ağır cezayı da verseniz çözemeyeceksiniz. Çünkü bütün polis sistemini,
kendi ahlâksız finansman sisteminin bekçisi kılan daha büyük sistemi tartışmıyorsunuz. O polise 20 yıl ceza verelim, konu kapansın – ki veremeyeceğiz, çünkü ne
oldu Ethem Sarısülük’te? Vuran polis “eğer” dedi, “beni satarsanız, ben de amirlerimi
satarım”-... Olay sistematik bir şey... Ethem Sarısülük’ün dayısı bakan olsaydı çok
farklı bir fotoğraf çıkacağını hepimiz biliyoruz. Teşekkür ederim, biraz uzattım kusura
bakmayın.
141
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Biz teşekkür ederiz. Başka soru veya katkı?... Feray Hanım, buyurun.
Feray SALMAN
Biraz Selahattin Bey’in konuşmasına… Hem bir sürü başka cepheden de nasıl bakılması gerektiğini bize söyledi. Selahattin Bey’in konuşması ile bizim bu meselenin
standartlarını “hangi ölçüde, nereden, doğru anlamamız gerekir?” sorularını bence
tartışmaya açmak gerekir. Yine şikâyet, provokatif konuşma sizden (Selahattin Ateş’i
kastederek) geldi. Diğer şeyler çünkü hepimizin gerçekten saptadığı noktalar… Çok
teşekkür ediyorum aslında iki konuşmacıya da, benim bakımımdan çok önemli ve
hani o sabahtan beri aslında boşluklar, olmayanlar, aksayanlar meselesi şu an oturdu.
Şimdi bu anlama meseleye geldiğimiz zaman, hak öznesi olarak evet polisleri anlarız,
hak öznesidirler çünkü ama aynı zamanda Şebnem’inde Ömer’inde altını çizdiği gibi
aynı zamanda iktidar aracı, yani kamu gücünü kullandıkları için de sorumluluk sahibi
ve hükümlülük sahipleridir. Bu ikisinin arasındaki ayrım, bunlar soyut kelimeler falan
değil. Uluslararası standartlar dili de değil. Aslında ben konuştuğum zaman, bana hep
böyle şeyler geliyor: Bunlar soyut şeyler, bunların üzerinden konuşmayalım, gündelik
hayatı bir anlayıverelim. Yok böyle bir şey!
Şimdi polis teşkilâtının, biz polis dediğimiz zaman “bireysel” polisten bahsetmiyoruz.
Biz koskoca o kamu gücünü elinde bulunduran, en masa başı çalışan polisten, ona
emir veren ve onun hayatını, politikasını ören, onun yasasını yapan ve onu denetleyen mekanizmanın bütününden bahsediyoruz. Bu mekanizmanın, o polisi hak öznesi
olarak görüp görmediğine bakıyoruz biz. Ben bir gösterici olarak polisi anlayamam.
Hayır, şuradan anlarım: Vali Bey bize Ankara’da, yanına gittiğimiz zaman dedi ki 12
saat çalışıyorlar. Ben orada anlarım, hayır, 4 saat çalışması lazım bu kadar büyük
gösterilerde. Beni sağlıklı bir biçimde koruyabilmesi için 4 saat çalışması lazım, her 4
saatte bir değişmesi lazım. Şimdi nereyi anlayacağımızdan lütfen kesin emin olalım:
Yani ben polisin ne kadar kötü şartlarda yaşıyorlar da o yüzden bana şiddet uyguluyorlar açıklamasını kabul edemem, etmem. Anlarım ama etmem.
Yani o yüzden biz sendikalaşmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu söylüyoruz ama
sendikalaşma bakımından da söyleyelim. Sendika eğer, – şimdi sendikadan da eğer
yanlış anlamadıysam ya da aklımda çok tutmamış olabilirim, yorulmuş olabilirim –
sendika hak ve özgürlükleri savunduğu kadar, sendika kendisine üye olanların hak ve
özgürlükler bakımından saygısını da çoğaltacak mı? Bu soru benim için çok kıymetli.
Sadece sendikalaşması değil… Niye bunu söylüyorum? Şundan ötürü söylüyorum;
çünkü polisin içi de siyasetle donatılmıştır. “Kahrolsun insan hakları” derken, sade142
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
ce insan hakları kahrolsun diye söylemediler, değil mi? Aslında o hareketlenme, bir
siyasi algı, bir siyasi anlayışın da üzerinden giderek oldu. Şimdi onları bilmiyoruz,
tarihi… Hani şey yapmayalım, bağlamlarından kopartarak konuşmayalım.
Dolayısıyla önemli olan her kurumun kendi içindeki değişim sürecinin nasıl örgütleyeceği ile ilgilidir. Kamu idaresinin haddine bile düşmemiştir, basın toplantısını
kaç kişi ile yapacağı, nasıl yapacağı, nasıl yapmayacağı… Ona örnek model getirmek
onun şeyi değildir. Hyde Parkın ...... başka bir şeydir, Hyde Park sendika şeyi, İngiltere’nin sendikaları bir ayağa kalksın, Hyde Park falan kalmaz. Başka meydanları
vardır, Trafalgar Meydanı vardır, bilmem nereleri vardır. Şimdi dolayısıyla hani Hyde
Park başka bir demokratik modelin bir şeyidir, orada her isteyen, her istediği biçimde istediği küfrü de eder, bilmem ne de yapar, falan filan... Biz bundan bahsetmiyoruz. Biz, taleplerimizin duyulmadığı, itirazlarımızın duyulmadığı, ihtiyaçlarımızın
duyulmadığı, seslerimizin duyulmadığı, görülmediğimiz bir ortamda, görünmeyenin
görünür hale gelmesi için bir çaba içerisinde bu toplum, bunu niye anlamıyor kamu
iradesi, politika yapıcı, siyasi irade, çatışma budur. Tam da Soma’da olan da bu değil
mi? Soma’da olanı şiddetle bastırmaya çalışmak, ona itiraz edenleri, protesto edenleri
şiddetle bastırmaya çalışmak, tam da bu körlüğün ifadesidir.
Şimdi bu siyasi olan, yani dolayısıyla aslında başka bir yerden, hani çok hümanist bir
yerden değil ama insan hakları için belli bir siyasetten “nasıl doğru bakacağız” meselesi. Bence yukarıdan benim bekleyebileceğim bir şey değil. Bu örgütlenmelerin, kendilerini ne kadar doğru değiştirip, hayır diyebilecekleri ile alakalı bir şey. Sendika…
Ben şöyle bir polis istiyorum açıkçası; polis, bana sorumlu olsun. Polis, ev içi şiddete
uğradığım zaman, polis bana “geri dön evine, biraz hanım hanım davran” demesin
istiyorum ben, hesap sorayım istiyorum. 10 yaşındaki bir çocuk… Şeyi hiç kimse
telaffuz etmiyor, çocuklar ölüyor bu gösterilerde, fişeklerden gelen şeylerle. Mahsun
var Mersin’de ölen... Cumhuriyet Savcılığı soruşturmayı kapattı, hesabını kim verecek? Emniyet Müdürlüğü vermiyor, “orada değildim” diyor. Eylem yeri orasıydı diyor
ama biz göstericileri nasıl kovaladıklarını, nasıl sıkıştırdıklarını ve o sırada ne kadar
çok şey yaptıklarını gördük, falan filan. Şimdi mesele… Dolayısıyla polisi anlıyorum,
şöyle anlıyorum: Polisin kendi iç örgütlenmesinin, polislerin hak ve özgürlüklerini
güçlendirecek bir biçimde yeniden organize edilmesi gerekir. Anlamış mıyım? Anlamışım diye düşünüyorum, başka türlü anlamama ihtiyaç yok. Siz de beni anlamak
zorundasınız. Değil mi? Yok yok yani şimdi anlama meselesinin ortak noktasını bulalım: Duygusal olarak sizi anlamamdan ziyade, sizin ihtiyaçlarınızı görebilme yeteneği
ile alakalıdır anlamak, benim ihtiyacımı da siyasi iradenin görebilmesi ile alakalı bir
şeydir...
143
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Yetersiz kent mekânları çok doğru bir tanımlama, ama biliyor musunuz ki bütün Avrupa kentlerinin en önemli yerleri sivil alana açılmış meydanlardır, en merkezi yerleri... Ankara’ya bakın Güvenpark’ın içerisine o havuzu yapmak, Güvenpark’ın içerisine
o betonu koymak nasıl bir politikanın ürünü? Kent plancılarına falan itiraz etmeyin,
orası siyasi bir karar. Diyor ki: Kent merkezini sana vermem! Başka bir yeri açarım,
mesela bu konuda yazılmış çizilmiş dünya kadar şey var. Yani Türkiye’deki akademinin ürettiği kentlerin nasıl (tırnak içinde) sizi kastetmiyorum “polisleştirildiği” ile
alakalı bir eğilim var. O eğilim gayet engelsiz bir biçimde… Kim buna hayır diyecek?
Toplayacağım. Dolayısıyla bizim aslında bakmamız gereken şey, gerçek katılım mekanizmaları olmadığı sürece ve ayrımcılık ve önyargı ile ilgili doğru politikalar uygulanmadığı sürece, hani bir sürü karmakarışık şeyi beraber yaşarız diye düşünüyorum. Dolayısıyla herkesin gerçekten bakması gereken şey – çok önemli bu anlamda
da – insan hakları eylem programları... Ancak bu tartışmalardan sonra gerçek eylem
programları yapılabilir. Hani bunları duymadan, bunları yapmadan, yapılacak hiçbir
eylem programının gerçekliği de yoktur diye sabahki konuşmama bağlıyorum.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Peki, teşekkür ederiz. Bundan sonra soru almayalım çünkü 17.30’da bitireceğiz demiştik. Son bir cevap hakkı doğdu, Sayın Hocamız bir cevap verecek. Ama bir iki
dakika verelim, ardından tüm günü toparlamak üzere Sayın Dr. Levent Korkut 15
dakika bir sunum yapacak. Buyurun Hocam.
Dr. Selahattin ATEŞ
Ben Feray Hanım’a çok teşekkür ediyorum, önemli bir katkı sunduğunu düşünüyorum, hakikaten çok samimi konuştuğunuza inanıyorum. Siz provokatif dediniz ama
ben samimi konuştuğumu düşünüyorum. Sizin ben samimi konuştuğunuzu düşünüyorum. İşin açıkçası söylediğiniz birçok konuya da hayır diyebileceğimizi düşünmüyorum, burada kimsenin de hayır diyebileceğini düşünmüyorum ama belki kendimi
ifadede nakıs kaldığım bir şey varsa o da şudur: Ben orada üç kesimden bahsederken,
üçüncü kişilerin haklarını koruma noktasında belki çok duyarlı, fazla duyarlı davranmış olabilirim. Yoksa polise ilişkin şunu söylemiştim. Polis korku içinde mi? Bu
sorunun altında çok şey anlam var, iki devlet düzeninin koruyucusu polis mi? Polis
kendini öyle görüyor, o zamanki şeyini söylüyorum: 2006’da biz bir araştırma yapmıştık, kendini devlet düzeninin tek koruyucusu gibi görüyordu, bu soru çok önemli.
Üçüncüsü, oraya koydum – belki hızlı hızlı geçtiğim için söyleyememiş olabilirim
ama – yazılı metnimde var: Polisin görevi, verilen hakkın rahat kullanılması ve bun144
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
dan üçüncü şahısların zarar görmesini engellemektir. Benim söyleyebileceğim bundan
ibarettir. Çok teşekkür ederim.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Sadece birkaç cümle mi? O zaman buyurun.
Katılımcı 3
Aslında ben biraz parçalı birkaç cümleden bahsedeyim, çünkü ben heyecanlıyım. Bugün kafam karıştı aslında. Şimdi şöyle, evet, polisin üçüncü kişilerin haklarını kesinlikle korunması gerekiyor. Hukuk zaten bunu içeriyor ama sadece üçüncü kişilerin
haklarını korunmak niyetiyle mi yaklaşıyor, o konuda soru işaretlerim var. Burada
temel sorun, polis zihniyetinin değişmesinden ziyade daha ötesi: Devlet zihniyetinin
değişmesi gerekiyor. Çünkü polis devleti kutsal olarak görüyor ve o şekilde bir bakış
açısına göre devletin her halükarda korunması gerekiyor. Devlet mi? İnsan mı? Devlet
mi? İnsan hakları söz konusu olduğunda, insan hakları mı korunacak? Burada her zaman ilki tercih ediliyor. Burada temel sorun demokratik siyasete izin verilip verilmemesi ile ilgili. Taksim meydanının geçen sene Gezi Olaylarında polisin geri çekilmesiyle, insanların orada kalmasından sonra, Başbakan’ın o görüntüyü kaldıramaması,
kabul etmemesi üzerine ve bugün hiç kimsenin kabul edemeyeceği o şiddet olayları
ortaya çıktı. Yani bir kabullenememe söz konusu; muhalifleri, muhalif görüşleri kabul etmeme politikasından kaynaklanıyor bütün bu sorunlar. Şimdi tabii bizlerin de
elbette yaşamlarında bu olaylardan dolayı ciddi sıkıntılar yaşanıyor ki intiharlar da bu
anlamda var. Askerlik meselesi de buna yakındır.
Diğer yandan özel güvenlik… Özel güvenliğin nasıl sorunları var, ben bunu anlamış
değilim. Üniversitelerden birkaç örnek vermek istiyorum: Bugün Kırklareli’nde benim kendi arkadaşım basın açıklaması yapıyor ve karşıt görüşlü öğrenciler geliyor.
Ellerinde başka şeyler de var, bu fotoğraflara da yansıyor. Polis onunla ilgili hiçbir şey
yapmıyor. O kişileri, basın açıklaması yapmak isteyenleri, hem ablukaya alıyor, hem
gözaltına alıyor, hem yeri geldi mi orantısız güç de kullanıyor. Buna özel güvenlik de
destek veriyor. Geçen aylarda Dicle Üniversitesinde yine malum görüntüler ortaya
çıktı. Karşıt görüşlü öğrenciler, sallamalar var, sopalar var, polisin arkasından, yani
üçüncü kişilerin haklarını korumaktan bahsediyoruz. Yani en basit hukuk kuralını
ele aldığımızda, o sopanın alınması lazım, hem o insanın kesinlikle gözaltına alınması
lazım, ama hiçbir şey yapılmıyor. Sivil polis veya özel güvenlik veya polis tamamen
muazzam(!) bir şeydi… Koridorlara, sonra lavabolara öyle bir saldırı söz konusu oldu
ki, bu sadece benim fotoğraflardan görebildiklerim. Yapılan şey ise okul bahçesinde
yapılacak bir basın açıklaması. Peki, nedir bu basın açıklaması? Üç bin kişi de olmaz,
145
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
on beş kişi de… Bu basın açıklaması olmazsa o zaman toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı olur zaten, temeldeki kavram toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkıdır. Hukukçularımız da belirtti bunun içerisinde seminerler var, basın açıklamaları var… Bu
anlamda ayrımcı bir yaklaşım söz konusu, yani demokrat siyasete izin verilmiyor ve
karşıt muhalif diyeyim çünkü onların karşı görüş eylem şeyleri söz konusu oluyor. Bir
tahammül yok, bir izin verme yok.
Bu anlamda kısaca şunu da belirtmek istiyorum: Bu etkililik konusu… 15 kişiyle etkili olma meselesi kişinin kendi karar verebileceği bir şey. Yani 3000 kişi de yapar, 15
kişi de yapabilir, hakkı kullanım kişinin yetkisindedir. Teşekkür ederim.
Moderatör, Dr. Ömer Faruk GERGERLİOĞLU
Evet teşekkür ederiz. Sayın Levent Korkut’a sözü verelim son bir toparlama konuşması yapmak ve günü değerlendirmek için.
146
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
ÇALIŞTAYIN GENEL DEĞERLENDİRMESİ
Dr. Levent KORKUT
Yani konu gayet açık ortaya kondu zaten, fazla tekrarlamaya gerek yok. Ancak şöyle
genel olarak başlıklar halinde ilerlemeye çalıştım. Tabii sabah ilk başta konuşulanlar
ve sona doğru geldiğimiz nokta itibari ile baktığımızda, dört düzeyde belki toplayabiliriz dedim. Bir kere sistem düzeyinde… Demokrasi, demokratik sistemin yapısı, Türkiye’de demokratik sistemin işleyişi, sistem düzeyinde bir sorgulama yapma gayreti
vardı. Özellikle açılış konuşmalarında bunu gördük. Hukuki düzenlemeler boyutu
bir başka boyut çeşitli oturumlarda tartışıldı. Davranışsal boyutu ve uygulama üçüncü
noktada. Bir de dördüncü olarak demokratik sistem değil ama somutta, daha somutta
mekanizmalar ve denetim sistemleri boyutunu ekleyebiliriz.
İlk boyutta ortaya konulan, yani demokratik sistem ve toplantı özgürlüğü boyutunda
ortaya konulan temel şuydu, – herhalde hepimiz bu konuda hemfikiriz-, fazla da
karşı çıkılmadı ya da tartışılmadı ama bir kez daha tekrarlamak lazım: Avrupa İnsan
Hakları içtihadı ve genel uluslararası insan hakları ve hukuk çerçevesinde barışçıl
nitelikte olması bir toplantı ve gösteri için yeterli kıstastır. Bir toplantı ve gösteri ancak barışçıl nitelikte olmadığı zaman engellenebilir, barışçıl nitelikte olmasa dahi bu
engellemelerin belli kurallar çerçevesinde yapılması gerekir. Ama barışçıl nitelikteki
gösteri ve toplantılar demokratik sistemin parçasıdır. Demokratik sistem, söz edilen
barışçıl gösteri ve toplanma hakkı olmadan gerçekleşemez, bu, demokratik sistemin
bir unsurudur. Asli unsurlarından birisidir… Ve burada tabii iki bölümün devletin
sorumlulukları açısından ortaya çıktığı; bunun ilkinin negatif bir sorumluluk olduğu, yani kamu gücü kullanılarak barışçıl bir gösterinin engellenemeyeceği... Aynı zamanda pozitif bir sorumluluğun da burada yer aldığı, yani kamu gücünün toplantıya
katılanların güvenliğini sağlaması gerektiği, karşıt göstericilerin toplantıyı yapılamaz
hale getirmesini önlemesi gerektiği, kamusal mekânların toplantı ve gösteriye hazır
olmasını sağlaması gerektiği… Şiddete başvuranların izole edilerek ayrılması, trafiği yönlendirmekten tutun da, grupları belirlemede ayrımcılık yapılmaması gerektiği,
orantısız güç kullanılması halindeyse etkin soruşturma yapılması ve güvenlik güçlerinin ayrıca eğitilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Bütün bunların kamu gücünün pozitif yükümlülüğü olarak yapması gereken yükümlülükler olarak karşımıza çıktığını
görüyoruz. Bunlar olmadığı sürece demokratik bir sistem içerisinde bir toplantı ve
gösteri yürüyüşü olanağı olmadığını söyleyebiliriz. Bugünkü sunuşlarda yapılan, bu
boyutuyla yapılan sunuşların özeti bu şekilde.
Hukuki çerçeve konusunda mevcut yasanın tabii ele alındığını görüyoruz. Şunun belki altını çizmek lazım: 12 Eylül askeri darbesi bazı yönleriyle çok başarılı bir darbe;
147
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
çünkü bir faaliyetin başarısı, başarısızlığı nasıl ölçülür? Kalıcı oluyor mu? Yani kalıcılık sağlamış mı? Yerleştirmiş mi kendini? Bu başarı göstergesidir. Bu 2911 sadece
bir yasa metni olarak kalmamış, aynı zamanda bizim mantalitemizi de etkilemiş. Mesela Türkiye’nin toplantı gösteri yerlerinin sınırlandırılarak uygulanması alışkanlığını
başlatan bir dönemdir 12 Eylül dönemi... 2911 sayılı yasadaki birçok konu sanki
doğalmış gibi algılanmakta hâlbuki bunlar 1970’lerde dahi yoktu. 1970’te gösteri yapanlar var burada, Hüsnü Bey karşımda kafasını sallıyor. 70’lerde gösteri yapanlar
düşünecek olurlarsa, o dönemdeki düzenlemenin hukuki olarak aslında daha sağlıklı
olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla yasalar ve yasaların oluşturduğu hukuk kültürü
önemli bir problem, buna işaret edildi ve değiştirilmesi söylendi. Yasal pozitif hukuk
boyutuna… Ama bunun yeterli olmayacağı çok açık çünkü aşağı yukarı hukukçular
da dâhil olmak üzere – ki hukukçular işin yasa boyutuna çok bakarlar-, hukukçular
da dâhil olmak üzere konuşmacılar yasanın yeterli olmayacağına, kültürel boyutunun
da önemli olduğuna işaret ettiler. Normlar hiyerarşisinin tersine çevrilmiş olması ki
bu da esas olarak 12 Eylül mirasıdır… Hukuk sistemimizdeki bu alt-üst oluş halen
düzeltilmiş değil, Anayasa’dan yönetmeliğe ya da genelgeye değil genelgeden Anayasa’ya gidiyoruz. Bu, bu alanda da varlığını gösteren önemli bir konu. Genelgeler
gerçekten rol oynuyor, çok kısa süre önce, mesela bazı valiliklerde gizli genelgeler
olduğuna şahit olduk, toplantı ve gösterilerle ilgili. Biraz önce Murat bir liste okudu,
o listelerin dışında da listeler oluyor ve bunlar bazen gizli genelgelerle düzenleniyor.
Var olan mevzuatın uygulanmaması… Yani zaten tersine çevrilmiş bir mevzuat var
ama bunun belki de bir sonucu, alttaki mevzuat daha üstte tutulduğu için asıl mevzuat uygulanamaz hale gelebiliyor bu yüzden.
Ve tabii cezasızlık sorunu, ceza hukuku kapsamındaki işlerde cezasızlık ve aynı zamanda bugün idari cezalarda cezasızlık meselesi de bir anlamda ortaya çıktı. İdari takibatlarda yapılan oranlar dikkate alındığında bunun cezasızlık için yeterli bir kaynak
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü sonuçlara baktığımızda ve verilen cezalara baktığımızda, orada da ciddi bir boşluk olduğu açık. Yani belki bunları ayrıca çeşitli araçlarla
ispatlamak gerekiyor ama mantıken de bu ortaya çıkmakta.
Davranışsal boyutu… Uygulama konusunda da önemli sorunlar olduğu görülmekte,
aşırı güç kullanma ve bunun zaman zaman aslında aşırı güç kullanmayı da geçip, bir
kavgaya ve çatışmaya döndüğü durumlar ve bu kavga ve çatışma ortamında artık gücün maksimum düzeyde kullanıldığı ve karşıdakinin yaşam hakkı başta olmak üzere
temel haklarının belki de hiç düşünülmediği ortamların oluştuğu kesin. Ben Gezi
Olayları sırasında önemli bazı günlerde belli sivil toplum kuruluşlarının bulunduğu
bölgelerde yaptığım kişisel gezilerimde de bunu çok yakından gördüm ve gözlemledim. Yetkililer tarafından yapılan açıklamaların önemi yine vurgulandı, bu her düzey148
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
deki yetkili, bölgedeki idarecilerden başlamak üzere önce güvenlik güçlerinin kendi
idarecileri, daha sonra kaymakam ve vali düzeyinde yapılan açıklamalar ve siyasi irade
tarafından yapılan açıklamaların, aslında kültürün oluşumunda meseleyle ilgili olumlu ve olumsuz önemli rol oynayabileceği burada belirtildi. Burada olumsuz rol tabii
çok önemli çünkü bu bir kültürü de bir uygulamayı da onay anlamına geliyor, siz
oradan onaylıyorum demeseniz dahi buradan bir onay sonucu çıkartılabiliyor.
Müdahale teknikleri kısmen konuşuldu ama daha çok konuşulmaya değer bir konu.
Özellikle müdahalenin sıkıştırma yöntemiyle yapılması, sıkıştırılan grup içerisinde
ilgili ilgisiz insanların bulunması, hatta konuyla hiç ilgisi olmayan yoldan geçen insanların ve çocukların, yaşlıların da bu grubun içine dâhil edilmesi çoğu kez, en önemlisi
de şiddet varsa eğer, şiddet uygulayanla uygulamayanın ayrılmaması önemli problemler olarak ortaya kondu. Tabii ki burada güvenlik güçlerinin davranışı… Bu davranıştaki olumsuzluklardan bahsetmek gerekir ve gösterici davranışından da bahsedildi.
Ama bunların hepsini bir davranışlar kümesine bağlayacak olursak, buradaki tabi asıl
problemin kamu gücü kullanan otoritelerin toplantı ve gösteri yürüyüşü için nasıl bir
hazırlık yaptıkları ya da bunu sağlayacak o pozitif yükümlülüklerini ne ölçüde yerine
getirdikleri ile ilgili…
Diğer hak alanlarında olduğu gibi bu hak alanında da temel sorumluluk ister negatif
ister pozitif anlamda temel yükümlülük devlete ait bir yükümlülük çünkü. Devletin
bu hakkı garanti edebilecek mekanizmaları inşa etmesi kurması, belki de başka mekanizmalarla göstericilerle de ilişkiye geçmesi gerekiyor ki bu işin dördüncü boyutu;
demokratik mekanizmalar ve denetim boyutu, aktörler arası diyalog… Burada genel
ve özel düzeyde ele alabiliriz. Bir gösterinin kendisinde aktörler arası diyalog ne kadar
gerçekleşiyor, yoksa tamamen diyalogsuz bir ortamda mı oradaki güvenlik güçleriyle
göstericiler? Onun da ötesinde genel diyalog… Yani sivil toplum, kamu bu konuda
ne kadar diyalog içerisinde, ya da bu konular ne kadar görüşülüyor? Bir yıldır mesela,
birçok olay yaşanmakta fakat bunlar tekrarlanırken herhangi bir kanal açılıp, herhangi bir şekilde görüşme işte konuları birlikte ele alma, birlikte çözme anlayışını… Sivil
toplumun katılımcı bir şekilde bu çözüm mekanizmalarında… Daha doğrusu çözüm
amacıyla hareket eden bir topluluğun yokluğunu ve burada da esas olanın karar alma
mekanizmalarında bulunanların bu çözüm yollarını geliştirmesi gerektiğinin altı çizildi konuşmacılar tarafından. Tabii burada kötü ya da olumsuz bir durum özellikle
2000’li yılların başında daha hevesli bir ortam varken, yasaların bir kısmı belki değiştiriliyorken ve uygulamaya bazı unsurlar geçiriliyorken, günümüzde bunun durmuş
olması, sivil toplum-kamu diyalogundaki boşluklar ve özellikle sivil toplumdan gelen
tepkilerin… Yani biz nereye ve nasıl gideceğiz? “Evet, burada konuşuyoruz, her şeyi
ele alıyoruz ama nasıl uygulamaya geçirilecek, nasıl uygulanacak?” eleştirileri göster149
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
mekte ki diyalog kanalları ve mekanizmaları işlemiyor; bunları işler hale getirmenin
üzerinde durmalıyız.
Aslında Türkiye İnsan Hakları Kurumu da bu işin bir parçası çünkü Türkiye İnsan
Hakları Kurumu da bir icracı mekanizma değil. Aynı sorun Türkiye İnsan Hakları
Kurumu açısından da ele alınabilir. Aslında bizim de o kanallara ihtiyacımız var, karşılıklı anlayışa ihtiyacımız var, dinlenmeye ve dinlenilen konularda ilerleme sağlanmasına ihtiyacımız var… Aksi halde bir kurum olarak etkisiz hale gelebiliriz. Bağımsız
denetim mekanizmaları burada tabi öne çıkmakta, burada çeşitli bağımsız mekanizmalardan bahsedilebilir. Bir kere polisin kendi açısından, polis davranışını kontrol
eden mekanizmalar gündeme geldi. Şu anda Türkiye’de bağımsız bir denetim mekanizmasının eksikliği gündeme getirildi. Öte yandan yargısal mekanizmalar, idari
mekanizmalar ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu ve ombudsman gibi ya da kamu
denetçiliği gibi mekanizmalar burada zikredilebilir.
Eylem planlarının yokluğu… Türkiye’de bu konuda bir eylem planı yok ama eylem
planı da şu demek değil: Bir kurumun oturup, işte bir plan yapması, iş listesi çıkarması şeklinde olmayan, gerçekten sivil toplum aktörlerinin etkin biçimde katıldığı, kamu
aktörlerinin etkin biçimde katıldığı, ilgili tüm paydaşların toplandığı bir ortamda ve
bunun izlemesine açık, süreklilik arz eden bir şekilde bu eylem planlarının yapılmasının âciliyeti ortaya çıkmış durumda. Belki stratejik olarak önümüzdeki dönemde bu
taleple ve bir güç oluşturarak hareket etmek anlamlı olacaktır.
Bilgi eksiğimizin çok olmadığı, aslında normların da gerektiğinde değiştirilebildiği
fakat davranışsal boyuttaki sorunların ağırlığını vurgulayan konuşmacılar, özellikle
bu noktanın altını çizdiler. Demokrasi kültürü tabii ki işin önemli bir boyutu, kültürel
boyutu fakat bu kültürü geliştirecek olan yine aktörler. Bazı arkadaşlarımız da buna
vurguda bulundu. Yani bu kültürü ancak aktif vatandaşlık şeklinde ortaya koyabiliyorsak bir yere gidebiliriz. “Fakat bu aktif vatandaşlığı nasıl geliştireceğiz?” sorusu
da soruldu. Bazı konulara çok değinmedim: İki yan konu var, bunlarla bitirmek istiyorum. Bunlardan birisi gösterilerdeki olaylarda tıbbi destekte bulunanların durumu, özellikle Gezi Olaylarında gündeme gelmişti. Çok fazla konuşmadık ama “tıbbi
müdahale ne demektir, nasıl olur?” ve bunun çerçevesinin tekrar hatırlatılması gereği
ortaya çıkıyor. Tıp etiği çerçevesinde tıbbi müdahalenin şartları ve koşulları zaten
bellidir. Buna uygun olan yapılan her müdahalenin de aslında bir zorlukla karşılaşmadan gerçekleşmesi gerekir. Göstericilerin güvenliği ve karşı karşıya kaldığı baskılardan
bahsediliyor. Bunların da ciddi anlamda ele alınması ve analizi gerekiyor. Çünkü bazı
durumlarda memur olan kişilerin gösterilere katılma nedeniyle almış olduğu idari
cezalardan, bazı durumlarda öğrencilerin karşı karşıya kaldığı sorunlardan, özellikle yurtla ilişiğinin kesilmesi gibi şikâyetler ve okulla ilgili bazı disiplin konuları ve
150
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı
de aynı zamanda güvenliğin sağlanması, bizzat göstericilerin güvenliğinin sağlanması
– ki değinildi burada – bahsedilen konular oldu. Çok uzatmak istemiyorum. Genel
olarak bahsedilen konular, günün özeti böyle.
Tabii konuşmalar deşifre edilmek suretiyle basılacak. Bu arada ilk toplantımızın kitabı çıkmak üzere galiba, ikincisi de çıkıyor. Bunları aslında biz hem geleceğe yönelik
olsun, bu toplantılarla sınırlı olmasın diye bastırmayı ve kitap haline getirmeyi düşünüyoruz. Böylece bir birikimin zaman içerisinde oluşması önemli. Bir de kurum
olarak şuna giderek önem vereceğiz herhalde: Ortaya çıkan temel sorunları gündeme
getirmek… Fakat bunları gündemde tutabilmek, bunu ilgili yerlere iletebilmek ve o
sorunla ilgili etkili çözümler sağlanıncaya kadar da onu gündemde tutabilmek bizim
kurum olarak ve sivil toplumla birlikte yapacağımız faaliyetlerde temel hareket noktamız olacaktır. Hikmet Bey bir kapanış sözü söyleyecek misiniz? Ya da evet o zaman
ben kapanışı da yapıyorum. Kapanıştan önce son bir söz zannediyorum; geldiğimiz
noktada bazı tıkanıklıklar ve darboğazlar var ve bu darboğazlar teknik, alt düzeyde
değil daha politikalar düzeyinde, karar alıcılar düzeyinde. Karar alıcılarla kurumlar,
sivil toplum ilişkisi düzeyinde bunlara daha önem vererek devam etmek gerekecek.
Sesimiz duyulmuyor diyen çok görüş bildirildi, bunu duyurmanın yolları açısından
Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun yapabileceklerini ve önerilerinizi değerlendirmek
durumundayız, zorundayız. Bu toplantı aslında bir envanter çalışması gibi düşünülmeli, bundan sonra ne yapılacak bunun üzerine kafa yormalıyız. Katılımınız için sağolun, konuşmalarınız için sağolun.
151
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
153
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
154
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
155
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
156
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
157
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
158
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
159
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
160
TİHK - Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı Çalıştayı - 2014
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
www.tihk.gov.tr
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü
Düzenleme Hakkı ve Demokratik
Toplum Düzeni Kavramıyla İlişkisi
ÇALIŞTAYI
22.05.2014