Bölüm Oku

Dünyanın
En Tuhaf Oyunu
1
DÜNYANIN EN TUHAF OYUNU
Orijinal Adı: The Westing Game
Yazarı: Ellen Raskin
Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen
Çeviri: Yasemin Balkancı
Editör: Elif Dinçer
Düzenleme: Nurhan Seyrekbasan
Kapak Uygulama: Berna Özbek Keleş
Kapak Fotoğrafı: iStockphoto
1. Baskı: Haziran 2014
ISBN: 978-9944-82-881-9
YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 12280
Türkçe Yayım Hakkı: Dilek Kayı Ajans aracılığı ile
© Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti.
Baskı ve Cilt: Kitap Matbaacılık
Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1 Topkapı / İstanbul
Tel: (0212) 482 99 10 (pbx)
Fax: (0212) 482 99 78
Sertifika No: 16053
Yayımlayan:
Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic. San. Ltd. Şti.
Osmanlı Sk. Osmanlı İş Merkezi 18/4-5 Taksim / İstanbul
Tel: (0212) 252 38 21 (pbx) Faks: (0212) 252 63 98
İnternet adresi: www.epsilonyayinevi.com
e-mail: [email protected]
2
Dünyanın
En Tuhaf Oyunu
Ellen Raskin
Çeviri:
Yasemin Balkancı
3
4
1
Günbatımı Kuleleri
Güneş batıdan batar (herkesin bildiği üzere), ama Günbatımı Kuleleri’nin yüzü doğuya dönüktü. Acayip!
Günbatımı Kuleleri’nin yüzü doğuya dönüktü ve aslında kulesi de yoktu. Bu pırıltılı, camdan yapılma, beşi
de bomboş, beş katlı mesken bina Michigan gölünün kıyısındaydı.
Sonra bir gün (Temmuz’un dördüydü), teslimatçı demeye bin şahit lâzım gelen bir ‘teslimatçı çocuk’ kasabayı
dolaşarak, binanın seçilmiş, müstakbel kiracılarının kapılarının altından mektuplar attı.
Mektupların üzerinde Barney Northrup imzası bulunuyordu.
Teslimatçı çocuk altmış iki yaşındaydı ve Barney
Northrup diye bir insan dünya üzerinde yaşamıyordu.
5
Sevgili talihli:
İşte, hep hayal ettiğiniz ama bir türlü kiralamaya
gücünüzün yetmediği, en yeni, en lüks, Michigan Gölüne
bakan eviniz:
GÜNBATIMI KULELERİ
- Her odada büyük pencereler
- Üniformalı kapıcı, temizlik servisi
- Merkezi havalandırma, yüksek hızlı asansör
- Seçkin muhit, harika okullara yakınlık
- Vesaire, vesaire.
İnanmak için kendi gözlerinizle görmeniz lâzım. Ama
bu inanılmaz seçkinlikteki evleri görmek ancak randevuyla
mümkün. Öyleyse acele edin, yalnızca birkaç tane kaldı!
Bizi hemen 276-7474 numaralı telefondan arayın! Bu
teklifi kabul ettiniz ettiniz, bir daha gelmez!
Hizmetkârınız,
Barney Northrup
Not: ayrıca kiraya çıkardığımız dükkânlarımız:
- Lobili hekim ofisi
- Park alanına açılan kahve dükkânı
- En üst katın tamamına yayılan birinci sınıf restoran
Altı mektup teslim edilmişti, yalnızca altı. Altı görüşme yapılmış, her bir aileyle saatlerce konuşulmuş, Barney Northrup tarafından Günbatımı Kuleleri turu düzenlenmişti.
“Camlara bir göz atın. Tek taraflı ayna camdır,” dedi Barney
Northrup. “Kimse sizi göremez ama siz her şeyi görebilirsiniz.” Yukarı bakan Wexler’lar (günün ilk görüşülen ailesiydi)
binanın cam kaplamasından yansıyan güneşle kör oldular.
6
“Şamdanları görüyor musunuz? Kristaldir!” dedi Barney Northrup lobinin duvardan duvara aynalarında bıyıklarına ve el yapımı kravatına çekidüzen verirken. “Ya
halılara ne demeli? Üç santim kalınlığında!”
“Harika,” diye cevap verdi Bayan Wexler. Topukları
halının peluş dokusuna takılınca yalpalayıp kocasının koluna yapıştı.
“Gerçekten çok şanslısınız,” dedi Barney Northrup.
“Yalnızca bir daire kaldı ve bu daireye bayılacaksınız. Sizin
için yapılmış adeta.” Kapıyı ani bir hareketle açtı. “Şimdi
söyleyin, bu nefes kesici mi yoksa nefes kesici mi?”
Bayan Wexler nefesini tuttu. Bu gerçekten nefes kesiciydi. Oturma odasının iki duvarı tavandan tabana kadar
ayna kaplıydı. Barney Northrup’un yönlendirmesine uyarak bütün daireyi şaşkınlık ve hayranlık nidalarıyla gezdi.
Arkasından gelen kocası o kadar da heyecanlanmamıştı.
“Bu nedir? Yatak odası mı, dolap mı?” dedi Jake Wexler
girdikleri son odaya bakarken.
“Elbette yatak odası,” diye cevap verdi karısı.
“Dolap gibi duruyor.”
“Ah Jake! Bu daire tam bizlik! Mükemmel!” diye kumru gibi sesler çıkararak sızlandı Grace Wexler. Bu üçüncü
yatak odası ancak bir kaplumbağanın rahat edeceği kadar
büyüktü. “Jake bir de ofisini lobiye taşıdığını düşünsene.
Evle iş arasında saatlerce araba kullanmaya paydos. Kar küremeye paydos.”
“Müsaadenizle hatırlatayım,” dedi Barney Northrup.
“Buranın kirası eski evinize yapacağınız tamirat masraflarından çok daha az.” Jake adamın bunu nasıl bildiğini
merak etti.
7
Grace, gerisinde ağaçların, yolun uzandığı ve Michigan
gölünün sakince uyuduğu pencerenin önünde durdu. Göl
manzarası! O son derece havalı evleriyle sözüm ona arkadaşları şu evi görsün diye can atıyordu. Mobilyanın kaplamaları
değiştirilebilirdi. Hayır, bej kadifeden yeni mobilyalar alacaktı. Ayrıca kenarı mavi çizgili, adının ve havalı adresinin
kıvrak harflerle üstüne işlendiği büro malzemeleri edinecekti: Grace Windsor Wexler, Günbatımı Kuleleri, Göl Kıyısı.
Müstakbel kiracıların hepsi Grace Windsor Wexler kadar heyecanlı değildi. Öğleden sonra binaya gelen Sydelle
Pulaski başını kaldırıp Günbatımı Kuleleri’ne baktığında,
yalnızca ağaç tepelerinin ve bulutların arasından başını
bezgince uzatmış güneşin yansımasını gördü. “Gerçekten
çok şanslısınız,” dedi Barney Northrup. “Yalnızca bir daire kaldı ve bu daireye bayılacaksınız. Sizin için yapılmış
adeta.” Kapıyı ani bir hareketle açtı. “Şimdi söyleyin, bu
nefes kesici mi yoksa nefes kesici mi?”
“Bir özelliğini göremedim,” diye cevap verdi Sydelle
Pulaski. Gözlerini park alanının ardında batmakta olan
güneşin yaydığı son ışıklara dikmişti. Bunca yıl kendine
ait bir yeri olsun diye beklemişti ve işte, içinde zenginlerin
yaşadığı seçkin bir bina çıkmıştı karşısına. Ama onun istediği göl manzarasıydı.
“Ön taraftaki daireler tutuldu,” dedi Barney Northrup.
“Ayrıca, kiralar sekreter maaşı için fazla yüksek. Bana güvenin, burada size temin edeceğimiz lüksü üçte bir fiyatına elde ediyorsunuz.”
En azından yandaki pencerelerin manzarası hoştu.
“Kimsenin içeriyi göremeyeceğinden emin misiniz?” diye
sordu Sydelle Pulaski.
8
“Kesinlikle,” dedi Barney Northrup bir yandan kadının
kuzeydeki kayalıkların tepesindeki eve yönelmiş şüpheci
bakışlarını takip ederek. “O da yalnızca eski bir ev. On beş
yıldır boş duruyor.”
“Pekâlâ. Bu işi bir düşünmem lazım.”
“Bu daire için yalvaran en az yirmi kişi var,” diye kuyruklu bir yalan attı Barney Northrup. “Teklifi kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz?”
“Ediyorum.”
Her kim olursa olsun, ne derse desin, Barney Northrup iyi bir satıcıydı. Günbatımı Kuleleri’ndeki bütün daireleri yalnızca bir günde kiralamış, kiracıların isimlerini
vakit geçirmeden posta kutularına iliştirmişti:
Ofis ♦ Dr. Wexler
Lobi ♦ Theodorakis Kahve Dükkânı
2C ♦ F. Baumbach
2D ♦ Theodorakis
3C ♦ S. Pulaski
3D ♦ Wexler
4C ♦ Hoo
4D ♦ J. J. Ford
5 ♦ Shin Hoo Çin Lokantası
Kimdi bu kiracılar, özellikle seçilmiş bu insanlar? Anneler, babalar ve çocuklardı. Bir stilist, bir sekreter, bir
mucit, bir doktor, bir de hâkim. Ah, yalnızca bunlar yoktu. Aralarında başkaları da vardı: bir bahisçi, bir hırsız, bir
bombacı ve bir de hata. Barney Northrup bu dairelerden
birini yanlış kişiye kiralamıştı.
9
2
Hayalet mi Yoksa Beteri mi?
Eylül’ün birinde, seçilmiş kişilerden biri (hani, hata olan)
evine taşındı. Binanın kuzey kısmı boyunca bir tel örgü çekilmişti. Üzerinde de bir uyarı levhası bulunuyordu:
GEÇMEK YASAK – Westing Emlak’ın mülkü.
Taze asfaltlı yol keskin bir dönüşle kıvrılıyor ve ardından şehre doğru uzanmaktansa tekrar geriye dönüyordu.
Günbatımı Kuleleri şehrin en uç noktasına konuşlanmıştı.
Eylül’ün ikisinde, otantik Çin mutfağından yemekler
sunan Shin Hoo Lokantası şaşaalı bir açılış yaptı. Yalnızca
üç kişi katıldı bu açılışa. Bu muhit hakikaten çok seçkindi,
hatta Bay Hoo’ya sorarsanız fazla seçkin. Fakat otoparka
açılan ve fiyatları daha makul olan kahve dükkânı, kiracılara ve Westingtown civarında çalışan işçilere sunduğu
10
kahvaltı, öğle ve akşam yemeği servisi sayesinde iş yapıyor
gibi görünüyordu.
Günbatımı Kuleleri hayli sessiz, iyi işletilen bir yerdi ve
(sürekli bir şeylerden şikâyet eden Bay Hoo’yu saymazsak)
binanın sakinleri hâllerinden memnun görünüyorlardı.
Kiracılar birbirlerine günaydın, iyi akşamlar ya da sadece
dostça bir tebessümü çok görmüyor, küçük sorunlarını ise
kapalı kapılar ardında saklıyorlardı.
Büyük sorunlar henüz ortaya çıkmamıştı.
Ekim ayının son günleriydi artık. Soğuk, kuru bir rüzgâr, Günbatımı Kuleleri’nin önündeki araba yolunda toplanmış dört kişilik grubun etrafındaki ölü yaprakları uçuşturdu. Ama kimse ürpermedi. En azından o anlığına.
Kapıcı üniformasının içindeki bodur, geniş omuzlu
adam yumrukları belinde, bacaklarını açmış, ayakta duruyordu. Adamın adı Sandy McSouthers’tı. Bu ürpertici
rüzgâr yüzünden gözleri irileşmiş, zayıf ve kambur iki lise
son sınıf öğrencisi de Theo Theodorakis ve Doug Hoo’ydu. Tepedeki evi işaret eden ufak tefek, çakı gibi adam ise
Otis Amber’di; altmış iki yaşındaki ‘teslimatçı çocuk’.
Bir keşfin şaşkınlık anında donup kalmış heykelleri andıran yüzlerini kuzeye dönmüş, ağızları açık bakıyorlardı
ki Turtle1 Wexler bisikletiyle, saç örgüsünü arkasında bir
uçurtmanın kuyruğu gibi savura savura araba yolundan
gelip bağırıverdi: “Bakın! Bakın! Duman! Westing malikânesinin bacasından duman çıkıyor!”
Diğerleri de bunu görmüştü elbette. Yani bu kız herkesin neye baktığını düşünmüştü ki zaten?
1 Turtle İngilizce kaplumbağa anlamına geliyor. (e.n.)
11
Turtle soluk soluğa gidonunun üstüne uzandı. (Günbatımı Kuleleri tıpkı Barney Northrup’un söz verdiği gibi
en iyi okullara yakındı fakat lise en az beş kilometre mesafedeydi.) “Sence ihtiyar Westing orada mıdır?”
“Yok canım,” diye cevap verdi ihtiyar teslimatçı Otis
Amber.
“Onu yıllardır kimse görmedi. Güya kuzey denizinde
kendi adası varmış, orada yaşıyormuş. Ama çoğunluk öldü
diyor. Uzun zaman önce ölmüş. Hatta diyorlar ki, cesedi
hâlâ o eski evdeymiş. Öyle diyorlar. Vücudu İran halısının
üstüne yayılmışmış. Eti o pis kemiklerinin üzerinde çürüyormuş. Kurtlar göz yuvalarından, burun deliklerinden
girip çıkıyormuş.” Teslimatçı, bu iğrenç detaylara tizleşmiş bir he-he-he de ekledi.
İşte şimdi biri ürpermişti. Turtle’dı bu.
“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste,” dedi
Sandy her zamankinin aksine neşeli bir edayla. Kapıcı
Sandy, sık sık Westing kâğıt fabrikasındaki işinden yirmi
yılın ardından kovulmasından yakınırdı. “Ama orada biri
var bence. Canlı biri elbette.” Sırma işli şapkasını parmağıyla geriye itip metal çerçeveli gözlüklerinin ardından
gözlerini kısarak eve baktı. “Belki yine çocuklar girmiştir.
Ama yok, olamaz.”
“Hangi çocuklar?” diye sordu üç çocuk birden.
“Westingtown’dan iki talihsiz ahbap.”
“Ne talihsiz ahbabıymış o?” Başların üçü birden kapıcıdan teslimatçıya dönmüştü.
Doug Hoo, Turtle’ın titreyen atkuyruğuna eğildi. Normalde o saça bir dokunan, anında kaval kemiğine tekmeyi
yerdi. Doug sakatlık riskini göze alamazdı, hele de büyük
12
gün yaklaşırken. Yarış pistlerinin yıldızı şimdiden koşu
bandında çalışmaya başlamıştı.
“Korkunçtu, korkunç,” dedi Otis Amber titreyerek. Bu
titreyiş, kafasındaki pilot şapkasının uçlarının uzun ince
suratının etrafında savrulmasına sebep oldu. “Gel de düşünme. Her şey, tam bir yıl önce bu gece olmuştu. Cadılar
Bayramında.”
“Ne oldu ki?” dedi Theo Theodorakis sabırsızlıkla.
Kahve dükkânındaki işine çoktan geç kalmıştı.
“Anlat onlara Otis,” dedi Sandy.
Teslimatçı, sivri çenesini saran kirli sakalını sıvazladı.
“Sanırım her şey bir bahisle başlamıştı. Birisi onlara demiş
ki, ‘Bir dolarına bahse girerim, o metruk evde beş dakika
kalamazsınız.’ Bir bitli metelik için! Zavallı çocuklar güç
bela Westing malikânesinin çift kanatlı camlı kapılarından
geçip kendilerini bu tarafa attılar. Sebebi de korkunç bir
şey, bir hayalet tarafından izlenmeleriydi. Ya da daha beteri.”
Daha beteri mi? Turtle zonklayan dişini unutuverdi.
Theo Theodorakis ve Doug Hoo ondan daha büyüktüler,
dolayısıyla daha kurnaz. Birbirlerine göz kırpıp hikâyenin
devamını dinlemeye koyuldular.
“Elemanın biri deli gibi bağırarak dışarı koşuyordu.
Kafası patlayacaktı bağırmaktan. En sonunda kafasını kayalıklara çarptı da susabildi. Öteki çocuğun ağzından ise
bugüne kadar yalnızca iki kelime çıktı. İçinde ‘mor’ geçen
bir şeyler söylemişti.”
Sandy bu noktada yardım etti. “Mor dalgalar.”
Otis Amber üzüntüyle başını salladı. “Evet. O zavallı çocuk şimdi akıl hastanesinde oturmuş, deli deli bakan
13
gözlerini ellerine dikmiş, hâlâ, ‘Mor dalgalar, mor dalgalar,’ deyip duruyor. Ha bir de şu var. Westing malikânesinden çılgınlar gibi koşarak kaçarken ellerinden de ılık,
kırmızı kanlar damlıyordu.”
Şimdi hepsi birden ürpermişti işte.
“Zavallı çocuk,” dedi kapıcı. “O kadar acı çekti ama ne
için? Bir dolarlık bir iddia için.”
“Şu bahsi iki dolar yap. İçeride kalacağım her dakika
için. Ben varım,” dedi Turtle.
Tam olarak aynı dakikalarda birisi, uzaktan araba yolundaki grubu izliyordu.
2D bloğunun ön taraftaki daireden on beş yaşındaki Chris Theodorakis, erkek kardeşi Theo’nun çelimsiz,
atkuyruklu bir kızla tokalaşmasını (bir iddiaya tutuşmuş
olmalıydılar) ve aceleyle lobiye gitmesini izledi. Ailesinin
işlettiği kahve dükkânı şu saatlerde epey meşgul olurdu.
Kardeşi bir buçuk saat önce tezgâhın arkasına geçmiş ve
çalışmaya başlamış olmalıydı. Chris duvardaki saati kontrol etti. Theo’nun kendisine akşam yemeğini getirmesine
daha iki saat vardı. Geldiği zaman ona topaldan bahsedecekti.
O ikindi vakti, erken saatlerde Chris bir mor kırlangıcın (Progne subis) böğürtlenleri aşırtıp meşeliğin içinden geçerek
tepenin üstündeki kızıl akçaağaca kadar tarla boyunca devam
eden uçuşunu takip etmişti. Kuş üçüncü kez kanat çırparak
havalanmıştı ama bu kez birisi ilişmişti Chris’in gözüne.
Biri (bu kişinin kadın mı erkek mi olduğunu seçememişti) gölgelerin ardından çimenliğe çıkmış, çift kanatlı camlı
kapının kilidini açarak Westing malikânesinin içine girmiş
14
ve gözden kaybolmuştu. Bacağı aksıyordu bu kişinin. Ve
dakikalar sonra bacadan duman çıkmaya başlamıştı.
Chris bir kez daha yüzünü pencereye çevirip uçurumun tepesindeki evi gözleriyle taramaya başladı. Çift kanatlı kapı kapalıydı. Evin defalarca saydığı on yedi penceresi, ağır perdelerle sıkı sıkı örtülmüştü.
Günbatımı Kuleleri’nde ise binada özel bir cam kullanıldığı için perdeye gerek duyulmamıştı. Camların özelliği sebebiyle içeriden dışarısı rahatlıkla görünüyor ama
dışarıdan içerisi görünmüyordu. Peki, madem öyle, neden
bazen birinin onu izlediği hissine kapılıyordu? Kim izliyor
olabilirdi ki? Tanrı mı? Eğer izleyen Tanrıysa niye Chris
kendini böyle hissediyordu?
Dürbün oğlanın kucağına düştü. Kafası seğirdi, bedeni
keskin bir spazmla kasılarak sarsıldı. Sakin ol, Theo yakında gelir. Sakin ol, yakında Kanada Kazı (Branta canadensis)
cinsinden bir sürü güneye doğru uçuyor olacak. Sakin ol.
Sakin ol ve dumanı tel tel ayırarak Westingtown’a doğru
süren rüzgârı izle.
15
3
Giren Çıkan Kiracılar
Üst katta, 3D’de, Angela Wexler bir pufun üstüne
çıkmış, bir vitrin mankenini andıran ifadesiz bir yüzle,
kıpırtısız duruyordu. Solgun mavi gözleri doğruca göle
dikilmişti.
“Dön canım,” dedi terzi Flora Baumbach. İkinci kattaki
daha küçük dairelerden birinde oturuyor, aynı zamanda
işini de oradan yapıyordu.
Angela yavaş bir hareketle dönüşünün çeyreğini tamamlamıştı ki, “Ah!” deyiverdi.
Bu küçük çığlıktan irkilen Flora Baumbach tombul
parmaklarının arasındaki iğneyi düşürdü. Ağzına sıkıştırdığı üç iğneyi de az kalsın yutuyordu.
“Lütfen dikkatli olsun Bayan Baumbach. Angelacığımın çok narin bir cildi vardır.” Grace Windsor Wexler
16
oturduğu bej kadife koltuktan, kızı Angela’nın düğün kıyafetinin dikilme aşamasını yönlendiriyordu. Üstün ve
seçkin zevkiyle düzenlediği çiçek düzenlemelerine ait iki
düzine fotoğraf arkasındaki duvara asılmıştı. Bir iç mimar
olabilirdi. İyi bir iç mimar hem de. Yapacak bin tane işi
olmasaydı.
“Bayan Baumbach iğne batırmadı anne,” dedi Angela
aynı anda. “Westing malikânesinden duman çıktığını görünce şaşırdım sadece.”
Dizlerinin üzerinde dikkatlice orayı burayı tarayan Flora Baumbach, ağarmış kâküllerinin arasından yere düşen
iğneler için yürüttüğü arayışına son verdi.
Bayan Wexler kahve fincanını eskitme sehpaya iliştirirken daha iyi görebilmek için boynunu uzattı. “Yeni
komşularımız var galiba. Bir hoş geldin ziyareti yapmak
gerekecek. Belki dekorasyon için tavsiyeye de ihtiyaçları
vardır.”
“Hey bakın! Westing malikânesinden duman geliyor!”
Turtle yine bayat haberler getirmişti.
“Ah sen miydin?” Bayan Wexler altın saçlı, melek yüzlü
kızı Angela’nın aksine, diğer kızını her gördüğünde şaşırmış gibi görünüyordu.
Flora Baumbach iğneleri toplamayı bitirmiş kalkıyordu
ki bu kez incittiği kaval kemiğini halının sert dokusundan
korumak için tekrar çöktü. Geçen gün lobide Turtle’ın saç
örgüsüne dokunmuştu.
“Otis Amber dedi ki, ihtiyarın cesedi Westing malikânesinde eski İran halısının üstünde çürüyormuş.”
“Ah, aman Tanrım!” diye haykırdı Flora Baumbach.
Bayan Wexler, “Cık cık,” dedi.
17
Turtle korkunç hikâyesine devam etmekten vazgeçti.
Bir yerde ölse, başına bir işler gelse de aklını kaçırsa annesinin umursayacağı yoktu. “Bayan Baumbach cadı kostümümün eteklerini bastırabilir misiniz? Bu akşam ihtiyacım olacak.”
Bayan Wexler söze girdi. “Görmüyor musun, Angela’nın gelinliğiyle uğraşıyor! Zaten niye öyle aptal bir kostüm giyiyorsun ki? Hakikaten Turtle, neden kendini çirkinleştirmeye uğraştığını anlamıyorum.”
“Gelinlik kadar aptal bir kostüm değil en azından,” diye
patladı Turtle. “Ayrıca artık kimse evlenmiyor ki. Hadi diyelim evlendiler, gelinlik giymiyorlar.” Zıvanadan çıkmak
üzereydi. “Ayrıca o kendini beğenmiş pörtlek suratlı Doktor Denton’la kim evlenir ki!”
“Bu kadar yeter seni ukala,” diyerek tokat atacakmış
gibi yerinden fırladı Bayan Wexler ama bunun yerine duvardaki çiçek resimlerinden birini düzelterek yerine oturdu. O güne dek Turtle’a hiç el kaldırmamıştı. Ama şu
son günlerde kızı sabrını iyice zorluyordu. Üstelik şimdi
yanlarında bir yabancı da vardı. “Doktor Deere harika bir
genç adam,” diye yaptığı açıklama dolaylı olarak Flora Baumbach içindi. Terzi kibarca gülümsedi. “Angela yakında Angela Deere olacak. Ne kadar kıymetli bir isim değil
mi?” Terzi kadın başıyla onayladı. “Hem ailemizdeki doktorların sayısı ikiye çıkacak. Dur bakalım, nereye gittiğini
sanıyorsun sen?”
Turtle ön kapıya ulaşmıştı. “Alt kata inip babama Westing malikânesinden duman geldiğini söyleyeceğim.”
“Çabuk buraya gel. Biliyorsun babanın bu ikindi ameliyatı var. Sen odana gidip bir şeylerle uğraşsana. Borsa ra18
porlarına filan bak. Ya da odanda ne halt ediyorsan onu
yap.”
“Amma da oda. Oda değil elbise dolabı.”
“Cadı kostümünü ben halledeceğim Turtle,” dedi Angela.
Bayan Wexler, yüzü aydınlanarak, beyazlar içindeki
mükemmel evlâdına baktı. “Tam bir melek.”
Crove’un teni ölü gibi bembeyaz, kıyafetleri ise kapkaraydı. Haşin, dik kafalı bir görüntüsü vardı. Dik kafalı ve
haklı olarak haşin. O inatçı ifadenin altında Doktor Wexler’in ayağından kesip çıkardığı nasırlarla hop hop hoplayan bir mide olduğuna kimse ihtimal vermezdi. Doktorun
seyrelmiş saçları arasından görünen pembe kafa derisine
bakmak da içindeki bulantıyı hafifletiyor sayılmazdı. O esnada, gözleri kuzeydeki pencereye odaklanmış halde, adeta bir ilahi mırıldanır gibi konuştu: “Duman!”
“Dikkat!” dedi Jake Wexler. Az kalsın nasırla birlikte
kadının ayak parmağını da kesiyordu.
Bir ampütasyon işlemine ne kadar yakın durduğundan
habersiz olan temizlikçi kadın, gözlerini Westing malikânesine dikmişti.
“Eğer arkanıza yaslanırsanız…” diye söze başladı Jake
ama hastası onu duymuyordu. Bir zamanlar hoş bir kadın
olmalıydı fakat hayat ona biraz hoyrat davranmıştı.
Cılız boynunun arkasında sıkıca topuz yapılmış, ağarmış saçlarının arasında altın rengi, kızıl ışıltılar görünüyordu. Profilden normaldi. Yalnızca çenesinin çıkıklığı hafifçe bozuyordu görüntüyü. Eh biz işimize bakalım. Cuma,
doktorun en yoğun olduğu günlerden biriydi. Birkaç yere
19
telefon etmesi gerekecekti. “Lütfen geriye yaslanın Bayan
Crove. İşimiz neredeyse bitti.”
“Ne?”
Jake kadının ayağını pedala nazikçe oturttu. “Kaval kemiğinize darbe almışsınız.”
“Ne?” Bir an için gözleri buluştu, sonra kadın bakışlarını başka yere çevirdi. Mahcup yaratılışı sebebiyle (belki de
suçluluktandı) Crove konuşurken daima uzaklara bakardı. “Kızınız Turtle tekmeledi beni,” diye mırıldandı, bir
yandan da yine bakışlarını Westing malikânesine sabitleyerek. “Evde dinin esamisi okunmazsa böyle olur. Sandy,
Westing’in cesedinin evde, doğu işi bir halı üzerinde çürümekte olduğunu söylüyor ama ben buna pek inanmıyorum. Adam gerçekten öldüyse cehennemde cayır cayır
yanacak zaten. Hepimiz günahkârız. Hepimiz.”
“Yani diyorsun ki adamın cesedi bir Doğu halısının
üzerinde çürüyor. Belki de bir İran ya da Çin halısı.” Bay
Hoo beşinci kattaki restoranın camekânının dibindeki oğlunun yanına geldi.
“Peki sen neden çalışmak dururken kıymetli zamanını
yaşını fazlasıyla almış bir teslimatçının aşırı gelişmiş hayal
gücünden çıkardığı hikayeleri dinleyerek harcıyorsun bakalım?” Bu bir soru değildi. Doug’ın babası hiç soru sormazdı ki. “Omuz silkme bana. Git çalış.”
“Tamam baba.” Doug mutfağa doğru bir koşu ritmi
tutturdu. İtiraz etmenin anlamı yoktu çünkü yarın okul
yoktu. Yalnızca düz koşu antrenmanı yapacaktı. Alt kata
koşturdu. Ne mazeret sunarsa sunsun babası, “Git çalış,”
dediğinde bunun yalnızca bir anlamı oluyordu: “Git ça20