Nisan 2014 Zat-ı aliniz özgürlükçü hümanist temelli laik, seküler ve

ALMANYA MÜLAKATI
Nisan 2014
Zat-ı aliniz özgürlükçü hümanist temelli laik, seküler ve
demokratik düzene karşı islami renge boyanmış otokratik bir
devlet düzeni mi inşa etmek istiyorsunuz?
Evvelen ifade etmek isterim ki hiçbir zaman bir devlet düzeni inşa
etmek gibi bir düşüncem olmadı. Belki her devletin istifade edeceği
yüksek insani değerlerle mücehhez, sevgi ve şefkatle donanmış,
sorumluluk şuuruna sahip insanlar yetiştirilmesine kendimce bir
katkı yapmaya çalıştım. Bunu eğitim yoluyla insanların
mahiyetlerindeki potansiyeli inkişaf ettirip onları ideal insanlık
ufkuna ulaştırmaya calışma ve bu yolla Cenab-ı Hakk’ın rızasını
arama şeklinde de görebilirsiniz.
Laiklik devletle alakalı bir mevzudur. Devletler laik olabilir ama bu
vatandaşların da şahsen laik olmasını gerektirmez. Belki laik bir
devlet her türlü inanca veya dünya görüşüne eşit mesafede olan
devlettir. Bugün laikliğin değişik uygulamaları olduğu için bazen ne
kastedildiği de tam anlaşılmıyor. Laiklik adı altında bir hayat tarzı
dayatılması inanan bir insan için kabul edilemez. Dini hayatın
dayatılması dinin ruhuna aykırı olduğu gibi dindar insanlara dinsiz
bir hayat tarzının dayatılması da temel insan hakları, demokrasi ve
laikliğe zıttır.
İnanan insanlara inançlarını yaşama hürriyetini veren laik
demokratik bir devlet anlayışının Islamın idareye bakan
prensipleriyle çatışmadığını ve başka arayışlar içine girilmesine
gerek olmadığını defaatle belirttim.
Hümanizmin temelinde de insana değer verme, onun temel hak ve
hürriyetlerini koruma düşüncesi yatar ki bu yönleriyle Islam’ın
insana bakış açısıyla tam örtüşmese de benzerlikler taşır. Dini ve
düşüncesi ne olursa olsun her insanı insan olarak aziz tutmak temel
prensibimizdir.
Özelde Türkiye bazında genelde dünyada demokrasiden geriye dönüş
olmayacağını belirttim. Demokratik idarenin esası olan halkın
idareye katılımının İslami prensiplere tezat teşkil etmediğini, tam
tersine belki monarşi, oligarşi veya teokrasi gibi sistemlere nazaran
daha uygun olduğunu ifade ettim. Özellikle 1990’larda Türkiye’de bu
düşünceleri ifade ettiğimde bazı radikal kesimler tarafından tenkit
edildim.
Hayatım ve eserlerim ortadadır. Değişik hastalıklardan muzdarip,
ilerlemiş yaşımda münzevi olarak Cenab-ı Hakkın rızasını takip
ediyorum.
Din ve inanç özgürlüğü konusunda ne düşünüyorsunuz? Bir kişi
hür iradesiyle Islam inancından vazgeçerse ne olur? Öldürülmeli
midir?
Geçmiş dönemlerde İslam Hukukçularının verdiği hükümleri itikadi
ve siyasi olarak ayırdetmek icab eder. Fukahanın irtidadla alakalı
hükmü itikadi değil siyasidir. Zira insanların hür iradesiyle dini
seçmesi İslam’ın temel bir esasıdır.
Öyle zannediyorum ki yabancı basın mensupları tarafından bana en
çok sorulan sorulardan bir tanesidir bu. Dayandıkları nokta 80’li
yıllarda vaizlik yaptığım İzmir Bornova camiinde konuyla alakalı
soruya verdiğim bir cevap. Daha sonra bu cevaplar Asrın Getirdiği
Tereddütler adlı kitapta da yayınlandı.
Hatırladığım kadarıyla konuyu etraflı bir şekilde ele alıp cevaplarken
fıkıh kitaplarındaki hükümleri de aktarıyor ve bir yerde diyorum ki:
“Bir insan Islam dininden irtidat ederse ona mürted denir. Ve verilen
süre icinde tevbe etmezse öldürülür.” Bu herkesin bildiği ve hemen
bütün fıkıh kitaplarında var olan bir hükümdür. Ama cevabım burada
bitmiyor. Konuşmanın devamında fakir bu hükmün devlet sistemini
alakadar eden siyasi bir yaklaşım olduğunu belirtiyorum. Diyorum ki;
“bu tamamen daha önce yapılmış akde muhalefetin cezasıdır ve
sistemin muhafazasıyla alakalıdır.” Ama her nedense bazı basın yayın
kuruluşları öteden bu yana cevabın sadece ilk kısmındaki cümleyi
aktarıyor ve bununla benim din özgürlüğüne muhalif bir çizgide yer
aldığım vehmini uyarmaya çalışıyor.
Madem münasebet geldi, daha net bir beyanla maksadımı ifade
edeyim; dünyanın daru’l İslam ve daru’l harb diye ikiye bölündüğü,
gayri müslim bütün unsurların müslumanlarla savaşa durduğu
dönemlerde yapılan içtihadlara göre İslam dininden dönme fiili savaş
halinde bulunulan karşı cepheye intikal manasını taşımış ve bu
yüzden fukaha bunu itikadi değil siyasi bir suç olarak
değerlendirmiştir. Fıkıh kitaplarında irtıdadın hudud ve siyer yani
Islam Ceza Hukuku ve Devletlerarası Hukuk bölumlerinde ele
alınması bunun ısbatıdır. İrtidat eden kadınların öldurülmemesi de
aynı gerekçeye dayanır; çünkü kadınlar o dönemde savaşlarda
savaşçı kategorisinde yerini almaz. Halbuki irtidat etmek itikadi suç
ise, suçu işleyenin cinsi kimliği hükme tesir etmemelidir. Aynı şekilde
İslam’dan çıkan fakat siyasi muhalefet etmeyen Osman ibn
Abdullah’a bir ceza verilmemiştir.
Buradan anlaşılan şudur -ki Bornova camiinde verdiğim cevapta
irtidat “akde muhalefet, sistemin muhafazası” sözleriyle bunu
vurgulamaya çalışmıştım- fukaha irtidatı itikadi değil siyasi bir suç
olarak görmüş ve suç unsurunun mahiyetine göre ölüme kadar
uzanan cezai yaptırımlara konu etmiştir. Bir başka ifadeyle fukaha
siyasi suç olarak değerlendirdiği irtidadı “vatana ihanet” gibi
algılamıştır. Herkesin bildigi gibi vatana ihanet suçu hemen her
hukuk sisteminde en ağır cezai müeyyidelere konu olmuştur. Bugün
bile ölüm cezasının var olduğu birçok ülkede vatana ihanet ölümle,
olmayan ülkelerde de bilebildildiğim kadarıyla müebbed hapisle
cezalandırılır.
İtikadi açıdan meseleye bakacak olursak; Kur’an ve Efendimizin (sas)
beyan ve tatbikatlarına göre fertler herhangi bir dine inanma veya
inanmamada özgürdür. Istedikleri dine girebilir, istedikleri zaman da
çıkabilirler. Nitekim bunu Eyüp Can’a 1997 yılında vermiş olduğum
bir röportajda şöyle ifade etmiştim: “Bu arada demokratik bir
anlayışla isteyen insan Müslüman olur, isteyen şamanist kalır,
isteyen sizin duygu ve düşüncenizi tercih eder, isteyen başkasını
tercih eder... Bazıları bu mülahazamı yadırgayabilir ama ben
kanaati acizanemce bu düşünceleri ortaya atmada, beis
görmüyorum... Ve bu türlü bir yaklaşıma dünyanın çok da
olumsuz bakmadığını düşünüyorum...“ Ortada hukuken suç
unsuru olmadığı takdirde mücerred manada bir dine girmek veya
çıkmak dünyevi bir yaptırımın konusu değildir İslam’a göre. “Dileyen
iman etsin dileyen etmesin”, “dinde zorlama yoktur” ayetleri iman
etme veya etmemenin kişinin hür iradesine bırakıldığının
teminatıdır. Efendimizin de (S.A.S) hayatı boyunca muhataplarını
iman etmeleri için herhangi bir zorlamada bulunmaması bunun en
büyük şahididir. Zaten aksi bir durum, yani İslam’a girmek isteyene
kapıları açıp, çıkmak isteyene ölüm cezası ile tehdit etmek hem çifte
standart hem de toplumda iki yüzlü münafıkların üremesine neden
olurdu. Bu türlü bir yaklaşım toplumda çoğulculuğu öldüren, totaliter
bir zihniyetin hükümferma olması demektir ki bu İslam’ın idari
sistem adına ortaya koyduğu prensip ve sahih uygulamalara
muhaliftir.
Şunu unutmamak lazım; din özgürlüğü temel hak ve
hürriyetlerdendir. Bu hürriyetlere saygı duymak saygının
gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekle mümkündür. İslam’a
göre herkesi kendi konumunda kabul etmek; kanun önünde herkesin
eşit vatandaşlar olarak hak ve özgürlükleri -başkalarının hak ve
özgürlüklerine tecavüz etmemek kaydıyla- yaşayabilmesini temin
etmek; belli bir inanç sistemi veya hayat tarzını politik yollarla
empoze etmemek ve hiç kimseyi etnik, kültürel, dini ve benzeri
sebeplerle hor ve hakir görüp ayrımcılığa tabi tutmamak şarttır.
Buraya kadar arza çalıştığımız husus meselenin dünyevi vechesidir.
Ahiret adına ise, elbette kendini son din olarak takdim eden İslam’ı
terk etmenin bir takım cezası söz konusudur ama bu mevzumuz
değildir.
Kanun karşısında eşitlik sadece müslümanlar için mi geçerli
yoksa genel hukuki bir kaide midir?
Din ve inanç özgürlüğü sorusuna cevap verirken kısmen değindim bu
meseleye. Hayır; İslam’a göre kanun karşısında eşitlik kadın-erkek,
müslim-gayri müslim, amir-memur, işçi-patron hiç bir ayırıma tabii
tutulmaksızın herkes için geçerlidir. Kur’an’ın anne baba bile olsa
adalet çizgisinden ayrılmamayı emreden ayetleri (Nisa:135) tarih
boyunca kanun karşısında imtiyazlı bir sınıfın olmadığı ve
olmayacağı şeklinde anlaşılmıştır.
Hukuk mevzu bahis olduğunda, Müslümanların gayri müslimlerin
eşitliği mevzuunda bir ayetler serisine atıfta bulunmak isterim.
Müslüman birisi hırsızlık yapmış ve bunu masum bir Yahudi’nin
üzerine atmıştır. Maddi deliller Yahudi’nin suçlu olduğunu gösterir.
Hırsızlık yapan Müslümanın kabilesi de İslam’a çok büyük
yararlılıkları dokunmuş bir kabiledir ve Efendimizi (S.A.S.) bizi bir
Yahudi’ye tercih mi edeceksin diye sıkıştırmaktadırlar. Hüküm
öncesinde Nisa suresi 105 ila 115 ayetleri nazil olur. Bir başka
ifadeyle tam 10 tane ayet Yahudi’nin masumiyetini ifade eder ve
hakkını savunur. Bilmiyorum daha öte bir söz söylemeye gerek var
mı?
Kur’an ve sünnetin gösterdiği gibi hiç kimse kanunun üzerinde
değildir, herkes kanun önünde eşittir. Fıkıh kitaplarında var olan
müslim-gayri müslim eşitliğine aykırı görünen içtihadların tarihsel
süreç ve konjonktürel olduğu kanaatindeyim. Bu mevzuda dini
çeşitliliğin daha zengin olduğu coğrafyalarda benimsenen Hanefi
mezhebinde kanun önünde eşitlik mevzuunun daha baskın olması
bunun delili olarak mütalaa edilebilir.
Bilimin zararlarından korunmak için bilimsel faaliyetlerin sadece
iman sahibi ve hakikate bağlı kişilerin araştırmaya yön
vermesiyle savunabileceğini ifade etmiştiniz. İnançsız bir bilim
adamı sadece zararlı bilim mi üretir?
Bilimi inanan insanlar için Cenab-ı Hakk’ın varettiği kainat kitabını
okuma faaliyeti olarak görüyorum. Bir yüce yaratıcıya inanmayan
insanlar da bilimsel faaliyette bulunabilir, zaten bulunmaktadır.
Bilimin neticesinde elde edilen bilginin ve bununla ortaya konan
teknolojinin insanlığın faydasına kullanılması için bilim insanlarının
etik bakış açısına sahip olmaları gerekir. Aksi halde insanlığı felakete
sürükleyecek teknolojiler üretilmesi ihtimal dahilindedir. Bilimin
kendisi tanımı gereği bu etik anlayışı vermeye muktedir değildir.
Bu etik anlayışın temelinde insani koruma, hayata değer verme,
adalet, şefkat, sorumluluk bilinci gibi temel değerler yatar ki, bunlar
dinden kaynaklandığı gibi esasen insan fıtratından da kaynaklanır.
Mesela tıbbın ilk prensibi olan “ilk olarak hastaya zarar vermeme” bu
türden bir etik prensiptir. Bunu Müslümanlar kabul ettiği gibi
Hristiyan, Musevi, ve hümanist veya ateist doktorlar da kabul ederek
mesleğe girerler.
Bilimsel faaliyette, özellikle insanı konu alan veya ürünleri insanları
etkileyen faaliyetlerde insanların canını, akıl ve beden sağlığını,
neslini v.b. koruma esastır.
İnanç ve din bu mevzuda bir referans kaynağı olmakla birlikte insan
fıtratı ve salim akıl da aynı şekilde birer referans kaynağıdır.
Dolayısıyla dindar ve inançlı insanlar gibi bir Yüce Yaratıcıya
inanmayan insanların da fıtraten veya aklen, veya insanı düşünceyle
böyle yüksek etik anlayışına sahip olması mümkündür.
Bilim insanları için esas olan din mensubiyeti değil, arzettigim
şekilde bir etik anlayışa sahip olmaktır. Şayet bilimsel faaliyette
bulunan insanlar bu etik anlayışa sahip değillerse, onların
araştırmalarını yönlendiren veya ürünlerinin kullanımını
yönlendiren mercilerin bu etik anlayışa sahip olması beklenir.
Kürt Sorunu
Şimdiye kadar, hususiyle Cumhuriyet döneminde Güneydoğu
meselesi temel degerlerimize yaraşır bir şekilde devlet politikası
olarak ele alınmamıştır. Şiddete şiddetle mukabelede bulunulmuş,
devletin güvenlikçi politikaları sonucu bu problem sağlam bir
diplomasi ile çözülecekken, bugün kangren haline gelmiştir.
Hemen herkesle anlaşmaya açık bulunmak, sulha açık bulunmak
gerekir. Böyle açık bulunulursa insan yine meşruiyet çizgisinde sulh
stratejilerine de açık bulunur. Hangi dairede olursa olsun sulh-u
umumiyi temin etmeye çalışmak ve barış içinde beraberce
yaşanabileceğini ortaya koymak lazımdır. Önceden de bir vesileyle de
belirttiğim gibi hayır sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır.
Bu meseleye kalıcı çözüm getirmenin yolu adına ancak bölgenin
topyekün ele alınması ve yıllardır ihmale uğramış hususların tedavi
edilmesiyle temin mümkündür.
Kanaat önderlerinin güçlendirilmesi - Genel yaklaşım olarak
bölgeye ve bölge halkına yaklaşımdaki devlet üslubu değişmeli;
halkın itibar ettiği insanlara saygılı olunmalı, mesayihle, ülemayla ve
ileri gelenlerle diyaloga önem verilmeli. Aksi takdirde bölgedeki
masum bir kesimi terör yuvalarının kucağına itmiş olursunuz
Eğitim seferberliği - 1993 yılından beri defaatle belirttiğim gibi
terörü askeri güç değil eğitim bitirir. Eğer devletin güç ve imkanları
yetmiyorsa topluma daha yakın olan vakıflar yoluyla eğitim
götürülmeli oralara. Yakın bir zamanda olmasa bile, 5-10 yıl içinde o
bölgeden üniversite bitirmiş insanlar geri döndüklerinde bölgenin
kalkınmasına da yardımcı olurlar. Hem böylelikle dağa çıkmanın da
önü alınmış olur. Şimdilerde okuma salonlarıyla birçok gence eğitim
imkanı sunulmakta, üniversite kapılarını oranın çocuklarına
açmaktalar.
Ekonomik yardım - Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerin de birer
cazibe merkezine dönüştürülmesi, özellikle de eğitimin cazip hale
getirilmesi çok önemlidir. Zira, mevcut eğitim problemleri çözüldüğü
zaman pek çok mesele de çözülmüş olacaktır. Dünden bugüne işsiz,
güçsüz, okuyamamış insanlar büyük ölçüde kendilerini itilmiş, ikinci
sınıf gibi görmüşlerdir.
Hak ve özgürlüklerin verilmesi - İnsanların hakları ve hürriyetleri,
kimsenin, hiçbir gücün onlara bahşedeceği ve dolayısıyla
başkalarından beklenecek şeyler değildir. Bunlar, yaratanımız ve
yaşatanımız olan Cenab-ı Allah’ın insan olarak hepimize bahşettiği
haklardır, özgürlüklerdir. Peygamber de olsa, insan ve yaratılmış
olma konusunda herkes, ama herkes, birbirine eşittir. Bu eşitliği
baştan tanımadan adalet de, hukuk da olmaz.
Söz, tavır ve davranışlarımızda lûtfedici imajı uyarmaktan uzak
durmak; bu temel hak ve hürriyetleri başka değerler karşısında
pazarlık unsuru olarak görmemek ve kullanmamak, diğer taraftan da,
meşru olmayan, evrensel hukuk sınırlarının dışında ve bilhassa
şiddet ihtiva eden yollardan her ne maksatla olursa olsun kaçınmak
elzemdir.
Irklar, renkler, kavim ve kabileler gibi, diller de Cenab-ı Allah’ın
âyetlerindendir ve her kavmin kendine ait bir dili vardır. Anadilin
öğrenilmesi ve öğretilmesi evrensel insan haklarındandır; bir
kavmin, bir topluluğun “ana dili”, elbette onlara yasaklanamaz; bu,
bir zulüm olur; fıtrata aykırılık ve fıtrata başkaldırma olur.
Dolayısıyla, böyle bir yasak zaten sürdürülemez de.
Kamu görevlilerinin bilinçlendirilmesi - Bölge halkına valisinden
kaymakamına, askerinden polisine vergi memmuruna kadar herkesin
şefkatle yaklaşması temin edilmelidir, kaba kuvvetle bu sorun
çözülemez.
Yıllardan beri bölgede akmakta olan kan ve gözyaşının dinmesine
yönelik faaliyetleri desteklememek mümkün değil. Geçmiş acıların
geleceğimize set olmasına engel olmak, ufka bakıp yapıcı faaliyetler
ortaya koymak esastır. Örgütle müzakere yapılabilir, bir beis
görmüyoruz onda. Fakat devletin, itibarı onuru korunarak yapılmalı.
Burada Türkiye’ye düşen kendi Kürt kokenli vatandaşlarına gerekli
hak ve özgürlükleri tanıması kadar dünyanın diğer bölgelerinde de
sıkıntı çeken Kürtlere yardım elini uzatması; siyasi, dini, etnik
sebeplerle sıkıntıya maruz kalan Kürtlerin haklarını başta BM olmak
üzere uluslararası organizasyonlarda koruması ve hakkaniyet adına
onların da temsilcisi olmasıdır. Evet, aramızda ayrılıklara asla yer
vermemek ve tek bir bütün teşkil edebilmek için ne yapsak değer.
Bölgedeki bazı insanlar ve terör örgütü "okullar ve okuma salonları
vasıtasıyla asimile etmek istiyorsunuz Kürtleri" diyorlar. Oysaki fakir,
hem dedim, hem de tavsiye ettim, fakirle görüşen insanlara hep,
televizyonda Kürtçe dersi verilmesi, onlara bakan öyle bir televizyon
kanalının açılması. Aynı zamanda Kürtçe'nin seçmeli bir ders olarak
okullarda okutulması, üniversitelerde okutulması.
Aramızdakı birlik ve beraberlik unsurları daima vurgulanmalı,
bilhassa kültürel, ekonomik temellerde mevcut yardımlaşma,
dayanışma ve beraberlik imkanları azami kullanılıp, yeni imkanlar
araştırılmalı; halklar ve halkları temsil eden kuruluşlar, birlik ve
kardeşlik ve dayanışma adına her türlü müsbet teşebbüs ve faaliyeti
hızlandırılıp yaygınlaştırılmalıdır.
Alevi Sorunu
Doğup büyüdüğüm evde olsun, yetiştiğim medrese, tekkede olsun ve
Bediüzzaman çizgisinde olsun Ehl-i Beyt sevgisi ve tasavvuf Aleviliği
en önde gelen unsurlardan biriydi ve biridir de. O kadar ki, evimizde
tüten Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı benim Hz. Ali'ye olan tutkum
diğer sahabeleri gölgeliyordu. Bu manada 1995 yılında cereyan eden
Gaziosmanpaşa olayları münasebetiyle Ben de bir Aleviyim dedim.
Annem de, babam da o kadar Alevi idi.
Katı laik ve ırkçı tutumla, kaba güç ve kuvvetle, İslam’ın farklı
yorumlarını red eden yaklaşımlarla Alevi meselesinin
çözülemeyeceği kanaatindeyim.
Turkiye’de yaşanan, zaman zaman su’ni gerekçelerle alevledirilen
Alevi-Sunni gerginliğinin önüne geçilmesi, ve yıllardır her iki kesim
nazarında diğeri için oluşturulan olumsuz imajın yıkılmasının önüne
geçilebilmesi için yapılması gereken su üç ana husus nazar-i itibara
alınmalıdır:
Birinci olarak, Aleviler ve Sünniler aslında birbirlerini tanımıyorlar.
Aradaki mevcut köprülere rağmen, aralarında ciddi bir yabancılaşma
sözkonusu, bu yabancılaşmaya son verilmeli. Alevilik ayrı bir
zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence Alevilik, Sünnilik mülahazasıyla
kaldırılıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli. Islam tarihi
boyunca Aleviler İslam çatısı dışında düşünülmemiştir. Eğer Alevilik,
Hz. Ali sevgisini öne çıkartan ve Hz. Ali’ye sevgi beslemek ise,
Aleviliğe yakınlığı ifade etme manasında her bir Müslüman bir
manada ben bir Aleviyim diyebilir. Birbirimizin iç dünyalarına ve
ruhi derinliklerine inmek, yine karşılıklı istifade adına meselenin ayrı
bir boyutu. Bu birliktelik ve zenginlik için, onlar da Sünniler'e
açılmalı.
Bu konuda üzerine düşünülmesi gereken diğer bir husus da şudur;
daha ziyade sözlü kültüre dayanan Alevilik istismar ediliyor,
Aleviliğin yazılı kaynakları günümüz nesilleri ile buluşturulamıyor,
bu buluşma sağlanmalı. Alevilik vicahi kültüre dayanıyor. Bunun
kitabileşmesi, ilmi bir sıfat ve kimlik kazanması için cem evlerine
Alevi kaynaklarının konulmasını fikrimi birçok ortamda
paylaşmıştım.
Bunun için referans verdikleri, lider, üstad, pir olarak kabullendikleri
kişilerin eserlerini günümüz türkçesi ile basarak Alevi-Sünnî herkese
kazandırılmasını gerektiğini defalarca ifade etmiştir. Cumhuriyet
dönemiyle beraber Diyanet teşkilatı meydana getirilmiş. Pekala
Aleviler Diyanet'in, devletin açtığı mekteplerde de okuyarak
Diyanet’te de vazife alabilirler. Kendilerine göre bir camileri varsa o
camide imam olabilirler, cemevinde o dini törenleri idare edebilirler.
Aleviler, eğer kendilerini bir mezhep olarak ortaya koyuyorlarsa,
Türkiye'de, Nuseyri, Ermeni, Süryani, Rum, Protestan, Babtis de var.
Onlar da kendilerine göre bir statü talebinde bulunabilirler. Şayet bir
tarikat gibi algılanıyorsa Alevilik, Hacıbektaş Veli hazretlerinin de
yoluna yöntemine bir tarikat nazarıyla bakılıyor, tarikatlar da
kendilerine göre özel bir statü isteyebilirler.
Üçüncü olarak da, daha önce de çeşitli vesilelerle dile getirdiğim gibi,
ve bugün bir devlet projesi olarak lanse edilen Alevi-Sünni
beraberliğinin sembolü olarak yan yana cami ve cemevleri açılmalı.
Hattâ cem evlerine destek olunmasını, mesela yıllar önce
Tunceli'deki tanıdıklarıma tavsiye ettim, yardımcı olun dedim. Ortak
okul projesi İzmir Narlıdere'de düşünüldü. Orada eskiden senatörlük
de yapmış Dedeler'den birisi ile iyi görüşürüz. Onunla, cem evi
yapalım, yanına da cami yapalım diye görüştük... Osmanlı hoşgörüsü;
kilisenin yanında cami, caminin yanında havra... Bunların hepsi
yaşanmıştır ve bunlar çok sevindirici olmuştur. Selim akla, mantığa
dayanmayan sertlikleri, huşunetleri kırmada bunlar çok önemlidir.
Bir ideoloji olarak milliyetçiliği savunuyor musunuz?
Milliyetçiliği bir ideoloji olarak görmüyorum ve ideolojik yaklaşımları
yanlış buluyorum, reddediyorum. Yani bir milletin atalarının güzel
icraatlarıyla iftihar ederek onları örnek almaları, onlardaki güzel
vasıfları kendilerinde yerleştirmeye çalışmaları, onların ortaya
koyduğu yüksek standartları referans alarak kendilerine hedef tesbit
etmeleri, kimliklerini tanımlamaları için bir kaynak olarak almalarını
yanlış bulmuyorum.
Her insanı insan olarak aziz tutmak hayatım boyunca üzerinde
durduğum, İslam referanslı temel prensiptir. Bir insan kendi
hemşehrisi, dindaşı, dildaşı, kültürdaşı v.b. konularda ortak yönleri
olan insanlara özel bir muhabbeti olabilir. Ancak bu hiçbir insanı
dun/kem görmeye itmemelidir.
Insan hakları ve hürriyetleri, komşuluk hakları her insan için
geçerlidir. Irkçılık ve bunun neticesi olan soykırım gibi zulümler hem
dine hem insanlığa zıttır, cinayettir.
Siyasal islam hakkında ne düşünüyorsunuz?
İlk olarak değişik vesilelerle dile getirdiğim gibi her şeyden önce
İslam bir dinin adıdır, dolayısıyla onu siyasi, gayrı siyasi, ılımlı,
radikal ve benzeri bir takım sıfatlarla kategorize etmenin yanlış
olduğu kanaatindeyim.
Bu mülahazamız mahfuz, bugün siyasal islam tabir edilen değişik
yaklaşımlar mevcuttur. Bunların hepsinde olmasa da bazılarında
devlet imkanlarını kullanarak belli bir hayat tarzının teşmil edilmesi
gayesi mevzu bahistir. Sosyal problemlerin çözümü ve erdemli bir
toplum inşası için insan üzerinde çalışılması gereğine her zaman
işaret ettim. Yeryüzündeki sosyal problemlerin temel kaynağı insan
olduğu gibi onların çözümünün temelinde de insanın erdemli insan
ufkuna yükseltilmesi yatar. Bunun da en sıhhatli yolu eğitim, sosyal
ve kültürel yollardır. Devlet imkanlarını kullanarak insanlara belli bir
hayat tarzını dayatmak, hele bu dini mülahazalarla olursa insanları
münafık yapar. Fertler açısından kendi dini hayatlarını tam yaşamaya
çalışmanın yanında vatandaş olarak kanunlar ve anayasa ölçüsünde
demokratik sürece katılmaları, fikirlerini ifade etmeleri, demokratik
haklarını ve hürriyetlerini kullanmaları esastır.
İki; dini politize etme dine en az din düşmanlığı kadar zarar verir.
Çünkü dini emirlere bir bütün halinde baktığınızda onun idareyle
alakalı hükümlerinin %2 nisbetinde olduğunu görürsünüz. Dinin
geriye kalan % 98’i ferdin, ailenin, toplumun uyacağı temel ahlaki ve
manevi değerler bütünüdür. Allah’a imandan namaz kılmaya, fakir
fukaraya yardım yapmadan anne babaya saygılı davranmaya kadar.
Eğer % 98’i oluşturan iman, İslam, ihsan ve ilahî ahlak konuları bir
kenara bırakılır, idari, iktisadî, siyasî yönetimle alakalı esaslar ön
plana çıkartılırsa bundan en çok din zarar görür.
Üç; dinin siyaset üzerinde okunması dinin kulvar değiştirmesini
beraberinde getirir ve din din olmaktan çıkar, siyasi bir ideoloji
haline döner. Maalesef geçtiğimiz dönemde bazı coğrafyalarda bazı
siyasi aktörler tarafından din bütün değerleri ile seküler siyasete alet
edildi ve dini temsil eden biziz noktalarına kadar yükseldi. Sonuç
itibariyle de “din siyasallaştı” tesbitlerine hak verdirecek konuma
geldi. Daha önce de yine böyle bir mülakat münasebetiyle demiştim,
dinin siyasallaşması, politize edilmesi ve siyasi bir ideoloji olarak ele
alınması dinin ruhunu karartır.
Dört; kendilerini siyasal islamın temsilcisi olarak tanıtan yapıların
İslam dünyasında idari tecrübeleri de malesef menfidir. Benim
görebildiğim kadarıyla bu yapıların iktidar dönemleri iç politikada
iktisadi, hukuki, askeri, ahlaki, kültürel başarıları ile değil aksine
başarısızlıkları ile tarihe mal olmuş ve olmaktadır. Tam bir hayal
kırıklığıdır aslında bu Müslüman dünya için. Aynı idareler hukukun
üstünlüğü, insan hakları gibi evrensel değerleri hayata intikal
ettirmede ileri demokratik ülkeler seviyesinin çok çok altında
kalmıştır. Bugün Mekke, İstanbul, Kahire değil de Kopenhag kriterleri
denmesi bile bahsini ettiği evrensel değerler, demokratik düşünceler
konusunda nerede bulunduğumuzu bizlere anlatan güzel bir
örnektir.