AB İLE GERİ KABUL ANTLAŞMASI VİZESİZ

Prof. Dr. Harun Gümrükçü, 0505/831 4103
Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
([email protected] )
AB İLE GERİ KABUL ANTLAŞMASI VİZESİZ AVRUPA, UNUTULAN HAKLARIMIZ
Tarih :
10 Nisan 2014 Perşembe
Yer
İstanbul Adliyesi (Çağlayan) Konferans Salonu, Saat: 15:00 -17:00
:
Organizasyon:
İstanbul Barosu Dış İlişkiler Merkezi ile
İstanbul Barosu AB Komisyonu
Antalya, 10 Nisan 2014
1
TEMEL TEZLER
 Türk vatandaşlarının tek başlarına A(E)/AB-Türkiye Ortaklık Hukuku’ndan doğan
haklarının yerleşmesi Almanya, Hollanda, Birleşik Krallık, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa ve diğer AB üye ülkeleri mahkemeleri karşısındaki yürüttükleri
aktif faaliyetlerine ve açtıkları davalara bağlı olarak gelişmiştir. Artık, Ortaklık
Hukuku’ndan doğan haklar, bu, Avrupa hukuk tarihinde ilk kez yaşanan, sivil uğraş sonucu, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu tezi Avrupa Hukuk dünyası tarafından kabul görmektedir. Ancak, Türkiye’deki kurumlar, bu davaların ve verilen bu büyük uğraşın dışında kaldığından bu konu taraflarca henüz tam anlaşılamamıştır.
 Hizmet sunmak için Avrupa’ya giden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başta
Almanya Federal Cumhuriyeti olmak üzere vize muafiyeti vardır ve orada üç aydan daha uzun olmayacak bir süre için kalma hakları da bulunmaktadır. Bu hakkın uygulanması için yeni bir mahkeme kararı veya üye ülkelerinin çıkaracakları
yeni bir tüzük gerekmez. Konu ATAD/ABAD tarafından net ve herkesin anlayacağı
şekilde 24 dilde açıklığa kavuşturulmuştur.
 Türkiye, başlangıçta meşru haklarını bilmiyordu, daha sonra inkâr etti! Bugünde
Pazarlık Konusu Yapıyor! Acaba Neden? Sorunda, AB Komisyonu’nun ve üye ülkelerinin hukuki inkârcılığı yanında, buradan kaynaklanmaktadır!
 ATAD/ABAD’ın Kararları’nı Müzakereye Açmak - Hukukun Üstünlüğüne Saygısızlıktır ve Avrupalılığı Anlamamaktır! Geri Kabul Antlaşmasıyla bu yapılmaktadır.
Burada elma ile armut birbirine karıştırılmıştır.
 Hizmet sunmak için giden Türk vatandaşlarından vize istenirse bu istek reddedilerek isteyen kuruma, örneğin Alman Hükümetine karşı, vatandaşlarımız maruz
olunan kayıp ve hasar tazminatı almak için davalar açmalıdır. Gerçekten sonuç
almak için ise, kitlesel ve organize edilmiş tazminat davaları açmak gerekmektedir. Bakalım Türkiye’de hangi sivil toplum kuruluşu bu onurlu göreve talip olacaktır !!!
 Ayrıca, örneğimizdeki Alman hükümetini, sadece yasa dışı hareket etmekle suçlanmak yeterli değildir, bu hükümetler vergi mükelleflerinin de parasını israf etmekle suçlanırsa, söz konusu hükümetler böyle masraflara maruz kalmak istemeyecektir ve bu yüzden sonuç almak oldukça kolaylaşacaktır. Bu uğraşta Avrupa
Komisyonu’nu da Avrupa Hukuku’nun denetleyicisi olarak görevini yapmadığından dolayı mahkemeye vermek gerekmektedir.
Avrupa’ya Genel Bakış
Günümüzden yüzyıl geri gittiğimizde, yani 1914 yılında, dünyada 1870’te başlayan Birinci Küreselleşme Dalgası’nın bittiğini görürüz. Ayni zamanda küresel düzeyde Birinci Büyük Savaş’ın çıktığı zamandır
bu yıl. Savaş sonrası üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya imparatorluğu eski gücünü kaybederek
yerini yavaş yavaş Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakmaya başlamıştır. Bu geçen yüzyılın ilk büyük
savaşına ülkemiz Osmanlı İmparatorluğu olarak katılmıştır. Savaş sonrası mağlup olarak topraklarında
34 nasyonal devlet kurulmuş ve bize de imparatorluğun topraklarından sadece sekiz parçadan bir
parçası kalmıştır. Bu hak da dedelerimizin yürüttükleri ve kazandıkları Kurtuluş Savaşı sonrası koruna2
bilmiştir. İstiklal Savaşı sonrasında ülkenin nüfusu sadece 12 milyon civarındadır ve bunun yarısı da
kurulan Cumhuriyet sınırları içinde doğmamıştır.
Günümüzden yetmiş beş yıl geri gittiğimizde İkinci Büyük Dünya Savaşı’nın başladığına şahit oluruz.
Bu savaş sonrası dünya yeniden şekillenmiş ve Avrupa Kıtası ikiye bölünmüştür. Çoğulcu demokratik
kapitalist dünyanın öncülüğü ABD’ye, sözde ‘sosyalist’ bloğun öncülüğünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğine bırakılmıştır. Bir taraftan iki blok arasındaki rekabet iki sıcak savaştan sonra Soğuk
Savaşı başlatırken, diğer yandan İkinci Küreselleşme dalgasıyla Kapitalist Bloğun Sovyet bloğuna meydan okuduğu bir devreye girilmiş olunmaktadır. 1989 yılına kadar süren bu süreçte Türkiye kapitalist
bloğun yanında yer alarak onun uluslararası tüm kurumlarına üye olmakla kalmamış, ayni zamanda
insanlık tarihinde bir ilk ulusüstü kurum olan Avrupa (Ekonomik) Topluluğu/ Birliği’ne [A(E)T)AB] bir
Avrupa devleti olarak üye olmak için 1959 yılında başvurmuştur ve bunun Komünizme karşı güçlü
kalesi ve öncüsü olmuştur.
Günümüzden yirmi beş yıl önce Sovyet bloğunun çöküşüyle ve Almanya’nın birleşmesiyle Avrupa’nın
bölünmesi ortadan kalkmış ve ABD tek büyük hegemon olarak gücünün doruğuna ulaşmıştır. Türkiye
bu tarihi gelişmeyi doğru okuyamamış ve bu sürecin kaybedenlerinden olmuştur. Ne Sovyet bloğunun
çökmesi için taşıdığı yüklerden dolayı ödüllendirildi ve ne de sömürge altında kalan Türk topluluklarına öncülük yapabildi. Daha da vahimi, 1959 yılından beri kapısında beklediği AB tarafından ‘Asyalı’
damgasını yiyerek kendi meşru haklarını da koruyamaz duruma düştü. Ülkenin batı yanlısı elitleriyle
diğer alternatif elitleri Batı’ya ‘daha cici ve daha da batıcı’ görünmek için yarışa girdiler. Bu ortaya
çıkan negatif koalisyonun ortak yönü ise: ‘devletimizin 60’lı ve 70’li yıllarında kazanılmış meşru haklarını inkâr ederek birinin diğerinden daha batıcı olduğunu ispat etmeye dönüktü.
Günümüzde ise Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ile daha önceleri ciddi değişime uğrayan ve zayıflayan ulus
devlet tekrar geri gelmiştir. Yaşadığımız yüzyılda giderek keskinleşen küresel, iklimsel, kutup-
sal, uzaysal ve derin denizler üzerindeki paylaşım sorunlarının nedenleri, doğaları, dinamikleri, sonuçları ve olası çözümleri bizi küresel dünyadaki siyasi konumumuzu tekrar gözden geçirmeye zorlamaktadır. Bu yeni ve büyük oyunda, kartlar yeniden karıştırılacağına göre artık
ortak sorunlara ortak çözüm anlayışını zorunlu kılan tavırlar sergilenmeli ve yeni yüzyılın
meydan okuyan politik sorunları derinleşmesine analiz edilerek doğru okunmalıdır. Bu günümüze dönük genellemeyi dikkate alarak özelde ve AB nezdinde dünden bugüne süren inkâr
yarışında göz ardı edilen gerçekleri özetleyerek aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET), Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması için Yunanistan’ın başvurusundan iki hafta sonra 31 Temmuz 1959’da başvurmuştur. Kamuoyunda Ankara Antlaşması olarak da adlandırılan bu supranasyonal özellikli belge, taraflarca 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve ulusal parlamentolarda onaylandıktan sonra 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
1978 yılından sonra AET, Avrupa Topluluğu’na (AT) dönüşmüş ve 1 Kasım 1993 tarihinde de Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren Avrupa Birliği (AB) genel şemsiyesi altında yer
almıştır. Türkiye’nin toplulukla geçmişten günümüze devam eden bu ilişkileri bağlamında doğan hakları ve sorumlulukları vardır.
Türkiye, AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması için ikinci başvurusunu 1999 yılında (İlk başvuru 1987 yılındadır) yapmasına rağmen, 3 Ekim 2005 tarihine kadar bekletilmiştir. Bu tarihten sonra
başlatılan üyelik müzakereleri inişli ve çıkışlı bir seyir izlemektedir. Ucu açık ve belirsiz bu sürecin nereye varacağı son bir AB Türkiye macerası olarak bitmez tükenmez pehlivan tefrikaları gibi izlenmektedir. Türkiye’nin bu seyirde Birliğin organizasyon yapısına ve onun gereklerine uyma zorunluluğu
bulunmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin kurumları ve üye ülkelerinin bu süreçte Türkiye’yi herhangi bir
üçüncü ülke olarak görmeleri ve A(E)T/AB-Türkiye ilişkilerini göz ardı etmeye çalışmaları bu ilişkinin
temel sorununu oluşturmaktadır.
3
Buna karşın Türkiye’yi Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerinde üçüncü ülkelerden ayıran birçok temel farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar 12 Eylül 1963’te imzalanan ve Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması/Ankara Antlaşması ile bu antlaşmayı somutlaştıran ve 23 Kasım 1970’de imzalanan ve
1973’de yürürlüğe giren Katma Protokol’den (KP) kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle söz konusu
farklılıklar ülkemizin A(E)T/AB’nin ortak üyesi olmasından doğan tarihi haklarından oluşmaktadır.
Bunlara göre yukarıda sıralanan antlaşmalar:
• Eşit koşullarda bir işbirliğini ve ortaklığı, yani bir tür katılım ilişkisini öngörmektedir. Bu anlamda
A(E)T/AB tarafından üyeliğe aday; fakat ekonomik ve siyasi nedenlerle henüz üyelik yeterliliğine
sahip olmayan ülkemiz için üyelik öncesi bir ön aşama modeli oluşturmaktadır.
• Tam üyelik hedefine varıncaya kadar ülkemize, bu ulus üstü kuruluşla ortak bir amacı gerçekleştirmek için eşit haklar, ama eşit yükümlülükler temelinde olmayan, kurumsallaşmış bir devletlerarası bağlantı kurmaktadır.
• Başlangıçtan itibaren akit tarafların Topluluk sistemine kısmi katılımını (kısmi alanların bütünleşmesi) öngörmektedir. Bu anlamda ülkemizin bu ilişkisi A(E)T/AB ile üyeliğin sınırlı bir biçimi
olarak tanımlanabilir.
• Ulusüstülük/supranasyonallik ve “geçici olma” (Tam üyelik gerçekleştiğinde ortadan kalkma)
özelliğine de sahiptir.
A(E)T/AB tarafı ise tam tersi nasyonalist bir duruş sergilemektedir. Bu duruş aynı zamanda bilimsel verilerden uzaktır ve Birliğin en yüksek ve en son mahkeme kararlarınca da reddedilmiştir. Buna
rağmen Birlik üye ülkeleri, Türkiye ile yaptıkları uluslarüstü antlaşmalarla;
• Eşit koşullarda ortaklık değil, çıkar ilişkisi kurmayı hedeflemişlerdir; en iyi niyetli yorumla onlarla
karşılıklı bir istişareyi aşmayan bir işbirliğini yüklemeye çalışmaktadırlar;
• Ülkemizi tam üyeliğe dönük bir stratejiyle desteklememektedirler, tam tersine durağan (statik)
bir ortaklıktan, yani ilerisi için bir (tam) üyelikten bağımsız olarak kendi başına var olan, toplulukla antlaşmaya dayalı uzun süreli bir bağlantı olarak algılamak istemektedirler;
• Ülkemizle olan ilişkilerini kendine özgü bir hukuki ilişki olarak yorumlamakta ve ona uluslarüstü
olma karakteri atfetmemektedir.
• Türkiye ile yaptıkları akitleri ve Ortaklık Konseyi Kararları’nı Avrupa Topluluğu/Birliği Hukuku’nun bir parçası olarak görmemeye devam etmektedir ve sonuçta sadece sıkı bir iki taraflılığı
öngörmektedir. Bir başka ifadeyle ülkemizi kendilerinin yönlendirdiği bir ‘Pazar’ ve ayrıca da
yeni emperyal jargonada uygun olarak ‘yarı bağımlı bir ülke’ olarak algılamaktadırlar.
Bu yeni emperyal tezler dikkatlice gözden geçirildiğinde A(E)T/AB tarafının bu ilişkileri yorumlarken,
• Nasyonalist bir yaklaşım sergilediği ve düalist bir görüşten hareket edildiği;
• Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’ün AET’yi kuran Roma Antlaşması’na dayandığı ve uluslarüstü bir kuruluşla kurumsal bağlantılar kurarak çeşitli çalışma alanlarını kapsadığını reddettiği;
• ATAD/ABAD kararlarını yanlış değerlendirdiği,
• Kendi kamuoylarını eksik bilgilendirerek AB üye ülkelerinde bu alanda hukuki güvencesizlik yarattığı;
• Uluslarüstü antlaşma hükümlerinin ulusal yasalara göre önceliklilik hakları doğurması doğrudan
etkili olması ve onlarla çatıştıklarında onları ikame etmesine rağmen, ulusal yasalarda bir değişiklik yapılmadan bile üye ülkelerde doğrudan geçerli olma özelliği bulunan Ortaklık Hukuku söz
konusu olduğunda bunları kısmen ya da tamamen göz ardı ettikleri gözlemlenmektedir.
Ayrıca bu antlaşma metinlerinin,
Uygulanmasından ve denetlenmesinden Avrupa Birliği Komisyonu’nun;
Yorumlanmasında ve geçerlilik denetiminden de Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nın
(ATAD/ABAD) sorumlu olduğu dikkate alınmak istenmemektedir.
4
Toparlarsak;
 ATAD/ABAD’da Ocak 1987 – Nisan 2014 arasında Türk vatandaşları ve şirketlerinin taraf olduğu
60’dan fazla farklı davanın her biri Topluluk/Birlik üye ülkelerinin yorumlarının temelden geçersizliğini gözler önüne sermektedir.
 Antlaşmaların sağladığı hakları destekleyen bu davaların bir kısmı da Vizesiz Avrupa konusuyla
doğrudan ilgilidir.
Bu arka plandan hareketle bu sunumumda vizesiz Avrupa projesinin temelini oluşturan hukuki
metinlere ve bunları yorumlayan AB üye ülkelerinin en yüksek ve en son mahkemesi olan
ATAD/ABAD’ın kararlarına ve bunlarla ilintili olarak Geri Kabul Antlaşmasına yer verilecektir.
AB Üye Ülkelerine Vizesiz Giriş ve Son Durum
ATAD’ın 1974 yılında verdiği Haegeman kararıyla başlayarak Ortaklık Hukuku konusunda Avrupa Birliği nezdinde etkin bir içtihat hukuku oluşmuştur. Bu hukukun Türkiye tarafından ilk kullanımı ise, 13 yıl
gecikmeyle, 1987 tarihiyle başlamıştır. Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği (AB) Üye Ülkelerine vizesiz
girişi üzerine Avrupa Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) tarafından 11 Mayıs 2000 tarihli Abdulnasir
Savaş kararıyla ilk kez ATAD/ABAD nezdinde görüşülüp karara bağlanmıştır. ABAD daha sonraki yıllarda da bu içtihadını geliştirerek bu konuda şimdiye kadar toplam yedi karar almıştır. Daha açık olarak
ifade edilirse ABAD, 11 Mayıs 2000 yılında Abdülnasır Savaş (C-37/98), 2003 yılında Abatay/Şahin (C317/01), 2007 yılında Tüm/Darı (C-16/05), 2009 yılında Soysal/Savatlı (C-228/06), Eylül 2009 tarihinde
Şahin (C-242/06) ve 9 Aralık 2010 tarihinde Toprak (C-300/09) ve en nihayet 2013 yılındaki Demirkan
kararları ile bu alanda üye ülkeler tarafından uygulanması gerekli genel bir çerçeve oluşturmuştur.
Buna rağmen, AB üye devletlerinin yetkilileri tarafından böyle bir serbest giriş hâlâ verilmemektedir.
Bu noktada sorun, Alman mahkemeleri ve makamları karşısından bu tür haklarını savunan Türk vatandaşları çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadırlar.
ABAD içtihat hukukuna bakıldığında görüldüğü gibi haklarını yürürlüğe koymak için Türk vatandaşlarına uygun birçok yasal çözüm vardır. Türkiye, 1963’te imzalanan Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması) ile AB üye devletlerine bağlanmıştır. 1970’de imzalanıp 1973’te yürürlüğe giren ve bu antlaşmanın uygulama şartlarını belirleyen Katma Protokolü’nün 41. paragrafının 1.
fıkrası “Geriye Dönük Kötüleştirme Yasağı”nı yani, mevcut durumdan daha kötüye gidilmemesini ifade eder. ABAD, Sevince, Kuş, Eroğlu, Bozkurt, Demirel ve diğer birçok davada Katma Protokolü’nün ve
buna bağlı olarak Ortaklık Konseyi’nin verdiği kararların AB Hukuku’nun parçası olduğuna karar vermiştir. Bu protokol yürürlüğe girdiği zamanki Alman ve diğer AB üye ülkeleri yasalarına göre, istihdam
amacı olmayan ve üç aydan az kalmak için gelen tüm Türk vatandaşları vize almadan o zamanlar Almanya’ya ve diğer sekiz AB üye ülkesine girebiliyorlardı. Fakat 1980 ve daha sonraları çeşitli ülkelerdeki yönetmelik değişikliği ile vize zorunluluğu getirilmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi AB Hukuku’nun
parçası olarak belirtilen 1973 Katma Protokolü’nden bu yana olumsuz ve kötü yöndeki herhangi bir
değişiklik yasak olduğundan, belirlenen bu vize zorunluluğu ve diğer kötüleştirmeler hukuken geçerli
değildirler.
Türk vatandaşlarının vizesiz giriş haklarının kanıtlaması için, artık Almanya Federal Cumhuriyeti’nin
resmi makamlarına vizesiz giriş için başvurulması ve bunun onaylanması gerekmez. Eğer Almanya bu
ülkeye hizmet sunmak için giden Türklere vize uygulamaya kalkışırsa, yukarıda bahsedilen Kötüleştirme Yasağı’nı öne sürüp ABAD’ın doğrudan etki prensibine dayalı olarak Berlin İdari Mahkemesi’nde
(Verwaltungsgericht) zarar ziyan davaları açılmalıdır. Nihai bir karar verilene kadar, adli kavuşturma
yıllar alabilir. Fakat böyle bir sebeple oluşan zarar ve kaybın tazminat talebiyle ilgili ABAD’ın içtihat
hukuku Francovich ve Brasserie du Pecheur kararlarında oluşup geliştirildiği için, bu tür bir tazminat
yükümlülüğü artık şüphe götürmezdir ve bu yüzden de davanın sonucu tahmin edilebilirdir onun içinde kitlesel olarak bu davalar organize edilmelidirler. Bu hakların yürürlüğe girmesi garanti altına alınmadan Türkiye AB üye ülkeleriyle pazarlıklara girmiş ve sonunda da – tüm bilimsel itirazlara rağmen –
Geri Kabul Antlaşması’nı (GKA) parafe etmiştir. O nedenle, modern bir kapitülasyon anlaşması metni
içeren GKA ile inkâr edilen Ortaklık Hukuku haklarımızı ortaya koymak ve GKA’nın satır aralarında neyi
kastettiği okunmaya çalışılacaktır.
5
Vizesiz Avrupa ve Geri Kabul Antlaşması
Bakanlığa Göre Geri Kabul Antlaşması
Temel Naz, Münih’ten tanıdığım genç bir avukat. Avrupa Hukuku’ndan doğan haklarımızın tekrar
inkâr edildiği bir zaman kesitinde açtığı davasından vazgeçmeyerek Almanya'daki Berlin Yüksek İdare
Mahkemesi’ne, bir Türk iş adamı için vizesiz seyahat hakkını sağladı. 26.03.2014 tarihli bu tespit davasının kararıyla davacının ikameti Türkiye’de kalması koşuluyla kendisinin müşterilerine hizmet verme
amacıyla vizesiz Almanya’ya giriş yapabilecek ve bu amaçla üç ayı geçmeme şartıyla Almanya’da kalabilecektir. Daha önceki değişik kararlarda olduğu gibi bu karar sonucu da, Alman hükümeti bir üst
mahkemeye başvurmasa, 1973 tarihinde AET üyeleri olan devletlere ve bu arada Almanya’ya hizmet
sunmak için giden Türklere vize uygulanmayacaktır. Bu kararın içeriği dikkatlice incelendiğinde yeni
bir şey ifade etmediği görülmektedir. Sadece diğer kararlardaki hukuki çizginin sürdüğünü göstermesi
açısından bir önemi olabilirdi. Bununla birlikte bu karar geniş yankılar buldu. Birçok yayın organı Temel Naz ismini telaffuz etmeden (acaba neden?) onun metnini kendi sütunlarına aktarmada bir mahsur görmediler. AB konusunda uzman olduğu iddia edilen İKV haberden iki hafta sonra haberdar oldu
ve şöyle bir tespitte bulundu:
"Berlin Yüksek İdare Mahkemesi'nin 26 Mart 2014 tarihinde verdiği karar, hukuki kazanımların göz
ardı edilemeyeceği gerçeğini tüm taraflara hatırlatan önemli bir gelişmedir". İKV’nin basın açıklamasının devamında "Unutulmamalıdır ki; Türk vatandaşlarının AB üyesi ülkelerde serbest dolaşımı,
Türkiye-AB Ortaklık Hukuku, Gümrük Birliği ve Eylül 1987 tarihli Demirel Kararı ile başlayıp, Ekim 2013
tarihli Demirkan Kararı'na kadar uzanmış ve ABAD'ın 50'nin üzerindeki kararı çerçevesinde, vize
uygulamasının başladığı 1980'li yıllardan bugüne, serbestleşme yönünde sürekli olarak evrilmiştir.
Şubat 2009 tarihinde ABAD, verdiği Soysal Kararı'nda AB üye ülkeleri tarafından Türk vatandaşlarına
uygulanan vizenin, Katma Protokol'ün 41/1. Maddesine ('standstill' kuralına) aykırı olduğunu en
yüksek perdeden dile getirmiştir. Bu, halen geçerliliğini koruyan bir karardır. Berlin Yüksek İdare Mahkemesi de, aradan geçen beş yılın ardından bunu bir kez daha ortaya koymaktadır."
İKV’nin bu hukuken çok sorunlu ve çelişkili açıklaması yukarda nakledilen cümlelerle sınırlı olarak
kalmayarak, 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan Türkiye-AB Geri Kabul Antlaşması sonrasında, yaşanan gelişmeler ışığında elma ile armut toplanarak, yani hukuki meşru haklarla siyası istekler birbirleriyle karıştırılarak şu uyarıları da içermektedir:
"Türkiye ile AB arasında Geri Kabul Anlaşması ile birlikte, Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni'nin de imzalanmasıyla, Türk vatandaşlarının serbest dolaşımına ilişkin AB ile vize diyaloğu resmi
olarak başlatılmıştır. Türkiye ile AB, yıllardır taraflar arasında uzun ve hararetli tartışmaların yaşandığı
bu konuda, farklı bir sürece ilk adımı atmış olmakla birlikte, Avrupa Komisyonu, geçtiğimiz günlerde
Türk vatandaşlarını da çok yakından ilgilendiren 2010 tarihli Schengen Vize Kodu'nda 'yumuşama ve
kolaylaştırmaya yönelik atılacak adımları' kamuoyu ile paylaşmıştır. Kaynak: İKV, 4 Nisan 2014. Haberin tümü için bkz.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=26154112 )
Bu çelişkili bilgileri yorumlama yerine, konuyu daha doğru anlamak için 16 Aralığa geri gitmek gerekiyor. Bu tarihte ve bunu takip eden günlerde Türkiye “Vizesiz AB’ye giriş müjdesiyle” çalkalandı. Görsel ve diğer yayın organları konuyu enine boyuna irdelemeden müjde iletme yarışı içine girdiler. Bilim
dünyası da bir iki çatlak(!) ses dışında suskun kaldı. Konuyu yakından takıp etmesi gereken “olmayan
hukukun Hukuk Fakülteleri de” (Bu terim Prof. Dr. jur. Haluk Kabaalioğlu’na aittir) bu konuyu kendi
ilgi alanlarında görmediklerinden, bir yorum yapmadılar. İlgili bakanlık ise bu boşluğu doldurmak için
olacak ki bir kitapçık
(http://www.ab.gov.tr/files/pub/turkiye_ab_vize_muafiyeti_sureci_ve_geri_kabul_anlasmasi_hakkin
da_temel_sorular_ve_yanitlari.pdf yayınladı. Bu çalışmanın kalan bölümünde, ‘Türkiye-AB Vize Muafiyeti Süreci ve Geri Kabul Antlaşması Hakkında (GKA) Temel Sorular ve Yanıtları’ isimli bu kitapçıktaki
olan ve olması gereken bilgileri kritiksel bir yaklaşımla ortaya koymayı ve sözü edilen müjdenin arka
planını irdelemeyi amaçlamaktadır. Konuyla ilintili olduğu ölçüde ulusüstü özellikleri olan A(E)T/AB
6
Türkiye ilişkilerine bağlı olaraktan mevcut haklar ve onların neden uygulamaya aktarıl(a)madıkları ve
bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiği kuş bakışı ve kısa satır başlarıyla anlatılacaktır.
(Daha geniş bilgi için krş. www.harungumrukcu.com )
a) Bakanlığa göre bir AB üyesine belgesiz olarak giden üçüncü ülke vatandaşları bu ülkelere girmeden önce “son transit geçiş yaptıkları” ülke Türkiye ise, ülkemiz bu belgesiz göçmenleri geri kabul
etmek zorundadır (s. 1).
b) Ayrıca, “yasadışı yollarla AB ülkelerine giden veya bu ülkelerde bulundukları sırada yasadışı duruma düşen” (…) vatandaşlarımızı da Türkiye geri alacaktır (s. 1). Mevcut uygulama zaten böyle
olduğuna göre, burada bir adım daha ileri gidilerek şu mu kastedilmek istenmektedir: Avrupa
Türkleri yaşadıkları üye ülkelerin iç hukuku bitince ulusüstü özellikleri olan ve sınır dışı edilmeleri
genelde önleyen Ortaklık Hukuku’ndan doğan hakları için Avrupa Birliği’nin en son ve en yüksek
yargı mercii olan Avrupa Birliği Adalet Divanı’na (ABAD)’a başvurma hakları olmadan mı sınır dişi
edilecekler. O zaman, bu uygulama sayıları her yıl 12.000 ile 20.000 olan vatandaşımızın sınır dışı anlamına gelebilecektir. Bu muğlâklık uygulamada nasıl çözülecektir, metinde buna dönük açık
bir ifade bulunmamaktadır. Sorun çıktığında hangi hukuki norm geçerli olacaktır ve ne zaman vatandaşlarımız yasadışı duruma hangi hukuk normuna göre (ulusal ve/veya ulusüstü olan Ortaklık
Hukuki normları) düşmüş olacaklardır ve hangi hukuki normu büyükelçiliklerimiz uygulamada
dikkate alacaklardır? Büyükelçilik yaptıkları ülkenin yasalarını - Ortaklık Hukuku yerine – dikkate
alırlarsa suç işlemiş olmazlar mı?
c) Bakanlığın kitapçığında Geri Kabul Antlaşması’nın (GKA) kapsamına Birleşik Krallık (İngiltere),
İrlanda ve Danimarka’nın girmediğinden bu ülkelere gidişlerde vize muafiyeti hakkı doğmayacağı
ifade edilmektedir (krş. s. 2). Kullanılan bu ifadenin mevcut haklarımızı inkâr etmesi yanında, bu
sayılan üç ülkeyle diğer ülkeler arasında insanların sınır geçişlerinde kontrolleri kalktığından bir
Türk’ün adı geçen bu üç ülkeye vizesiz girişi nasıl önlenecektir? Bu durumlarda hangi hukuk uygulanacaktır. Ulusal hukuku uygularlarsa bu kişi suçlu olacaktır. Buna karşın ulusüstü olan A(E)T
/AB Türkiye Ortaklık Hukuku’nu uygularlarsa bu kişiler bir suç işlemiş sayılmayacaktır ve örneğin
İngiltere’ye vizesiz girmeleri yanında iş yeri açma hakları da bulunacaktır. (Bkz. ABAD’ın 2007 tarihli TÜM/DARI Kararı). Ülkemiz kendi vatandaşlarının meşru haklarını nasıl inkâr edebilecektir?
Böyle bir durumda bunun sorumlusu kim olacaktır ve kime karşı hukuki yollara başvurulabilecektir? Haksızlığa uğrayan vatandaşımız kendi ülkesini mahkemeye verirse durum ne olacaktır? Bu
yanlış ifadeler hangi bakanlığı hukuken bağlamaktadır?
d) Bakanlığın yayınladığı kitapçıkta Türkiye’nin “yabancılarla ilgili işlemlerde AB müktesebatına
uyum” sağlayacağı ve ayrıca gerekli “etkili uygulamanın gerçekleşeceği” (bkz. s. 3) sözü verilmektedir. Bunun anlamı bu alandaki uluslararası antlaşmaların kabul edilmesi yanında, barınak,
bakım ve diğer asgari koşulların batı standartlarına göre olması gereklidir. Bunun mali yükünü bu
bilgiler olmadan hesaplamak zordur. Bu bilgiler verilmediği müddetçe toplumumuz yanıltılmış
veya en azından eksik bilgilendirilmiş olmuş olmaz mı?
e) Bu kitapçığa göre Türkiye doğusundan gelecek mülteciler için “coğrafi sınırlandırmayı” şimdilik
kaldırmayacaktır (krş. s. 5). Siyası, dinsel, mezhepsel gibi nedenlerle adı geçen coğrafyadan gelen
kişileri ülkemiz “şimdilik” mülteci kabul etmeyeceğine ve AB üye ülkelerine geçişlerine de izin
vermeyeceğine göre, onları geldikleri ülkelere çok az durumlarda da olsa geri göndererek öldürülmelerine bile çanak mı tutacaktır? Böyle bir olay olduğunda, bu durum dünya kamuoyuna nasıl anlatılacaktır? Yoksa “şimdilik” terimi uygulamaya geçtikten hemen sonra durumun değişeceği
anlamında kullanılmaktadır.
f) Bakanlığın kitapçığında ülkemizin sadece “bazı uluslararası anlaşma, sözleşme ve protokollerden
sadece vize muafiyeti ve Geri Kabul Anlaşması’nın düzgün işlemesiyle doğrudan ilgisi bulunanlara
taraf olacaktır” (bkz. s. 5) ifadesi bulunmaktadır. Bu antlaşmalar siyası suçlu kabul edilen insanların yanında lezbiyen ve homoseksüellerin geldikleri ülkelere geri gönderilmelerini yasakladıklarına göre yukarıda belirtilen “coğrafi sınırlandırmanın” anlamı kalmakta mıdır? Siyası sığınmacıyım diye sınıra gelen kişileri mahkemeye çıkartmadan ve gerçeği öğrenmeden geriye gönderme
hakkı olmayacağına göre, dillendirilen bu ifadenin doğru olup olmadığına hangi kurumlar inceleyecektir. Bunun için gerekli tercüme hizmetleri nereden temin edilecektir? (Unutmayalım ki sa7
g)
h)
dece Hindistan’da 6.000 dil konuşulmaktadır. İngilizceyi (yeterli) bilmeyen bu insanlarla iletişim
nasıl sağlanacaktır?) Verilen bilgilerin sığınmacı statüsü gerektiği konusunda karar verebilmek
için mültecilerin geldiği bölgelere, illere ve hatta köylerine dönük somut ve doğru bilgiler nasıl
toplanacaktır? AB üye ülkeleri bu alanlarda topladıkları/ toplayacakları bilgileri ülkemizle paylaşacaklar mı? Kitapçıkta bu sorulara da cevap bulunmamaktadır.
GKA ilgili maddi yükün bakanlığımıza göre yıllık yükü 1,2 Milyar Avro olacağı gayrı resmi olarak
söylenmektedir. Antlaşmaya taraf ülkeler ise yıllık 70 Milyon Avro verebilecekleri, yine ayni kanallarca dillendirilmektedir. Avrupa kaynakları ise Türkiye’nin bu yükü kaldıramayacağına dikkat
çektikten sonra yıllık mali yükün 3 ile 5 Milyar dolar olacağı iddiasında bulunmaktadırlar. Buna
karşın bakanlığın kitapçığında “AB’nin ilave yardım vermesi” konusu değerlendirilecektir denilmektedir (bkz. s. 5). Böyle yüksek mali bir yükün hukuki hiçbir bağlayıcı yönü olmayan bir ifade
ile dillendirilmesi en hafif deyimiyle sorumsuzca hareket etme anlamına gelmeyecek mi?
Bakanlığın yayınladığı kitapçıkta “Vize muafiyeti süreci ve Geri Kabul Anlaşması ABAD’ın ortaklık
hukukuna dayanarak Türk vatandaşları lehine vermiş olduğu kararlara halel” getirmeyeceği söylenmektedir (bkz. s. 9). Bu tespit doğru ise ABAD’ın 2000 tarihinden başlayarak 2013 tarihine
kadar aldığı mevcudu koruma alanında 7 kararı bulunmaktadır. En son 2013 tarihinde verdiği
Demirkan Davası’nda da Türkiye’den giden ve hizmet sunan işverenlere ve serbest meslek sahibi
insanlara, yani milyonlarca vatandaşımıza vize kalkmış bulunmaktadır. Kitapçığa göre anlaşmaya
taraf ülkeler “(…) ABAD’ın ilgili içtihadında öngörülen hak ve yükümlülüklere tam olarak saygı
gösterileceği belirtilmiştir”, denilmektedir. O zaman neden AB tarafı bu milyonlarca insanımız
için vizeleri hemen uygulamadan kaldırmamaktadır? Neden haksız olarak alınan vize ücretlerini
beş yıl geriye giderek hemen geri vermemektedir? Kitapçık bu konuda da bir bilgi içermemektedir. Hatta karşı tarafın hukuku inkâr edici manipülelerine çanak tutmaktadır.
Bu antlaşma TBMM’sine sunulmadan önce bu sorular acilen cevaplandırılmalıdır. AB’nin Türkiye karşısında oynadığı oyunlar bitmiyor. Artık, bu son ifadeden de anlaşılacağı gibi şapka düşmüştür. Hukukun üstünlüğüne saygı varsa, kendi hâkimlerinin ve kendi mahkemelerinin verdikleri hukuki kararları
bir an önce uygulamak zorundadırlar. Hukukun gereğini yerine getirmedikleri sürece TBMM bu anlaşmayı buzdolabına kaldırmalıdır. Bu onun seçmenine karşı olan sorumluluğunun gereğidir.
Unutturulan Haklardan Savunulmayan Haklara
30 Eylül 1987 tarihinden başlayarak Avrupa Birliği üye ülkelerinin en yüksek ve en son yargılama mercii olan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) günümüze kadar Türkiye ve Avrupa’da yaşayan Türklere
dönük olarak 60’ı aşan değişik kararlar verdi. Merkezi Lüksemburg’ta bulunan ve verdiği kararları
ulusüstü olduklarından dolayı toplam 28 AB üyesi ülkeyi bağlayan bu Divana göre, Türklerin mevcut
hakları 1973 tarihinden başlayarak geriye dönük olarak kötüleştirilemez.
Üye ülkelerinin hâkimlerinden oluşan bu Divan’ın kararlarına göre AB üye ülkeleri çeşitli meşru haklarımızı göz ardı etmekteydiler ve hâlen etmektedirler. Bu durum karşısında Türkiye’den, ciddi bir tepki
beklenirken, Geri Kabul Antlaşması imzalanarak bu hukuksuzluğa çanak tutulmakla kanılmamakta,
ayni zamanda daha önceki ABAD kararlarıyla ortaya çıkmış haklarda inkâr yoluna gidildi. Hayata geçirilmesi yetkililerin görev alanına giren bu hakları ABAD kararlarının ışığı altında aşağıda sıralanacaktır:
Haksız uygulamaların kapsamı
• AB ülkelerine hizmet sunmak için gidecek işverenlerine ve serbest meslek sahiplerine vize uygulanması ve vize ücretlerinin artırılması 2000 tarihinden başlayarak verilen yedi ABAD kararlarına
göre hukuksuzdur.
• Ortaklık Hukuku’ndan doğan sosyal hakların Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarına yeterli ölçüde uygulanmaması ve Türkiye’ye döndüklerinde bakım sigortasından doğan haklarının ellerinden
alınması Avrupa Hukuku ile bağdaşmamaktadır.
8
•
•
Bu supranasyonal karaktere sahip haklar yapılan ikili antlaşmalar yoluyla da ortadan kaldırılamaz. ABAD’ın 2003 tarihli Abatay/Şahin kararında, 1977 tarihli Türk-Fransız Taşımacılık Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin bu prensibe ters düşmesinden ötürü uygulanamayacağını hükmü
çıkmıştır.
A(E)T/AB üye ülkelerinin, ulusal yabancılar yasalarında değişiklik yapmaları durumunda mevcut
hakları geriye götürecek değişiklikler, Türk firmaları ve onların personeli için uygulanamaz.
Sonuç
AB üye ülkeleri güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğru fakırlık, şiddet ve farklı yaşam tarzlarını
benimsemeleri nedeniyle sınır ötesi göçmen hareketliliklerini yıldırarak bu sorunun çözülemeyeceğini
bilmelerine rağmen, onların kaçış nedenlerini her nedense hiç gündeme taşımıyorlar! Her şeyden
önce fakir ülkelerdeki insanlara yaşam imkânı yaratan altyapıyı oluşturabilmek için gerekli alt yapı
yardımı için yaptıkları vaatlerini yerine getirmiyorlar ve verdikleri sözleri tutmuyorlar.
Gelir dağılımının küresel düzeydeki her yıl artarak daha da kötüleşmesi sonucu göç dalgaları gelecek
yıllarda daha da artacaktır. Özellikle Afganistan’da beklenen siyası gelişmeler, Pakistan’ da daha da
şiddetlenebilecek iç karışıklıklar Asya’dan Avrupa’ya doğru büyük göç dalgalarına neden olabilir. Bu
göç Türkiye üzerinden Batı’ya doğru akarak kendisine bir yatak arayabilir. Ayrıca, küresel ısınma sonucu yükselen deniz suları Bangladeş başta olmak üzere gelecek yıllarda Asya’dan Avrupa’ya Çevre
Göçünü doğuracaktır. Bunu tamamlayıcı olaraktan ısınmanın artması sonucu Himalaya dağlarındaki
buzulların daha da erimesi Pakistan, Hindistan, Tibet ve hatta Çin’de büyük su sorunları yaratacağı ve
bunun sonucu olaraktan ciddi nüfus hareketlerine sebep olacağı bilim çevrelerince genel geçer bir
kabul bulmaktadır. AB’nin son planına göre Türkiye bu göç dalgalarına karşı dalgakıran görevini üslenmelidir ve ‘Güney ve Doğu tehdidi’ Türkiye sınırları içine hapsedilmelidir ve bir kez daha insan
hakları ulusal menfaatler adına çiğnenmelidir.
Buna karşın aşağıdaki yollar denenmelidir:
 Üye ülke idare mahkemelerinde Francovich (C-6/90) ve BrasserieduPecheur (C-46/93) örnekleri uyarınca zarar ziyan davalarını organize ederek kitlesel olarak açmak.
 AB Hukuku’nun üye ülkelerde uygulatılmasından birinci derecede sorumlu olan Avrupa Komisyonu’nun hizmet sunan Türk vatandaşlarına karşı vize uygulayan ülkelere dava açmasını
sağlamak için gerekli bilgi ve belgeleri toplayarak Komisyon’a sunmak.
 ABAD kararları uygulanmadığı sürece ‘Geri Kabul Antlaşması’na’ dönük her türlü müzakereden
kaçınmak. Gerekirse tamamlanan Gümrük Birliği sürecinin sorgulanabileceği mesajını vermekten kaçınmamak lazımdır. Unutmamak gerekir ki, Türkiye Dış Ticareti alanında egemenlik haklarını devrettiği Avrupa Komisyonu’nda bir temsilci dahi bulunduramamaktadır, hatta zaman
zaman AB Komisyonu aldığı ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren konularda bile kendisini bilgilendirmemektedir. Ulus devletin temel direğini oluşturan ekonomik alandaki bu egemenlik
hakkını temsilci bulundurmadan devretme beceriksizliğini Türkiye dışında hiçbir ülke göstermemiştir. Bakalım, bu egemenlik haklarımızı inkâr edici, diplomatlarımızın duruşlarını zedeleyici ve insanımızın onuruna hakaretimsi anlama gelen duruma kim dur diyebilecektir!
9