Bölüm Oku

Çapkın
Günlük
Kerem Bengi
4
İlk görüşte...
Kız tam ben çişimi yaparken banyoya girip kapıyı da
içeriden kilitlediğinde, evde en azından 50 kişi vardı.
Evdekilerden birçoğu gibi, kızı da tanımıyordum. Gelip
arkadan sarıldığında da çaresizdim. Çünkü ellerim kendimle meşguldü.
Doğrusu, ben ilk görüşte aşka değil de, ilk görüşte
sekse inanırım, ama bu kadarı benim için bile fazlaydı.
Fazlaydı, çünkü ben onu görmemiştim ki. Pek tek taraflıydı yani. Benim ilk görüşten anladığım, kadınla erkeğin
birbirlerini ilk görüşü; sadece birinin öbürünü görüşü
değil...
Neyse, apar topar toplanmaya çalıştım; bu aciz, bir şey
yapamaz durumdan kurtulmak için. Banyo evden daha
da loştu, üstelik girer girmez ışığı kapatmıştı. Onun için,
yüzümü döndüğümde de kızın yüzünü gördüğümü,
neye benzediğini söyleyemem.
5
Ama ilk anda anladığım kadarıyla vücudunu beğendim. “Vücudunu nereden gördün peki?” diyeceksiniz.
Vücudunun güzel olduğunu anladım, çünkü ben döner
dönmez bu sefer önden sarılıverdi. Birden dudaklarımda
dolgun ve yumuşak bir ıslaklık belirdi. Ben de ister istemez sarıldım ona.
Bilmem biliyor musunuz, eller çok iyi görür; bazan
gözlerin gördüğünden bile iyi. Ellerimin gördükleri hiç
de fena değildi. Yay gibi kıvrılarak vücudunu bana yapıştırmaya, kuvvetlice ittirmeye çalıştığı için iyice belirginleşen bel çukuru, beni... Neyse... Ama yaptığı bu hareket,
merak ettiğim önemli bir şeyi anlamamı zorlaştırıyordu.
Bu hareket poposunu ellerim için flulaştırdığından, iyi
“göremiyordum”.
Sonunda, omuzlarından tutup hafifçe ittim ve dudaklarımı da koparıp biraz uzaklaştım. Ne yalan söyleyeyim, ben heryerde sevişilebileceğine inanırım; onun
için, uzaklaşmamın banyonun uygun bir mekân olup
olmamasıyla ilgisi yoktu. Sadece, görmediğim biriyle sevişmek tuhaf geldi bana. Hem adaletsiz de bir durum. O
beni biliyor, neye benzediğimi biliyor, ben onu bilmiyordum. Kendimi elkoyulmuş gibi hissettim ve bu hoşuma
gitmedi. Kapıyı açıp çıktım.
Evet, ben akşam 7 vapuruyla, yani biraz geç gitmiştim,
ama yine de insanlar sarhoş olmuş olamazdı daha. Zaten
beni banyoda yalnız bırakmayan kız da hiç sarhoş gibi
değildi.
Yazın ilk günleriydi. Sinan, Heybeliada’da bir ev tutmuştu, orada parti veriyordu. Üniversiteden arkadaşım
6
olan Sinan bir reklam ajansında çalışıyordu. Bu yüzden
biraz karışık bir kalabalık vardı: reklamcılar, halkla ilişkilerciler, kimi şirketlerde çalışan insanlar, dergiciler ve
birkaç da gazeteci. Çoğu genç. Ben de bir süre aynı reklam ajansında çalıştığım için Sinan’la ortak arkadaşlarımız vardı ve dergicilerden de bir kısmını tanıyordum.
Ev güzeldi. Geniş bir salonu vardı. Ben eve girdiğimde bangır bangır müzik çalıyordu. Bazıları koltuklara, kanepelere, bir köşede duran divana ve yerlere oturmuştu.
Bir kısmı ayaktaydı. Kimileri de dışarıdaydı. Büyükçe bir
bahçesi vardı evin. Bahçe biraz ötede çam ağaçlarıyla birleşip kuytulaşıyor, ormana karışıyordu.
Neyse, banyodan çıktıktan sonra bir Bloody Mary
yapıp arkadaşlarla hoşbeş etmeye koyuldum. O arada,
benimkinden özenen Cem’e de bir Bloody Mary yapıp
geldim. Zaten mutfak bölümüne yakın bir yerde duruyorduk. Biraz sonra bir kız geldi bizim grubun yanına,
ucundan kıyısından sohbete katıldı. Kendi haline bırakılmış simsiyah uzun saçları, güzelce bir yüzü vardı. “Acaba...” diye geçirdim içimden, “benim banyoda ellerimle
gördüğüm kız olmasın bu?”
Bir türlü emin olamıyordum tabii. Eh, dudakları benim dudaklarıma yapışan dudaklar olabilir gibiydi. Ellerimle anlayabildiğim kadarıyla bu kız da banyodaki gibi
ince bir kumaştan uzun bir elbise giyiyordu. Sarılma durumundan anladığım kadarıyla boyu da denk düşüyordu
banyodaki kıza...
Bu arada bizim grup iyice seyreldi. Ama kız gitmiyordu. Sonunda, yanımızdaki Cem’e dönüp o da bir Blo7
ody Mary istedi. Cem de beni işaret etti, “Bunun üstadı
o,” dedi. Bir tane de onun için yaptım. O arada Cem de
gitti ve o kalabalıkta biz kızla kaldık başbaşa. Ben bu sefer kendime bir Bloody Mary daha yapmak için harekete geçmiştim ki, kendisi için de bir tane daha istedi. İki
Mary ile geldim. Artık yorulmuştum, bir sandalye bulup
oturdum. O da, yanda dolap gibi bir şey vardı, onun üstüne oturdu. Bir sürü soru sorup duruyordu. Benim de
keçiliğim tutmuştu, olabilecek en kısa, kestirme cevapları veriyordum. O beni konuşturmaya çalıştıkça, ben daha
da az şey söylüyor, sorulardan sıyrılıyordum. Ve bir tane
daha Bloody Mary istedi. İkimize birer tane daha yapıp
yerime oturdum.
“Ben Huri,” dedi.
“Ben de Kerem.”
“Hiç fena değilsin,” diye ekledi hemen.
“Bloody Mary’den mi bahsediyorsun? Eh, fena sayılmam, bizim Berlin’in (babam olur) yanında staj yapıyorum yıllardır.”
“Bloody Mary şahane, ama ben banyodaki senden
bahsediyordum.”
“Haa, demek sendin o... Benim de ellerim gözlerimden daha çok beğendi seni. Ne de olsa ellerim daha çok
ve daha yakından gördü. Ellerimin gördüğünü gözlerimden saklamak haksızlık olacak... Ne yapsak?”
Muhabbet iyice gevşeyip sürerken sırtımı okşamaya,
saçlarımla oynamaya başladı ve sonunda, “Hadi gel dışarı
çıkalım,” dedi. Fena bir fikir gibi görünmedi bana da.
Doğrusu çok çekiciydi. Ben zaten o kendi haline bı8
rakılmış uzun siyah saçları görünce hafifçe kendimden
geçmiştim. Bu takıntıyı nereden edindim bilmiyorum,
ama kendi haline bırakılmış saçlar, kendi haline bırakılmış hayat gibi yaşama sevinci verir bana; o saçların sahibine kendimi bırakmaya hazırımdır. (Bu arada, düz saçlar kendi haline bırakılamaz, kötü olur.)
Böylece, bahçenin kuytu bir köşesinde bir ağacın altında Huri’yle yanyana otururken buldum kendimi. Ve
kendimi kaybetmem de çok uzun sürmedi. Neredeyim
diye bir ara kendimi topladığımda, Huri’nin dudaklarında olduğumu anladım. Ve benim de bacaklarım, Cemal
Süreya’nın dediği gibi “tarifsiz uzayordu”. Ve ikimizin de
kolları çook uzundu ve gece de çok uzundu ve biz de
artık uzanıyorduk ve artık utanmıyorduk.
Ertesi gün aynı vapurla döndük. Gündüz gözüyle de
pek cazip görünüyordu. Bana kartını verdi. Bir şirketin
finans bölümünde çalışıyordu. Ertesi akşam yemek yemek üzere sözleştik.
9
Okyanus dudaklar
Ne zaman yaz tatili yaklaşsa Dewi’nin dudaklarını hatırlarım ben. Beni okyanusla tanıştıran Dewi’nin dolgun,
biçimli dudaklarını.
Yaz geldi ya, “Tatilde nereye gideceğiz?” sorusu da
başköşeye oturdu. Huri en huri halini takınıp konuyu
açtığından beri kendimce en uçurucu yeri bulmak için
beynimin her iki lobu tam kapasite çalışmakta. Huri, geçen hafta banyoda ellerimle görüp tanıştığım kız. 25 yılın
her günü yapmak zorunda olduğum alelade bir şeyi, bir
basit doğal ihtiyacı giderme eylemini benim için bir maceraya dönüştüren bu kızla tatile çıkma fikri, gideceğimiz yer neresi olursa olsun bir hayal dünyasına taşıyacak
beni. Bunu biliyorum. Hurraaaa!
Eminim, birçok insanın aklına tatili sokan, yani tatiline hayalini sokan en az bir kişi vardır. Bu hayal tutuştu-
10
rur işte tatili. Benim de en iyi bildiğim konu bu, çünkü
ben durmadan tutuşurum.
Doğrusu, bu tutuşma mevsiminin sekiz yıldır içindeyim ben; daha önce sadece ısınırdım. Herşey Hint Okyanusu’nda başladı işte. Hoş, okyanus olmasaydı da başlayacaktı… Ama iyi bir başlangıç çok iyi bir şeydir. “Türk
gibi başla, İngiliz gibi bitir.” Ben hiçbir ilişkinin sonunu
getirmediğim için Türk gibi başlamak yetiyor bana, gayet
iyi geliyor. İngiliz olmaya da niyetim yok.
Çekirdek aile olarak çıktığımız son tatildi ve ben 19
yaşındaydım. (O yılın sonunda boşandı bizimkiler.) Bali
adasına gitmiştik; Endonezya’nın tatil cenneti. Bu cennetin iklimi, tropikal sıcaklar perişan etmişti beni başta.
Tatil köyüne varıp odaya kendimi atar atmaz duşun altına
girdim. Tık! İki kulağım birden tıkandı. Biri tamamen
mantar, öbürü eh işte, zar zor idare eder. “Birazdan açılır,” deyip çıktım. Berlin, (Berlin babam. Evet, adı Berlin.
Kendisinden yedi yaş büyük halam koymuş adını. Bence,
kesin kendi seçmiştir bu adı sonradan; hep kendisinden
söz edilsin diye. Kim duysa, bir yarım saat bu isim konusu konuşulur çünkü), evet Berlin hemen uyardı:
“Git doktora, kulağına baktır. Nasıl olsa kulağınla oynanmasına alışıksın.”
“Nereden çıktı şimdi bu?”
“Kulaklarından belli. ‘Kulağına küpe olsun’ deyimini
yanlış anladın sen herhalde. Senin kulağına astığın o halkalarla biz çocukken çember çevirirdik.”
Neyse, ben doktora moktora gitmedim tabii. Nasıl
olsa bir şey yapamıyorum, biraz kestireyim dedim. Kalk11
tım, baktım kulak yine duvar. Berlin’in tavsiyesine uyup
tatil köyünün doktoruna yollandım. Bana çok değişik gelen bir güzellikle karşılaştım; yani doktor hanımla. Uzun
boylu, uzun saçlı, uzun gözlü, uzun yüzlü, 25 yaşındaki
bu Javalıya derdimi anlattım. (Yaşını sonradan öğrendim
tabii ki. Yeni karşılaştığım kızlara ilk sorduğum şey hiçbir
zaman yaşları olmamıştır.) Dewi’nin yüzü güzeldi, ama
sesinin neye benzediğini anlayamadım tabii. Çok uzaklardan incecik bir kanaldan geçip geliyordu sesi sol kulağıma. Ne dediğini anlamak kaygısıyla mecburen hedefe,
yani dudaklarına kilitlendim. Gözlerimle tabii. Dudak
okumada hiç de usta olmadığım için bütün dikkatimi,
herşeyimi doktorun dudaklarına vermiştim. Üstelik, o
zaman pek dudak da tanımıyordum.
Nedeni ne olursa olsun, yeni karşılaştığınız bir kızın
durmadan dudaklarına bakmak olmayacak bir şey. Bir
düşünsenize, hangi erkek bir kadının en önce dudaklarına bakar? Erkeklerin nerelere baktığı konusuna sonra
döneriz, ama ben önce dudaklara bakarım. Tıkanan kulağın bende bıraktığı bir iz sanırım. En memnun olduğum
alışkanlıklarımdan biri…
Neyse, Dewi kulağıma bir şey damlattı. Akşam tekrar
damlatmak gerektiğini, oda numaramı verirsem yardımcı olacaklarını söyledi. Ya kendisi ya da bir hemşire gelecekmiş; akşam 10’da. Çaresiz(!), verdim oda numarasını.
Dudaklarına yapışmış olan gözlerimi de koparıp doktorun odasından ayrıldım.
Aklım kulağıma kaçmış ve orada kapalı kalmıştı; hiçbir şey yapamıyordum. Biraz dolaştım. Denize, bizim12
kileri ve öbür insanları seyretmeye gittim. Akşam, deniz
kabuklularından bir ziyafet çektim kendime ve saat 10’a
yaklaşırken odama çekildim. (Biliyordum, Berlin’in bu
erkenciliğimden kuşkulandığını biliyordum.)
Doktor hanım geldi. Kulağıma ilacı damlattı. Bir içki
içmeye davet ettim onu. Tatil köyünün gündüz gezerken
gözüme kestirdiğim açıkhava barlarından birine gittik.
Muhabbet sırasında, okyanusun vücuduma hiç değmediğini öğrenince çok şaşırdı. Yeni şeyler öğrenme ve deneme konusundaki iştahım ve sabırsızlığım kabardı yine.
İkna yeteneğimi de kullandım ve Doktor Dewi’nin direnişini kırdım. Vazelinli pamuklarla kulaklarımı tıkadık ve
gecenin 12’sinde okyanus kıyısına yollandık.
Yalnız değildik. Birkaç kişi daha vardı denize giren.
Bir direğin tepesine takılmış bir projektör okyanus kıyısının dar bir bölümünü aydınlatıyor, kenarlara doğru
yavaşça loşlaşan ışık karanlıkta eriyordu. Geceyarısı ilk
kez denize girişim değildi bu, ama okyanusa ilk girişimin
geceyarısına rastlaması da heyecanımı artırmıştı. Dürüst
ol, kıvırtma; heyecanımı artırma konusunda okyanusla
yarışan başka faktörler de vardı. En azından şu kadarını söyleyebilirim: Dünyanın bu bölgesinde hava, iklim,
afrodizyak etkisi yapıyor. En azından bana öyle oldu.
Sabah, kendime kahvaltılık bir şeyler arıyordum ki,
bizimkileri öğle yemeği yerken buldum. Oturdum.
“Ben de senin odanı tek kişilik sanıyordum,” diye söze
başladı Berlin.
“Ee, tek kişilik zaten.”
“Peki, o zaman sabahın 5’inde odandan çıkan kıza ne
demeli!”
13
“Yine Doğu Berlin olma huyun mu depreşti? Duymadın mı, Berlin duvarı yıkıldı! Artık Berlin’de bile yok
böyle şeyler. İnsanların özel hayatı hakkında rapor tutma
devri geçti sanıyordum ben. Beni gözetlemek için uykusuz kalacağına şu cennet gibi yerin tadını çıkarmaya baksan diyorum.”
“Benim yaptığım da o zaten. Uykum kaçtı. Odada koyunları sayacağıma…”
“Benim odama girip çıkan piliçleri sayayım, dedin.”
“Ne münasebet! Bahçede şezlonga uzanmış kitabımı
okuyordum. Aman oğlumuzun çapkınlıklarını görmeyelim diye kör mü edelim kendimizi yani?”
“Sen kör olsan da görürsün ya… O kız tatil köyünün
doktoru; kulağıma ilaç damlatmak için gelmişti.”
“O saatte mi!? Yoğun bakımda bile hiçbir hastaya bakmazlar o saatte.”
“Ha-ha! Hayır, o saatte değil. Daha önce gelmişti...
Sonra yüzmeye gittik… Sonra da... ”
“Bak annesi, oğlumuza ne güzel bakılıyor burada.
Ama Doktor Hanım’ın bizim tatlı bebeğimizin üstünü
örtmesi biraz uzun sürmüş anlaşılan. Okyanus projektörü gece birde söndürülüyor da.”
“Beni hiç karıştırmadan kozlarınızı paylaşın,” diye
araya girdi Zuhal. “Hakemlik bile beklemeyin benden.
Ayrıca, çocuğun üstüne varıp durma; armut dibine düşer,” deyip kenara çekildi.
“Ne demek şimdi bu?”
“Ben en iyisi karıkoca arasına girmeyeyim. Zaten kulağımı göstermem gerekiyor. On gün sonra uçakta görüşürüz!”
14
***
Artık hepimiz ayrı ayrı tatile çıkıyoruz. Hayatlarımız
da ayrıştı zaten. Zuhal, yani annem, iki sene önce Reginald’la evlenip Yeni Zelanda’ya yerleşti. Reginald oralı.
Biz de Berlin’le aynı evi paylaşıyoruz. Birçok bakımdan
avantajlı bir durum. Bazan da sıkıcı olabiliyor tabii.
İşin tuhaf tarafı, aynı yere gidiyoruz tatil için: Çıralı-Olimpos. Berlin, büyük bir özenle benden sakladığı
“kız arkadaşıyla” (bu lafa da kıl oluyor ya...) Çıralı’ya gidiyor. Yıllardır bildiği, tanıdığı bir pansiyonda kalacaklar.
Gerçi güzel ve rahat bir yer ama bana göre biraz fazla
sakin. En büyük hareket, pansiyonun teknesiyle yandaki
koya gitmek. Bir de balığa çıkılabiliyor...
Ben de Huri’yle Olimpos’a gideceğim.
“Biraz da sen beni dinle; kap kızını gel bizimle Olimpos’a,” diyorum, “eski devrimcilik günlerini yaşarsın.”
“Hadi oradan zibidi. Sana mı kaldı benim devrimcilik
günlerimi gözetmek. Asıl sen hazır bir sevgili bulmuşsun, onunla başbaşa kalabileceğin bir yere gitmek varken
neden ‘dejenere komünal’ bir âleme yapış yapış tıkışıyorsun!”
“Benim komünle filan ilgim yok. Orada eğlence var,
şamata var, hareket var, insanlar var. Hem biz istediğimiz
zaman, istediğimiz yerde başbaşa kalabiliriz. Şimdi anlattırma bana!”
“Dinle oğlum, dinle…”
“Sakın babalığını baskı aracı olarak kullanmaya kalkma! Bak, ben sana Berlin diyorum, baba deyip babalık
15
zaafını kullanıyor muyum! Sen de bana Kerem diyebilirsin pekâlâ.”
“İyi de, bütün bunlar senin benim oğlum olduğun
gerçeğini değiştirmez.”
16