dosyayı indir - prof.dr. ismail çetişli

MEHMET ÂKİF’İN İDEAL KAHRAMANI:
ÂSIM VE NESLİ
*
Prof. Dr. İsmail ÇETİŞLİ
(Bu bildiri Uluslararası "3 Ülke 3 Düşünür: Mehmet Âkif Ersoy, Muhammed İkbal, Bahtiyar Vahapzâde”
Sempozyumnda (MAE Ü. 15-18 Ekim 2014 Burdur) sunulmuştur.
ÖZET
Mehmet Âkif Ersoy, Tanzimat sonrası Türk edebiyatında hâkim damar durumundaki sosyal ve
toplumcu şiirin önde gelen şairlerindendir. O, Safahat’ını dolduran manzumelerinde önce mensubu
bulunduğu millet ve ümmetin içinde bulunduğu durumu yansıtan realist tablolar sunar. Ardından bu
toplolardaki olumsuzlukları şiddetle eleştirir. Son safhada ise olumsuzlukların çözümüne dair tekliflerde
bulunur. Âsım bu noktada, Osmanlı-Türk toplumu ve İslâm dünyasının XIX. yüzyılın başından beri yüz
yüze bulunduğu çürüme, çözülme ve dağılma olgusu karşısında yeniden “diriliş”i gerçekleştirebilecek
ideal kahraman olarak karşımıza çıkar. Adını taşıyan manzumede (Âsım) somut olarak yer alan Âsım,
gerçekte Safahat’ın bütününe yayılmış, güçlü fizikî gücü yanında eşsiz bir “fazilet” ve “marifet”e sahibi
bir insandır. İmanlı, ahlâklı, azimli, bilgili, ümitli, sorumluluk sahibi, çalışkan, kahraman, tarihi ve
değerlerine bağlı, insan olma şuuruna sahip olmak, onun temel nitelikleridir. Bu nitelikleriyle o, XX.
yüzyılın “modern alperen”, “gazi” ve “aydın” tipidir.
Anahtar Kelimeler: Mehmet Âkif, Ersoy, Safahat, Âsım, idealizm.
***
Tanzimat sonrası Türk edebiyatı, öncesiyle mukayese edilemeyecek seviyede fikrî, siyasî ve
ideolojik bir içeriğe sahiptir. Belirtilen dönemde sanatta estetik endişeyi önemseyen damar varlığını
sürdürmekle birlikte, sosyal ve toplumsal damar, edebiyatın bütünü kapsayacak ölçüde güçlü ve hâkimdir.
Sadece şiir vadisinde Şinasi’den Namık Kemal’e, Ziya Paşa’dan Tevfik Fikret’e, Nazım Hikmet’ten Necip
Fazıl’a, Mehmet Emin’den Orhan Veli’ye, Arif Nihat Asya’dan Sezai Karakoç’a uzanan dönemin Türk
şiirini hatırladığımızda, bu hâkimiyet daha iyi anlaşılır. Tanzimat sonrasının hikâye, roman ve tiyatrosunda
da aynı durum geçerlidir. Bildirimizin konusu olan Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), belirttiğimiz sosyal
ve toplumsal damarın önde gelen sanatkârlarındandır.
Nitekim Safahât’ı şu veya bu ölçüde tanıyanların Mehmet Âkif hakkında verdikleri/verecekleri ilk
hüküm, toplumcu ve idealist bir şair olmuş/olacaktır. Bu hüküm, hiç şüphesiz doğrudur. Zira Âkif, hayatı
ve şiirini, mensubu bulunduğu toplum ve dinin “fayda”sına; inandığı değerlerin “hizmet”ine adamış
“cemiyet mistiği” bir insan ve sanatkârdır. O, tavizsiz biçimde “yerli”, “millî”, “ahlâkî”, “hakikî” ve
“faydalı” edebiyattan yana olmuştur. Bu düşünce ve inançla kalemine sarılan şair şiirini tamamıyla “hayatî
ve içtimaî mevzulara” hasrederek kendi ferdî duygularını geri plâna itmiş veya büsbütün susturmuştur. Bir
başka ifadeyle o, “fildişi kule”nin değil, cemiyetin dertlerini, aksayan, çürüyen yanlarını, acılarını kendine
dert edinmiş bir cemaat şairidir. Bu bağlamda Âkif, benliği, varlığı ve sanatını cemiyete adamış bir
“mistik”tir. Namık Kemal’de ilk defa somutlaşan böyle bir mistiklik, Âkif’te kemâle erer. Üstelik Mehmet
Âkif’in toplumculuğu, çok büyük ölçüde mensubu bulunduğu cemiyet, millet ve ümmetin tarihi, hayatı ve
değerleriyle örtüşür ve bütünleşir. Edebiyat tarihimizde hayatı, karakteri, idealleri ve eseriyle onun kadar
topluma mal olmuş, dili ve üslûbuyla toplumunun bütününe onun kadar seslenebilmiş bir başka sanatkâr
bulabilmek bir hayli zordur.
Belirtilen çerçeveden Safahât’a yaklaştığımızda, içerik olarak bütünüyle toplumcu, idealist ve
gerçekçi bir şairin, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın ilk çeyreği arası dönemi birey, toplum,
millet ve ümmet hayatına dair tespit, tenkit ve tekliflerinden ibaret olduğunu görürüz. Âdeta bir projektör
gibi dikkati ve müşahede gücünü mensubu bulunduğu toplum, millet ve ümmetin hayatı üzerinde
yoğunlaştıran Âkif, öncelikle gördüklerini tespit ve tasvir eder. İlk Safahât’ta daha çok tek tek bireylerin
hayatını şiirine taşıyan Âkif, II. Safahât’ı oluşturan Süleymaniye Kürsüsünde perspektifini tamamıyla
toplum, millet ve ümmete çevirir. Kendi ifadesiyle artık onun ilgi dünyasını belirleyen çerçeve “âlem-i
İslâm”dır.
*
Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üye’si
2
Mehmet Âkif ikinci aşamada, tespit ve tasvir ettiği sosyal hayattaki olumsuzlukları, kendi dünya
görüşü perspektifinden kıyasıya eleştirir. Onun toplumcu ve idealist şairliğinin üçüncü boyutunu ise
teklifleri oluşturur. Yani birey, toplum, millet ve ümmet hayatına dair tespitler eleştirildikten sonra, çıkış
1
ve çözüm yolları ortaya koyar. İşte Âsım, bu noktada karşımıza çıkar. Dolayısıyla Âsım, Osmanlı-Türk
toplumu ve Müslüman dünyasının çok açık bir çöküş ve çözülüş süreci yaşadığı bir döneme dair tespitlerin
doğal sonucu; tekliflerinse insanda vücut bulmuş somut tezahürüdür. Bir başka ifadeyle Âkif’in diriliş
ümidi, inancı ve ideali, Âsım ve neslinde tezahür ve tecessüm eder. Onunn davasını birey, aile, millet ve
ümmet bağlamında yürütecek; çürüyen bir toplumda yeniden dirilişi gerçekleştirecek olan Âsım’dır. Nesli,
onun merkezi kişiliği etrafında vücut bulur. Ancak nesil, büyük ölçüde ihmal edilip geri plânda
bırakılmıştır.
Köse İmam: - Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?
Hocazâde: - Âsım’ın nesli, Hocam,
........................................
Köse İmam: - Âsım’ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!
2
Hocazâde: - Âsım’ın nesline münkâd olacak istikbâl!
(Âsım, s.354)
Âsım, lâkabı Köse İmam olan Ali Şevki Efendi’nin oğludur. Adı, Safahat’ın tamamında iki
manzumede (Köse İmam’da 2, Âsım’da 16) 18 defa geçer. Her iki manzume de temelde Köse İmam ile
Hocazâde (Mehmet Âkif) arasında cereyan eden sohbet ve tartışma üzerine kurgulanmıştır. Köse İmam’da
Hocazâde, babasının öğrencisi ve dostu Köse İmam’a, Âsım’da ise Köse İmam, Hocazâde’ye ziyarete
gider.
Vak’ası, II. Meşrutiyet’in ilânı sonrası günlerde yaşanan ve 1910’ların başında yayınlanan birinci
manzumede (Köse İmam) Âsım, dekoratif unsur durumundadır. Çalınması üzerine kapıyı açar; gelenin
kim olduğunu babasına söyler. Vak’anın sonunda da kocasından şikâyet için gelen kadına yolu gösterir.
Dolayısıyla kahramanın kimlik ve kişiliğine dair en ufak bir ipucu yer almaz.
Doğrudan doğruya kendi adını taşıyan, vak’ası Birinci Dünya Savaşı içinde Hocazâde’nin evinde
cereyan eden ve ilk bölümleri 1919’da yayınlanan ikinci manzumede Âsım, bu defa vak’anın dört ana
kahramanından üçüncüsüdür. Büyük ölçüde Köse İmam-Hocazâde arasında geçen sohbet/tartışma üzerine
kurgulanan metinde Köse İmam, memleket ve milletin içinde bulunduğu birçok problemden (sanat,
edebiyat, aile, medrese-mektep ikilemi, II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki yönetimleri, istibdat ve
savaşla birlikte büsbütün kötüleşen millet ve memleketin hâli vb.) bahsedip şikâyette bulunur. Metindeki
üç nesilden ilkini (muhafazakâr ve belli ölçüde bedbin) temsil eden Köse İmam, memleket ve milletin
istikbâlinden endişelidir. Onun bir başka endişesi, savaştan yaralı olarak yeni dönen oğlu Âsım’ın
durumudur. Çünkü Âsım, milletin büyük sıkıntı ve acılar yaşadığı savaş ortamında, bazı kendini bilmez
densizlerin halkın inançlarına saygısızlıkta bulunmaları, sefahat âlemleri düzenleyip çalıp oynamaları,
alenen içki içip kumar oynamalarına tahammül edemez; fiilî müdahelelerde bulunur. Hatta bazı
arkadaşlarıyla birlik olup Bâb-ı Âli’yi basmayı tasarlamaktadır. İstikbâlinden endişelenen Köse İmam,
kendisini sevip saydığı Hocazâde’den oğlunu uyarması konusunda yardım ister. Bunun üzerine ikinci nesil
Hocazâde, Âsım’ı (üçüncü nesil) çağırır ve gerekli uyarılarda bulunur.
Hocazâde: - Seni çoktan beridir, gördüğümüz yok Âsım,
Nerdesin? Yerde misin? Gökte misin? Gel, bakalım!
Yalınızsın?
Âsım: - Yalınız geldim, efendim, bu sefer. (Âsım, s.367)
Bu iki manzumenin dışında Safahat’ta Âsım doğrudan doğruya gündeme gelmez. Bize göre Âsım’ı
sadece bu manzume ve mısralarda aramak veya bu çerçeveye sıkıştırmak yanlıştır. Çünkü elde edilen
verilerden çıkan netice, Mehmet Âkif gibi ömrü ve sanatını inandığı davaya adamış; hayatı müddetince
1
İsmail Çetişli, “Mehmet Âkif’in Çağına Dair Tespit, Tenkit ve Teklifleri”, (Konferans) 19. Uluslararası Hazar Şiir
Akşamları, 23 Eyl. 2011 Elazığ.
2
Makaledeki şiir alıntıları Safahât’ın şu baskısından yapılmıştır: Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, (Hzl. E. Düzdağ), KTB
Yayınları, İstanbul, 1987.
3
bunun için çırpınmış bir şair için sukût-ı hayal olacaktır. O zaman yapılması gereken Âsım’ı Safahat’ın
bütününde aramaktır. Böyle bir tavır bizi, kendi adıyla değil, başka isimler altındaki Âsımlarla
karşılaştıracaktır. Meselâ Âsım; tetkik ve uyarılarda için İslâm âlemini birkaç kez dolaşmış Abdürreşit
İbrahim Efendi’dir; adı geçen kişinin Hindistan’da karşılaştığı gençlerdir; Şark’ın ve Garp’ın ilmini
hakkıyla öğrenmiş, bilgi, beceri ve tecrübelerini milletinin hizmetine hasretmiş, şöhret hırsından uzak
veteriner İbrahim Bey’dir; fıtratının yüksekliği ve değerlerindeki tavizsizliği ile Köse İmam’dır;
sorumluluk duygusu ve adaletiyle Hz. Ömer’dir; okuma arzusuyla küfeci Hasan, çalışkanlığıyla Seyfi
3
Baba’dır. Hepsinden öte Âsım, bizzat Mehmet Âkif’in kendisidir.
Unutmayalım ki her sanatkâr eserinde önce kendini merkeze alır ve kendisinden hareket eder. Daha
sonra içinde yaşadığı çevre, toplum, hayat ve tabiata dair gözlem ve intibalarını, birtakım seçme ve
ayıklamalara tabi tutup bu merkezde yoğurarak eserine taşır. Bu esnada muhayyilesinden de bir yığın
eklemelerde bulunur. Sonuçta bize ulaşan edebî eser; ihtiva ettiği başta insan olmak üzere, her unsuruyla
(zaman, mekân, olaylar) kurgusal bir metindir.
Her ne kadar “Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim;/İnan ki, her ne demişsem görüp de
söylemişim.” (Fâtih Kürsüsünde, s.194) demiş olsa da Mehmet Âkif’in Safahat’ı ve Âsım’ı da, bu
gerçeğin dışında değildir. Dolayısıyla Âsım, Safahat’ın bütün manzumelerine, hatta bütün mısralarına
farklı isimler altında veya isimsiz olarak şu veya bu seviyede ve şu veya bu niteliğiyle yansımış müspet
kahramanların ortak adıdır.
Safahat’ta bizi Âsım’a götürecek bir başka yol, onun karşısında yer alan olumsuz kahramanlardır.
Bunlar; halkına zulmeden zalim yöneticiler, Avrupa’da tahsil görmüş züppe gençler, değerlerinden
kopmuş alafranga münevverler, “Garb’ın yalınız fuhşuna hasbi simsar” edipler, cahil ve mutaassıp
hocalar, aile sorumluluğundan habersiz erkekler, çevresinde olup bitenlere duyarsız miskin insanlardır.
Söz konusu menfi kahramanlar, kendilerinin mutlak manada zıddı olan Âsım’ın kimlik ve kişiliğinin
belirlenmesinde önemli rol oynarlar. Sonuç itibarıyla denilebilir ki Safahat, içerdiği insan, toplum, millet,
ümmet; bunların sahip oldukları değer ve nitelikler; yaşadıkları hayat bakımından “siyah-beyaz” gibi çok
açık bir tezat üzerine oturur.
O zaman soralım: Bu tabloda beyazı, müspeti, doğruyu, iyiyi, güzeli ve ideali temsil eden Âsım
kimdir?
A- Fizikî Olarak Âsım:
Âsım’ın fizikî portresi, en ciddi biçimde ve kendi adıyla Hocazâde’nin müşahede ve kanaatleriyle
“Âsım”da okuyucuya sunulur. Çanakkale zaferinden sonra askerler arasında düzenlenen güreş
müsabakasında meydana çıkan Âsım; uzun boylu, geniş omuzlu, sağlam boyunlu, mevzun başlı, gelişmiş
kaslı, sık etli, “iki çam bölmesi” kollu, demir elli ve bilekli,“yalçın bir kaya” gibi gövdeli, ahenkli
endamlı; kısacası Allah’ın her bir uzvu için ayrı ayrı çalıştığı pehlivan bir kişidir.
Neydi oğlandaki endâmın o âhengi fakat!
Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.
Ya kemikler ne salâbetli, ya etler ne katı;
Tepeden tırnağa, gûyâ, dolamışlar halatı,
İki üç katlı bükülüp bir çınarın gövdesine.
Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne,
Öyle bâriz adelâtın ebedî dalgaları,
Ki yorar ârızalar seyrine dalmış nazarı. (Âsım, s.359)
Bedenen güçlü, kusursuz ve muazzam bir “heykel” olan Âsım bu müsabakada, gürbüz bir delikanlı
olan rakibini “dut gibi” silkeler, ama yere sermez. Çünkü o da Çanakkale’nin kahramanlarından biridir.
Yine aynı manzumede Hocazâde, kırk elli yıl önce düğünlerede güreşe çıkan adalî gövdeli, mevzun
endamlı, şahin yürüyüşlü levent pehlivanları da Âsım’a benzetir.
3
“Esasen Âsım, şairin bulunduğu yaşın olgunluğu ile birleştirip yaptığı kendi gençlik heykelidir, kendi idealinin
heykelidir. Sanatkâr Âsım’daki şahsiyet olduğu halde kendi dışında bir Âsım arıyor.” (Nurettin Topçu, Mehmet Âkif,
Dergâh Yay., İstanbul, 2011, s.68.)
Âkif’in “...yaratmış olduğu Âsım ile kendisi arasında ilişkiler vardır, ama elbette bunlar tıpatıp da aynı
değildir.” (Orhan Okay, Âkif’ten Âsım’a, “Söyleşiler”, KTB Yay., Ankara, 2007, s.50)
4
B- Karakter ve Kişilik Olarak Âsım:
Yukarıdaki fizikî görünümüne rağmen Âsım’ın Safahat’ta hemen her fırsatta asıl vurgulanan ve öne
çıkarılan yönü kimlik ve kişiliği; yani insan olma şuuru, imanı, ahlâkı, millet, tarih ve değerlerine
bağlılığı, çalışkanlığı, azmi, ümidi, kahramanlığı, idealistliği ve irfanıdır. Söz konusu nitelikleri Âkif daha
çok, “fazilet” ve “marifet” kavramlarında toplar. Âkif inanır ki, birey ve toplumların ikbâl ve istikbâli için
“marifet” ve “fazilet” gibi iki temel değere ihtiyaç vardır. Bunlardan fazilet, Âsım’ın karakteri, huyu,
ahlâkı ve imanını kapsarken; marifet, eğitim-öğretim, bilgi birikimi, beceri ve tecrübelerini kapsar. Fazilet
ve marifet’in bir başka anlamı; “din” ve “ilim” veya “kalp” ve “beyin”dir. Dolayısıyla Âsım, din ve ilim
veya kalp ve beyin bakımından “dört başı mamur”dur. Bu insanı benzersiz kılan fazilet ve marifetinin
detaylarına indiğimizde şu değerlerle karşılaşırız:
1- Yaratılış Gayesinin Bilincinde İnsan: Mehmet Âkif “İnsan” isimli manzumesinde, Âsım’ın henüz adı konmamış bile olsa- önce “insan” olması bakımından ruh portresini çizer. Bu portreye göre
Âsım, kendini küçük, değersiz, iradesiz, güçsüz ve zavallı olarak görmekten uzaktır. O, evrene göre
bedenen küçük olsa bile, kendi değerlerinden ve üstlendiği sorumluluklardan haberdârdır. Âsım bilir ki,
insan olarak meleklerden daha yüce, daha büyük bir övgüye lâyıktır. Çünkü insan, Allah’ın yaratış veya
sanatının gayesi; kudret edibinin en güzel kasidesi ve “nüsha-yı kübra-yı hilkat”tir. Kalbi, feyzi zemin ve
semalardan taşan Allah’ın tecelligâhıdır. Dünya onun hükümlerine bağlı ve mahkûmdur. Çünkü insan,
bulutlardan yıldırımlar devşirmekte, yeraltından madenler çıkarıp işlemekte, denizlere açılmakta,
gökyüzüne kanatlanmak istemektedir. O, hikmetiyle karanlıkları aydınlatır; güzel tedbirleriyle istibdadı
yok eder. Terakki etmek meyli onun için fıtrîdir. Ne hâle razı ne de istikbâle kânidir. Sürekli istikbâle
koşar; asla ye’se düşmez . Dolayısıyla hiçbir güç veya engel onun irade ve azmi önünde duramaz.
Senin mahiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:
Zeminlerden semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-ı Yezdânî.
Musaggar cirmin amma gâye-i sun‘-ı İlâhîsin;
Bu haysiyetle pâyânın bulunmaz bîtenâhîsin!
Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi’ri olmuşsun;
Hakîm-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun.
Esîrindir tabîat, dest-i teshîrindedir eşya;
Senin ahkâmının münkâdıdır, mahkûmundur eşyâ. (İnsan, s.59)
Belirtilen insan olma şuuruna sahibi Âsım, karakter ve fiillerini bu çerçevede belirler. Bu itibarla o;
bencil, menfaatperest, korkak, sorumsuz, duyarsız, neme lâzımcı değildir. Âsım; II. Abdülhamid, Acem
Şahı ve medeniyet adına Müslümanlara saldırıp vahşetler sergileyen Batı karşısında olduğu gibi, asla
zulmü alkışlamaz, zalimi sevmez; tam tersine zalimin hasmı; mazlumun dostu ve yardımcısıdır. Hasta,
Seyfi Baba, Küfe, Hasır vb. manzumelerin kahramanlarında olduğu gibi hastalar, yoksullar, dullar,
yetimler, yaşlılara karşı derin bir merhamet duyar. Onların dertlerine derman olmak için çırpınır. Hisleri
“incilerin en temizi”, ruhu kadın ruhundan daha rikkatlidir.
Âsım, tıpkı milleti gibi “hak”ka tapar ve hak/hukuk âşığıdır. Hak namına haksızlığa ölse tapmaz.
Kanayan bir yara gördü mü onu dindirmek için çifte yer, kamçı yer; çiğner, çiğnenir; hakkı tutar kaldırır.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapmaz. Kısacası Âsım, insan olmanın şuur ve sorumluluğuna
müdrik, iradî, dışa dönük, aktif bir karaktere sahip; “dört başı mamur”, eşsiz bir insandır.
- Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan,
Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma’mûr insan.
Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!
Onu, bir şi’r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel,
Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış...
Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!.
Yalınız göğsünün eb’âdı mı sandın yüksek?
İn de a’mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!
5
Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,
Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi,
Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;
Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;
O ne ifrat ile rikkat! Hani, etsen ta’mîk,
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.
Sonra, irfanı için söyleyecek söz bulamam;
Oğlanın bildiği, öğrendiği herşey sağlam.
...............................................................
Bana gösterdi tamâmıyle ki: Oğlun eşşiz.
Bî-tenâhî safahâtıyla herif ayrı cihan;
Bî-tenâhî safahâtında da, lâkin insan. (Âsım, s.358-359)
2- İnançlı: Âsım, kelimenin tam anlamıyla hakiki bir Müslümandır. Dalgalandıkça yüreği, taşan
“iman denizi” olur. Onun, rükû dışında hiçbir beşerî güç karşısında eğilmeyen kimliğinin temelinde
göğsündeki kat kat iman vardır. İnsan için imanın, yürekte büyük bir “cevher” olduğuna inanır.
Âsım’ın iman konusundaki ana aynağı Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’dir. Bütün söz ve
eylemleri, Kur’an’dan alınan ilhamın asrın idraki içindeki yorumlarına dayanır. Dolayısıyla Âsım, ne
çağının giderek yaygınlaşan imansızlık cereyanına kapılır ne de mevcut Müslümanların taassup, cehalet,
ye’s, yanlış tevekkül bataklığına gömülmüş geleneksel Müslümanlığına. Zira mevcut Müslümanlar, gerçek
Müslümanlıktan çok uzaktırlar. Onlar, İslâm ittihat isterken tefrikaya düşmüş, çalışmayı emrederken
yalnış tevekküle yapışmış, ilmin tahsilini farz kılarken cahil kalmışlardır. Manasıyla ilgilenmedikleri
Kur’ân’ı, sadece mezarlıkta okunan bir kitap hâline getirmişlerdir. Mevcut Müslümanlar büyük ölçüde
“Böyle gördük dedemizden” cümlesinde ifadesini bulan bir gelenek/görenek taassubu içindedirler. Yerli
bile olsa, her yeniliğe bidat diye karşı çıkarlar. Ayrıca onlar, şahsî çıkarına en küçük bir halel gelse
(meselâ maaşı biraz kısılsa veya geciktirilse), fes, külah, kalpak, sarık el ele verir; dünya yıkılmışcasına
vaveyla koparır; midelerinden arşa velvele yayılır. Aynı Müslüman kitle ahlâk yozlaşırken, kalemler
namusa saldırırken, şeriata hücum edilirken “Susmak evlâdır” diye ses çıkmaz. Dolayısıyla toplumda haya
sıyrılmış, yürekler merhametsiz, duygular süflî; vefa, ahde hürmet, emanete riayet, hak-hukuk yok;
yüzsüzlük, yalan, hıyanet her yerdedir. Kısacası “Emr-i bil-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” emrini çoktan
unutan Müslümanlarda, İslâm’ın “ancak namı” kalmıştır.
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nâfile!
Kaç hakîkî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir! (Hatıralar-3, s.251)
Âsım, Avrupa tahsili görmüş sözde aydınların, giderek artan dinsizlik salgınına kapılarak İslâm’a
saldırmaları, Kur’ân’ı Orta çağdan kalma köhne kitap olarak nitelemeleri, İslâm’ın terakki ve ilme karşı
olduğunu iddialarını şiddetle reddeder; sonuçta da dini birey ve toplum hayatından bütünüyle kazımak
amaçları karşısında durur. Bu sapık düşüncenin arkasında ya cehalet ya da Batı karşısında ezilmiş
beyinlerin aşağılık duygusu vardır. Onlar zannetmektedirler ki bütün Avrupalı kâfir; “mütedeyyin”
görünürsek Avrupalılar bize “barbar” der. Hâlbuki cemiyet ve millet hayatının bekâsı, din ile mümkündür.
Toplumda bireyleri birbirine en sıkı biçimde bağlayan dindir. İslâmiyet, hayat dini, “şehâmet dini, gayret
dini”dir. “Cebânet, meskenet”, ruh-ı İslâm’a sığmaz.
Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;
O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni? (Âsım, s.341)
3- Ahlâklı: Âsım, büyük ölçüde “fazilet” kelimesinde ifadesini bulan ahlâklı bir insandır. Çok
büyük ölçüde dinin belirlediği Âsım’ın ahlâk hususundaki temel vasıfları; edep, haya, doğruluk, ahde vefa,
va’de sadakat, şefkat, acizin hakkını ilâya samimi gayret, en ufak şeyle kanaat, ifratla vermek, kimsenin
ırzına, namusuna yan bakmamak, insanları kardeş bilmek, sebat, azim, kişisel menfaatlerini toplumun
menfaatlerine feda etmek’tir.
Âsım inanır ki, Müslümanlık temiz/güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâk-ı millî, ruh-ı millîdir. Ruhun
izmihlâli, ahlâkın izmihlalindendir. Her millet kendi ahlâkıyla ya yaşar ya da ölür. Dolayısıyla ahlâkın
6
sukûtu birey, aile ve milletin ölümü demektir. Bugün milletin içinde bulunduğu perişanlık, dışarıdan değil
içeriden kaynaklanmaktadır. Bunun başında da bozulan ahlâk vardır. Çünkü millet ahlâk bakımından
“levsiyât”a saplanmıştır. Yani “Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;/ Kendi âsûdeyse,
dünya yansa, baş kaldırmamak;/Ahdi nakzetmek, yalan sözden, tehâşî etmemek,/Kuvvetin meddâhı olmak,
aczi hiç söyletmemek.”; “Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi..”; “İnhinâlar,
yatmalar,/Şaklabanlıklar, riyâlar, muttasıl aldatmalar”, tefrika yaygınlaşmıştır. (Hâtıralar-5, s.256)
Millet ve ümmetin ahlâkının bozulmasında edebiyat, matbuat ve Batı hayranlığının önemli rolleri
vardır. Bu sebeple Âsım, bir milletin edebiyatının baştan sona “ya oğlan, ya karı”, ya da şarap olmasına;
II. Meşrutiyet sonrasında dalkavukluk ve kaside devri tamamlayan üdebânın birbirine ana avrat
sövmesine; utanmadan kutsal değerlere dil uzatıp Protestanlara zangoçluk etmesine şiddetle karşı çıkar.
Çünkü sanat ve edebiyat, milletin ruhunu efsunlamak/uyuşturmak değil, hilkatteki aheng-i ezelîyi
sezebilmek, Allah’a olan iman ve aşkını O’na yakışır bir ulviyet içinde esere dönüştürebilmek; halkı irşat
edebilmek; toplumun meselelerini samimiyetle anlatabilmektir.
4- Millet, Tarih ve Değerlerine Bağlı: Âsım, güçlü bir millet ve tarih bilincine sahiptir. Birileri
ecdadına veya değerlerine saldırdı mı, onu ya boğar ya da yanından kovar. Hâlin yöneticilerine yaranmak
için, milletinin mazisine ve değerlerine küfretmez. Tam tersine Âsım, uğruna hayatını çekinmeden feda
edebilecek kadar millet âşığıdır. Mensubu bulunduğu milleti; “âlî kavm”, “kavm-i necib”, “nesl-i necib”,
“kahraman ırk” olarak bilir. Bu millet, “birkaç hayme halkından cihangirâne bir devlet/Çıkarmış, bir
zaman dünyayı lerzan eylemiş”tir. (İstibdad, s.67) Dini, ahlâkı, irfanı, adaleti, ihsanı ve “emr-i bi’l-ma’rûf”
ilkesiyle pek çok milleti yüzyıllarca aynı çatı altında idare etmiştir. Damarlarında kan yerine “şehamet”
yüzer; yüreklerinde can yerine ölüm şevki vardır. Haysiyetinin çiğnenmesine asla izin vermez. Hakka
tapan bu millet ezelden beridir hür yaşamış, hürriyet ve istiklalini engelleme hususunda karşısına çıkan
engelleri bir sel gibi çiğneyip aşmış, dağları yırtmış, enginlere sığmayıp taşmıştır.
Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin;
………………………………………
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfânımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevc fevc âgûşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.
Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi;
Kimse haksızlıktan ekmezmiş tegâfül ihtiyâr; (Hakkın Sesleri-7, s.181)
Bu millet; Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Murad Hüdavendigar, Fâtih
Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim’lerin yanında milyonlarca ay parçası kızlar, dağ parçası bahadırlar
yetiştirmiştir. Tarihi mefahir doludur. Onun içindir ki, donanma ve ordusu muzaffer olarak ileriye doğru
yürürken Batının elçileri atının üzengisini öpmeye hasret kalmıştır.
Böyle bir millet ve değerlerine bağlı olan Âsım, yozlaşmayı; başka milletlere özenip taklit etmeyi
şiddetle reddeder. Bu hâlin somut örnekleri olan Avrupa’ya tahsil için gönderilen gençleri şiddetle
eleştirir. Çünkü onların önemli bir kısmı; kadınsı kılıkları, uzun saçları, muhtasar bıyıkları, baykuş sesleri,
saksağan yürüyüşleri ile sefil ve zübbedir. Onlar; Batının güzelliklerinden uzak, haya ve depten mahrum,
ar damarı çatlamış; namaz ve oruçla alış verişi yok, kumar ve içki düşkünüdürler. Ceplerinde üç kuruş
bulunca da ya Tokatlıyan’da çalım satar ya da Beyoğlu’nda fahişelerin peşine takılırlar.
İşte Âsım’ın karakteri, ahlâkı, irfanı ve idealleri, çok büyük ölçüde böyle bir millet ve tarih
bilincinden beslenir ve bu çerçevede şekillenir. Ancak burada belirtmek gerekir ki Âsım’ın millet
kavramından anladığı “kavmiyet” değildir. Hatta o, dinin yaşakladığı, peygamberin telin ettiği bir
kavmiyet anlayışını reddeder. Çünkü böyle bir anlayış, Müslümanları bölüp parçalayak olan tefrikanın en
güçlü dinamitidir. Dolayısıyla Âsım’ın tarih bilinci, bir tarafıyla Asr-ı Saadet üzerinde yoğunlaşan İslâm
tarihine, diğer tarafıyla ise Türk tarihine dayanır. Zaten bu iki çizgi, XI. yüzyıldan itibaren birleşmiş, Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi- yekvücut olmuştur.
5- Hürriyet, İstiklâl, Vatan ve Bayrak Sevdalısı: Yukarıda belirtildiği gibi Âsım, ezelden beri hür
7
yaşamış; istiklâle âşık bir neslin oğludur. Bu milletin hürriyet ve istiklâl aşkı, tarih boyunca hep somut bir
vatanda gerçekliğe kavuşmuştur. Semalarında dalgalandırdığı bayrağı ise, hürriyet ve istiklâlinin
sembolüdür.
Açıktır ki ecdadının hürriyet ve istiklâl aşkı, Âsım’ın damarlarını da yakar. O da doğduğundan beri
hürriyet ve istiklâle âşıktır. “Kafa kesmekle, beyin ezmekle” hürriyet duygusunun yok edilemeyeceği;
aksine daha da güçleneceğini bilir. Yumuşak huyludur, ama koyun değildir. Bu sebeple altın tasma
vurdurup güdülmektense boynunu feda etmeyi yeğler.
Âsım, toprağını sıksan şüheda fışkıracak olan “diyâr-ı dilber, harîm-i canân, enbiya yurdu, şühedâ
burcu” olan vatan ve ufuklarda dalgalanan şanlı hilâl uğruna kurban olmaya hazırdır. Bilir ki “Sâhipsiz
olan memleketin batması haktır.” (Hakkın Sesleri-4, s.176) Onun şehadete koşarken dudaklarından
dökülen duası; “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,/Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”
(İstiklâl Marşı, s.442) mısralarında ifadesini bulur.
6- Eğitimli, Bilgili veAydın: Âsım’ın ideal kimliğini oluşturan iki temel değerden (diğeri fazilet)
biri marifet; yani bilgi, bilim ve beceridir. Bu hususta onun beyni zinde; bildiği ve öğrendiği sağlam;
irfanına söyleyecek söz yoktur. Adını taşıyan metinde Âsım’ın, Hocazâde’nin uyalarıları doğrultusunda
savaş sebebiyle yarım kalan tahsini tamamlamak ve giden üç yüz yıllık ilmi tez elden getirmek için
Berlin’e gitmek üzere olduğunu görürüz. Zira asır, “asr-ı ulûm”dur. Kur’an’da Allah; “Bilenler,
bilmeyenlerle bir değil” (s.121) buyururken; kadın-erkek herkesin ilim tahsil etmesini fark kılar. Bu
sebeple İslâmiyet ilmin ezeli “daye”sidir.
Âsım, beşeriyetin coşkun bir sel gibi sürekli olarak istikbâle koşarken İslâm ümmetinin içinde
bulunduğu perişanlık, gerilik ve zilletin en büyük müsebbibi olarak cehalet ve taassubu görür. Zira mevcut
toplumda ilmiye sınıfı “bayağıdan aşağı bir turşu”, Bâb-ı fetva “ümmi koğuşu”, vükelâ “Güç okur, hiç
yazamaz bir sürü hırsız çetesi”, din adamları, ilimsiz ve beyinsizdir. Avrupa’ya tahsil için gönderilen
gençlerin önemli bir kısmı da sefil ve zübbedir. Halksa, belirtilen menfi örnekler yüzünden fenne ve ilme
karşıdır.
Bu tablo karşısında Âsım, bir ayağı fazilet, diğer ayağı marifete yani eğitim-öğretim, bilgi-bilim,
fen-tekolojiye dayanan bir inkılâp gerektiğine inanır. Bir ara arkadaşlarıyla birlikte Bâb-ı Âlî’yi basmayı
tasarlamışlarsa da Hocazâde’nin uyarıları üzerine bundan vazgeçmiş; Cemalettin Efganî’nin belirttiği gibi
eğitim-öğretim temelli bir inkılâbı benimsemiştir. (s.369) Bu inkılâp, birey ve toplumun yüz karası;
İslâm’ın üzerine çöken “kapkara kabûs”, Müslümanların “hasm-ı hakiki”si olan cehaleti ortadan
kaldıracak; terakkinin yolunu açacaktır.
İnkılâp istiyorum, ben de fakat, Abdu gibi...
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâlî’leri basmak, adam asmakla değil. (Âsım, s.441)
Âsım, terakki için Batının ilmi ve sanatını almak; bu konuda bütün gayretimizi sarf etmek
gerektiğine inanır. Çünkü -başta Almanya olmak üzere- Avrupa bugün, sahip olduğu ilim ve teknolojiyle
yeryüzüyle yetinmeyerek gökyüzüne hükmetmekte, gemileri kıta kıta denizleri, trenleri dünyayı
dolaşmakta, balonları havaya yükselmektedir.
Âsım, birey ve toplumun “marifet” kanadının yükseltilmesine imkân verecek olan Batının ilmi ve
sanatının alınması hususunda, bir konuya ısrarla dikkat çeker. Bu konu, yukarıdan beri ortaya konmaya
çalışılan “fazilet” kanadının zedelenmemesidir. Yani çağdaş Batı bilim ve sanatı alınırken “mahiyet-i
ruhiyemiz”in kılavuzluğundan asla vazgeçilmemesidir. Bu konuda en güzel örnek Japonlar’dır. “Küçük
boylu, büyük millet” olan Japonlar, Batı medeniyetini alırlarken sadece “fen”niyle yetinmişler; her türlü
moda ve maskaralığı reddetmişler; kendi değerlerinden asla taviz vermemişlerdir.
Yine bu konuda dikkat edilmesi gereken bir başka husus, “taklit”e düşülmemesidir. Sözde birtakım
aydınların, Şarkın medeniyette yükselmesinin, Avrupalının yolunu (ictimaî, edebî ve diğer meselelerde) hiç sapmadan- taklitle mümkün olduğu kanaati yanlıştır. Terakkinin yolu milletlere göre farklı farklıdır.
Unutulmamalıdır ki, her milletin kültür ve medeniyeti kocaman bir ağaca benzer. Bu ağacın sayısız
kökleri ve dalları milletin mazisine bağlıdır. Eğer ağaç hastalanmışsa köküne bakmak; aşılarken de
kendinden aşı vurmak gerekir.
7- Çalışkan, Ümitli ve Azimli: İnsan manzumesinde gördüğümüz gibi Âsım, dışa dönük, aktif ve
iradî bir insan tipi olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla o, içe dönük, pasif, miskin ve tembel olmaktan uzak;
8
tam tersine -ki “Atalet fıtratın ahkâmına isyandır.”- çalışkan; azmi ve “sebatı dağlar söken erler”dendir.
“İnsan için kendi sa’yinden başka bir şey yoktur.” ayetinin vurgusuna inanır. Evrende her varlık
çalışmaktadır. İnsanın eli kolu tutarken dilencilik etmeye kalkışması ayıptır. Bu dünyada ekmek parasını
kazanmayan kişi, “dostunun yüz karası, düşmanının maskarası”dır. Her ne meslek olursa olsun çalışmak,
alnının teri, elinin emeğiyle kazanmak kutsaldır.
“Çalış!” dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun.
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya! (Fâtih Kürsüsünde, s.215)
Bu niteliğiyle Âsım, “kader” ve “tevekkül”ü tembelliklerine kılıf haline getirmiş miskin
Müslamanlardan; İslâm’ı hayat dini yerine ahiret dini olarak yorumlayan din adamlarından ayrılır. Ona
göre ahireti hak kabul eden bir kişi, çalışmayı vazife bilir; cennet de ancak bu dünyadaki emekle hak
edilir.
Bekâyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış çalış ki bekâ sa’y olursa hakkedilir. (Fâtih Kürsüsünde, s.204)
Ayrıca Âsım’ın temel niteliklerinden biri ümitli, azimli ve gayretli olmasıdır. “Âtiyi karanlık
görerek azmi bırakmak.../Alçak bir ölüm”dür. (Hakkın Sesleri-4, s.175) İnsanın azmine dağ dayanmaz.
Hâlbuki Müslümanların “din-i resmî” ve “put” haline getirdikleri ye’sin sonu yoktur; bir kere ye’se düşen
“hüsran”a düşer. Üstelik inanan bir insan için ümitsizlik, bir tür şirktir.
Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık! (Âsım, s.341)
Âsım’ın geleceğe dair ümit ve imanının en somut ifadesi, millet ve memleketin 1920 sonlarında
karşı karşıya bulunduğu varlık-yokluk eşiğinde söylenen İstiklâl Marşı’nın şu son iki mısraıdır:
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl. (İstiklâl Marşı, s.442)
8- Sorumluluk Sahibi, İdealist ve Fedakâr: Âsım, kendini millete, ümmete ve inandığı değerlere
adamış idealist ve dava adamıdır. Böyle bir kimlik, sorumluluk ve fedakârlığı kaçınılmaz kılar.
Çanakkale’de ortaya koyduğu insanüstü fedakârlık ve kahramanlık, bu kimliğin açık delilidir.
Âsım’ın idealizm ve fedakârlığının somut örneklerinden biri, hayatı sadece gayesini gerçekleştirme
olarak anlayan Abdürreşit İbrahim Efendi’dir. İbrahim Efendi, pek çok sıkıntı ve zahmete aldırmadan; can,
canan ve diğer endişelerden uzak Şark-ı Aksa’dan, Mağrib-i Aksa’ya kadarki bütün İslâm ülkelerini birkaç
kez dolaşmış; ciddi tetkiklerde bulunmuş; ümmeti içinde bulunduğu derin uykudan uyandırmak için gayret
sarfetmiştir. Onun hayatını gayesine adamasındaki temel güç, “Durma, yürü, azminde devam et..” diyen
“gayret-i diniyye’si”dir.
Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir;
Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
Ne cihan kaygusu derman bu devasız derde;
Ne can, sonra filan duygusu engel, heyhat!
Can, cihan hepsi de boş, “gaye”dedir varsa hayat. (Süleymaniye Kürsüsünde, s.137)
9- Gelecek Tasavvuru Sahibi: Safahat’ın tamamını dikkatlice incelediğimizde görürüz ki Âsım’ın
bireyden aileye, millettten ümmete, medreseden mektebe, eğtimden ticarete, hürriyetten Batılılaşmaya,
yönetim tarzından İslâm birliğine kadar uzanan belirgin bir gelecek tasavvuru vardır. Bu bağlamda da o
ümitlidir; idealleri ve davasının bir gün gerçekleşeceğine inanır. Çünkü bu milletin İslâm’dan beslenen
çok köklü bir fazileti vardır; birkaç balta darbesi, onu kökünden ayıramaz.
9
Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn…
İki üç balta ayıramaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vahâ serer kavrulan îmânımıza. (Âsım, s.370)
Hindistan’da iken II. Meşrutiyet’in ilân edildiğini duyduğunda büyük bir sevinçle İstanbul’a doğru
yola çıkan Abdürreşit İbrahim Efendi’nin gemide hayal ettiği ülke, Âsım’ın gelecek tasavvurunun açık
göstergelerinden biridir. Bu tasavvur; açılmış sayısız mekteplerde kadın-erkeğin okuduğu, fabrikaların
işleyip yerli kumaş dokuduğu, gemilerin sahillere servet taşıdığı, halkın aydınlatılmasına hâdim
derneklerin durmadan uğraştığı, matbaaların uyumaz bir hizmetkâr gibi gece gündüz millete faydalı
eserler bastığı bir ülkede somutlaşır.
Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak,
Şu sizin kapkara İstanbul’u, kardan daha ak.
Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi;
Gülüyor: İşvesinin cazibeler müncezibi.
Ne gezer şimdi o zillet, o sefalet? Heyhat!
Bu ne müdhiş azamet, oh, ne müdhiş dârât!
Sayısız mektep açılmış: Kadın erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi‘ âsâr;
Adetâ matbaalar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa imar edecek şirketler:
Halkın irşadına hâdim yeni cem’iyyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor... (Süleymaniye Kürsüsünde, s.148)
Bir başka örnek aynı kişinin Hindistan’da karşılaştığı dinin ruhu, Kur’ân’ın hikmeti bilen ulema ile
çoğu İngiltere’de tahsil görmüş gençlerdir. O gençler; azimlerinden ölüm bile olsa dönmez, “hiss-i
milliyeleri” sağlam, hikmetleri yüksek, gözleri tok, şeriata hürmetli, maymun gibi taklide özenmez, fuhuş
ve kumardan uzak, Garb’ın yalnız ilmini almış, dindaşlarının ruhu ve kalbi olmuşlardır.
Âsım’ın ideal memleket tasavvurunun bir başka somut göstergesi; kahveleri, meyhaneleri, hanları,
sokaklarıyla varolan İstanbul değil, Berlin’dir. Tasavvur edilen bu ülkenin yöneticileri, Hz. Ömer
örneğinde olduğu gibi, “kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırırsa bir koyunu/Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den
onu” (s.79) mısralarında ifadesini bulan sorumluluk bilincine sahiptirler. Bu ülkede başta Âsım olmak
üzere halk, zalim, kendini beğenmiş, sorumsuz, adaletsiz yöneticiler (Acem Şahı, II. Abdülhamid, Hişam,
Yezid vb.) karşısında korkup susmaz. Millet yokluk içinde inlerken lüsk ve ihtişam içinde yaşayan
yöneticilere “Nerden buldun?” diye sorguya çeker.
10- Kahraman: Yukarıdan beri söylenenler, Âsım’ın birçok değere sahip olduğu, bu doğrultuda bir
davaya inandığı gerçeğini ortaya koyar. Söz konusu değerlerin korunup yaşatılması, davanın nihaî
hedefine ulaştırılması, güçlü bir azim, gayret, fedakârlık ve kahramanlık ister. “İlham-ı ezelin şi’r-i
hamaset”i olan Âsım’ın en belirgin vasıflarından biri, bu uğurda gösterdiği kahramanlıktır. Bu hususta o,
ırkına benzer.
Köse İmam, istikbâli Âsım ve neslinin kuracağını söylemesi üzerine Hocazâde’ye; “Ne faziletleri
var?” diye sorar. Hocazâde’nin aşağıdaki cevabı, bu faziletin daha çok, Âsım ve neslinin vatanseverliği ve
kahramanlığı olduğunu ortaya koyar.
-Ne fazilet mi? Çocuklar koşuyor aç çıplak,
Cepheden cepheye arslan gibi hiç durmayarak.
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle! (Âsım, s.354)
10
Çünkü Âsım ve nesli, Balkan ve hemen ardından gelen Birinci Dünya Harbinde, aç cıplak, yalın
ayak baş açık demeden her biri bir kıtadaki cepheden cepheye koşmuş; kızgın güneş altında Sina’nın
kızgın kum çöllerini geçmiş, Kafkaslar’ın kar ve buzla kaplı dağlarını aşmış; bu esnada ne evini barkını ne
yavrusunun yetimliğini ne doğup büyüdüğü toprağını hatıra getirmiş; şehit ecdadının “yüksel” diyen
çağrısına uyarak zafere ve şehadete koşmuştur.
Âsım ve neslinin vatanseverlikleri, hürriyet ve istiklâl aşkları, milletin değerlerine olan
bağlılıklarının en somut göstergesi, Çanakkale Harbi esnasında ortaya koydukları kahramanlıktır. Mehmet
Âkif, Berlin’de endişe içinde çırpınırken Âsım ve nesli Çanakkale’den “-Korkma!” diye haykırarak, ona
ve millete güven vermişlerdir.
-Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giden son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz! (Berlin Hâtıraları, s.284)
Asım ve nesli Çanakkale’de Avustralya’dan Kanada’ya, İngiltere’den Fransa’ya kadar Eski ve Yeni
dünyanın ne kadar gözdesi varsa kafesi veya mahbesinden çıkıp geldiği, aylarca kahpece saldırdığı, göğün
ölüm indirdiği, yerin ölüm püskürdüğü savaş ortamında ne çelik tabyalar istemiş ne de düşmandan
sinmiştir. Onlar, göğsündeki kat kat imanla kahramanca savaşmış; namusunu, bayrağını ve vananını
çiğnetmemiş; bir hilâl uğruna güneşler gibi batıp dağı ve taşı şühedâ gövdesiyle doldurmuştur. Sonuç
itibarıyla Âsım ve nesli, tıpkı Bedir’in arslanları gibi kanı ve canıyla “tevhid”i kurtarmış, son “ehl-i salip”
ordusunun hücumunu püskürtmüş; kahramanlığı ile ecdadını hayran bırakmıştır. Onlar kahramanlıkları ile
o kadar büyüktürler ki, bu büyüklüklerini ihata edebilecek bir makber mümkün değildir.
Âsım'ın nesli... diyordum ya,., nesilmiş gerçek;
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O rükû' olmasa, dünyâda eğilmez başlar
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bil hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! (Âsım, s.355-356)
Sonuç: Altıncı Safahat’ta ismi, fizikî, ruhî, zihnî ve içtimaî kimliğiyle belli ölçüde portresi çizilen,
gerçekte üstün nitelikleriyle Safahat’ın bütününe yayılan Âsım, hiç şüphesiz Mehmet Âkif’in bütün
hayatını adadığı davasını birey, toplum ve ümmet hayatında gerçekliğe dönüştürecek ideal kahramanıdır.
Âsım, Müslüman toplumların neredeyse tamamıyla sömürge altında ezildikleri; zillet, cehalet, meskenet,
taassup ve ahlâkî yozlaşma girdabına sürüklendikleri; bu dünyanın lideri durumundaki Osmanlı-Türk
toplumunun da İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e giden yolda hemen hemen aynı durumda çözülme ve
dağılma sürecini yaşadığı bir dönemde yeniden dirilişin sembolüdür. Bir başka ifadeyle Âsım, Âkif’in bir
ömür boyu doğup gelişmesini, toplumun bütünene hâkim olmasını beklediği bireyi, nesli ise toplumu
sembolize eder.
Bu sembol veya ideal kahraman; ne İslâmiyet öncesinin alp tipi, ne İslâmiyet sonrasının veli tipi, ne
Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa’da, Tevfik Fikret’in Haluk’ta tecessüm etmiş pozitivist aydın tipi, ne de
Ziya Gökalp’ın pozitivist-idealist-milliyetçi tipidir. Âsım; dışa dönük ve aktif kişiliği, kendini ait olduğu
millet ve ümmete adayışı, çağın idrakiyle örtüşen Müslümanlığı ile “modern alperen”; Balkan, Birinci
Dünya ve Millî Mücadeledeki savaşlarıyla “modern gazi”; ilk örneğini Namık Kemal’in eserlerinde
11
gördüğümüz vatan ve hürriyet kahramanı “yeni aydın” tipidir.
4
4
“Âkif, Tanzimat’tan sonra ilk defa Namık Kemal’in ortaya koyduğu aktif, toplum meselelerine karşı ilgili, fen ve
terakkiye inanan “moder insan tipi”ne inanır.” (Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, Dergâh Yay.,
İstanbul, 1987, s.200)