Orta Afrika

röportaj
Orta Afrika:
Darbelerin Gölgesinde
Milli Kimliğini
Bulamayan Ülke
Röportaj: M. Fatih SEZGİN
SDE Uzmanı
Prof. Dr. Ahmet KAVAS kimdir?
1964 yılında Samsun’un Vezirköprü ilçesinde
doğdu. 1982 yılında Amasya Merzifon İmamHatip Lisesi’nden, 1987 yılında Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu.
2006-2013 yılları arasında muhtelif üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı.
2008-2011 yılları arasında Afrika konusunda
Başbakanlık Müşavirliğinde bulundu.
2013 yılı Mart ayında T.C. Çad Büyükelçisi
olarak tayin edildi ve halen bu görevine devam
etmektedir. Afrika tarih ve medeniyeti, Osmanlı
Afrika İlişkileri, kıtadaki güncel gelişmeler
hakkında yayınlanmış çok sayıda makale ve
kitapları bulunmaktadır. Prof. Kavas, üç çocuk
babası olup Arapça, Fransızca ve İngilizce
bilmektedir.
Efendim, öncelikle Orta Afrika
Cumhuriyeti’nde neler oluyor? Tarihsel
boyutuyla ele aldığımızda etnik ve
dini çatışmaların sebepleri nelerdir
ve bu bölgeleri nasıl bir gelecek
beklemektedir?
Soruda ifade ettiğiniz üzere Orta Afrika ismiyle bilinen bir ülke var. Bir de Orta Afrika
bölgesi var. Fransızca’da daha çok Türkçe
okunuşu ile “CEMAC/Communauté Economique et Monétaire de l’Afrique Centrale” dedikleri Orta Afrika Bölgesi Para ve
Ekonomi Topluluğu adı altında 10 ülke
var ki bu ülkelerden birisi de Orta Afrika
Cumhuriyeti’dir. Çad devleti de bunların en
önemli üyelerinden birisidir. Kamerun, Gabon, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, hatta Ruanda’yı da
buna dâhil ediyorlar. Sao Tome ve Principe
ada devleti ve Angola ile de bir araya geldikleri zaman büyük bir güç oluşturuyorlar. Batı
Afrika, Doğu Afrika, Kuzey Afrika neyse, Orta Afrika
bölgesi de o derece önemlidir. Malum bir de Güney
Afrika ve çevresindeki ülkeler var ki o coğrafya ilgi
alanımızdan biraz uzak gibidir.
Öncelikle, yaklaşık 25 yıldır Afrika ile değişik konulara ömrünü ayırmış birisi olarak şunu söyleyeyim,
genelde sıkıntıların arttığını ve kendi içinde iyice
kangrene dönenler olduğunu görmekteyim. Mesela Çad 45 yıldan fazla iç savaş yaşamış ve 1960’da
bağımsızlığını ilan etmiş bir ülkedir. Bağımsızlığını
ilan edişinden 2008 yılına kadar geçen süre zarfında Çad’ı kapalı bir kutu gibi görüp dikkat etmemişiz. Orta Afrika Cumhuriyeti’ne Fransızlar 1960
yılında bağımsızlığını vermişler. Bağımsızlık sonrası
Orta Afrika Cumhuriyeti hep darbelerle iç içe yaşamış. 2013 yılında az zararla geçirilen bir darbe daha
olmuş, buralarda bir devletten, milli bir kimlikten,
aidiyetten bahsetmek neredeyse imkânsızlaşmış.
Orta Afrika Bölgesi’nde kendi ayakları üzerinde
durabilen ülkeler arasında Gabon ön sıralarda yer
alır. Angola altından kalkınması zor iç savaşlardan
çıkınca petrol kaynaklarıyla ekonomik anlamda
patlama yaptı. Ama bu gelişmenin nüfusun sadece
% 5 veya % 10’una intikal eden bir durum olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan, söz konusu
bu gelişmeyi yakından incelemek lazım... Şahsen
bu süreci neredeyse hiç takip edemedim. Angola dışında mesela Demokratik Kongo Cumhuriyeti
ve onun çevrelerindeki ülkelerden Uganda, Ruanda, Burundi ve Kongo Cumhuriyeti hakkında biraz
araştırmalarım oldu. Tanzanya, Kenya ve içerideki
komşuları olan ülkelerle birlikte Büyük Göller bölgesinde son 10 yılda ölen insan sayısının 10 milyonun üzerinde olduğu belirtiliyor. Dile kolay, Ruanda
katliamı, Güney Sudan’da yaşananlar, iç savaşlar
ve çatışmalar da dâhil olmak üzere bölgede toplam
10 milyon insan ölmüş durumda… Bu coğrafya hakikaten Afrika’nın en hasta coğrafyası… Şu anda
en çok başı ağrıyan ülkelerin başında Orta Afrika
Cumhuriyeti gelmektedir.
Orta Afrika’da da Arakan benzeri
bir Müslüman Katliamıyla karşı karşıya
olduğumuz açık. Bölgede büyük güçlerin bir
takım hesaplarının varlığını da biliyoruz. Peki,
Türkiye’nin bu bölgedeki dış politikası nedir?
Son bir asırda maalesef ciddi anlamda yakın dönem
tarihi değerlerimiz konusunda hafıza kaybımız oldu.
Her şeyden önce bunu telafi etmemiz gerekiyor. Bizim bu bölge ile ilgimiz, bugün doğrudan müdahale
hakkını kendilerinde gören Fransızlardan daha eskidir. Efendim orada Fransızlar var. Orası Fransa’nın
hegomanyasında, evet 60 yıl sömürgesi altında kalmış, doğru ama bu sonuna kadar böyle gitmez ki.
Artık küreselleşen dünyada ülkeler arası ilişkilerde
anlık temaslarla zenginlik sağlanabiliyor veya ciddi
kırılmalar yaşanabiliyor. Bir şeyi ısrarla ifade etmek
lazım ki atalarımız 1870’li yılların ortasında onlardan önce bu bölgeye ilgi duymuş, kendi adlarına
birileri gidip idare kurmuş, sizinleyiz diye haberler
göndermiş ve birlikte varız demişler. Kaldı ki sömürgeciliğin tesisinde Fransa’nın adına oraya gidenlerin
yüzde kaçı kendi öz vatandaşı idi. Batı, Kuzey ve
Orta Afrika’da ele geçirdikleri yerlerden zorla silah
altına alıp oralara sevk ettikleri Senegalliler, Kongolular, Cezayirliler, bugünkü Orta Afrikalılar ile Çadlılardır. 1890’ların sonunda ve 1900’lerin başında
Çad Gölü havzasına sevk edilen her askeri birliğin
içinde 10 Fransız askeri varsa en az 100 tane Afrika
yerlisi vardı. Bunların hemen öncesinde, yani 1900
yılından geriye doğru 40 - 50 yıl öncesinde özellikle
Osmanlı’nın pek dikkat etmediği, hatta İstanbul’da
pek dillendirilmediği, belki de hakikaten çok fazla
işin farkında olunulmadığı, ama en azından bir bedel karşılığında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın özellikle Avrupalı danışmanlarıyla Mısır sınırlarını Afrika
içlerine yayma politikası çerçevesinde bugünkü Güney Sudan, Uganda, Orta Afrika ve Darfur dolaylı da
olsa İstanbul’a bağlıydı. Buraları Osmanlı Mısır’ının
hegemonyasına, yani nüfuz alanına ve tabii ki aynı
zamanda hâkimiyet alanına dâhil edilmiş bölgelerdi.
Burada Fransızların hak iddia ettiklerini söyledikleri
tarih 1900’den öncesine gitse de bir anlam ifade etmez. Çünkü ilk ayak bastıkları tarih 1900 yılı başlarıdır. Avrupalılardan sadece Fransızlar değil Almanlar
ve İngilizler de bu bölgede hak iddia ediyorlardı.
Genel olarak Avrupalılarca ilk söylenen yıl 1885’tir.
Lakin Osmanlı Devleti bu bölgeye ilk defa Osmanlı
Mısır’ına bağlı bir müdüriyet olarak geçen Mısır Sudanı -bugünkü Sudan Cumhuriyeti- adını koymuş,
Kavalalı Mehmet Ali Paşa burayı da içine alan geniş
bir bölgeyi idare etmek üzere tayin edilmiştir. Orta
Afrika Cumhuriyeti’nin yarısından fazla bölgesi buraya giden Mısır’a bağlı askeri birliklerce Osmanlı Mısır’ı toprağı ilan edildiğinde, Avrupa’da henüz
buraların adı dahi bilinmiyordu, kim tarafından ele
geçirileceği de mechuldü. Ama çok zaman geçmeden üç devlet; Fransa, İngiltere ve Almanya bir
an evvel bölgeyi ele geçirme konusunda büyük bir
telaş içine girdi. Özellikle de Fransa bu konuda aşırı derecede hevesliydi. Oysaki bölge, daha onlar
harekete geçmeden Mısır Hidivliğine bağlı Hartum
merkezli Sudan Hükümdarı adına Darfur’u ele geçiren Zübeyr Rahme Paşa’nın komutanlarından
Avrupalıların kendisini daha sonraki yıllarda Rabah
diye tanıyacağı Rabih b. Fazlallah tarafından ele
geçirilmişti. Buradaki tüm yerel emirlikler olan Dar
Salamat, Dar Fertit, Dar Runga ve özellikle Dar Kûti
artık Osmanlı Mısırı’nın bir parçası olmuştu. Kısa zamanda Müslüman yerel halka “Türkler” karşılığında
“Tourgou” denmeye başlanmıştı. Hatta bu isimlendirmeyi bizzat 1897 yılında bölgeye gelen Fransız
devlet komiseri Emile Gentil kaydetmektedir. Bu
topraklarda Osmanlı varlığını, buradaki Osmanlıya dolaylı da olsa, doğrudan da olsa, adı konmuş
olan bu varlığı yok saymışlar ve yerleşmişlerdir. Biz
bırakın kendi kaynaklarımızı, bizzat Fransızların, İngilizlerin ve Almanların gerçekleştirdikleri birçok seyahat sonucu kaleme alınan eserlerinde kayıt altına
alınanlardan bile epeyce bilgi edinmekteyiz. Haliyle
bu hafıza kaybını canlandırmak durumundayız. Sebebine gelince, bugünkü oyun kurucular: “Buralar
medeniyete kapalıydı. Medeniyete açtık, insanlıkla,
dünyanın bilinen coğrafyalarıyla buluşturduk, yaşadıkları bin yıl geriden gelen hayatlarından çıkartıp
onlara değer verdik, haliyle buralar hakkında ilelebed söz söyleyecek, karar verecek olan da biziz”
dediklerinde, hayır, bir dakika, “buralar sizin söy-
lediğiniz gibi değil, ciddi anlamda sizden önce de
buralarda etkinlik kurmuş, hatta sizin bulunduğunuz
dönemde de etkinliği devam etmiş buraları yöneten insanlar vardı.” diyebilecek birilerinin bulunması
gerekiyor. Gerçekten de durum böyledir. Belki artık onların adını bugün kimse hatırlamıyor ama insanlar artık belli bir kültürel etkileşim kurmuşlar ki
Orta Afrika Cumhuriyeti’nin, Çad’ın, Kamerun’un,
Nijer’in ve Nijerya’nın kısaca tüm Çad gölü havzasının bizim tarihimizle de kayıt altına alınmış yazılı
belgeleri, 1250’lere kadar giden Mısır’daki Memlüklü Sultanları ile ilişkileri olduğu bilinmektedir. Sekiz
asra kadar giden bu sürecin üzerinde durmadığımız
gibi 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman devrinde tüm bu coğrafyada hüküm süren Kânim-Bornu
Sultanlığı ile Osmanlı arasında bizzat karşılıklı gelip
giden elçiler vardı. Onların tesis ettikleri çok kıymetli
ilişkiler olmasına rağmen üstü kapanmış veya kapatılmış, unutulmuş, hatta kayıtlardan maksatlı veya
maksatsız silinmişti. Dahası, 19. yüzyıla gelindiğinde bile Avrupalılar bu bölgelere hiç ayak basmamışken Osmanlılar, Çad’ın kuzey ve orta bölgelerinde
kurdukları kaza merkezleri ile bölgede varlığını ispat
etmişti.
En son Osmanlı askeri birliği 1913 yılında Çad’ın
ortalarında faal halde iken, Fransa’nın bu bölgelerdeki ilerlemesini durdurmaya da gayret etmişlerdi.
Yani hafıza kaybımız var derken bundan tam 100
yıl önce tarihimizin önemli hadiselerinden habersiz
oluşumuzu kastediyorum. Çok fazla derinlerde değil, bir asırlık bir hafıza kaybımız var biz bunları tazelemek durumundayız.
Çad Gölü havzası bölgesiyle neden ilgilenmekteyiz
sorusuna gelince… Öncelikle hepimiz bu dünyada
yaşıyoruz. Yaşadığımız dünyada birçok ülke, ‘ben
de bir ülkeyim, uluslararası ilişkilerim üzerinde ipotek yok, benim kimle ilişki kuracağımı herhangi bir
ülkeye sorarak belirlemek gibi sorunum yok’ dediği
için onlarla ilgilenmek zorundayız.
Arakan sorusuna gelince Arakandaki Müslümanlarla ilgili uygulamalar maalesef çok iyi değil. Orta Asya’daki İslamlaşma, Abbasiler zamanında İslamiyetin ilk hamleleriyle elde edilen başarılar, altın çağlar
olarak tarif edilmekteydi. Orta Çağ’daki güçlü etkileşimin çevresinde oluşmuş Müslüman topluluklar
bunlar. Bunlar onların tarihin seyri içinde kalabilen
güçsüz de olsa var olan izleri. 20. ve 21. yüzyılda bu
izler, üzerlerini her türlü hile ve acımasız siyasetlerle kapatma girişimlerine rağmen patladı. Patlayınca da dünya âlem gördü. Onların yaşadıkları yeni
oluşan sıkıntılar değildi. İrtibatları kopmuş, hafızalardan silinmiş… Bugün bizim önümüze gelince “kim
bunlar” diyoruz. Oysaki onların oluşması sürecinde
kaç asır on binlerce Müslüman şehit olmuştu. Şimdi
insanlar soruyor; bunlar nereden çıktı, ne zaman bu
coğrafyaya geldiler? Sanki son bir asır içindeymiş
gibi bir algı oluşturulmaya çalışıyor. Tarihin geçmiş
asırlarını karıştırdığımız zaman çok da gayrete gerek
yok gerçekler kendiliğinden önümüze seriliyor.
Şimdi Orta Afrika’daki Müslümanların buradaki varlığı da bizim tarihimizle özdeşleşen, yani Afrika’nın
yeni bir çağa girdiği 19. yüzyılda ıslah hareketlerinin
arttığı dönemde tekrar canlanan İslami yapılaşmaların biraz da heyecanlı duygularla yoğrulduğu izlerdir. Kıtanın orta bölgelerinde 19. yüzyılda Müslüman
topluluklar, kendilerini yeniden gösterdikleri bir döneme girmişlerdi. Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarında yaşayan Müslümanlar, Fransız sömürgeciliği
döneminde büyük bir haksızlığa uğradılar. Sömürgecilik tüm kurumlarıyla ikame edilince herkes belli
bir rahatlama geleceğini düşündü. Ama tüm beklentileri boşa çıktı ve bu durum Müslümanlar aleyhine artarak devam etti. 1960 yılındaki bağımsızlık
dönemi ile ülkede adeta darbelerin kapısı arkasına
kadar açıldı ve hala da aynı anti demokratik yapı
en acımasız haliyle devam etmektedir. Göstermelik
de olsa 2003 yılındaki iktidarın değişmesinde Müslümanlara bazı haklar verileceği vaadi belli bir ümit
kaynağı olmuştu. Onlar da her türlü desteği Gene-
ral François Bozize’ye vererek yaşanan darbe ortamında fazla zorlanmadan rahat bir iktidar değişimini
gerçekleştirdiler. Ancak bu değişen iktidarda 3-5
yıl içerisinde yine Müslümanlar üzerinde eskilerini
aratmayan bir takım uygulamalar kendini gösterdi. Bu yapı neticesinde de Orta Afrika’da maalesef
yeni ve daha şiddetli gerginlikler yaşandı. 2012 yılı
ortasında tüm direniş hareketleri ittifak adına Seleka adıyla birleşip başkent Bangui’yi ele geçirmek
üzere büyük bir hamle başlattılar. Karşılarında sınırlı sayıda düzenli ordu askerleri ve onlara, özellikle
de devlet başkanı ile sarayını koruyan Güney Afrika
askerleri dışında karşı koyan olmadı. Mart ayında
iktidar el değiştirdi ve ülkenin son yüzyıllık tarihinde
Müslümanlar hem devlet başkanını kendilerinden
seçtiler, hem de çok sayıda bakanlık aldılar. Ne var
ki bu değişim bölge üzerinde etkin olan devletleri
ve Afrika Birliği’ni rahatsız ettiği için değişimi kabul
etmediler. Orta Afrika bölgesi ülkeleri ise değişime
geçicilik kaydıyla razı oldular ama François Bozize
ve adamarı Seleka’nın uluslararası imajını kırmak
için Antibalaka adıyla sivil halka ve MISCA adıyla
Afrika Briliğinin, Sangaris adıyla da Fransa’nın barış
gücü askerlerine saldıracak bir yapı oluşturdu. Bu
yapı asıl hedef olarak sivil Müslüman halkı belirledi.
Fransız barış gücü Sangaris de başkent Bangui’deki Seleka mensuplarını silahsızlandırmaya başladı.
Ülke tarihinin en karanlık sayfası da 2013 yılı Aralık
ayı başından itibaren açılmış oldu.
2013 sonu itibari ile ve 2014 yılının ilk dört ayında
çocuk, kadın, yaşlı genç demeden savunmasız
Müslümanları diri diri yakmak, parçalara ayırmak,
etlerini çiğnemek dâhil olmak üzere yaşanan mevcut dramın benzeri, acaba tarih kitaplarında var
mıdır? Aslında bu coğrafya 17. yüzyılda bile Evliya
Çelebi’nin Sudan üzerinden ilerleyerek Fas’a gitme
hayallerini yok eden insan eti yiyen yamyamların
bölgesidir. Vakıa ne kadar doğruydu teyit etmek
zor ama, dönemin Sudan’daki Func Sultanı Evliya
Çelebi’nin bölgeye girmesine müsaade etmemişti.
İnsan eti yiyenlerin korkusu ile Evliya Çelebi’nin bile
giremediği bir coğrafyadır burası… O çağda insan
eti yenmesi belki medeniyetten uzak oldukları için
anlaşılabilir ama 60 yıl doğrudan Fransız idaresinde kaldıktan sonra bu durumu anlamak imkânsız
gibidir. Demek ki Fransa burada bizzat Jacques
Chirac’ın ifadesiyle, ‘sömürgecilik medeniyet adına
çok şey yaptı’ sözü başkent Bangui’de bile gerçekleşmemiş... Hakikaten de 21. yüzyılda da insan
eti yendiğini bu ülkede duyduk. Medyada okuduk.
Ferdi bir olay olarak değil topluca girişimler olunca
olayın boyutu maalesef çok değişti. Bu insan eti de
maalesef Müslüman eti diye yendiğini net olarak sanal âlemdeki sitelerdeki ve televizyonlardaki video
görüntülerinden seyrettik... Ne var ki bazen kameranın çektiğine bile inanamaz hale geliyoruz. Montaj
veya benzeri kamera oyunu diyorlar, ama insanlar
yalın olarak gözleri ile gördüklerini anlatıyorlar, artık
biz doğrudan bu insanlarla konuşup yaşadıklarını
kendilerinden dinliyoruz. Bu vahşeti şahsen ben
kendi gözlerimle de gördüm... Elleri kesilmiş ayakları kesilmiş insanları, iki, üç yaşında yetim kalan parmakları kesilmiş masum çocukları gördüm… Kaldı
ki Antibalaka adına hareket edenler facebook ve
benzeri sosyal medyada yaptıklarının daha çok az
olduğunu, asıl vahşeti ileride gerçekleştireceklerini
de ilan ediyorlar. Bangui’de KM5 denilen yerdeki
mahallede her gün doğranmış en az bir Müslüman
cenazesi var. Biz bu cenazeleri kaldıran kendi STK
temsilcilerimize inanmayacaksak, neye inanacağız?
Müslümanlara karşı, daha doğrusu onların kimliğine yapılan bu topyekün silme, yok etme davranışını
anlamak zordur.
Yakın geçmişte dünyanın birçok yerinde toplu göçler yaşandı… İnsanları bir yere toplarsınız, onları
topluca katletmeden gitmelerine müsaade edersiniz, bu da insanlık onuruna saldırıdır ama diğerine göre biraz daha hafiftir. Hatta tehdit edersiniz,
nitekim Bulgaristan Türklerinin asırlardır yaşadığı
topraklardan çıkarılışı, Azerilerin kendi vatanları
Karabağ’dan sürülüşü, Ruanda’dan Demokratik
Kongo’ya, Darfur’dan Çad’a geçen yüzbinler gibi
birçok hadise yaşandı. Orta Afrika’daki öyle değil…
“Sizi öyle bir göndereceğiz ki bir daha buraya gelmeye cesaret dahi edemeyeceksiniz” kabilinden bir
girişim bu. “Diri diri yakacağız, bedenlerinizi paramparça edeceğiz, o korkuyu yaşatacağız, o korkudan sonra oraya geri dönüp bakmaya cesaret dahi
edemeyeceksiniz” demektedirler. Mesela normal
bir ortamda dahi insani olarak bir yakın akrabamızı
kaybettiğimiz odaya bile bir müddet girmeye çekiniriz. En yakın akrabalarımızın param parça edildiği
mekânlara bir daha geri gidip o mekânlar üzerinde
yaşayabilir miyiz? Aslında iş bu kadarla da kalmadı,
“Bangui’de ezan sesi duyulmayacak” diye defalarca söylediler. Ezan sesi dediğimizde bizim Türkiye’deki gibi böyle hoparlörle falan değil en fazla
30 metre 50 metre de duyulabilen seslerdir bunlar.
400 camiden şu anda birkaç cami kaldı, onlar da
Müslümanlar boşaltsalar her an yıkılacaklar.
‘Bölgede yaşananlar din kavgası mıdır?’ dediğimizde, mevcut durumu tarif ederken, elbette ki bunun
bir din kavgasına dönüşmüş olduğu açıktır. Dini
kavga işin asıl sebeplerini, arka plandakileri kapatmak isteyen ve de kanaatimce asıl sebeplerin üzerini örten bir kılıftır ama çok geçerli bir kılıf olarak ifade
edilmektedir. Bütün bu yaşananların arkasında birçok sarsıtıcı sebepler; sosyal sebepler, ekonomik
sebepler varken bunu sadece dini kavga olarak
ortaya koyacak olursak geçmişte yaşanan olayları
tam anlamıyla tahlil etmeden hüküm vermiş oluruz
ki bu kesinlikle doğru olmaz.
Orta Doğu’da bazı ülke yönetimlerinde
değişiklikler oldu. Bölge halkları yöneticilerini
kendileri seçmek istiyorlar. Sizce, Orta Afrika
Cumhuriyeti’nde de Arap Baharı benzeri bir
hareketlilik olur mu?
Şunu ifade etmek isterim: Doğrudan hiçbir zaman
veya tarihte din savaşlarının öyle iddia edildiği gibi
dünya tarihine yön veren savaşlar olduğunu çok
fazla kabul etmiyorum. Bu bölgedeki çatışmalar
birinci derece dini eksenli çatışmalar değildir. İnsafsızca ve kasıtlı olarak bu olaylara dînî anlam yüklenerek asıl sorumlu, hatta neredeyse tek suçlu
Müslümanlar olarak gösteriliyor. Mesela bu ülkede
misafir olan din İslam değildir, Hıristiyanlıktır. Yani ev
sahibi İslam, misafir olan, sosyal yapıya yeni katılan
ve sömürgecilikle gelendir. Haliyle din sebeptir de-
mek, diğer yönlendirici sebepleri kapatmak ve de
gizlemek için kullanılan bir oyundur. İnsanların ait
olduğu topluma göre isimlendirilişi var: Müslüman,
Hıristiyan... Çatıştıklarında doğrudan Müslüman-Hıristiyan çatışması deniyor. Ama ortada her şeyden
önce bir menfaat çatışması var. Menfaat çatışmasının dinle doğrudan ne alakası var? O zaman bu
dinler arasındaki savaş değildir. Bunun burada adını
iyi koymak lazım. Biz bölgedeki durumu, yani yaşanan bu olayların arkasındaki ana sebepleri ortaya
iyi çıkaramazsak, Türkiye olarak olayı bir din savaşı
olarak algılarsak çözüme katkı sağlayamayız. Biz
bu olaylara yaklaşırken tabii ki din de bizi ilgilendirir,
ama sadece onu ön plana alıp gerçekleri göz ardı
edemeyiz. Ne var ki bu insanlar Müslüman olduğumuz için bize koşuyorlar, bizden yardım istiyorlar.
Türkiye olarak yaşanan sürece kayıtsız kalamayız.
“Hayır, sen Müslüman da olsan, ben senin dinine
bakmam” diyemeyiz. Bu bizi ilgilendiriyor ama asıl
mesele nedir? Türkiye Cumhuriyeti olarak bu olayların gerçek sebebini bulmalı ve buradaki tüm barıştan yana olan insanların huzur içinde yaşamaları
için katkı sağlayan ülke olmalıyız. O zaman bizim
taraf tutmamız mümkün olabilir mi? Müslümanı ezdirmeyiz ama Müslümanı ezdirmiyorum demek bize
Hıristiyanın hakkını yeme imkânı vermez. Onun da
hakkı yenmemesi lazım. Bir ülke güçlü ülke olmak
için bu bakış açısıyla yaklaşmalı, bu olaya kendi
tecrübelerimle, kendi tarihi birikimimle ve bugünün
gerçekleriyle yaklaşırsam nasıl katkıda bulunabilirim
diye düşünmelidir. İşte Türkiye, yakın çevresinde
olsun, uzak diyarlarda olsun yaşanan tabii ve gayri
tabii insanlık dramlarına artık böyle bakıyor. Türkiye
geçen her gün gerçekten makul bir çizgide ilerliyor.
Bu da devlet refleksimizin geldiği muazzam yükselişi zaman zaman tehlike hattına atıyor. Maalesef her
asrın en ciddi sıkıntılarından olan ve müntesipleriyle
bir anda her tarafa yayılan dar kalıplı oluşumların, gizemli dünyalarında aldıkları kararlarını istedikleri gibi
yürütme hayallerini yıkıyor.
İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatı, Cidde’de Dışişleri
Bakanları toplantısı yaparak Orta Afrika konusunu
gündeme taşıdı. Türkiye’nin önderliğinde bu girişim
gerçekleşti ve peşinden de Türkiye orada alınan
her kararı adım adım Şubat ayından itiabren takip
edip uygulatmakta ve ciddi anlamda yeni bir sayfa
açılmasına vesile olmaktadır. Bu problemin çözü-
münde hem diplomasi olarak iyi durumdayız, hem
de insani yardım açısından sivil toplum kuruluşlarımız devletimizin bu anlamda yani insani yardım
yapabilen kuruluşlarımızın yapmış oldukları hamlelerde verilen desteklerle Türkiye’nin ciddi çalışmaları sözkonusu. Bugün Uluslararası Göç Ofisi (IOM)
konuyla en fazla meşgul olan uluslararası bir kurum
olarak günü birlik haberleri birinci dereceden Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte
takip ediyor ve yaptığımız tüm katkılardan Türkiye
Cumhuriyeti Encemine Büyükelçiliği nezdinde teşekkür ediyorsa uluslararası camianın gözü önünde yaptığımız desteği gördüğü içindir. Evet, Türkler
bugün yeryüzünde insani yardımın en zor ulaşacağı
Orta Afrika Cumhuriyeti gibi bölgelere dahi uzanabilmektedir. Arakan da öyle idi. Şu anda yapabileceğimizin yüzde ne kadarını gerçekleştirdik bunu
tam ifade etmek zordur. Ama gerçekten çok işler
yaptığımızı bizatihi yerine kadar giderek gördük.
Eğer bugün başı ağrıyan insanların ilaçları varsa,
yani hiçbir şey bulamayan insanların ilaç ihtiyaçlarını
kamplarına kadar fazlasıyla temin edip gönderebilmişsek, bunu bizim TİKA’mız, Diyanet Vakfı’mız,
Gönüllüler Platformu, İHH, Cansuyu, Sadakataşı
gibi sivil toplum kuruluşlarımız ve kendi iç dünyasından gelen yardım duygularıyla münferiden hareket eden vatandaşlarımız ile yaptık. Bunu övünerek
söylüyorum. Bütün bunları uluslararası kuruluşların
gözü önünde ve de onların elemanlarından destek
alarak birlikte yaptık. Kimseden gizli yaptığımız bir
şey yok, bunu Çad tarafı için bilerek söylüyorum.
Kamerun tarafında da böyle olduğunu, yine aynı
kurumlarımızın ifadelerinden anlıyoruz. Türkiye bu
meseleye seyirci kalmamış, sayılı ve saygın ülkelerin
içinde yerini almıştır. İftiharla söylüyorum ki, dünya
meselelerine ilgi duyan iki üç ülke var derlerse birisi
artık Türkiye’dir.
Efendim sorularımızı yanıtladığınız için
çok teşekkür ediyoruz.
Deşifre: Yunus Badem