Van Bölgesinde Kadının Değişen Toplumsal Rolü

Van Bölgesinde Kadının Değişen Toplumsal Rolü
Savaş Dede
Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
Özet
Kürt Toplumu’ndaki aşiret yapısı ve bu aşiretler arasında zaman zaman ortaya çıkan
kan davaları birçok sosyal bilimcinin dikkatini çekmiştir. Yerli ve yabancı birçok
araştırmacının araştırma konusu olan bu sosyal olguya sebep olan faktörler araştırılırken aşiret
yapısı klasik feodal yapıyla özdeşleştirilmiş ve kan davalarında kadın faktörü üzerinde fazla
durulmamıştır (örn: Beşikçi, 1970; Topses, 2012). Yapılan araştırmalarda ise birbirinden
farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Bruinessen (2003), devletin bir aşireti başka bir
aşirete karşı destekleyerek otoriteyi güçlendirmeye çalıştığını savunurken; Ünsal (2003) ise
devletin kan davalarında aciz kaldığını sıklıkla dile getirmektedir. Yazara göre bu tip
davaların hala sürmesindeki devlet ve aydın yaklaşımı gibi faktörlere ek olarak kadın ve
otorite gibi iç faktörler çok önemlidir. Bu çalışmada da bu görüşten yola çıkılarak, Van İli ve
çevresindeki aşiret yapılarına kısaca değinilecek daha sonra bu aşiretler arasında ortaya çıkan
kan davaları ve bu davalarda kadının rolü üzerinde durulacaktır.
- 160 -
GİRİŞ
Bu yazıyı yazmaktaki asıl amacın aşiret yapısını ya da kan davaları sürecini
mükemmel bir şekilde analiz ya da deşifre etmek olmadığını başta belirtmek gerekmektedir.
Çünkü böyle bir hedef, bu yazıyı yazmak için harcanan emeği, çabayı ve imkânı oldukça
aşmaktadır. Yazının yazılmasının asıl amacı aşiret olgusu ve kan davası süreci ile ilgili olarak,
yaşanılanlardan yola çıkarak bu kavramlar hakkında üretilen bilgiye bir eleştiride
bulunmaktır. Kan davası gibi olayın taraflarının bütün hayatını her detayına kadar etkileyecek
bir konunun literatür üzerinden gidilerek araştırılması, var olan gerçekliği tam olarak ortaya
çıkaramayacağı gibi sosyal travmayı aşacak bir reçete sunmaktan da uzaktır.
Kan davası farklı şekillerde tanımlanabilse de (Ökten, 2013) bu kavram ilk öldürme
sonrası taraflar arasında öldürme eylem ya da amacının sürekli düşmanlık tarafından
karakterize edildiği bir ritüel olarak tanımlanabilir (Peters,1990 akt. Ökten, 2013).
Kan davası, sürekli bir öldürme amacı olduğundan ve kişilerarası olmaktan çok
gruplar arası bir ritüel olduğundan cinayet suçunu içermesinin yanı sıra bu kavramdan daha
geniş, sosyolojik bir olaydır (Öğün, 1998). Cinayet sonrasında öldüren taraftan kan bedeli
verme, iki taraf da aynı bölgede yaşıyorsa burasını belli bir süre terk etme ve öldürülen tarafın
yaşam alanına girmeme gibi cinayeti tüm sorumluluklarıyla üstlenmesi beklenir (Bruinessen,
2003). Olayın kişileri aşıp sosyal olaya dönüşmesinde aşiret yapısı dediğimiz sosyal form da
önemli rol almaktadır. Aşiret kısaca birbirine kan bağıyla bağlı olan gruplar arasındaki “idari
ve siyasi birlik” (Beşikçi, 1971:108)olarak tanımlanabilir. Fakat bu yapı içerisindeki kan
bağının, aşirete katılmak isteyen kişilerin aşiretle aynı soydan geldiğine dair ortaya attığı bir
varsayımdan da kaynaklandığı araştırma sürecinde görülmüştür.
Aşiret yapısı içerisinde Torun denilen aile bu aşiretin “hanedanı” sayılır. Aşiret
hiyerarşisi içerisinde en üstte yer alan bu aile mensuplarına özel bir saygı gösterilir ve bu
grubun erkek üyeleri genel olarak “ağa” kabul edilir. Torun’a mensup bir kişinin öldürülmesi
kan davasına ayrı bir boyut kazandırır çünkü bu durumda ırgat/çoban ağaya karşı geldiği için
sosyal çevreden baskı görmektedir.
Bunların dışında aşiret ağasının siyasi koruması altına giren ve bugünkü idari sınırlarla
düşünüldüğünde iki ya da üç ilçe sınırını aşan büyüklükte bir aşiret nüfusu söz konu
olabilmektedir. Aşiret ağalarının bu nüfusun üretim ilişkilerine doğrudan bir müdahalesi söz
konusu değildir. Buradaki bağlar üretim ilişkileri üzerinden değil ağırlıklı olarak siyasi
ilişkiler üzerinden kurulur. Fakat bir aşiretin sınırının bittiği yerde başka bir aşiretin sınırları
- 161 -
başladığından arada kalanlar genellikle bir aşiretin himayesini kabul eder ve bundan sonra da
bu aşiretin mensubu olarak anılırlar (Bruinessen, 2003).
YÖNTEM
Yıldırım ve Şimşek’in de ifade ettiği gibi (2008:36) sosyal olguları araştırırken nesnel
davranma çabasıyla araştırmacının kendini tamamen araştırmadan uzak tutması bazen olayları
içeriden tetikleyen faktörleri gözden kaçırmasına yol açabilir. Türkiye toplumunda aile
yapısının ve kan birliğine bağlı sosyal örgütlenmelerin halen kapalı bir kutu halinde olmaları,
bu yapıların araştırılmasında metodolojik olarak büyük güçlüklerle karşılaşılmasına yol
açmaktadır. Bu nedenle bu tarz araştırmalarda nitel analizlere başvurmak araştırma sürecinde
daha sağlam verilere ulaşmamızı kolaylaştırmaktadır.
Bu çalışmada yukarıdaki varsayımlardan yola çıkılarak “Herhangi bir ortamda ya da
kurumda oluşan davranışı ayrıntılı olarak tanımlamak amacıyla kullanılan bir yöntem”
(Şimşek ve Yıldırım, 2008:169) olan gözlem yöntemi kullanılmıştır.
OLAY
13 Mayıs 2007 tarihinde Van İl’i merkezine bağlı Çakırbey Köyü’nde Şevgin
aşiretinin Torun ailesine mensup E. Ş, korkutma amacı taşıyan ve karşı tarafı öldürme amacı
gütmeyen silah sıkma sonucu Sağınç ailesine mensup kişilerce öldürülmüştü. Cinayet sonrası
Sağınç ailesinden iki kişi mahkeme tarafından suçlu bulunmasına rağmen aile bu suçu kabul
etmeyip “kan davasına uygun” hareket etmemişti. Bunun sonucunda iki aile arasında öldürme
ya da yaralamaya varmayan çatışmalar çıkmıştı. Son olarak bu aile maktulün abisinin evinin
altındaki çayırda ot biçmeye kalkınca iki taraf arasında bu sefer karşı tarafı öldürme kastı
içeren silahlı çatışma çıkmıştı. Ölen ya da yaralananın olmadığı bu olay maktulün ailesi için
“bardağı taşıran son damla” olmuştu. Birkaç gün sonra 27 Haziran 2008 tarihinde Van-Erciş
yolu üzerinde bir minibüs, rastgele taranmış ve Sağınç ailesinden ikisi kadın ikisi erkek olmak
üzere dört kişi hayatını kaybetmişti. İddialara göre saldırı Şevgin ailesine mensup kişilerce
yapılmıştı.
VAN BÖLGESİNDE AŞİRETLERİN SOSYAL YAŞAMDAKİ ROLÜ
Van Bölgesi’ndeki aşiret yapısı geçmişteki gücünü büyük bir oranda kaybetmiştir
fakat düğün, sünnet, bayram, seçim ya da kan davası, namus cinayeti gibi olağandışı veya
olağanüstü durumlarda aşiretçilik refleksi tekrar ortaya çıkmaktadır. Çoğu durumda da bu
asabiyet, refleks olmanın ötesinde zorunlu bir tercihtir çünkü kanlının, aşiret aidiyetini kabul
eden kişileri öç alma kastıyla öldürmesi ya da bu aidiyeti kabul eden kişinin başına kan davası
benzeri bir olay geldiğinde aşiretin diğer mensuplarının destek vermemesi gibi durumlar
- 162 -
kişileri tercih yapmak durumunda bırakmaktadır (Topses, 2012). Bu durumun da etkisiyle
ülke sınırındaki Kürt aşiretlerinin kolları diğer ülkelere uzanabildiğinden olağanüstü
durumlarda Türkiye’deki bir kan davası başka ülkelere bile taşabilmektedir (Ünsal, 2003).
Türkiye’de aşiretlerin günümüzde ayakta kalmasını sağlayan faktörlerden biri de ülke
içerisindeki siyasi durum ya da siyasi dengedir. Osmanlı devletinde özellikle II. Mahmut ile
beraber merkezileşme hareketinden sonra bölgede birbirine rakip aşiretlerin otoritesinin
yanında devlet otoritesi de buraya egemen olmaya başlamış ve buradaki aşiretler gerek
birbirine karşı ve gerekse “dış güçlere” karşı devlet tarafından kullanılmıştır (Zürcher, 2008).
Ayakta kalmak için bu denli güçlü nedenleri bulunan aşiretler özellikle çok partili hayata
geçişten sonra siyasi partiler tarafından da etkili bir şekilde kullanılmışlardır (Kışlalı, 1998).
Bugün bile bölgedeki sağ partilerin çoğu aşiretler üzerinden örgütlenmekte ve gerek mahalli
seçimlerde gerekse milletvekili seçimlerinde adayların büyük bir kısmı aşiret ileri
gelenlerinden seçilmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan isyanların bastırılmasına
yardım eden aşiret üyelerinin son zamanlara kadar parlamento üyesi olmaları rastlantı değildir
(Heckman, 2006:94)
Siyasal ilişkilerin bu denli işlevsel olduğu ağalık sisteminde bireylerin teker teker
vatandaşlık haklarını kullanması söz konusu olmayabilir. “Aşiret reislerinin kendilerini
vazgeçilmez kılmalarının başka bir yolu da devletle olan tüm ilişkilerinde arabuluculuk
yapmalarıdır”
(Bruinessen,
2003:448).
Var
olan
çatışmalar
aşiretsel
bağları
kuvvetlendirdiğinden durum aşiret ağası tarafından da kullanılmaktadır. Ayrıca kan
davalarında taraflar konumlarını güçlendirmek için var olan güçler arasında denge politikası
yürüttüklerinden kaçınılmaz olarak kolluk kuvvetleri ve siyasi otoriteye yanaşmaya
çalışmaktadırlar.
SOSYAL ALANDA KADIN
Anaerkil bir sistem olan Trobyantlılarda çeşitli araştırmalar yapan Malinowski (1992)
bu aile yapısında evin reisinin “anne”ye en yakın erkek olduğunu söylemektedir. Anaerkil bir
sistemde bile reisin erkek olması bugün bildiğimiz anlamda ataerkil yapının simetriği olan bir
anaerkil sistemin varlığını şüpheye düşürmektedir. Delaney (2001) ise Anadolu insanında
yaratılış kaynağının erkek olduğuna dair inanışlar –tanrının dahi erkek olarak simgelenmesiolduğunu ve bu durumun kadının sosyal konumunu daha da zayıflattığını iddia etmektedir:
“Kadınlar… …çocuğun yaratılışında eşit hatta eşitten fazla katkıya sahiptirler. Yine de sürece
ilişkin görece yeni olan bu anlayış; sadece eğitimli sınıflar arasında bilinmekte.”
Nikitine (2008) “Kürtler” adlı kitabında Kürt kültürü içerisinde kadının yüksek bir
- 163 -
konuma sahip olduğunu hatta kadının sosyal yaşama katılma konusunda Anadolu halkları
içerisinde Avrupalılara en yakın halk olduğunu iddia etmektedir. Bu durumun Kürt
toplumundaki tüm kadınlar için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir, ayrıca
düğünlerde erkek ve kadınların yan yana gelmesi gibi Nikitine’in sosyal yaşama katılma
olarak ifade ettiği çoğu durum genellikle “sapkın” hareket olarak görülmektedir.
Olayın geçtiği bölgede de İslam kültürünün de etkisiyle benzer durumların söz konusu
olduğu görülmektedir. Kadının boşanma hakkı olmadığı gibi erkek kadını boşadığında
çocuklar da erkekte kalmaktadır. Bu durum da Delaney’in (2001) tespitlerinin burası için de
kısmen geçerli olduğunu göstermektedir. Fakat ataerkil sistem, dini bir bütün olarak değil
genellikle kendi yorumuna göre sistemine katmaktadır. Örneğin İslam hukukuna göre mirasta
kadına erkek kardeşinin yarısı kadar pay düşmesine rağmen bu kurala uyulmayarak en iyi
ihtimalle kız kardeş mirastan kendine düşen payı almamaya “razı” edilmekte bir başka deyişle
İslam Hukuku “işine geldiği şekilde” yorumlanıp Hile-i Şer’ yapılmaktadır. Doğu Anadolu
gölgesi gibi toprağın temel üretim aracı olduğu bir bölge için öteden beri uygulanan bu sistem
kadının toplumsal alandaki hareketini de oldukça kısıtlamaktadır. Örnek verilebilecek bir
diğer uygulama da nikâh esnasında damat tarafının geline verdiği ve örneğin boşanma
esnasında kadının bir “sigortası” durumunda olan mehir parasının geline takılan takılar
üzerinden hesaplanması ve genellikle evlilikten sonra bu takıların da satılmasıdır. Aslında
nikâhın bir şartı olan mehirin satılması nikâh şartlarını ortadan kaldırmaktadır. Fakat buna
uyulmadığı çok rahat görülebilmektedir.
Kadının berdel olarak verilmesi ya da kanlıya kan bedeli olarak verilmesi toplumun
kritik durumlarda onu adeta bir meta olarak gördüğünü göstermektedir. Bu örneklerin yanı
sıra verilebilecek sayısız örnekte de görülebileceği gibi sosyal alanda egemen güç erkektir ve
en azından bazı alanlarda kadın bu egemenliği kabul etmiş gibi görünmektedir. Anadolu
kültüründe “iffetli kadın” sıfatının kocasına her şekilde itaat eden sosyal yaşama mümkün
olduğunca az katılan, kısacası “kadın olduğunun farkında olan” kadınlar için kullanılması
kadının sosyal yaşamdaki yerini net bir biçimde göstermektedir. Tüm bu koşullar aşiret yapısı
gibi ataerkil sistemin bir kurumun içerisinde kadının sosyal yaşama katılmasını, bu alanda söz
sahibi olmasını oldukça kısıtlamaktadır.
KAN DAVASINDA KADIN
Sosyal alandan soyutlanmış kadının, ev içinde göreli bir güce sahip olduğundan
koşullar oluştuğunda bunu sonuna kadar kullanmaya çalışmaktadır. Fakat bu doğrudan
kullanılabilen bir iktidar değil, erkek egemenliği üzerinden kurulan ve genellikle de ev
- 164 -
içerisinde kalan bir iktidar kullanma biçimidir. Çünkü olayın geçtiği çevrede bir adam sırf
yüzünü asıyor diye karısına şiddet uyguladığını gururla anlatmıştır. Bu nedenle de “kadının
kan davasında aktif rol oynamasını” bu çerçevede görmek ve kadının sosyal alandaki rolünü
abartmamak gerekmektedir.
Heckman (2006) kadınların ev içi ilişkilerde kocaları üzerinde bir kontrol
mekanizmasına sahip olduğunu söylemektedir. Kadın bunu; çocuğu babaya karşı kışkırtma,
kocayı yatağa almama gibi yollarla sağlamaktadır. Bu durum ev dışında örneğin köy
kahvesinde konuşulduğunda evin erkeğini zor durumda kalacağından etkili bir silah olarak
kullanılabilmektedir.
Fakat Heckman kadının bu gücünün ev içi yaşamla sınırlı olduğunu ve sosyal yaşam
söz konusu olduğunda tam tersi bir durumun söz konusu olabileceğini dile getirmektedir.
Mesela özellikle kırsal kesimdeki kadının hayatı sadece kendi köyünden ibaret olabilmekte ve
çoğu defa sadece anne-babasının köyü dışında dışarı çıkamamaktadır. Tezcan’a (2003) göre
kadının bu derece izole edilmesinin altınki temek sebep ise kadın namusunun aile namusu
olarak görülmesidir. “Erkekler tarafından kadının bekâreti titizlikle korunur ve bekâretin
bozulması aile için büyük felaket sayılmakta, tüm ailenin namusu kirlenmiş olmaktadır”.
Fakat kadının kullandığı bu sınırlı güç kan davaları gibi olağanüstü durumlarda çok
daha işlevsel hale gelebilmektedir. Kan davalarında erkek öç alma konusunda ağır bir
toplumsal baskı altındadır. Her ne kadar toplumda öç almaması konusunda telkin edilse de
çok daha önce kurumsallaşmış ilişkiler kesinlikle bu davanın sürdürülmesi “gerçekliğini” kan
sahibine dayatmaktadır. Haliyle bu durumda erkek sürekli öç alma sorumluluğu ile hareket
etmektedir. Kadın, erkeğin bu hassas durumunu bazen çok iyi kullanabilmektedir. Mesela kan
davalarında kadınlar tarafından erkeklere ”erkeksen öcünü alırsın, sen de erkek misin?” gibi
laflar söylenmesi erkek için “altından kalkılması gereken” bir yüktür. Bu çalışmanın
yapılmasına neden olan olaydan hemen sonra öç alan taraftan görüşülen bir kişi öç almanın
onlar için zorunlu hale geldiğini çünkü artık “kadınlarına dahi söz geçiremediklerini” olaydan
yaklaşık bir hafta önce kız kardeşine kızan abinin bu kardeşinden “erkek ol da önce öcünü al”
azarı işittiğini söylemiştir. Ayrıca bu çevrede bir yakını öldürülenler sürekli olarak “önce
öcünü al da öyle konuş” azarını sürekli işitebilmektedir.
Kan davaları üzerine yapılan bazı araştırmalar da kadının kan davasını bilerek ya da
bilmeden körüklediğini ortaya koymaktadır. “Kadınlar genellikle olayların oluşumuna yardım
etmekte, aracı olarak kullanılmaktadır” tespitini yapan Tezcan (1972:39) aynı kitabında
ailedeki erkelerin öç almak için kadınlar tarafından sürekli telkin edildiğini söylemektedir.
Bu taraf olma ve öç alma bazen öyle bir dereceye varmaktadır ki bir kadın için yaşadığı acının
- 165 -
aynısının başkasına da yaşatılmasının hiçbir önemi kalmamaktadır. Çünkü kan davalarında
alınan öç “bir haktır ve ödevdir” (Heckman 2006). Olaydan hemen sonra Şevgin ailesinden
görüşülen kişilerden sadece bir iki kişi yapılanın haksızlık olduğunu, en azından bu kadar
insanın canına kıyılmaması gerektiğini belirtmişlerdi. Özellikle kendini kan sahibi kabul eden
kişilerin olaydan sonra oldukça sevindiği gözlenmiştir. Görüşülen bu insanların “hak yerini
buldu” demesi Heckman’ın yaptığı tespitlerin burası için de geçerli olduğunu ortaya
koymaktadır.
Bölgede öldürme olaylarından sonra bazen olayın kan davasına dönüşmesi
engellenebilmektedir. Fakat bu durum sosyal alanda geçerli olmakta, aile içinde ise genellikle
bu kan hakkı ve kini canlı tutulmaktadır. Gözlemlenen başka bir olayda babasını yaklaşık elli
yıl önce kaybetmiş bir kadın olay kan davasına dönüşmediği için yakın çevresindeki
kadınların sürekli kendisine “önce babanın öcünü alsaydın ya” dediğini söylememiştir. Kan
davalarında öldürülen kişilerin kanlı elbiselerinin de yine kan sahibi kadınlar tarafından
saklandığı görüşülen kişiler tarafından dile getirilmiştir. Öldürülen kişilerin eşyalarının
saklanmasındaki temel amaç ise ileride öç alınması için kişililerin daha rahat telkin
edilebilmesidir. Araştırma sürecinde Sağınç ve Şevgin ailesine mensup olmayan fakat
Çakırbey Köyü’de ikamet eden bir görüşmecinin kan davasının başlamasına ilişkin söylediği
sözler ise oldukça ilginçtir: “Öldürülmeden önce E. Ş. defalarca diğer tarafa ‘Elimde
silahımla dağa gidiyorum ya kendiniz gelin ya da karınızı gönderin’ demişti. Bu elbette
yenilir bir laf değildi ve sonunun kötü olacağı belliydi ”.
SONUÇ
Toparlamak gerekirse Van ilinde aşiretler güçlerini büyük oranda kaybetmişlerdir ve
gündelik hayatta aşiret veya ağalık hemen hemen yok gibidir. Aşiretin “Torun” ailesi de
sıradan bir aile gibi yaşamaktadır. Fakat kan davasına benzer durumlarda aşirete mensup
olduğu iddia edilen kişiler arasında isteyerek veya istemeden bir dayanışma oluşmaktadır. İşte
bu durumlarda eski gelenekler kısmen de olsa tekrar ortaya çıkmaktadır . Günümüzde ağaçoban ikiliği neredeyse tamamen ortadan kalkmasına rağmen bahsi geçen olayda Şevgin tarafı
sık sık çobanın ağaya karşı gelemeyeceğini vurgulamaktaydılar.
Kadının kan davalarında rolü ise ilginçtir. Kadının buradaki tavrı ataerkil sistemi
yeniden yaratıyor gibi görünse de aslında kendi alanında bir iktidar üretme çabasından ileri
gelen bu hareket adeta sosyal yaşamın dışına itilmişliğe karşı bir isyandır. Çoğu defa da bu
isyanın öfkesi kan davası kurumunu yaratan patriarşiye karşı olmayan ve aslında yine kadını
mağdur eden bir eyleme dönüşmektedir. Kadının bu durumunun tarihsel bir süreçte kabul
ettirilen rolü ile ilgili olduğu söylenebilir. Aslında rol kavramı bile kadının olağanüstü
- 166 -
durumlarda kadının sosyal hayata etkisi konusunda abartı olabilir çünkü kanımca kan davaları
gibi olağandışı durumlar kadının sosyal alanda en etkili olduğu süreçtir. Örneğin “töre
cinayetlerinde” failler çoğu defa erkek olmasına rağmen kesilen “ceza”nın mağduru
neredeyse her zaman kadın olmaktadır. Kadının sosyal hayata etkisinin oldukça göreli
olduğunu gösteren bu iki sosyal olay arasındaki çelişkili konum kadın için bir iktidar travması
yaratmakta ve kendine yapılanın başkasına yapılmasında çoğu defa beis görmemektedir.
- 167 -
KAYNAKLAR
Beşikçi, İ.
(1970) Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller
II, Yurt: Ankara.
(1971) Kürt Toplumu Üzerine, Yurt: Ankara.
Bruinessen, M. V. (2003) Ağa, Şeyh, Devlet (çev. B. Yalkut) İstanbul: İletişim.
Delaney, C. (2001) Tohum ve Toprak (çev. S. Somuncuoğlu, A. Bora) İstanbul:
İletişim.
Heckmann, L. Y (2006) Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri (çev. G. Erkaya)
İstanbul: İletişim.
Kışlalı, A. T. (1998) Siyasal Sitemler, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, Ankara: İmge.
Malinovski, B. (2003) Vahşilerin Cinsel Yaşamı (çev. S. Özkal) İstanbul: Kabalcı.
Nikitine, B. (2008) Kürtler (çev. E. Karahan, H. Akkaş) İstanbul: Örgün.
Öğün, A. (1998) Türkiye’de Adam Öldürme Suçunda Etkili Olan Bazı Sosyal/Kültürel
İlişkilere İlişkin Sosyolojik Bir Araştırma, Polis Bilimleri Dergisi, 1(2):73-83.
Tezcan, M.
(1972) Kan Gütme Olayları Sosyolojisi, Ankara: A.Ü.E.F.
(2003) Türkiye’de Töre (Namus) Cinayetleri, Ankara: Natural.
Topses, M. D. (2012) Türkiye’de Kan Davası Geleneğinin Sosyolojik Çözümlemesi,
Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 4(2):189-197.
Ünsal, A. (2003) Anadolu’da Kan Davası, İstanbul: Yapı Kredi.
Yıldırım, A ve Şimşek, H. (2008) Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri,
Ankara: Seçkin.
Zürcher, E. J. (2008) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (çev. Y. Saner)İstanbul:
İletişim.
- 168 -