A- ÇANAKKALE HİKÂYELERİ

INSPIRING STORIES - YENİ HİKÂYELER
İÇİNDEKİLER:
A-ÇANAKKALE HİKÂYELERİ
B- KURTULUŞSAVAŞI HİKÂYELERİ
C- ATATÜRK’ÜN ÖRNEK DAVRANIŞLARI
D- ANTİK ÇAĞ BİLGELERİ(BİLGELİK HİKAYELERİ)
E-DİĞER HİKÂYELER(BİLGELİK + BENİM ESKİ)
F-DEĞERLİ İNCİ TANELERİ(PRECIOUS PEARLS)
G- CHINNA KATHA KÜÇÜK BİR HİKAYE –I
H- CHINNA KATHA KÜÇÜK BİR HİKAYE –II
I-MASAL SOKAĞI
J- GET INSPIRED
SAYFA
2
19
31
33
39
188
224
275
328
342
A-
ÇANAKKALE HİKÂYELERİ
1-
ANZAKLI ÖMER’İN HİKÂYESİ
HİKÂYE SAYISI
18
10
6
17
118
45
71
48
18
?
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye
giden Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan
bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork’da
Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak,
kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar
önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine
verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir
adam! Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim
kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı.
Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde
bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk
müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak ”Hayır” manasında işaret yaptı. Ama ben hala merak
ediyorum, “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?“ diye sordum. “Aldırma işte
öylesine bir şey!” dedi. Ben yine ısrarla dedim ki, “Fakat benim için bu bayrak çok
önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım” Bu söz
üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk müsünüz?”
“Evet Türk’üm….” İhtiyar gözlerime baktı, tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya
başladı:
“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de, orada
savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’ım.
Avustralya Anzaklarından. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan
dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik
olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine.
Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam
ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin
tamamını Çanakkale’ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o
zaman. Mısır’da şöyle böyle birkaç ay atış talimi gördük. Ondan sonra da bizi alıp
Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen
gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze
çeviriyordu zaman zaman. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan
hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti
uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı
bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk
başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle
saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden
kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz
edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar.
Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik
darbesiyle kendimden geçmişim.
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını
anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl
korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak
tanıttı ya. Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. İyice
kendime geldiğimde bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi
biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana
ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler
şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.
Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu
duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum.
Niye savaşmaya gelmişim.’ Diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor
ki! Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest
bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak
için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte!”
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki
o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden
Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden
bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya‘dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le
karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok
merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi.
“Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu, “Peki niçin Ömer ismini
vermişler sana?” Ben, “Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana
Ömer adı vermiş” diye cevapladım. Tekrar sordu, “Yahu senin adın Müslüman adı mı?”
Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı, baktı, birden doğrulmak istedi.
Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına
dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak
dedi ki, “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi. Şimdiden
sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
“Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?” diye sordu.
Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye
kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için dışa
vuramamış.
Tabii dedim Müslüman olmak çok kolay.
Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem Kelime-i
Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir
yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı
İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı.
Mırıldandı: Siz Müslümanlar tespih çekersiniz bana da bir tespih bulsan da ben de
yattığım yerden tespih çekerek Allah’ın adını ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal
etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta
yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için
o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir
şekilde rica etti, “Beni yalnız bırakma olur mu?” “Ne gibi Ömer amca ?” diye sordum.
“Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O
sözleri duydukça kalbim ferahlıyor” dedi. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim
kadarıyla dinimizi anlattım.
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum.
Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı
odaya gelin!” Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca yolcu galiba?” hemen yukarıya
çıktım.
Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık
duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı
Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine Kelime-i Şahadet
söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti.
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan
sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
“Ağladım, ağladım.”
2-
CONKBAYIRI ANITI VE MEZARLIĞI
Çanakkale Savaşları sırasında 25 Nisan 1915 günü Anzak Koyu’na çıkartma
yapan Anzaklar, kendisine çekilme emri verildiği halde bu emri dinlemeyen Mustafa
Kemal (Atatürk) tarafından Conkbayırı’nın güney eteklerinde durdurulmuştur. Atatürk,
cephanesi biten ve geri çekilmeye başlayan askerleri durdurarak “Kurşununuz yoksa
süngünüz var” sözünü burada söylemiştir. Daha sonra 57.Alayı 261 rakımlı bu tepeye
doğru hücuma kaldırmıştır. Akşam saatlerinde de Anzakları dar sahil şeridinde
sıkıştırmıştır. Atatürk bu emri vermeseydi Anzaklar yarımadaya hakim olup ConkbayırıKocatepe bölgesini ele geçirip Eceabat’a kadar inecek ve İstanbul yolunu açmış
olacaklardı. Sonradan, 10 Ağustos 1915 sabahı bu bölgede tekrar büyük bir çarpışma
olmuştur. Bu çarpışmada Conkbayırı’nın bazı kısımlarını işgal eden Anzak askerlerine
karşı yeni bir saldırı yapılarak geri püskürtülmüşlerdir. Anzak kuvvetleri bu hamlelerinde
başarılı olsalardı bu kez 25 Nisan’da ele geçiremedikleri Conkbayırı’nı alarak tabyaları
arkadan kuşatacak ve Çanakkale Boğazı’na inerek İtilaf Devletleri donanmasına İstanbul
yolunu açacaklardı.
Conkbayırı Anıtı ve şehitliğinin bulunduğu tepede üçü yarım yuvarlak diğer ikisi de
biraz daha ileride olmak üzere üzeri yazılı beş mermer anıt vardır. Bunlardan birincisinin
üzerinde;
“Mustafa Kemal Atatürk 25 Nisan 1915 sabahı Conkbayırı’na doğru ilerleyen
düşmana karşı 57.Piyade Alayı ile taarruza başlarken “Ben size taarruzu emretmiyorum
ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka
kuvvetler başka komutanlar kaim olabilir” emri yazılıdır.
Mustafa Kemal’in bu sözü
Cesarettepe’ye kadar atmışlardır.
üzerine
harekete
geçen
askerler
Kazandığımız an bu andır
(Atatürk’ün Çanakkale Savaşı anıları içerisinden önemli bir savaş taktiği anısı)
Albay Mustafa Kemal anlatıyor:
Anzakları
“…Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Erat o
müşkül araziyi hiç dinlenmeden ve durmadan geçmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş
yavaşlamıştı. Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat
vermelerini söyledim. Denizden örtülü olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler, sonra
beni takip edeceklerdi. Ben de, orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden
Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar
bulduğumuz fırka cebel topçu tabur kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye
teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na
vardık.
Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve vakanın en mühim
ânı bence budur.
Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki (güneyindeki) 261 rakımlı tepeden sahilin
gözetleme ve korunması göreviyle orada bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na
doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tamamen
serbest olarak ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi
bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek
ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere
gelse kuvvetlerim pek fena vaziyette duçar olacaktı (düşecekti). O zaman artık bunu
bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye (mantıki durum tartışması) midir, yoksa şevki tabiî
(içgüdü) ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na
doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının marş
marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım.
Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu
andır.”
Albay Mustafa Kemal
ATATÜRK ANITI (GELİBOLU)
3-
Gelibolu Conkbayırı’nın en tepe noktasında, Yeni Zelandalılar anıtının karşısında
Atatürk Anıtı bulunmaktadır. Atatürk’ün heykeli iki katlı bir platformdan sonra yukarıya
doğru hafif daralan oldukça yüksek bir kaide üzerindedir. Kaidede Atatürk’ün 1934’de
söylediği şu sözler yazılıdır:
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir
vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan
yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen Analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur
içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim
evlâtlarımız olmuşlardır.”
Mustafa Kemal – 1934
Atatürk’ün bu sözleri Avustralya’nın Queensland şehrinde, başkanlığını Alan J.
Campbell’in yaptığı komitenin yaptırttığı ve “Onur Çeşmeleri” adı verilen anıta, Türkçe ve
İngilizce olarak madeni levha üzerine kazınıp konulmuştur. Onur Çeşmelerinin açılışı 01
Mart 1978’de Başbakan J.Bjelke Peersen tarafından yapılmıştır.
4-
MEHMETÇİĞE DERİN SAYGI ANITI (Gelibolu)
Gelibolu’da Kanlısırt’a çıkan düzlükte kucağında
yaralı İngiliz askerini taşıyan Mehmetçik’in mermer bir
kaide üzerinde bronzdan yapılmış bir heykeli
bulunmaktadır. Bu anıt 1995 yılında yapılmıştır.
Çanakkale Savaşları’nda Kanlısırt’ta birbirlerine yakın
siperlerde yoğun ateş devam ederken bir Anzak
subayı kendi siperlerinin önüne yaralı olarak düşmüş
ve acı içerisinde kıvranmaktadır. Ateş devam
ettiğinden Anzaklar kendi subaylarına yardım
edememişlerdir. Bu sırada Türk siperlerinden beyaz
bir mendil sallanmış ve ateş kesilmiştir. Siperden
çıkan bir Türk askeri yaralı Anzak subayına doğru
giderek onu kucaklamış ve Anzak siperlerine bıraktıktan sonra tekrar yerine dönmüştür.
Ardından ateş devam etmiştir. Bu olayın geçtiği anda sonradan Avustralya Genel Valisi
olan Üsteğmen Lord Casey de o siperlerde bulunuyordu. Lord Casey anılarında bu olayı
şöyle anlatmıştır.
“Biz Çanakkale yarımadasından Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı
kaybederek, ama kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz
büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi
sevdiler. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve
cesareti bütün Anzaklıları hayran bırakan yurt sevgisi insanlığın örnek alacağı büyük
hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla”
5-
CONK BAYIRI TAARRUZU 10 AĞUSTOS 1915
Gün doğmak üzereydi. Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum
anıydı. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen
ağaracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti.
Düşmanın mitralyöz ateşi başlarsa kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende
duran askerimizin üzerinde bir kere patlarsa hücumun imkânsızlığına şüphe etmiyordum.
Hemen ileri koştum. Tümen komutanına rastladım. O ve her ikimizin refakatimizde
bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet seri ve kısa bir teftiş
yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki,
“Askerler! Karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz
acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz ben işaret verdiğimde hep birden atılırsınız.”
Kumandan ve subaylara da işaretime askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim.
Ondan sonra hücum safının önünde bir yere kadar gittim ve oradan kırbacımı havaya
kaldırarak hücum işaretini verdim.
Bütün askerler ve subaylar artık her şeyi unutmuşlar, bakışlarını verilecek işarete
yöneltmiş bulunuyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileriye doğru uzatılmış olan
askerlerimiz ve onların önünde de tabancaları ve kılıçları ellerinde olan subaylarımız
kırbacımın aşağıya inmesiyle demirden bir kitle halinde aslanca bir saldırıyla ileriye
atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde gökyüzüne yükselen “Allah, Allah”
sesinden başka bir şey işitilmiyordu.
Düşman silah kullanmaya bile fırsat bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele
neticesinde ilk hatta bulunan düşman tümüyle imha edildi. Dört saat mücadeleden sonra
23. ve 24. Alaylarımız Conkbayırını tümüyle düşmandan temizlemiş ve 28.alay da
Şahinsırt’ın en yüksek sırtını geri aldıktan sonra Sarıtarla Ağılı üzerine batıya doğru
saldırdılar. Önlerine çıkan düşman kıtalarını mağlup ediyorlar ve hezimete uğratıyorlardı.
Gece karanlıkta yaralıları dolaştığım sırada Mehmet Çavuş adında birinin düşmana
hücum sırasında elindeki silahın kullanılmaz hale gelmesi üzerine hücuma taşla devam
ettiğini anladığımda bu olayın diğer askerlere örnek olacağı düşüncesi ile adı geçenin
derhal orada madalya ile ödüllendirilmesini arz ve istirham ederim. (Sonradan pek ziyade
şöhret alan Mehmet Çavuş budur)
-Mustafa Kemal
6-
KINALI ALİ
Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla
sohbet ediyor, ‘ Nerelisin?’ gibi sorular soruyordu. Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış
bir delikanlıya takıldı.
Yanına çağırdı ve merakla sordu, ” Adın ne senin evladım?” dedi. ” Ali, komutanım” dedi.
” Nerelisin?”
” Tokatlıyım, komutanım, Tokat’ın Zile kazasındanım.”
” Peki evladım, bu kafanın hali ne? Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?”
” Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da
bilmiyorum.”
” Peki dedi üsteğmen. “Gidebilirsin Kınalı Ali”
O günden sonra Ali’nin adı Kınalı Ali oldu. Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali
demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali,
arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini
kazandı. Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi.
”Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. Ama okumam yazmam
yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?”
Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi. ”Sen söyle biz yazalım” dediler. Kınalı Ali
söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını
denetliyordu.
”Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim,
beni sakın merak etmeyin.”
Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını sorduktan
sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini
söyledikten sonra, “Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile
ilerleyemeyecektir” tümcesi ile bitiriyordu. Tam zarf kapatılırken Ali iki üç satır daha
ekleteceğini söyleyerek mektubun sonuna şunları yazdırdı.
”Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama burada komutanlarım
da, arkadaşlarım da benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah
kardeşim Ahmet’e gelecek, Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla da
dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım.”
Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak için tüm
güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer birer, sonraları
beşer beşer, onar onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor, onların
da sayıları giderek azalıyordu. Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali’nin komutanı bu
durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi.
Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye
göndermek zorunda kalmaması için Allah’a dua ediyordu.
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına
gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine
komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile bu isteklerini kabul
etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, hayır bile
bile ölüme gidiyorlardı.
O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı
Ali’nin bölüğünden tek bir kişi bile geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne, babasından mektup geldi.
Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı.
Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası
yanıt veriyordu.
”Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü sattık,
parasının yarısını sana gönderiyoruz, diğer yarısını da yakında cepheye gidecek küçük
kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da.
Sen sakın bizi düşünme.”
Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra
“Şimdi ananın sana diyeceği var” diyerek sözü ona bırakıyordu.
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali’nin anasının ağzından yazılmıştı şöyle
diyordu anası, ” Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de
yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle
dalga geçmesinler. Bizde üç işe kına yakarlar;
1 – GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESINE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE
2 – KURBANLIK KOÇA, ALLAH’A KURBAN OLSUN DİYE
3 – ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMIZE, VATANA KURBAN OLSUN DiYE…Gözlerinden
öper, selam ederim. Allah’a emanet olun”
Ali’nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra, hıçkıra
ağlıyordu.
(Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.)
7- ATEŞ HATTINDA – “ÇOK GEÇ”
Mustafa Kemal her zaman ateş altında dolaşıyordu. Askerlerin maruz kaldığı her
türlü tehlikeyi paylaştığı, etrafında yüzlerce insan öldüğü halde ona bir şey olmuyordu. Bir
seferinde akşam olmak üzereyken yeni kazılan bir siperin önünde oturuyordu. O sırada
İngiliz bataryası onlara doğru ateş açtı. Her akşam gün batmadan önce İngiliz bataryası
tam üç atış yapar ve sonra da ateş kesilirdi. O akşam Mustafa Kemal’i hedef alarak son
üç atışlarına başladılar. Top menzilini bulmaya çalışıyordu. Birinci gülle 50 metre ilerisine
düştü. Herkes siperlere kaçıştılar. Mustafa Kemal yerinden kıpırdamadan hiçbir şey
yokmuşçasına gayet sakin konuşmaya devam ediyordu. İkinci mermi 25 ötesine düştü.
Patlayan şarapnel yağmuru her tarafa toz toprak dağıtıyordu. Üçüncü merminin tam
üzerine düşmesi artık matematik bir kesinlik arz ediyordu. Yanındakiler sipere girmesi için
yalvarmaya başladılar. Fakat Mustafa Kemal onlara dönerek, “Çok geç!” dedi. “Artık
kaçarsam askerlerime kötü örnek olurum.” Geride siperde bulunanlar korku ve hayretle
kendisini seyrediyordu…
Yalnızca o akşam İngiliz topçusu sadece iki atış yaptı.
Peyami SEFA
8-
İSMİ DİDAR OLSUN
Hasan - Mevsuf Anıtı Top Bataryası ve Şehitliği (Merkez)
Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında, Eski Çanakkale-İzmir yolu üzerindeki
Kepez Köyü yakınlarında Hasan Mevsuf Anıtı ve Şehitliği bulunmaktadır. 18 Mart
1915’de buradaki denize hâkim tepenin yamacında 2 tane 15’lik ve 3 tane de 5’lik topun
bulunduğu topçu bataryasının kumandan ve erlerinin şehit oldukları bu yere yapılmış olan
bir anıttır.
Siyah mermer bir kaide üzerinde yukarıya doğru daralan, üzerine tunçtan bir top
mermisi konmuş dört köşe bir anıttır. Bu anıtın üzerindeki yazıtta şunlar yazılıdır:
“22 düşman harp gemisinin zorladığı Çanakkale Boğazı Türk azmi karşısında
geçilemedi. O gün 18 Mart 1915, Türk zaferinin üstün başarısını bu topçu bataryası
göstermiştir. Burada o gün yurdu için savaşırken şehitlik mertebesine yükselen batarya
Komutanı Üsteğmen Hasan ile Takım Komutanı Teğmen Mevsuf ve dört er yatmaktadır.”
Batarya Komutanı Üsteğmen Hasan Bey için 18 Mart 1915 sabahı, İstanbul’dan
Çanakkale Müstahkem Mevkii komutanlığına bir kızının dünyaya geldiğini bildiren telgraf
gelmiştir. Bu telgrafı alan Cevat Paşa bataryaya gelmiş ve Üsteğmen Hasan’a,
“Bir kızın dünyaya geldi. Allah bağışlasın, izinlisin” demiştir. Hasan Bey ise
“Komutanım, vatan daha mukaddes, gidemem. İsmini Didar koysunlar” cevabını vermiş
ve aynı gece bütün batarya ve Hasan Bey gemilerden atılan toplarla şehit olmuştur.
Anıttan 150 metre kadar ileride denize hâkim tepenin yamacındaki küçük şehitlikte
burada şehit olan 6 subay ve erin mezarları bulunmaktadır. Etrafı alçak muntazam bir
duvarla çevrili şehitliğin kapısına dört basamakla çıkılmakta olup, kapının iki tarafına
madenden birer top mermisi yerleştirilmiştir.
9-
BÜYÜKSÜN
Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın.
Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes sana karşı
çıkacaktır, önüne sonsuz engeller yığacaklardır, fakat sen bunlara dayanıklı olacaksın.
Kendini büyük değil, küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız kabul ederek, hiç kimseden yardım
gelmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana “büyüksün”
derlerse, bunu söyleyenlere gülüp geçeceksin.
Mustafa Kemal Atatürk
10- KENDİNE GÜVEN
Çanakkale'de, Arıburnu'nda harp ederken, Liman von Sanders Paşa, vaziyetteki
zorluğu görerek, bir Alman miralayı göndermişti. Miralay geldi. Kaymakam Mustafa
Kemal Bey'den kumandayı almak istedi. Mustafa Kemal Bey kumandayı
bırakamayacağını söyledi. O vakit bu büyük hadise olmuştu. Alman miralayı Mustafa
Kemal’i Liman von Sanders Paşa'ya şikâyet etmişti. Liman Paşa meseleyi halledebilmek
için daha büyük rütbede olan Kolordu Kumandanı Eşref Paşa'yı göndermişti. Fakat bu
defa Mustafa Kemal Bey şöyle dedi.
- Ben bir şart ile kumandayı bırakabilirim. Miralay cenaplarının kumandayı aldıkları vakit
ne yapacaklarını öğrenmeliyim.
Alman miralayı vaziyeti tetkik etmiş:
- Ben ricat emrini veririm, demiştir. Mustafa Kemal Bey ise:
- İşte ben bunu bildiğim için kumandayı bırakamıyorum. Ben bu vaziyette taarruz ederim.
Arkada nihayet bir, iki kilometrelik bir mesafe vardır. Böyle bir vaziyette ricat etmek,
mahvolmak, denize dökülmek demektir. Binaenaleyh taarruzdan başka yapacak bir şey
yoktur, cevabını vermiştir.
Bunun üzerine Esat Paşa, Mustafa Kemal'in omzunu okşayarak:
- Allah muvaffakiyet versin, demekle yetinmiş ve karargâhına dönmüştür.
Mustafa Kemal Bey taarruz kararını tatbik etmiş, o günün gecesi içinde tehlikeli vaziyet
değişmiş, muvaffakiyet başlamıştır. Bu neticeyi gören Alman Miralayı askeri bir tavır ile
selam vererek Kaymakam Mustafa Kemal Bey'e yaklaşmış:
- “Ben bir miralayım. Rütbece sizden büyüğüm. Fakat sizin emriniz altında çalışmayı
kendime şeref bilirim. Bunu Liman von Sanders Paşa'ya da böylece bildirdim!” demiştir.
Asım US
11- ONBAŞI SEYİT ANITI VE RUMELİ MECİDİYE BATARYASI (GELİBOLU)
Gelibolu, Kilitbahir yakınında Mecidiye Şehitliğinin karşısında
bulunan alandaki bu anıt, Seyit Onbaşı’nın anısına
yapılmıştır. Mermer bir kaide üzerine 275 kg.lık bir mermiyi
taşıyan Seyit Onbaşı’nın bronz heykeli yerleştirilmiştir.
Seyit Onbaşı Edremit’in Havran-Çamlık Köyü’nde 1889
yılında dünyaya gelmiş, 1909’da askere alınmıştır.
Askerliğinin 6.yılında Gelibolu Mecidiye Bataryasında topçu
eri iken Queen Elizabeth ve Ocean zırhlılarının açtığı ateş
sonucu açılan çukura baş aşağı beline kadar gömülmüştür.
Yanındaki sıhhiye eri Onu bacaklarından çekerek
kurtarmıştır. O sırada bataryada bir tane top ve birkaç topçu
eri hayatta kalmıştır. Gemilerin ateşi devam etmekte iken
topun mermiyi kaldıracak olan metaforası (vinci) isabet aldığı için parçalanmıştır. Bunun
üzerine Seyit Onbaşı 276 kg.lık mermiyi arkadaşı Niğdeli Ali’nin yardımı ile sırtlamış ve
bu şekilde topun altı basamağını çıkarak mermiyi topa sürmüş ve ateşlemiştir. Bu atışla
Ocean’a isabet eden mermi gemiyi hareketsiz bırakmış ve bir süre sonra da Ocean
batmıştır. Bundan sonra Türk Müstahkem Mevkileri Komutanı Miralay Cevad Bey
(Alb.Cevat Çobanlı) eliyle ona Onbaşı rütbesini takmıştır.
Seyit Onbaşı Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve yaralanmıştır. Savaştan sonra Havran’da
bir yağ fabrikasında hamallık yaparken 50 yaşında zatürreeden ölmüştür. Bugün
doğduğu köye, Havran’daki ilkokula ve bir sokağa Onun ismi verilmiştir. Havran’da top
mermisini taşırken temsil edilen bir heykeli bulunmaktadır.
12- ÇANAKKALE SAVAŞI
Dünya tarihini değiştiren Çanakkale Savaşı
cesaretin kahramanlığa dönüştüğü ve eşi
görülmemiş bir centilmenlik savaşıdır. Her iki
tarafın birbirinden nefret etmeden, siperlerden
birbirlerine su ve yiyecek atarak şehitlerinin de
koyun-koyuna yattığı destansı bir savaştır.
18 Mart 1915 deki deniz harekatı ile
başlayan
Çanakkale
Savaşı’nda
İtilaf
Devletleri boğazı geçemeyince 25 Nisan
1915’te Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmış ve sekiz buçuk ay sürecek olan
kara savaşları başlamıştır. Bu savaşın sonunda müttefikler 43 bin şehit, 30 bin
kayıp, 72 bin yaralı verirken Türk ordusu da 55 bin şehit, 25 bin hastanede yaralı
iken ölen, 10 bin kayıp ve 100 bin yaralı vermiştir. Atatürk’ün bu savaş hakkında
söylediği şu söz bu kayıpların daha sonra ülkemize ne gibi bir etkisi olduğunu
anlatması bakımından çok önemlidir: “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun(bir
üniversite nesli) gömdük”.
30 Kasım 1915’te Üsteğmen Ali Rıza ve Teğmen Orhan Bey karaya oturan
bir kruvazörü bombalarken bir Fransız uçağını da makineli tüfekle düşürmüş ve
“düşman uçağı düşüren ilk pilotlar” olarak tarihe geçmişlerdi. Müttefik
kuvvetlerinden geride kalabilenler 20 Aralık 1915’de Anafartalar ve Arıburnu’nu, 9
Ocak 1916’da da Seddülbahir’i boşaltarak topraklarımızı terk etmişlerdir.
Çanakkale’de müttefiklerin başarı sağlayamaması üzerine İngiltere’de hükümet
düşmüş ve Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Winston Churchill ve Amiral Fisher istifa
etmek zorunda kalmıştır.
General
W.Birdword’un
Çanakkale Savaşları için tarihe geçen
şu sözleri birçok gerçeği ifade
etmektedir:
“Türk askeri kadar vatanı için
gözünü kırpmadan ölen, savaş anında
müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan,
ateş kesildiği zaman onun kadar iyi
yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın
yaralarını saran, sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde
görülmemiştir.”
Gelibolu Yarımadası 1973 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Gelibolu Milli
Parkı’nın sınırları Gelibolu Yarımadası’nın Saroz Körfezinden Ece Limanına ve
Çanakkale Boğazı’ndaki Akbaş İskelesi arasındadır. Bu bölgede Seddülbahir Köyü
çevresindeki Tekke ve Hisarcık burunları, Ertuğrul, Morto, İkizkoyları, Alçıtepe,
Kerevizdere, Zığındere ile kuzeydoğuda yer alan Arıburnu, Conkbayırı,
Kocaçimen, Kanlısırt, Anafartalar ve Suvla koyları Çanakkale Savaşları’nın
yapıldığı alanlardır. Bu nedenle bu bölgede her biri ayrı bir kahramanlık örneğini
yansıtan şehitlikler bulunmaktadır. Bütün bu şehitliklerin anısına da Çanakkale
Şehitler Abidesi dikilmiştir. Bu bölgede çeşitli yerlerde 37 Türk anıtı ve şehitliği,
Fransız, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ait 33 anıt ve mezarlık
bulunmaktadır.
13- SAAT
Atatürk’ün Saatinin Parçalandığı Yeri Simgeleyen Anıt (Gelibolu)
Çanakkale Savaşları sırasında, Conkbayırı’nda bir şarapnel parçası Atatürk’ün
göğsündeki saate isabet ederek O’nu mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Bu olayın geçtiği
yerde, bunun anısına bir anıt yapılmış ve 25 Nisan 1993’te ziyarete açılmıştır.
Emekli General Cemil Conk’un anlattığına göre; şiddetli top ateşi başladığında
Atatürk birden acı ile elini göğsüne götürmüş, o sırada yanında bulunan Yarbay Servet
Bey (Em.Tuğ.Gen. Servet Yurdatapan) kan sızıntısını görünce telaşlanmış bunun üzerine
Atatürk elini dudaklarına götürerek sus işareti yaparak kimseyi telaşa vermemesini
istemişti.
Atatürk, akşama doğru Mareşal Liman von Sanders’e kendi kumandası altında
yapılan süngü hücumu hakkında bilgi verirken, ”Bütün cephe üzerinde piyademiz,
Conkbayırı’na tırmanmaya çalışan düşmana benim işaretimle süngü hücumuna geçti ve
düşmanı denize kadar sürdü. Bu esnada benim göğsüme bir mermi parçası isabet etti.
Saatim kırıldı. Bu saat benim canımı kurtardı. Müsaade ederseniz bugünkü
muvaffakiyetin hatırası olarak bu saati size takdim edeyim” diyerek parçalanmış saati
Liman von Sanders’e verdi. O da ailesinin soyluluk armasını taşıyan kendi saatini
Atatürk’e uzattı ve bugünün hatırasına kabul etmesini istedi.
Liman von Sanders emekli olduktan sonra Münih’de yaşamını sürdürdü. Bir
müddet sonra Milli Savunma Bakanlığı Liman von Sanders’in ailesine bir mektup yazarak
askeri müzeye konulmak üzere bu saatin iadesini rica etmişlerdi. Ancak aile eve giren bir
hırsız tarafından bu saatin çalındığı yanıtını verildi.
Atatürk'ün kendi sözleri ile:
"Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında, birçok
muharebelere iştirak ettim. Hatta ölüm, bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti.
Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat mermi parçasının şiddetini kırdı. Büyük bir
şarapnel parçası kalbimin tam üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan
akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Beyden başka hiç kimse görmemişti. Ona parmağımla
susmasını söyledim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik
yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün
akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım."
14- BOMBASIRTI
Çanakkale Savaşı’nı kazandıran yüksek ruh...
Mustafa Kemal Atatürk anlatıyor:
“Bombasırtı olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine
rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre,
yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor.
İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir
soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında
öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’anı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor.
Bilmeyenlerse Kelime-i Şehâdet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem
gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor,
öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde
bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini
kazandıran bu yüksek ruhtur.”
15- ARTIK DÜŞMAN DEĞİLSİNİZ
Andre Lemoİne’nin Bir Anısı:
Posted by: editor, in Çanakkale Destanı
18 Martta batan Fransız gemisinden 20 kişilik bir denizci sahile çıkmaya muvaffak
olmuştu. Ama karaya ayak bastıkları anda Türk askerlerini de karşılarında buldular. Bu
olayı Andre Lemoine şöyle anlatıyor.
“Sahile çıktığımız zaman bitkindik. Bir taraftan üzerimizden akıp giden mermiler,
diğer yandan mayınlar… Korkulmayacak gibi değildi.. Üstelik şimdi kızgın düşmanla
karşılaşmıştık… Bizi aldılar, ilerideki tepenin hemen arındaki bir kulübeye götürdüler.
İçlerinde subay yoktu… Üzerimizdeki ıslak elbiseleri çıkardık. Bize kaputlarını verdiler.
Sobanın başında ısındık. Az bir zaman sonra ekmek ve azık getirdiler. Kendilerinin
tayınları olduğu belliydi. Karşılıklı yedik bunları.. Çorba ikram ettiler.. Düşman değil
müşfik kurtarıcılar gibi davranıyorlardı. Az sonra genç bir teğmen geldi. Güzel Fransızca
konuşuyordu.
“Sizin için savaş bitti. Artık düşman değilsiniz. Biz zengin değiliz. Erlerim sizi ancak
bu kadar ağırlayabilmişler” dedi.
Daha sonra bizi aldılar ve Tekirdağ’a götürdüler.
Türklerin bu büyüklüklerini unutamam.
16- SİLAHINI BIRAKMAMIŞ
Bir Görgü Tanığı İfadesi:
“İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın donanmaları gelip orayı bombardıman ettiğinde ve
karaya asker çıkardıklarında, Türk askerleri oraya hücum ettiler. Denizin içerisine dahi
girerek düşmanı süngüleyip çıkarmaya mani olmaya çalışıyorlardı.
Donanma uzaktan ateş ediyor ve denizin içinde elinde silah tutuğu halde şarapnel ile
şehit olan kimseler oluyordu. Onların elinden silahı almaya çalışırdım. Katiyen o silahı
elinden almaya imkân yoktu. Öylece defnediyordum. Huzur’u Rabb’ül Âlemine öyle
çıkmak istiyor, bırakmıyordu silahı. Kaç kimseleri böyle defnettim. Ellerinden silahı almak
mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam böyle tutar.
17- HELAL ETTİM
Çanakkale Savaşından Bir Anı
Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, Kimi
Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...
Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp
vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine
yapışır.Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür
dudaklarından.
"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..." Tekrar
derin nefes alıp, defalarca yutkunur:
"Ben...Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...Kendisini
göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin"
"Sen merak etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle
okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de "Söyleyin hakkını
helal etsin" olur...
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getirilmektedir. Bunlardan çoğu
daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşerler. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar,
künyeler komutana ulaştırılır. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan gözyaşlarını
silmeye daha fırsat bulamaz. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır.
Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz.
PUSULADAKİ NOT: "Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim.
Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem.
Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim."
18- GELECEĞİNİ BİLİYORDUM
ÇILGIN TÜRKLER KiTABINDAN ALINTI
Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker en iyi arkadaşının az ileride, kanlar içinde
yere düştüğünü gördü. İnsanin başını bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir ateş
altındaydılar.
Asker teğmenine koştu hemen,
- Komutanim, bir koşu arkadaşımı alıp geleyim mi?
"Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen.
- Gitmeğe değmez oğlum, arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.
Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın! Ama asker o kadar ısrar etti ki, teğmen izin
vermek zorunda kaldı.
- Peki, dene bakalım!
Asker yoğun ateş altında fırladı siperden ve mucize eseri, arkadaşının yanına kadar gitti,
yaralı arkadaşını sırtlandığı gibi kendi siperlerine kadar taşıdı. İkisi birlikte siperin içine
yuvarlandılar. Teğmen hemen koşup yaralıya bir göz attı ve nefes nefese bir kenara
yıkılmış askere döndü:
- Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez, dememiş miydim? Arkadaşın zaten ölmüş.
- Değdi Komutanım, değdi” dedi asker.
- Nasil değdi, arkadaşın zaten ölmüş, görmüyor musun?
- Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu.
Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için
Ve hıçkırarak, arkadaşının son sözlerini tekrarladı: Bana şöyle dedi,
"Geleceğini biliyordum, GELECEĞİNİ BİLİYORDUM!”
Kalbimizde "arkadaşlık" denilen bir mucize var. Nasıl olduğunu, nasıl başladığını
bilemezsiniz. Ama bunun özel bir armağan olduğunu bilirsiniz.
Gerçekten de arkadaşlar nadide mücevherlerdir.
Yüzünüzü güldürüp, başarmanız için cesaret verirler.
Sizi dinlerler ve kalplerini açmaya hazırdırlar.
B-
KURTULUŞ SAVAŞI HİKÂYELERİ
1- BÜYÜK TAARRUZ VE Başkomutanlık Meydan Muharebesi
Türk ordusunun Sakarya Savaşı’nda elde ettiği başarı kamuoyunda büyük ses
getirmiş, TBMM’nde taarruza kalkılması gerektiği yönünde fikirlerin beyan edilmesine
neden olmuştu. Elbette ki Türk ordusu Sakarya Savaşı’nı kazanarak büyük bir moral
içerisine girmiş ve bir an evvel düşmanı yurttan atmanın hesaplarını yapar hale getirmişti.
Ancak Büyük Taarruz öncesi bazı şartların oluşması gerektiğini çok iyi bilen Mustafa
Kemal Paşa, acele edilmemesi gerektiğini 4 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin gizli bir
toplantısında yaptığı şu konuşma ile açıkça ifade ediyordu,
“Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi,
hazırlığımızı tamamen bitirmek için biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım
tedbirlerle yapılacak taarruz, taarruz etmemekten çok daha kötüdür”
Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusunun saldırma ve ilerleme gücünün iyice
zayıflamış olması henüz yurdun kurtarılmış olması anlamına gelmiyordu. Yunanlıların
Anadolu’dan tamamen sökülüp atılması gerekiyordu.1922 yılının Haziran ayı ortalarına
gelindiğinde Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, artık taarruza geçilmesi gerektiği
kararını almıştı. Büyük bir gizlilik içerisinde yürütülen çalışmalarda düşmanın
kuvvetlerinin dikkati başka yönlere çekiliyordu. Diğer taraftan Türk ordusu büyük bir zaferi
sağlayacak olan bir taarruz hareketi için var gücüyle çalışıyordu.
Mustafa Kemal Paşa ordu birlikleri arasında düzenlenecek futbol müsabakaları
bahanesiyle tüm ordu komutanlarını Akşehir’e davet etti. 28 Temmuz gecesi ordu
komutanları ile yapılacak taarruz hakkında bir toplantı yapan Mustafa Kemal Paşa,
gereken talimatlarını burada ordu komutanlarına iletti. Basına 21 Ağustos günü Çankaya
Köşkü’nde bir çay daveti verileceği haberi bildirilmişti.
Böylelikle gizli bir şekilde yürütülen Büyük Taarruz hareketinde son aşamalara
hızla geliniyordu. Mustafa Kemal Paşa 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana
taarruz emrini vermişti. Ancak bu emrinin Yunanlılar tarafından anlaşılmaması için o gece
Ankara’da bir baloya katılacağı duyurulmuştu. Zaten bir yıldan beri hazırlanmakta olan
hazırlığın son aşamasına gelinmişti.
Afyonkarahisar üzerinden saldırılacağını düşünen Yunanlılar buraya büyük bir
istihkâm yapmışlardı. Zaten dağlık olan bu yöreden saldırabilmek büyük güçlükler
içeriyordu. Bunun üzerine Türk Ordusu daha kuzeyden saldıracakmış gibi bir görüntü
verdi. Kuzeydeki coğrafi koşullar daha uygun olduğu için iki ordumuzdan güçlü olan
1.orduyu daha kuzeye kaydırmıştık. Yunanlılar bunun üzerine Afyon’daki kuvvetlerinden
büyük kısmını çekerek kuzeye saldırının daha muhtemel olduğu bölgeye kaydırdılar. Ve
işte o gece 1. ve 2. Ordular tüm aletleri, hayvanları, silahları ve askerleri ile büyük bir
sessizlik içinde dağlarda birbiri ile yer değiştirdiler. Hayvanların ayakları bezlerle
bağlanmıştı. Karşı taraf çıt çıkarılmadan yapılan bu yer değiştirmeden habersizdi.
Saldırının gelmek üzere olduğunu bildikleri halde o gece Başkomutan’ın baloya
katılacağını duymaları üzerine rahatlamışlardı. Artık saldırı yeri ve zamanı itibarı ile
tamamen bir sürpriz haline gelmişti.
Piyade savaşında ve hele özellikle dağlık bir bölgede savaş yapılıyorsa hakim
tepelerin ele geçirilmesi ve arkadan gelecek birliklerle önce bu tepenin sağlama
alınmasından sonra yeni bir saldırının yapılması esastır. Bu şekilde adım adım, tepe tepe
ilerlenmesi gereklidir. Afyon ve Kocatepe’deki dağlık bölge de aynı böyle zor bir durum
arz ediyordu ve Türk Ordusunun önünde kendisinden hem sayıca da üstün olan ve hem
de büyük bir istihkâm yapmış güçlü bir ordu vardı. Kısacası işler bütün hazırlıklara
rağmen başarılması gereken iş oldukça zor görünüyordu. Fakat işte bu ordunun başında
bir deha, büyük bir lider vardı. O büyük öngörüsü ile duruma baktı ve ordusuna şu emri
verdi, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!” Bu emir çok kısa olmasına rağmen büyük
bir zekâ içeriyordu.
Atatürk yapılan sürpriz saldırının ardından düşman askerlerine toparlanma fırsatı
vermeden harekâtın risk alarak sürdürülmesini düşünmüştü. Bu şekilde tüm Yunan
ordusunu önüne katıp İzmir’e kadar sürmeyi düşünüyordu.
26 Ağustos sabahı Türk Ordusu Afyonkarahisar Kocatepe’de taarruza tam bir baskın
şeklinde başladı, düşman tam bir şaşkınlık içerisine girmişti. Sabah saat 04.30’da topçu
birliklerinin taciz ateşi ile başlattığı harekat, saat 05.00’de önemli noktalara yoğun topçu
ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz sabah 06.00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine
yaklaştılar. Sonra tel örgüleri aşıp, işgalci Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten
sonra, Tınaztepe’yi ele geçirdiler. Daha sonra, saat 09.00’da Belentepe, ardından
Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, 1. Ordu Birlikleri, Büyük
Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar on beş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat
mevzilerini ele geçirdi. 5.Süvari Kolordusu, düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına
başarılı taarruzlarda bulundu. Aynı zamanda 2.Ordu da cephede tespit görevini
aksatmadan sürdürdü.
26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz’u, Genelkurmay Başkanlığı’nca
TBMM’ne bildirilmiş, büyük bir sevinç ve gurur duyulmasına sebep olmuştu.
Genellikle süngü hücumları ile gerçekleştirilen taarruz harekâtı, 27 Ağustos Pazar
sabahı gün ağarırken Türk Ordusunun bütün cephelerde yeniden taarruza geçmesi ile
devam etti. 27 Ağustos saat 18.00’ de 8.Tümen Afyon’a girdi ve Afyon kurtarıldı.
Başkomutanlık karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargâhı Afyon’a taşındı. 28
Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekâtı ile
düşmanın 5.Tümeni tamamen çevrildi. 29 Ağustos gecesi yapılan toplantıda hızla
harekete geçilerek artık muharebenin sonlandırılması gerektiği sonucuna varıldı.
Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen
teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde
gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı Türk Ordusunun kesin
zaferi ile sonuçlandı. 2000.000 kişilik Yunan ordusu kuşatma altına alınmıştı. Büyük
Taarruz’un son safhası askeri tarihimize Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak
geçmiştir.
30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun
büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş
hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta yok edilmiş, bir kısmı da esir alınmıştı.
Böylelikle Büyük Taarruz hedeflendiği gibi 5 gün gibi kısa bir sürede gerçekleştirilerek
kesin sonuç elde edilmişti.
Mustafa Kemal Paşa, kaçan düşman askerlerinin takip edilmesini uygun görerek
01. Eylül 1922’de o ünlü sözünü söylemişti, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir İleri”
Atatürk’ün “Zafer” ile ilgili söylemiş olduğu diğer sözleri şunlardır:
- Zafer, “Zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı ise, “Başaracağım” diye başlayarak
sonunda “Başardım” diyebilenindir.
- Memleketimizi esir etmek isteyen düşmanları behemehal mağlûp edeceğimize dair
olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır.
- Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir
cinayettir.
- Türk Neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk Neferinin kaçtığını
görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki onun başında bulunan en büyük kumandan
kaçmıştır.
- Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz.
2- BAYRAĞA SAYGI
30 Ağustos Büyük Taarruz sabahı Mustafa Kemal muharebe sahasında
dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu
hayvanı, terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi.
Atatürk şöyle söylendi, "Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru
müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir
harekete teşebbüs etmezler"
Tam o sırada Atatürk ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir Yunan
bayrağı gördü. Başkumandan eli ile Yunan Bayrağının kaldırılmasını işaret etti ve
"Bayrak bir milletin istiklal alametidir, bir milletin simgesidir. Düşman da olsa hürmet
etmek lazımdır. Lütfen bayrağı yerden kaldırınız ve topun üzerine koyunuz."
3- BEN BAŞKUMANDANIM
Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin
Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, muzaffer Generalin doğup
büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve
üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya
başlamıştı.
- Binbaşı mısınız?
- Hayır.
- Albay mı?
- Hayır.
- Korgeneral mi?
- Hayır. - Peki nesiniz?
- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım!
Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş
değildir de efendim!
4- 9 EYLÜL - İZMİR
Yunan ordusu kesin yenilgi ile kaçarken acımasızca geçtikleri yerdeki halkı öldürüyor
ve her yeri yakıp yıkıyorlardı. İzmir’e doğru kaçan Yunan askerlerinin bir kısmı ve Yunan
Ordusu Başkomutanı Trikopis esir olarak ele geçirilmişti. Ordumuz bu muharebede, on
beş günde 400 kilometre kat ederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Sabuncu Bel’den
geçen 2.Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir’e doğru akarken, bunun solunda 1.Tümen
de Kadife Kale’ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2.Alayı Tuzluoğlu Fabrikası’ndan
geçerek Kordonboyu’na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5.Süvari
Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4.Alay Komutanı Reşat
Bey’de Kadife Kale’ye bayrağımızı çektiler.
Türk Askeri İzmir’de coşku ve sevinç gösterileri arasında çiçeklerle karşılandı.
Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı
Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in kurtuluşunu Belkahve’den seyretti. Türk Ordusunun,
400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak kat edip İzmir’e ulaşması yurt içinde ve yurt
dışında hayret ve takdir uyandırmıştı.
Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda İstanbul ve Çanakkale
Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türk’lerin haklı
isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. 11 Ekim 1922’de imzalanan
Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla, silahlı çatışma durdurulmuş, Edirne dâhil Trakya’nın da
Türkiye’ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul
edilmişti. Bu gelişmeler üzerine, Anadolu’da Yunan politikasını yürüten İngiltere
Başbakanı Lloyd George, istifa etti.
Atatürk’ün 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zafer’in 2. yıldönümünde 1924
yılında Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan alıntı paragraflar:
“Bilmeyen kalmamıştır ki: Ulusumuz, egemenliğini eline aldığı gün, en karanlık
yoksulluğun, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma
araçları elinden alınmış, kutsal varlıkları saldırıya uğramış, pek acıklı bir durumda idi.
Bütün bunları hiçe sayarak varlığını ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararını
başarıya ulaştırabilmek için kendine bir toplu davranış, bir belirli erek seçmesi
gerekiyordu. Ulusun bütün varlığı ile, bütün inanıyla, canını dişine takarak o yolda birlikte
yürümesi ve er geç başarıya ulaşması gerekti. İşte baylar o erek bu yerdi, burasıydı.
Umulan ve istenen başarı, işte burada kazanılan zaferdi.”
“30 Ağustos Zaferi, Türk Tarihi’nin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz
çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusu’nun burada kazandığı zafer kadar
kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin
etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu
alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin
ölümsüz koruyucularıdır.”
“Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta
olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün
en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu
yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.”
5- İZMİR SUİSKASTI
İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün
Atatürk şu olayı anlatmıştı:
- "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan
sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet, dedi. Ben yine sordum:
- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek
için para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?
- Hayır. - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
- Geçerken işaret edeceklerdi. Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de
öldürecektik. O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.
Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın
şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve
af diledi.
6- SAKARYA SAVAŞI
Sakarya Savaşı (23 Ağustos - 12 Eylül 1921)
İnönü’de ikinci kez mağlup olan Yunan kuvvetleri hazırlıklarını tamamlayarak, 10
Temmuz 1921’de iki ayrı cepheden taarruza geçerek Türk Ordusunu yok etmek istediler.
Desteklenmiş kuvvetleriyle güçlü bir şekilde ilerlemeyi başardılar. Türk Ordusu, bu zor
durumdan kendisini kurtarmak amacıyla Eskişehir’e kadar çekildi. Mustafa Kemal Paşa,
18 Temmuz 1921’de Batı Cephesi karargâhına geldi ve durumu yakından görüp inceledi.
Taktiksel bir anlayış sergileyerek ordunun düzenlenip kuvvetlendirilmesi için, Sakarya’nın
doğusuna kadar çekilmesini gerekli gördü. Bunun üzerine, Türk Ordusu, 25 Temmuz
1921’de taktik savunma yapmak amacıyla Sakarya’nın doğusuna çekildi.
Türk Ordusu Sakarya’nın doğusuna çekilmekle askeri bakımdan büyük bir avantaj
elde etmiş oldu. Bu durum Türk kuvvetleri için zor olsa da, Yunanlılar için daha da zor bir
durum oluşturmuş oluyordu. Bu sayede, Türk kuvvetleri düşmanın gelişen taarruzlarının
tehdidinden kurtarılmış, Sakarya’nın doğusunda yeniden düzenlenerek savunma gücü
artırılmıştı. Yunan ordusu ulaştırma şartları ağır bir ortamda ikmal yapma mecburiyeti
içerisine giriyordu.
Türk Ordusunun Sakarya gerilerine çekilmesi halk arasında olduğu gibi TBMM
içinde de bazı muhalif seslerin artmasına sebep olmuştu. Büyük Millet Meclisi’nde ve
dışarıda son çare ve son tedbir olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına
geçmesinde fayda umulduğu yolunda bir kanaat oluştu. Bunun üzerine Mustafa Kemal
Paşa, 4 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi’ne verdiği bir önerge ile Başkumandanlığı
kabul ettiğini bildirdi ve Meclis’in elindeki yetkileri de fiilen kullanmayı talep etti. Bu önerge
üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın muhalifleri, kendisine Başkomutan ünvanını ve Meclis’in
yetkilerini kullanmak hakkını önce vermek istemediler. Ancak ünvan ve yetki, 5 Ağustos
1921 tarihli kanunla tanındı.
Sakarya Savaşı’na Hazırlık
TBMM, 5 Ağustos 1921’de çıkardığı yasa ile Mustafa Kemal Paşa’ya kendi
yetkilerinin bir bölümünü üç ay süreliğine devretti. Bu yasa ile Mustafa Kemal Paşa,
Başkomutan (Başkumandan) olarak atandı. Mustafa Kemal Paşa’nın bu üç aylık süre
içinde verdiği kararlar “kanun hükmünde” sayılacaktı. Başkomutan artık orduyu Yunan
saldırısına karşı bütün olanakları en iyi şekilde kullanarak hazırlamaya başlamıştı.
Başkomutan ilk olarak, Türk ulusunu özveriye çağırdı. 7-8 Ağustos’ta yayınladığı
Tekalif-i Milliye Emirleri (Ulusal Yükümlülükler Buyrukları) ile ulustan özetle şunları
istiyordu.
“Halkın ve tacirlerin elinde bulunan yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde kırkı,
bedelleri sonradan ödenmek üzere orduya verilecekti. Öküz ve at arabalarının, binek ve
taşıt hayvanlarının yüzde yirmisi teslim edilecekti. Halkın elinde ne kadar silah ve
cephane var ise üç gün içinde orduya teslim edilecekti. Eli silah tutan herkes orduya
katılacaktı. Teknik elemanların hepsi ordu emrine alınmıştı. Bütün teknik araç ve
gereçlerin yüzde kırkına el konulmuştu. Her aile bir takım çamaşır ile bir çift çorap ve
çarık hazırlayıp orduya verecekti. İlçelerde Milli Vergi Komisyonu kurulacak, rahat
çalışabilmeleri için bölgede İstiklal Mahkemeleri kurulacaktı. Sahipsiz mallar, komisyonun
denetiminde olacaktı. Bu emirlerin yerine getirilmesinin denetimini İstiklal Mahkemeleri
yapacaktı.”
“Artık ulus tam anlamı ile bilinçli bir hale gelmişti. Bu sonuçla Başkomutan’ın bütün
emirleri fazlasıyla yerine getirilmiş ve ordunun ihtiyaçları elden geldiği ölçüde giderilmişti.
Sakarya Savaşı
Mustafa Kemal Paşa, 12 Ağustos 1921’de Polatlı’daki Cephe Karargâhına giderek
ordunun başına geçti. Cephede teftiş yaparken, attan düştü ve birkaç kaburga kemiği
kırıldı. Savaşı cephede yaralı ve kaburga kemiği sarılı bir şekilde idare etmek zorunda
kaldı.
14 Ağustos sabahı Yunanlılar güçlendirdikleri birlikleriyle ilerlemeye başladılar.
Kendilerini oyalamaya çalışan Türk kuvvetlerini önlerine alarak geldikleri Sakarya
ırmağının kıyısında 23 Ağustos’ta Türk ordusu ile karşı karşıya geldiler. Asıl savaş o gün
başladı. Çünkü Yunanlılar Sakarya ırmağını aşmaya başlamışlardı. Yunanlılar Ankara’ya
ulaşmak için var gücüyle saldırıyordu. Özellikle Sakarya’nın doğusunda şiddetli
çarpışmalar oluyordu.
Yunanlılar bir ara Ankara’ya 50 km. kadar yaklaştı. Ancak her seferinde önlerine
yeni birlikler yetiştirilerek durdurulmaları başarıldı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa her
seferinde değişik taktikler uygulayarak yeni savunma çizgileri oluşturdu.
Mustafa Kemal Paşa şu anlayışı sergiliyordu. Düşmanı bir hat şeklinde
karşılamaktansa, önce bir hattı müdafaa ediyor ve o hat düşmana kayıplar verdirdikten
sonra, hemen arkasındaki başka bir hattın gerisine geri çekiliyor ve arkasındaki kuvvetler
bu yeni hatta düşmanı karşılıyordu. Bu şekilde bir savunma yaparak fazla bir kayıp
vermeden hem düşmanın ilerlemesi yavaşlatıldı ve hem de düşmana büyük kayıplar
verdirilmiş oldu. Bu taktiksel anlayışını Türk ordusuna ve milletine şu sözleriyle ifade
ediyordu, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır.
Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz”
Yirmi iki gün, yirmi iki gece süren ağır çatışmaların ardından Yunanlılar yenilerek
geri çekilmeye başladılar. 13 Eylül’de Sakarya Irmağı’nın doğusunda tek bir Yunan askeri
bile kalmamıştı. Sakarya zaferi, geri çekilmenin durduğu, ileri gidişin başladığı noktayı
oluşturmuştu.
7- TRİKOPİS
YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS ANADOLU SAVAŞINI VE NASIL ESİR
EDİLDİĞİNİ ANLATIYOR
Trikopis ''Başkumandanlık Muharebesi'' ne ait hatıralarını anlatırken büyük bir
heyecan içinde olduğu görülüyordu. İhtiyar kumandan otuz yılın gerisinde kalan
hatıralarını toplamaya çalışarak sözlerine şöyle devam etti:
- Türk ordusunun bu beklenmedik kuvveti karşısında birliklerimiz perişan olmuştu.
Yan birliklerle de irtibatı kaybetmiştik. Cephanemiz tükenmek üzereydi. Neşrettiğim bir
günlük emirle sonuna kadar muharebeye devam edilmesini askere tebliğ etmiştim.
Vaziyetimiz gittikçe müşkülleşiyordu. Asker yorgundu. Kimsede muharebeye devam
arzusu kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri durmadan çarpışan Yunan ordusunun
maneviyatı hayli sarsılmıştı. Halk artık savaştan bıkmıştı. Askeri zorla, inanmadığı bir
gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük harbin en çetin meselelerinden birini
teşkil eder. Ordunun adım adım hezimete yaklaştığını hissediyorduk. Her tarafımız
Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek
küçüklük sayılır. Vaziyetin kötüye gittiğini gören yaverim bir ara yanıma gelerek:
- Generalim, kılıçlarımızı imha edelim'' diye teklifte bulundu. Kılıcımı kendisine
verdim. Aldı ve parçaladı.
Firar fayda etmedi, ordu perişan olmuştu.
Bu esnada atım da vurulmuştu. Başka bir ata binerek kaçmaya ve çemberi
yarmaya teşebbüs ettim. Fayda etmedi. Türklerin içine düştüm. Esir oldum. Beni
yakalayanlar hüviyetimi almakta güçlük çekmediler. Üzerimde bir revolver vardı. Derhal
bunu anladılar. Bizde süvarilerin kılıcı atların eğerine bağlıdır. Benim bindiğim atta da
böyle bir kılıç bulunuyordu. Askerler bunu da benim kılıcım zanniyle müsadere ettiler.
Bu esnada ordu perişan olmuştu. Sağ kalan birlikler dağınık bir halde İzmir'e
kaçmaya çalışıyorlardı. Bu bizim için büyük bir mağlûbiyet olmuştu. Beni ilk evvelâ Garp
Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye götürdüler. Kendisi ile fazla bir şey konuşmadık.
İnönü, beni yanına alarak Mustafa Kemal'in huzuruna çıkardı. Yunan Orduları
Başkumandanlığına tâyin edildiğimi de bu sırada öğrendim.
Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan
içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi'nin bu esnadaki sözlerini hiç
unutmayacağım:
- Üzülmeyin General, dedi. Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp
olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi
besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında
her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.''
Atatürk'ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük kumandana
karşı içimde bir hayranlık duymaya başlamıştım.
Bundan sonra bizi Kayseri'nin Talas bölgesinde kurulan bir esir kampına sevk
ettiler. Yüksek rütbeli subaylardan başka yanımda dört general daha vardı. Artık bizim
için savaş bitmişti. Neticeyi beklemeye başladık. Bundan sonraki vaziyeti biliyorsunuz.
Ordumuzun bakiyeleri birkaç gün içinde Anadolu'yu terk ettiler. Fakat barış muahedesinin
imzalanması kolay olmadı.
8- KARAYILAN HİKÂYESİ (ŞİİR)
KARAYILAN HİKÂYESİ
Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından
vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun
dururlar.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeye vakit
bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
ve böyle kocaman kafalıydı
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Düşman Antep'e girince
Antepliler onu
korkusunu saklayan
bir fıstık ağacından
alıp indirdiler.
Altına bir at çekip
eline bir mavzer
verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
ileri geri...
Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep'in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan'ın
Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki
onun,
namlıya tek fişek sürmeden
yatıyordu yüzükoyun.
Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
düz ovayı Antepliler
düşmana bırakacaklardı.
"Karayılan" olmazdan önce
umurunda değildi Karayılan'ın
kıyamete dek düşmana verseler
Antep'i.
Çünkü onu düşünmeye
alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı
gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki
yüzükoyun
ak bir taşın ardından
kara bir yılan
çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
gözleri ateşten al,
dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.
Karayılan
Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini :
"İbret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur
seni,
ak taş ardında kara yılanı bulan
ölüm."
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana
:
KARAYILAN dediler.
"Karayılan der ki : Harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus
günüdür..."
(Kuvâyi Milliye'den)
9- KARAYILAN HİKÂYESİ
Karayılan Antep’in köylerinde ırgatlık yapıyordu. Zayıf, ince bir vücudu, kocaman
bir başı vardı. Korkak bir adamdı. Antep Fransızlar tarafından işgal edilince savaşacak
adama ihtiyaç olduğundan Karayılan’ın altına bir at, eline de bir tüfek verdiler. Fakat
Karayılan’ın düşüncesinde yalnızca hayatta kalmak vardı, Antep’in düşman elinde olup
olmaması onu pek ilgilendirmiyordu. Bir tarla sıçanı kadar korkaktı.
Düşman askerleri bir tepeyi ele geçirmişler ve oradan Türk direnişçilerine top ve
tüfekle ateş ediyorlardı. Direnişçilerin elinde de ağır silah bulunmadığından ve mevki
olarak da aşağıda bulunduklarından sürekli top ateşi altında kayıp veriyorlardı. Kanlar
akıyordu.
Bizim Karayılan da bu ağır mermi yağmurundan korunmak için bir gül fidanının
arkasına siper almıştı. O kadar korkuyordu ki elindeki tüfeğe tek bir mermi sürmeden
öylece yüzükoyun yatıyordu.
Düz ovada yerleşmiş olan direnişçiler Antep’i teslim etmek zorunda kalmışlardı.
Karayılan’ın umurunda bile değildi bu durum.
Karayılan yüzükoyun yatarken ak bir taşın ardından kara bir yılan kafasını çıkardı.
Çok yakın bir mesafeden ışıl ışıl parlayan derisi, ateşten al gözleri ve çatal dili ile
Karayılan’a saldırmak üzere idi. Tam o sırada taşlardan seken bir kurşun gelip yılanın
kafasına isabet etti. Yılan yere devrilip kalmıştı. Karayılan kara yılanın ölmeden önceki bu
ihtişamını görmüştü. Avaz avaz bağırmaya başladı. “İbret al, deli gönlüm! Demir sandıkta
saklansan gelir bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm!”
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp, bir tarla sıçanı kadar korkak olan elinde tüfeği ile
haykırarak ileriye fırlayınca bütün Antep direnişçilerini bir dehşet aldı. Karayılan’ın
peşinden koşarak düşmanı tepelerde yendiler ve bu korkak tarla sıçanına “Karayılan”
ismini verdiler.
10-
ŞOFÖR AHMET’İN HİKÂYESİ
6 Ağustos’ta verilen emirle 1. Ve 2. Ordular yer değiştirmeye başlamışlardı. Gece
dağlarda ayakları çaputlarla bağlanmış hayvanlar yük taşıyarak yeni cephelerine
gidiyorlardı. İşte bu sırada Birinci Ordu’nun Nakliye Taburundan üç numaralı kamyonetin
şoförü olan Ahmet de dağlarda idi. Kamyoneti ile kıymetli cephaneyi cepheye götürmeye
çalışıyordu. Zaten aksı kırık, motoru eski olan kamyonet dik yamaçlarda iyice zorlanmaya
başlamıştı. Ordunun elinde başka bir araç olmadığından, yükü de kıymetli bir yük
olduğundan İstanbullu Ahmet endişelenmeye başladı. Tam da beklediği gibi o sırada
lastik patladı.
Karanlıkta araçtan aşağıya inen Ahmet bir yandan kriko ile aracı kaldırıyor, diğer
taraftan da aksiliğe kızarak küfrediyordu. Lastiği çıkardı, iç lastik boydan boya yarılmıştı.
Tamir etme imkânı yoktu. Yedek lastik de olmadığından ne yapacağını şaşırmış vaziyette
orada durdu. Birdenbire aklına bir fikir geldi. Üzerindeki bütün kıyafetleri çıkararak iç
lastik olarak dış lastiğin içine tıkıştırdı. Bu şekilde tekrar yola çıkarak kıymetli yükünü
emniyetle gideceği yere ulaştırdı.
C-
ATATÜRK’ÜN ÖRNEK DAVRANIŞLAR
1- ATATÜRK VE ÖĞRETMEN
Yazı devriminden sonra (1928) Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce
O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı. Aslında, adlandırmada geç kalınmıştı.
Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra, bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru
yöneltmişti. “Yurdu kurtardınız. Şimdi ne yapmak isterdiniz?” Hiç duraklamadan şu cevabı
vermişti. “Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak, en büyük
amacımdır.”
Atatürk nerede bir okul görse girer öğretmen ve öğrencilerle sohbet ederdi. Bir gün
Atatürk'ün yolu bir köy okuluna düştü. Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders vermekte
idi. Atatürk sınıfa girince öğretmen kürsüsünü terk ederek Atatürk'ün oturmasını istedi.
Atatürk, "Hayır, lütfen yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz", dedi. "Eğer izin
verirseniz, biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfta ders sırasında, Cumhurbaşkanı bile
öğretmenden sonra gelir"
2- ATATÜRK VE TÜRK UŞAĞI
Bir gün İngiltere konsolosunun geleceğini haber alan Atatürk hemen İngiliz
mutfağından yemek yemekler hazırlanmasını söyledi. .Misafir geldi ve masaya oturuldu.
Yemek masasında otururken Türk uşak konsolosun üstüne yemekleri devirdi.
Atamız Konsolosun Kulağına eğilerek, "Ben Türk Milletine Her Şeyi Öğrettim,
ancak bir türlü uşaklığı öğretemedim" dedi.
3- BEKLEYECEKSİN
Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice dışarı çıktı ve Topkapı Sarayı Müzesi'ne
geldi. Müzeyi gezmek istiyordu.
Kendisini kapıcıya tanıttı, fakat kapıcı "Henüz saat 09.00 olmadı, memurlar da
dada henüz gelmediler. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" diye cevap verdi.
Kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve bu sözlere çok sayıda muhatap olduğu için gelenin
Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta şudur. Atatürk
kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmemiş, bir kenara çekilip, saatin 09.00 olmasını
ve memurların gelmesini beklemiştir.
4- HEDİYE
Mustafa Kemal Konya'da Behiç Bey'in evinde General Tawsend şerefine büyük bir
ziyafet veriyordu. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek
çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal misafirine şöyle dedi,
"Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir
milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum" diyerek
elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti.
Sonra tam sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak General'e verdi ve
şöyle dedi, "Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan
çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın
ailesini çok arattımsa da bulamadım. İngiltere'ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati
verirseniz çok memnun olurum"
5- YORGUNLUK
Atatürk İzmir Zaferi'nden sonra trenle Ankara'ya dönüyordu. Vali daha önceki
istasyonlardan birinde onu karşılamaya gitti. Trene binince “Nerededir?” diye sordu.
“Daha giyinmedi...” dediler.
Vali, Atatürk'ün ahbabı idi. Biraz teklifsizce kompartımanın kapısına kadar gitti.
“Büsbütün çıplak değilsiniz ya efendim?” diye sordu.
“Hayır, yalnızca ceketsizim.” Diye cevap geldi.
Vali içeri girdi. Atatürk,
“Uyuyamadım” dedi. “Battaniye ve yastık koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı.
Ceketimi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Hiç uyuyamadım, kalktım.”
Vali, “Peki, ama efendim niçin haber vermediniz?” diye sorunca, gülümseyerek cevap
verdi.
“Hepsi de benim kadar uykusuzdurlar, dedim ve rahatsız etmek istemedim.”
Falih Rıfkı Atay
6- GEÇMİŞ OLSUN
Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksander ile İstanbul'da
Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken, konuk Kral,
“Ekselans” dedi. “Biz Türkleri çok severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan
Harbi'nin sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize
teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini
kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.”
Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu cevabı verdi.
"Haşmetmeap, evvela bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük
geçmiş olsun efendim, büyük geçmiş olsun.”
D-
ANTİK ÇAĞ BİLGELERİ
1- THALES
Birisi Thales'in yanına gelerek sordu, “Sizce dünyada daima sizinle birlikte olan şey
nedir?” Thales kısaca cevap verdi, “Ümit”, “Çünkü bizi en son terk eden ümittir” “Peki”
diye devam etti adam, “Dünyada en kolay şey nedir?”
“Ondan kolay bir şey mi var?” diye cevap verdi ünlü bilge, “Tabii ki başkalarına
nasihat vermek en kolay şeydir”
2- SOKRATES’İN EŞİ
Sokrat vücut yapısı olarak çok çirkindi ve zayıf bir bedeni vardı. Başı keldi ve soğan
şeklinde burnu vardı. Eşi Xanthippe ise çok güzel bir kadındı. Ancak Sokrat ve eşi hiç iyi
geçinemezlerdi. Sokrates’in sürekli olarak öğrencileri ile birlikte olmasını hazmedemeyen
Xanthippe evde sürekli olarak problem çıkarmakta ve Sokrates için evliliği sürekli olarak
cehenneme çevirmekte idi. Evde kavga gürültü eksik olmuyordu. Sokrat da fırsatını
bulduğunda kendisini dışarıya atmakta idi.
Bir gün Sokrat ve öğrencileri bir yandan ders yapmakta bir yandan da yürüyüş
yapmakta idiler. O esnada Sokrat’ın evi önünden geçmekte iken Sokrat da şans eseri
evlilik yaşamının faziletlerinden ve iyi taraflarından bahsetmektedir.
Tam o sırada Sokrat’ın eşi balkondan aşağıya bulaşık suyunu boşaltır. Sokrat hiç
istifini bozmadan şöyle devam eder, “Evlenin! Evlilik çok kutsal bir müessesedir.
Hanımınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa da benim gibi filozof olursunuz.
3- SOKRATES VE GÖKGÜRÜLTÜSÜ
Sokrates’in eşi evde her gün kavga çıkarmakta ve çeşitli bahanelerle Sokrates’i
aşağılamakta idi. O gün Sokrates eve girer girmez de söylenmelerine başladı. Sokrat
fazla cevap vermeden durmaya çalışıyordu. Yemeğin hazır olduğunu görünce bari
sofraya oturayım diye düşündü. Sofraya oturdu ama eşinin bağırıp çağırmaları devam
ediyordu. Yemeği tabağına koyup yemeye başladı. Bu sefer eşinin tepesi iyice atmıştı.
Adam hem kendisini dinlemiyor ve hem de yemek duasını etmeden yemek yemeğe
başlıyordu. İçeriye gitti ve koca bir kova dolusu su getirdi. Sokrates fark etmeden
arkasından yaklaştı ve suyu Sokrates’in kafasından aşağıya boşalttı.
Bunun üzerine Sokrates eşine hiç kızmadan kendi kendine şöyle söylendi, “Sabahtan
beri gök gürleyip duruyordu, en sonunda yağmur yağacağı belli idi.”
4- SOKRATES – RUHU BATIRMAK
Sokrat’ın hayranlarından zengin bir tüccar Sokrates'e bir çuval altın bağışlayarak
hediye etti. Sokrat çuvaldaki altınlardan bir tekine bile dokunmadı. Bir kendisine altınları
hediye eden tüccar kişi vefat edince Sokrates altın çuvalını alarak bir kayığa bindi ve
deniz açıldı. Altınları teker teker denize atmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine
şöyle konuşuyordu, “Ey altınlar! Siz benim ruhumu kirletmeden ve batırmadan önce ben
sizi batıryorum!”
5- SOKRATES – ADALET
“Sokrat’a bu dünyayı ayakta tutan şey nedir?” diye sordular. Sokrat kesin bir ifade ile
cevap verdi, “Bu dünyayı ayakta tutan şey adalettir. Bir yerde zulüm olduğu zaman o
yerin ayakta kalması düşünülemez!”
6- DİYOJEN VE İSKENDER
Diyojen ünlü bir Yunanlı bilge ve filozoftu. Başından büyük belalar geçmiş ve hatta
esir olarak bile satılmıştı. Çok fakir yaşantı sürdürüyordu. Üzerinde sadece bir çul ve
elinde bir su tası ile bir fıçının içinde yaşıyordu. Diyojen bir gün çeşmeden eli ile su içen
bir çocuk gördü ve bu da gereksizmiş diyerek elindeki çanağı da fırlatıp attı.
Bir gün Büyük İskender onun olduğu şehre geldi. Herkes ayağa kalkıp ona büyük
saygı gösterisinde bulunuyordu. Diyojen ise güneşin vurduğu fıçı içinde sıcağın keyfini
çıkarmakta idi. İskender yanındaki adamlara bu adamın kim olduğunu sordu. Onun büyük
bir bilge olduğunu öğrenince hemen yanına gitti.
İskender, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Neden herkes gibi ayağa kalkıp
saygı göstermiyorsun?” diye sordu. Diyojen, “Tabi biliyorum, hem de çok iyi biliyorum.
Sen benim esirimin esirisin.” İskender şaşırmıştı, ”Ne demek istiyorsun?” diyerek atından
indi ve hışımla onun yanına gitti. Diyojen devam etti, “Sen toprak için adam öldürüyorsun,
Hâlbuki bu dünya, bu toprak benim esirim. Bu durumda sen benim köleme köle
olmuşsun. Söyle bakalım bu durumda kim kime ayağa kalkmalı?”
İskender karşısındaki adamın büyük bir bilge olduğunu anlamıştı. Şöyle dedi, “Pekala
madem öyle, dile benden ne dilersen!”
Diyojen ünlü cevabını verdi, “Gölge etme, başka ihsan istemem!”
7- DİYOJEN – SOKAK
Diyojen dünya nimetlerine değer vermeyen yaşantısı ile ünlü büyük bir bilge idi. Bir
gün dar bir sokakta zengin ve kibirli bir insanla karşılaştı. İkisinden birinin kenara
çekilmesi gerekiyordu. Zengin adam karşısında gördüğü çulsuz ve pis kıyafetli Diyojen’i
hor görerek konuştu, “Ben senin gibi bir serserinin karşısında kesinlikle kenara
çekilmem!” Bunun üzerine Diyojen hemen kenara çekildi ve sakince şöyle dedi, “Ben
çekilirim!”
8- DİYOJEN – YARIŞ
Diyojen yaşlandığı halde durup dinlenmiyor, çalışmaya devam ediyordu. Arkadaşları
kendisinin iyiliğini düşünerek nasihat ettiler. “Kendini bu kadar yorma! Biraz istirahat
etmelisin!”
Diyojen onlara şu güzel cevabı verdi, “Eğer bir yarışa katılmış olsaydınız yarışın
sonunda hedefe yaklaşınca yavaşlar mıydınız?”
9- DİYOJEN – AĞIZ
Diyojen’e gelerek sordular, “Sevgili Üstadımız, acaba neden iki tane kulağımız var da
sadece bir tane ağzımız var?” Diyojen basitçe cevapladı, “Neden olacak? Tabii ki az
konuşalım ve çok dinleyelim diye!”
10-
DİYOJEN – MERCİMEK ÇORBASI
Diyojen bir gün kendisine yemek yapmak için çeşmenin başında mercimek
ayıklıyordu. O sırada krala dalkavukluk yapması ile ünlü Kalisten oraya geldi ve Diyojen’e
şöyle “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu. Diyojen, “Mercimek ayıklıyorum” diye cevap
verdi. Kalisten kibirli bir şekilde, “Sen de benim gibi krala yanaşsaydın mercimek
ayıklamak zorunda kalmazdın!” diye onu kızdırmaya çalıştı. Diyojen çok sakindi. Yavaşça
cevap verdi, ”Sen de benim gibi mercimek çorbası ile yetinip kanaat etseydin, krala
dalkavukluk yapmak zorunda kalmazdın!”
11-
KONFÜÇYUS – YUMURTA
Konfüçyus bir arkadaşına şöyle dedi, “Diyelim ki senin elinde bir tane yumurta var.
Benim de bir yumurtam var. Sen bana yumurtanı versen ve ben de kendi yumurtamı
sana versem yine senin bir tane yumurtan ve benim bir yumurtam olmuş olur, öyle değil
mi?” Sonra devam etti,
“Ama senin bir bilgin var, benim de bir bilgim var. Sen bilgini bana versen benim
bilgimle beraber iki bilgim olmuş olur. Ben de bilgimi sana versem senin bilginle birlikte
senin de iki bilgin olmuş olur.”
12-
SOLON – ÜSTÜNLÜK
Yunanlı düşünür Solon ünlü Solon kanunlarını yapan kişi idi. Bir gün kendisine şöyle
sordular, “Siz çok şey biliyorsunuz ve büyük bir bilginsiniz. Ama başkaları da çok şey
biliyorlar. Sizin bilginizin onların bilgisinden üstün olduğu taraf nedir?”
Solon yavaşça cevap verdi, “Doğrudur, ben çok şey biliyorum, ama benim farkım
sahip olduğum bilginin çok az olduğunu bilmemdir.”
13-
PLATON – ŞAŞKINLIK
Platon ünlü bir Yunanlı bilge idi. Hiçbir zaman kahkaha ile güldüğü görülmemişti,
çünkü insanların kötülüklerinden ve ihtiraslarından kaçarak yaşamayı kendisine düstur
edinmişti. Kendisine niye böyle insanlardan uzak olduğu soruldu, “İnsanoğlunun sizi en
çok şaşırtan davranış ınedir acaba?”
Plato şöyle cevap verdi, “Birincisi çocukken küçük olmaktan sıkılırlar ve büyümek için
acele ederler. Sonra da çocukluklarını özlerler”
“İkincisi de para kazanmak için her şeyi yaparlar ve sağlıklarını yitirirler. Sonra da
sağlıklarını geri kazanmak için servetlerini harcarlar.”
14-
PLATO – KUMAR
Plato bir gün öğrencilerinden birini kumar oynarken yakaladı. Öğrencisini fena halde
azarladı. Öğrenci kendisini savunmak istedi ve şöyle cevap verdi, “Ama efendim ben çok
az parasına oynuyordum.”
Plato daha beter kızdı, “Ben sana kaybettiğin para için kızmıyorum ki, ben sana
kaybettiğin zaman için kızıyorum.”
15-
İSKENDER – CEZA
Büyük İskender kral olmuş ve birçok ülkeleri fethetmişti. Bir gün bir arkadaşı
kendisine gelerek şöyle dedi,
“Şu şu kişiler sizin hakkınızda kötü konuşuyorlar. Neden onları cezalandırıp onları
susturmuyorsunuz?”
İskender’in cevabı çok manidardı, “İyi ama o zaman o kişiler söyledikleri şeylerde
haklı olurlar.
16-
MENEDEM – GERÇEK MUTLULUK
Yine başka bir ünlü bilge Yunanlı Menedem’dir. Menedem’e sohbet sırasında biri
“İnsanın istediğini elde etmesi ne kadar büyük bir mutluluktur” dedi.
Menedem şöyle cevap verdi, “Asıl daha büyük mutluluk insanın elindeki ile
yetinmesidir.”
17-
ARİSTO – GÜLERYÜZ
Ünlü bilge Aristoteles bir öğrencisine ders veriyordu. Çözülecek problemi etraflıca
kendisine izah etti. Sonra da sordu, “Anladın mı evladım?”
Öğrencisi “Evet anladım efendim!” diye cevap verdi. Aristo tatmin olmamıştı. “Peki
ama sende anladığına dair bir işaret görmüyorum.” Öğrenci “O dediğiniz işaret nedir
acaba?” diye sorunca Aristo, “Tabii ki güleryüz, evladım, güleryüz. Eğer sen problemi
anlamış olsaydın gülümserdin.”
18-
E-
S
DİĞER HİKÂYELER
1- SEN GİDECEKSİN
İkinci dünya savaşı yıllarında Gazi Lisesi’ni bitiren 2 genç, okulu bitirir bitirmez yurt
dışında okumak için gençlerden birinin babası olan, Milli Eğitim Bakanına gittiler.
Bakan, çocukları dinledi ve oğlunu dışarı çıkartıp, arkadaşına şunu dedi,
"Ben Milli Eğitim Bakanıyım, eğer oğlumu yollarsam bu yakışık almaz, seni
yollayacağım."
Bu çocuk savaş yıllarında Alman elçisinin uçağıyla Almanya'ya okumaya uçarken,
bakanın oğlu olan arkadaşı da onu uğurlamaya geldi ve bütün lise hayatı boyunca yurt
dışında okumak hayaliyle biriktirdiği harçlığını çıkarıp arkadaşına verdi,
“Buna benim artık ihtiyacım olmayacak, sen kullan" dedi.
Uçağa binen çocuğun adı:
Gazi Yaşargil. (Dünyaca ünlü beyin cerrahımız)
Bakanın oğlu ise,
Can Yücel.
Bakan ise,
Hasan Ali YÜCEL
Bu hikayenin bir de devamı vardır. Aradan yıllar geçtikten sonra Gazi Yaşargil, Can
Yücel’in oğlunun Fransa’da Louis Pasteur Üniversitesinde 8 yıl boyunca tıp eğitimi
almasını sağlar ve tüm masraflarını karşılar. Eğer o maddi destek vermese çocuğun
yurtdışında okumasına imkan yoktur. Ayrıca bunun yanında her ay ona mektup yazarak
ona her konuda yol gösterir ve yardımcı olur. Her yıl Zürih’e onu ziyarete gider. Bu arada
beyin ameliyatlarını görmesi için hastaneye de götürür. Bu çocuk sonradan Prof. Doktor
olacak ve New York Tıp Akademisi tarafından ödül alacak olan Prof.Dr.Yeni Hasan
Yücel’dir. Bir oğlunun adı Narain Can, diğerinin adı da Shiv Gazi’dir.
Adının dedesinin adı olmasına karar verilince babası Can Yücel ona Yeni Hasan
Yücel adını koymuştur.
19-
DEĞİŞİK BİR KUTSAMA TARZI
Yaşlı bir katırı olan bir çiftçi ile ilgili ibret dolu bir hikâye vardır. Günün birinde katır
çiftlikteki kuyuya düşmüştü. Biraz sonra çiftçi katırın acı acı anırmasını duydu.
Durumu dikkatlice gözden geçirdikten sonra çiftçi katıra acıdı, ama ne katırın ne
de kuyunun kurtarılmaya değer olmadığına karar verdi. Komşularını yanına çağırdı ve
olan biteni anlattı. Onları yaşlı katırı bu ıstıraptan kurtarmak ve kuyunun içine gömmek
için toprak taşımaya çağırdı.
Başlangıçta yaşlı katır çok umutsuz bir durumda idi! Fakat çiftçi ve komşuları
sırtına doğru kürek kürek toprak atmaya başladıkları zaman aklına şimşek gibi bir fikir
geldi. Sırtındakini silkmeli ve yukarıya doğru çıkmalı idi. Toprak sırtına vurdukça bunu
yaptı. “Silkin ve yukarıya doğru çık, silkin ve yukarı doğru çık, silkin ve yukarıya doğru
çık!” diyerek kendi kendisini motive etti. Sırtına vuran darbeler ne kadar şiddetli olursa
olsun ve ne kadar acı çekerse çeksin katır paniğe karşı mücadele etti ve silkinerek
yukarıya doğru adım atmaya devam etti. En sonunda yorgunluktan perişan bir halde
kuyunun duvarının üzerinden dışarıya doğru adım attı.
Kendisini gömmek üzere gönderilen şey kendisinin iyiliğine olmuştu. İçine düştüğü
zor durumdaki davranış biçimi kendisini kurtarmıştı. İŞTE BU YAŞAMDIR!
Problemlerimizi cesaretle, olumlu bir şekilde karşılayalım, paniğe düşmeyelim ve
kendimize acımayalım. Bize sıkıntı veren zor durumlar, içlerinde bizim yararımıza olacak
ve bizi kutsayacak potansiyel taşırlar.
Sorular:
1234-
Öykünün başında katırın durumu nedir?
Köylüler katıra ne yapmaya karar verirler?
Katır düştüğü durumda ümitsizliğe kapıldı mı, kendisine acıdı mı?
Düştüğün zor bir durumu kabul etmemek ve ondan kurtulmaya çalışmak sizce
nasıl bir erdemdir?
20-
ANNE DUASI
Musa bir gün, “Ya Rabbi! Cennette benim komşum kim olacak? Bana bildir de,
gidip onunla görüşeyim” dedi.
Musa’ya şöyle vahiy geldi, “Falan beldeye git! Orada çarşının başında bir kasap
dükkânı var. O dükkânın sahibi olan kasabı gör! O, veli bir kulumdur. Yalnız bilesin ki,
onun çok önemli bir işi vardır. Çağırsan gelmez. İşte o senin cennetteki komşundur.”
Musa hemen bildirilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona, “Ben sana misafir geldim”
dedi. Kasap, Musa’yı tanımıyordu. Ona “Hoş geldin!” deyip bir kenara oturttu. Dükkândaki
işi bitince de alıp evine götürdü. Evinin başköşesine oturtup ikramlarda bulundu.
Musa, ev sahibini dikkatle takip ediyordu. Ev sahibi kasabın ocakta çömlek içinde
yemek pişirdiğini gördü. Yemek pişince çömlekteki yemeği bir tabağa koyup, bir kenara
bıraktı. Sonra bir tabağa daha yemek koyarak onu da misafiri Musa’ya ikram etti ve şöyle
dedi ki, “Benim önemli bir işim var. Sen beni bekleme yemeğini ye!”
“Önemli bir işim var” deyince, Musa önemli işi nedir diye merak etti ve gözüyle
kasabı takip etti. Kasap Musa’nın yanından ayrıldıktan sonra yandaki odaya geçti.
Duvarda asılı duran büyük bir zembili indirdi. Zembilde çok ihtiyar, mecalsiz bir kadın
vardı. Kadına küçük küçük lokmalarla getirdiği yemeği yedirdi. Karnını güzelce
doyurduktan sonra altındaki kirlenmiş bezleri aldı yerine temizlerini koydu. Sonra kirli
bezleri yıkayıp astıktan sonra ellerini yıkayıp Musa’nın yanına geldi. Daha yemeğe
başlamadığını gören kasap sordu: “Niçin yemeğe başlamadınız?” Musa “Sen bana
zembildeki sırrı söylemedikçe, bir lokma bile yemem” dedi.
“Mademki merak ettin anlatayım: Ey misafir! Bu zembildeki benim yaşlı annemdir.
Çok yaşlı olduğu için takatten düştü. Evde bakacak başka kimsem de yok. Evleneceğim;
fakat hanımım annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum. İşe gittiğimde herhangi bir
hayvanın kendisine zarar vermemesi için onu gördüğün gibi bir zembile koydum. Her gün
gelip iki öğün yemek yediriyorum. Diğer hizmetlerini de görüp gönül rahatlığıyla işime
gidiyorum.”
Bunun üzerine Musa dedi ki: “Ancak anlamadığım bir şey daha var. Sen annene
yemek yedirip, su içirdikten sonra, dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söyledi, sen de âmin
dedin. Annen ne söyledi ki Âmin dedin?”
“Annem, her hizmet edişimde, ‘Allah seni cennette Musa’ya komşu eylesin’ diye
dua eder. Ben, hiç ihtimal vermediğim halde, bu güzel duaya âmin derim. Ben kimim ki, o
büyük peygamberle komşuluk edebileyim. Onunla komşuluk edebilecek ne amelim var
ki?”
O zamana kadar kim olduğunu saklayan Musa buyurdu ki:
“Ey Allah’ın sevgili kulu! Ben Musa’yım. Beni sana Allah-u Teâlâ gönderdi.
Annenin rızasını kazandığın için cenneti ve orada bana komşu olmaya hak kazandın.”
Kasap hemen kalkıp Musa’nın elini öptü ve sevinç içinde yemeğini yedi.
Allah-u Teala sizleri anne şefkatinden mahrum etmesin ve anne bedduasından
muhafaza eylesin.
Sorular:
12345-
21-
Musa’nın Rabbine ettiği dua nedir?
Kasap kimdir?
Zembil nedir?
Duvardaki zembilde kim vardı?
Niçin Musa’nın cennetteki komşusu kasaptır?
BİR İNSANIN ANAVATANI ÇOCUKLUĞUDUR (EPİCTETUS)
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam
elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan
öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra
daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek
istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O
seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu
doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin ve bir babanın
en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının
çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi
duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun
çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o
zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben
işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya
çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?”
Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık”
sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile
huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların
üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim
babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan
Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi
kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk
isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti,
içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten
sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde
anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya
benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya, bizim oğlumuz, o
isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu
yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık.
Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminermiş be! Kim bu adam? Öyle
şey mi olur; yok bizimki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken
öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her
akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin
varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onun evet dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına
bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün
doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O
zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim,
ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış,
onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa
kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık.
Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla
oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı
galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü
ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı,
konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar bana beni sevdiğini hiç
söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür
boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu
cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve
babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün
oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması
için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir
çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını
rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin,
sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O
nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime
dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin,
ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Yaa, beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin
dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına
geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En
nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin
karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap
vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü
hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç
rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum
kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve
geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye
sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha
sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim
oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu.
Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk
çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar
gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince
tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU
22-
EDİSON
Thomas Alva Edison 11.2.1847 yılında fakir bir ailede Ohio’da dünyaya gelmişti.
Derslerle arası pek iyi değildi. Ama çok keskin bir zekâsı vardı ve kendi kendine deneyler
yapardı.
Küçük yaşta yaptığı deneyler oturdukları eve büyük zararlar vermişti, böylece onu
evden uzaklaştırdılar. Evi terk etti ama deneylerine devam etti.
Bir süre trenlerde şeker satarak para kazandı. Bir gün trenin tuvaletinde yine bir
deney yaparken bir patlamaya sebebiyet verince kondüktör onu tokatladı, bu yüzden
duyma yeteneği zayıfladı.
Bir gün zengin bir adamın oğlunu trenin altında kalmaktan son anda kurtardı.
Zengin adam teşekkür için ona Telgraf Şirketi’nde iş buldu.
Edison’un deney yapmaya çok büyük merakı vardı ve zaman içinde
çalışmalarında başarılı oldu. O 19. yüzyılın en büyük mucididir. Elektrik ampulü,
gramofon, telefon ve daha birçok şey onun icadıdır.
Nasıl başardı, kendini adama ve ayırım yapabilme gücü ile. Her zaman şu veciz
söze inandı, ”Yapabilirim, Yapacağım, Yapmalıyım.” (I can, I will, I must)
Edison’un hayatı şu hakikati aydınlatır.
“Sabır insanın zorluklara dayanmasını sağlar, fakat azim (direnmek) insanı
zorluklardan kurtarır.”
Sorular:
1- Edison ne zaman ve nerede doğdu?
2345-
23-
Sizce derslerle arası neden iyi değildi?
Evi terk ettikten sonra neden yaptığı deneylere devam etti?
Nasıl başardı?
Zorluklardan kurtulmak ne demektir?
EN İYİ HABER
Arjantinli ünlü golf oyuncusu Robert de Vincenzo, yine bir turnuva kazanmış ve
ödülü ile birlikte kameralara poz verdikten sonra soyunma odasına gitmeye
hazırlanıyordu. Kulüp binasından çıkıp arabasına doğru yürürken yanına bir kadın
yanaştı. Elinde bir resim vardı. Kızının çok hasta ve ölmek üzere olduğunu ve kendisinin
de hiç parası olmadığını anlattıktan sonra golfçüye yardım edip edemeyeceğini sordu.
Kadının anlatış tarzı ve hikâye De Vincenzo’yu derinden etkilemişti. Hemen
cebinden bir çek yaprağı ve bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın önemli bir
kısmını çekin üzerine yazarak kadına uzattı. “Umarım, bebeğinin iyi günlerini görürsün!”
diye temenni etti.
Ertesi hafta golf kulübünde öğle yemeği yerken golf derneğinin bir görevlisi yanına
geldi ve “Otoparkta görevli çocuklar bana geçen hafta turnuva maçından sonra bir
kadının sizin yanınıza gelerek sizinle konuştuğunu söylediler.” Dedi. De Vincenzo “Evet”
anlamında başını salladı.
Görevli “Maalesef size kötü bir haberim var. O kadın bir sahtekârmış. Hasta bir
çocuğu yok. Sizi fena kandırmış” dedi.
De Vincenzo “Yani ortada ölümü bekleyen bir çocuk yok, öyle mi?” diye sordu.
“Hayır, yok.” Diye görevli cevapladı.
Bunun üzerine De Vincenzo “Yaşasın!” dedi sevinçten kahkaha atarak, “İşte bu, bu
hafta duyduğum en iyi haber!”
24-
İMPARATOR
Uzak Doğu’da bir imparator artık yaşamının sonlarına yaklaşmış ve kendisine bir
halef seçmek istemişti. Ancak çocuklarından birini yeni kral olarak seçmek yerine değişik
bir yol uygulamaya karar verdi.
Bir gün krallığındaki gençleri saraya çağırdı ve
şöyle seslendi, “Benim için krallıktan çekilme ve yeni
kralı seçme zamanıdır. Ben sizlerden birini kral olarak
atamaya karar verdim.”
Kendi çocukları şoka girmişlerdi. İmparator
devam etti, “Bugün hepinize birer tohum veriyorum.
Bu tohumlar çok özel tohumlardır. Sizlerden bu
tohumları ekmenizi, onları sulamanızı ve bir yıl sonra
buraya gelerek neler yetiştirdiğinizi göstermenizi istiyorum.”
“Getireceğiniz bitkilere bakarak bundan sonraki
kralı seçeceğim.”
O gün orada Ling adında bir çocuk
bulunuyordu ve o da diğerleri gibi bir tohum aldı. Eve
gitti ve heyecanla annesine tüm hikâyeyi anlattı.
Annesi ona bir saksı ve içinde toprak getirdi; birlikte
tohumu toprağa ektiler ve dikkatlice suladılar.
Her gün gidip gelerek saksıyı suluyor ve
tohumun büyüyüp büyümediğini kontrol ediyordu.
Aradan 3 hafta geçmişti ki arkadaşları tohumlarının
filizlendiğinden
ve
bitkilerinin
büyümeye
başladığından söz etmeye başladılar. Ling kendi tohumuna baktı, hiçbir filiz
gözükmüyordu.
3 hafta, 4 hafta ve 5 hafta geçti. Hala hiçbir şey yoktu. Şimdiye kadar diğerlerinin
bitkileri boy atmaya başlamıştı, ama Ling’in hiçbir şeyi yoktu. Ling kendisini başarısız
hissetmeye başlamıştı. 6 ay geçti ve Ling’in saksısı hala boştu. Tohumunun ölümüne yol
açtığını düşünüyordu. Tüm arkadaşlarının ağaçları ve büyük bitkileri varken onun elleri
bomboş kalmıştı.
Buna rağmen Ling arkadaşlarına hiçbir şey söylemedi. Hala tohumunun
büyümesini sabırla bekliyordu. En sonunda aradan bir yıl geçti ve krallıktaki tüm gençler
ağaçlarını ve bitkilerini imparatora götürüyorlardı.
Ling annesine elinde boş bir saksı ile gitmek istemediğini söyledi, ama annesi ona
dürüst olmasını öğütledi.
Bu fikir Ling’in hiç hoşuna gitmemişti, ama annesini haklı olduğunu biliyordu.
Elinde boş saksı ile saraya doğru yola çıktı.
Ling saraya vardığında diğer gençlerin yetiştirdikleri değişik bitkileri görünce
şaşkına döndü.
Hepsi hem boy ve hem de görüntü açısından çok güzellerdi. Ling kendi boş
saksısını yere koydu. Diğer gençler onunla alay ettiler. Ona acıyarak şöyle seslendiler,
“Hey, iyi denemeymiş ama!”
İmparator oraya geldiğinde odayı dikkatlice gözden geçirdi ve diğer gençleri
selamladı. Ling arkalara bir yere saklanmaya çalıştı. “Tanrım, ne büyük ağaçlar ve
çiçekler getirmişsiniz böyle!” diye imparator seslendi. “Bugün içinizden biri yeni kral
seçilecek.”
Birdenbire imparator odanın arkalarında
saklanmış Ling’i ve önündeki boş saksıyı gördü.
Yardımcılarına Ling’i ön tarafa getirmelerini söyledi.
Ling korkudan titriyordu.
“İmparator benim başarısız olduğumu anladı,
şimdi beni cezalandıracak.” diye düşündü.
Ling öne doğru getirtildiğinde imparator onun
ismini sordu. “Benim adım Ling” diye cevapladı. Tüm gençler ona gülüyor ve alay
ediyorlardı. İmparator herkese sessiz olmasını işaret etti.
Ling’e bir kere daha baktı ve orada toplanan
kalabalığa seslendi, “Yeni kralınızı selamlayın! Onun adı
Ling.”
Ling kulaklarına inanamıyordu. Kendi tohumunu
büyütememişti bile. Nasıl kral seçilebilirdi ki?
Bunun üzerine imparator şöyle açıkladı, “Bir yıl
önce ben herkese bir tohum verdim. Hepinize onu alıp
ekmesini, sulamasını ve bugün bana getirmesini
söyledim.
Ama aslında hepinize suda kaynatılmış ölü
tohumlar vermiştim. Ling hariç hepiniz bana çiçekler ve
ağaçlar getirdiniz. Size verilen tohumun filizlenmediğini
fark ettiğinizde onun yerine başka bir tohum ektiniz.
Aranızda bana kendisine benim ona verdiğim
tohumu geri getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösteren
bir tek Ling oldu. Bu yüzden, yeni kral olarak seçilen de o
oldu.”
Bugün ne ektiğinize dikkat edin, yarın ne ekin elde edeceğiniz ona bağlıdır.
25-
HEMEN Mİ ÖLECEĞİM?
Stanford Hastanesinde doktor 5 yaşındaki küçük çocuğa “Senden bir isteğimiz
olacak. Ablanın yaşayabilmesi için kanını vermen gerekiyor, verir misin?” diye
sordu. Küçük oğlan çocuğu, aynı hastalıktan yeni kurtulmuş ve kanında virüsü yok eden
antikorlar oluşmuştu. Çok ağır durumda olan genç kızın hayatta kalması, o kanın
verilmesine bağlı idi. 5 yaşındaki erkek çocuğu bir an duraksayıp, sonra kararını verdi,
“Eğer kurtulacaksa ablam, tabii ki veririm kanımı.”
Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıp gülümsemeye çalıştı. Yavaş
yavaş kızın yanaklarına renk gelir; buna mukabil, küçük çocuğun yüzü bembeyaz
olmuştu. Titreyen bir sesle doktora sordu, “Hemen mi öleceğim doktor amca?”
Ufak çocuk doktoru yanlış anlamıştı; ablasına vücudundaki bütün kanı verip
kendisinin öleceğini düşünmekte idi. Ama gene de bu fedakârlığı yapmaktan
çekinmemişti.
İnsanlar büyüdükçe, yüreklerinde o saf sevgiyi, temiz duyguları ve karşılıksız
sevmenin ne demek olduğunu maalesef unutuyorlar. İçinizdeki çocuğu öldürmemeye
çalışın!
26-
THE COCOON - KOZA
Adamın biri bir imparator güve böceğine ait bir koza bulmuştu. Kozanın içinden
çıkacak kelebeği gözlemleyebilmek amacı ile kozayı eline alıp eve götürdü. Her gün
kozaya bakmaya başladı. Bir gün kozanın bir yerinde küçük bir yarık oluştuğunu gördü.
Kozanın karşısına oturup seyretmeye başladı. Kelebek o küçük yarıktan dışarı
çıkabilmek için bütün gücü ile gayret ediyor ve bedenini zorluyordu. O kadar çok çırpındı
ve gayret etti ki seyreden adam kelebeğin artık bu işi yapamayacağına karar verdi. Tüm
merhameti ile eline bir makas aldı ve kelebeğin içinden çıkmaya çalıştığı yarığı keserek
büyüttü. Kelebek bu şekilde kozanın içinden rahatça dışarıya çıkabildi. Fakat şimdi
kocaman bir vücudunun yanında büzülmüş ve pörsümüş kanatları vardı. Adam kelebeği
gözlemeye devam etti. Kelebeğin kanatlarının genişleyeceğini ve sonunda kelebeğin
uçmaya başlayacağını düşündü. Fakat hiçbirisi gerçekleşmedi. Zavallı kelebek tüm
hayatını o şiş bedeni ve büzük kanatları ile yerlerde sürünerek geçirdi.
Adamın o şefkati ve aceleciliği içinde anlayamadığı şey şu idi. Kozanın yarığının
küçüklüğü ve o küçük delikten dışarıya çıkmak için kelebeğin verdiği mücadele sayesinde
bedenindeki fazla sıvı kanatlarına gitmeye zorlanıyor ve bu sayede kozadan çıkıp
kurtulduktan sonra kanatları gelişmiş olduğu ve bedeni de küçülmüş olduğu için rahatça
uçabiliyordu.
Özgürlük ve uçabilmek ancak verilecek büyük bir mücadele sayesinde mümkün
olabiliyordu. Kelebeği mücadeleden mahrum bırakarak adam onun sağlığından yoksun
bırakmıştı.
Bazen sıkıntılar ve yapmamız gereken mücadeleler aslında bizim tam olarak
ihtiyacımız olan şeylerdir. Eğer hayatımız boyunca hiçbir engelle karşılaşmadan yaşarsak
o zaman asla uçamayız. Bu durum bizi sakat bırakacak ve uçmaya başlayarak bizi
yükseklere taşıyacak kanatları elde edemeyeceğiz.
27-
HİPPO – KENDİN OLMAK
“Küçük” kız suyun içine daldı ve derinlere giderek nehir yatağında yürümeye
başladı. Hareketleri sanki bir akıntıya karşı yüzüyormuş gibi yavaştı, aynı ayın üzerinde
yürüyen bir adama benziyordu.
Hayat hiç adil değildi ki!
Bütün günün sıcağını vücudunda
hissettikten sonra etrafındaki su serin ve
rahatlatıcı gelmişti. Ayrıca aşırı duyguları
için de bu serin su ilaç gibi gelmişti.
Bir hippo (hipopotam) olmak hiç
adil olmayan bir durumdu. Hanımefendi
"Bir hippo olmak ne kadar zavallı bir
başını kaldırdı, ayaklarını yere vurdu ve
durum"
yine suyun yüzeyine çıktı. Anında güneş
yine sırtını yakmaya başladı, bu yüzden
yine nehrin turuncu renkteki çamurlu kıyısına doğru gitti. Kendisini ıslak çamurla kapladı
ve kamışların ve sazlıkların ortasında suya yarı gömülü vaziyette durmaya başladı.
Biraz sonra yanına Pee geldi. Bu çok güzel görünümlü sarı-gri renkte tüyleri olan
bir sığırcık idi. Pee, hippo’nun yanaklarından süzülen yaşları gördü ve “Ne oldu sayın
leydim. Size ne oldu böyle?”diye sordu.
"Bir hippo olarak dünyaya gelmek
çok berbat bir şey.” Diyerek ve içini
çekerek hippo cevapladı.
"Neden ki?" diye Pee sordu.
“Baksana bana! Ben kocamanım ve
şişmanım. Ayrıca çirkinim ve biçimsizim.
Benim kaderim, tüm hayatımı şu gri renkte
tüysüz
derimi
güneşin
sıcağından
koruyabilmek için şu çamurun içinde badi
badi yürümek.“
"Neden leydim?”
"O kadar ince, güzel ve tasasız gözüküyorlar ki..."
“Bana leydi deme! Ne leydi ama! Şu halime baksana! Bak işte asıl leydiler orada”
diyerek kumlu toprağın üzerinde sekerek dolaşan bir grup ceylanı gösterdi. Altın ve krem
renkli kürkleri güneşin ışığında parlıyor ve ceylanlar bir oraya bir buraya havaya
sıçrayarak geziyorlardı.
Hippo şöyle devam etti, “ O kadar ince, güzel ve tasasız gözüküyorlar ki! Aynı
dansçılar gibi, zarif ve çekiciler.”
Ceylanların ardından bir grup
zürafa da su kenarına geldi. Onların da
çok güzel kürkleri vardı ve sağlıklı bir
şekilde parıldıyorlardı. Uzun bacakları ile
uzun adımlar atıyorlar ve boyunları da
buna uygun olarak salınıyordu. Çevreleri
ile tamamen bir uyum içinde ve huzurlu
gözüküyorlardı.
"Ben her zaman sizin gibi uzun
boylu ve zarif olmak istiyordum"
“Keşke
ben
de
bir
olabilseydim,” diye leydi fısıldadı.
zürafa
“”Çok komiksin” diye Pee güldü. “Sen ceylanlar neden bir oraya bir buraya
sıçrayarak gidiyorlar biliyor musun?”
“Eğlence için değil mi?”
“Hayır, pek sayılmaz. Onlar yırtıcı hayvanlardan, aslanlardan, leoparlardan ve
sırtlanlardan kaçıyorlar. Onlar kendilerini kovalayanları yanıltmak için ve takip etmesinler
diye sıçrayarak gidiyorlar, Bu bir dans değil de daha çok kendi yaşamı için bir savaş
vermek sayılabilir, tabii dışarıdan güzel gözüküyor o başka. Herhalde sen de böyle
yapmak istemezdin değil mi?”diye Pee sordu.”Peki sen bir hippo olarak neden
korkarsın?”
“Hiç bir şeyden korkmam ben, neden ki?”diye leydi cevap Verdi. Bir an durakladı
ve derin düşünce ile mavi gökyüzüne bakakaldı.
“Sanırım beni tek endişelendiren şey arada sırada aç bir aslanın çıkagelmesi.
Fakat ben onlara saldırarak kovalar ve sonra da yine suyun içine gelirim. Suyun içinde
beni hiç bir şey rahatsız etmez, timsahlar bile. Aslında ben suyun içinde olmaktan çok
hoşlanırım. Su çok iyi, serinletici ve rahatlatıcıdır.” diye devam etti ve sonra tekrar suyun
içine daldı, yalnızca gözleri ve burnu suyun seviyesinin üzerinde kalmıştı. Su yumuşak bir
şekilde vücudunun etrafından akıyordu. Kendisini daha mutlu hissederek leydi ayakları ile
çifte atarak yüzmeye başladı. Pee de uçarak onun başına kondu ve beraber yüzmeye
başladılar.
“Pee sordu, “Ne kadar zarif ve güzel yüzdüğünü biliyor musun? Tam bir yüzme
uzmanısın.”
“Bak beni bir seyret” diyerek leydi nehrin dibine daldı. Ayaklarını ve başını hareket
ettiriyor, hareket ederek dönüyordu. Tam bir yetenek ve uzmanlık gösterisiydi. Daha çok
uzman bir dümencinin kontrolündeki küçük gri bir denizaltına benziyordu. Tekrar suyun
yüzeyine geldi. Pee orada kendisini sevinçle karşıladı.
“Hiç haber vermeden suya daldın,
beni neredeyse boğuyordun.”
“İyiyim ama değil mi?”
“Evet, evet çok iyiydin. Artık neden
kendine
güvenmeye
başlamıyorsun?
Hepimizin kendimize göre yeteneklerimiz
var. Artık kendi yeteneklerinin keyfini
çıkartman ve başkaları ile kıyas etmemen
gerekiyor.
Kendini
başkaları
ile
karşılaştırmak yalnızca kötü hissetmene sebep oluyor.”
"Yıldızlara bakıyordu..."
“Öyle mi?” diye leydi cevap verdi.
İkisi beraber nehrin karşı kıyısına doğru yüzdüler, oraya zürafalar gelmiş
akşamüstü su içiyorlardı. O kadar uzun bir boyunları vardı ki ağızlarının suya varması için
ön ayaklarını iyice açmak zorunda kalıyorlardı. Bu o kadar zor bir işti ki; ayrıca zürafalar
bu konumda su içerken vahşi hayvanların saldırılarına açık bir hale geliyorlardı.
“Aman leydim, beni çok korkuttun!” diye bir zürafa irkilerek sordu. “Bir an seni bir
timsah zannettim. Senin yalnızca gözlerini ve burnunu görebildim, timsahlar da aynı
böyle sessizce sokulur ve saldırırlar.”
“Özür dilerim” diye leydi cevap verdi.”Biliyor musun ben her zaman senin gibi
uzun ve zarif olmak istemiştim. Fakat böyle su içmek sizin için biraz için zor olmuyor
mu?”
“Çok dikkatli olmamız gerekiyor,
inan bana hiç bizim yerimizde olmak
istemezdin sayın leydim. İçinde olduğun o
suyu çok özlerdin. Biz sıklıkla seni suda
yüzerken ve soğuk suya dalarken
görüyoruz. O kadar eğlenceli gözüküyor
ki? Çok şanslısın biliyor musun?”
Zürafanın sözleri leydinin aklında
kaldı ve uzun bir süre bunları düşündü.
"Onlara saldırarak kovalarım ..."
Bütün gün ve hatta ertesi gün hep bu
konuyu düşündü. Aslında bu sözleri bundan sonraki bütün hayatı boyunca hatırladı. O
günden sonra artık ne kendi görüntüsü yüzünden ve ne olduğundan dolayı hiç üzüntü
çekmedi ve kendisini eleştirmedi. Her gününü turuncu çamurun içinde yuvarlanarak ve
serinleyerek geçiriyor ve Pee ile uzun konuşmalar yapıyordu. Ve sık sık geceleri suyun
içinde yarı batmış bir şekilde yatıyor ve yukarıdaki yıldızlara bakıyor ve yaşayabildiği için
ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu.
Ünlü bir bilge şöyle demiştir, “Hayatınızı olabilecek en iyi şekilde yaşayın, size bu
şans sizin içgüdülerinizi, isteklerinizi ve geçmiş eylemleriniz sonucu zihninizde
kalan etkileri ve izlenimleri yüceltmeniz ve ahlaki ve spiritüel merdivende giderek
yükselmeniz amacı ile verilmiştir. Bunun gibi fırsatları en iyi bir şekilde kullanın ve
Sürur elde edin.”
28-
TÜM GÜCÜNLE İT
Bir adam bilgeyi görmeye gitmişti. Bilge adama kendisiden yapmasını istediği bir
işi olduğunu anlattı. Adamın evinin hemen önünde çok büyük bir kaya olduğunu söyledi.
Bilge adama bütün gücü ile kayaya doğru bastırması ve itmesi gerektiğini söyledi. Adam
kendisine söylenileni her gün yapmaya başladı. Yıllar boyunca her gün saatlerce
yorulmadan çalıştı. Omuzları ile yerinden azıcık bile oynatamadığı kayanın soğuk, sert
yüzeyini itti. Adam odasına her akşam yorgunluktan bitkin ve her yeri ağrı dolu bir şekilde
geri dönüyordu.
Bütün günlerlinin boşu boşuna geçtiğini düşünüyordu. Adam sonunda cesaretini
kaybettiği için zihninde kötü düşünceler yeşermeye başladı,
“Bu kayayı çok uzun zamandan beri itiyorsun fakat bir milimetre bile yerinden
kımıldatamadın” Böylece adam bu işin imkânsız bir görev olduğunu ve kendisinin
kaybettiğini düşünmeye başladı. “Nasıl olsa kaybettin, bari artık kendini mahvetme,
kayayı bütün kuvvetinle itmene gerek yok. Şöyle az kuvvetinle itsen yeter.”
Adam daha da ileri giderek itme işini tamamen bırakmayı düşündü, fakat önce bu
karışık düşünceleri bilgeye sunması gerekiyordu.
Bilgeye giderek sordu, “Sevgili bilge kişi, ben çok uzun zamandan beri çok çalıştım
ve senin işini yapmaya gayret ettim, benden istediğin şeyi yapabilmek için tüm gücümle
gayret ettim. Fakat bu kadar zamandır uğraşmama rağmen kayayı bir milimetre bile
yerinden kımıldatamadım. Neyi yanlış yaptım? Kusurum nedir?”
Bilge merhametle cevap verdi, ”Sevgili oğlum, Bana hizmet etmeni istediğim ve
sen bunu yapmayı kabul ettiğin zaman ben senden bütün gücünle kayayı itmeni istedim
ve sen de bunu yaptın. Ben sana hiçbir zaman o kayayı hareket ettirmeni istediğimi
söylemedim. Senden istenen yalnızca o kayayı itmendi. Şimdi bütün gücünü sarf ettikten
sonra başarılı olamadığını düşünerek bana geliyorsun. Fakat bu gerçekten doğru mu,
gerçekten başarısız mısın? Kendine bir bak! Kolların güçlendi ve kasların gelişti, Sırtın
kaslandı ve kuvvetlendin. Sürekli itmekten ellerin nasırlaştı, bacakların kalınlaştı ve
sertleşti.”
"Direndin ve geliştin, şu anda eskisine göre çok daha iyi bir durumdasın. Ama
buna rağmen kayayı yerinden oynatamadın. Senden beklenen itaat etmen ve yalnızca
itmendi. İnancını, bana ve benim bilgeliğime olan güvenini imtihan ettim. Bunu yaptın.
Şimdi, sevgili oğlum ben kayayı yerinden oynatacağım.”
Biz içimizden gelen bir ses duyduğumuz zaman, şifreyi çözüp onun bizden istediği
gerçek şeyin ne olduğuna dair zihnimizi kullanmaya meylederiz. Hâlbuki bizden beklenen
şey tam bir teslimiyet ve tam bir inançtır. Elbette, inanç dağları yerinden oynatır, fakat
şunu iyi bilin ki dağları yerinden oynatan yine de Tanrı’nın ta kendisidir.
29-
NE KARDEŞ AMA
Paul isminde bir arkadaşım Noel hediyesi olarak ağabeyinden bir otomobil almıştı.
Noel akşamı Paul işyerinden çıktığı zaman ışıldayan yeni arabasının başında bir sokak
çocuğu gördü. Arabayı hayranlıkla inceliyordu.
“Bu sizin arabanız mı efendim?” diye sordu, Paul de başını salladı. “Bu arabayı
bana benim kardeşim Noel hediyesi olarak verdi” dedi.
Küçük çocuk şaşırmıştı, “Senin kardeşin bu arabayı sana verdi ve sen hiçbir şey
ödemedin, öyle mi?” diye sordu ve “Keşke ben de.....” diye durakladı.
Tabi Paul çocuğun ne demek istediğini biliyordu, Keşke benim de böyle bir
kardeşim olsaydı, diyecekti. Fakat çocuk şöyle devam etti, “..ben de böyle bir kardeş
olabilseydim.”
Paul şaşkınlık içinde çocuğa baktı ve “Araba ile bir tur atmak ister misin?” diye
sordu. “Evet, tabi çok isterim.” Diye çocuk cevap verdi.
Kısa bir yolculuktan sonra çocuk, “Efendim bizim evin oraya gitmemizin bir
mahzuru var mı?” diye sordu. Paul gülümsedi, genç çocuğun ne istediğini biliyordu.
Komşu çocuklarına içine bindiği arabayı göstermek ve hava atmak istiyordu, fakat Paul
yine yanılıyordu.
“Şu iki merdivenin olduğu yerde durabilir misiniz?” diye çocuk sordu. Merdivenleri
koşarak aştı ve kısa bir süre sonra yanında ayağı aksayan engelli bir çocuk olduğu halde
yavaş yavaş gelmeye başladı. Yanındaki küçük kardeşi idi. Onu alt basamağa oturttu ve
ona yaslanarak arabayı gösterdi.
“İşte orada Buddy, tam sana yukarıda anlattığım gibi. Bu arabayı ona kardeşi Noel
hediyesi olarak almış ve o hiçbir şey ödememiş. Bir gün mutlaka ben de sana buna
benzer bir hediye alacağım. O zaman benim sana anlattığım bütün o güzel şeyleri sen
kendi gözlerinle görebileceksin”
Paul arabadan dışarıya çıktı ve küçük çocuğu kaldırarak arabasının ön koltuğuna
oturttu. Çocuğun ağabeyi de kardeşinin yanına oturdu. Üçü beraber unutulmaz bir tatil
gezintisi yapmaya çıktılar.
O Noel akşamı Paul peygamberinin sözlerini daha iyi bir şekilde anladı,
“Vermek almaktan daha kutsaldır.”
“Veren el alan elden üstündür.”
30-
HAYAT DERSİ
Bir adamın dört oğlu vardı. Olaylar ve insanlar hakkında önyargılı olmalarını ve
çabuk karar vermelerini önlemek için onlara bir ders vermek istiyordu. Onları evlerinden
oldukça uzakta bulunan bir armut ağacına gönderdi ve döndükleri zaman izlenimlerini
kendisine aktarmalarını istedi. Ancak her birisini ayrı bir mevsimde gönderdi.
Birinci oğlunu kış aylarında, ikincisini baharda, üçüncüsünü yaz aylarında ve
dördüncüsünü de sonbaharda gönderdi.
Dört oğlu da gittikten ve geri geldikten sonra hepsini yanına çağırdı ve neler
gördüklerini anlatmalarını istedi.
Birinci oğlan ağacın çirkin, gövdesinin çatlak ve dallarının kıvrım kıvrım olduğunu
söyledi.
İkinci oğlan bunun tersini, ağacın yeşil yapraklarla ve tomurcuklarla dolu olduğunu
söyledi.
Üçüncü oğlan bu sözlere de katılmadı. Ağacın dallarının çiçeklerle dolu olduğunu
ve bu çiçeklerin nefis koktuğunu ve çok güzel olduklarını söyledi. Bu güne kadar gördüğü
en güzel şey olduğunu da ilave etti.
Dördüncü oğlan hiçbirine katılmıyordu. Ağacın dallarının lezzetli olgun meyvelerle
yerlere kadar sarktığını ve ağacın yaşam dolu olduğunu söyledi. “Hmmmmh baba” dedi.
“Ağaçta bir meyvalar var ne kadar lezzetli bilemezsin!”
Sonra babaları oğullarına açıklama yaptı ve hepsinin haklı olduğunu söyledi,
çünkü hepsi ağacın yaşamında yalnızca bir mevsimİ görmüşlerdi.
Bir ağacı veya bir insanı yalnızca bir mevsime göre değerlendiremeyeceklerini
söyledi. Bir insanın nasıl bir insan olduğu ve yaşamındaki keyif, haz, neşe ve sevgi ancak
yaşamın sonunda, bütün mevsimler gelip geçtikten sonra değerlendirilebilirdi.
Eğer kış mevsimde vazgeçerseniz, bahar aylarındaki umudu, yaz aylarının
güzelliğini ve sonbaharın sunduğu yaşamı kaçırabilirsiniz.
Anafikir :
Bir mevsimdeki acının, diğer tüm mevsimlerin vereceği mutluluk ve sevinci yok
etmesine izin vermeyin. Yaşamı, zorlu geçen bir tek mevsimle değerlendirmeyin. Sıkıntılı
geçen dönem boyunca sabredin, daha iyi zamanlar eninde sonunda mutlaka gelecektir.
31-
ŞÜKRET
Günün birinde çok zengin bir adam oğlu ile beraber bir yolculuğa çıktı. Amacı
oğlunun fakir insanların nasıl yaşadıklarını kendi gözleri ile görmesi idi. İkisi birlikte çok
fakir sayılacak bir ailenin doğanın ortasındaki evlerinde bir kaç gün ve gece geçirdiler.
Yolculuk dönüşü baba oğluna sordu,”Oğul, yolculuk nasıl geçti?” Oğlan “Çok iyiydi,
baba.” Diye cevap verdi.
“Fakir insanların nasıl yaşadıklarını gördün mü?” diye baba sordu. “Evet, baba.” Diye
tekrar oğlu cevapladı.
“Peki, söyle bakalım, bu yolculuktan ne öğrendin?”
Oğlu şöyle cevapladı,”Şunları fark ettim, baba, bizim bir köpeğimiz var, onların dört
tane. Bizim bahçenin ortasına kadar gelen kocaman bir havuzumuz var, onların küçük
göllerinin sonu nerede göremiyorsun. Bizim yurtdışından gelme ithal bahçe lambalarımız
var, onların geceleri gökyüzünde yıldızları var.
"Bizim avlu ön bahçeye kadar uzanıyor, onlarınki ufka kadar. Bizim yaşayacak küçük
bir çiftliğimiz var, onların çayırlarının sonunu göremiyorsun.
“Bizim hizmetçilerimiz var, onlarsa başkalarına hizmet ediyorlar. Biz yiyeceğimiz
şeyleri satın alıyoruz, onlar kendileri yetiştiriyorlar. Bizim bahçenin çevresinde bizi
koruyacak duvarlarımız var, onların kendilerini koruyacak arkadaşları var.
Oğlanın babasının nutku tutulmuştu, ağzını açamadan kaldı. Oğlan ekledi,”Bu kadar
fakir olduğumuzu bana gösterdiğin için çok teşekkür ederim baba.”
Bir şeye değişik bakış açıları ne kadar güzel bir şey değil mi? Sahip olmadığımız
şeyler için üzülmektense sahip olduğumuz şeyler için şükredersek neler olabileceğini
görmek bizi çok şaşırtıyor.
Bilge kişi şöyle der,”Halinden memnun olmak en değerli hazinedir. Yaşamından en
çok hoşnut olan kişi dünyanın en zengin insanıdır. Arzularla dolu olan kişi ise dünyanın
en fakir insanıdır.”
32-
NAKIŞ
Ben küçük bir çocukken annem nakış işlerdi. Bir gün onun dizinin dibine yere
oturdum, yerden işlediği nakışa doğru baktım ve ne yaptığını sordum.
Annem de bana nakış işlediğini söyledi.
Ben de ona aşağıdan bakınca yaptığı şeyi hiçbir şeye benzetemediğimi söyledim.
Elinde tuttuğu çemberin altına bakıyordum ama bana karmakarışık bir şey gibi
gözüküyordu.
Annem aşağıya bana doğru baktı, sevgiyle gülümsedi ve gayet yumuşak bir sesle
“Sevgili oğlum, sen git biraz dışarıda oyna, benim işlediğim oya bittiği zaman seni dizime
oturttururum,
o
zaman
benim
gördüğüm
gibi
görebilirsin. ”
Ben yine de annemin niye açık renkli ipliklerin yanında koyu renkli/siyah iplikler
kullandığını ve neden böyle karmakarışık bir şekil yaptığını merak ederek oradan
uzaklaştım.
Bir müddet geçti ve annem bana seslendi, “Sevgili oğlum işim bitti, haydi dizimin
üzerine gel!”
Annemin dizine tırmandığımda gördüğüm şey beni çok şaşırttı, çünkü çemberde çok
güzel bir çiçek resmi ve güneşin batışı vardı. Çok beğenmiştim, ama gözlerime
inanamıyordum, çünkü aşağıdan baktığımda bana karmakarışık görünmüştü.
Sonra annem bana şöyle dedi, “Sevgili oğlum, aşağıdan baktığın zaman yaptığım iş
sana karmakarışık ve düzensiz gözüktü, fakat sen tabi ben bunu yapmadan önce
aklımda önceden çizilmiş bir resim, bir planım olduğunu bilmiyordun.
Şimdi buradan bak da ne yaptığımı gör bakalım!”
Yaşadığım bunca yıl boyunca birçok kez yukarıya doğru bakarak Tanrı’ya seslendim,
“Ey Sevgili Tanrım! Ne yapıyorsun?”
O da bana şöyle cevap verdi, “Senin yaşamının nakışını işliyorum.”
Ben de buna karşın, “Ama bana karmaşık ve düzensiz bir şey gibi gözüküyor.” Diye
cevap verdim.
“İpliklerin hepsi siyah renkte! Niye hepsi açık renkte olamıyor?”
Tanrı bana hep şöyle derdi,” Sevgili Oğlum! Sen gidip biraz yapman gereken işlerle
ilgilen, günün birinde ben seni buraya Cennet’e getireceğim ve kucağıma oturtacağım, o
zaman nakışı benim gördüğüm gibi görebilirsin!”
33-
FEDAKÂRLIK – BİR AİLENİN EN BÜYÜK SERVETİDİR
Bir zamanlar Bihar şehrinde çok büyük bir kıtlık
yaşanmıştı. Baba, anne ve iki çocuktan oluşan bir
aile başka bir yere taşınmak üzere yola çıktılar.
Ailesine bakmakla yükümlü olan baba birçok
zorluklara ve sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı.
Birçok vesile ile aç kalmak zorunda kaldı ve bu
yüzden de bir süre sonra öldü.
Kocasını kaybetmiş olan kadın yalnız kalmıştı. Ailesine bakmak ve onları kollamak
vazifesi bu sefer kadının üzerine kalmıştı.
Evden eve dolaşarak yiyecek dilenmeye başladı. Biraz yiyecek bulabildiği zaman
da bunları çocuklarına yedirdi ve kendisi aç kaldı.
Zamanla kadının kendisi de güçsüzleşti ve sağlığını kaybetti. Artık dilenmek için
evden çıkamayacak hale geldi. Çocukları bu durumu görünce çok üzüldüler ve kendisine
acıdılar.
Ondört yaşındaki büyük oğlu annesinin acınacak haline baktı ve yanına oturarak
şöyle dedi,
“Sevgili anneciğim, lütfen sen biraz dinlen. Dilenmeye ben çıkmak istiyorum.”
Oğlunun sözlerini dinleyen kadının kalbi erimişti. Kendi oğlunu yiyecek dilenmeye
göndermek zorunda kaldığı için çok perişan olmuştu. Hangi anne oğlunun bir dilenci
olmasını ister ki? Fakat oğlu çok ısrar edince de annesi onun dilenmeye gitmesine
isteksizce izin vermek zorunda kaldı.
O günden sonra büyük oğlan dilenmeye çıkmaya başladı. Fakat tabi yine az
miktarda yiyecek bulabildiği için bu sefer o bütün yiyecekleri annesine ve kardeşine
vermeye ve kendisi aç kalmaya başladı. Birkaç hafta sonra artık bitkinlikten zor yürümeye
başlamıştı. O sırada bir evin bahçesine girdi ve evin reisini sallanan bir koltukta gazete
okurken gördü.
Çok zor duyulan zayıf bir sesle kendisine seslendi ve biraz yiyecek istedi. Adam
kendisine sadaka olarak para veremeyeceğini ama isterse bir yaprak üzerinde yiyecek bir
şeyler verebileceğini söyledi, ama o sırada çocuk zayıflıktan ve yorgunluktan bayıldı.
Adam çocuğun bayıldığını görünce yanına koştu ve onu kaldırarak kucağına aldı.
O sırada çocuk bir şeyler mırıldanmaya başladı. Adam kulağını çocuğun ağzına
yaklaştırdı ve dinlemeye başladı. Çocuk zorlukla duyulabilecek şekilde şöyle fısıldadı,
“Efendim, bana vereceğiniz yiyeceği lütfen önce anneme verin!”
Bu son sözlerini söyledikten sonra da son nefesini verdi.
Böyle bir sevgiyi, aile bireyleri arasındaki böyle yakın bir sevgiyi artık hiçbir yerde
görmüyoruz. Önce ailenin reisi yani baba kendisi ölümüne aç kaldı ve hayatını kaybetti.
Sonra anne çocukları uğruna kendisi aç kalmış ve en sonunda da oğlu ölümüne aç kaldı
ve annesini kurtarabilmek için kendisi hayatını kaybetti. Bu insanları baba, anne ve oğul
olarak bir aile olarak birbirlerine bağlayan sevginin ve düşkünlüğün derecesine bakar
mısınız?
34-
ELMA AĞACI
Uzun bir zaman önce çok büyük bir elma ağacı vardı. Küçük bir çocuk her gün
gelip onun etrafında oynamayı çok severdi. Ağacın en tepesine tırmanır, elmalarını yer
ve gölgesinde öğlen uykusu uyurdu.
O, ağacı çok severdi ve ağaç da onunla beraber oynamaya bayılırdı. Aradan
zaman geçti ve küçük çocuk büyüdü. Artık her gün ağacın çevresinde oynamıyordu.
Bir gün çocuk ağaca geri geldi üzgün üzgün ona baktı.”Haydi gel benimle oyna!”
diye ağaç seslendi. Çocuk cevap verdi, “Ben artık bir çocuk değilim ve ağaçların
etrafında oynamıyorum. Ben oyuncak istiyorum. Oyuncak satın almak için paraya
ihtiyacım var.”
Ağaç şöyle dedi, ”Üzgünüm ama benim param yok, ama bütün elmalarımı toplayıp
satabilirsin! O zaman paran olabilir.” Çocuk çok heyecanlanmıştı. Ağacın elmalarını teker
teker topladı ve mutlu bir şekilde oradan ayrıldı. Çocuk bir daha geri gelmedi ve ağaç da
çok üzüldü.
Elmaları toplayıp satarken
Ev yapmak için dalları taşırken
Yıllardan sonra bir gün çocuk geri geldi, büyümüş kocaman bir adam olmuştu.
Ağaç heyecanlandı ve “Haydi gel benimle oyun oyna!” dedi. Çocuk cevap verdi, “Benim
oyun oynamaya vaktim yok. Aileme bakmak zorundayım ve barınmak için bir eve
ihtiyacım var. Bana yardım edebilir misin?”
“Üzgünüm, benim bir evim yok. Fakat sen benim bütün dallarımı kesip ev
yapabilirsin.” diye yanıtladı ağaç. Böylece adam da ağacın kollarını kesti ve mutlu bir
şekilde oradan ayrıldı. Ağaç onu gördüğü için sevinmişti ama adam bu olaydan sonra bir
daha geri gelmedi. Ağaç yine yalnız kalmıştı ve üzgündü.
Çok sıcak bir yaz günü adam geri döndü ve ağaç da çok sevindi. “Haydi gel
benimle oyna!” diye seslendi. Adam, “Ben artık yaşlanıyorum. Biraz rahatlamak ve kafamı
dinlemek için bir tekne ile denizlere açılmak istiyorum. Bana bir sandal verebilir misin?”
diye soru ile cevap verdi.
Ağaç hemen yanıtladı, “Benim gövdemi kullanıp bir sandal yapabilirsin ve uzaklara
doğru yolculuk yapıp mutlu olabilirsin.” Böylece adam ağacın gövdesini kesti, ondan bir
yelkenli yaptı ve seyahate çıkarak uzun bir zaman ortadan kayboldu.
En sonunda uzun yıllar sonra adam geri geldi ve ağaç şöyle seslendi, “Sevgili
oğlum, ne yazık ki artık sana verebileceğim bir şeyim kalmadı. Maalesef artık elmam
yok.”
“Adam da cevap verdi, “Önemli değil, zaten artık elma ısıracak dişlerim de yok.”
Ağaç, “Ama tırmanabileceğin bir gövdem de kalmadı.”. Adam,” Ben de zaten bu iş için
çok yaşlıyım.” Ağaç gözyaşları içinde şöyle dedi, “Gerçekten sana şu anda verebileceğim
bir şey yok. Geri kalan tek şey köklerim.”
Bir sandal yapmak için gövdeyi
taşırken
Köklerde dinlenirken
Adam, “Artık benim de fazla bir şeye ihtiyacım yok.” Diye cevap verdi. “Tek
ihtiyacım olan şey biraz dinlenmek. Uzun yıllardan sonra çok yorgunum.”
Ağaç cevap verdi, “Çok iyi. Yaşlı ağaç kökleri yaslanıp dinlenmek için en güzel
yerdir. Gel bana yaslan ve dinlen.” Adam yaslanıp oturdu. Ağaç da çok mutlu idi ve
gözyaşları içinde gülümsedi.
Bu hikâyedeki ağacın yerine ebeveynlerinizi koyun. Biz genç iken Anne ve
Babamızla oynamayı çok severiz, fakat büyüdüğümüz zaman onları terk ederiz. Ancak
maddi veya manevi bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman veya başımız dertte olduğunda
onların kapısını çalarız. Ve her ne olursa olsun anne babamız bizim yanımızdadır ve
mutlu olabilmemiz için ellerinden gelen her şeyi bize verirler. Her seferinde biz de onların
verdiklerini memnuniyetle kabul ederiz, ama onların bizim için yaptıklarını takdir etmeyiz.
Takdir ettiğimizde de artık her şey için çok geçtir.
İlahi annemiz söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Her ne zaman dört bir
yanımızı problemler sarsa Allah’a yakararak O’ndan yardım bekleriz. Yaşamımızda her
şey yolunda ve düzgün giderken kaç defa O’nu düşünürüz ki?
35-
BAMBU AĞACI VE EĞRELTİOTU
Günün birinde her şeyi terk etmeye karar verdim....
Evimi, işimi, akrabalarımı…
Artık yaşamak istemiyordum.
Son bir kez Tanrı ile konuşabilmek için ormana gittim.
“Tanrım, yaşamımdan vazgeçmemem için bana bir tek
sebep gösterebilir misin?” diye sordum. Verdiği cevap
beni çok şaşırttı.
Bana, “Etrafına bak.” Dedi, “Eğreltiotlarını ve Bambu
ağaçlarını görüyor musun?”
“Evet” diye cevap verdim.
Şöyle dedi, “Ben Eğreltiotunun ve bambu ağacının
tohumlarını ektikten sonra onlarla çok iyi ilgilendim.
Onlara ışık verdim, onlara su verdim.
Eğreltiotu çabucak büyüdü. Parlak yeşil rengi ile
bütün toprağı kapladı. Fakat bambu tohumundan hiç
bir filiz çıkmadı.
Ancak ben bambudan vazgeçmedim. Ertesi sene
eğreltiotu daha canlı ve daha bereketli oldu. Sayısı
çok arttı.
Ama bambu tohumundan yine hiç bir şey çıkmadı.
Ama Ben bambudan umudumu yine kesmedim.
Üçüncü yılda da bambu tohumundan henüz bir şey
çıkmadı. Ben hâlâ vazgeçmeden devam ettim.
Dördüncü yıl, yine bambu filizinden hiç bir haber
gelmedi. Tabi Ben yine vazgeçmedim.
Sonra beşinci yılda küçücük bir filiz topraktan başını
uzattı. Eğreltiotu ile kıyaslandığında çok küçük ve
gösterişsizdi. Fakat 6 ay sonra bambu ağacının boyu
30 metreye ulaşmıştı.
Toprağın altında beş yılı köklerini geliştirmek için
harcamıştı.
O kökler ağacı sağlamlaştırdılar ve yaşaması için
gerekli her şeyi sağladılar. Ben yarattığım hiç bir
canlıyı yapabileceğinin üzerinde bir şeyle imtihan
etmem.”
Bana şöyle dedi, “Sevgili çocuğum, biliyor musun
bütün
bu çabaladığın yıllar boyunca sen aslında kökler
geliştirdin.
Ben
bambudan
vazgeçmedim.
Senden
asla
vazgeçmem.”
Ve devam etti, “Kendini başkaları ile kıyaslama!
Bambunun eğreltiotundan daha başka bir görevi
vardı. Ama her ikisi de beraber ormanı bu kadar
güzel hale getirdiler. Senin de zamanın gelecek.
Yukarılara doğru yükseleceksin.”
Ben, “Ne kadar yükselmeliyim?” diye sordum.
Bana bir soru ile cevap verdi, “Sence Bambu ne
kadar yükseğe kadar çıkar?”
“Yükselebildiği kadar yukarıya doğru çıkar” diye
cevap verdim.
“Evet” dedi. “Yükselebildiğin kadar yükseğe çık ki ben
de senin güzelliğin ve görkeminle gurur duyayım.”
Ormandan ayrıldım ve geriye bu hikâyeyi getirdim. Umarım bu hikâye, Tanrı’nın
sizden asla vazgeçmeyeceğini anlamanıza yardımcı olur. Asla pes etmeyin!
36-
YOLUMUZUN ÜZERİNDEKİ ENGEL
Eski zamanların birinde bir kral saraya giden yolun üzerine kocaman bir kaya
yerleştirilmesini emretti.
Sonra da sarayın balkonuna çıkıp ileriye doğru bakarak kayayı kimin yerinden
kaldıracağını görmek için beklemeye başladı. Krallığın zengin tüccarları ve saray
sakinleri, yürürlerken yolun ortasında kayayı gördükleri zaman hemen etrafından
dolaşıyorlardı.
Birçoğu yüksek sesle kralı yolun ortasında böyle bir engel olmasına izin vermekle
suçlamışlar.
Sonra sırtında bir küfe dolu sebze taşıyan bir köylü geldi. Kayanın yanına
geldiğinde sırtındaki yükü hemen kenara koydu ve kayayı oynatarak yolun kenarına
doğru itmeye çalıştı.
Uzunca bir süre gayret ettikten sonra zorlukla da olsa bunu başardı. Kayayı
kenara iten köylü tam sebze dolu küfeyi tekrar sırtına yüklüyordu ki yolun ortasında
kayanın olduğu çukurun ortasında küçük bir para çantası gördü.
Çantayı yerden alıp açtığında içinde çok miktarda altın para ve bir de kralın
yazdığı bir not buldu. Notta bu altın paraların kayayı yoldan uzaklaştıran kişiye ait
olduğunu yazıyordu.
Böylece köylü birçok kişinin anlayamadığı bir şeyi bu tecrübe ile öğrenmiş oldu.
Yolun üzerindeki her engel insanın kendi durumunu değiştirebilmesi için bir fırsattır.
Büyük bir bilge şöyle der,
“Tanrı’nın size sebepsiz yere acı verdiğini mi düşünüyorsunuz? Kalbinizi zevke ve haz
almaya nasıl açıyorsanız, acıyı da aynı şekilde kabul edin, çünkü o acı O’nun iradesi
sonucu sizin iyiliğiniz için işlenip paketlenerek size gönderilmiştir. Bunu bir meydan
okuma olarak kabul edin. Bu meydan okumadan kaçmayın, zihninize kulak asmayın,
çünkü zihnin diğer ismi de ihtiyaçtır/gereksinimdir. Zihin gereksinimi meydana çıkartır.
Zihin dünya şeklinde somutlaşarak görünür hale gelmiştir, çünkü buna ihtiyacı vardır.
Bütün bunların hepsi O’nun planı, O’nun arzusudur; amaç sizleri yerine getirilmemiş
ihtiyaçların pençelerinden kurtarıp O’nun sözlerini dinlemenizi ve uygulamanızı
sağlamaktır. Bu sözler sizin egonuzu ve beraberinde de zihninizi yok edecektir.
37-
KİSAGOTAMİ
Aşağıdaki hikaye Dhammapada’nın içinde bulunmaktadır. Dhammapada Budizm’e ait Kutsal Kitaptır ve
içinde Lord Buddha’ya ait olaylar bulunmaktadır.
Buddha, Kisagotami’ya ithafen şu mısraları söylemiştir.
Kisagotami, Savatthi’li zengin bir adamın kızı idi. Çok zayıf bir yapısı olduğundan
kendisine Kisagotami diyorlardı. Kisagotami genç ve zengin bir adam ile evlendi ve bir
erkek çocukları oldu. Çocuk daha yeni yürümeye başlamıştı ki öldü. Bu acı Kisagotami’yi
mahvetmişti. Oğlunun cansız bedenini ellerinde taşıyarak yollarda yürüyor ve karşılaştığı
herkesten oğlunu hayata döndürebilecek bir ilaç istiyordu. İnsanlar onun delirdiğini
düşünmeye başlamışlardı.
Fakat bir bilge kişi onun bu durumunu gördü ve ona belki yardımcı olabileceğini
düşündü. Ona yaklaşarak şöyle dedi, “Senin görüşmen gereken kişi Buddha’dır, aradığın
ilacı sana ancak o verebilir.” Böylece Kisagotami Buddha’ya gitti ve ondan oğlunu tekrar
hayata kavuşturacak ilacı olup olmadığını sordu.
Buddha ona şehirde içinde hiç ölüm olmamış bir evden hardal tohumu alıp
getirmesini söyledi. Koynunda ölmüş küçük çocuğunu taşıyarak Kisagotami evden eve
dolaşarak hardal tohumu istedi. Herkes ona yardımcı olmak istiyordu fakat içinde ölüm
hiç olmamış tek bir ev bulamıyordu. Bunun üzerine Kisagotami yalnızca kendi ailesinin
ölümle karşılaşmadığını ve aslında ölmüş insanların sayısının yaşayanlardan fazla
olduğunu kavradı. Bu gerçeği idrak eder etmez ölmüş olan oğluna karşı davranışı hemen
değişti; artık oğlunun ölmüş bedenine daha fazla bağlılık göstermiyordu. Oğlunun
cesedini ormanda bırakarak Buddha’ya geri döndü ve içinde hiç ölüm gerçekleşmemiş bir
ev bulamadığını söyledi.
Bunun üzerine Buddha şöyle dedi, “Ufacık bir tutam bile hardal tohumu bulamadın
mı?”
“Hayır, bulamadım saygıdeğer kişi.”
“Gideceğin her köyde yaşayan insanlardan daha çok ölmüş insanlar var” diye
Buddha cevap verdi. “Boş yere çocuğunu kaybeden tek kişinin kendin olduğunu
düşündün. Fakat tüm canlı varlıklar değişmez bir yasaya tabidirler ve bu yasa da şudur:
Ölüm prensi hışımla akan taşkın bir sel gibi tüm canlı varlıkları, daha yerine
getirilmemiş arzuları ile birlikte, yıkım denizine sürükler. Sevgili Gotami, sen senden
başka oğlunu kaybeden kimse olmadığını düşündün. Şimdi idrak etmiş olduğun gibi,
ölüm her canlı varlığa gelecektir ve arzuları daha tamamen gerçekleştirilmeden önce
onları alıp götürecektir.
Bunları işitince Kisagotami yaşamın geçiciliğini, yetersizliğini ve bir pamuk ipliğine
bağlı olacak kadar zayıflığını tamamı ile kavradı ve aydınlandı.
Kısa süre sonra Kisagotami rahibe oldu. Günün birinde lambaları(mumları)
yakarken alevlerin bir parladığını bir sönükleştiğini fark etti ve birdenbire tüm varlıkların
nasıl var olduklarını ve yok olduklarını kavradı. O sırada Buddha uzaktan manastırdan
bakıyordu, onu gördü, Kisagotami büyük bir parıltı ile parlıyordu. Buddha Kisagotami’ye
tüm canlı varlıkların süreksiz doğaları üzerinde tefekkür etmesini ve bu sayede kendi
Öz’üne ulaşmak için çok gayret etmesini öğütledi. Bu olaydan sonra Kisagotami manevi
aydınlanmanın daha üst basamaklarına ulaşmıştı.
İşte bu olaydan sonra Buddha aşağıdaki şu mısraları söyledi ki bu mısralar
Dhammapada Kutsal Kitabının içinde yer alırlar.
“Ölümsüzlüğü keşfeden bir kişinin tek bir günü, ölümün olmadığı hakikatini
kavramamış olan diğer bir kişinin yüz yıllık bir yaşamından daha büyük ve daha
asildir ve yücedir”
38-
ÜÇ KÜÇÜK AĞAÇ
Bir zamanlar bir dağın tepesinde yan yana duran üç küçük ağaç vardı. Ağaçlar
büyüdükleri zaman olmak istedikleri şeyi hayal ediyorlardı.
Birinci ağaç gökyüzüne doğru baktı ve şöyle dua etti,
BEN İÇİMDE HAZİNE TAŞIMAK İSTİYORUM.
ALTIN İLE KAPLANMAK VE İÇİMDE DEĞERLİ TAŞLAR TAŞIMAK İSTİYORUM.
BEN BU DÜNYADAKİ EN GÜZEL HAZİNE SANDIĞI OLMAK İSTİYORUM.
İkinci ağaç okyanusa doğru akmakta olan küçük ırmağa doğru baktı ve
BEN BÜYÜK DENİZLERDE YOLCULUK YAPMAK VE İÇİMDE GÜÇLÜ KRALLAR
TAŞIMAK İSTİYORUM.
BEN BU DÜNYADAKİ EN GÜÇLÜ GEMİ OLMAK İSTİYORUM.
Üçüncü ağaç da aşağıya vadiye doğru insanların vızır vızır gidip gelmekte olduğu şehre
doğru baktı ve şöyle dua etti,
BEN BU DAĞIN TEPESİNİ HİÇ TERK ETMEK İSTEMİYORUM.
O KADAR BÜYÜK BİR AĞAÇ OLMAK İSTİYORUM Kİ İNSANLAR BANA BAKTIKLARI
ZAMAN GÖZLERİNİ YUKARIYA CENNETE DOĞRU ÇEVİRSİNLER VE TANRI’YI
DÜŞÜNSÜNLER.
BEN BU DÜNYADAKİ EN BÜYÜK AĞAÇ OLMAK İSTİYORUM.
Aradan yıllar geçti. Yağmurlar yağdı, güneş açtı ve üç küçük ağaç büyüdüler.
Günlerden bir gün üç oduncu dağın tepesine tırmandılar.
Birinci oduncu birinci ağaca doğru baktı ve
“Bu ağaç güzel, tam benim işime göre” dedi.
Parlak baltasının bir darbesi ile birinci ağacı kesip yere devirdi.
Birinci ağaç, “Şimdi benden çok güzel bir sandık yapacaklar, çok güzel bir hazine
taşıyacağım” diye düşündü.
İkinci oduncu ikinci ağaca doğru baktı ve
“Bu ağaç çok kuvvetli, tam benim işime göre” dedi.
Parlak baltasının bir darbesi ile ikinci ağacı kesip yere devirdi.
İkinci ağaç, “Şimdi büyük denizlerde yelken açacağım. Büyük krallar taşımak için güçlü
kuvvetli bir gemi olacağım” dedi.
Üçüncü ağaç üçüncü oduncu kendisine doğru baktığı zaman büyük bir endişeye kapıldı.
Dimdik ayakta durdu ve cesaretle cenneti göstermeye çalıştı.
Fakat üçüncü oduncu ona doğru bakmadı bile.
“Benim için her ağaç aynı işi görür” dedi ve
Parlak baltasının bir darbesi ile üçüncü ağacı kesip yere devirdi.
Birinci ağaç oduncu kendisini bir marangoza götürdüğü zaman çok sevindi.
Fakat marangoz ağacı kesip biçimlendirdi ve onu hayvanların içinden yem yediği bir kap
haline getirdi.
Bir zamanlar güzel olan ağacın etrafı ne altınla ne de mücevherlerle kaplanmıştı.
Testere tozuna bulanmış bir şekilde içine çiftlikteki hayvanların yiyeceği yemlerden
konuldu.
İkinci ağaç oduncu kendisini bir gemi yapım tersanesine götürdüğü zaman
gülümsedi, fakat o gün tersanede bir gemi yapılmayacaktı.
Bunun yerine bir zamanlar güçlü olan ağacı çekiçleyip keserek ondan küçük bir sandal
yaptılar.
Bir okyanusta ve hatta bir nehirde bile yol alamayacak kadar küçük ve zayıf bir kayıktı.
Bunun yerine kendisini küçük bir göle götürdüler.
Üçüncü ağaç oduncu kendisini kalas şeklinde kesip bir kereste deposuna bırakıp gittiği
zaman hayal kırıklığına uğradı.
“Bana ne oldu böyle?” diye söylendi. “Tek dileğim dağın tepesinde kalmak ve Tanrı’yı
göstermekti.”
Aradan çok zaman geçti. Üç ağaç da neredeyse hayallerini unutmuşlardı. Fakat bir
gece altın renginde bir yıldızın ışığı birinci ağacın üzerine düştü. Bir kadın ve kocası
fısıldayarak konuşuyorlardı. Kadın kucağında taşıdığı çocuk varken adamın elini sıktı ve
yıldız ışığında parlayan düzgün ve güçlü ağacı göstererek “Bu yemlik çok güzel” dedi. O
anda birinci ağaç anladı ki içinde dünyanın en büyük hazinesini taşımaktadır.
Gecenin birinde yorgun bir yolcu ve arkadaşları küçük balıkçı kayığının içine
doluştular. İkinci ağaç yavaşça gölün üzerinde süzülürken yolcu da başını kayığa
yaslayarak uykuya daldı. Ancak biraz sonra şimşekler çaktı ve aniden büyük bir fırtına
çıktı. Küçük ağaç korkuyla ürperdi, çünkü bu kadar çok kişiyi bu fırtınadan ve yağmurdan
emniyetle çıkaramayacağını hissediyordu. Yorgun yolcu uykusundan uyandı, ayağa
kalktı, elini ileriye göle doğru uzattı ve şöyle dedi: “Sakin ol!”. Fırtına hızla başladığı gibi
aynı şekilde aniden dindi. Ve ikinci ağaç birdenbire anladı ki içinde dünyanın ve cennetin
kralını taşımaktadır.
Bir Cuma günü kalasları unutulmuş kereste deposundan alındığı zaman üçüncü
ağaç korkuya kapıldı. Öfkeyle bağıran bir kalabalık içinde elden ele dolaştırılmaya
başlandığı zaman korkuyla ürperdi. Hele askerler bir adamın ellerini çivi ile kendisine
çaktıkları zaman korkudan titremeye başladı. Zalim, acımasız ve vahşet dolu görüntüler
ve duygular içindeydi.
Fakat Pazar sabahı olduğunda, güneş doğduğu ve ayaklarının dibindeki dünya
sevinçle ürpermeye başladığı zaman üçüncü ağaç anladı ki Tanrı’ın sevgisi dünyayı
değiştirmeye başlamıştı. Onun sevgisi ağacı güçlü kuvvetli bir hale getirmişti. Ve insanlar
ne zaman üçüncü ağacı düşünseler Tanrı’ı düşünmeye başlıyorlardı. Bu da dünyanın en
büyük ağacı olmaktan daha iyi bir şeydi.
Bir dahaki sefer istediğin şey yerine gelmedi diye üzüldüğün zaman, bir yere otur,
düşün ve mutlu ol, çünkü belki de Tanrı’nın sana vermek istediği çok daha iyi bir şey
vardır.
39-
KÖLE AYAZ
Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle vardı. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud'un
kölesi oldu. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevdi.
Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın hazinedarı tayin
edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir oldu.
Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız oldular. Hasetleri ve
kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi
rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedemediler.
Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa onun hakkında gün geçtikçe
daha çok şikâyet etmeye başladılar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için
ellerinden geleni yaptılar.
Bir gün Sultanın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyuldu, “Köle
Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım
gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamoyrdu. "İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim"
dedi. Hazinenin duvarında küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlandı.
Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini gördü.
Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öptü, alnına koydu ve sonra da
açtı. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbiseymiş! Aynanın karşısına geçti.
Kendi kendine şöyle sordu, "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim
olduğunu hatırlıyor musun Ayaz?”, "Bir Hiçtin sen..."
"Satılacak bir köleydin ve Allah, Sultanın eliyle sana Rahmet ederek belki de hiç
hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal, mülk insanın
hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler.
Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz,
hatırla!" Sandığı kapattı, kilitledi ve sessizce kapıya doğru yürüdü.
Hazine dairesinden çıkarken birden Sultanla yüz yüze geldi. Sultan orada
yanaklarından aşağı yaşlar süzülerek onu bekliyordu. Gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikerek
bakıyordu, ancak boğazı düğümlendiği için konuşmakta güçlük çekiyordu.
Sultan Mahmut kelimeleri yutarak şöyle dedi, "Sevgili Ayaz, bugüne kadar
mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi..., kalbimin hazinedarısın. Bana, benim de
önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini
verdin"
Ben "Dost"larımı ne kalbimle, ne de aklımla severim. Olur ya, kalp durur, akıl
unutur... Ben dostlarımı ruhumla severim. O, ne durur, ne de unutur.
40-
KÖLE YUSUF
Bundan 300 yıl önce, Batum’un bir köyünde Yusuf adında sevimli bir çocuk
yaşıyordu. Bir gün Yusuf deniz kıyısında arkadaşları ile oynarken birden karşısında
palabıyıklı, asık yüzlü adamlar gördü. Bunlar tutsakçılardı. Yusuf’u yakalayıp, bir yelkenli
ile diğer tutsaklarla birlikte İstanbul’a götürdüler.
Tutsak pazarında uzun pazarlıklardan sonra bu sarı saçlı çocuk 135 akçeye Liman
Reisi Hasan Kaptan tarafından satın alındı.
çağırıyordu.
Artık herkes onu Köle Yusuf diye
Yusuf okumayı çok sevdiği halde Hasan Kaptan ona evin işlerinin gördürüyor,
okula göndermiyordu.
Boş zamanlarından komşu çocuklarından ve onların kitaplarından faydalanmaya
çalışırdı.
Yıllar geçti, 17 yaşına bastığı zaman Kaptan onu azat etti, artık özgürdü.
Efendisinin elini öperek ayrıldı ve…
Kasımpaşa’daki bir kahveye çırak girdi. Geceleri çalışıp para kazanıyor, gündüzleri
ise mahalle mektebine gidiyordu. Boyu uzun olduğu için çocuklar onunla hep alay
ediyorlar, o da buna çok içerliyordu. Mektepten ayrılarak Tophane’de hammallık
yapmaya başladı.
Bir gün Cezayirli Hasan Paşa, Yusuf’a çok değerli eşyalar teslim ederek
Sultanahmet’deki köşküne götürmesini söyledi. Akşam olup da eve gelen Paşa eşyaların
tastamam olduğunu görünce pek sevindi ve Yusuf’a sordu.”Sen namuslu bir çocuksun
Niye hammallık yapıyorsun?” Yusuf, “ Ben yoksul bir adamım, eğer biraz param olsa
küçük bir dükkân açardım.“ dedi ve yaşantısını Paşa’ya anlattı. Cebinden bir kese altın
çıkaran Paşa Yusuf’a, “Bu parayı al, dükkân aç, kazandığın zaman ödersin!” dedi.
Yusuf hemen Kapalıçarşı’da bir dükkân açtı. Artık hem dükkânda çalışıyor, hem
de o çağın ünlü hocalarından ders alıyordu.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Cezayirli Hasan Paşa donanmaya Amiral oldu.
Paşa ilk iş olarak Yusuf’u donanmanın Hazinedarı yaptı.
Mertliği, dürüstlüğü ve hazırcevaplığı yüzünden kısa zamanda vezirleri ve
padişahın sevgisini kazandı.
Önce Paşa, sonra da Sadrazam oldu.
Yusuf Paşa bir gün vaktiyle çıraklık yaptığı kahveye giderek Ustasının elini öptü ve
oradaki küçük çırağa şöyle seslendi, “Ben Paşa oğlu Paşa değilim, Köle Yusuf Paşa’yım.
Kendi çabam ve dürüstlüğümle bu aşamaya yükseldim. Sen de çalış, dürüst ol, benim
gibi olursun. Doğru ve çalışkan olana Allah yardım eder!”
Yusuf Paşa, Osmanlı Ülkesinde sayısız çeşmeler, köşkler yaptırdı, fakir fukaraya
yardım etti.
41-
BU GÖZLERİM KONUŞAMAZLAR
Günün birinde kendisini tamamen Tanrı’ya adamış olan ermiş bir kişi iki
yemin etmişti, “Bir daha asla hiç kimseye zarar vermeyeceğim.” Ve “Bir daha
asla yalan söylemeyeceğim.” Verdiği sözleri başarabilmek için de birçok
kefaretlerde bulunmaya karar verdi.
Bu amaçla ormana giderek bu konu üzerinde tefekkür etmeye gitti. Bir
ağacın altında derin düşünceye daldı. Kendinden geçmiş bir vaziyette
oturuyordu ki bir grup avcı tarafından kovalanan bir geyik koşarak geldi,
ermiş kişinin yanından geçti ve avcılardan saklanmak amacı ile kendisinin
arkasında bulunan çalılığa girip saklandı. Biraz sonra avcılar ermişin yanına
yaklaştılar ve ona sordular, “Ey Bilge kişi! Biz bir geyik kovalıyoruz. Acaba sen
onun nereye gittiğini gördün mü?”
Bu durumda bilge kişi, “Ben bir şey görmedim” dese yalan söylemiş
olacak;
bunun
tam
aksine,
“Gördüm”
dese,
bu
sefer
de
geyiğin
yakalanmasına ve ölümüne sebep olacaktı. Bu da onun ettiği ikinci yemine
aykırı idi.
Bilge hemen içinden Tanrı’ya dua etti, “Ey Allahım! Sana yalvarıyorum,
ettiğim iki yemine de sadık kalabilmem için ne söylemem gerektiğini bana
bildir” Hemen ardından o anda aklına şimşek bir fikir geliverdi. Bilge kişi
avcıya dönerek, “Ey avcı! Sana ben ne söyleyebilirim ki? Şu gören gözlerim
konuşamazlar ve konuşan dilim de hiçbir şey görmedi” dedi.
İnsanlara her zaman bir iyilikte bulunamayabilirsiniz, ama onlarla her
zaman tatlı bir dille ve güzel konuşabilirsiniz. Büyük laflar etmenize gerek
yoktur, kibar, saygılı ve yumuşak bir biçimde konuşmanız yeterlidir. İnsanın
dili her zaman doğruyu söylemek için kullanılmalıdır.
42-
SANA İHTİYAÇLARI VAR
Bir zamanlar ailesi olmayan ve kendisini seven kimsesi olmayan genç ve
yetim bir kızı anlatan bir hikâye vardır. Günün birinde kendisini çok yalnız ve
üzgün hisseden kız çayırda gezmeye gitmişti. Biraz sonra dikenli bir çalıya
kanatlarından yakalanan bir küçük kelebek gördü.
Kelebek kurtulmaya çalıştıkça dikenler nazik bedenine daha çok
batıyorlardı. Genç kız dikkatlice yaklaşarak kelebeği dikenlerden kurtardı.
Kelebek serbest kaldığında uçup gideceğine birdenbire genç güzel bir periye
dönüştü. Genç kız gözlerine inanamıyordu.
Bu güzel peri, genç kıza şöyle seslendi, ”Senin bu iyi kalpliliğinden ötürü
çok memnunum ve senin bir dileğini yerine getirmeye hazırım” Genç kız bir an
düşündü ve şöyle cevapladı, “Ben mutlu olmak istiyorum”
Peri “Peki” dedi ve genç kızın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı.
Ondan sonra da iyi kalpli peri ortadan kayboldu.
Genç kız büyüdü ve koca ülkede ondan daha mutlu bir insan yoktu.
Herkes bunu merak ediyor ve ona bu mutluluğun sırrını soruyordu. O da
sadece gülümsüyor ve herkese “Mutluluğumun sırrı ben küçük bir kızken
dinlediğim bir peri masalında gizlidir” diyordu.
Artık çok yaşlandığı zaman ve ölüm döşeğinde yatarken bütün komşuları
etrafına
dizildiler.
Onun
ölümü
ile
birlikte
bu
mutluluk
sırrının
da
kaybolacağından korkuyorlardı.
“Lütfen bize bu sırrı anlat! O iyi kalpli peri sana ne söylemişti?” diye ona
yalvardılar.
Sevimli yaşlı kadın gülümsedi ve şöyle dedi, “Peri bana şöyle demişti.
‘Hayatta karşılaştığın herkesin, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, ister
genç ister yaşlı olsunlar, ister zengin ister fakir olsunlar sana ihtiyaçları var!’
Ben de her zaman elimden geleni yapmaya çalıştım.”
43-
BÜYÜK SAFLAŞTIRICI
Bir kadın gümüşçünün birisine giderek kendisini işini yaparken seyretmek
istediğini söylemişti. Ancak ilgisinin nedenini söylemedi. Yalnızca gümüşün
saflaştırılma işlemini merak ediyorum dedi.
Kadın gümüşçüyü seyretmeye başladı. Adam bir parça gümüşü alevin
ortasına tutuyor ve onu ısıtıyordu. Bir yandan da gümüşü saflaştırmak ve
içindeki gayri safiyetlerin yakılması için gümüşün alevin en sıcak olduğu
yerde, yani alevin ortasında tutulması gerektiğini anlatıyordu.
Kadın gümüşçüye gümüşün ısıtılıp saflaştırıldığı bütün bu işlem boyunca
alevin başında oturmanın şart olup olmadığını sordu.
Adam şöyle cevap verdi, “Bu şarttır. Ama yalnızca oturmak değil gümüş
saflaşana kadar bir an bile gözünü ondan ayırmamak gerekir. Gümüş alevlerin
ortasında kısa bir süre bile fazla tutulsa mahvolacaktır.”
Kadın bir sustu ve sonra adama “Peki, gümüşün saflaştığını ve artık alevin
içinden dışarıya çıkarılması gerektiğini nereden anlıyorsun?” diye sordu.
Gümüşçü ona gülümseyerek cevapladı, “Çok kolay, ben kendi aksimi onun
üzerinde gördüğüm zaman saflaştı demektir.”
He smiled at her and answered, “Oh, that’s easy – when I see my image in it.”
What a significant lesson the silversmith had imparted! The woman wondered.
If today you are feeling the heat of the fire all around you, remember that God has His
eyes on you and will keep watching you until He sees His image in you. And whatever
you’re going through, be sure, you will be a better person for it in the end.==> tercüme
et!!!
Eğer bugün etrafınızdaki ateşin çok sıcak olduğunu düşünüyorsanız, şunu
hatırlayın ki Yüce Varlığın gözleri sizin üzerinizdedir ve sürekli olarak sizi
seyretmektedir.
Kendi
aksinin
sizin
üzerinizden
yansıyacağı
anı
beklemektedir. Ve her ne badireden geçiyorsanız geçin, şuna emin olun ki, en
sonunda daha iyi bir insan olacaksınız.
Tanrı
da
aynı
şekilde
bizi
alevlerin
ortasında
tutmaktadır.
Kutsal
metinlerdeki ayette şöyle denilmektedir, “O bir saflaştırıcıdır ve gümüşü
saflaştırır.”
44-
SİZ BENDEN DAHA FAKİRSİNİZ
Bir bilge kırsal bir bölgede ormanın kenarında mutlu bir şekilde yaşıyordu.
Halinden çok memnun idi ve hiçbir şeyi umursamıyordu.
Her gün oturur, Tanrı’ya dua eder ve içindeki Öz üzerinde tefekkür ederdi.
Her zaman mutlu ve neşeli idi. Yakınında kuşlar cıvıldar ve bir su yavaşça
lıkırdayarak akıyordu. Hele bazen içindeki sürurun içinde kaybolup giderdi.
Günlerden bir gün, bu bilgenin evinin oradan zengin bir tüccar geçiyordu.
Adam bir süre durarak bu bilge kişinin yaptığı işe bağlılığını ve içtenliğini
gözlemledi.
Bütün kaygılardan uzakta ve böyle huzurlu bir ortamda mutlu yaşayan bu
adama hayran oldu.
Bütün cesaretini toplayarak azize yaklaştı ve saygılarını sundu. Aziz de ona
bakarak gülümsedi ve halini hatırını sordu. Birbirleri ile hoş bir sohbetten
sonra tüccar gitmek için izin istedi. Fakat kalkmadan önce azize bir kese altın
vermek istedi.
Ona doğru uzatarak, “Ben eminim ki, siz bu parayı başkalarının iyiliğine
kullanacak yollar biliyorsunuzdur. Lütfen kabul buyurun!” dedi.
Aziz, bu adama bir ders vermenin tam zamanının geldiğini fark etmişti.
“Bir dakika!” diye cevapladı. “Önce sizin paranızı almamın doğru olup
olmadığını anlamalıyım. Siz zengin bir insan mısınız? Evde bundan başka
paranız da var mı?”
“Evet tabii ki!” dedi tüccar gururla, “Evde en azından bin altınım daha
var.”
İlgilenmiş numarası yaparak aziz, “Bin altınınız daha olsun ister misiniz?”
diye sordu.
“Neden olmasın, tabii ki isterim. Her gün daha fazla para kazanmak için
deli gibi çalışıyorum” diye tüccar cevap verdi.
“Ve hatta bundan sonra da üçüncü bin altınınız olsun istiyorsunuz, öyle
değil mi?” diye aziz devam etti.
“Evet. Her gün Tanrı’ya daha da fazla para kazanabilmem için dua
ediyorum” şeklinde tüccar cevapladı.
Birden azizin suratı asıldı ve altın dolu keseyi tüccarın önüne doğru iterek,
“Bu durumda, üzgünüm ama ben sizin paranızı alamam. Zengin bir insan bir
dilenciden hiçbir şey almaz” dedi.
Tüccar bu söze kızarak, “Nasıl olur da kendinizi zengin bir kişi, beni de bir
dilenci olarak nitelersiniz?” diye sordu. Bir yandan da azizin içinde oturduğu
basit kulübeyi gösteriyordu.
Aziz şöyle cevap verdi, “Ben zengin bir insanım, çünkü Tanrı bana ne
verirse onunla kanaat ediyorum. Siz bir dilencisiniz, çünkü ne kadar çok şeye
sahip olursanız olun memnun olmuyorsunuz ve daha fazlası için Tanrı’ya
yalvarmaya devam ediyorsunuz.”
Bundan sonra da aziz konuşmayı kesti ve kendi iç sessizliğine geri döndü.
Tüccar kendisini terslenmiş ve incitilmiş hissediyordu. Fakat bir müddet
azizin söyledikleri üzerinde derin düşününce sözlerinin arkasındaki bilgeliği
fark etti. Para konusundaki takıntısı üzerinde ve azizin mutluluğunu dünyevi
zenginliklerin ötesinde nasıl bulduğu konusunda derin derin düşündü. Gururu
törpülenmiş vaziyette gerçek mutluluğu bağışlayanın para değil de tam bir
bağlılık içinde kendini teslim etmek olduğunu idrak etti.
Bu konuda şöyle güzel bir özdeyiş vardır, “Arzularla dolu bir insan
dünyanın en fakir insanıdır.”
45-
TAŞI BANA VER
Bir bilge bir köyün yakınındaki bir ağacın altında dinleniyordu. Etrafındaki tabiatta
Tanrı’nın görünür haldeki ihtişamı üzerinde ve kendi içindeki Tanrısal huzur üzerinde
tefekkür ediyordu.
Birdenbire yakındaki köyden bir adam koşarak geldi ve çılgın bir şekilde kendisine
“Taşı bana ver, taşı bana ver!” diye yalvarmaya başladı. Adam çok heyecanlı birisine
benziyordu ve konuşurken sesi titriyordu. Bilge ise sakinliğini kaybetmeden, ama biraz da
şaşkın vaziyette ona sordu, “Hangi taş arkadaşım?”
Adam şöyle devam etti, “Sevgili dostum, ben bütün hayatım boyunca hep Tanrı’ya
dua etim. Ben O’nu memnun edebilmek için düzenli bir şekilde de bazı birikimlerimi
O’nun adına fakir ve aç insanları doyurmak için harcıyorum. Dün gece rüyamda bir ses,
O’na bağlılığım için beni ödüllendireceğini söyledi. Bana ‘Köyün yakınlarına bir bilge
gelecek, onun yanında bir taş var. O taşı al ve hayatın boyunca refah içinde yaşa!’ dedi.
Efendim, ben mütevazi bir geliri olan ama buna mukabil büyük bir ailesi olan bir insanım.
Bu yüzden ben sizden o taşı istiyorum, bu taş benim bütün maddi sorunlarıma çare
olacak.”
Bilge çantasını karıştırdı ve yüzünde bir gülümseme ile içinden büyük bir elmas
çıkardı. ”Ah, sen bu taşı kastediyorsun herhalde. Öyle gözüküyor ki rüyanda bile
göremeyeceğin kadar büyük bir servete kavuşuyorsun Ben bu taşı geçen gün ormanda
buldum. Benim gibi maddi zenginlikleri önemsemeyen basit bir bilgeye bu taşı
buldurmasında zaten gizli bir amaç olduğunu sezmiştim. Bu yüzden de O’nun zaten
arzusunu ve iradesini gerçekleştirebilmek için bekliyordum ve sen çıka geldin. Sevgili
oğlum, geldiğine çok sevindim, artık bu taşı sana devredebilirim. Git ve refah içinde yaşa!
Bu servetinle yardım edeceğin insanlara da mutluluk dağıt!”
Böyle diyerek bilge taşı ona verdi, onu kutsadı ve fazla gürültü patırdı çıkarmadan
gitmesini eliyle işaret etti. Adam keyiften dört köşe olmuştu ve bu kutsal adamın önünde
eğilerek selam verdi. Sonra geri döndü ve uzaklaşmaya başladı. Zihninde şu düşünceler
yarışıyordu, “Ben şimdi bu elmasla ne yapacağım? Bu elması nasıl satabilirim? Acaba
birisi gelip onu benden çalabilir mi? Bu para ile İlahi Varlık’ı nasıl mutlu edebilirim? Bu
bilge de bana bu elması nasıl böyle kolayca verdi öyle?” Bu düşünceler bütün gün
boyunca zihnini işgal ediyordu.
Elması kemerinin arkasına sakladı ve ne karısına ve ne de ailesine hiçbir şey
söylemeden tüm geceyi göz kırpmadan uykusuz bir biçimde geçirdi. Zihninde o huzurlu
ve dingin bilgenin görüntüsü vardı. Sakin duruşu gözünün önünden gitmiyordu. Ertesi
sabah olunca bu adamı bir kez daha ziyaret etmeye karar verdi. Belki o zaman bu karışık
zihnine bir çare bulabilirdi.
Böylece sabah erkenden, hem biraz keyifli ve hem de aldığı bu değerli hediye ile
kafası karışmış vaziyette tekrar bilgenin yanına gitti ve ayaklarına kapandıktan sonra
şöyle dedi, “Ey saygıdeğer efendim! Ben bana bahşedilen bu hediye yüzünden bütün
gece hiç uyumadım. Bana bu kocaman elmas verildiğinden beri çok tedirginim ve
gerginim.”
Derin bir soluk alıp dinlendikten sonra da duygulu bir şekilde devam etti, “Efendim
ben bu taşı istemiyorum, ben size bu taşı kolayca verdirten şeyi istiyorum. İlahi sevgiye
sahip olmak ve dünyevi zenginliklere bağımlı olmayan bir hale gelebilmeyi istiyorum.”
Bilge gülümsedi ve aşırı mutluluk ile kendinden geçer gibi oldu. Adamın
imtihandan geçmesinden dolayı çok mutlu olmuştu.
“Sevgili oğlum” dedi, “Sen Tanrı’nın Rahmetine hak kazandın. Bundan sonra Tanrı
seninle bizzat ilgilenecek ve senin üzerine rahmetini yağdıracaktır. Daima O’nun varlığını
yanında hissedecek ve O’nun sevgisi ve koruması altında mutluluk içinde yaşayacaksın.
Bunu söyleyerek bilge ortadan kayboldu. Onun biraz önce durduğu yerde ışık
saçan büyük bir parlaklık vardı. Adam kendisini kutsanmış hissediyordu, ancak
afallamıştı. Şu son birkaç saattir büyük bir İlahi imtihandan geçiyordu ve şimdi O’nun
rahmeti ile kutsanıyordu. Kendisine bundan daha değerli ne verilebilirdi ki?
Eve döner dönmez elması satmak işini ayarladı ve aldığı paranın hepsini hayır
işlerinde kullanmaya başladı. Adam bütün günlerini insanlara hizmetle geçiriyordu. O’na
kendisine gelen fakir insanlar görüntüsü altında hizmet edebilmek adama büyük bir
mutluluk veriyordu. Biliyordu ki bütün bunlar Tanrı’nın gizemli planlarından birisidir ve
kendisi de O’nun yalnızca alçakgönüllü bir enstrümanıdır.
46-
CENNET VE CEHENNEM
Bir seferinde genç bir savaşçı cennet ve cehennemin nasıl bir şey olduğunu
öğrenmek için ormanda yolculuğa çıkmıştı. Yolculuğu esnasında ormanın derinliklerinde
bir ağacın altında oturan bir bilge gördü. Ona yaklaşarak
“Merhaba efendim, size bir soru sorabilir miyim? Ben Cennet ve Cehennemin ne
olduğunu öğrenmek istiyorum, bana anlatır mısınız?” diye sordu. Bilge uzunca bir müddet
sonra insana bıkkınlık verecek derecede yavaş bir şekilde gözlerini açtı. Karşısındaki
genç savaşçıya bakarak hafif alaycı bir şekilde sordu, “Sen mi Cennet ve Cehennemin
nerede olduğunu öğrenmek istiyorsun. Senin gibi bir aptal bunu öğrenebilir mi
sanıyorsun. Şu haline bir bak. Kıyafetlerin komik, kılıcın pas içinde! Sen çirkinsin ve
annen de komik giysiler giyiyor.”
Bu sözleri işiten genç savaşçı öfkeden deliye döndü ve gözleri karararak,
“Ben şimdi senin başını gövdenden ayırırım” diyerek kılıcını çekti ve yukarıya
kaldırdı. Bu sırada bilge onun işini kolaylaştırmak için başını öne doğru eğdi.
Genç savaşçı tam kılıcını aşağıya doğru indiriyordu ki bilge,
“İşte bu cehennemdir, efendim” dedi. Genç savaşçı o anda kendisine bir şey
öğretebilmek için bu bilge adamın kendi hayatını bile feda etmek üzere olduğunu anladı
ve içinde ona karşı büyük bir merhamet ve minnet hisleriyle doldu. Kılıcın aşağıya kadar
inme süresi içinde genç adamın kalbi transforme olmuş ve gözlerinden yaşlar gelmeye
başlamıştı.
Kılıcını bilgenin tam ensesi üzerine geldiğinde durdurdu. Gözlerinden minnet
gözyaşları boşanıyordu. Başı aşağıya doğru bakan bilge de başını bile kaldırmadan, “İşte
bu da cennettir efendim” dedi.
47-
SÖZ DİNLEYEN EŞ
Kabir adında bir bilge kişi vardı. Kabir’in bir öğrencisi olan Tek Chand, bir
akşamüzeri üstadı ile konuşuyordu. Kabir ona evli bir insan olarak yaşarken Tanrı’yı idrak
edebilmenin çeşitli yollarını anlatıyordu.
Kabir şöyle devam etti,”Eğer istersen evini cennet haline getirebilirsin ve kutsal
metinlerde tavsiye edildiği gibi bir yaşam sürebilirsin.”
Tek Chand çok şaşırmıştı: “Sevgili efendim, evi cennet haline getirmek mi? Ben
bunun imkânsız olduğunu ve Tanrı’yı idrak etmenin tek yolunun ormana giderek orada
uzun yıllar bir zaviye yaşantısı sürmek olduğunu duymuştum. Derler ki, hedefine doğru
giden yolda, maneviyat yolu adayının çocukları ve sahip olduğu şeyler ona birer engeldir.
Sizden evimizin cennete çevrilebileceğini duymak beni çok şaşırttı.”
“Evet, sana anlatayım.” Diye Kabir devam etti. “Çok kolay. Bu görevi yerine
getirmek için itaat eden ve söz dinleyen bir eş lazım. Eğer kadın kocasına saygılı
davranırsa ve hiç tereddüt etmeden onun isteklerini yerine getirirse, evi bir cennet haline
getirmek gücüne sahiptir. Böyle yaparak sadece tek başına yaşamın hedefini idrak
etmekle kalmaz, aynı zamanda kocasının da Tanrı’yı idrak edebilmesini sağlar. Çocuklar
da etrafa ışık veren bilgelik ışıkları ve büyük insanlar haline gelirler.”
“Evet, ama senin yüzünde ben şüphe görüyorum. Eğer ikna olmadınsa bir gün
benim evime gel ve ben de sana söylediklerimin arkasında yatan hakikati anlamanı
sağlayayım.”
Bunun üzerine bir hafta sonra Tek Chand, Kabir’in evine sürpriz bir ziyaret yaptı.
Kabir çalışıyor, karısı da mutfakta iş yapıyordu. Kabir oturduğu yerden ayağa kalktı, Tek
Chand’ı selamlayarak karşıladı ve onu yanına oturttu. Tek Chand’in halini hatırını ve
ailesinin nasıl olduğunu sorduktan sonra, Kabir içeriye doğru seslendi ve karısından
kendisine biraz çamur getirmesini istedi. Tek bir söz bile etmeden karısı odayı terk etti ve
bir miktar çamur getirdi. Kabir ondan sonra kendisinden biraz yağ getirmesini istedi; onu
da hemen getirdi. Ondan sonra da Kabir karısına o kıymetli yağı çamurun üzerine
dökmesini ve ikisini gayet güzel karıştırmasını söyledi. Kocasının bu tuhaf davranışına en
ufak bir şaşkınlık belirtisi bile göstermeden karısı söylenileni yaptı. Sonra da kendisine bu
çamur karışımından küçük küçük toplar yapmasını ve bunu kızartma tavasında
kızartmasını söyledi.
Tek Chand bütün bu olanlara hayret etmekten konuşamaz hale gelmişti.
Kızartılmış çamur topları hazır olduğunda da Kabir karısına bunları kapıdan dışarıya
fırlatıp atmasını söyledi. Bu da aynen yapıldı.
Tek Chand bütün bunların ne anlama geldiğini anlayamıyordu. Bunun belki de
Kabir’in evinde bir adet olduğunu düşündü. Kabir ve karısı işlerine tekrar geri döndüler.
Tek Chand sordu, “Efendim, sen bana geçen gün insanın evini bir cennete
çevirebilmesi için çok kolay bir yol göstereceğini söylemiştin. Bu sözünü bugün yerine
getirebilir misin, senin için uygun mu acaba?”
Kabir şöyle cevap verdi, ”Nasıl yani? Daha biraz önce benim söylediğim şeyin bir
örneğini gördün işte. Sadece senin yüzünden bu kadar çok yağ, zaman ve emek
harcadım. Sen o zaman bu gösterinin anlamını kavrayamadın.”
Tek Chand cevap verdi, ”Yani bütün hepsi bu mu? Benim karım da aynısını
yapabilir. Evi cennete çevirmek için yapılması gereken hepsi bu mu?”
“Evet, bence bir kere dene”, diye Kabir tavsiye etti. “Sonucunu kendin de
deneyimleyebilirsin.”
Tek Chand evine döndü ve hemen kendisine gösterilenin aynısını denemeye
başladı. Karısı içeride bazı arkadaşlarıyla birlikte iskambil oyunu oynuyordu. Tek Chand
sabırsızdı; içeriye eşine doğru seslendi. Seslendi ama bir cevap alana dek altı defa eşini
çağırması gerekti. Eşi geldiği zaman kocasının araya girişine söyleniyordu. Kocası
kendisine çok acele bir şey yapması gerektiğini ve bu yüzden arkadaş toplantısını
dağıtmasını ve herkesi evine göndermesini söyledi.
Kadın bunu reddetti, ama kocası çok ısrar edince oyunu bir kaç dakika içinde
bitirmeye razı oldu.
Tek Chand odasında dakikaları sayarak oturuyor ve ne yapacağını planlıyordu.
Sonra karısı yanına geldiği zaman Tek Chand kendisinden biraz çamur getirmesini
istedi.
Karısı Indra şöyle dedi, “Aman Allahım! Günün bu vaktinde çamurla ne
yapacaksın? Acele işin bu mu? Bunun için mi benim oyunumu berbat ettin?”
Tek Chand, “Benimle tartışma. Hadi çamuru hemen getir lütfen.” Dedi.
Çamur getirildi.
Indra: “İşte çamurun burada. Ben arkadaşlarımın yanına geri dönüyorum. Bu
arada sen de kafanda düşündüğün şey gerçekten bu mu diye iyi düşün?” dedi ve kapıya
doğru yürüdü.
Tek Chand, “Gitme. Benim işim bitmedi. Bana şimdi de biraz yağ getir.”
Indra: “Sen bugün biraz tuhafsın. Konuşma şeklin çok acayip. Sen kendinde
misin? Yoksa rahatsız mısın? Sana doktor çağırayım mı?”
Tek Chand, “Benim hiç bir şeyim yok. Sen biraz sonra bütün bu isteklerimin
sebebini öğreneceksin. Lütfen getir.”
Indra, “Pekâlâ, hadi getirelim bakalım”
Kadın biraz yağ getirdi.
Indra: “Şimdi bununla ne yapacaksın?”
Tek Chand: ”Bununla bu evi bir cennete çevireceğiz.”
Indra: “Ha! Ha! Evi cennete çevirmek mi? Ev zaten cennet- tabi eğer ben
arkadaşlarıma geri dönebilirsem. Sen delisin. Bunu sen eve gelir gelmez sana bir
baktığımda anlamıştım.”
Tek Chand: “Aptal olma. Yağı çamurun üzerine dök.”
Öfkeden kuduran Indra: “Ne! Senin gibi deli bir adamı mutlu edebilmek için o
değerli yağı harcamayacağım. Ben hala kendimdeyim. Benim de senin gibi delirdiğimi mi
zannettin? Sen yoksa sarhoş musun? Odana git de birkaç saat uzan. Belki o zaman
düzelirsin.”
Yağı aldı ve kapıya doğru yürüdü.
Onun dışarı çıkmasını engelleyerek Tek Chand bağırmaya başladı: “Sana
söylediğimi yap. Soru sorma ve benimle tartışma. Yoksa seni fena halde döverim.”
Indra da cevap verdi: “Ne demek istiyorsun? Ben bu yağı çamurun üzerine döküp
boşa harcamayacağım.”
Tek Chand öfkeli bir şekilde: “Eğer sana söylediğimi yapmazsan seni çok kötü
yapacağım. Evimizin cennet haline gelmesini istemiyor musun?”
Indra: “Kim bu tuhaf düşünceleri senin kafana soktu? Eğer çok istiyorsan pazara
gidebilir, biraz yağ alabilir ve istediğin yere dökebilirsin. Özel olarak kendi ellerimle
hazırladığım bu yağı israf etmene izin vermeyeceğim. Evi bir cennet haline
dönüştürecekmiş!”
Bunun üzerine Tek Chand karısını dövmeye başladı.
Indra arkadaşlarına seslendi: “Hey Kamala, Vasantha, Sulochana! Yetişin. Kocam
delirdi. Beni dövüyor. Bana yardım edin, yoksa beni öldürecek.”
Bunun üzerine komşular evin içine koştular. Kabir de geldi. Tek Chand’ı tuttular ve
zorlukla bir yere oturttular.
Komşusu Nandlal, “Ne oldu Tek Chand? Sen ne yapıyorsun?”
Indra, “O bugün delirmiş. Lütfen onu akıl hastanesine götürün, bu adam beni
öldürecek.”
Tek Chand: “Hayır, ben delirmedim, Nandlal. Ben bu evi bir cennet haline
dönüştürmek istedim. O benimle işbirliği yapmadı.”
Nandlal, “Nasıl yani? Evi cennet haline nasıl çevirmeyi düşündün ki?”
Tek Chand: “Biliyorsun, eğer bir kadın sorumluluk ve görev duygusu içinde tam
olarak kocasına itaat ederse, onların içinde yaşadıkları ev cennet haline gelir. Ben eve
geldim ve ona dediğim şeyi yapmasını söyledim, fakat o benimle işbirliği yapmayı
reddetti. Ben de bu yüzden onu dövdüm.”
Hikâyeyi dinledikten sonra hepsi gülmeye başladı ve kendisine gerçekten de deli
olduğunu söylediler. Kabir öne çıktı ve Tek Chand ile kendisinin ilgileneceğini belirttikten
sonra diğerlerine gitmelerini söyledi. Herkes gittikten sonra Kabir, “Evi cennet haline
getirmenin yolu bu değil. Sen bunun tam tersini yaptın ve evini cehenneme çevirdin. O ev
ki içinde kadın ve kocası kavga edip tartışırlar, en kötü cehennemdir. Buradan bütün
huzur kaçar gider. Eşlerin sürekli olarak birbirleri ile uyumsuz/anlaşamayan bir tutum
sergiledikleri evin içinde en ufak bir sevinç ve neşe kırıntısına rastlayamazsınız.
Geçen sabah sana gösterdiğim şeyin arkasındaki düşünceyi anlayamadın galiba.
Senin evini cennet haline getirmen benim yaptıklarımın aynısını yaparak olmaz ki! Eğer
bir insan bir kaç rupee değerinde yağı dökerek cennete kavuşabilseydi, o zaman
dünyadaki bütün insanlar böyle yaparak evlerini cennet haline dönüştürebilirlerdi. İşin aslı
tabii ki böyle değil.
Senin gördüğünün arkasında yatan gerçek şudur. Bir kadın her zaman kocasının
sözünü dinlemelidir. Tabi bu da demek değildir ki, kadına istemediği şeyleri zorla
yaptırmak ve ona yapmış olduğu yanlış evliliğin cezasını çektirmek lazımdır.
Kadın yapmış olduğu her şeyi tüm kalbiyle, saygıyla, inanç ve bağlılıkla
yapmalıdır. Eğer sen onun kalbini kazandıysan, iyi niyetlerin ile onu ikna ederek ona
güven aşıladıysan ve onun isteklerini daha o söylemeden karşıladıysan, işte o zaman o
da senin istediğin şekilde davranacaktır. Sen onun kalbini okumalı, mizacını anlamalı,
nazik davranmalı, ona karşı şefkatli ve sevgi dolu olmalı ve onun sevgisini kazanmalısın.
Bu durum, eşinin kesin olarak senin dediğini yapmasını ve sen güç kullanmadan
yapmasını sağlayacaktır. İçinde kadın ve kocanın böyle huzurlu bir yaşam sürdürdüğü ev
ise cennetin ta kendisidir.”
48-
TANRI’NIN MERHAMETİ
Narayana Prasad’ın annesi ölmüştü. Herkesin tahmininin aksine ama Narayana
Prasad annesinin ölümüne değil ama başka bir sebeple çok mutlu idi. Ellerini açarak
Tanrı’ya dua etmeye başladı. “Allahım, hayatım boyunca ben bir şey istemeden Sen
Rahmetini benim üstüme yağdırdın. Beni bu dünyevi yaşama bağlayan kalan tek bağı da
kaldırdın. Ben artık araya hiç bir şey girmeden tüm ömrümü Sana, yalnız Sana
adayabileceğim. Sevgili Tanrım, bana Sana karşı saf ve temiz bir bağlılık bahşet.”
Narayana Prasad bu olaydan sonra Puri’deki tapınağa doğru yola çıktı. Yol
boyunca sürur içinde Tanrı’nın isimlerini zikrediyor ve ilahiler söylüyordu.
Narayana Prasad’ın kalbinde Tanrı’nın ta kendisi ikamet ediyordu. Narayana
Prasad sürekli olarak O’nunla söyleşiyordu. Puri’de bulunan tapınağa gitmeyi
düşünmüyordu. Bunun yerine, deniz kenarına gitti ve kendisini aralıksız olarak O’nun
ismini zikretmeye ve O’nun güzelliği üzerinde tefekkür etmeye adadı.
Üç gün geçti. Narayana Prasad herhangi bir şey yememişti, yemeyi de
düşünmüyordu. İnsanların olduğu yerden epey uzaktaydı; hacca gidenler onun olduğu
yerden geçmiyorlardı. Açlıktan ölmek üzereydi, ama ilahiler söylemeye ve derin
düşünceye devam ediyordu.
Bunu fark eden bir melek ona yiyecek götürmeye karar verdi. En güzel yiyecekleri
altın bir tepsiye koydu ve yola çıktı.
Narayana Prasad dünyanın farkında bile değildi. Tanrı’nın isminin derinliklerine
dalmıştı. Ona doğru yaklaşan melek onunla yüz yüze gelmeye utandı. Bir müridin bu
denli derin bir bağlılık ve inanç içinde olduğunu görmemişti. Altın tepsiyi sessizce
Narayana Prasad’ın arkasında bir yere koydu ve çabucak geri döndü.
Narayana Prasad, bir ayak sesinin uzaklaşmasını duyunca başını sesin geldiği
yöne doğru çevirdi. Orada yiyecek dolu altın tepsiyi gördü, ama o tepsiyi kendisine
getiren herhangi bir kimse göremedi. Açlık hissetti. Tanrı’ya kendisine rahmetini tam
zamanında gösterdiği için teşekkür etti ve O’nun bahşettiği yiyecek olarak büyük bir
iştahla yedi. Yemekten sonra da üç gece uykusuzluğun verdiği rehavetle uykuya daldı.
Uyandığında ellerinde coplar olan dört rahibin başucunda dikildiğini gördü.
“Seni rezil hırsız!” diye ona bağırdılar, “Tapınaktaki altın tepsiyi çalmaya nasıl
cesaret edersin? Gel buraya! Ayağa kalk! Seni aşağılık utanmaz rezil herif seni. Bizimle
kralın sarayına gel de onun ellerinden cezanı çek bakalım.”
Bunun üzerine Narayana Prasad ilk önce şaşırdı. “Bu tepsiyi ben çalmadım,” diye
düşündü, “Fakat bana yemeği getiren kişi neden sonradan tepsiyi alıp götürmedi ki?” diye
düşünerek bir anda kendisini toparladı ve sakinleşerek olmakta olan olayların üzerine
düşünmesinin anlamsız ve faydasız olduğuna karar verdi ve bunun yerine kendi zihinsel
içsel huzuruna geri dönmeye karar verdi.
Kral olayı duyunca çok sinirlendi. Suçlunun kırbaçlanması emrini verdi. Kralın
kalpsiz hizmetkârları güç ve kuvvetlerini gösterebilecekleri bu fırsata çok sevinmişlerdi.
Narayana Prasad’ın vücudu üzerine kırbaç darbeleri giderek büyüyen bir şiddetle
gelmeye başladı. Ama kralın hizmetkârlarının şaşkınlıktan ağızları açık kaldı. Adam
kırbaç yerken gülüyor ve ilahiler söylüyordu. Yarım saat süren kırbaçlamadan sonra bile
vücudunun hiç bir yerinde kırbaç izi bulamadılar. Çaresiz bir şekilde onu sarayın dışına
atıp serbest bıraktılar.
Narayana Prasad deniz kenarındaki yerine geri döndü ve yine Tanrı düşüncesinin
içine daldı. Gece olduğunda yine yiyecek geldi, ama bu sefer yemekten sonra tabak
esrarengiz bir şekilde geri götürüldü.
O gece kral uyuyamadı. Kâbus gibi bir rüya kendisini rahatsız etti ve yataktan
dışarı fırladı. Rüyasında sürekli olarak ışıklar içinde bir meleğin görüntüsünü görüyordu.
Meleğin belinden aşağıya doğru kanlar sızıyordu. Kral şaşkına dönmüştü. Ayağa kalktı,
dışarı fırladı ve tapınağa gitti. Rahiplere derhal tapınağı açmalarını emretti, hemen
tapınaktaki melek heykeline bakmak istiyordu.
İçeriye girdiklerinde, kralın da, rahiplerin de dilleri tutuldu, çünkü heykelin belinden
aşağıya süzülerek kanlar damlıyor, tapınağın içine doğru akıyordu. Kral anlamıştı. Kalbi,
işlemiş olduğu bu büyük suçtan ötürü üzüntü ve vicdan azabı içinde yanmaya başladı. Bir
anda bu olayın sebebinin aslında akşamüzeri o zavallı müridin kırbaçlanması olduğunu
kavradı.
Kral, yanında hizmetkârları ile birlikte deniz kıyısına gitti; Narayana Prasad’ın
ayaklarına kapandı. Yapmış olduğu aptallık yüzünden kendisinden özür diledi ve Meleğin
bedenindeki yaraların iyileştirilmesi için kendisine yalvardı, çünkü bunu yalnızca
Narayana Prasad yapabilirdi.
Narayana Prasad acı acı ağlamaya başladı.
“Sevgili Tanrım! Ey merhamet okyanusu! Neden bunu yaptın? Neden bu zavallı
salikin için bu eziyete ve işkenceye katlanmak zorunda kaldın? Neden kırbaç darbelerini
kendi üzerine aldın? Kralın hizmetkârlarının beni kırbaçlamasını engelleyemez miydin?”
Yüksek sesle büyük bir keder içinde ağlıyordu.
O sırada kanın akması bir an içinde durdu.
Şöyle bir ses duyuldu, “Şunu bil ki, sen senin kaderine uygun olarak bu cezayı
çekmek zorundaydın. Fakat senin Bana karşı olan sevgin, Bana karşı olan bağlılığın o
kadar büyüktü ki, tamamen Bana teslim olmuş durumdaydın. Benim görevim seni her
türlü zarardan korumaktı. Bundan başka, senin kaderini ve başına gelmesi gerekenleri
yok edemezdim, olması gereken olmak zorundaydı. Bu yüzden senin bedenine düşmesi
gereken kırbaç darbelerini kendi bedenime almak zorunda kaldım. Salik, kendi kaderine
uygun olan ne varsa onunla karşılaşmak zorundadır, başına o olay gelmek zorundadır,
fakat Bana olan bağlılığı ve teslimiyeti bu derecede yüksekse başına gelen şeyden
etkilenmeyecektir. Başına gelen hiçbir şey, kendisine hiç bir ıstırap vermeyecektir, çünkü
Ben kollarımla onu sararım ve onu her türlü tehlikeden korurum.”
Bu olaydan sonra Narayana Prasad yürüyerek ortadan kayboldu.
49-
GERÇEK HUZUR
50-
ISAAC TIGRETT’İN HİKÂYESİ
Yirmi yaşında bir genç! Bu gencin tek başına büyük bir şirketler topluluğu, bir ticari
imparatorluk kurmasını gözünüzün önüne getirin. Onun bu ideale kendini adamasını
düşünün. İşte bu Isaac Tigret’in, yani “Hard Rock Cafe”’yi kuran kişinin hikâyesidir.
Amerika’da zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, Isaac ülkesinde yaygın
olan ırkçılıktan ve ırkçı davranışlardan her zaman acı çekmişti. Daha sonraları zaman
geçince Güney Afrika kökenli bu Amerikan ırkçılığı azaldı. Zenciler de artık insan gibi
saygı görmeye başladılar.
Tam bu sıralarda Isaac İngiltere’ye gitti. O yıllarda İngiliz fabrikalarında da
uygulanan ırkçı ayırım Isaac’ı çok sarsmış ve şaşırtmıştı.
İngiltere’de zengin ve fakir, asil ve alelade insan arasındaki uçurum korkunçtu.
Adalet sistemi bile sıradan insan için geçerli değildi. Isaac o zamanlar 20 yaşına yeni
basmıştı.
Bu insani olmayan kültürü yok etmek ve kökünü kurutmak için elinden geleni
yapmaya karar verdi. Bu amaçla, taraf tutmayan ve insan kayırmayan bir restaurant
açmak niyetindeydi. Bu yatırım için gerekli parayı da bankadan kredi olarak aldı.
1960 yılında küçük bir yemek evi açtı, adını da “Hard Rock Cafe” koydu. Bu
kafede herkes hoş karşılanıyordu. Müşteriler beraberce oturup yemek yiyebiliyorlardı. Asil
veya aşağı, zengin veya fakir, beyaz veya siyah ayırımı yapılmıyordu. Herkes onun bu
sevgisini ve insanlara olan yaklaşımını ve yakın ilgisini takdir etti. Bu yüzden restauranta
gelen müşteriler boş bir yer bulabilmek için kapının önünde saatlerce sabırla sırada
beklemeye başladılar.
Isaac, çalışanlarına da iyi bir eğitim veriyordu. Müşterilere sevgi ile davranmayı ve
onlarla en iyi bir şekilde ilgilenmeyi öğreniyorlardı. Kafenin düsturu “Herkesi seviniz,
Herkese Hizmet Ediniz!” (Love All, Serve All) idi. Kendisine bu düsturu öğreten büyük
bilgenin öğretilerini uygulamaya koymuştu.
Tek bir din vardır, sevgi dini.
Tek bir lisan vardır, kalbin lisanı.
Tek bir Tanrı vardır ve O da her yerde hazır ve nazırdır.
Isaac bu mesajı açtığı restaurantta uygulamaya başlamıştı. Isaac çalışan
elemanlarda da büyük değişiklikler meydana gelmesini sağlıyordu. Aynı miktarda iş için
kadın da erkek de aynı ücreti alıyorlardı. İş konularında her çalışan, günün her saati
kendisini telefonla arayıp bir şey sorabiliyordu. Ayrıca, otel işinden elde edilen kâr
hepsinin arasında eşit olarak paylaşılıyordu.
Sevgi ile beslenen bu kuruluş çok kısa zamanda tüm dünyaya yayıldı. Isaac’ı şöyle
anlatabiliriz. “ Ben istenmeyen kişileri işe aldım. Onlara kalpten yaklaştım ve içten
sevgimi verdim; onlara hizmet ettim. Benim onlara verdiğim sevginin ve ilginin on katını
onlar bana geri verdiler.”
Bu işe 60.000 dolar ile başlamıştı. 40 yıl sonra bu restaurant zincirini takriben 108
milyon dolara sattı. Bu paranın bir kısmını kar amacı gütmeyen Vakıflara bağışladı.
Isaac para istemiyordu. Onun istediği bu sevgi mesajını elinden geldiği kadar
uygulamaya dökmekti. Bu gayretinde de büyük bir başarı kazandı.
Sonra da açtığı otelde kalan müşterilerine de onları mutlu edecek çeşitli
hizmetlerde bulunuyordu. Dışarıda yağmur yağarken onlara şemsiye veriyor, sıcak
havalarda onlara soğuk içecekler ısmarlıyordu. Dondurucu soğuklarda da sıcak çorba
dağıtıyordu. Böylece, insanlar oteli kendi evleri gibi görmeye başladılar. Herkes oteli
kendisine aitmiş gibi görmeye başlamıştı. İşte sevginin gücü budur. Isaac bu şirket
imparatorluğu ile yüzlerce insanı dönüştürdü. Büyük ruhların kendi çağlarında bu konuda
neler söylediklerine kulak verelim.
Hz. İsa şöyle demişti, “Kim lideriniz olmak istiyor? O sizin hizmetkârınız olacaktır!”
Swami Vivekananda şunu söyledi, “İyi bir lider, her zaman kendi canını feda
etmeye hazır olmalıdır.”
Başka büyük bir bilge de şöyle diyor, “Yalnızca kendisi, ailesi ve akrabaları için
servet kazanmayı ve yalnızca mal mülk edinmeyi düşünen bir insan, üzüntünün ve
kederin derin çukuruna düşecektir.”
“İnsan, “Ben” ve “Benim/Bana Ait” düşüncelerinden “Biz” ve “Bizim” düşüncelerine
gelmelidir. Bencillikten bencilsizliğe, tutsaklıktan, özgürlüğe doğru ilerlemeliyiz.”
51-
ASIL SEN BANA TEŞEKKÜR ET
Amerikalı milyoner John D.Rockefeller arkadaşlarından ünlü bir bilgenin ismini
işitmişti. Arkadaşları bu olağandışı keşişi mutlaka görmesi için ısrar etmişler, fakat o her
seferinde bir bahane ile reddetmişti.
Rockefeller kararında azimliydi ve hiç kimse onun fikrini değiştiremezdi. Fakat
günün birinde, Rockefeller aniden Chikago’da bir arkadaşının evinde kalmakta olan
bilgeyi görmeye gitti. Kapıyı açan erkek hizmetkârı kenara doğru iten Rockefeller,
emredercesine keşişi görmek istediğini söyledi.
Hizmetkâr onu oturma odasına doğru götürdü. Rockefeller, geldiğinin haber
verilmesini beklemeden bilgenin çalıştığı odaya daldı. Swamiji’nin çalışma masasında
oturduğunu ve kimin geldiğini görmek için gözlerini bile kaldırmadığını görünce çok
şaşırdı.
Epeyce bir müddet sonra, bilge konuşmaya başladı ve Rockefeller’e kendisinin
geçmişi hakkında kendisinden başka kimsenin bilmediği şeylerden bahsetti ve ona
kazandığı bu büyük miktardaki paranın dünyaya iyilik yapabilmesi için kendisine
verildiğini anlattı. Tanrı’nın kendisine bu serveti yoksul insanlara yardım edebilmesi bir
fırsat olarak verdiğini açıkladı.
Rockefeller bir keşişin kendisi ile ne hakla böyle konuşabildiğini düşündü ve çok
sinirlenerek veda bile etmeden odayı öfkeli bir şekilde terk etti. Fakat bir hafta sonra, yine
geleceğini haber vermeden, yine paldır küldür bilgenin çalışma odasına girdi ve yine
kendisinin aynı geçen seferki gibi başını kaldırmadan çalışmaya devam ettiğini görünce,
masasının üzerine bir kâğıt fırlattı. Kâğıtta inanılmaz büyük bir miktarda parayı bir halk
hapishanesi yönetimine bağış olarak vereceğini yazıyordu.
“İşte, burada” dedi, “şimdi artık mutlu olmalısın ve bana bunun için teşekkür
etmelisin!”. Bilge yine gözlerini bile kaldırmadan, yavaşça kalemini bıraktı, kâğıdı eline
aldı ve sessizce okudu. Sonra şöyle dedi, “Asıl senin bana bunun için teşekkür etmen
lazım.”
Bu Rockefeller’in toplumun iyiliği için yaptığı ilk büyük bağışı idi. Sonradan
hayırseverlik konusunda büyük bir ün yaptı.
52-
MICHAEL FARADAY
Michael Faraday dinamoyu keşfeden büyük bilim adamıdır. Hepinizin bildiği gibi
dinamo evlerimizi aydınlatan, değirmenlerimizin ve fabrikalarımızın çalışmasını sağlayan
elektriği üretir. Michael Faraday hiçbir zaman böbürlenmemiştir. Birçok olayda sade
giyinişi ve mütevazı davranışları onun müthiş zekâsını başkalarından saklamıştır.
Bir seferinde Kraliyet Darphanesinden bir memur Faraday ile görüşmek istemişti.
Onun çalıştığı Kraliyet Bilim Enstitüsüne gitti. Orada kapıda bulunan kişi kendisine
Faraday’ın deneylerini yaptığı büyük odaya nasıl gideceğini tarif etti. Ziyaretçi odaya
girdiği zaman yaşlı bir adamın kahverengi pantolon ve beyaz bir gömlek giyerek bir
leğende bardak yıkadığını gördü. Memur adama sordu, “Sen bu enstitünün bekçisi
misin?”
Yaşlı adam gösterişli ve süslü püslü elbiseler giymiş olan ziyaretçiye dönerek,
“Evet” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri burada çalışıyorsun?” diye ziyaretçi sorunca da “ 4 yıldır” diye
cevap verdi. “Sana verdikleri ücretten memnun musun?” diye gelen 3. soruyu da “Tabi,
çok memnunum” diye yanıtladı. “Bu arada senin adın nedir?” diye ziyaretçi memur merak
içinde sordu. Yaşlı adamın cevabı “Beni Michael Faraday diye çağırıyorlar.” idi.
Memur utancından kıpkırmızı olmuştu ve yapmış olduğu hatadan ötürü özür diledi
ve içinden şöyle düşündü, ”Bu büyük insan ne kadar mütevazı böyle? Yoksa mütevazı
olduğu için mi bu kadar büyük?”
53-
UYGULAMAYA KONMUŞ SEVGİ
Hizmet konusunda insanları eğitmek için üniversiteye ihtiyaç yoktur. Tek
yapmamız gereken şey etrafımıza bakmaktır. Tabiat bizim için ne büyük dersler
hazırlamıştır. Biz yalnızca bu dersleri öğrenmeliyiz.
- Ağaç kendisini kesmeye gelen insana bile gölge vererek hizmet eder.
- Ağaç kendisine taş atan insanlara meyve vererek hizmet eder.
- Nehir başkalarının iyiliği için akar. Kendi taşıdığı suya ihtiyacı yoktur.
- İnek kendi verdiği sütü kendisi içmez. Sütünü bize verir.
- Sandal ağacı kendisini kesip yere indiren baltanın üzerine kendi güzel kokusunu
sindirir.
Tanrı bize bu insan bedenini başkalarına hizmet etmemiz vermiştir. Bu beden
yalnızca başka insanlara hizmet ettiği zaman amacını yerine getirmiş olacaktır.
Herkes kendi kapasitesi ölçüsünde topluma hizmet etmelidir. Zengin bir adam
parası ile, bir bilgin bilgisi ile, bir mürit Tanrı’ya ait hikâyeler anlatarak hizmet edebilir. Her
kişi yapabileceğinin en iyisini yaparak hizmet etmelidir.
Karşılıksız hizmetin ödülü nedir? Hizmet ederken duyduğumuz hoşnutluk ve tatmin
duygusu en büyük ödüldür.
Büyük bilge bir seferinde bir hastaneyi ziyaret etti. Doktorlardan birinin o gün bütün
gün boyunca bir tek kahve bile içmediğini öğrendi. Bilge o doktoru çağırarak bir bardak
kahve içmesini istedi.
Doktor şöyle cevap verdi, “Efendim bana kahve içmek değil de hizmet etmek
gerçekten daha fazla zevk veriyor.”
İyi bir karşılıksız hizmetin göstergesi, o hizmeti gören kişinin yaptığı işten zevk alıp
almamasıdır; gördüğü hizmetle birlikte kişide dönüşüm olup olmadığıdır.
Tanrı’ya ulaşmanın en iyi ve en kolay yolu karşılıksız hizmet etmektir. Hizmet eden
kişiler Tanrı’ya yakın ve sevgili haline gelirler.
Yalnızca, dudakla yapılan hizmet yeterli değildir. İnsan aktif olarak hizmet
etmelidir, yani hizmeti uygulamaya koymalıdır. Görünürde sahnede kahraman olmanın,
ama uygulamada sıfır olmanın ne anlamı vardır.(hero on the platform, but zero in action)
İnsan öğütlediği şeyi önce kendisi uygulamalıdır. Yani, uygulamada rol almalı ve
başkalarına
Hepimiz içinde herkesin kendi kendisine “Benim kazancım ne olacak?” diye
sorduğu bir toplum içinde yaşıyoruz. Bu yüzden, zihin şöyle bir soru sorabilir, “Hizmet
edince benim kazancım ne olacak?”
Eğer su deposu su ile dolu ise, musluktan her zaman su akacaktır. Yaşam, su
yerine rahmet ile dolu olan bir depodur. Hizmet ederek depoda toplanan iyilikler, insanın
günlük faaliyetlerinde Tanrı’nın rahmeti olarak dışarıya akar. Şunu hatırlayın ki bu
rahmet-su birikimi gelecek nesillerin de işine yarayacaktır. Bu yüzden, deponun kutsal
hizmet faaliyetleri ile her zaman dolu olmasına dikkat ediniz.
Masa üstüne konan bir vantilatör düşünün. Sağa sola salınarak çalışmasını
sağlayabilirsiniz. O zaman sürekli bir hava esintisi olmayacaktır. Fakat sabit tutulursa,
esinti sürekli olacaktır.
Eğer hizmete adanmış bir yaşam sürerseniz Tanrı’nın rahmetinin esintisi her
zaman size ulaşacaktır. Bunun için yaşamda küçük bir değişiklik yapmak yeterli olacaktır.
Çocukların üzerinde oynadığı tahterevalli gördünüz mü? Yaşamın bir tahterevalli
olduğunu düşünün. Bir tarafta Tanrı; ötekinde ise dünyevi arzular vardır. Tanrı’nın olduğu
tarafın yukarı doğru kalkması için ne yapılmalıdır? Dünyevi zevkler tarafındaki ağırlık
arttırılmalıdır. Bu yüzden dünyevi arzularınızı en aza indirin ve hizmet ağırlığı ekleyin, o
zaman Tanrı yaşam tahterevallisinde yukarı doğru yükselecektir.
Hepimiz içinde yaşadığımız şehrin, ülkenin ve dünyanın daha iyiye doğru gitmesini
arzu ederiz. Bunun için dua da ederiz. Bir salikin yaşamının hikâyesine bir bakar mısınız?
Bu kişi gençken, şöyle dua ederdi, ”Tanrım, ben tüm dünyayı iyiye doğru
değiştirmek istiyorum. Dünyayı tamamen değiştirmek istiyorum. Lütfen bana bunun için
güç ve kuvvet ihsan et!”
Orta yaşa geldiği zaman, duasının doğru olmadığını fark etti ve değiştirdi. “Tanrım!
Bana ailemi ve çevremi değiştirebilmek için güç ve kuvvet ver!”
Uzun bir zaman geçti. Yaşlanmıştı. O zaman büyük Hakikatin farkına vardı. Bu
kadar çok yıl geçmesine rağmen duası yerine getirilmemişti. Şöyle dua etti, “Tanrım!
Lütfen bana kendimi dönüştürebilmem için gerekli güç ve kuvveti ihsan et!”
O anda yükseklerden bir ses duydu. “Bu duayı biraz daha erken yapamaz
mıydın?”
Başka insanlar için yaşamak, Tanrı için yaşamak demektir. Bu nedenle, bırakın bu
yaşam başkalarının iyiliği için olsun. Kendimizi mümkün olduğu kadar daha erken bir
şekilde bu hale getirelim. “Yola erken çıkalım, yavaş sürelim ve hedefe emniyetle
varalım!”
54-
HERKESİ SEVİN
Bir adam yolculuk yapıyordu. Gittiği uzun yoldan dolayı çok susamıştı. Yol
üzerinde bir kuyu buldu ve hemen atından inerek kuyuya indi ve kana kana su içti.
Kuyudan dışarıya çıktığında dili dışarıda kendisi gibi susuzluktan ölmek üzere olan bir
köpek gördü.
Adam kendi kendisine şöyle dedi, “Bu köpek de aynı beni buraya getiren sebepten
ötürü buraya geldi.” Böylece ikinci bir defa kuyuya indi, kısa çizmesinden birisini su ile
doldurdu, Botu ağzı ile taşıyarak kuyudan çıktı. Sonra da getirdiği suyu köpeğe içirdi.
Bu hareketi yüzünden bütün günahlarını silmişti.
İnsanlar Hazreti Peygambere sorarlar, “Hayvanlara yaptığımız iyi davranışlardan
da mükâfat kazanabilir miyiz?” Peygamber şöyle cevap verir, “Yaşamla yoğrulmamış
temiz ve şefkatli bir kalp açısından bakılmalıdır. Yapılan her iyi davranışın karşılığında bir
mükâfat vardır.
55-
ASLINDA KİM DEĞİŞMELİ
56-
GÖREVİNİ YAPMA
Bir ayakkabı bilgenin yanına giderek şöyle sordu, “Ey saygıdeğer kişi! Şu benim
zavallı kaderimi bir dinler misin! Ben gece gündüz efendimi kirli, taşlı ve dikenli yerlerde
üzerimde taşıyorum. Bu ağır yükten ötürü sürekli olarak yıpranıyorum. Fakat efendim
gece olunca beni evin içine alma inceliğini ve nezaketini bile göstermiyor. Bir gün olsun
benim bu hizmetimi takdir etmiyor.”
Bilge söyle cevap verdi, “Ey sevgili ayakkabı! Sen gerçekten de büyük bir saliksin.
Kendini feda ederek efendine hizmet ediyorsun. Efendinin ayağını kendinle sararak
dikenlerden ve keskin taşlardan koruyorsun ve büyük zorluklara göğüs geriyorsun. Sen
kesinlikle fedakârlığın bir somutlaşmışısın. Bütün güzellikler seninle birlikte olsun. Ama
sen bu görev duygusunun manasını pek kavramışa benzemiyorsun. Bir görevli kendi
vazifesini bir ibadet yaparmışçasına yerine getirmeli ve kendi çıkarı için hiçbir şey
beklememelidir. Hatta yaptığı işin takdir edilmesini bile beklememelidir. Bir görevli o anda
ilgilendiği kişi vasıtası ile aslında Tanrı’ya hizmet ettiğini düşünmelidir. Hatta hizmet ettiği
kişinin kendisini takdir etmesini bekleyeceğine, görevli kendisi vasıtası ile Tanrı’ya hizmet
etme fırsatı verdiği için o kişiye teşekkür etmelidir.”
“Efendine hizmet ettiğin için değil de, onun vasıtası ile Tanrı’ya hizmet ettiğini
düşün. Tanrı bütün formların, bütün canlıların içindedir. Etrafında gördüğün her şey
yalnızca Tanrı’nın somut hale gelmiş şekilleridir. Ayrıca, gurur ve kibirden uzak dur. Bir
salik onuru ve onursuzluğu aynı şekilde karşılamalıdır. Her türlü koşulda zihni dengede
olmalıdır. Eğer görevine Tanrı’ya yapılan bir ibadet gibiymiş gibi devam edersen;
karşılığında bırak ödülü, karşı taraf tarafından tanınmayı bile beklemezsen; onuru ve
onursuzluğu, acıyı ve keyfi, kazancı ve kaybı aynı şekilde karşılarsan; o zaman Tanrı’nın
en büyük Rahmetine nail olacaksın ve o sonsuz sürurun keyfine varacaksın. Bu sebeple,
geri dön ve görevini yapmaya devam et!”
57-
GÜNAHKAR
Fırtınalı bir geceydi. Bilge, yanında öğrencisi ile birlikte seyahat ederlerken nehir
kıyısında Rongalu adında bir köye geldiler. Gidecekleri yere ulaşmak için nehrin karşı
kıyısına geçmeleri gerekiyordu.
Köyde yaşayanların çoğunun kayıkları vardı. İkisi beraber bütün kapıları ardı
ardına çaldılar. Fakat hiç kimse bu fırtınalı havada kayıklarını suya çıkarmaya cesaret
edemiyordu. Ancak kapısını çaldıkları ancak son adam onların bu zor durumunu görünce
olumlu cevap verdi.
Evin balkonundan aşağıya geldi ve fenerini tutarak bilgeye doğru baktı. “Efendim”,
dedi, “Ben bu köye daha yeni yerleştim. Benim bir kayığım yok. Fakat ben nehrin nerede
sığ olduğunu gayet iyi biliyorum. Ben sizi omuzlarımda taşıyarak birer birer nehrin karşı
kıyısına geçirebilirim.”
Bilge yapılan öneriyi kabul etti. Adam da onların nehrin sığ yerine götürdü. İlk
olarak bilgenin öğrencisini karşı kıyıya geçirdi. Sonra da bilgeyi geçirdi. Bilgeyi yere
indirdikten sonra, “Tuhaf!” diye mırıldandı.
Bilgenin öğrencisi, “Nedir o tuhaf olan?” diye sordu. Adam aklındakileri bir araya
getirebilmek ve kendisini ifade edebilmek için bir müddet sustu. Sonra da kısaca şunları
anlattı. Adam her zaman görünmez bir yük taşıdığını hissediyormuş. Öğrenciyi taşıdığı
zaman bu yük daha da ağırlaşmış. Fakat bilgeyi taşıdığı zaman bu yükün hafiflediğini
hissetmiş! Fakat bilgeyi tekrar yere indirir indirmez, bu görünmez yükün tekrar üzerine
yüklendiğini hissetmiş.
Bilge de bu sözleri duymuştu, ama bir şey söylemedi. Adam da onlarla vedalaşıp
geri döndü.
Öğrencisi bilgeye dönerek sordu, “Adamın bu dedikleri ne anlama geliyor?”
Bilge şöyle cevapladı, “Adam işlediği günahların yükünü taşıyor. Beni taşıdığı
zaman, günahları kendisini geçici olarak terk etti. Kendisini hafif hissetti. Ben iner inmez
de tekrar geri geldiler”
“O zaman bu adam bir günahkâr, öyle mi?” diye öğrenci sordu. Bilge de, “Evet,
öyle” diyerek tasdik etti.
Bilge ve öğrencisi, kendilerini ağırlayacak olan zengin ağanın evine vardılar. Ağa
ve mahiyeti, bilgeyi aniden karşılarında görünce çok sevindiler. Ertesi gün öğrenci, bazı
işleri halletmesi için tekrar Rongalu’ya gitti. Döndükten sonra da bilge ve kendisi yeniden
yola koyuldular.
Aradan beş yıl geçti. Bilge ve öğrencisi bir kez daha Rongalu köyüne geldiler.
Gece olmuştu. Yolda rastladıkları bir adama 5 yıl önce sefer kendilerini taşıyan adamı
sordular.
“Günahkâr Manohar’ı mı soruyorsunuz?” diye adam cevap verdi. “Kendisi köyün
sonundaki evde oturuyor.”
Başka bir adam, “Ben Günahkâr Manohar’ı bugün pazarda gördüm” diyerek cevap
verdi. Herkes adamı günahkâr diye çağırıyordu. En sonunda Manohar’ı buldular.
Manohar hemen bilgenin ayaklarına kapandı.
“Sırtında ve başında taşıdığın o görünmez yük yok oldu, öyle değil mi?” diye bilge
sordu.
Manohar ağlayarak şöyle cevap verdi, “Evet, yüce kişi. Ben seni taşıdıktan sonra
bu yük her geçen gün azaldı ve en sonunda da tamamen yok oldu. Kuşkusuz senin
kutsaman sayesinde oldu. Benim bundan şüphem yok!”
Kendilerini karşıya geçirmek üzere bu sefer köy ağasının kayığı bekliyordu. Bilge
Manohar’la vedalaşıp kayığa adım attı. Kayıkta öğrencisi bilgeye sordu, “Efendim, bu
adam günahlarından nasıl kurtuldu?”
“Adamın günahlarının yükü, sen de dâhil yüzlerce kişi arasında dağıldı.” Diye bilge
sakince cevapladı.
“Ben de dâhil mi? Anlayamadım, efendim.”
Bilgenin cevabı şöyle geldi. “5 yıl önce ben köyde kaldığım zaman, sen yalnız
başına Rongalu’ya geri geldin. O zaman benden öğrenmiş olduğun adamın günahkâr
olduğu gerçeğini köylülere anlatmış olmalısın. Herkes adamla alay edercesine kendisini
günahkâr diye çağırmaya başladı. Sevgili oğlum, işte o gizemli kural bu şekilde işler. Her
kim ki bir dedikodu yapar, hakkında konuştuğu kişinin günahlarının ağır yükünü kendi
üzerine yükler.”
58-
ÖFKENİZİ NASIL KONTROL EDEBİLİRSİNİZ
Öfkenizi nasıl kontrol altına alabilirsiniz?

İçinizde öfkenin yükseldiğini hissettiğiniz zaman, o ortamdan uzaklaşmalı ve
duygularınızı soğutmak için biraz zaman kazanmalısınız

Bir yerde sessizce oturabilir ve bir bardak soğuk su içebilirsiniz.

Öfkenizi yenmek için bir-iki kilometre kadar hızlı bir yürüyüş yapabilirsiniz.

Bir aynanın önünde durabilir ve kendi yüzünüze bakabilirsiniz. Bu yöntemlerden
birisi ile öfkeniz yavaşça azalacaktır.

Ancak her halukarda öfkenize neden kişinin yanında kalmayın, çünkü öfkenin sizi
götürebileceği yer belli değildir ve bir sınırı yoktur.

Öfkenize ve yapılan tahrike bağlı olarak kanınız ateşlenir. Kanın yeniden
soğuması/sakinleşmesi üç ay alır. Bu zaman zarfında, insanın sinirleri zayıflar ve
bir kısım kan hücreleri bile zarar görerek yok olur. Zayıflık artar ve hafıza gücü
azalır. Erken yaşlılık belirtileri meydana gelmeye başlar.

Eğer Sevgi geliştirilirse, öfke otomatik olarak kesilir ve durur.

Kendiniz öfkeli hissettiğiniz zaman, içten gülerek bir yere oturun.

Konuşmanızı azaltın, sessiz olun. Gereğinden fazla konuşma, hararetli ve kızgın
sözlerin sarf edilmesine yol açar.

Şunu hatırlayın ki, öfke insanı bilgelikten yoksun bırakır. Öfkeli bir insan hiç bir
işte/uğraşıda başarılı olamayacaktır.
59-
BİR KARGA İNSANA NE GİBİ BİR DERS VEREBİLİR
Bir sabah, toplantı yapılan büyük alanda otururken bir karga uçarak geldi ve
önümüzdeki betonun üzerine kondu. Biz topluluk halinde oturduğumuz müddetçe o da
orada oturdu, birçok diğer kargalar gelip gittikleri halde o oradan ayrılmadı. Uçmak
istediğini, ama kanatlarında gerekli gücü bulamadığını düşünebilirdiniz.
Bir müddet sonra, yüksek sesle “Gak” diye gakladı. Bunun üzerine diğer kargalar
harekete geçtiler. Tapınağın tepesinden, palmiye ağaçlarının tepelerinden döne döne
tekrar tekrar uçarak geldiler, arkadaşlarını almaya çalışıyorlardı. Sanki kendisine karga
dilinde bir çağrı yapıyorlardı, “Haydi, bizimle beraber uç!” diyorlardı.
Kendisini boşluğa bırakamadığı için sürüden bir kaçı onun üzerine doğru çullandı
ve değişik bir tarzda havada daireler çizdiler. Sonra da, birer birer avlunun tepesindeki
kendi yerlerine döndüler, açıkça kendilerinden ne beklendiğini anlayamamışa
benziyorlardı. Bu arada, sanki betona yapışmış gibi tüneyen yaşlı karga, gagasını açıp
kapatıyor ama ses çıkaramıyordu.
Birçok kararsız dakikadan sonra, çok güçsüz bir şekilde tekrar bağırdı. Bu sefer
yalnızca bir karga onun çağrısına cevap verdi. Bir amacı vardı. Yerde duran kargaya
doğru meydan okur gibi bir tutum aldı ve problemi çözmek için hazırlandı. Kullandığı
yöntem etkili ve sonuç verici idi. Nezaket işe yaramamıştı. Bu yeni gelen, alay edercesine
atağa kalktı, yaşlı kargayı gagalıyordu ve o da kendisini savunuyordu. Vahşi bir kurtarma
şekli gibi gözüküyordu, fakat seyreden hiç kimse bunun bir kurtarma olduğundan şüphe
etmiyordu.
‘Kurtarıcı’ karga, yerdeki karga kanatlarını açıp havalanıncaya kadar hücumlarını
arttırarak devam etmek zorunda kaldı. Kendisini umutsuzca yukarı doğru atan yerdeki
karga, kadınlar kısmındaki bayanların başları üzerinden uçarak, en yakındaki tentenin
altına doğru dalışa geçti. Amacı dış duvarın üzerinden geçebilmekti, ama başaramadı.
Aptalca duvarın en tepesine doğru çarptı ve külçe gibi yerde oturanlardan birisinin
kucağına düştü. Tüylerin uçuşmasından ve kadınların çığlıklarından ve heyecanlı bir
kapışmadan sonra kendisini yine avluda buldu; ki orada ‘kurtarıcı’ hâla kendisini
bekliyordu.
Alaylı saldırı öyle bir şiddetle yinelendi ki, yaşlı karga hemen tekrar havalandı ve
bu sefer yükseklere doğru uçarak duvarın üzerinden geçti ve çatının üzerindeki kendi
yerine kondu. Görev tamamlanmıştı, ‘kurtarıcı’ karga, biz insanları sonradan bu
gördüklerimizden bir anlam çıkarmamızı sağlamak üzere uçtu gitti. İçinde bir kaçımızın
da aktif olarak yer aldığı bu karga kurtarma operasyonu bize, zor durumlarda kalan
kişilerin hiç bir şey yapmadan kurtulmak için sadece bir mucize beklemesinin yeterli
olmadığını gösterdi. Zor durumda iken yardım çağrısında bulunursunuz. Bulunduktan
sonra da, size doğru şekilde yardım edebilecek kişiyi beklemek zorunda kalabilirsiniz,
yani sizin neye ihtiyacınız olduğunu bilen birisini, hatta sizden bile daha iyi bilen birisini.
Gerçek bir kurtarıcı gelir ve bir çözüm bulununcaya kadar inat eder ve vazgeçmez. Her
ikiniz de o oyunun içinde bir rol oynamanız gereklidir.
Benim bu olaydan öğrendiğim şey bazen bizim için hayırlı ve iyi olanın, bizim için
her zaman hoş olmadığıydı. Bazen yaşamın bizi apaçık bir şekilde gagaladığı zamanlar
olabilir. Bizi içimizde sahip olduğumuzu bilmediğimiz gücü toparlamaya sevk edebilir. O
zaman üstesinden gelinemeyecek gibi görünen engelleri aşabilir ve yükseklere uçabiliriz.
Çaresizlikten yeni bir güç doğar, acı ve ıstıraptan da yeni özgürlükler.
60-
HAVUÇLAR, YUMURTALAR ve KAHVE ÇEKİRDEKLERİ
Genç kız annesine gitti ve ona hayatında her şeyin nasıl da zor olduğunu anlattı. Ne
yapacağını bilemediğini ve hatta hayatını sonlandırmayı bile düşündüğünü söyledi. “Artık
çabalamaktan ve savaşmaktan yoruldum. Her ne zaman bir problemi çözsem, yeni bir
tanesi ortaya çıkıyor.” dedi.
Annesi hiç bir şey söylemeden kızını alıp mutfağa götürdü. Üç ayrı tencereye su
koydu. Birinci tencereye havuçları, ikinciye yumurtaları ve sonuncuya da kahve
çekirdeklerini koydu. Altlarını yaktı ve tek bir söz etmeden kaynatmaya başladı. 20 dakika
sonra ocakları kapattı. Havuçları çıkardı ve bir tabağa koydu. Aynı şekilde yumurtaları ve
kahve çekirdeklerini de suyun içinden süzerek bir kâsenin içine koydu. Kızına dönerek
sordu, “Bana ne gördüğünü söyler misin?”
Kızı “Havuçlar, yumurtalar ve kahve.” diye cevap verdi. Kızını daha yakına getiren
anne, ona havuçlara dokunmasını söyledi. Kız havuçları elledi ve yumuşak olduklarını
söyledi.
Anne sonra bir yumurta almasını ve kırmasını söyledi. Kabuğunu kırdıktan sonra kızı
lop hale gelen yumurtayı gözlemledi.
En sonunda, kahveyi yudumlamasını söyledi. Kız kahvenin güzel kokusunu ve tadını
alınca gülümsedi. Kız annesine sordu, “Bunların amacı ne, anne? Ne anlatmak
istiyorsun?”
Annesi de ona bütün bu nesnelerin aynı zorlukla karşılaştığını, yani kaynayan suya
tabi olduğunu, fakat hepsinin de farklı şekilde yanıt verdiğini söyledi. Havuç, kaynayan
suyun içine girmeden önce sertti ve güçlü idi. Kaynayan suyu gördükten sonra yumuşadı
ve gücünü kaybetti.
Yumurta önce kırılgan idi. İnce dış kabuğu içindeki sıvı özü koruyordu. Fakat suyun
içinde kaynayınca iç kısmı sertleşti. Kahve çekirdekleri ise eşsizlerdi. Suyun içinde
kaynayınca onlar suyu değiştirdiler.
“Sen hangisisin?” diye kızına sordu. “Zorluklar kapını çaldığı zaman, nasıl karşılık
veriyorsun? Sen bir havuç musun, yumurta mısın yoksa bir kahve çekirdeği misin?”
Bunu düşün: Ben hangisiyim?
Ben güçlü gözüken bir havuç muyum? Fakat acı, üzüntü ve zorlukla karşılaşınca
cesaretim kırılıyor, yumuşuyor ve tüm gücümü yitiriyor muyum? Yoksa ben uysal,
yumuşak huylu bir kalple başlayan, fakat ısıyı görünce değişen bir yumurta mıyım?
Benim akıcı olan bir ruhum vardı da, bir ölümden, bir yenilgiden, parasal bir zorluktan
veya başka bir imtihandan sonra içim sertleşti, merhametini yitirdi ve katı hale mi geldi?
Dış kabuğum aynı gözükmesine rağmen iç kısmım katı bir ruh ve taş gibi bir kalp ile sert
ve eğilmez bir hale mi geldi?
Yoksa ben bir kahve çekirdeği gibi miyim? Kahve çekirdeği sıcak suyu, yani
kendisine acı getiren ortamı değiştirir. Isındığı zaman güzel kokusunu ve güzel tadını
salar.
Eğer sen bir kahve çekirdeği isen, işler senin açından en kötüye gittiği zaman sen
daha iyi olursun ve çevrendeki ortamı değiştirirsin. En büyük imtihan zamanlarında ve en
zor zamanlarda daha yüksek bir seviyeye çıkıyor musun? Zorluğu nasıl karşılıyorsun?
Sen bir havuç musun, yumurta mısın, yoksa bir kahve çekirdeği misin?
TANRI’ya fırtınanın ne kadar büyük olduğunu anlatmayın. Fırtınaya sizin TANRI’nızın
ne kadar büyük olduğunu anlatın.
61-
BİRŞEYLER YAP
Bir adam etrafında gördüğü bütün acı ve ıstıraplar ile aklı başından gitmiş bir
vaziyette hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Diz çöktü ve yumruklarını toprağa vurarak
başını yukarıya doğru kaldırdı ve Tanrı’ya yakarmaya başladı.
“Allahım, şu karışıklığa ve düzensizliğe bakar mısın? Şu acıya ve kötülüklere bakar
mısın? Bütün bu cinayetlere ve nefrete bakar mısın? Allahım, güzel Allahım. Neden bir
şeyler yapmıyorsun?”
Ve Tanrı ona seslendi,
“Yaptım. Seni gönderdim!”
62-
ÜÇLÜ ELEME TESTİ
Bir gün bir tanıdığı, bilge Sokrates’e rastladı ve şöyle dedi, “Arkadaşın hakkında ne
duydum biliyor musun?”
“Dur bir dakika!” diye hemen bilge adamı susturdu. “Bana bir şey anlatmadan önce
ufak bir imtihandan geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Eleme Testi diyorlar.“
“Üçlü Test mi?”
“Evet, doğru”, diye bilge devam etti, “Bana benim bir arkadaşım hakkında bir şey
söylemeden önce, önce bir dakika dur ve söylemek üzere olduğun şeyi üç filtreden
süzelim. Birinci filtre “Hakikat” tir. Bana söylemek üzere olduğun şeyin yüzde yüz doğru
olduğundan emin misin?”
“Hayır,” diye adam cevap verdi, “Aslında daha yeni duydum.”
“Peki,” diye bilge devam etti. “Öyleyse sen bunun hakikat olup olmadığını bilmiyorsun.
Öyleyse ikinci filtreyi deneyelim, “İyilik” filtresi. Bana benim arkadaşım hakkında
söyleyeceğin şey iyi bir şey mi?”
“Hayır, tam tersine....”
“Öyle mi,” diye bilge devam etti, “Sen bana benim arkadaşım hakkında kötü bir şey
söylemek istiyorsun, ama bunun doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Ama yine de bu
imtihanı geçebilirsin, çünkü bir filtre daha var; “yararlılık” filtresi. Bana benim arkadaşım
hakkında söyleyeceğin şey benim için faydalı bir şey mi?”
“Hayır, pek değil...”
“Güzel,” diye bilge işi sonuca vardırdı,”Eğer bana söylemek istediğin şey ne hakikat,
ne iyi ne de faydalı bir şeyse, öyleyse neden bunu bana söylemek istiyorsun?”
63-
GÖLGE
Bir adam gölgesinden kurtulmak istiyordu. Her zaman kendisini takip ettiğini ve her
saniye peşinde olduğunu keşfetmişti. Kendi kendisine şöyle dedi, “Ben bu gölgeyi
toprağa gömeceğim. Benim bundan kurtulmam lazım.”
Derin bir çukur kazdı. İçine doğru baktığında kendi gölgesini çukurun dibinde gördü ve
çok sevindi. Hemen acele ile çukuru toprak ile doldurmaya başladı. Ancak ümitsizlik
içinde fark etti ki kendisi çukurun içine kürekle toprak attıkça, gölgesi yukarıya doğru
çıkıyordu. Çukuru çabucak toprakla doldurmasına rağmen gölgesi yine en tepede idi.
Bunun üzerine bu işten vazgeçti.
Bu sefer gölgesinden kaçıp kurtulmak istedi. Koşmaya başladı, ama güneşin geldiği
istikametin tersinde koşuyordu. Bu sefer de baktı ki gölgesi kendisinin önünde koşuyor ve
ne kadar hızlı koşarsa koşsun, gölgesini geçemiyor.
Bu sefer döndü ve güneşe doğru koşmaya başladı. Gölgesini geçtiği için çok
mutluydu, çünkü gölgesinin önünde koşuyordu. Fakat yine de bir türlü ondan
kurtulamıyordu.
En sonunda, sırt üstü yere uzandı. Sağına ve soluna döndü ve gölgesini aradı. Hayır,
hiç bir yerde yoktu. Onu kaybetmişti. Huzurlu bir uykuya daldı!
Aynı şekilde, “Ben” ve “Benim” düşüncesi insanın peşini bırakmaz ve her gittiği yerde
takip eder. Egoizm her şeyin en tepesine çıkar ve salik onu gömmek ve yok etmek ister.
Ondan kurtulmak için onun koştuğu zaman, o da kendisinin önünde koşar. Bir şeyler
öğrenmiş olma ve bilme kibiri, güçlüklere katlanma ve azla yetinme kibiri, hizmet etme
kibiri, alçak gönüllü olma kibiri- her türlü formu alır.
Salik, Tanrı’ya doğru koşmaya başlayınca, ego kendisinin arkasında kalır ama
kaybolmaz. Kendisini Tanrı’ya tamamen teslim ettiği zaman ise tamamen kaybolur. O
şimdi kendi içinde kendisi ile barışık durumdadır ve huzur içindedir. Üzüntülerden,
sıkıntılardan, korkulardan ve endişelerden kurtulmuştur. Kesintisiz sürur ve neşenin
keyfini çıkarmaktadır.
64-
NACHİKETHAS
Kutsal metinler genç ve erdemli Nachikethas’ın hikâyesini anlatır. Nachikethas’ın
babası bir fedakarlık ritüeli olarak çevresindekilere çeşitli hediyeler vermeye başlamış.
Ama vermek için sahip olduğu hep önemsiz eşyalarını hediye olarak seçince oğlu
Nachikethas babasını yaptığı bu yanlışlık için uyardı. Bunun üzerine babası ona çok kızdı
ve kendisini Ölüm Meleği Azrail'e vereceğini söyledi.
Oğlu, babası bir şey söyledi ise bunun yalan olamayacağını bildiğinden ve Azrail’e
dua ederek kendisini sunmak istedi. Nachikethas ormana giderek üç gün ve gece
boyunca sürekli olarak dua etti. Ama o sırada işleri olan Azrail onun varlığını fark edince
çok üzüldü ve onu böyle beklettiği için kendisine üç hediye bahşetmek istedi, beklettiği
her gece için bir tane.
Nachikethas ilk olarak geri döndüğünde babasının öfkesinin geçmiş olmasını,
zihnen sakinleşmiş olmasını ve kendisini evde hoş karşılamasını diledi. İkinci olarak,
cennette açlığın ve korkunun olmaması sırrını öğrenmek istedi. Azrail memnuniyetle bu
iki isteğini kendisine bahşetti.
Azrail bu yeni öğrencisinin derin saygısını, zekâsını ve öğrenme hevesini görünce
çok memnun olmuş. Bundan sonra Nachikethas üçüncü hediyesini istemiş. Yeni
öğretmenine sormuş, “Bazı insanlar ölümün son olmadığını; Ruh/İlahi Öz adı verilen bir
varlığın bedenin ve duyuların ötesine geçtiğini söylüyorlar. Bana bu “Öz”ün sırrını anlat.”
Azrail bunu vermek için önce direndi ve bu eşsiz bilgiyi elde etmeyi hak ediyor mu diye
kendisini imtihan etmeye karar verdi. Kendisine bu bilgi yerine bir yaşam boyu dünyevi
zenginlikler ve mutluluklar içinde yaşamak da dâhil olmak üzere birçok çekici hediye teklif
etti.
Fakat Nachikethas bu geçici ve kısa ömürlü hediyeleri istemiyordu, onları reddetti
ve geri çevirdi. “Benim önüme koyduğun bu diğer hediyelerin tümü, bana Öz’ün tek
başına bahşedebileceği ebedi kazancı veremezler.”
Azrail öğrencisinin bu davranışına çok sevindi ve onun en büyük bilgiyi hak ettiğine
karar verdi.
65-
MUTLU OLUNACAK BİR ŞEY

Eğer buzdolabınızda bir miktar yiyecek, sırtınızda bir giyecek, başınızın üstünde
bir çatı ve uyuyacak bir yeriniz var ise ...........bu dünyadaki insanların % 75’inden
daha zenginsiniz demektir.

Eğer bankada ve cüzdanınızda paranız varsa, evde küçük bir kutuda birikmiş
bozuk paralarınız varsa.............dünyada zenginlik sıralamasında ilk % 8
içindesiniz.

Eğer sabah kalktığınızda bedeninizde hastalıktan daha çok sağlıkla uyanıyorsanız
................ bu hafta sonunda hayatta kalamayacak bir milyon insandan daha çok
kutsanmışsınız demektir.

Eğer hayatınızda hiç savaş korkusu çekmedinizse, hapiste olmanın yalnızlığını
yaşamadınızsa, işkence görmüş olmanın acısını yaşamadınızsa ya da yaşamınız
boyunca aç kalmanın karın ağrısını hiç çekmedinizse.................... bu dünyadaki
500 milyon insandan daha öndesiniz demektir.

Eğer hayatınızdan bezdirilme korkusu, tutuklanma korkusu, işkence veya ölüm
korkusu duymadan bir kilise ayinine veya dini toplantıya katılabiliyorsanız...........
dünyadaki 3 milyar insandan daha iyisiniz demektir.

Eğer yüzünüzde bir gülümseme ile başınızı dik tutabiliyor ve gerçekten
şükredebiliyorsanız............. toplumun çoğunluğundan çok daha mutlusunuz
demektir, çünkü onlar şükretmiyorlar.

Eğer birisinin elini tutabiliyor, ona sarılabiliyor veya hatta onun omuzuna
dokunabiliyorsanız............... kutsanmış bir insansınız, çünkü o dokunuşunuz ile
karşınızdakine enerji ve sağlık veriyorsunuz.

Eğer bu yazılanları okuyabiliyorsanız, bu dünyadaki 2 milyar insandan çok
kutsanmışsınız demektir, çünkü onlar hiç okuma yazma bilmiyorlar.
66-
OLAYLAR DIŞARIDAN GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLMAYABİLİR
Seyahat eden iki melek geceyi geçirmek için zengin bir ailenin evine geldiler.
Aile çok kaba bir aile idi ve iki meleğin konağın misafirhanesinde kalmalarına izin
vermediler. Konağın altındaki soğuk bodrum katında yatmalarına istediler.
Bodrumda sert yer yatağını yaparlarken, yaşlı melek duvarda bir delik gördü ve
hemen deliği onardı. Genç melek neden yaptığını sorunca da, “Olaylar dışarıdan
görüldüğü gibi değildir” diye cevap verdi.
Sabah olunca yollarına devam eden melekler ertesi gece ise çok fakir ama çok
misafirperver yaşlı bir çiftin evine misafir oldular.
Yaşlı karı koca sahibi oldukları az miktarda yiyeceği misafirleri ile paylaştıktan
sonra kendi yataklarını da gece yatmaları için meleklere verdiler. Ertesi sabah güneş
doğduğu zaman, melekler yaşlı kadını ve kocasını gözyaşları içinde buldular. Sahibi
oldukları ve kendisinden süt sağarak para kazandıkları tek inek o gece ölmüş.
Genç melek artık öfke ile çileden çıktı ve yaşlı meleğe nasıl böyle bir şeye izin
verebildiğini sordu. “İlk adamın her şeyi vardı ama sen ona yardım ettin”, diye suçladı.
“İkinci çiftin çok az şeyi vardı, fakat böyle olmasına rağmen her şeylerini bizimle
paylaştılar ve sen buna rağmen bir tane ineklerinin ölmesine izin verdin.”
“Olaylar dışarıdan görüldüğü gibi değildir” diye yaşlı melek cevap verdi.
”Konağın bodrum katında kaldığımız zaman duvardaki deliğin içinde içi altın dolu
bir hazine sandığı olduğunu fark ettim. Sahibi öylesine bencil ve açgözlü idi ve sahibi
olduğu hiçbir şeyi başkaları ile paylaşmıyordu ki, duvardaki deliği kapatarak onun bu
hazineyi bulmasını engelledim.”
“Sonra geçen gece çiftçi ailenin yatağında yatarken ölüm meleği Azrail çiftçinin
karısını almaya geldi. Ve ben onun yerine kendisine ineği verdim.
67-
O KADAR MERHAMETLİ MİSİNİZ
Bilge yemek zamanında kendisine az miktarda yemek verilmesini isterdi ve
tabağına konan yemeği son tanesine kadar bitirirdi. Fakat bize hiç bir zaman aynısını
yapmamızı söylemezdi, bunun üzerine ben de kendisine sordum,
“Efendim,“ dedim, “Eğer biz de tabaklarımızdaki yemeği senin yaptığın gibi böyle
sonuna kadar bitirirsek, kediler, köpekler, kuşlar, fareler ve karıncalar açlıktan ölürler.”
Bilge yumuşakça cevap verdi: “Evet, eğer siz bu kadar merhametli iseniz, neden
onları kendi yemeğinizi yemeden önce beslemiyorsunuz. Onların sizin artıklarınızdan
hoşlandıklarını mı zannediyorsunuz?”
68-
MELEKLERİN KANATLI OLDUKLARI DOĞRU İMİŞ
Yıllar önce National Geographic dergisinde bir makale okumuştum. Makalenin
başlığında kanatlı bir meleğin resmi vardı.
Yellowstone Ulusal Parkında çıkan bir orman yangınından sonra orman bekçileri
felaketin boyutlarını öğrenebilmek için ormanın içinde bir tepeye tırmanıyorlardı.
Bir bekçi bir ağacın dibine tünemiş iken yangına yakalanan ve yanarak tamamen
taşlaşmış bir kuş ölüsü gördü.
Bir şekilde, belki de ürkütücü görüntüden rahatsız olduğundan ötürü elindeki sopa
ile kuşun ölüsüne şöyle bir dokundu. Nazikçe vurduğu anda kuşun altından cik diye bir
ses geldi ve 3 küçük yavru annelerinin taşlaşmış cesedinin altından dışarıya çıktılar.
O sevgi dolu anne, yaklaşmakta olan felaketin farkında olduğu halde, yavrularını
ağacın alt kısmına götürerek, kanatlarının altına almıştı. İçgüdüsel olarak zehirli dumanın
geleceğini tahmin etmişti. Kendisi uçup kurtulabilecekken yavrularını bırakamamayı
seçmişti.
Alev yaklaştığı ve ısı küçük bedenini yakıp kavurmaya başladığı zaman hiç
kıpırdamadan durmuştu. Kendisini feda ederek, kanatlarının altındaki yavrularının
yaşamasını sağlamıştı. Meleklerin kanatlı oldukları doğru imiş!
69-
LOTUS ÇİÇEĞİ GİBİ OL
Bilgenin kendisine anlattığı şeyleri dinledikten sonra Arjuna’nın zihninde bir şüphe
belirdi. İnsanın, tek bir söz bile etmeden ve herhangi bir şey yapmadan bir köşede
oturması daha iyi değil miydi? O zaman huzursuzluğa ve kargaşaya yer kalmayacaktı.
İnsan ancak bir şey yaptığı zaman problemler meydan geliyordu ve eğer kişi aktif değilse,
o zaman hiç bir problem çıkmıyordu.
Bilge salikinin bu düşüncesini hemen sezdi. Merhametlilerin merhametlisi tüm sevgisi
ile şöyle dedi, “Hiç bir şey yapmamak imkânsızdır. Herkes bir köşede gözlerini kapatıp
oturabilir. Fakat ya zihin?”
“Zihin bir yerden bir yere gezinip duracak ve arzu edilemeyen şeyler yapacaktır. Dış
görünüş olarak insan gayet masum, hiç bir şey yapmayan birisi olarak görülebilir, fakat
insan zihni ile şiddet dolu ve kötülük dolu işler yapabilir. Böyle bir insan gerçekten
aldanmaktadır. Kendi kendisini ve içinde yaşadığı toplumu kandırmaktadır.”
“Sevgili Arjuna, hiç bir şey yapmamak mümkün değildir. Nefes almak bir eylem değil
midir? İnsan eylem yapmadan bir dakika bile yaşayamaz. Fakat eylem yapmanın kendisi
de problemler yaratacaktır. Bu ikilemden çıkış yolu nedir? Çözüm şudur.”
“Görevlerinizi yerine getirin, aynı zamanda size bir zarar gelmemesini sağlamaya
çalışın.”
“Peki, bu nasıl gerçekleşebilir? Bir lotus çiçeği gördünüz mü? Suyun içinde yaşadığı
halde, hiç bir şekilde suyun kendisini ıslatmasına izin vermez.
Başka bir örnek daha var. Jackfruit meyvesini kesip yiyeceğiniz zaman, kesmeden
önce meyvenin balmumu elinize yapışmasın diye elinizi yağlarsınız.
İşte görevlerinizi yerine getirirken de, yapmanız gereken şey budur. Her şeyi
yapabilirsiniz; aynı zamanda ters bir şey olmamasına dikkat edebilirsiniz. Bu nasıl
mümkün olabilir? Bunun yöntemi şudur. Çok eski zamanlardan beri bilgeler ve geleceği
gören insanlar tarafından öğütlenen şey şudur: Her ne iş yapmaya kalkarsanız kalkın, işe
başlamadan önce inandığınız İlahi Varlığı hatırlayın, işi yaparken Allah’ı hatırlayın ve iş
bitiminde Allah’ı hatırlayın ve O’na dua edin.
“Allahım, ben bu işi yapmak üzereyim. Bu işi en iyi şekilde yapılabilmem ve Seni en
çok memnun edebilecek şekilde yapabilmem için bana güç ver! Lütfen bu eylemin
sonuçlarını ister iyi ister kötü olsun kabul et.”
Bu dua, meyveyi kesemeden önce elinize sürdüğünüz yağ gibidir. Bunu her basit
eyleminizden önce uygulayın. İster işte, ister ders çalışırken, ister oyun oynarken veya
ister mutfakta çalışırken. Size hiç bir zarar gelmeyecektir. Sadece bu da değil, aynı
zamanda büyük mutluluk duyacaksınız.
Bakalım bu yöntem nasıl işe yarayabilir? Hoşlanmadığınız bir kişinin size gelerek
yardım istediğini farz edelim. Ne hissedersiniz? Pek hoşunuza gitmez herhalde. Diğer
yönden çok sevdiğiniz birisi sizden yardım istediğinde mutlu olursunuz değil mi? Bu
davranışların her ikisi de doğru değildir. Bize yardım istemek için yaklaşan herkesin
içinde İlahi Vasfın var olduğunu idrak etmemiz gerekir. Başka sözlerle, sizden yardım
isteyen Tanrı’nın ta kendisidir. Tanrı sizden yardım istediğinde nasıl yanıt verirsiniz, nasıl
davranırsınız? Verebileceğiniz en büyük sevgiyi verirsiniz.
İşte bu, bütün bilgelerin bize tam olarak öğütlediği şeydir. Karşınızdaki kişiyi memnun
edemeseniz de, onun sizin dediğinizi yapmasını sağlayamasanız da, nazik ve tatlı bir
şekilde konuşun. Eğer bu davranışı geliştirirseniz, huzura, eşit görüşlülüğe, cesarete ve
bunların hepsinin üstünde Tanrı’nın rahmetine kavuşacaksınız.
Bu davranışın geliştirilmesi hakiki bilgidir, tüm bilgilerin özüdür. Sizin rolünüz ve
üzerinize düşen şey görevlerinizi daima Tanrı’yı hatırlayarak yapmaktır. Bu durumda
bilgelik kendisini size gösterecek, kendisini sizin önünüzde apaçık ifşa edecektir.
70-
DÜNYANIN ALTINA DÖNÜŞTÜĞÜ GÜN
Bir zamanlar yardımseverliği ile ünlü bir kral vardı. İnsanlar onun için “O açlara
yiyecek, bilginlere ödül ve asil insanlara onur ve unvan dağıtır. O, hiç bir zaman
vermekten yorulmaz” diyorlardı.
Fakat aslında kral vermekten artık yorulmuş ve şöyle düşünmeye başlamıştı, “Bütün
yaşamım boyunca ben herkese sadaka verdim ve ödül dağıttım. Bunu sonu yok. Bütün
bu insanların hakikaten ihtiyaçları mı var, yoksa yalnızca ben vermeye devam ettiğim için
mi bana geliyorlar? Yüzlerinde teşekkür maskesi ile hep aynı insanların bana geldiğini
görmüyor muyum?”
Epeyce düşündü ve artık vermeyi durdurmaya karar verdi. “Eğer ben vereceksem,
hakikaten ihtiyacı olan insanlara vermeliyim ve işe başlamak için yapacağım ilk şey
ülkemdeki en fakir insanı bulmak olmalı” diye düşündü ve bakanına emir vererek ülkedeki
en fakir insanı bulmalarını istedi. Bakan bir hafta sonra görevini başararak geri döndü,
“Efendim, buradan uzak olmayan bir yerde, ormanın içinde küçük bir tepede bu ülkedeki
en fakir insan, yani bir dilenci yaşıyor. Başının üzerinde bir çatı yok, bir miktar ağaç
kabuğundan başka üzerine giyebileceği bir şeyi yok; ormandan dönerken ormancıların
kendisine acıyıp yanına bıraktıkları biraz meyve dışında da yiyebileceği bir şey yok.”
Kral, “Öyle mi? Benim ülkemde böyle biri mi var? Benim onu görmem lazım!” dedi ve
ormana gidip tepeye tırmandı. Dilenci halen orada gözleri kapalı bir şekilde oturuyordu.
Kral uzun bir zaman gözlerini açması için bekledi. Dilenci gözlerini açtığı zaman
hemen şöyle dedi, “Ben bu ülkenin kralıyım. Senin yaşadığın bu acıklı durumu gördüm ve
çok üzüldüm. Senin iyi giyinmeni istiyorum. Söyle bana sana ne verelim. Ceket mi,
pantolon mu, ayakkabı mı?” Dilenci gülümsedi ama bir şey demedi.
Kral devam etti, “Sana bir ev yaptırmak istiyorum. Nasıl bir ev istiyorsun bana söyle!”
Dilenci yine gülümsedi ama sessiz kalmaya devam etti.
Kral yine devam etti ve “Sana her gün yiyecek getirmelerini sağlayacağım. Hangi
yiyecekleri istiyorsun, bana söyle” dedi. Dilenci yine gülümseyip sessiz kalınca kral
sabrını yitirdi ve “Sana yalvarıyorum, lütfen konuş!” dedi.
Yavaşça ve tatlı bir sesle dilenci şöyle dedi, “Sevgili kralım, siz yanılıyorsunuz. Ben bu
ülkedeki en fakir insan değilim. Bu ülkede benden daha fakir bir insan daha var. Sonra
ben fakir görünüyorum ama aslında çok zenginim, ben istesem dünyayı altına
çevirebilirim.”
Kral bir süre şaşkınlıkla durakladı, sonra, “Lütfen bana senden daha fakir kim var
söyler misin? Ve ayrıca lütfen bu dünyayı altına çevirebilme sırrını açıklar mısın?” diye
sordu.
Dilenci cevap verdi, “Bunları bilebilmek için belirli bir disipline girmeniz lazım.” Kral,
“Tabi, ne gerekiyorsa yapmaya hazırım” dedi heyecanla.
“Bir yıl boyunca, her gün güneş doğmadan ve güneş batmadan bir süre önce buraya
gelmelisin ve benimle biraz zaman geçirmelisin” diye dilenci cevap verdi.
“Yaparım” Diye kral hevesle cevap verdi ve dilenciye eğilerek selam verdi.
Kral sonra hiç aksatmadan günde 2 defa onun olduğu yere gelmeye başladı. Dilenci
pek nadiren bir şey söylüyordu, ama tatlı gülümsemesi ile krala olan şefkatini belli
ediyordu. İlk haftalar, kral için bu disiplin uyulması biraz zor bir deneyimdi. Fakat kısa
zaman sonra krallık dairesinde geçirdiği sıkıntılı ve tekdüze saatlerden sonra,
diplomatlarla, dalkavuklarla ve tatmin olmayan insanlarla boğuştuktan sonra bu geçirdiği
zaman kendisine büyük bir hediye gibi gelmeye başladı. Bir kaç ay sonra dilenciye
yaptığı ziyaretlerden o kadar zevk almaya başlamıştı ki ormana gitmek için
alacakaranlıkları iple çeker olmuştu.
Dağdaki sessizlik, güneşin doğuşu ve batışı ile renkten renge bürünen çevre, özgürlük
hissi vererek kendisini kucaklayan tatlı esinti, ormandaki kuşların söyledikleri şarkılar ve
hepsinden çok dilencinin sessiz, ama buna mukabil büyük varlığı, kralı başka bir adam
haline getirmişti. Orada her gün geçirdiği bir miktar süre, kendisinin gündelik ve rutin
yaptığı işleri huzurla yapmasını sağlamıştı.
Kral bir yılın geçtiğini anlayamadı bile. Ve hatta aradan bir kaç yılın geçtiğini fark
edemedi. Üçüncü yılın sonunda birdenbire dilenci krala sordu, “Efendim, sizin öğrenmek
istediğiniz iki şeyi cevaplamayı unuttuk galiba. Hani benden daha fakir olan kişiyi ve
dünyayı altına dönüştürebilme sırrını arıyordunuz. Bunların cevabını öğrenmek istemiyor
musunuz?”
Kral gülümsedi ve şöyle ve cevap verdiş, “Fakat ben bunların cevabını öğrendim bile.
Daha fakir olan kişi bendim, çünkü daha fazla altına sahip olmak istiyordum ve bu yüzden
dünyayı altına çevirebilme sırrını öğrenebilmek için yalvarıyordum. Burada otururken
güneşin doğuşunda ve batışında tabiatın muhteşemliğine ve mucizesine bakarken,
cennetin ışıkları elmasın içinden geçmişçesine farklı renklerde dünyaya serpilip
düşerken- hepsi Tanrı’nın yarattığı şekilde- bütün bunlar bana altından binlerce kez daha
güzel ve çekici gözüktü.”
O zaman dilenci gülümsedi ve “Efendim, siz işin sırrını çözmüşsünüz. Ve işte bu
yüzden de siz asıl içinizi altına çevirdiniz” diye cevap verdi.
71-
İNSAN GERÇEKTEN TANRI’YI GÖREBİLİR Mİ?
Küçük bir oğlan çocuk kendisinden biraz daha büyük kız kardeşinin yanına giderek
şöyle sordu, “Susie, insan hiç gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?”
O sırada başka şeylerle meşgul olan Susie hemen kısa kesti, “Tabii ki hayır,
akılsız! Tanrı yukarıda, yükseklerde cennettedir ve hiç kimse onu göremez.”
Aradan biraz zaman geçti, fakat bu soru hala aklında takılı kaldı. Bu sefer
annesine giderek sordu, “Anneciğim, bir insan gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?”
“Hayır, pek sayılmaz” diye annesi yumuşak bir şekilde cevapladı. “Tanrı bir ruhtur
ve O bizim kalplerimizde ikamet etmektedir, ama biz hiç birimiz O’nu gerçekten
göremeyiz.”
Bu cevapla biraz tatmin olmuş bir vaziyette, fakat yine de merak ederek küçük
oğlan yoluna gitti. Aradan çok fazla zaman geçmeden küçük çocuk, yaşlı ve bilge
büyükbabası ile birlikte bir sandal ile balığa çıktı. Çok güzel bir gündü ve birlikte çok iyi
vakit geçirdiler. Günün sonunda güneş her zamankinden daha görkemli ve muhteşem bir
şekilde batıyordu. Yaşlı adam balık tutmayı bıraktı ve tüm dikkatini önünde sergilenen ve
açılmakta olan o muhteşem güzelliğe verdi.
Küçük çocuk bu muhteşem ve sürekli değişen güneş batımını seyretmekte olan
dedesinin yüzündeki o derin huzur ve tatmin olma ifadesini gördü. Bir an düşündü ve
tereddüt etmesine karşın yine de sorusunu sordu, “Dede, ben aslında başka kimseye
sormayacaktım, fakat merak ediyorum, uzun zamandan beri merak ettiğim sorunun
cevabını bana verebilir misin? Bir insan gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?”
Yaşlı adam başını bile çevirmedi. Konuşana kadar uzun bir müddet geçti.
Sonunda yavaşça, “Ah oğlum” dedi, “Öyle oluyor ki, ben O’ndan başka hiç bir şey
göremiyorum.”
72-
BİR İNSAN OLABİLME KURALI
1- Bir Beden Edineceksin.
Sevebilirsin ya da sevmeyebilirsin, bu beden tüm süreç boyunca senin
olacaktır.
2- Dersler Öğreneceksin.
Yaşam adı verilen ve tüm gün süren resmi olmayan bu okula giden bir
öğrencisindir. Bu derslerden hoşlanabilir veya bunları anlamsız ve hatta aptalca
bulabilirsin.
3- Burada Hata Yoktur, Yalnızca Ders Almak Vardır.
Büyümek, bir deneme ve yanılma sürecidir, bir deneydir. ‘Başarısız’ deneyler
de en az ‘başarılı’ deneyler kadar bu sürecin parçalarıdırlar ve önemlidirler.
4- Bir Ders, Öğrenilene Dek Tekrar Edilecektir.
Sen onu öğrenene kadar, ders sana çeşitli şekillerde gösterilecektir. Bir kere
öğrendiğin zaman, artık sonraki derse geçebilirsin.
5- Öğrenilen Dersler Bitmeyecektir.
Yaşamın hiç bir bölümü yoktur ki, içinde dersler ihtiva etmesin. Eğer
yaşıyorsan öğrenilecek dersler var demektir.
6- “Orası”, “Burası”’ndan Daha İyi Değildir.
Senin ‘orası’ olarak gördüğün yer, senin için ‘burası’ olduğunda, senin ‘burası’
olarak gördüğünden daha güzel gözüken yeni bir ‘orası’ olacaktır.
7- Başkaları, Senin Bir Yansımandan Başka Bir Şey Değildir.
Başka bir insanda sevdiğin veya nefret ettiğin/hoşlanmadığın bir taraf, senin
kendinde gördüğün iyi veya kötü tarafların yansımalarından başka bir şey
değildir.
8- Yaşamınla Ne Yapacağın Sana Kalmıştır.
İhtiyacın olan bütün aletlere ve bütün kaynaklara sahipsin. Onlarla ne yaptığın
sana bağlıdır. Seçim senindir.
9- Yaşam’ın Sorduğu Soruların Cevapları Senin İçinde Gizlidir.
Tek ihtiyacın olan şey içine bakmak, dinlemek ve kendine inanmaktır.
10- Bütün Bunların Hepsini Unutacaksın.
73-
MERHAMET GÖZLERDE GİZLİDİR
Yıllar önce Kuzey Virginia’da soğuk bir akşamüzeri idi. Yaşlı bir adam kendisini
nehrin karşı kıyısına geçirecek bir atlı bekliyordu. Adamın soğuk kış rüzgârı yüzünden
bıyığı bile donmuştu. Bitmek bilmeyen bir süre bekledi. Tüm bedeni kuzey rüzgârının
soğuğundan artık uyuşmuş ve kaskatı kesilmişti.
Donmuş zemin üzerinde kendisine doğru dörtnala yaklaşmakta olan atlıların sesini
duydu. Atlılar az ilerdeki virajı dönerlerken, yaşlı adam da tedirgin bir şekilde onları
izliyordu. Birinci atlı yanından geçerken onun dikkatini çekmek için bir hareket yapmadı.
Sonra bir başkası daha geçti ve sonra bir başkası daha. En sonunda, en sonuncu atlı
yaşlı adamın kardan bir heykel gibi oturduğu yere doğru yaklaştı. Bu sonuncu atlı
yaklaşınca, yaşlı adam, atlı adamın bakışlarını yakaladı ve sordu, “Sayın Efendim, yaşlı
bir adamı nehrin öbür yakasına geçirebilir misiniz acaba? Yayan olarak geçilebilecek bir
yer gözükmüyor da!”
Atının dizginlerini çeken atlı hemen cevap verdi, “Tabii ki, atla arkaya!” Yaşlı
adamın donmuş bedenini yerden kaldıramadığını görünce de, atlı adam hemen atından
indi ve yaşlı adamın atın arkasına binmesine yardım etti. Atlı adam, yaşlı adamı yalnız
nehri geçirmekle kalmadı, bir kaç mil uzakta gideceği yere kadar da götürdü.
Küçük, fakat sevimli kulübeye yaklaştıklarında atlı adam merakını yenemeyerek
yaşlı adama sordu. “Sayın beyefendi, ben fark ettim ki siz önde giden atlılara en ufak bir
işaret bile yapmadan geçip gitmelerine izin verdiniz. Bu buz gibi soğuk kış gecesinde
neden bekleyip sonuncu atlıya sordunuz merak ettim. Ya ben de reddedip sizi orada
bıraksa idim?”
Yaşlı adam yavaşça attan aşağıya indi, atlı adamın gözlerinin içine doğru baktı ve
cevap verdi, “Sevgili oğlum, benim epeyce bir hayat tecrübem var ve insanları iyi
tanıdığımı zannediyorum” Ve sonra da devam etti. “Ben öbür atlıların gözlerinin içine
baktım ve onların benim durumuma aldırış bile etmediklerini gördüm. Onlara karşı tarafa
geçirmeleri için rica etmek faydasız olacaktı. Fakat sizin gözlerinize baktığımda, şefkat ve
merhamet gördüm. Biliyorum ki ne olursa olsun, kibar ve yumuşak bir ruh benim ihtiyacım
olduğu zaman bana yardım edebilme fırsatını kaçırmayacaktı.”
İnsanın içini ısıtan bu cevap atlı adamı derinden etkilemişti. “Bana söylemiş
olduğunuz bu sözler için size müteşekkirim” diye cevap verdi. “İnşallah bundan sonraki
görevlerimde ve işlerimde, başkalarının ihtiyaçlarına aynı yumuşaklıkla ve merhamet
duygusuyla yanıt vermeyecek kadar meşgul olmam.”
Bunları söyleyerek Thomas Jefferson atının başını çevirdi ve Beyaz Saray’a doğru
yoluna devam etti.
Ağırbaşlılık ve alçakgönüllülük, merhamet duygusunun temelidirler.
Children's Story - Kindness of a Stranger
It was a bitter, cold evening in northern Virginia many years ago. The old man’s beard was glazed
by winter’s frost while he waited for a ride across the river. The wait seemed endless. His body
became numb and stiff from the frigid north wind.
Then he heard the faint, steady rhythm of approaching hooves galloping along the frozen path.
Anxiously, he watched as several horsemen rounded the bend. He let the first one pass by
without an effort to get his attention. Then another passed by, and another. Finally, the last rider
neared the spot where the old man sat like a snow statue. As this one drew near, the old man
caught the rider’s eye and said, “Sir, would you mind giving an old man a ride to the other side?
There doesn’t appear to be a passageway by foot.”
Reining his horse, the rider replied, “Sure thing. Hop aboard.” Seeing that the old man was
unable to lift his half-frozen body from the ground, the horseman dismounted and helped the old
man onto the horse. The horseman took the old man not just across the river, but to his
destination, which was just a few miles away.
As they neared the tiny but cozy cottage, the horseman’s curiosity caused him to inquire, “Sir, I
notice that you let several other riders pass by without making an effort to secure a ride. Then I
came up and you immediately asked me for a ride. I’m curious why, on such a bitter
winter night, you would wait and ask the last rider. What if I had refused and left you there?”
The old man lowered himself slowly down from the horse, looked the rider straight in the eyes,
and replied, “I’ve been around these here parts for some time. I reckon I know people pretty
good.” The old-timer continued, “I looked into the eyes of the other riders and immediately saw
there was no concern for my situation. It would have been useless even to ask them for a ride.
But when I looked into your eyes, kindness and compassion were evident. I knew, then and
there, that your gentle spirit would welcome the opportunity to give me assistance in my time of
need.”
Those heartwarming comments touched the horseman deeply. “I’m most grateful for what you
have said,” he told the old man. “May I never get too busy in my own affairs that I fail to respond
to the needs of others with kindness and compassion.”
With that, Thomas Jefferson, the third president of the United States of America, turned his horse
around and made his way back to the White House.
The Bible tells us of another Good Samaritan who helped somebody in need.
http://www.stepstolife.org/php/view_article.php?article_id=2489
74-
BENİM BOĞAM, SENİN BOĞAN
Bir zamanlar köyün birinde, fakir bir köylünün boğası ile zengin ağanın boğası
arazide karşı karşıya geldiler. Boğaların arasındaki kavga sonucu fakir adamın boğası
zengin adamın boğasını öldürdü. Zavallı fakir adam zengin ağanın kendisini
cezalandıracağını düşünerek korkuya kapıldı. Korkudan titrer bir vaziyette zengin ağanın
yanına koşarak gitti ve endişeli bir vaziyette ve korku içinde, ”Efendim” dedi, “Sizin
boğanız benim boğamı öldürdü.”
Zengin ağa sakin bir şekilde gülümseyerek cevap verdi,
“Ey köylü, ileri derecede eğitilmiş kişiler, krallar ve zekâ dolu diğer insanlar bile
birbirlerini öldürdüklerine göre, aptal bir hayvan olan boğanın başka bir boğayı öldürmesi
neden tuhaf bir şey olsun ki? Bu gayet doğaldır. Kuvvetli olan boğa diğerini yener.”
Tam o sırada zavallı fakir adam yaptığı hatayı ve dil sürçmesini fark etti ve
heyecanla, “Efendim, beni affedin. Ben bir hata yaptım ve ters söyledim. Benim boğam,
sizin boğanızı öldürdü.”
Bunun üzerine ağa öfkeyle ayağa kalktı ve bağırmaya başladı, “Ey, şaşkın adam!
Neden boğana hâkim olmuyorsun? Mutlaka sen kendi boğanı kışkırttın ve o da benim
boğamı öldürdü. Sen suçlusun.”
Ağa adamlarına bu zavallı adama 10.000.-TL ceza ödetmelerini ve eğer parası
yoksa on kez kırbaçlamalarını emretti.
Aynı olay, iki farklı yargı! İnsan lehine de, aleyhine de olsa verdiği hükümde
tarafsız olmalıdır.
75-
İŞARET DİLİ
Eğer konuşulan lisanı biliyorsanız, söylenen sözü anlayabiliriz. Eğer karşımızdaki
insanın zihin durumunu biliyorsak onun konuşmadan yaptığı el kol hareketlerini
anlayabiliriz. Eski zamanlarda işaret yapma sanatı ve bu şekilde düşüncelerini
karşısındakilere aktarabilme kabiliyeti özel bir bilim olarak görülürdü ve Mudra Sastra
olarak adlandırılırdı.
O zamanlar ülkenin birinde bir kral Bütün sanat dallarını destekliyordu. Birçok şair,
müzisyen, sanatçı ve bilgin, kralın huzurundan eksik olmazlardı ve kral da onlarla birlikte
katıldığı seminerler, tartışma programları ve konferanslar ile ünlenmişti.
Komşu ülkede de Mudra Sastra konusunda uzman bir bilgin vardı. Bu bilimde ileri
gitmiş büyük bir bilgindi. Kendi konusunda karşısına çıkan herkesi yapılan tartışmalarda
yeniyordu. Korkudan hiç kimse onun karşısına çıkamıyordu.
Bir gün Mudra Sastra uzmanı bu bilgin bizim krala bir haber gönderdi ve kendisinin
huzuruna geleceğini ve huzurundaki diğer bilginlerle Mudra Sastra konusunda tartışma
yapacağını söyledi. Eğer onlar başarılı olurlarsa sahip olduğu bütün ünvanları onlara
bırakacakağını söyledi. Ama eğer kendisi kazanırsa kral ve diğer bütün bilginler kendisini
en büyük bilgin olarak ilan edeceklerdi.
Kralın huzurunda bulunan bilginler arasında her türlü daldan bilgin vardı, ama
Mudra Sastra konusunda bir tek bilgin bile yoktu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kral da
yenilgiyi kabul etmek istemiyordu, çünkü saray bilginleri büyük şöhret kazanmışlardı. Kral
bunu kaybetmek istemiyordu. Böylece bütün bilginleri huzuruna çağırarak bir toplantı
düzenledi ve bu çıkmazdan nasıl çıkabileceklerini araştırdılar. Herkes endişeli idi ve hiç
kimse ne yapılabileceğini bilmiyordu. En sonunda kurnaz bir bilgin bir öneri sundu.
“Sayın kralım” dedi, “Ne kadar denersek deneyelim biz Mudra bilgininin karşına
çıkıp onu yenemeyiz. Bu yüzden gelin onu bir numara yaparak yenelim. Halkın arasından
zeki bir adamı bir bilgin kılığında giydirelim ve Mudra bilgininin karşısına çıkaralım. Kim
bilir belki adam kurnazlığı ile tartışmayı kazanabilir. O yenilse bile biz bir şey kaybetmiş
sayılmayız.”
Herkes bu öneriyi kabul etti ve kral da bunu denemeye karar verdi. Bu iş için yaşlı
ve zeki bir çoban buldular. Gayet güzel bir şekilde aynı bir bilgin gibi giydirdiler. Adamın
uzun boyu ve dik vücudu da saygınlığına ve içinde bulunduğu rütbeye çok şey katıyordu.
Mudra Sastra bilgini kralın huzuruna geldi ve büyük saygı ile karşılandıktan sonra
sahte bilginin karşısına çıkarıldı. Kral kendisine, “Ey bilge kişi, lütfen tartışmalarınızı bizim
bilginimiz ile yapın. Sizin koşullarınızı kabul ediyoruz. Eğer siz kazanırsanız sizi en büyük
bilgin olarak ilan edeceğiz; ama eğer bizim bilginimiz kazanırsa siz bütün unvanlarınızı
ona devredeceksiniz” dedi.
İki bilgin karşılıklı olarak oturdular ve tartışmaya başladılar. Kral ve çevresindekiler
merakla izlemeye başladılar.
Mudra Sastra bilgini elini kaldırdı ve bir parmağını gösterdi. Çobanın bir gözü
kördü. Tek gözü ile bir müddet sert sert bakmış ve sonra yavaşça elini kaldırıp iki
parmağını gösterdi.
Mudra bilgininin yüzünde beğendiğini gösteren bir gülümseme belirdi. Sonra da
yine elini kaldırmış ve bu sefer üç parmağını gösterdi. Çoban bu sefer tereddüt etmedi.
Bütün parmaklarını sıkarak ona yumruğunu gösterdi.
Mudra bilgini hemen ayağa kalktı ve çobanın ayağına kapanarak ona büyük saygı
gösterdi. Sonra sahip olduğu bütün unvanları ona teslim ederek yüksek sesle bu yaşlı
bilginin bilgeliğini ve derin bilgisini övdü. Sonra da kraldan izin isteyerek oradan ayrıldı.
Bütün herkes şaşkınlık içindeydi. Hiç kimse hiç bir şey anlayamıyordu. Saraydaki gerçek
bilginler Mudra bilginini takip ederek ona işin mahiyetini sordular,
“Efendim, tartışmanızın ne olduğunu öğrenebilir miyiz? Biz bu bilimi bilmediğimiz
için anlayamadık. Lütfen bize açıklayabilir misiniz?”
Mudra bilgini hala kendinden geçmiş bir halde idi. Saraydaki bilgini yine överek,
“Aman Allahım, o ne büyük bir bilgin. Bu bilimde böyle ileri gitmiş birisi ile daha önce hiç
karşılaşmamıştım. O bir filozof” diye cevap verdi. “Önce ben bir parmağımı gösterdim ve
Tanrı Bir’dir dedim. Sizin bilgininiz bana iki parmağını göstererek Tanrı’nın iki veçhesi
olduğunu söyledi, yani Cüzi İrade ve Külli İrade. Sonra ben üç parmağımı gösterdim ve
İlahi Sistemdeki Üçlülük Prensibini işaret ettim” “Bunun üzerine büyük bilgin parmaklarını
birleştirdi ve yumruğunu göstererek, bu üçünün de hakikatte bir olduklarını söyledi ve ne
kadar büyük bir bilge olduğunu ispat etti!” diye sözlerini bitirdi.
Bilginler bundan çok hoşlandılar. Mudra bilgininden ayrılarak geriye kralın olduğu
yere döndüler ve duyduklarını anlattılar. Bu tartışmadan çobanın ne anladığını merak
ediyorlardı. Çoban gösterdiği bu büyük başarı ile yalnız kralın maiyetinin onurunu
korumakla kalmamış aynı zamanda kraldan oldukça büyük bir ödül kazanmıştı. Böylece
kendisine tartışmada ne olduğu sorulunca da büyük bir hevesle cevap verdi,
“Sevgili üstatlar, bu Mudra bilgini çok kaba bir adamdı ve bana hakaret etti. Fakat
aslında da korkağın birisiymiş.”
“Önce bir parmağını kaldırdı ve benim bir tek gözümle alay etti. Ben hemen iki
parmağımı gösterdim ve benim tek gözümün iki gözden daha iyi olduğunu söyledim.”
“Fakat o bununla kalmadı ve bana tekrar hakaret ederek ikimizin beraber üç gözümüz
olduğunu ima etmek istedi. Ben de onun bu kabalığına kızdım ve ona yumruğumu
gösterdim ve eğer devam ederse yumruğumla burnunu kıracağımı söylemek istedim.”
“Tabi sonra bu korkak adam korktu ve ayaklarıma kapandı.”
Kral ve bilginler bunun üzerine büyük bir kahkaha kopardılar ve bu tartışmaya
böyle akıllı bir bilgin çağırdıkları için çok şanslı olduklarını söylediler.
Yüce varlığı idrak etmiş olan bilge kişilerin davranışları ve sözleri hepsi birer
Mudra’dır, fakat insan kendi zayıflığı ile bunları yanlış anlamaktadır. Yine de, Tanrı’nın
Rahmeti ile her şey neşe ve mutluluk ile sona erer!
76-
AYAKKABILAR
Günün birinde trene binerken Gandhi’nin ayakkabılarından bir tanesi ayağından
kayarak çıkmış ve trenin raylarının arasına düşmüştü. Tren hemen hareket etmeye
başladığı için de ayakkabısını alamadı. Yanındaki arkadaşlarının şaşkın bakışları
arasında Gandhi yavaşça ayakkabısının diğer tekini de ayağından çıkardı ve rayların
yanına ilk tekinin olduğu yere doğru fırlattı.
Yolculardan biri neden böyle yaptığını sorunca Gandhi gülümseyerek şöyle cevap
verdi, “Rayların arasında ayakkabının birinci tekini bulan zavallı adamın şimdi
kullanabileceği bir ayakkabısı var” diye cevap verdi.
77-
TANRI NEREDEDİR
İmparator Hadrian, hocası bilge Joshua’ya şöyle sordu, “Sen Tanrı’dan
bahsediyorsun. Peki, ama Tanrı nerededir? Eğer Tanrı varsa, O’nu bana gösterir misin?”
“Bu imkânsızdır,” diye hocası cevap verdi. Fakat imparator ısrar etti, “Ben O’nu
göremiyorsam, o zaman O’na nasıl inanabilirim?”
Bunun üzerine bilge öğretmen onu dışarıya çıkardı. Çok sıcak bir yaz günüydü.
İmparatora “Güneşe doğru bak!” dedi.
İmparator, “Bakamıyorum”, diye cevap verdi. Bilge de o zaman,
“Sen daha Tanrı’nın bir hizmetkârı olan güneşe bile bakamıyorsun, Tanrı’nın
kendisine nasıl bakacaksın?”
78-
İSKENDER’İN CEVABI
Sokrates’in (M.Ö 5. Yüzyılda yaşamış olan en ünlü Yunan Filozof) öğretisinin
esası “Kendini Bil!” idi. Ölümünden sonra, öğrencisi Plato onun yaptıklarını devam ettirdi
ve Plato’dan sonra da Aristoteles.
Makedonya’nın kralı olan İskender(Alexander), Aristoteles’in öğrencisi idi.
İskender, Hindistan’ı fetih seferine çıkmadan önce Aristo ona Bharat’a(Hindistan’ın diğer
ismi) gittiği zaman onunla savaşmamasını, ona saygı göstermesini söyledi, çünkü Bharat
manevi yaşamın doğduğu yer idi. Bharat’tan beş değerli hediye getirmesini istedi. Bunlar
kutsal Bharat ülkesinin toprağı, kutsal Ganj(Ganges) nehrinin suyu, iki kutsal kitap
Bhagawad Gita ve Bhagawatam ve son olarak eğer mümkünse bir Sanyasi(bilge).
Büyük İskender Yunanistan’dan Hindistan’a kadar yolda birçok ülkelerin ordularını
yendi ve istila etti. Bharat’ta bir bilgeye rastladı. Bilge ölümden korkmuyordu ve kendisini
öldürme tehdidinde bulunan askerlerin aptallığına bakıp gülüyordu. İskender o anda
öğretmeninin sözlerini hatırladı. Kalbi transforme olmuştu. Bilgelerin ve kutsal din
adamlarının yanında Hindistan’da beş yıl yaşadı. Dönüşünde Aristoteles’in kendisinden
istediği hediyeleri aldı. Maalesef İskender anavatanına geri dönemedi. İskender’in yanına
aldığı Sanyasi(bilge), İskender’i eğitme görevini tamamladı ve bedenini terk ederek öbür
aleme intikal etti. Bedenini terk etmeden önce de İskender’e kendisi ile Babil’de
görüşeceğini söyledi.
İskender Babil’de çok hastalandı. Sonunun yakın olduğunu biliyordu.
Yakınındakilere kendisi öldükten sonra cenaze töreninde bedenini taşırlarken üzerini
örtmelerini ama ellerini tabutun iki yanından dışarıya çıkarmalarını ve avuçlarını da yukarı
gelecek şekilde çevirmelerini istedi. Nedeni sorulunca da “İnsanlar, Büyük İskender’in,
yani bütün Dünya’yı fetheden bu büyük kralın bu dünyayı böyle elleri bomboş terk ettiğini
görsünler” diye cevap verdi. Onun insanlara en son mesajı bu idi.
79-
BİR KUŞ AVCISI VE BİR YILAN
Sabrı ve sakin tabiatıyla çevresinde tanınan Gautami adında yaşlı bir kadın vardı.
Günün birinde yaşlı kadın oğlunu yerde ölmüş yatarken buldu. Çocuğu bir yılan
sokmuştu. Biraz sonra Arjunaka isminde bir kuş avcısı o yılanı yakalamış ve bir iple
bağlamış bir vaziyette Gautami’ye getirdi ve şöyle dedi.
“Bu kötü yılan senin oğlunu sokarak ölümüne neden oldu. Ey mübarek kadın, bu
sefil yaratığı nasıl yok edeceğimi bana söyle! Onu ateşin içine mi atayım, yoksa kesip
parçalara mı ayırayım. Bu rezil hayvan daha fazla yaşamayı hak etmiyor.”
Gautami şöyle cevap verdi, ”Ey Arjunaka! Bu yılanı lütfen serbest bırak. O senin
ellerinden ölmeyi hak etmiyor. Onu öldürürsen benim oğlum yaşama dönmeyecek ve onu
serbest bırakmak ise sana hiç bir zarar getirmeyecek. Bu canlı hayvanı öldürerek kim
ölümün sonsuz diyarlarının ötesine geçebilir ki? Aynı bir geminin okyanusu geçmesi gibi
erdemli yaşayan ve değerleri uygulayan kişiler kendilerini hafifletirler ve yaşam denizini
geçebilirler. Buna karşın günah işleyerek kendilerini ağırlaştıranlar ise aynı bir taş parçası
gibi batarak okyanusun dibine giderler.”
Kuş avcısı, “Evet biliyorum, ama ey sen doğru ve yanlışın arasındaki farkı bilmesi
gereken kadın, büyük insanlar hayvanların başına bir dert geldiği zaman üzülürler
biliyorsun. Zihninin daima huzur içinde olmasına önem verenler her şeyi, her olayı
zamanın akışına bağlarlar ve zamanın akışı ile izah ederler, fakat bu bilgilere sahip
olmayan diğer normal insanlar ise acılarını intikam alarak hafifletmeye gayret ederler.
Sen de ey mübarek kadın, senin çektiğin acının bu yılanın yok olarak azalmasına izin
ver!”
Gautami, “Bizim gibi insanlar oğlumun ölmesi gibi benzeri felaketlerden etkilenmez
ve kedere düşmezler. İyi insanlar daima erdemli ve faziletli davranırlar, çocuğun ölümü
önceden kaderinde vardı, ben bu yüzden bu yılanı yok etmeni onaylayamam. Gerçek
inanç içinde olan insanlar hiç bir zaman kin beslemezler, çünkü kin insanı acıya götürür.
Bu yüzden ey sen iyi insan, merhamet et de bu yılanı affet ve serbest bırak!”
Kuş avcısı, “Bırak da bu işten büyük sevap kazanalım. Nasıl bir insan kurban
kesilen sunakta hayvan kurban ederek sevaba girer ve bu sevabın bir kısmını da kurban
edilenin kendisine ihsan ederse, bırak biz de sevap kazanalım. İnsan bir düşmanı
öldürerek sevap kazanır; bu aşağılık yaratığı öldürterek sen büyük sevap kazanacaksın.”
Gautami, “Bir düşmanı öldürmenin ve ona işkence ederek acı çektirmenin neresi
iyi bir davranış? Asıl ele geçirdiğin bir düşmanı serbest bırakmak bir iyilik sayılabilir. Bu
yüzden ey sen merhametli ve iyi kalpli insan, neden bu yılanı affetmiyor ve onu serbest
bırakarak sevap kazanmıyorsun?”
Kuş avcısı, “Birçok hayvanın bu yılanın kötülüğünden korunması lazım! Faziletli
insanlar bunun gibilerin yok edilmesi ile kötüyü de uzaklaştırırlar. Bu yüzden benim bu
kötü hayvanı öldürmeme izin ver!”
Gautami, “Ey kuş avcısı, bu yılanı öldürerek benim oğlumun yaşama dönmesini
sağlayamayız, ayrıca ben onun ölümü ile elde edilebilecek başka bir netice de
göremiyorum. Bu yüzden ey kuş avcısı, bu hayvanı serbest bırak. O bu dünyaya bizim
irademizle gelmedi, ne de bizim çektiğimiz acı sayesinde bu dünyada yaşıyor, bizim onu
öldürmeye hakkımız yok.”
Kuş avcısı, “Ama onun da senin oğlunu öldürmeye hakkı yoktu, ey kutsal anne!”
Gautami, “Benim çocuğumun ölümü önceden mukadder kılınan bir olaydı, bu bir
kaderdi, Taktir-i İlahi idi ve bu yılan yalnızca bu olayı gerçekleştiren bir enstrümandı.
Hatta bu yılanın benim çocuğumun ölümünden tek başına sorumlu olduğunu kabul etsek
bile, böyle bir günah işlemekle biz de aynı şeyi yapmış olmaz mıyız? Böyle bir şeye
hakkımız var mı? Diyelim ki o cahilliğinden ötürü bir hata yaptı. Bizim onu öldürmemiz ise
bir hatadan çok daha büyük olur, bilerek ve arzu ederek işlenmiş büyük bir günah olur.”
Kuş avcısı tarafından yılanı öldürmesi için böyle defalarca tahrik edilmesine
rağmen, kutsal insan Gautami günahkâr eyleme izin de vermedi, onay da vermedi. Yılan
bir iple canını acıtacak şekilde bağlanmıştı. Sükûnetini korumaya çalışarak biraz iç çekti
ve insan sesi ile yavaşça şunları söyledi,
”Ey saf Arjunaka, bu olayda benim ne suçum var? Benim kendime ait bir iradem
yok ve bağımsız değilim. Ölüm Meleği Mrityu beni bu işe gönderdi. Onun direktifi ile ben
bu çocuğu ısırdım, herhangi bir öfke yüzünden veya benim kendi isteğimle değil. Bu
yüzden eğer bu işte bir günah varsa bu günah ona aittir.”
Kuş avcısı şöyle cevap verdi: “Eğer sen bu günahı başka birisinin kışkırtması ile
işlediysen bile bu senin de günahın sayılır, sen de bu eylemde bir enstrümandın. Aynı
topraktan bir tas yapımında olduğu gibi, çömlekçinin tekerleği, çubuğu ve diğer döndüren
şeyler eyleme sebep olanlar olarak görülürse, sen de ey yılan bu olayın müsebbibisin.”
Yılan şöyle dedi: “Çömlekçinin tekerleği, çubuğu ve diğer döndüren şeyler
kendiliklerinden buna sebebiyet vermezler, aynı şekilde benim de bu işte bir hatam yok,
herhangi bir günah işlemedim, ben suçsuzum! Ama eğer sen bu işte bir günah olduğunu
düşünüyorsan, bu günah olaylara sebep olan şeylere aittir.”
Kuş avcısı: “Ey en yaşamayı hak etmeyen varlık, aptal şey, ne diye bu kadar şey
söylüyorsun? Ey sefil yılan, sen benim ellerimden ölmeyi hak ediyorsun.”
Yılan: “Ey kuş avcısı, bir kurban etme töreninde ayini yöneten rahipler nasıl
meydana gelen sevaptan bir şey elde etmiyorlarsa, bu olayın bu şekilde
sonuçlanmasında ben de aynı şekilde göz önüne alınmalıyım”
Mrityu(Ölüm Meleği) tarafından yönlendirilen yılan bu şekilde konuşunca bu sefer
Mrityu’nun kendisi orada belirdi ve yılana hitap ederek şöyle dedi: “Kala, yani Zaman
tarafından yönlendirilen ve idare edilen ben, seni bu işe yolladım. Bu yüzden ne sen ve
ne de ben bu çocuğun ölümünden sorumlu değiliz. Nasıl ki bulutlar oradan oraya rüzgâr
tarafından sürüklenirler, ben de Kala(Zaman) tarafından yönetilirim. Saflık, Hırs/İhtiras ve
Tembellik/Atıllık’a ait olan bütün etkiler Kala’dan(zamandan) kaynaklanırlar ve bütün canlı
varlıklar üzerinde etkili olurlar. Bütün evren Kala’nın(zamanın) işte bu etkisi ile
doldurulmuştur. Güneş, ay, su, rüzgâr, ateş, gökyüzü, toprak, nehirler ve okyanuslar ve
var olan ve olmayan bütün varlıklar Kala(Zaman) tarafından yaratılır ve yok edilirler. Ey
yılan, hem bütün bunları biliyorsun ve hem de beni suçluyorsun. Eğer bu işte bana ait bir
suç varsa, sen de aynı şekilde suçlusun demektir.”
Yılan şöyle cevapladı, “Ey Mrityu(Ölüm Meleği), ben seni suçlamıyorum. Ben
sadece senin tarafından idare edildiğimi ve yönlendirildiğimi iddia ediyorum. Kala’nın
suçunun olup olmadığını söylemek durumunda olan kişi ben değilim.” Sonra da kuş
avsına dönerek şöyle hitap etti, “Mrityu’nun ne dediğini işittin. Bu yüzden artık beni bu
iple bağlayarak bana işkence etmen ve zulüm etmen senin için doğru olmaz, çünkü ben
suçsuzum.”
Kuş avcısı şöyle yanıtladı: “Ben hem seni ve hem de Mrityu’yu dinledim. Siz ikiniz
de çocuğun ölümünden sorumlusunuz, bu ölümün araçlarısınız. İyi insanlara keder verip
onları üzüntülere boğan o kötü ve kinci Mrityu’ya lanet olsun. Ben seni öldüreceğim,
çünkü sen günahkârsın ve günah dolu eylemler yapıyorsun.”
Mrityu(Ölüm Meleği) şöyle dedi, “Biz ikimiz de kendi başına buyruk failler değiliz;
biz Kala’ya bağlıyız ve üzerimize düşen görevleri yapıyoruz. Sen bizim yaptığımız işte
bizde bir suç bulma. Sen bu olayı şöyle bütünüyle bir analiz et, bak bakalım bizim
yaptığımız işte bizde bir suç bulabilecek misin?”
Mrityu bunları söyler söylemez, Kala’nın (Zamanın) kendisi o sahnede belirdi ve
orada bulunanlara seslendi, ”Ne Mrityu, ne yılan ve ne de ben herhangi bir canlının
ölümünden dolayı suçlu değiliz. Bizler yalnızca vasıtalarız. Asıl gerçek sebep o varlığın
geçmişteki Karmasıdır(kaderidir). Burada bu çocuk yalnızca geçmiş Karmasının neticesi
ile bu şekilde vefat etti. İnsanlar nasıl bir çamur/kil parçasından canları ne istiyorsa onu
yapıyorlarsa, aynı şekilde insanların kendileri de Karma tarafından kendileri için biçilmiş
neticelere katlanıyorlar. Nasıl ışık ve gölge birbirleri ile ilişkili iseler, insanların
davranışlarının yarattığı sebep ve sonuç ile Karma da öylesine birbirlerine bağlıdırlar. Bu
yüzden burada, çocuğun ölümüne sebebiyet veren hiç kimse yok, o kendisi kendi
ölümünden sorumludur.”
Gautami ekledi: “Ne Kala(Zaman), ne Mrityu(Ölüm Meleği) ve ne de yılan bu
meselede dava konusu değillerdir. Bu çocuk kendi şahsi Karması yüzünden ölümle
tanışmak zorunda kaldı. Ben de geçmişte öyle hareket etmişim ki, oğlum şimdi ölmek
zorunda kaldı. Bırakın şimdi Kala ve Mrityu buradan gitsinler ve sen Arjunaka, sen de bu
yılanı serbest bırak!”
Sonra Kala, Mrityu, yılan ve kuş avsısı kendi ikametgâhlarına çekildiler, ama
Hakikati bilen Gautami güldü ve kendi kendine şöyle dedi, ”Bütün bunlar nasıl bir tiyatro
oyunu böyle! Karma, kendisi basmakalıp/sıradan bir kelime. Hakikat şudur ki, ne bir
atom, Tanrı’nın emri ve daveti olmadan hareket edebilir ve ne de O’nun dışında kalan bir
atom vardır. O zaman yaşam ve ölüm nedir ve nerededir ki?”
Mahabharata’dan alınmıştır.
80-
TANRI’NIN HEDİYESİ
Ben Tanrı’dan güç istedim,
Ve Tanrı beni güçlü kılmak için sıkıntılar verdi.
Ben Tanrı’dan akıl ve bilgelik istedim,
Ve Tanrı bana çözmem için problemler verdi.
Ben Tanrı’dan refah ve başarı istedim,
Ve Tanrı bana çalışabilmem için kas gücü ve zekâ verdi.
Ben Tanrı’dan cesaret istedim,
Ve Tanrı bana üstesinden gelebilmem için tehlikeler verdi.
Ben Tanrı’dan sevgi istedim,
Ve Tanrı bana hizmet edebileceğim ıstırap dolu insanlar verdi.
Ben Tanrı’dan iltimas ve destek istedim,
Ve Tanrı bana elverişli zamanlar ve fırsatlar verdi.
Ben istediğim hiçbir şeyi alamadım.
Ama ihtiyacım olan her şeyi aldım.
Dualarıma cevap verilmişti.
81-
GÜZEL BİR DUA
Tanrı’dan, alışkanlıklarımı almasını istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Onlar, Benim almam için değil, fakat senin onlardan vazgeçmen içindir.
Tanrı’dan, özürlü çocuğumu bütün yapmasını istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Onun ruhu bütündür, bedeni sadece geçicidir.
Tanrı’dan, bana sabır bahşetmesini istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Sabır, büyük sıkıntıların bir yan ürünüdür;
Bu bahşedilmez, öğrenilir.
Tanrı’dan, bana mutluluk vermesini istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Ben sana yardım ederim; Mutluluk ise sana bağlıdır.
Tanrı’dan, bana acı çektirmemesini istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Istırap çekmek seni dünyevi gailelerden uzaklaştırır
Ve Bana yaklaştırır.
Tanrı’dan ruhumu olgunlaştırmasını istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Sen kendi kendine büyüyüp olgunlaşmalısın;
Fakat Ben seni budayarak verimli olmanı sağlayacağım.
Tanrı’dan, hayatın tadını çıkarabilmem için bana her şeyi vermesini istedim.
Tanrı, Hayır dedi.
Her şeyin tadını çıkarabilmen için, Ben sana hayat vereceğim.
Tanrı’dan O’nun beni sevdiği kadar benim başkalarını SEVMEM için bana yardım
etmesini istedim.
Tanrı, Ahhhh……, nihayet ana konuya gelebildin dedi.
82-
MUTLULUK
Dayısı Candan’a 10 Lira harçlık verdi. Çocuğun çok sevindiğini görünce
sordu, “Söyle bakalım, bu para ile ne alacaksın ?”
Candan önce kitap almayı düşündü. Kitabı vardı. Oyuncak? Oyuncağı da
çoktu. Defter, kalem. Onları da istemedi.
“Kocaman bir çikolata alacağım, hem de fıstıklı“ dedi.
Koşarak evden çıktı, köşeyi dönünce arkadaşı Tekin’i gördü. Tekin sordu,
“Böyle acele nereye gidiyorsun, Candan?”
“Çikolata almaya” diye cevap verdi Candan. O sırada dayısının verdiği 2
tane 5 lirayı elinde sıkı sıkı tutuyordu. Düşündü ve Tekin’e,
“Gel beraber şekerciye gidelim, dayımın verdiği parayı paylaşarak iki tane
çikolata alırız” dedi. İki arkadaş sevine sevine yolda şekerciye giderlerken
komşu çocuklarına rastladılar.
İçlerinden biri sordu,”Nereye gidiyorsunuz ?” Diğeri atıldı, “Biz de gelebilir
miyiz ?” Candan’la Tekin birbirlerine bakıştılar. On liralık çikolatayı bu kadar
çocuğa paylaştıramazlardı. Candan hemen cevap verdi, ”Tabii gelin, hep
beraber şekerciye gidelim” dedi.
Şekercide her birisi birer liralık şeker aldılar. Sokağa çıktıkları zaman
hepsi çok sevinçli idi!
Eve geldiğinde dayısı Candan’a sordu,“Nasıl kızım, memnun musun?“
Candan, “Hem de çok! Dayıcığım, hem de çok!” dedi ve ellerini çırptı.
“Senin verdiğin parayı önce Tekin ile, sonra ikimiz diğer sekiz arkadaşımla
paylaştık. Başkalarını sevindirmek insana büyük mutluluk veriyor.
83-
ÖFKELİ KIZ
Selma çok sinirli bir kızdı. Olur olmaz şeylere kızar, bağırır, çağırırdı. Evde
hiç kimse onu bu kötü huyundan vazgeçirememişti.
Doğum gününde arkadaşlarına güzel bir sofra hazırlamıştı. Ama bunu son
dakikaya kadar kimseye haber vermediği için doğum günü pencerelerde
beklemesine rağmen kimse gelmemişti. Arkadaşlarını çağırmaya gitti. Önce
Özden’i çağırdı, evde ağırlanacak konukları olduğu için Özden gelemedi.
Semra ise dişçiye gidecekmiş, bu yüzden o da gelemedi. Eve dönerken
Serpil’lere uğradı. Ama Serpil teyzesine gitmişti. Bunun üzerine onun erkek
kardeşini çağırdı. Onlar da bilet almışlar sinemaya gideceklermiş.
Selma doğum gününe hiç kimsenin gelmeyişine çok kızmıştı. Eve dönünce,
“Kimse beni sevmiyor, bana hiç kimse değer vermiyor. İsteselerdi pekâlâ
gelebilirlerdi.” diye bağırdı, çağırdı, sonra da ağlamaya başladı.
Annesi,
Boşuna öfkeleniyorsun, kızım” dedi. “Kabahat senin. Bu gibi
davetlere birkaç gün önceden haber verilir. Sen arkadaşlarına son dakikada
söyledin.”
O sırada evde amcası vardı. Kızın boş yere öfkelendiğini görünce,
“Selma, biraz yanıma gelir misin!” diye sordu. Kız koşup geldi. Amcası onun
elinden tutup bahçeye çıkardı. Mevsim güzdü. Birlikte bir erik ağacının altına
geldiler. Amcası, “Şu ağacı salla bakalım” dedi. Kızcağız şaşkınlıkla amcasının
yüzüne baktı, “Ama bu ağaçta meyve yok ki amcacığım” dedi. Amcası güldü.
Sonra elini çocuğun omzuna koyarak, “Evet, ağaçta meyve filan yok. Onu ne
kadar sallarsan salla bir şey düşmez. Öfkelendiğin zaman da durum tıpkı
böyle oluyor. Ne kadar tepinsen, ağlasan, öfken de bu ağaç gibi meyve
vermeyecektir.”
Selma bu söz üzerine biraz düşündü. Evet, amcası doğru söylüyordu.
Öfkelenmekle
ne
geçiyordu
eline
sanki!
Artık
bundan
sonra
hiç
öfkelenmeyecek, uysal bir çocuk olacaktı.
Tekrar eve girerken doğum gününü kutlamak için aklına bir fikir geldi.
Hemen annesinin yanına koştu, “Anneciğim, doğum günüme varsın kimse
gelmesin. Ben çağıracak birini buldum. Bana yaptığın keklerden bir kaç tane
verir misin? Zahmet olmazsa biraz da süt isteyeceğim senden” dedi.
Selma mutfaktan çıktı. Salona geçerek seslendi, “Gel pisi pisi! Gel,
Sarman!” Az sonra Selma önde, Sarman arkada mutfağa girdiler. Annesi,
”Çok güzel bir buluş kızım. Demek doğum günü kekini Sarmanla yiyeceksin.
Öyleyse haydi buyurun!” dedi.
Selma kedisinin önüne yere biraz kekle süt
koydu. Kendisi de küçük tabureyi onun yanına çekerek oturdu. Birlikte
yemeye başladılar.
Siz de öfkenizi kontrol altına alabilmek için bir şey yapmalısınız.
84-
TATLI DİL
Ülkenin birinde, ülkesinin insanların her birini mutlu yapacak şeyin ne
olduğunu bilmek isteyen bir kral vardı. Bunun için bir sergi düzenledi ve
herkese mutluluk getirebilecek nesneleri sergilemek üzere tüm akıllı insanları
davet etti.
Birçok kişi ellerinde çok güzel şeylerle gelip sergide yer aldılar.
Sergilenenler arasında bir de resim vardı. Resimde, içinde dili gözüken bir
insan ağzı ve o ağzın hitap ettiği yoksul, cılız ve aç bir adam görülüyordu.
Resmin altında da “TATLI DİL” diye yazıyordu.
Kral ressamın yanına giderek resmin anlamını sordu, “Efendim” dedi
ressam, “Sergideki diğer şeyler, örneğin çiçekler, kitaplar, müzik aletleri,
sanat eserleri insanları ancak bir süre için mutlu ederler. Hâlbuki tatlı bir dil,
bir kaç güzel ve sevgi dolu söz söyleyerek başkalarını yıllarca mutlu edebiliriz.
Tatlı dil ıstırap çekenlere ümit verir, neşelendirir, zayıflara güç ve güven verir
ve öksüzlere sevgi verir. Tüm insanları sürekli olarak sadece tatlı bir dil mutlu
edebilir”
85-
TURNALAR UÇUN
Gün daha yeni doğmuştu. Nil Irmağının kıyısındaki palmiyeler üzerinde
dolaşan yaşlı bir turna, kanatlarını çırparak, ”Şimdi oralarda çiçekler açmıştır”
dedi. Çiğdemler, kır
menekşeleri, güzel kokulularını
çevreye yaymaya
başlamışlardır. Artık gitmeliyiz, arkadaşlar! Turnalar sevinçle bağırarak, sürü
başının çevresini sardılar, ”Gidelim, gidelim” Yalnız turnalardan biri ses
çıkarmadı.
Tek kanadını kaldırarak yanında yatan hasta yavrusunu okşadı. Sonra
kederli başını önüne eğdi.
Öğleye doğru turnalar uçuşa hazır bekliyorlardı. Hasta yavru, “Sen git
anneciğim” diye fısıldadı. “Ben burada kalayım. Oralara kadar gitmeye gücüm
yok. Denize düşer boğulurum. Bari burada kalıp rahat öleyim.
Annesi, ”Ben seni bırakmam yavrum, sensiz hiç bir yere gitmem. Sen
benim her şeyimsin” dedi. Sonra başını kanatları arasına alarak gözyaşlarını
yavrusundan sakladı.
O sırada yaşlı turna, “Haydi sıralanın bakalım” diye seslendi. “Hepiniz
benim
peşimden
gelin.
Kimse
sıradan
ayrılmasın.
Kanatlarınızı
olanca
gücünüzle çırpın ki, hep birlikte güzel yurdumuza, özlediğimiz Anadolu’ya
varalım“ Turnalar sıralandıkları zaman, Yaşlı Turna tekrar konuştu, “Az daha
unutuyordum. Hepiniz sıra ile yavrunun uçmasına yardım edeceksiniz. Annesi
onu
yalnız
başına
götüremez.”
Turnalar
kanatlarını
çırparak
başlarını
salladılar. Hepsi onu taşımaya razı olmuştu. Yaşlı Turna, ”Hazır mısınız ?” diye
sordu. “Hazırız!” “Öyleyse uçmaya başlayalım“
Turnalar
beraberce
havalandılar
Hasta
yavru
annesinin
yanında
uçuyordu. Zavallının çok acı çektiği her halinden belliydi. Öğleye kadar kara
üzerinde uçtuktan sonra denize ulaştılar. Akşama doğru yavru turna annesine
daha yorulmamış olduğunu söyledi ama, ufuktaki karartı onu korkutuyordu.
Annesi de korkuyla bakıyordu ufka. Geçen yıl yine böyle uçarlarken korkunç
bir fırtınaya yakalanmışlardı. Birçok turna o fırtınada düşüp ölmüşlerdi.
Gerçekten akşama doğru karanlık bulutlar göğü sardı. Önce hafif bir rüzgâr
esiyordu, sonra şiddetlendi, fırtına başladı. Sürü başı olan yaşlı turna bir
şeyler söyledi ama sesi rüzgâr uğultusu içinde kayboldu. Turnalar birbirlerine
sokulup bütün güçleriyle kanat çırpmaya başladılar. Onlarla birlikte seyahat
eden leylekler ve kırlangıçlar da korku içindeydiler.
Anne Turna yavrusunu sırtına almış, bin bir güçlükle uçuyordu. Ama
gittikçe geride kalmaya başlamıştı. Takatten düşmüştü artık. Gözyaşları
içinde, “Ölüyorum, yardıma gelin!” diye seslendi
duyuramadı.
Şimdi
herkes kendi
derdine
ama sesini kimseye
düşmüştü.
Bu sırada
yavru
durmadan, “Anneciğim, ne olur beni burada bırak! Ben ölmeye razıyım. Hiç
olmazsa sen kendini kurtar. Benim yüzümden senin ölmeni istemiyorum“
diyordu. Annesi bir şey söylemedi. Yalnızca kanatlarını daha hızlı çırpmaya
başladı. Tam o sırada karanlık bir bulut onları yakaladı, daha karanlık
bulutların
arasına
attı
ve
giderek
aşağıya
doğru
düşmeye
başladılar.
Sabahleyin fırtına dinmişti, güneş tekrar denizin üzerinde parladığı zaman
anne turna kendisine geldi ve kendisini büyük bir geminin üst güvertesinde
buldu. Yanında açlıktan inleyen yavrusu vardı. Az ötede iki yaşlı denizci
duruyordu. Hasta yavruya süt içirmeye çalışan denizci, “Dünyada anne
sevgisinden daha büyük bir sevgi yok! Şu zavallı anneye bak! Bütün gece
fırtınalarla boğuştuğu halde yavrusunu bırakmamış. İyi ki bir rastlantı ile
buraya düşmüşler. Yoksa ölüp giderlerdi“ diyordu. Gemi Akdeniz’in sularını
yara yara Kıbrıs adası yakınlarından geçerken iki turna, Antalya kıyılarına
doğru uçup gittiler.
86-
ANNELİK KUTSALDIR
Akşamüzeri okul zili çaldı ve öğrenciler gruplar halinde okul kapısından
dışarıya çıkıyorlardı. O sırada okul kapısının önünde uzunca bir süredir karşıya
geçmek isteyen yaşlı bir kadın duruyordu. Yağmurda ıslanan ıslak ve kaygan
caddeye adım atmaya korkuyordu.
Birçok öğrenci onu görmesine rağmen dikkat etmeden yollarına gitmişti.
Kapıdan en son okul takımı kaptanı Mohan çıktı. Kendisine seslenen
arkadaşlarına aldırış bile etmeden hemen yaşlı kadına doğru yönelerek,
“Anneciğim, soğukta titriyorsunuz size yardım edebilir miyim?“ diye sordu.
Yaşlı kadının yüzü neşe ve umut ile aydınlandı, bu tatlı çocuk ona “Anne” diye
seslenmişti.
Mohan kadının titreyen elinden tuttu ve beraber yürüyerek yolun
karşısına geçirdi ve “Gel anneciğim. Yavaşça yürü. Evine kadar ben senin
yanındayım” dedi. Beraberce yürürlerken yaşlı kadın Mohan ile sevgi dolu
konuşuyor, onu övüyor, onun için dua ediyordu. Evinin kapısı önüne
geldiklerinde yaşlı kadın ellerini kaldırdı ve gözü yaşlarla dolu bir biçimde,
“Oğlum, Allah senin yolunu açık etsin ve seni her zaman mutlu etsin!” diyerek
dualar etti.
Mohan içinde bir güç ve büyük mutluluk hissetti ve arkadaşlarının
yanına döndü. Ona o yaşlı kadına yardım etmek için niye bu kadar zahmete
girdiğini sordular. Mohan, “Ben o bayana yardım ettim çünkü onun başka
birisinin annesi olduğunu düşündüm. Günün birinde başka bir insan da benim
anneme yardım edebilir ve etmelidir” diye cevap verdi.
Arkadaşları yine, “Mohan annesi ile çok gurur duyuyor galiba“ dediler.
“Tabii duyuyorum” diye Mohan cevap verdi. “Annesi ile gurur duymayan insan
iyi bir insan olamaz!”
87-
TECHUMSEH’NİN ŞİİRİ
Hayatını öyle yaşa ki
Ölüm korkusu asla kalbine girmesin
Kimseyi dininden dolayı eleştirme
Başkalarına ve görüşlerine saygı göster
Onlardan da sana saygı göstermelerini iste
Hayatını sev, hayatını mükemmelleştir
Hayatının sonuna kadar insanlara hizmet etmeyi amaçla
Ölme vaktin geldiğinde
Kalbi ölüm korkusu ile dolanlardan olma
Onlar ölüm vakitleri geldiğinde
Zayıf düşüp
Hayatlarını başka bir şekilde yaşamak için
Ağlayıp dua ederler
Ölüm şarkını söyle ve
Evine dönen bir kahraman gibi öl
(Tecumseh: Asıl ismi Tecumtha veya Tekamthi’dir ama halk arasında Tecumseh
olarak tanınır. 1768-1813 yılları arasında yaşamıştır. Amerikan yerlilerinden
Shawnee kabilesinin şefidir ve Amerika Birleşik Devletleri ordusuna karşı 1812
yılında Tecumseh Savaşı olarak bilinen bir savaş açmıştır.)
88-
ÇİNGENE EFSANESİ
Yüzyıllar önce Hindistan’da kendilerine Roman halkı diyen bir kabile yaşardı.
Romanca(Romani) konuşurlardı. Şeflerinin küçük bir oğlu vardı. Adı Çen. Yörenin kralının
bir gün bir kızı oldu. Kahinler, ülkenin bir gün istilaya uğrayacağını ve gelenlerin kralın
kızını öldüreceğini söylediler. Kral, Gan adını verdiği küçük kızı, Roman şefine emanet
etti ve
“Bu kızı kendi kızın ilan et ve öyle büyüt. Senin değil, kralın kızı olduğunu, sadece
sen, karın ve ben bileceğiz dünyada, başka kimse bilmeyecek” diyerek yemin ettirdi.
Çen ve Gan birlikte büyüdüler. Çen evlenme yaşına geldi, ama kendisine
gösterilen kimisi dünya güzeli kızların hiçbirisini beğenmiyordu. Garip bir hisle kendisini
kız kardeşi bildiği Gan’a yakın hissediyordu. Oğlunun aşktan sararıp solduğunu fak eden
annesi işin iç yüzünü anlayınca yeminini bozdu ve Çen’e “Gan’la evlenebilirsin, çünkü o
senin kızkardeşin değil!” dedi.
Çen, Gan’la evlenince, Romanlar ikiye bölündüler. Bu sırada da kâhinlerin dediği
olay gerçekleşmiş, Makedonya’lı İskender’in orduları Hindistan’ı istila etmişti.
Romanların Çen ve Gan’ı destekleyen kısmı onlarla birlikte ülkeyi terk ettiler.
Kendilerine Çengan dediler.
Kahinler, istiladan sorumlu tuttukları Çenganları lanetlediler ve şöyle beddua
ettiler, “Aynı yerde iki gece üst üste uyamayasınız. Aynı kuyunun suyunu iki defa
içemeyesiniz. Aynı nehri iki defa geçemeyesiniz” dediler.
Göçebe Çenganlar önce Mısır’a gittiler ve oraya yerleştiler. Sonra orayı Araplar
işgal etti. Bu sefer Ermenistan’a göçtüler ve “Biz Mısır’dan geldik” dediler. Mısır, “Egypt”
diye biliniyordu. Ecip diye okunur. Bu yüzden Ermeniler gelenlere “Mısırlı” anlamına
gelen “Cipsi/Gypsy” dediler.
Sonradan orada da rahat edemeyen Çenganlar sonunda Osmanlı
İmparatorluğu’na taşındılar ve Osmanlılarla birlikte Rumeli’ye, Romanya’ya ve en çok da
Macaristan’a dağıldılar.
Sonra Avrupa’nın tümüne yayıldılar. İspanya’da efsane oldular.
Çengan adı “Çingen, Çingene, Çigan, Zigan” diye kullanılır oldu.
89-
TANRI BİZİ KONTROL EDİYOR MU
Kutsal Kitapları okuyan kişinin zihninde vazgeçilmez bir şekilde oluşan soru şudur,
“Tanrı’nın izni olmadan bir çim yaprağının bile kımıldayamadığı söyleniyor. Ama Tanrı bir yandan
bunu söylerken diğer yandan da bizim eylemlerimizin sorumluğunu almayacağını söylüyor. Eğer
bizler olmamız gerektiği gibi O’nun ellerinde bir kukla isek, o zaman neden günah denilen şeyden
ötürü acı çekmemiz gerekiyor. Bizim bütün eylemlerimiz O’nun tarafından belirlenmiyor mu?
Bizim gelişmemiz, daha iyi şeyler yapmamız tavsiye ediliyor, fakat bu bile O’nun ellerinde olan bir
şey değil mi? Bu nasıl iş?
Bu işi çözebilmek için önce bir şu beyanları bir araya getirelim.
A-Ne Eylemler Bana leke sürebilirler, ne de Ben bu eylemler sonucu
meydana gelen meyvelerle ilgilenirim.
B-Tanrı, ne eylemi yapan kişiyi tayin eder, ne insanların yapacakları şeyleri,
ne de eylemlerin meyvelerine ilişkin olayları. Bütün bunları yapan yalnızca
Tabiat’tır.
C-Tanrı, herhangi bir kimsenin günahından sorumlu değildir, aynı şekilde
tabii onun işlediği sevaptan da sorumlu değildir. Bunların ikisi de bilgi seviyeleri
yanılgı içinde olan insanlar tarafından yapılan eylemlerin sonuçlarıdır.
D-Bütün dünya Benim somutlaşmamış formum tarafından istila edilmiştir.
Bütün varlıklar Benim içimdedir, fakat Ben onların içinde ikamet etmem.
E-Ben İlahi Tanığım ve Gözlemciyim.
F- Ben zamanın ta kendisiyim.
G- Tanrı her canlı’nın kalbinde ikamet eder ve aynı zamanda her şeyi ve
herkesi yanıltan gizemli yanılgı sayesinde onları sanki bir makinanın
üzerindelermiş gibi oradan oraya fırıl fırıl döndürür.
Yukarıda yazılanlara dikkatle göz atan bir kişinin hemen zihni karışacaktır. İlginç
bir şekilde yukarıdaki bilmecenin çözümü yine kendisinin içindedir. Fakat bu çözüm
maalesef salikleri tatmin etmeyebilir, çünkü tam olarak Tanrı’ya yakışacak şekilde bir
“Evet ve Hayır” cevabı şeklindedir.
Evet’ ve ‘Hayır’ aynı zamanda bilimde de vardır
Bilimsel bir zihni olan bir kişiye ‘Evet ve Hayır’ şeklindeki bir cevap muğlaklığın ve
kaçamak konuşmanın en üst noktası gibi gözükebilir. Bu noktada bilimin kendisinden bir
örnek vermek uygun olabilir. Bu örnekte bir kişi, iki birbirine zıt duruma ‘Evet’ cevabı
vermektedir. Bu örnek Einstein’in Görelilik Teorisindendir.
Günlük normal bir deneyimde ve genel olarak görelilik dışı fizikte uzay ve zaman,
iki ayrı ve birbirinden bağımsız varlıktır. Bu durum cisimler ışık hızına yaklaşmayan
hızlarla hareket ettikleri sürece geçerlidir. Ama eğer ışık hızına yaklaşırlarsa uzay ve
zaman iç içe geçeceklerinden ve birbirlerine sarılacaklarından çok ince bir zekayı
yansıtan karmaşıklıklar ortaya çıkmaya başlar ki bu da Einstein’in teorisidir. Biz de işte
böyle bir karmaşık örnek durum düşünelim.
Bilimde bir olay iki parametre ile tayin edilir, birincisi olayın meydana geldiği yer
diğeri olayın meydana geldiği zaman. Daha bilimsel bir anlatımla, bir kişi şöyle diyebilir,
herhangi bir olay, uzay- zaman grafiği üzerinde bir noktadır. Olaylar arasındaki zaman
aralığı normal olarak bir saat ile ölçülür, mesela bir yarışta önemli olan iki olay yarışın
başlangıcı ve sonudur.
Görelilik teorisi meydana gelen olayları bütünüyle anlatan iki gözlemcinin
anlattıkları ile ilgilenir. Gözlemcilerden birisi sabittir, yerinden hiç kıpırdamaz, diğeri ise
hareketlidir. Örneğin iki olay olsun O(1) ve O(2). Bu iki olay A ve B şeklinde iki gözlemci
tarafından gözlensin. A yerinde sabit ve B hareketli olsun. Her ikisinin de kollarında çok
dakik ve hassas kronometreleri olsun ve bu saatler önceden senkronize edilmiş olsun.
Eğer B’nin hızı ışığın hızına göre küçük ise her iki gözlemci de O(1) ve O(2)
olayları arasındaki zamanı aynı şekilde kayıt edeceklerdir. Ancak eğer B ışık hızına
yaklaşan bir hızla hareket ederse o zaman B her iki olayı da aynı zamanda meydana
geldi rapor edecek ve ortaya anlaşılması gereken bir durum çıkacaktır. Çünkü diğer
tarafta A her iki olay arasında sonlu bir zaman aralığı olduğunu söyleyecektir. Her iki
teşhis arasındaki fark ölçümün hassasiyeti ile ilgili değildir. Her iki gözlemdeki farklılık
gerçektir ve gözlemi yapan her iki gözlemcinin farklı bakış açılarından meydana
gelmektedir, eğer fizik dili ile söylemek gerekirse, gözlemcinin birisi duran bir çerçeve
olan bir referans noktasıdır diğeri ise hareket eden bir çerçevedir.
Şu soru meydana çıkar: “Kim haklı? A mı, B mi?” Görelilik kavramına göre her ikisi
de kendi bakış açılarından haklıdırlar. Tartışmanın detaylarına ve işin temelinde yatan
matematik terimlerine girmeden herhangi bir insan burada yanılgısı olmayan bilimde bile
böyle bir durum oluşabileceğini görmektedir. İnsan iki birbirine zıt gözlem için ‘Evet’
demeye zorlanmaktadır! Vurgulanması ve anlaşılması gereken tespit şudur. Her ‘Evet’
kendi doğrusu içinde geçerli bir cevaptır ve yalnızca o bakış açısının bir cevabıdır.
Çeşitli seviyelerde Tanrı
Eğer Tanrı en yüksek seviyede olan ve insan da diğer uçta olan gibi düşünülürse o
zaman İlahi Varlık bir ülkenin başında olan Kral’a veya Başkan’a benzetilebilir. Onun
emrinde bir hükümet vardır, ama O doğrudan idare ve hükümdarlık etmez.(Tabi bu
örnekteki en önemli fark ülkenin en tepesindeki kişinin hiç bir gücü olmaması, ama
Tanrı’nın güçlerinin sonsuz olmasıdır)
Örneğin ülkemizde bütün hükümet işleri Başbakan adına yürütülür. Başbakan’ın
kendisinin yapılan işlerden haberi yoktur, (mesela bu bir malın satın alınması olabilir)
ama bu iş için gerekli güç Başbakan’dan alınır. Yaradılıştaki işler de aynı bu şekilde işler.
Tanrı’nın çok çeşitli aracıları ve yaratılışa ait yasaları vardır. Kâinatın idaresi bu
aracılar tarafından yaratılış kanunlarına tamamen uyulmak sureti ile görülmektedir. Tanrı
kendisini en alt seviyedeki işlerle ilgilenmesini gerektirmeyecek bir konumda bulundurur.
Örneğin, eğer bir insan yukarıya doğru bir taş atacak olursa taşın aşağıya düşmesini
sağlayan cennette bulunan Tanrı değildir. O yerçekimi adında bir tabiat kanunu ortaya
koymuştur ve o da her şeyi aşağıya doğru harekete geçirir - . İnsan şöyle diyebilir; “Çeşitli
aracılar Tanrı için ve Tanrı adına hareket etmektedirler.” Ortada bir eylem/aksiyon ve bir
de reaksiyon vardır.
Toplumsal olaylarda da olay aynı şekilde işler. Eğer bir insan bir trafik suçu işlerse
Trafik Polisi işin içine karışır. Onun böyle yapmasını sağlayan güç doğrudan Devlet
Başkanından alınmaktadır, fakat Devlet Başkanının bu suçtan haberi bile olmayabilir.
(Yine burada tam tersine Tanrı Ebedi Tanık olarak meydana gelen her olayı detaylı bir
şekilde bilmektedir.)
Fiziksel Yasalar ve Ahlak Kuralları
İnsan yukarıdaki hem fiziksel ve hem de sosyal yaşantıya ait örneklerde şunu
açıkça kabul ve itiraf etmelidir ki, işi gerçekleştiren o muhteşem makinanın apaçık ipuçları
mevcuttur, yani olayların hepsini idare eden yasalar vardır. Peki o zaman yaşam, ölüm,
ahlak/erdem ne demektir? Burada da tabi yalnızca bilgelere, ermişlere, evliyalara ve
peygamberlere nasıl işlediği anlatılan yasalar mevcuttur ve bu kutsal kişiler de bu bilgileri
gelecek kuşaklara aktarmak için bunları yazılı hale getirmişlerdir. Bunlar bütün Kâinatı
yöneten Ahlak Kurallarıdır. İnsan bu kurallara inanmayabilir, fakat bu kurallar buna
rağmen işlemeye devam ederler, örneğin Newton’un Evrensel Çekim Yasasını
keşfetmeden milyarlarca yıl önce dahi yerçekimi yasası işlemekteydi.
Bu şekilde ilk önemli sonuca ulaşıyoruz ki bu da; Yaratan yalnızca Kainatı idare
eden fiziksel yasaları değil tüm Kainatı yöneten Ahlak Kurallarını da yaratmıştır. Kuran-ı
Kerim bu kuralların geldiği en üst noktadır.
Kader Kanunu
Bu kanunlardan en önemli olanı Kader Kanunudur ki çok basittir ve aynı
Newton’un 3.yasasına benzer: Her eylemin/aksiyonun karşılığında bir reaksiyonu vardır!
Ancak burada şunu belirtelim ki bu kanunun uygulanmasını emrettikten sonra Yaradan
kendisini her türlü sonuçtan ayrı ve açıkta tutar. Aynı yukarıya doğru atılan bir taşı tekrar
yeryüzüne doğru çekme örneğinde olduğu gibi ufak olaylarla ilgilenmez. O’nun
ilgilenmesine hiç gerek yoktur çünkü bunu gerçekleştirecek güçler tesis edilmiştir.
Böylece Tanrı işin içinde doğrudan yer almaz, fakat O’nun gücü uygun aracıları (tabiat)
tarafından işletilir.
Şüphe eden kişiler bu tür tartışmaları hep hor görürler ve aşağılarlar, ama ortada
anlatılması ve açıklanması imkânsız güçler vardır ki bunlar bir Gizli El’in var olduğunun
tartışılmaz kanıtlarıdır. Mesela zar atma olayını ele alalım.
Herkes bilir ki zar atıldığında 1,2,3,4,5 veya 6’nın gelme
olasılığı aynıdır. Fakat buna rağmen örneğin 6’nın üst üste 10 defa
gelmesi gibi garip durumlara da rastlanılır. Şüphesiz bu durum çok
çok enderdir ama bilgisayar deneylerinin gösterdiği gibi
gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte eğer ortalama alacak
olursak çok fazla sayıda zar atıldığı taktirde tüm sayıların eşit olasılığı
olduğu görülür.
Burada şu soru sorulabilir, zar birçok kez üst üste mantıksız bir şekilde 6 geldikten
sonra durumu düzeltmesi gerektiğini nereden biliyor? Matematikçiler böyle bir durumu
Rastlantısal Sayılar Kanunu ile cevaplarlar. İnsan çok sayıda formüller ve eşitlikler
yazabilir, fakat şu soru halen açıklanamadan ortada durmaya devam eder: Zara kim
talimat ve emir vermektedir? Kendi kendine bilmesi mümkün değildir. Bu sorunun
cevabını hiç kimse bilmemektedir.
Yine aynı şekilde insan doğumu konusuna gelirsek gayet iyi bilinir ki, tabiat insanın
genetik yapısını öyle dizayn etmiştir ki doğacak çocuğun erkek veya kız olması olasılığı
eşittir. İkinci Dünya Savaşının sonunda Avrupa’da erkek nüfusu kadın nüfusunun oldukça
altında kalmıştı, çünkü muharebe esnasında çok sayıda genç erkek ölmüşlerdi. Bu
dengesizlik kısa zamanda kızlara oranla daha çok erkek çocuğun dünyaya gelmesi ile
düzelmişti. Bunu kim ayarlamıştı? Tabii ki hemen bunun Ortalamalar Kanunu yüzünden
olduğu şeklinde cevap gelecektir. Peki ama bu Kanun tam olarak nasıl çalışmaktadır?
Toplumun erkek-kadın oranını istatistik şeklinde tutan ve gebe kalma ve doğum
olaylarına sinyal gönderen aracı hangisidir? Butona kim basmaktadır? Bu sorunun
cevabını da hiç kimse bilmemektedir.
Özet olarak,
Gerçek şudur ki, Tanrı’nın iradesini gerçekleştirecek aracıları vardır, aynı bir devlet
içinde Devletin Başının işlerinin Hükümetin Resmi görevlileri tarafından yapılması gibi.
Özetle,
(i) En yüksek seviyede güç ve sorumluluğu yalnızca Tanrı dağıtır ve temsilci olarak
atar;
(ii) Fiziksel ve spiritüel seviyede çeşitli süreçleri idare eden çeşitli kanunları vardır.
(iii) Bütün kanunlar Tanrı için ve Tanrı adına aracılar tarafından yine bu kanunların
içine şifreli bir şekilde yerleştirilen prosedüre/yordama/usule uygun bir şekilde yerine
getirilir, ister biz buna inanalım ister inanmayalım.
(iv) Bu bakış açısı ile, bütün çerçeve kendisi tarafından dizayn edildiği ve
kurulduğu halde Tanrı’nın kendisi her şeyi an be an idare eden konumda bulunmaz.
Bu durum şu şekilde belirtilmektedir. - Tanrı, ne eylemi yapan kişiyi tayin eder, ne
insanların yapacakları şeyleri, ne de eylemlerin meyvelerine ilişkin olayları. Bütün bunları
yapan yalnızca Tabiat’tır”.
(v) Fakat Tanrı Tanık olduğu için olan biten her şeyi kesinlikle bilendir.
Benim herhangi bir rolüm var mı?
Şu soru doğal olarak hemen ortaya çıkabilir: “Eğer her şey anlatılması ve
açıklanması güç bir şeklide rijit bir kanunlar iskeleti tarafından kararlaştırılıyorsa o zaman
Tanrı’ya dua etmenin ne anlamı olabilir? O’nun bu oyunu oynamak için benim rolüme hiç
de ihtiyacı var gibi gözükmüyor, yalnızca uzak ve ilgisiz bir Tanık olmaktan başka.”
denilebilir. İşte burada şu örnek işimize yarayabilir.
Birçok ülkede Devlet Başkanının Af yetkisi vardır. Örneğim Hindistan’da ölüme
mahkûm edilmiş bir kişi Başkan’a başvurabilir ve cezasının ömür boyu müebbede
çevrilmesini talep edebilir. Bu durumda Başkan bunu gerçekleştirebilecek tek ve tüm
yetkiye sahiptir. Benzer bir şekilde, bundan önce işlemiş olduğu günahları ne olursa
olsun herkes her zaman Tanrı’ya affedilmesi için dua edebilir ve Tanrı eğer o insan
gerçekten tövbe etmişse rahmetini o kişi üzerine yağdırabilir.
Tanık ve Fail
Şu ana kadar şu düşünceler geliştirildi.
– “İlahi Varlık ne olursa olsun hiç kimsenin ne günahından ne de sevabından
sorumlu değildir. Bunların her ikisi de dünya görüşleri ‘yanılgı’ içinde olan kişiler
tarafından gerçekleştirilen eylemlerin sonuçlarıdır.” Bu hikâyenin bir tarafıdır.
Bir de gelin meseleye tam aksi taraftan bakalım.
– “Tanrı her varlığın kalbinde ikamet eder ve o gizemli yanılgı sayesinde onları
sanki bir makinanın üzerindelermiş gibi döndürür durur.” Buna göre bir insan Tanrı’nın
ellerinde bir kukladan başka bir şey değildir. Bilgelerin söylediğine göre bütün kâinat ve
içindeki tüm varlıklar Tanrı’nın bir parçası gibidir. Bu bakış açısından, Tanrı insanın bütün
eylemlerini kontrol eder ve kararlaştırır. Herkes kendi bakış açısından Tanrı’yı her yerde
görür ve bu yüzden daha küçük seviyedeki aracıların farkında bile olmaz. Her şey Tanrı
öyle olmasını istediği için gerçekleşir: eğer yağmur yağıyorsa, bu bulutların yağmuru
getirmesi yüzünden değildir, fakat Tanrı’nın bulutların bunu yapmasını istediğindendir.
Bu bağlamda belki bir örnek bize yardımcı olabilir. Şunu biliyoruz ki hava durumu
tamamı ile güneşe bağlıdır. Meydana gelen olaylarla ile ilgili iki bakış açısı vardır. Birisi
güneşin parladığını ve bunu yaparken dünyanın var olup olmadığı ile ilgilenmediğini
söyleyebilir. Bu kişiye göre hava tamamı ile okyanuslar, atmosfer v.s. tarafından kontrol
edilir, hâlbuki güç sağlayan enerji güneşten elde edilir.
Alternatif olarak, diğer bir kişi de güneşin okyanusları ısıttığını, suyun
buharlaşmasını sağladığını, aynı zamanda karaları ısıttığını ve bu şekilde havanın
yükselmesini sağlayarak alçak basınç oluşturduğunu ve basınç farkı sebebi ile
okyanuslardan buharlaşan nemli havanın karaların üzerine rüzgârlarla sürüklendiğini ve
orada yağmur olarak yoğunlaştığını beyan eder. İlk bakış açısında, güneş yalnızca bir
tanık iken ikinci bakış açısında güneş tamamen işin içerisindedir.
Böylece bir “Evet ve hayır” durumu ile karşı karşıyayız. Hangisinin doğru olduğu
bakış açısı ile bağlantılıdır. Tanrı’yı Soyut ve Şekilsiz bir varlık olarak kabul eden kişi için,
Tanrı yalnızca bir Tanık’tır.
Tanrı’nın fail olarak işlediğine inanan kişi ise Tanrı’nın her şeyi kontrol ettiğini
savunur. Kâinata baktığında çokluk değil de, Tanrı’yı her şey ve bir tek varlık olarak
gören kişinin bakış açısından her şey Tanrı’nın ta kendisidir, her şey Tanrı tarafından
kararlaştırılır, her şey Tanrı tarafından gerçekleştirilir, çünkü Tanrı’dan başka bir şey
yoktur.
Böylece Relativite/Görelilik örneğinde olduğu gibi, her bakış açısı referans aldığı
kendi sahasında doğrudur, yani her ikisi de doğrudur.
İnsanlar neden acı çekiyorlar?
Bir kişi yukarıdaki tartışmayı isteksizce kabul etmek zorunda kalsa bile, hala şu
şüphe ortadan yok olmaz: “İnsanlar neden kendi eylemleri sonucu acı çekiyorlar, özellikle
de kukla örneğinde olduğu gibi eğer Tanrı bütün ipleri ellerinde tutup bizi
yönlendiriyorsa?”
Tanrı bu durumu şöyle açık seçik bir şekilde belirtmiştir; Eğer bir kişi bir işi kendisi
yapıyormuş gibi bir duygu ile yapıyorsa, o zaman açık bir şekilde o eylemi yapan kişi
eylemi yapan kişidir ve o eylemi Tanrı gerçekleştirmez ve tabi doğal olarak, eylemi yapan
kişi eylemin sonuçlarına katlanmak zorundadır.
Bir insan, suç sayılan kötü bir eylemi kendi arzusu ile planlar ve kişisel bazı
sebepler ile gerçekleştirirse, sonradan bunun Tanrı’nın İradesi ve Eylemi olarak ortaya
koyamaz. Eğer bir kişi kendisinin yaptığını düşünüyorsa o zaman Tanrı yapmıyor
demektir, ama eğer bir kişi eylemi yapanın Tanrı’nın kendisi olduğunu düşünüyorsa o
zaman o eylemi Tanrı gerçekleştiriyor demektir. Her şey kişinin kendisine bağlıdır. İkinci
durumda, kişi bu bakış açısını kendisinin başına kötü bir şey gelse bile terk etmez; tam
tersine gelen acıya dayanır ve bunun Tanrı’nın bir kutsaması olduğunu beyan eder. Bu
arada, büyük Master Plan’da, Tanrı kimin ‘eylemi yapan kişi virüsüne’ bulaştığını ve
kimlerin bu virüse tutulmadığını kesin olarak bilir.
Ve Tanrı çok hassas ve zarif bir şekilde ilk gruptan, yani virüs bulaşan gruptan bir
kaç kişiyi Kendisinin Enstrümanı haline getirir – örneğin açgözlü olanlar günün birinde
kendilerinden para gasp eden kişilerle karşılaşmak zorunda kalabilirler. Böylece
açgözlülük uygun bir şekilde karşılığını almış olur. Bu şekilde İlahi İdareci herkese uygun
bir rol verir.
90-
KULAKTAN GİRENİ SAKLAYAN
İki komşu ülkenin kralı özel günlerde birbirlerine ilginç hediyeler gönderirlerdi.
Böylece birbirlerine zeka üstünlüğü gösterinde bulunmaya çalışırlardı. Krallardan biri bir
gün ülkesinin en ünlü heykeltıraşını huzuruna çağırttı ve kendisinden 3 tane insan heykeli
yapmasını istedi. Heykeller bir karış boyunda, altından ve dışarıdan bakışta birbirinin
tıpatıp aynısı olacaktı. Heykeller hazırlandı ve komşu kralın doğumgünü geldiğinde
kendisine özel ulakla gönderildi. Heykellerin yanında bir mektup hazırlanmıştı.
Heykelleri alan öbür kral mektubu açıp okudu, “Doğum gününü üç altın heykelle
kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin aynısı gibi gözükmesine rağmen biri diğerlerinden çok
daha değerlidir. O heykeli bulabilirsen bana haber ver!”
Bunun üzerine kral hemen adamlarını çağırdı ve heykelleri kontrol etmeye
giriştiler. Önce heykeller tartıldı. Gramına kadar aynı ağırlıktaydılar. Ülkesinde sanattan
anlayan ne kadar adam varsa hepsini çağırttı. Hepsi de çok büyük bir dikkatle heykelleri
incelediler, ama aralarında bir fark göremediler.
Aradan günler geçti. Ülkede herkes kralın içinde bulunduğu sıkıntıyı duymuştu.
Sonunda krala isyan ederek hapse atılmış olan çok zeki bir gencin bu soruna çare
olabileceği öne sürüldü. Kral, başka çaresi kalmadığı için bu zeki genci çağırttı. Genç
önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi. Sonra ince bir tel getirtilmesini istedi. Teli birinci
heykelin kulağından içeri soktu, tel heykelin ağzından dışarıya çıktı. İkinci heykelde aynı
işlemi yaptı. Tel bu sefer diğer kulaktan dışarı çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi,
ama hiçbir yerden dışarıya çıkmadı. Telin girdiği delik kalp hizasına kadar iniyor, oradan
öteye gitmiyordu. Hükümdar artık heykelleri gönderen komşu ülke kralına mektubu
yazmaya hazırdı.
“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir, sır saklayamaz. Bir
kulağından giren, diğer kulağından çıkan insan da makbul değildir, hiçbir öğüt aklında
kalmaz. En değerli insan kulağından gireni yüreğinde saklayandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”
91-
HAYATININ TAMAMI GİTTİ
Ali her şeyi bildiğini zanneden bir filozoftu. Kendisini ülkenin en akıllı adamı
olduğunu zannediyordu. Bir gün bir arkadaşının tavsiyesi ile bir deniz yolculuğuna çıktı.
Fiolozof Ali gemide tayfalarla ve kaptanla sürekli olarak felsefe hakkında konuşmaya
başladı. Kendisinin konuştuklarından hiçbir şey anlamıyorlardı. Yüzüne boş boş
bakmaları üzerine Ali onlara sordu,
“Siz felsefe bilmiyor musunuz?”. Tayfalar kaptan’a baktılar. Kaptan, “Hayır,
bilmiyoruz” diye cevap verdi. Ali büyük bir kibirle, “Ahh, çok yazık” dedi, “Bu durumda
sizin hayatınızın yarısı gitti.”
Kaptan buna bozulmakla birlikte bir şey demeden dümenin başına geri döndü. Bir
müddet sonra hava karardı ve fırtına yaklaşmaya başladı. Dalgalar gemiyi bir ceviz
kabuğu sallıyorlardı ve rüzgâr da deli gibi esiyordu.
Tekne su almaya başladı. Ali’nin yüzü bembeyaz olmuştu. Kaptan onun bu
endişeli halini görünce ona sordu, “Ne oldu niye korkuyorsun? Yoksa yüzme bilmiyor
musun?” Ali korkudan konuşamıyordu. Hayır anlamına gelecek şekilde başını iki yana
salladı. Kaptan fırsatını yakalamıştı, “Bu durumda“ dedi, “Senin hayatının da tümü gitti.”
O gece tekne fırtınada zar zor batmaktan kurtuldu. Ama Ali hayatının dersini
almıştı.
Karaya çıktıktan bir müddet sonra Ali, Kaptan’a bir hediye gönderdi. Dalgalarla
boğuşan bir gemi resmiydi bu. Altında da şöyle yazıyordu.
“Yalnızca boş şeyler suyun üzerinde kalırlar”
92-
SEN GÖSTER BEN DE GÖSTEREYİM
Mevlana’ya gelen bir grup felsefeci soru sormak istediklerini söyleyince Mevlana
onları Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Şems-i Tebrizi’nin yanına gittiklerinde Şems-i Tebrizi
medresede öğrencilerine kerpiçle ilgili bir şeyler anlatıyordu. Gelen felsefeciler bir soruları
olduğunu söylediler. Şems-i Tebrizi, sorun bakalım” diye cevap verdi.
Gelen grup, “Tanrı var diyorsunuz, ama görünmüyor, bize göster inanalım” diye
sordu. O sırada Şems-i Tebrizi elinde tuttuğu kerpiç parçasını soruyu soranın başına
vurdu.
Adam “Aaah, niye vuruyorsun be adam?” diye bağırmaya başladı. “Başım çok
acıdı” Bunun üzerine Şems-i Tebrizi şöyle cevap verdi, “Sen benden sana Tanrı’yı
göstermemi istemedin mi? Sen bana şu başının acısını göster, ben de sana Tanrı’yı
göstereyim”
93-
İBNİ SİNA – ALLAH NEREDE
İbn-i Sina çok ünlü bir hekim idi. Bir gün bir bilge ile karşılaştı ve çoktan beri ona
sormak istediği soruyu sordu, “Saygıdeğer Bilge, bana söyler misiniz acaba Tanrı bu
kâinatın neresindedir?
Bilge hazırcevaptı, şöyle dedi, “Sevgili İbn-i Sina, siz çok değerli bir hekimsiniz ve
çok şey biliyorsunuz. Siz bana canın vücudun içinde nerede olduğunu söyleyin, ben de
size Tanrı’nın kainatın neresinde olduğunu söyleyeyim.”
94-
Yİ KÖPEK KÖTÜ KÖPEK
Kızılderili bilge şef çocuklara ders veriyordu. “Çocuklar” dedi, “Her insanın içinde
iki tane köpek vardır. Birisi beyaz köpek, iyiliği temsil eder. Diğeri de siyah köpek, bu da
kötülüğü temsil eder. Bu iki köpek her gün akşama kadar durmadan birbirleri ile kavga
eder dururlar”
Öğrencilerden biri atılarak şöyle sordu, “Peki efendim sonunda kim kazanır?”
Bilge şef sakince cevap verdi, “Hangisi mi kazanır, sen hangisini beslersen o
kazanır!”
95-
BİLGE VE KÖPEK
Bilge bir gölün kenarında oturuyordu. O sırada çok susamış olan bir köpek su içmek
durgun suyun yanına kadar geldi. Fakat tam su içmek için suya eğildiği sırada suda kendi
aksini gördü ve korkarak geri çekildi. Biraz sonra tekrar suya yaklaştı ama her seferinde
kendi kendisinin yansımasından korkup kaçıyordu. Bu birçok sefer tekrarlandıktan sonra
köpek artık susuzluğa dayanamadı ve koşarak gelip kendisini suyun içine attı. Artık
korkmuyordu ve doya doya su içebilirdi.
Bilge şöyle düşündü, “İnsanın istediği şeye ulaşmasını engelleyen şeyler de aynı
böyle boş korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü ve var olduğunu zannettiği engellerdir.
İnsan bunu aşarsa her şeyi yapabilir. Benim asıl öğrendiğim şey de ne kadar çok şey bilir
Benim asıl öğrendiğim şey de ne kadar çok şey bilirse bilsin insanın bir köpekten bile bir
şey öğrenebileceğidir. Herkes kendisinde olanı paylaşmalılıdır.”
96-
KELEBEK ETKİSİ
Adam kendisini çok üzgün hissediyordu. Biraz sonra yoldan geçen genç bir çocuk
gülümseyerek kendisine selam verdi. Adam buna çok sevinmişti. O sırada kendisine borç
para veren arkadaşını hatırlayarak ona cep telefonu ile bir teşekkür mesajı gönderdi.
Mesajı alan arkadaşı çok mutlu olmuştu. O sırada bir lokantada yemek yiyordu. O
mutlulukla oradaki garsona bol bahşiş verdi.
Yüksek miktardaki bahşişi alan garson çok şaşırmış ve çok sevinmişti. O akşam eve
dönerken yolda gördüğü fakir adama o paranın bir kısmını verdi.
Fakir adam çok sevindi çünkü iki gündür ağzına bir lokma bir şey girmemişti. Yemeği
bitirdikten sonra kaldığı iki katlı izbe eve doğru giderken yolda soğuktan titreyen bir köpek
yavrusuna rastladı. Onu alıp eve götürdü. Yavrucak sıcakta ısınınca çok mutlu olmuştu.
O gece tahta evde bir yangın çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı ve herkesi
ayağa kaldırdı. Adam hemen komşuları uyandırdı ve hepsi beraber dışarıya çıkarak
kurtuldular. Kurtulan çocuklardan biri çok akıllı bir çocuktu. Büyüdü ve ülkenin başbakanı
oldu.
Bütün bunların olmasını sağlayan şey sıcacık bir ‘GÜLÜMSEME’ idi.
97-
ZEHİR
Çin’de uzun yıllar önce Lili adında bir kız evlenmiş ve kocası ve kayınvalidesi ile
beraber aynı evde yaşamaya başlamıştı. Bir süre sonra Lili kayınvalidesi ile geçinmenin
çok zor olduğunu anladı. Çok sık kavga edip tartışıyorlardı. Birkaç ay sonra evde hayat
çekilmez hale gelmişti.
Lili artık birşeyler yapmak gerektiğini düşünerek babasının eski bir arkadaşı olan
baharatçıya gitti. Ondan kendisine kayınvalidesinden kurtulmak için etkili bir şey
vermesini istedi. Adam bilge bir kişiydi, şöyle dedi, “Sana şimdi kuvvetli bir zehir verirsem
herkes senden şüphelenir. Kayınvaliden zaten yaşlı bir kişi! Ben sana öyle bir bitki
karışımı vereceğim ki bunu her gün onun yemeğine azar azar atacaksın. Dikkat et
yemeğin tadını fazla değiştirmesin. Bu süre zarfında da çok dikkatli olmalı ve ona iyi
davranmalısın ki hiç kimse senden şüphelenmesi tamam mı?”
Sevinç içinde eve dönen Lili hemen yaşlı adamın dediklerini uygulamaya koyulur. Her
gün en güzel yemekleri yapıyor ve kayınvalidesinin tabağına az miktarda zehir
damlatıyordu. Bir yandan da ona iyi davranıyor ve her istediğini yerine getiriyordu. Bir
süre sonra kayınvalide çok değişmişti. O eski aksi kadın gitmiş yerine iyi kalpli yumuşacık
bir kadın gelmişti. Kadın kendisine kendi kızı gibi davranmaya başlamıştı. Genç kız bir
süre sonra büyük bir vicdan azabı çekmeye başladı. Yaptıklarından pişman olmuş
vaziyette baharatçının yolunu tuttu. Yaşlı adama yalvardı, “Ne olursunuz kayınvalidemi
ölümden kurtaracak bir şeyler verin, ben onu çok seviyorum.”
Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında yalvaran Lili’ye bakınca kendini tutamadı,
gülmeye başladı. “Sevgili Lili” dedi. “Sana verdiğim baharat karışımı yalnızca vitamin idi.
Sen kayınvalideni güçlendirdin o kadar. Gerçek zehir senin zihninin içinde olanlardı. Sen
ona iyi davrandıkça o zehir dağıldı ve yok oldu. Yerini sevgiye bıraktı. Böylece siz gerçek
bir ana kız oldunuz. Eski bir Çin atasözü şöyle der, ‘Gül veren elde gül kokusu kalır”
98-
AĞAÇLAR BEMBEYAZDI
Adam tren kompartınına girdiğinde genç bir adamın yanına oturdu. Genç adam biraz
sonra kendisine hapishaneden henüz çıkmış olan bir mahkûm olduğunu söyledi. Ailesi
kendisinin hapse düşmesinden o kadar utanmışlar ki mahkûmiyeti sırasında kendisini bir
kere bile ziyaret etmemişlerdi. Ayrıca bir tane bile mektupları gelmemişti. Genç adam
anne ve babasının fakir oldukları için ziyarete gelemediklerini ve okuma yazma
bilmedikleri için de mektup göndermediklerini düşünerek avunmaya ve kendisini affetmiş
olduklarını düşünmeye çalışıyordu.
Artık serbest bırakılma günü yaklaştığında ailesine bir mektup yazmış ve eğer
kendisini affettilerse tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinin önünden geçerken bir işaret
koymalarını söylemişti. Ailesi kendisini affetmiş ise raylara yakın bir elma ağacına beyaz
bir kurdele bağlayacaklardı. Eğer kendisinin eve dönmesini istemiyorlarsa da hiçbir şey
yapmayacaklar ve o da bunu anlayarak trenden inmeyecek ve eve geri dönmeyecekti.
Tren kasabaya doğru yaklaşırken genç adamın heyecanı artmaya başladı.
Pencereden dışarıya bakmaya cesaret edemiyordu. Yolculuğun başından beri kendisine
bu olayları anlattığı adamdan rica ederek pencereden kendisinin yerine bakmasını istedi.
Birkaç dakika sonra adam elleri ile gözlerini kapatmış olan genç adamın omzuna elini
koydu ve şöyle dedi, “Pencereden dışarı bakar mısın? Bütün ağaçlar bembeyaz.”
Gerçekten de çiftliğin bahçesindeki tüm ağaçlar tamamen bembeyaz kurdelelerle
bezenmişlerdi.
O anda genç adamın bütün ömrünü zehirleyen tüm acılar adeta birdenbire
dağılmışlar ve kaybolmuşlardı.
“Affetmezseniz sevemezsiniz!”
99-
D
Büyük Rus yazarı Turgenyev bir akşamüzeri evine doğru yola çıkmıştı. Yolda bir
dilenci karşısına çıkarak kendisinden para istedi. Bütün ceplerini karşılayan Turgenyev
hiç para bulamadı. Bunun üzerine dilencinin kendisine doğru uzattığı iki elinin arasına
alarak sıktı ve “Kusura bakma kardeşim ama sana verecek hiçbir şeyim yok”
Dilenci, “Verdiniz ya efendim” dedi. “Bana kardeşim dediniz ve elimi sıktınız”
100-
TAPINAK - SU DOLU BARDAK Hikayesi bul yaz
101-
BİR LİRA VER
Bir delikanlı bilgeye giderek onun öğrencisi olmak istediğini söyledi. Bilge, “Benim
öğrencim olmak zordur” dedi. “Korkarım sen bunu başaramazsın”
Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge
de bunun üzerine ilk görevini verdi. “Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışırsa ona bir
lira vereceksin”
Genç denileni yaptı ve tam bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara
para verdi. Bir yılın sonunda genç, bilgeye geldi ve bundan sonraki görevine hazır
olduğunu söyledi.
Bilge, “Önce şehre git ve bana biraz yiyecek al!” dedi. Sonra genç yanından ayrılır
ayrılmaz da hemen dilenci kılığına büründü ve kısa yoldan giderek gencin şehre gideceği
yolun üzerinde oturarak onu beklemeye ve dilenmeye başladı. Tam genç yanından
geçerken ondan para istedi, vermeyince de ona hakaretler etmeye başladı. Herkesin
duyacağı şekilde ona bağırıyor ve ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Gençte en ufak
bir öfke işareti yoktu.
“Ne kadar harika” diye cevap verdi. “Tam bir yıl boyunca bana hakaret eden insanlara
para ödemek zorunda idim, şimdi tek kuruş bile vermek zorunda değilim.”
Bunun üzerine bilge üzerindeki dilenci kıyafetlerini çıkardı ve öğrencisine şöyle dedi,
“Bu sana birinci dersim idi. Başkalarının ne dediklerine aldırış etmeyen kişi bilgelik
yolunda ilk adımı atmış demektir. Sen de bundan sonra sana söylenen kötü sözlere
bakmadan doğru bildiğin yolda yürüyeceksin.”
102-
KİMSEYE SÖYLEME
Adam atı ile seyahat ederken ağacın altında bitkin bir vaziyette yatmakta olan bir
adam gördü. Atlı atından inip ona yardım etmek istedi. Kendisine su götürdü ve nasıl
olduğunu sordu. Adam günlerden beri yemek yemediğini, çok bitkin olduğunu ve şehre
gitmek istediğini söyledi. Bunun üzerine atlı adam diğerine yardım ederek onu kendi
atının üzerine bindirdi. Kendisi de atın yanında yürüyecek ve adamı beraber şehre
götürecekti. Fakat yerde yatan adam atın üzerine atlar atlamaz dizginleri eline alarak atı
mahmuzladı ve kaçmaya başladı. Meğerse yaptığı bir numara imiş ve gerçek niyeti atı
çalmakmış. Bunun üzerine geride kalan atlı ona arkasından seslendi, “Bir dakika durur
musun, sana bir şey söylemek istiyorum.”
Kandıran adam ne söyleyeceğini merak ederek uzakta bir mesafede durdu ve “Ne
var?” diye sordu.
Atlı adam şöyle dedi, “Benim atımı çaldın, alıp götürebilirsin. Ama sana yalvarıyorum
lütfen bu atı benden nasıl çaldığını hiç kimseye anlatma, yoksa hiç kimse bir daha yolda
gördüğü muhtaç ve zor durumda olan insana yardım etmez.”
Gerçek hedefimiz bu şekilde kötülüğün yayılmasını önlemek olmalıdır.
103-
TUZ VE SU
Bilge öğrencisinin sürekli olarak şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün öğrenciyi tuz
almaya gönderdi. Hiçbir şeyden mutlu olmayan öğrenci tuzu alıp geldi. Bilge ona, “Şimdi
bir avuç tuz al ve bir testi suyun içine atıp karıştır” dedi.
Öğrenci denileni yaptı. Bilge sonra o testiden bir bardak su alıp içmesini istedi
Öğrenci sudan bir yudum içer içmez yüzünü buruşturdu. “Tadı nasıl?” diye bilge sorunca,
“Berbat, çok tuzlu, içemiyorum” diye cevap verdi.
Bunun üzerine bilge öğrencisi ile beraber dışarıya çıkıp gölün kenarına gittiler. Orada
bilge öğrencisine yine bir avuç tuzu göle atmasını söyledi. Öğrenci denileni yaptı. Bilge
şimdi de gölden bir bardak su içmesini söyledi. Öğrenci suyu afiyetle içti. Bilge, “Tadı
nasıl diye sordu?” Öğrenci, “Çok güzel diye cevap verdi.
Bilge öğrencinin yanına yere oturarak ona şöyle bir öğüt verdi, “Hayatımızdaki
ıstıraplar işte aynı bu tuz gibidir. Ancak ıstırabın acılığı içine konulan kaba bağlıdır. Acı
çektiğin zaman yapman gereken sana ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmek ve
büyütmektir. Sen bardak olmaya çalışma, göl olmaya, derya olmaya çalış!”
104-
BALTA
Köyde bir adam kışlık odunları baltası ile doğrayarak odunluğa yerleştiriyordu. Kestiği
bir miktar odunu odunluğa götürüp tekrar dışarı çıktığında baltasını koyduğu yerde
bulamadı. Etrafa bakındı ama balta ortada yoktu. Tam o sırada başka bir köylünün
oradan geçmekte olduğunu gördü ve şüphelendi. “Baltayı kesin bu adam aldı” diye
düşündü. Sonra kış geldi ve herkes köydeki kahvede oturmaya başladı.
Köylü baltayı aldığını şüphelendiği adam ile hiç konuşmuyor, içinden ona diş biliyor
ve onun yüzüne bile bakmıyordu. Bütün kış böyle geçti. Bahara doğru köylü odunluğa
odun almaya gittiğinde baltasını dizilmiş odunların arkasında buldu. Meğerse sonbaharda
odunları keserken balta arkaya doğru düşüp dizilmiş olan odunların arkasına
yuvarlanmıştı. Bu sefer köylü o adamdan şüphelendiği için kendisine çok kızdı.
Şüphelendiği adama gitti ve “Canım kardeşim” diyerek kendisine sarıldı.
105-
KAVANOZDAKİ TAŞLAR
Profesör elinde büyükçe bir çanta ile
üniversitede sınıftan içeriye girdi ve masasına
doğru gitti. Tek bir kelime bile söylemeden
yanında getirdiği çantanın içinden camdan
yapılmış kocaman bir kavanoz çıkartarak
masanın üzerine koydu. Sonra çantanın içinden
tenis topu büyüklüğünde taşlar çıkartarak
dikkatli bir biçimde teker teker kavanozun içine
yerleştirdi. Kavanoz ağzına kadar taşla dolmuştu.
Profesör bakışlarını sınıftaki öğrencilere doğru kaldırarak sınıfa, “Kavanoz
doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Evet doldu” diye cevapladılar.
Bunun üzerine profesör masanın altına doğru eğildi ve bu sefer çantadan
küçük çakıl taşları çıkardı. Çakıl taşlarını kavanozun ağzından içeriye boşalttı ve
kavanozu dikkatlice sallayarak küçük taşların büyük taşların aralarına iyice
yerleşmelerini sağladı. Sonra yine bir miktar daha çakıl taşı dökerek kavanozu
ağzına kadar doldurdu.
Sonra profesör tekrar bakışlarını sınıfa doğru çevirerek sordu. “Kavanoz
doldu mu?” Sınıftaki öğrenciler bu sefer biraz tereddütle, “Evet bu sefer doldu
galiba” dediler.
Profesör bu sefer masanın altındaki çantadan bir torba dolusu kum çıkardı ve
kavanozun ağzından içeriye boşalttı. Yine bir miktar sallayarak kumu kavanozun
içine ağzına kadar doldurdu ve yine sınıfa dönerek sordu, “Bu sefer doldu mu?”
Öğrenciler dersi almışlardı, “Muhtemelen henüz dolmadı” diye cevapladılar.
Profesör, “Doğru” dedi ve bu sefer masanın altından içi su dolu bir sürahi çıkardı.
Sürahinin içindeki suyu yine kavanozun içine boşalttıktan sonra öğrencilerine sordu,
“Bu deneyden ne gibi bir hakikat öğrendiniz, bu deneyin ardında yatan büyük
gerçek nedir?”
Tahtada kocaman bir şekilde dersin adı yazıyordu. “ZAMAN YÖNETİMİ”
Öğrencilerden birisi söz isteyerek ayağa kalktı ve şöyle dedi, “Hayatta başarılı
olabilmek amacı ile uğraştığımız alanın dışında başka alanlarda da çalışmalar
yapmalıyız”
Bir başka öğrenci daha ayağa kalktı ve “Günlük yaşamda işlerimizi yapmak
için yeterli zaman bulamıyoruz. Zamanımız ne kadar dolu gözükürse gözüksün eğer
daha çok çalışır ve daha çok gayret edersek başka şeylere de ayırabileceğimiz
zaman mutlaka vardır” diye düşüncesini söyledi.
Profesör her ikisine de “Hayır” dedi. “Bu deneyin ardında yatan büyük gerçek
şudur: “ÖNCE BÜYÜK TAŞLARI YERLEŞTİRMELİSİNİZ.” Sonra devam
etti, “Önce küçük taşları koyarsanız, büyük taşları kavanozun içine
sığdıramazsınız.” Sınıftaki öğrenciler susmuşlar hocalarını dinliyorlardı.
“Yaşamınızdaki büyük taşlar hangileridir? Aileniz, eğitiminiz, işiniz, arkadaşlarınız,
hedefleriniz? Belki o, belki bu, belki de bunlardan birkaç tanesi. Şurası bir gerçektir
ki çoğu insanlar en ön plana kendilerini, sonra toplumu ve en sona da Tanrı'yı
koymaktadırlar. Halbuki doğrusu bunun tam tersidir. Şunu iyi hatırlamalısınız ki
yaşamda sizin için daha önemli olanları ön plana koymazsanız yaşamınızın gayesini
yerine getiremezsiniz. Bu yüzden sizin için önemli olanları dürüstçe ortaya koymalı
ve yaşam kavanozunuzun içine önce bunları yerleştirmelisiniz.”
Eğer yaşamınızdaki öncelikler arasına insanlara hizmeti en baştan
koymazsanız, ne kadar gayret ederseniz edin hizmet için vakit bulamayacaksınız.
106-
TEK KOLLU ŞAMPİYON
Japon çocuğun hayali günün birinde çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi ona
izin vermiyordu. Bir gün çocuk çok talihsiz bir kaza sonucu sol kolunu kaybetti.
Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca
ilke dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üzerinden savurmayı öğretti. İkinci,
üçüncü ve dördünce derslerde de hep aynı hareketi çalışıyorlardı.
Çocuk bir gün hocasına, “Hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek”
dedi. Hocası ise bu hareketi dünyada en hızlı yapabilen kişi oluncaya kadar devam
edeceklerini söyledi. Çocuk çalışmaya devam etti, o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile bir
çırpıda yere seriyordu. Bir gün hocası elinde bir kağıtla geldi. Kağıtta çocuğun gençler
karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.
Çocuk çok şaşırdı, hocasına sordu, “Hocam ben yalnızca tek bir hareket biliyorum,
kesin kaybederim” Hocası ise, “Sen yalnızca hareketini yap” dedi.
Ertesi gün çocuk salonda ringe ilk kez çıktı ve rakibini o bildiği tek hareketle yere
serdi ve yendi. Bildiği o tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki
katı bir rakibi vardı. Önce çok korktu ama yine bildiği o tek hareketi yaparak onu da yendi
ve şampiyon oldu. Sevinçle hocasının yanına koştu ve şöyle sordu, “Hocam nasıl olur
anlamıyorum. Sadece tek bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum!”
Hocası çocuğa baktı ve şöyle cevap verdi, “Sevgili oğlum, senin yaptığın bu tek
hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir ve tek bir savunması vardır, o da rakibin
sol kolunu tutmaktır!”
107-
İN ARABADAN
Amerikada işiz bir genç iş istemek için ünlü iş adamı Ford’un bürosuna gitti. Sekreteri
görüşme için 3 ay sonraya gün verdi. Aradan 3 ay geçtikten sonra genç sekreterin yanına
geldi. Sekreter şöyle dedi, “Sayın Ford şimdi dışarıya çıkmak üzere, siz de onu takip edin
lütfen!”
Ford bir arabaya bindi. Genç de yanına oturdu. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Araba
durduğunda beraberce arabadan inerek bir mağazaya girdiler. Mağazadakiler Ford’u
büyük bir saygıyla karşıladılar. Birlikte mağazayı gezdiler. Sonra aynı şekilde 2., 3., 4. ve
5.ci mağazalar gezildi. Dönüş yolunda tekrar otomobile bindiklerinde genç daha fazla
dayanamayarak sordu, “Sayın Ford, acaba benimle iş görüşmesi yapacak mısınız?”
Ford, “Yaaa, öyle mi? Peki o halde!” diyerek arabayı durdurdu ve gencin arabadan
inmesini söyledi. Sonra da basıp gitti. İndiği yer şehirden uzak tenha bir yerdi ve gencin
cebinde hiç para yoktu. Sinirlenerek yürümeye başladı. Kan ter içine evine vardığında
şöyle düşünüyordu. “Bana bir ders vermek istedi, ama acaba bu nasıl bir ders?”
Günlerce yorum yaptı ve gizli mesajın ne olduğunu anlamaya, bulmaya ve çözmeye
çalıştı. Sonunda anladı.
Ford ile birlikte gittikleri ilk mağazaya gitti. İlgililer ona büyük bir saygı gösterdiler.
Sanki karşılarında Ford varmış gibi onunla ilgilendiler. Genç biraz çekinerek de olsa bu
mağazanın yetkililerine, “Ben sizin ürünlerinizi pazarlamak istiyorum” dedi.
Cevap enterasandı, “Buyurun istediğiniz kadar alın, parasını sonra istediğiniz ve
rahat olduğunuz zaman ödersiniz.”
Bir insan için bundan büyük yardım mı olur? Bu genç giriştiği pazarlama işinde çok
başarılı oldu. 5 yıl içinde Amerika’nın en büyük iş adamlarından biri oldu. Ford’u ziyaret
ederek ona teşekkür etmek istedi. Sekreterine giderek Ford ile konuşmak istediğini
söylediğinde aldığı cevap yine çok enteresandır. “Buyurun efendim, Ford sizi bekliyor.”
İçeri girdiğinde de Ford ona şöyle der, “Sizi tebrik ediyorum. Aynı yerde arabadan
indirdiğim ne ilk, ne de sonuncu kişisiniz. İçlerinden bir tek siz anladınız ne demek
istediğimi. O günden beri hayranlıkla takip ediyorum sizi!”
108-
ACELE KARAR VERMEYİN
(Lao Tzu hikayesi)
Köyün birinde bir adam tek bir atı ile toprağı sürerek ailesini kıt kanaat geçindiriyordu.
Bir sabah kalktığında bir baktı ki atı
kaçmış. Komşuları kendisini teselliye geldiler.
“Geçmiş olsun, atın kaçmış. Şimdi ne
yapacaksın? Bir tane atın vardı, onunla
geçiniyordun? Bu senin için çok kötü oldu”
Köylü sakince cevap verdi, “Neyin hayırlı
olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını
bilemeyiz.” Ertesi günü kaçan atı geri geldi.
Yanında beraberinde getirdiği bir de vahşi at vardı. Komşu köylüler bunu görünce bu
sefer adama tebriğe geldiler, ”Atın geri gelmiş gözün aydın. Hem de bir tane daha atın
olmuş. Artık iki atla çok daha rahat edersin. Senin için çok iyi oldu bu.” Köylü yine
sakince, “Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını bilemeyiz” dedi.
İki gün sonra köylünün oğlu gelen vahşi atı ehlileştirmek isterken attan düşerek
bacağını kırdı. Komşular yine teselliye geldiler, “Geçmiş olsun. Oğlunun bacağı kırılmış.
Oğlun senin en büyük yardımcındı. Şimdi o olmadan bütün işler sana kaldı. Senin için
kötü oldu.” Köylü aynı cevabı verdi, “Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını
bilemeyiz.”
Aradan bir hafta geçtikten sonra bu sefer
köye kralın askerleri geldiler. Savaş çıktığı için
gençleri toplayarak askere götürüyorlardı.
Köylünün oğlu bacağı kırık olduğu için
götürülmedi. Komşular yine adama gelerek,
“Gözün aydın, oğlun bacağı kırık olduğu için
savaşa gitmedi ve yanında kaldı. Oysa diğer
çocuklar belki hiç geri dönmeyecekler.”
Köylü sakin bir şekilde aynı cevabı verdi,
“Sizler karar vermek için hep acele ediyorsunuz. Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı
olmadığını biz bilemeyiz. Benim oğlum yanımda, diğerleri askerde. Ama bunun
hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu
yalnızca Allah bilir.”
Günlük yaşamımızda meydana gelen
olaylara aşırı tepki vermenin hiçbir faydası
yoktur. Çoğu zaman bizim için olumlu
gözükmeyen bir şeyin sonradan kılık
değiştirmiş bir hediye olduğu anlaşılır. Eğer
kalbimizde tam bir inanç varsa başımıza gelen
her olay ondan ders çıkartabileceğimiz bir
hediye olduğunu düşünürüz. Büyük bir bilge bu
konuda şunları söylemiştir, “Zevk ve acı ip
üzerinde yürüyen bir cambazın elindeki sırığın
uç kısımlarında bulunan kovalara benzerler.
Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Gelecekte
herhangi bir kimsenin başına ne gelebileceğini hiç kimse söyleyemez.”
En değerli mücevher en yüksek ateşte şekillendirilerek içindeki gayrisafiyetlerden
kurtulmuş olan mücevherdir.
109-
ANTİK İSKEMLELER
Genç bir antikacı Anadolu’nun ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları
köylülerden ve malın değerini bilmeyenlerden yok pahasına satın alarak İstanbul’da
satıyordu. Bir seferinde arabası karlı yolda kaldı ve antikacı arabasını terk ederek
yürümek zorunda kaldı. Yoğun tipi altında artık donmak üzereyken bir ihtiyar tarafından
bulundu. Yaşlı adam onu kendi kulübesine götürdü. Yolda “Günlerden beri hasta
yatıyordum, bugün odun kesmek için ilk defa dışarıya çıkmıştım. Meğer seni bulmak için
iyileşmişim” dedi. Diz boyuna varan karda kulübeye girdiler. İçeriye girdiklerinde
antikacının gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın ortasındaki kuzine sobanın etrafında üç dört
tane sandalye vardı. Bunlar gördüğü en güzel antikalardı. Yaşlı adam misafirini yatırmak
için acele ediyordu. Ona birkaç lokma yiyecek bir şeyler verdikten sonra yatağını
hazırladı ve şöyle dedi, “Bugün sobayı yakamadım evladım, ama bu yorganlar seni
ısıtacaktır”
Yaşlı adam içeri odaya geçerken antikacı tiftik battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak
bir türlü uyku tutmuyordu. Ertesi gün ne yapıp edip o sandalyeleri ondan bir şekilde
almalı idi. Kendisinin hayatını kurtarmasına karşılık ona bir iki koltuk almayı teklif edebilir
ve bu sandalyeler de zaten eskidiği için kendisi almayı teklif edebilirdi. En kötü ihtimalle
sandalyeleri vermek istemezse adam görmeden gizlice minibüsünün arkasına atabilirdi.
Yaşlı adamın yürümeye bile takati yoktu, sanki ne yapabilirdi?
Bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden yaşlı adamın sabah namazına
kalktığını ve odun parçaladığını duydu. Gözlerini açtığında kuzineden yemek kokuları
geliyordu. Oda sıcacık ısınmıştı. Tam doğrulup çevresine bakındığında iskemleleri
hatırladı ama o da ne? Etrafta hiç sandalye yoktu. Adam herhalde kendisinin
sandalyelere bakışını görmüş ve onları saklamış olmalıydı.
Umursamamaya çalışarak “Teşekkür ederim, iliklerim ısındı. Çorbanız da çok güzel
koktu doğrusu. Ama akşam ki sandalyeleri göremiyorum” dedi.
Yaşlı adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarak
şöyle dedi, “İskemle dediğin dünya malı be oğlum. Biz misafirimizi hiç üşütür müyüz?”
110-
HEDİYE KİME KALIR?
Yaşlı ve bilge bir samuray çok ünlü bir savaşçı idi. Genç ve kibirli bir savaşçı
kendisini yenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Bu genç savaşçı rakibini kışkırtma tekniği ile
tanınıyordu. Kışkırttığı ve kızdırdığı rakibine ilk hareketi yaptırarak onun hata yapmasını
sağlar ve fırsattan yararlanarak onu yere sererdi.
Samurayın adını duyarak gelmiş ve onu yenerek şöhretini artırmayı amaçlıyordu.
Kasaba meydanında yaşlı ve bilge samurayın oturduğu yere geldi. Yaşlı savaşçıya
hakaretler etmeye başladı. Onun atalarına dil uzatıyor, kendisi ve ailesi ile alay ederek
söylenmeyecek iftiralarda ve küfürlere bulunuyordu. Yaşlı bilge kıpırdamadan duruyor, en
ufak bir tepki bile vermiyordu. Genç samuray artık konuşmaktan ve hakaret etmekten
yorulmuştu. Ağzından köpükler çıkar vaziyette artık söyleyecek bir kelimesi kalmayana
kadar konuştu. Söylenebilecek her şeyi defalarla yaşlı adama söylemiş daha söylenecek
bir tek kelime bile kalmamıştı. Yorularak sustu.
Bunun üzerine yaşlı samuray genç savaşçıya şöyle sordu, “Sevgili oğlum, bir insan
bir diğerine bir hediye vermek istese ve o da hediyeyi kabul etmese o hediye kime kalır?”
Genç savaşçı sorunun sebebini anlamamıştı ama yine de cevap verdi, “Tabii ki
hediyeyi getiren kişiye kalır.”
“Peki, o zaman, senin deminden beri bana vermeye çalıştığın hediyeyi kabul
etmediğimi fark edemedin mi? Ben senin getirdiğin hediyeyi istemiyorum, çok teşekkür
ederim.”
111-
İNSAN NASIL BİR ŞEYDİR?
Bilgeye öğrencileri gelerek “Nasıl insan olabiliriz?” diye sordular. Bilge sakince cevap
verdi. “Üç adım atmak gerekir. Eğer sana birisi kötülük yaparsa ve sen de onun hakkında
kötü bir şey düşünmezsen birinci adımı attın demektir. İkinci adım sana kötülük yapana
senin iyilik yaparak cevap vermendir. Bunu da yapabilirsen o zaman geriye bir adım
kalmış olur ki o da en zorudur. Sana yapılan herhangi bir hareketin kötü olmadığını
hissetmeye başladığında insan olmuşsun demektir sevgili oğlum!”
112-
ÇATLAK KOVA
Adam evine yakındaki kuyudan su taşıyordu. Her gün birkaç kez omuzuna iki kova
alıyor ve onları kuyudan doldurduktan sonra ev götürüyordu. Ancak kovalardan biri
çatlaktı ve su kaçırıyordu. Eve gelindiğinde çatlak kovanın içindeki su yarıya inmiş
oluyordu.
Aradan uzun süre geçtikten sonra bir gün çatlak kova adama seslendi, “Kusura
bakma, ben kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.”
“Neden özür diliyorsun?” diye adam sordu. “Neden olur mu? Aylardan beri her gün
kaç kez eve su taşıyorsun. Diğer kova görevini tam olarak yaptığı halde ben benim içime
koyduğun suyun ancak yarısını eve götürebiliyorum. Boşu boşuna fazlada uğraşmış
oluyorsun.”
“Peki” dedi adam, “Ben senden eve dönerken yolun sağına yani seni taşıdığım tarafa
doğru bakmanı istiyorum. Ben aylar önce yolun sağ tarafına çiçek tohumları ektim. Her
gün eve su taşırken onları sen suladın. Sen olmasaydın eğer bu yolun sağında gördüğün
çiçekler de olmayacaktı.”
“Aslında hepimiz çatlak kovalarız. Hiç kimse kusursuz değildir. Hepimiz
kusurlarımızın içinde bir güç taşırız. Maharet kusurunu bilmek ve onun içinde o gücü
arayıp bulmaktadır.”
THE FLAWED POT
A water bearer in India had two large pots,
each hung on the end of a pole which he
carried across his neck. One of the pots
had a crack in it, and while the other pot
was perfect and always delivered a full
portion of water at the end of the long walk
from the stream to the master's house, the
cracked pot arrived only half full.
For a full two years this went on every day,
with the bearer delivering only one and a
half pots full of water to his master's house.
Of course, the perfect pot was proud of its
accomplishments, perfect for the end for which it was made.
But the poor flawed pot was ashamed of its own imperfection, and miserable that it was
able to accomplish only half of what it had been made to do.
After two years of what it perceived to be a
bitter failure, it spoke to the water bearer
one day by the stream.
"I am ashamed of myself, and I want to
apologize to you."
"Why?" asked the bearer.
"What are you ashamed of?"
"I have been able, for these past two years, to deliver only half my load because this
crack in my side causes water to leak out all the way back to your master's house.
Because of my flaws, you have to do all of this work, and you don't get full value from
your efforts," the pot said.
The water bearer felt sorry for the old
flawed pot, and in his compassion he said,
"As we return to the master's house, I want
you to notice the beautiful flowers along the
path."
Indeed, as they went up the hill, the old
flawed pot took notice of the sun warming
the beautiful wild flowers on the side of the
path, and this cheered it some. But at the
end of the trail, it still felt bad because it had
leaked out half its load, and so again it
apologized to the bearer for its failure.
The bearer said to the pot, "Did you notice that there were flowers only on your side of
the path, but not on the other pot's side? That's because I have always known about your
flaw, and I took advantage of it. I planted flower seeds on your side of the path, and every
day while we walked back from the stream, you've watered them. For two years I have
been able to pick these beautiful flowers to decorate my master's table. Without you
being just the way you are, he would not have this beauty to grace his house."
MORAL: Each of us has our own unique flaws. We're all flawed pots in our own way. But
if we will allow it, our flaws can be used to grace the human family's table. In God's great
economy, nothing goes to waste. Yes... we are all flawed pots in our own special way
and we do not always realize the joy we bring to others. We have an obligation to share
whatever our goodness can bestow on others, so that the world can become a better
place.
- Source Unknown
113-
HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR
Afrika’da bir kral baş veziri ve askerleri ile birlikte ormanda avlanıyordu. Yayı
gererek oku fırlatacakken eli araya sıkıştı ve eli çok kötü yaralandı. Kral acılar içinde
kıvranmaya başladı. Vezir gayet sakin bir şekilde, “Merak etmeyin sayın kralım” dedi,
“Bunda da bir hayır vardır.
Kral bu söze çok kızmış ve içerlemişti, öfke ile gürledi, “Elimi yaralamanın
neresinde hayır olabilir aptal herif? Çabuk şu adamı gözümün önümden alıp götürün
ve hapse atın!”
Aradan kısa bir süre geçtikten sonra kral bu sefer birkaç adamı ile birlikte yine
ormana ava gitti. Ancak bu sefer av bulabilmek için çok uzaklaştılar ve yamyamların
bulunduğu yere geldiler. Yayyamlar kralı yakalayarak köye kurban etmeye götürdüler.
Odunları topladılar ve ortasına direk bağladılar. Kral korku içinde seyrediyordu. Tam
kralı alıp direğe bağlamaya götürüyorlardı ki kralın elindeki sargı bezini fark ettiler.
Sargı bezini açınca koluna kadar uzanan derin yarayı gördüler.
Onların inançlarına göre kusurlu bir insan Tanrı’lara kurban edilemezdi. Hemen
kralı çözerek serbest bıraktılar.
Kral koşarak saraya geldi ve hemen zindana attırdığı baş vezirinin yanına koştu ve
kendisinden özür diledi. “Sen haklıymışsın. Gerçekten de yaralanmamda bir hayır
varmış. Sadece bu yüzden ölümden kurtuldum. Sana yaptığım yanlış ve kötü bir
davranıştı.” “Hayır” diye karşılık verdi başvezir, “Hiç de değil! Siz bana kötülük
yapmadınız. Bunda da büyük bir hayır varmış”
“Nasıl olur?” diye kral araya girdi, “Benim yüzümden o kadar süre hapiste yatmak
zorunda kaldın.”
Başvezir şöyle yanıtladı, “Evet ama ben zindanda olmasaydım sizinle birlikte ava
gelecektim ve yamyamlar sizi serbest bırakınca beni kurban edeceklerdi. Sizin bu
davranışınız sayesinde ben de ölümden kurtuldum.”
114-
BU DA GEÇER
Adam köy köy dolaşıp eşya pazarlıyordu. Bir gün yolu büyük bir köye düştü.
Köylüler geceyi geçirmesi için köyün en zengin kişisi Şakir Ağa’nın evini tarif ettiler.
Tüccar orada çok iyi karşılandı. Yemeğini yedi, dinlendi. Ertesi gün tekrar yola
çıkmadan önce ağaya veda etmek için uğradı. “Misafirperverliğiniz için çok teşekkür
ederim. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Allah sizden razı olsun! Hem zengin bir
insansınız hem de cömert!” dedi.
Şakir Ağa metanetle cevap verdi, “Amaaan mal mülk nedir ki, bu da geçer!” dedi.
Tüccar köyden ayrılıp yoluna gitti, ama ağanın sözünü aklından çıkaramadı. Bir anlam
veremiyordu.
Aradan bir süre geçtikten sonra tüccarın yolu yine o bölgeye düşünce dostu Şakir
Ağayı hatırlayarak onu ziyaret etmek için köye uğradı. Birkaç sene üst üste yağmur
yağamamış ve kıtlık yüzünden ağa tüm mal varlığını köydeki diğer ağa olan Haddad
ağaya satmak zorunda kalmıştı. O da kendisinin arkadaşı olduğu için Şakir Ağayı
çiftliğinin kâhyası yapmıştı.
Tüccar arkadaşı eski ağaya uğrayarak onu teselli etmek istedi, “Çok üzüldüm
Şakir Ağa. O kadar zenginlikten sonra böyle başkasının yanında çalışmak sana zor
gelmiş olmalı, öyle değil mi?”
“Şakir Ağa hiç etkilenmemişe benziyordu, “Aldırma yahu, boşveeeer, bu da geçer
dedi.”
Tüccar oradan ayrıldı ve bu sefer yedi yıl sonra tekrar o köye geldi. Hemen
arkadaşı Şakir Ağanın yanına gitti. Haddad Ağa birkaç yıl önce vefat etmiş, çocuğu
olmadığı için bütün mal varlığını Şakir Ağa’ya bırakmıştı. Şakir Ağayı tekrar zengin
olduğu için tebrik etmek istedi. “Şakir Ağa gözün aydın, yine zengin olmuşsun. Zaten
sen çok iyi insansın, sana çok yakışıyor.”
Şakir ağa yine aynı cevabı verdi. “İnan bana bunlar hiç önemli şeyler değil, bu da
geçeeeer!”
Bir süre sonra tüccarın yine köye yolu düştüğünde Şakir Ağa’nın vefat etmiş
olduğunu öğrendi. ‘Dostumun ardından bir Fatiha duası okuyayım’ diyerek tepenin
yamacındaki mezarına gitti. Mezar taşında şöyle yazılı idi, “Bu da geçer!”
Tüccar bu sefer iyice şaşırmıştı, “Ölümün neresi geçecek?” diye düşündü. Ertesi
yıl yine köye geldiğinde tekrar dua etmek için mezarlığa gitti. Bir de ne görsün. O kış
büyük bir sel gelmiş tepeyi önüne katıp dümdüz etmiş mezarlıkta bir tane bile mezar
bırakmamıştı. Şakir dostundan geriye kemikleri bile kalmamıştı. Tüccar birden
anlamaya başladı. Dostu kendisine bu dünyada her şeyin, ama her şeyin geçici
olduğunu ve başımıza gelen ne iyi şeylerden, ne de kötü şeylerden etkilenmemiz
gerektiğini anlatmaya çalışmıştı. Bu dünyayı terk ederken geriye yaptığımız iyilikler ve
kötülüklerden başka bir şey kalmıyordu.
115-
DÜNYANIN EN KISA ANAYASASI
Birkaç bilge yan yana gelerek dünyanın en kısa anayasasını yazmak istediler.
İnsanların hareketlerini ve davranışlarında hükmeden öyle bir şey yazacaklardı ki her
şeyi içinde ihtiva etsin ve aynı zamanda da çok kısa olsun. Öyle olmalıydı ki herkes bu
anayasayı kolayca hatırlamalı idi.
Bir süre aralarında tartıştıktan ve birbirlerine danıştıktan sonra bir fikir birliğine
vardılar. Tüm zamanların kutsal metinlerinin damıtılmış özünü bulmuşlardı. Üç
maddede özetlediler:
Anayasa Madde 1: Herkesi Sev, herkese hizmet et.
Anayasa Madde 2: Her zaman seviniz, hiçbir zaman incitmeyiniz!
Anayasa Madde 3: Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına
yapmayınız.
116-
DAMDAKİ ÇOCUK
Bir kadın koşarak Hazreti Ali’ye geldi. “Efendimiz” dedi, “Oğlum dama çıktı, oradan
da su oluğunun üzerine geldi. Aşağıya düştü düşecek. Çağırsam gelmeyecek, elin
oraya kadar yetişmiyor. Bıraksam aşağıya düşeceğinden korkuyorum. Tehlikedesin,
oradan uzaklaş yanıma gel desem, aklı ermez! El ile işaret etsem anlamaz. Şurada
kötülük var desem dinlemez. Ey asil insan, bana yol göster de çocuğumu bu zor
durumdan kurtarayım!”
Hazreti Ali şöyle cevap verdi, “Dama onun olduğu yerin yakınına başka bir çocuk
çıkar da çocuk kendi cinsinden bir çocuğu orada görsün! O zaman senin çocuğun
oluğun üzerinden dam tarafına gelir.”
Kadın koşarak gitti ve Hazreti Ali’nin dediğini yaptı. Çocuk kendi cinsinden birini
başka bir çocuğu görünce ona doğru gitti. Oluğun üzerinden dama doğru geldi ve
kurtuldu.
Her cins kendi cinsinden olanları çeker. Peygamberler, evliyalar, azizler, bilgeler
ve bütün kutsal varlıklar dünyaya insanları kötülüklerden kurtarmak için bu yüzden
insan cinsinde gönderilmişlerdir. Bizlere daima ‘Ben de sizin gibiyim, ben de sizden
biriyim, ben de Allah kuluyum’ demezler mi?
117-
BEN O’NUN İŞİNE KARIŞMAM
Adamın biri yerde yürüyen bir böcek gördü ve ellerini yukarıya kaldırarak şöyle
yakardı, ”Sevgili Allahım, bunun gibi böyle çirkin ve pis böceği neden yarattın ki? Hiçbir
işe yaramıyor?”
Aradan bir süre geçtikten sonra adam hastalandı ve doktora gitti. Doktorun verdiği
ilaçlar işe yaramadı, karnı ağrımaya devam ediyordu. Başka bir doktora gitti, sonra
başka bir tanesine. Hiçbiri derdine çare bulamıyordu. En sonunda bir farmakoloji(ilaç
bilimi) uzmanı adama belli bir böcek bulmasını ve onu ezerek yemesini söyledi. Adam
söylenerek ve iğrenerek de olsa denileni yaptı. Mucizevi bir şekilde iyileşmişti.
Birkaç ay sonra adam gemi ile bir deniz yolculuğuna çıktı. Denizin ortalarına
geldiklerinde büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar güvertenin üzerinden aşarak içeriye giriyor
ve gemi batma tehlikesi gösteriyordu. Herkes oradan oraya koşturuyor ve telaş içinde
haykırıyordu. Bir çok insan bu fırtınadan kurtulabilmek için ellerini açarak Allah’a dua
ediyordu. Büyük bir kargaşa çıkmıştı. Adam güvertede bir koltuğa oturmuş sakin sakin
etrafında olan olayları seyrediyordu. Orada dua etmekte olanlardan bir arkadaşı ona
dönerek sordu, “Sen neden dua etmiyorsun? Orada öyle hiçbir şey yapmadan heykel
gibi oturuyorsun!” Adam sakin bir sesle cevap verdi, “Ben O’nun işine karışmıyorum.
Bir kere karışacak oldum, bana o böceği yedirdi.”
118-
KIRMIZI IŞIK
Almanya’da yaşarken bir dost ziyaretine gitmiştik. Eve dönerken yolda kenarda bir
kaza olmuştu. Kazaya doğru bakarken dörtyol ağzında kırmızı ışıkta geçtiğimi fark
ettim. Kesin beni yakalamışlardır dedim, ama yapabilecek bir şey yoktu. Yola devam
ettim. Olayın üzerinden bir hafta kadar sonra eve bir mektup geldi, beni karakola
çağırıyorlardı. Gidince beni bir odaya aldılar. Bana bir fotoğraf gösterdiler. Fotoğraftaki
arabanın bizim şirkete ait olmadığını soruyorlardı. Ben de “Evet bizim şirkete ait”
dedim.
“Bu araba geçen hafta saat 02.12’de kırmızı ışıkta geçerken kameraya
yakalanmış. Bu arabada şoför koltuğunda oturan kişi siz misiniz?” diye sordular.
Ben “Pek tanıyamadım” diye kaçamak cevap verdim. Dediler ki biz sizin
Yabancılar Dairesinden fotoğrafınızı aldık ve bu arabadaki şoför ile karşılaştırdık, bu
kişinin siz olduğunuzu düşünüyorsunuz ne dersiniz? Vereceğiniz cevaba göre
hakkınızda yapılacak işlem değişecektir. İsterseniz avukatınıza başvurabilirsiniz!”
Düşündüm, avukatlık bir iş yoktu. “Şu fotoğrafa bir daha bakabilir miyim?” diye
sordum ve baktıktan sonra, “Evet bu kişi benim, ben kırmızı ışıkta geçmişim farkında
değilim” diye cevap verdim.
“Çok memnun olduk, doğru karar verdiniz!” dediler ve bana yüklü bir ceza kestiler.
Cezayı ödedim ama ehliyetime de el koydular. Ehliyetimi ne zaman geri alabileceğimi
sorduğumda kendilerinden haber beklememi söylediler. Aradan bir hafta daha
geçtikten sonra beni bir hastaneden aradılar. Göz kliniğine çağırıyorlardı. Gittim ve sıkı
bir göz muayenesinden geçtim. Sonra beni bir grup doktorun karşısına çıkardılar. Her
birisi benim raporumu eline alıp baktı ve sonunda şöyle dediler, “Siz renk körü
değilsiniz. Gözünüz tamamen sağlam! Bunu biliyor musunuz?” Ben “Evet” cevabı
verdim ve ehliyetimi geri vereceklerini düşündüm.
Oysa beni bir hafta sonra psikiyatri kliniğine sevk ettiler. Verilen tarihte tekrar
hastaneye gittim. Beni içinde dört doktorun olduğu bir odaya aldılar. İçlerinden biri göz
raporuma bakarak, “Gözleriniz sağlammış” dedi ve “Ancak trafik ışıklarında kırmızı
yandıktan 58 saniye sonra geçmişsiniz. Bunun yanlış bir şey olduğunu biliyor
musunuz?” diye sordu. “Evet, haklısınız, bu yanlış bir davranış” diye cevap verdim.
Bana artık ehliyetimi vereceklerini düşünüyordum. Ama bana “Sizi trafiğe çıkaracağız”
dediler. Lime bir program verdiler. Dört gün boyunca her gün iki saatlik bir kursa
katılacaktım. İlk gün gittiğimde arabaya binip şehirde dolaşacağımızı söylediler. Dört
görevli ve ben beraber arabaya bindik.
Şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdım ve hareket ettim, Trafik ışıklarına
geldiğimizde yanımda oturan görevli bana, “Buna trafik ışığı denilir. Kırmızı ışıkta
durulur. Sarı ışık kırmızıya geçeceğini gösteren uyarıdır. Anladınız değil mi?” diye
sordu. Ben de tekrarladım, “Evet, kırmızıda durulur. Sarı ışık biraz sonra kırmızının
yanacağını gösterir. Yeşilde de geçilir.”
Sonra yolda ileride bir kez daha trafik ışığına rast geldik. Arkada oturan
görevlilerden biri “Hatırlıyorsunuz değil mi! Buna trafik ışığı denilir. Kırmızda durulur.
Sarı ışık kırmızıya döneceğini gösteren işarettir, Ancak yeşilde geçebilirsiniz.” Ben yine
papağan gibi tekrar ettim. “Evet buna trafik ışığı denilir. Kırmızıda durulur. Sarı
kırmızıya geçiştir. Ancak yeşilde geçilir.”
Bu sahneyi yolda arabayı kullandığım iki saat boyunca tekrarladık. O günden
sonraki üç günde de bu görevliler arabama bindiler ve beni kontrol ettiler.
Dört günün sonunda bana ehliyetimi geri verdiler. Aradan bir süre geçtikten sonra
Türkiye’ye geldim ve bu hikâyeyi arkadaşlarıma anlattım. Bana “Peki, sonra ne oldu?”
diye sordular. Şöyle cevap verdim, “Ben artık kırmızı ışıkta duruyorum.”
Ülkemizde günlük uygulama kuralını hatırlayalım isterseniz, “Yeşil geç, sarı çabuk
geç, kırmızı da dikkatli geç demektir.” Yani daha gidecek çok yolumuz var demektir.
119-
SÜTÜ NE GÜZEL DÖKTÜN
Çok ünlü bir bilim adamı ile röportaj yaptılar. Gazeteci kendisine nasıl böyle
herkesten farklı ve yaratıcı bir kişiliği olduğunu röportaj esnasında sordu. Bilim adamı
şöyle cevap verdi, “Bu benim iki yaşımda annemle yaşadığım bir deneyim
sayesindedir.”
Gazeteci, “Bize nasıl olduğunu anlatır mısınız?” dedi. “Tabi anlatayım” dedi adam.
“Ben iki yaşımda iken buzdolabının kapağındaki süt şişesini elime aldım ve yere
düşürdüm. Mutfağın ortası bir süt gölüne dönüştü. Biraz sonra annem çıkan sesi
duyarak mutfağa geldi. Bana bağırmak ve söylenmek yerine şöyle dedi, ‘Sevgili
Robert, ne kadar güzel bir hata yapmışsın böyle! Daha önce böyle büyük bir süt gölü
görmemiştim. Eveeet olan olmuuuş. Burayı temizlemeden önce yerdeki sütle oynamak
ister misin’ Ben de eğilip yerdeki sütle 10-15 dakika kadar oynadım. Sonra annem yine
geldi ve “Sevgili Robert, böyle bir hata yaptığında bunu senin temizlemen ve eskisi
haline getirmen gerekiyor, biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi
kullanalım, eski bir havlu mu, yoksa bir bez mi istersin?’ Ben süngeri seçtim ve ikimiz
beraber yere dökülen sütü temizledik. Daha sonra annem, ‘Biliyor musun bu
yaşadığımız deneyim senin iki minik elinle koca süt şişesini taşıyamadığın gibi kötü bir
deneyimdi. Şimdi seninle birlikte arka bahçeye çıkalım ve şişeyi su ile doldurarak senin
şişeyi yere düşürmeden taşımanı sağlayalım’ Beraberce arka bahçeye çıktık ve ben iki
elimle süt şişesini nasıl taşıyacağımı öğrendim.”
“Bunun yanında başka şeyler de öğrendim. Hata yapmaktan korkmamayı
öğrendim, Hatayı yapana kızmamayı öğrendim. Yapılan hatanın yeni bir şey öğrenmek
için çok güzel bir fırsat olduğunu öğrendim. Bilimde deney yapmadan ve deneyde hata
yapmadan hiçbir şey keşfedemezsiniz.”
120-
PARA SESİ
Genç bir çiftçi ilk def New York’a gitmişti. Gökdelenlerin arasında kalabalık bir
bulvarda yürürken kulağına bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle
dinledi. Evet bu kesinlikle bir cırcır böceği sesiydi .Ses büyük bir mağazanın önündeki
çalılıktan geliyordu. Çalı kümesine yaklaşarak sesi dinlemeye çalıştı. Tam o sırada
mağaza görevlisi dışarıya çıkarak merakla kendisine bakınmaya başladı. “Yardımcı
olabilir miyim?” diye sordu. Genç çiftçi “Hayır teşekkür ederim” dedi, “Sadece şurada
bir cırcır böceği sesi duyduğumu sandım.”
“Sanmıyorum” dedi görevli, “New York’ta cırcır böceği bulunmaz. Genç çiftçi cırcır
böceğini bulana kadar sesi takip etti ve en sonunda onu eline aldı. “Tamam işte
burada” dedi.
Genç adam her gün bu çalının önünden geçen binlerce insan olmasına rağmen
cırcır böceğini bir tek kendisinin işittiğine çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir
deneme yapmaya karar verdi. Cebinden bir bozuk para çıkarttı ve onu döndürerek
havaya fırlattı. Para kaldırıma düştüğü anda oradan geçenlerden 20-25 tanesi birden
durdular ve para sesine doğru dönüp baktılar.
121-
KERTENKELE
Japon adam evini yeniden dekor ettirmek istiyordu. Bunun için evinde iki oda
arasındaki bir duvarı yıkmaya başladı. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar
arasında bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken orada iki duvar arasında bir ayağına bir
çivi batmış bir kertenkele gördü. Kertenkele hareket etmeye çalışıyor, ama çivi
yüzünden bir yere gidemiyordu. Ev yapılalı on yıl kadar olmuştu. Bu kertenkele burada
bu şekilde nasıl hayatta kalmıştı? Adam hayretler içerisinde idi. Adam çalışmayı bıraktı
ve kertenkeleyi seyretmeye başladı. Aradan bir süre geçtikten sonra nereden çıktığını
anlayamadığı başka bir kertenkele geldi ve ağzında taşıdığı yiyecekle ayağı sıkışmış
olan kertenkeleyi besledi.
122-
KARAKTER BAŞTAKİ BİR RAKAMIDIR
Öğretmen sınıfa girdiğinde öğrencilere dönerek şöyle dedi. “Bakın çocuklar burada
okulda öğrendiğiniz konuları bir gözden geçirelim isterseniz. Bir öğrenci matematik
dersinden geçmiş ise bunun değeri nedir biliyor musunuz, kocaman bir sıfırdır.”
Öğretmen tahtaya bir sıfır yazdı ve devam etti.
“Aynı öğrenci sonra İngilizce konuşmayı da öğrendi diyelim. Bunun değeri nedir
dersiniz. Bu da kocaman bir sıfırdır.” Öğretmen tahtaya yan yana ikinci sıfırı yazdı.
“Peki bu öğrenci fizik, kimya, biyoloji öğrenirde ne olur, yan yana üç sıfır daha eklenir.“
Yanyana üç sıfır daha yazdı.
“Lütfen tahtada yazılı olan sayıyı bana okur musunuz?” diye öğretmen sordu.
Bütün sınıf hep beraber “Sıfııııır” diye cevap verdiler. Öğretmen devam etti, “Yanyana
kaç tane sıfır yazarsanız yazın değeri sıfırdır öyle değil mi? Hiçbir değer ifade etmez.”
“Ancak” dedi öğretmen, “Bu kadar çok değersiz bilginin başına karakter sahibi
olmanın rakamı olan bir rakamını koyarsak ne olur biliyor musunuz? İşte o zaman
çocuklar bütün o sıfırlar şimdi çok büyük bir değer ifade ederler.
Biz ülke olarak çok iyi bir doktor yetiştirebiliriz. Bu doktor dünyada benzersiz bir
bilgi ve beceriye sahip olabilir. Çok iyi bir mühendis yetiştirebiliriz. Bu mühendis her
türlü bilgi ve deneyim ile donanmış olabilir ve muhteşem binalar ve makinalar
tasarlayabilir. Fakat bu insanlar bu üstünlüklerini yalnızca kendi maddi menfaatleri
uğrunda kullanırlar ve bunu yaparken de insanların hayatını ve sağlığını hiçe
sayarlarsa o zaman toplum için çok tehlikeli bir insan yetiştirmişiz demektir. Bu yüzden
lütfen şunu aklınızdan hiç çıkarmayın.
 İçinde prensip olmayan siyaset
Amacı karakter olmayan eğitim
İçinde insanlık olmayan bilim
Ve içinde ahlak ve erdem olmayan ticaret
Yalnızca yararsız değil aynı zamanda çok tehlikelidir.
123-
ÖĞRENİLMİŞ ACİZLİK
Bilimle uğraşan bir grup insan bir deney yapmaya karar verdiler. Büyük bir
akvaryumun içine büyük bir balık ve çok sayıda küçük balık yerleştirdiler. Büyük balık
acıktıkça küçük balıklardan yiyerek yaşamaya devam ediyordu. Daha sonra
akvaryumun ortasında dikey bir cam levha yerleştirdiler ve akvaryumu ikiye ayırdılar.
Büyük balık bir tarafta, küçük balıklar da diğer tarafta kaldılar. Büyük balık cam
bölmeyi geçerek küçük balıkları yemek için defalarca deneme yaptı. Bu durum tam 28
saat boyunca sürdü. Büyük balık ne zaman hamle yapsa küçük balıklardan birisini
yakalayamıyor, burnunu cama vuruyordu. 28 saat sonra büyük balık artık diğer tarafa
geçmek için mücadele etmeyi bıraktı.
Bunun üzerine bilim insanları aradaki cam bölmeyi kaldırdılar. Hayretle
gözlemledikleri gibi büyük balık aradan saatler geçmesine rağmen küçük balıklardan
hiçbirisini yemek için hamle yapmadı.
Bu sonuç şöyle açıklandı. Bu bir öğrenilmiş acizliktir. İstatistiklere göre bir çocuk
ergenlik çağına gelene kadar anne ve babasından ortalama 148.000 defa “yapma,
etme, elleme, dokunma….” gibi olumsuz emirler duyuyor ve bu sayede çocukta
büyüyünce yapamama, edememe özellikleri gelişiyor ve çocuk kendine güvenini
yitiriyor.”
124-
KOMŞULUK NASIL BİR ŞEY
İmam hasta olunca üst kattaki Yahudi komşusu ona ziyarete geldi. Ziyaret
esnasında misafir evde kötü bir koku hissetti. “Ya imam!” dedi, “Bu evde kötü bir koku
var”
“Hastalığımdandır” diye cevap verdi imam. “Hayır, bu koku başka bir koku! Bu pis
bir koku! Söyle bu nedir?” diye Yahudi komşu ısrar etti“ İmam isteksizce cevapladı.
“Sizin evden bize bir miktar su sızıyor. Yaptırmaya çalıştık, ama ne yaparlarsa
yapsınlar kesemedik” Bunun üzerine Yahudi komşu, Niçin bize haber vermediniz
sevgili komşum?” diye sorunca imam, “Belki sizi incitirim diye düşündüm” diyerek
cevapladı.
125-
YANKI
Küçük kız babası ile beraber ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Yürürken ayağı yere
takıldı ve fena halde düştü. Kız acı içinde “Aaaaah!” diye çığlık attı. Birkaç saniye
sonra çığlığı ilerideki dağın tepesinden yankı yaparak geri geldi. Kız kendisi ile dalga
geçildiğini zannetti. “Sen kimsin?” diye sordu. Aldığı cevap yine aynıydı, “Sen kimsin?”
Küçük kız bu cevaba iyice sinirlendi ve “Sen bir korkaksın” diye seslendi. Gelen
ses “Sen bir korkaksın” oldu. Dayanamayarak babasına sordu, “Baba ne oluyor
böyle?”
Baba “O zaman dinle ve öğren güzel kızım” dedi. Dağa doğru bağırdı, “Ben sana
hayranım”. Gelen ses aynısını tekrarladı, “Ben sana hayranım”
“Sen muhteşemsin” diye seslenmenin cevabı da aynı şekilde “Sen muhteşemsin”
oldu.
Küçük kız iyice şaşırdı ama hala ne olduğunu anlayamamıştı. Babası şöyle devam
etti, “Sevgili kızım buna yankı denir. Aslında hayat da aynı bu şekildedir. Hayat sen
ona ne verirsen sana onu verir. Yani davranışlarının aynasıdır hayat. Sen sevgi
istiyorsan herkesi daha çok sevmelisin. Herkes sana saygı göstersin istiyorsan
herkese saygı göstermelisin. Şefkat görmek için şefkatli olmalısın. İnsanların sana
anlayışlı ve sabırlı olmasını istiyorsan sen de benzer şekilde davranmalısın. Çünkü
hayat bir tesadüf değildir, yaptıklarının ve yapmadıklarının aynasıdır, yansımasıdır.
Hayat sana senin ona verdiğinin aynısını verir. Bunu sakın unutma!”
126-
KORKAK FARE
Ünlü Hint masalıdır. Kediden korkan bir fare vardı. Bir büyücü fareye acıdı ve onu
bir kediye dönüştürdü. Fare, kedi olmaktan hoşlanacağı yerde bu sefer köpekten
korkmaya başladı. Büyücü de onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare sevineceği
yerde şimdi de avcıdan korkmaya başladı. Büyücü baktı ki ne yaparsa yapsın farenin
korkusunu yenmeye imkan yok onu eski haline dönüştürdü.
Ona şöyle seslendi, “Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin
yüreği var. Bu yüzden ben sana yardım edemem!”
Ünlü yazar Shakespeare korkaklık konusunda şöyle bir şiir yazmıştır;
“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkar.
Düşünmekten korkar, sorumluluk getireceği için;
Konuşmaktan korkar, eleştirilmekten korktuğu için;
Yaşlanmaktan korkar, gençliğin kıymetini bilmediği için;
Unutulmaktan korkar, dünyada kalıcı bir eser bırakmadığı için;
Ve ölmekten korkar, ölüme hiçbir hazırlığı olmadığı için!”
127-
SADAKA
Adam sadaka vermek için yolun kenarında oturan adamın eline bolca bir para
verdi. Bunu gören arkadaşları ona bu adamın bir hırsız olduğunu söyleyince pişman
oldu.
Tekrar yola çıktı ve bu sefer başka bir dilenciye sadaka verdi. Bu sefer de onun bir
fahişe olduğunu öğrendi. Adam ne yapacağını bilmiyordu.
Ertesi gün sadaka verdiği kişinin de aslında çok zengin birisi olduğunu öğrenince
Allah’a el açıp dua etti. “Allahım, ne yapacağımı bilemiyorum. Sana Hamd ediyorum.
Lütfen bana yol göster”
O gece rüyasında şöyle bir ses duydu, “Senin sadakaların hepsi kabul edildi,
çünkü sen onları Allah rızası için verdin. Allah rızası için verdiğin için hırsız hırsızlıktan
vazgeçti, fahişe zinadan vazgeçti ve zengin de ibret alıp dilencilikten vazgeçti. Öyle
olmasaydı bile kabul edilecekti.”
128-
BABAMA SARILIRDIM
Küçük kız ve annesi birlikte yolda yürüyorlardı. Kız hafif yağmurda ıslanan
gözlüklerini çıkardı ve az ileride babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız
çocuğuna baktı. Bisikletteki kız düşmemek için babasına sıkı sıkıya sarılmıştı. Babası
ona bazı şeyler söylüyor, kız da kıkır kıkır gülüyordu.
Küçük kız bisikletin arkasından bakakaldı. Annesi durumu fark etmişti. “Baban her
gün seni Mercedes ile okula bırakıyor. İstersen o da seni bisikletle götürsün ne
dersin?”
Küçük kız, “Çok iyi olur” diye sevinerek cevap verdi.”Bu sayede babama sıkı sıkı
sarılabilirim.”
129-
TAPINAK VE SESSİZ KONUŞMA
Uzakdoğu’da bir Budist tapınağı vardı ve bilgelik arayışında olanları kabul
ediyordu. Burada geçerli olan incelik anlatmak istediklerini konuşmadan
açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu ve
bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda zil, tokmak, çan, zil
v.s. yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki Budist rahip, kapıda duran yabancıya
baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşma başladı.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre sonra
kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya
uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Bunun üzerine yabancı tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabın
içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üzerinde yüzüyordu ve su
taşmamıştı. İçerideki rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu
taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
130-
PAHA
Ünlü sanat merkezlerinden birini gezen bir çocuk duvarda çok güzel bir tablo
gördü. Belli ki oldukça pahalı idi. Çocuk tabloyu abisine doğum günü hediyesi olarak
almak istedi. Bir iş buldu ve çalışmaya başladı. Aylar sonra biriktirdiği tüm parayla o
galeriye gitti. Şanslı idi, çünkü tablo hala satılmamıştı.
İçeri girerek ressamı buldu. “Abimin doğum günü için bu resmi almak istiyorum”
dedi. Ressam bir süre düşündü ve tabloyu paketledi. Çocuk teşekkür etti ve tabloyla
birlikte çıktı. Galeride olayı yakından izleyen adamın arkadaşı şaşırmıştı. Ressama
sordu, “Sen ne yaptın? O resme milyonlar teklif ettiler. Pazarlık dahi etmedin. Şimdi
neredeyse bedavaya verdin?”
“Bedava olur mu?” dedi ressam. “Bu resme milyonlar veren birçok alıcı çıktı, ama
ilk defa birisi tüm servetini teklif etti. Bundan daha pahalıya satabilir miydim?”
131-
TISLAMA DEMEDİM
Bir yılan, kendi mekânı bellediği geniş bir mekânda her yanına geleni korkutmakta,
ısırmaktaydı.
Çocuk, kadın, yaşlı dinlemez, bölgesine giren herkese saldırıyordu. Kendisini
öldürmek için üstüne gelenlerden de her seferinde şans sayesinde her zaman
kurtulmuştu.
Sonunda çevrede yaşayan insanlar, bir türlü kurtulamadıkları bu yılandan iyice
bıktılar ve yörenin en bilge kişisinin kapısını çaldılar.
Yılanın yaptıklarını sıraladılar, nankörlüğünü, sadistliğini, kader kıymet bilmezliğini;
ayrıca acımasızlığından yakındılar ve durumu anlattılar.
Eğer insanlara zarar vermeden o bölgede yaşamaya devam ederse, Kendileri
acısından bir sakınca bulunmadığını ve yılanı öldürmeye kalkışmayacaklarına dair söz
verdiler.
Yaşlı bilge, insanların anlattıklarını dinledikten sonra yılanın mekânı olan bölgeye
gitti ve onu beklemeye başladı.
Bir süre sonra yılan çalıların arasından çıktı, bilge kişinin yanına sokuldu.
Bilge önce bir süre konuşmadan durdu ve yılanın kendisine güvenmesini bekledi.
Sonunda yılanın sakinleştiğini hissedince de, ona güven verecek bir üslupla da
konuşmaya başladı.
Bu dünyada yaşamak için, beslenmek için bu kadar şiddet kullanmaya gerek
olmadığını, insanlara her hangi bir zarar vermeden de yaşayabileceğini anlattı.
Şiddet kullanmanın vefasızlığın kötü bir şey olduğunu, canlı öldürmenin en büyük
kötülük olduğunu tekrar tekrar söyledi.
Bilge güzel güzel anlattıkça, yılan can kulağıyla dinlemeye başladı.
Bilgenin nasihatleri bitince bu sözlerden çok etkilenmiş olan yılan, artık değiştiğini
söyledi ve bambaşka bir yılan olacağına söz verip tekrar çalıların arasında kayboldu.
Sonunda sözünü de tuttu.
Bölgesinde sakin sakin geziyor, gelip gecen hiç kimseye saldırmıyordu.
Ama yılanın sözünü tuttuğunu, iyice uysallaştığını gören insanların havası
değişmeye başladı.
Kimi geçerken bir tekme savuruyor, kimisi de her şeye rağmen yanına
yanaşmaktan çekinerek uzaktan taş atıyordu. Hatta çocuklar, çalıların arasında bağıra
çağıra yılanı sürekli kovalamayı sürekli bir oyun haline çevirmişlerdi.
Yılan sürekli olarak insanlardan kaçıp kovalanmaktan bezmişti; Gövdesinin her
yanı yediği tekmelerden ve taşlardan yara bere içinde kalmış olan yılan, kendisine
yapılanlar nedeniyle gururunun kırıldığını da düşünüyordu. Sonunda kendisini
etkileyen bilgeyle tekrar konuşmaya karar verdi.
Gitti ve olan biteni anlattı, “Bana söylediğin her şeyin gereğini yaptım, suç
işlemeyi, insanlara zarar vermeyi, öldürmeyi bıraktım, bambaşka bir yılan oldum. Gel
gör ki, artık benden korkmayan insanlar, beni sürekli dövüyorlar, hırpalıyorlar,
aşağılıyorlar. Ben şimdi ne yapayım?”
“Sen ne yaptın sevgili yılan” dedi bilge, “Ben sana ‘İnsanları ısırma, öldürme; gelen
geçen herkese saldırma, vefasızlık, nankörlük etme’ dedim. ‘Tıslama, dişlerini
gösterme!’ demedim.”
132-
KARDEŞLİĞİN ÖNEMİ
Bir zamanlar bitişik çiftliklerde yaşayan iki erkek kardeş vardı ve bunlar bir gün
büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Bu, makinelerden emek gücüne ve mala kadar her
şeyi hiç aksatmadan paylaşan yan yana iki çiftliğin 40 yıldan bu yana ilk ciddi
ayrılmalarıydı. Böylece, o uzun yıllar süren işbirliği de parçalanmıştı.
Önceleri küçük bir yanlış anlama ile başlayan anlaşmazlık giderek büyük bir
uçuruma dönüştü ve en sonunda da yerini, karşılıklı sarf edilen nahoş sözcüklerin
ardından, haftalar süren sessizliğe bıraktı.
Bir sabah John’un kapısı çalındı. Kapıyı açınca karşısında elinde marangoz
çantasıyla duran bir adam gördü. "Ben birkaç günlük bir iş arıyorum " dedi adam.
“Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size yardımcı olabilir
miyim?"
"Evet," dedi büyük kardeş. "Sana göre bir işim var. Şu derenin karşısındaki çiftliğe
bir bak. Oradaki benim komşum, daha doğrusu orada oturan benim erkek kardeşim.
Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o buldozeriyle ırmağa bent yaptı ve şimdi
aramızda bir dere var. O bunu bana acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben
ondan daha iyisini yapacağım. Ahırın yanında yatan şu kütükleri görüyor musun?
Senden bana bir çit yapmanı – 2 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki ne onun yerini
ne de yüzünü bir daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet."
Marangoz "Sanırım durumu anladım. Bana çivilerin ve çukur açmak için gerekli
kazma küreğin yerini göster ki beğenebileceğin bir iş çıkarayım" dedi. Büyük kardeşin
öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyordu; bu yüzden marangozun
malzemelerini hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam dönmek üzere ayrıldı.
Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir şekilde çalıştı.
Güneşin batmasına yakın bir zamanda döndüğünde marangoz da işini ancak
bitirebilmişti. Çiftçinin gözleri fal taşı gibi açılıp ağzı açık kaldı. Ortada çit falan yoktu.
Derenin bir yakasından öbür yakasına uzanan bir köprü vardı!
Korkulukları ve diğer ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü ve köprüye doğru, kollarını
iki yanına açmış bir halde ilerleyen komşusu, yani, küçük kardeşi vardı. "Onca
yaptığıma ve söylediğim sözlere karşın yine de bu köprüyü yaparak nasıl iyi bir insan
olduğunu gösterdin" dedi kardeşi. İki kardeş köprünün karşılıklı iki ucunda
duruyorlardı. Daha sonra köprünün ortasında kucaklaştılar. Geri döndüklerinde alet
çantasını sırtlamakta olan marangozu gördüler. "Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana
vermek istediğim daha birçok proje var" dedi büyük kardeş. "Kalmak isterdim" dedi
marangoz, "Ama daha yapmam gereken çok sayıda köprü var."
133-
BİR UZAKDOĞU İNANIŞI
Öykü,
yüzyıllar
önce
gözlemlenen
bir
olayı
nakletmektedir.
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi.
Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri
birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezar taşlarında, 5, 867, 20003,
4979, 7, 421 örneği birbirleriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun
düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona
sordu:
“Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?” dedi. “Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl
mıdır, saat midir?”
Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:
“Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız.” dedi. “Yaşamı
boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise, bellerindeki
düğümleri sayar, düğümün sayısını mezar taşına yazarız.”
Bilge kişi, karşısındaki kişinin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü:
“Böylece onun, ne kadar ‘yaşamış’ olduğunu anlarız.”
134-
ÖNYARGI – GELİNCİK
Uzaklarda bir köyde, kocası ve çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan
hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği
evinde beslemeğe başladı. Gelincik, kadının yanından bir an bile ayrılmazdı. Her ne
kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysaldı.
Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğdu. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek
ve yavrusuna bakmak zorunda idi. Günler geçti ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına
da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kaldı.
Gelincikle bebek evde yalnız kalmıştı. Aradan biraz zaman geçti. Anne eve
döndüğünde gelinciği ağzı kanlı bir şekilde gördü. Anne çıldırmışcasına gelinciğe
saldırdı ve oracıkta hayvanı öldürdü. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi
duyuldu. Anne odaya yöneldi ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin
yanında duran parçalanmış bir yılanı gördü.
Einstein’in söylediği rivayet edilen bir söz vardır, “İnsanlardaki önyargıyı
parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zordur”
135-
ŞURADA BURADA
Şurada burada, tapınaklarda, camilerde ve kiliselerde, dünyalarda ve cennetlerde
uzun arayışlardan sonra, en sonunda çemberi tamamlayarak başlamış olduğunuz
yere, yani kendi özünüze geri geldiniz ve keşfettiniz ki O; hani bütün dünyanın her
tarafında aramış olduğunuz, tapınaklarda, camilerde ve kiliselerde kendisi için ağlayıp
dualar etmiş olduğunuz O; gizlerin gizi, bulutların ötesinde saklı duran O; yakının da
yakınındadır, O sizsiniz, kendinizsiniz, yaşamınızın, fiziksel bedeninizin ve ruhunuzun
gerçeğisiniz.
136-
A
F-
DEĞERLİ İNCİ TANELERİ
1- JACK VE JILL
Eski zamanlarda ünlü bir bilge ikametgâhında kalıyorken bir İngiliz çift bilgeyi
ziyaret etti ve ona iki yavru köpek hediye ettiler. Adları Jack ve Jill idi. Geceleri
yavrulardan biri bilgenin başının yanında, diğeri ise ayak tarafında uyumayı alışkanlık
haline getirmişlerdi.
Bir gün Mysore kraliçesi o bölgeye geldi. Kendisi ortodoks bir bayan olduğu için
köpek sesi duyduğu zaman yemek yemiyordu. Bilgeye bir mesaj göndererek eğer
bilgenin yanında köpek varsa bunların bir odada kapalı tutulmasını rica etti.
O günlerde o bölgeye direk bir yol yoktu. Kraliçe arabasını nehrin karşı kıyısında
Karnatapalli’de bırakmak ve Puttaparthi’ye kadar yürümek zorundaydı. Puttaparthi’de
otel de yoktu. Arabayı kullanan şoför akşam yemeğini yemek için bilgeye gelmek ve
sonra geri dönmek zorunda idi. Kraliçe şoföre geceyi Puttaparthi’de geçireceğini
söyledi. Şoför bilgenin yanında yemeğini yedikten sonra arabanın başında durmak için
Karnatapalli’ye gitmek üzereydi. Fakat karanlıkta yolunu bulamayacağı için bilge
köpeklerden birisine seslendi ,”Jack, sen şoför ile beraber gidip yolu göster, sonra
sabah olduğunda geri dönersin”
Jack önden gidip yolu gösterdi ve şoför de onu takip etti. Karnatapalli’ye ulaşınca
şoför arabanın içine girerek uyudu, Jack de arabanın altında uyudu. Ertesi sabah şoför
uyanınca arabayı temizlemek ve kraliçe için hazır hale getirmek için manevra yapmak
istedi ve biraz geri geri gitti. Fakat maalesef tekerleklerden birisi o sırada uyumakta
olan Jack’in bacağının üzerinden geçti ve Jack’in arka ayak kemiği kırıldı.
Bilge ona sabahleyin geri gelmesini söylediği için Jack bütün yol boyunca
Chitravathi nehrinin kumları üzerinde sürünerek bilgenin evine kadar ulaştı. Ayağı
paramparça olmuştu ve kötü vaziyette kanıyordu. Evin kapısının önündeki görevli
Chakali Subanna hemen bilgeye koşarak seslendi. “Sevgili efendimiz, bizim Jack’in
belkemiği kırılmış. Ağlayarak ve sürünerek bize doğru geliyor.” Bilge dışarı çıktı ve
eline bir tas süt alarak yere koydu. Jack sürünerek bilgeye kadar geldi, iki ön patisini
bilgenin ellerinin içine koydu ve son nefesini verdi.
Jack’in ölümünden sonra Jill bir daha yemek yemedi. Birkaç gün sonra o da öldü.
Bilge eski evin arkasında Jack ve Jill için bir mezar inşa ettirdi. Bu iki köpek bilgeye
büyük bir sadakatle bağlı idiler. Onlar kendi hayatlarını bilgenin hizmetine sunarak
feda etmişlerdi.
2- TANRI SEVGİSİ
Bir zamanlar Srimath adında zengin bir adam ve 4 karısı vardı. Bir seferinde
ticaret amacı ile Hindistan’dan 6 ay süreliğine ABD’ye gitmişti. Gitmeden önce bütün
eşlerine Amerika’dan neler istediklerini sordu.
En genç eşi en son moda mücevherlerden ve kıyafetlerden istedi. Üçüncü karısı
çeşitli konularda çıkmış en yeni kitaplardan getirmesini söyledi. Genellikle hasta olan
ikinci karısı ise hastalığı için en yeni ilaçlardan istedi. En son sıra en yaşlı karısına
gelmişti. O da bütün sevgisi ile Srimath’den hiçbir şey istemediğini, tek dileğinin sağ
salim gidip gelmesi olduğunu söyledi.
Srimath Amerika’ya gitti ve sonra geri döndü. Önce en genç karısına giderek ona
en son moda mücevherler, elbiseler v.s. verdi. Eşi çok mutlu olmuştu. Sonra 3.eşine
giderek kitapları ve hasta olan eşine de gidip ilaçları verdi. Hepsi de çok sevindiler.
En son ilk karısına gitti ve onunla birlikte kaldı. Srimath artık kendilerine hiç gelmez
olunca diğer üç eşi ilk eşinin evine gelerek neden artık Srimath’ın kendilerine hiç
gelmediğini sordular. Srimath sessizce her birisine ne arzu ettilerse verdiğini ve artık
kendisini tamamen birinci eşine adadığını, çünkü sadece onun kendisinin sağ salim
geri dönebilmesini istediğini ve onun bu duası sayesinde kendisinin şimdi burada
olduğunu söyledi.
Tanrı da kendisini yalnızca O’nu sevenlere ve O’na içten bağlılık gösterenlere
teslim eder.
3- İNSANIN SEVGİSİ BÖYLEDİR
Yeni evli bir çift arkadaşlarının evine ziyarete gidiyorlardı. Yollar yabani otlarla dolu
idi. Yolda yürürlerken adam az ileride yolun üzerinde bir diken gördü. Adam hemen
karısına dönerek, “Bir tanem az ileride dikenli bir yer var, ayağına diken batmasın, ben
seni kucağımda taşıyayım!” dedi ve karısını kucağına alarak dikenli bölgeyi geçirtti.
Birkaç ay sonra bu çift yine arkadaşlarına gitmek için aynı yoldan geçiyorlardı.
Adam karısının yolu üzerinde dikenleri fark edince onu uyardı, “Güzelim yolunun
üzerinde dikenler var, dikkatli ol da dikene basma olur mu?”
Aradan tekrar bir süre geçtikten sonra yine aynı yoldan giderlerken adam yalnızca
kendi önüne doğru bakıyordu. Kadın yürürken görmedi ve dikenlerin üzerine bastı.
Diken oldukça derine batmıştı ve ayağı kanamaya başladı. Kadın acı içinde bağırdı.
Kocası öfkeden delirdi, “Ya sen kör müsün de önündeki dikenleri görmüyorsun. Çabuk
çıkar o dikeni de beni takip et!”
İnsanın duyduğu sevgi güvenilmezdir ve saf değildir. Yalnızca Tanrı’nın sevgisi
güvenilir, sarsılmaz ve süreklidir.
4- KULAĞA TIKAÇ
Müstakbel Karısını tanımıyorken onun yan odada bağırırken kulaklarını tıkaçla
tıkamış. Sonra onunla evlenince hastaneye götürmüş.
HİKAYEYİ BUL VE YAZ!!!!!!!!!!!!!!!! Sayfa 238 de yazıldı!!!!!!!!!!!
5- BU ALTINLAR SENİN
İskender Hindistan’ı fethettikten sonra bir gün kılık değiştirerek sokağa çıktı ve
dolaşmaya başladı. Bir müddet sonra sıcaktan ötürü çok susadı ve su aramaya
başladı. O sırada büyük bir binanın bahçesinden içeriye girdiğine orasının bir
mahkeme binası olduğunu fark etti. İçeri girip su istedi ve içmeye başladı. Tam o
sırada iki çiftçi aralarında tartışarak mahkeme reisinin huzuruna geldiler. İskender de
arka tarafa oturarak izlemeye başladı. Yanında oturan adam ona tercüme ediyordu.
Birinci çiftçi ikinciden bir tarla satın aldığını anlattı. Sonra tarlayı sürerken içi altın
paralarla dolu bir çömlek bulduğunu söyledi. Birinci çiftçi çömleği kaptığı gibi götürüp
ikinci çiftçiye vermiş ve şöyle demiş. “Al bu altınlar senin, tarladan çıktı” İkinci çiftçi ise
çömleği kabul etmemiş ve şöyle demiş “Ben o tarlayı sana sattım. Bundan sonra o
tarladan ne çıkarsa sana aittir. Fakat birinci çiftçi ısrar ediyormuş, ”Ben senden sadece
tarlayı satın aldım, İçindeki hazineyi değil. Hazine satıcınındır.” Fakat satıcı çiftçi de
tarlayı sattığı anda üzerinde ve içinde ne varsa alan kişiye satılmış olduğunu, bu
yüzden de altın dolu çömleği kabul edemeyeceğini söylemiş ve itiraz ediyormuş.
Adamlar birbirlerine deli gibi bağırıyorlar ve her ikisi de altın dolu çömleği almak
istemiyordu.
Her ikisi de reise dönerek adalet istediler. Reis bir müddet düşündükten sonra
çiftçilere çocukları olup olmadığını sordu. Satın alan bir oğlu, satıcı da bir kızı
olduğunu söyledi.
Bunun üzerine reis çiftçilere çocukları birbirleri ile evlendirmelerini ve altın para
dolu çömleği düğün hediyesi olarak çocuklara vermelerini söyledi. Her iki çiftçi de çok
mutlu olarak salonu terk ettiler.
Büyük İskender bir köşede bütün olan biteni sessizce seyrediyordu. Dayanamayıp
kendisini ifşa etti. Reis ona böyle bir durumda onun krallığında ne gibi bir hüküm
verileceğini sordu. İskender de kendi ülkesinde böyle bir durumda her iki çiftçiye de bir
şey verilmeyeceğini, kralın altınlara el koyacağını söyledi. Sonra da ilave etti, “Bununla
birlikte sizin verdiğiniz hüküm doğrusudur. Ben bundan çok büyük ders aldım!”
6- YANILGI
Fakir bir adam, ailesini, yani karısı ve oğlunu geçindiremeyince para kazanabilmek
için başka bir şehre gitmişti. Ancak babasını çok seven beş yaşındaki oğlu ayrılığa
dayanamayıp birkaç ay sonra öldü.
Bir müddet sonra adam bir miktar para kazandıktan sonra eve dönmeye karar
verdi. Yolda bir handa geceyi geçirmek ve dinlenmek için durdu. Uykuda, rüyasında bir
sarayda kral olduğunu ve altı tane oğlu olduğunu gördü. Tam rüyasının keyfini
çıkarıyordu ki hanın dışından gelen gürültüler onu uyandırdı. Yaşadığı güzelliğin
elinden alınmasına isyan ederek gözlerini açtı ve bağırıp çağırmaya başladı. Bütün o
yaşadığı güzelliklerin bir rüya olduğunu ve altı oğlu diye bir şey olmadığını fark etmişti.
Kalktı ve yola çıkarak eve vardı. Kocasını gören kadın gözyaşlarına boğuldu. Bir
yandan kocasını tekrar gördüğü için seviniyor, diğer yandan da oğlunun ölümüne çok
üzülüyordu. Kocasına oğlunun öldüğünü söylediğinde adam aptallaştı. Heykel gibi
kaldı, hiç kıpırdayamıyordu.
Karısı ona, “Neden oğlumuzun ölümüne üzülmedin, onu çok severdin?” diye
sorunca adam karısına bir gece evvel gördüğü tatlı rüyayı anlattı. Rüyada uyanarak
kaybettiği altı oğlu vardı. “Ben bu altı oğlumun kaybına mı, yoksa bir oğlumun kaybına
mı üzüleyim? Hangisi için ağlayayım? Biri rüyada, diğeri gerçek yaşamda idi” dedi.
Her iki durumda da var olan şey Hakikat idi. Adam bütün hepsinin bir yanılgı
olduğunu anlamıştı.
Bu dünyaya çok sayıda insan gelir ve gider. Sefaletin insanı tutacak kolları yoktur.
Sefalete her iki kolu ile sarılarak onu kucaklayan insandır.
7- İNANÇ –KENDİNİ ADAMA
Otlaklarda sığırları otlatan bir çoban vardı. Bir bilge o otlağın yanındaki bir ağacın
altında her gün oturmaya gelerek sessiz oturuş yapıyordu. Genç çoban da geçerken
onu fark ediyordu.
Bir gün genç çoban bilgeye gitti ve ne yaptığını sordu. Bilge, Tanrı üzerinde
tefekkür yaptığını söyledi. Bunun üzerine genç çoban kendisinin de aynı duayı
söyleyerek Tanrı üzerinde tefekkür yapıp yapamayacağını sordu. Bilge ona isteyen
herkesin bunu yapabileceğini söyledi.
Bunun üzerine rica ederek bilgeden mantra duayı öğrenen genç çoban kendi
usulünce tefekkür yapmaya başladı. Okuma yazma bilmeyen cahil biri olduğu için
mantrayı tam ve güzel bir şekilde telaffuz edemiyordu. Ama buna rağmen büyük bir
bağlılıkla, kendisini odaklayarak, büyük bir inanç ve özgüvenle her gün derin düşünce
ve sessiz oturuş yapmaya devam etti. Günün birinde aniden gencin önünde bir melek
belirdi. Çoban O’nun hakiki olup olmadığını bilmiyordu. Bundan emin olmak istedi.
Meleğe hocası gelene dek beklemesini söyledi. Ama bu arada da kaçıp gidebileceğini
düşündü. İşini emniyete alabilmek için Meleği yakındaki bir ağaca bağladı ve koşarak
hocasını getirmeye gitti.
Genç çoban bilgenin yanına ulaştığında kendisinin önünde bir meleğin belirdiğini
ve O’nu bir ağaca bağladığını söyledi. Bilgeye kendisi ile birlikte giderek bunun hakiki
olup olmadığını kendisine söylemesini istedi. Fakat bu kadar heyecanlı sözlerden
şüphelenen bilgenin gitmeye hiç niyeti yoktu. Uzun süre yalvarıp yakarmalardan sonra
bilge genç çobanı takip ederek ağaca doğru yürümeye başladı.
Ağaca vardıklarında bilge meleği göremiyordu, tek gördüğü ağaca bağlı bir ipti.
Genç çoban meleğe dönerek, “İşte bu benim efendim! Ancak o senin gerçek olduğunu
söylerse sana inanırım” dedi. Bu anda melek bilgeye çok kısa bir süreliğine kendini
gösterdi.
Bunun üzerine bilge hemen genç çobanın ayaklarına kapandı ve “Asıl sen benim
efendimsin. Sen bana yol gösterdin” dedi.
İnsan Tanrı’ya tam bir inanç ile ve kendini adama ile ibadet etmelidir, şov yaparak
ve şatafat ile değil.
8- FEDAKARLIK RUHU
Yaşlı bir çift ekonomik yönden çok zor günler geçiriyorlardı. Kadın çok hasta ve
yatalak idi. Evde yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Yaşlı adam her nasılsa bir şekilde
sıcak bir çorba hazırlamıştı. Tam karısına çorbayı içirecekken kapı çaldı. Kapıda
yabancı bir adam çok aç olduğunu söylüyor ve yiyecek istiyordu. Halinden çok perişan
ve bitkin bir durumda olduğu belli oluyordu.
O sırada yatakta yatmakta olan kadın kocasına el hareketleri ile çorbayı o yabancı
adama vermesini işaret etti. Adam da karısının arzusuna uyarak çorbayı adama verdi.
Yabancı adam o anda bir meleğe dönüştü ve şöyle dedi, “Her ikinizin de fedakârlık
ruhundan çok memnunum. Şu andan itibaren bir daha asla açlık çekmeyeceksiniz.”
Sonra da ortadan kayboldu.
İnsan, Fedakârlık Ruhu ile aşılanmalıdır.
9- DENİZ VE ÇÖP
Bir bilge bir kişi meydana gelen her olayın ardından derin derin düşünür ve o
olayın nedenlerini bulmaya çalışırdı. Bir gün okyanus kıyısında duruyordu. Birden
güçlü bir rüzgâr girdabının bir yığın çöpü denize doğru fırlattığını gördü. Fakat
saniyeler içinde deniz ardı ardına gelen dalgalar ile çöpü gerisin geriye tekrar sahile
fırlattı.
Bunu gören bilge denizin birçok canlı varlığı, incileri ve kıymetli taşları içinde
barındırdığını düşündü. Eğer bu çöpün içine girmesine izin verirse içinde korunan
canlılar ölecek, inciler ve kıymetli taşlar da değerlerini ve parlaklıklarını yitireceklerdi.
İnsan da aynı deniz gibi zihninden çöpleri, yani kötü düşünceleri fırlatıp atmalıdır.
10- MİNNETTAR OLMAYAN MİNNETTAR
Bir avcı avlanmak için ormanın derinliklerine gitti. Aniden bir kaplan ortaya çıktı ve
onu kovalamaya başladı. O da koşarak kaçmaya başladı ve hemen yakındaki bir
ağaca tırmandı. Fakat bu sırada ağacın üst dallarında bir ayının olduğunu fark etti.
Yukarıya doğru tırmansa ayı var, aşağıya inse kaplan onu yiyecek. Avcı korkudan
donakaldı. Ancak sonra fark etti ki ayı yukarıda uyuyor. Cesaretini topladı ve yukarılara
doğru tırmandı.
Kaplan ayıya doğru seslendi, “Hey arkadaş, şu insanı aşağıya atıver. Ben ne
zamandan beri onu takip ediyorum. Ben çok açım, onu yiyip yoluma gideyim.”
Fakat ayı şöyle cevap verdi, “Ben bunu yapamam! Bu adam şimdi benim
misafirim. O benim olduğum ağaca gelerek benim misafirim oldu. Bildiğin gibi gelen
misafire zarar verilmez; özellikle de korunmak için gelmişse!” Ancak kaplanın hiç
gitmeye niyeti yoktu. İnsanın aşağıya inmesini beklemeye başladı.
Birkaç saat sonra kaplan ayının uyuduğunu görünce bu sefer avcıya seslendi. “Ey
insan! Sen şu ayıyı aşağıya itiver. Ben onu yiyeyim ve yoluma gideyim, seni de rahat
bırakayım!”
Kendisine gösterilen misafirperverliği unutan avcı hemen üst dala tırmandı ve
uyumakta olan ayıyı dalından aşağıya doğru itti. Ancak ayı uyandı ve tam aşağıya
doğru düşmekte iken başka bir dala tutunarak tekrar eski yerine tırmandı.
Bunun üzerine kaplan ayıya tekrar seslendi, ”Hey arkadaş, ikimiz de bu ormana
aidiz. Sen bu avcıyı korudun, fakat o sana minnettar olmadan benim sözümü dinledi
ve seni aşağıya itti. Bari bu sefer şu hain ve minnettar olmayan insanı aşağıya it ve
öcünü al!”
Fakat ayı şöyle cevapladı, “Bu adam bana korunma için geldi, benim misafirim. Ve
ben onun bana yaptığını ona yapamam! Onun tabiatı minnet duymamak olabilir, ama
benim tabiatım ise misafirperverlik ve affediciliktir.” Kaplan bekledi, bekledi ve en
sonunda başka bir av bulabilmek için çekip gitti.
Anafikir:
a) İnsan minnettar olmanın ne demek olduğunu hayvanlardan öğrenmelidir.
b) Herkes kendi tabiatına uygun bir şekilde davranır. Zalimlerin tabiatı
karşısındakine acı vermek iken biz iyi insanların tabiatı ise nazik ve affedici
olmalıdır.
11- DÖNÜŞÜM
Ramananda Thirha adında bir adam her şeyden elini, eteğini çekerek karısını,
çocuklarını, malını ve mülkünü terk ederek ormana gitti ve bir rahip oldu. Ormanda bir
kulübede yaşamaya başladı. Orada insanlara vaazlar vermeye başladı. İnsanlar onun
ününü işiterek çok uzaklardan onun söylevlerini dinlemek için gelmeye başladılar.
Bir gün kocasının ismini işiten karısı da diğer insanlarla beraber ona gitti. Karısını
görüp tanıyan adam hemen başını diğer tarafa çevirdi. Bunun üzerine karısı ona şöyle
seslendi, “Ben buraya senin eşin olarak değil, herhangi bir kadın olarak geldim. Fakat
sen beni görünce başını öbür yana çevirdin. Demek ki senin benim hala senin karın
olduğuma dair bir düşüncen var. İçte bilgeliğin getirdiği bir dönüşüme uğramadan
görünüşte bir rahip olmanın ne anlamı var?” dedi ve çekip gitti.
Hedefe ulaşmak için dışta değişim değil, içte dönüşüm gerekir.
12- BEN DEĞİL BİZ
Bir zamanlar Manikya Vachikar adında Tanrı’ya çok inanan büyük bir âlim
yaşıyordu. Bir gün bir köye doğru giderken yolda yağmura yakalandı. Sığınacak bir yer
aradı, ama etrafta sadece küçük bir kulübe ve onun küçücük bir verandası vardı.
Hemen verandanın altına doğru koştu. Gece yarısı oldu ve hava oldukça soğumuştu.
Evin sahibi ve ailesi uykuda idiler. Âlim dizlerini göğsüne yaklaştırarak yere uzandı ve
uyumaya çalıştı.
Birkaç dakika sonra yağmurun altında bir adamın koştuğunu gördü. Hemen ona
şöyle seslendi, “Hey arkadaş, buraya gel haydi! Dışarıda ıslanma, burada sana da yer
var.” Bu sefer ikisi o daracık yere sıkış tıkış oturarak yağmurdan korundular.
Aradan biraz daha zaman geçince bu sefer üçüncü bir adamın daha sağanak
yağmurun altında yürüdüğünü fark ettiler. Her ikisi de ona doğru seslendi, “Gel lütfen!
Burada sana da yer var! Gel ıslanma!” İkisi ayağa kalktı ve gelene yol açıtılar. Üçü de
o daracık verandanın altında sıkışarak ayakta yağmurun dinmesini beklediler. Yarım
saat sonra da yağmur dinince birbirlerine teşekkür ederek hepsi de kendi yollarına
gittiler.
İnsan “ben”’den ve “benim”’den “biz”’e ve “bizim”’e doğru gitmelidir ve bütün
dünyayı mutlu etmeye gayret etmelidir.
13- AYDINLANMA
Kralın biri bir zamanlar etraftaki bütün bilgeleri huzuruna çağırttı ve onlardan şu üç
soruyu cevaplamalarını istedi. 1) Tanrı ne yapar? 2) Tanrı kime doğru bakar ve
rahmetini kime gösterir? 3) Tanrı nerede yaşar ve O’na nasıl ulaşırız? Toplantı
Salonunda toplanan bilgelerden hiçbir tanesi bu soruların hiçbirini cevaplayamadı.
Bunun üzerine bu sorular tüm halka dağıtıldı.
Bir gün omzunda yırtık bir battaniye olan fakir bir çoban kralın huzuruna çıktı ve
sorulan üç soruyu da cevaplayacağını söyledi. Fakat kral adamın cevabı
verebileceğinden kuşkulandı ve “Eğer vereceğin cevaplarla beni tatmin edemezsen
senin başını kestiririm.”
Çoban bu sözlerden hiç etkilenmemişti. Hiç korkmadan “Tabii ki soruları
cevaplayabilirim. Ama bir şartım var. Ben sizin tahtınıza oturacağım, sizin giysinizi
giyeceğim ve sizin tacınızı takacağım. Siz de yerde benim giysilerimle ve omzunuzda
benim battaniyemle oturacaksınız.” Kral düşündü ve çobanın şartlarını kabul etti. Her
ikisi yer değiştirdiler. Çoban şimdi kral giysisi içinde başında tacı ile tahtta oturmakta
idi, kral da çobanın giysileri ile yerde idi. Çoban, krala “Şimdi bana ilk soruyu
sorabilirsin!” diye seslendi.
Kral ilk soruyu sordu. “Tanrı ne yapar?” Çoban hemen cevap verdi, “Tanrı kendi
arzusuna göre zengini fakir, fakiri de zengin yapar. Örneğin sen biraz önce zengindin
ve bir kraldın, şimdi ise sadece fakir bir çobansın. Ben de tam tersi, fakirken birkaç
dakika içinde aniden kral oldum. İşte Tanrı bunu yapar.”
Kral verilen cevap ile tatmin olmuştu, ikinci soruyu sordu, “Tanrı kime doğru bakar
ve rahmetini kime gösterir?” Çoban krala yanmakta olan bir lamba gösterdi ve sordu,
“Bu lamba kime doğru bakıyor?” Kral, ”Bütün her yöne doğru bakıyor.” Diye cevapladı.
Çoban da, “İşte aynı bu lamba gibi Tanrı da her yöne ve herkese doğru bakar ve
rahmetini aynı bu lambanın ışığını gibi her yere dağıtır” dedi.
Bu cevabı da beğenen kral üçüncü soruyu sordu, “Tanrı nerededir?” Çoban bir tas
süt getirttirdi ve krala sütü göstererek sordu. “Bunun içinde tereyağı nerede bulunur?”
Kral tereyağının sütün her damlasında gizli olarak bulunduğunu söyledi. Bunun
üzerine çoban şöyle dedi, “Aynı şekilde Tanrı her yerde, her şeyde ve evrenin her
santimetrekaresindedir.” Kral, “Eğer öyleyse Tanrı bana görünmelidir.” deyince çoban
hemen şöyle cevap verdi. “Evet, tereyağını elde etmek için sütü kaynatmak, soğutmak,
çırpmak, kestirmek ve çalkalamak gereklidir. Aynı şekilde Tanrı’yı görmek isteyen de
birçok sıkıntılara katlanmalı ve birçok imtihandan başarı ile geçmelidir.”
Kral bu cevaptan da çok hoşlanmıştı. Kendisini aydınlatmasının karşılığında
çobana çok değerli hediyeler verdi.
14- İNANCIN GÜCÜ - IYER
Tamilnadu’da fakir ve dul bir kadın oğlu ile birlikte yaşıyordu. Anne bir gün oğlunu
karşısına aldı ve şunları söyledi, “Oğlum, çevremizde bizim gibi çok sayıda fakir insan
yaşıyor. Bunlar aynı bizim gibi birçok zorluklara, sıkıntılara ve adaletsizliklere
katlanıyorlar ve acı çekiyorlar. Senin derslerine iyi çalışmanı, okulunu başarıyla
bitirmeni ve bu zavallı ve aşağılanan insanlara yardım ederek onlara adalet getirmeni
istiyorum.”
Annesinin bu sözleri genç çocuğu çok etkilemiş ve kararlı olmasını sağlamıştı. Çok
zeki ve yetenekli olmamasına rağmen üniversiteye kadar okudu. Evde elektrik
olmadığı için gece sokak lambalarının altında ders çalışırdı. Büyük bir inanç içinde ve
kararlılıkla çok çalıştı, çabaladı. Bu büyük çabanın eseri olarak bir gün Hukuk
Fakültesini bitirdi.
Annesinin arzusu üzerine kendisini zayıf, çaresiz ve zor durumda olan insanlara
hizmet etmeye adadı. Zaman içinde gayreti, teslimiyeti ve kendini adaması sayesinde
İngiliz İdaresi altında Madras Eyaleti Yüksek Mahkemesinin ilk Hint kökenli Baş
Hâkimliğine yükseldi. Onun adı Muthuswamy Iyer idi.
Fakir bir aileden geldiği halde annesinin kutsal düşünceleri ve kendisine verdiği
ilham sayesinde ve kendisinin kararlılığı, teslimiyeti, gayreti ve inancının gücü ile en
yüksek mertebeye ulaşmıştı.
Eğer istek ve inanç varsa, mutlaka başarıya giden bir yol bulunur.
15- KUTSAL DÜŞÜNCELER – MC DONALD
Bir zamanlar İngiltere’de çocukluğundan beri yeteneği ve kapasitesi ölçüsünde
daima insanlara yardım etmeye çalışan bir genç vardı. “Hayat felsefesi “Her zaman
yardım et, hiçbir zaman incitme!” idi. Geçimini çok çalışarak sağlamakta idi. Okuldaki
çocuklara yardımcı olmak için onların ailelerine yazdıkları mektup zarflarının üzerine
adres yazmaya yardım ediyor, adresi yazdıktan sonra da “Tanrı sizi korusun!”, “Tanrı
uludur” gibi sözler yazıyordu.
Bazen yeterli iş bulamamakta ve bu zamanlarda açlık çekmekte idi. Ancak buna
rağmen kalbi kutsal düşüncelerle ve kutsal duygularla dolu idi. Bu asil düşüncelerle
büyüdü ve bir gün İngiltere Başbakanı oldu. Onun adı Mac Donald idi.
İnsanın kutsal düşünceleri ve duyguları varsa, bu onu hayal bile edemeyeceği
yerlere çıkartır.
16- GUGUK KUŞU – GANDHİ
Mohandas Karamchand Gandhi’nin annesi olan Puttalibali, Hakikat ve Doğru
Davranışa inanan, bu ikisinden hiç ayrılmayan ve hiç ödün vermeyen bir insandı. Her
sabah Guguk kuşu öttükten sonra kahvaltı etmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir sabah
guguk kuşu ötmedi, bu yüzden de Puttalibai yemek yemiyordu. Bunu gören genç
Gandhi annesinin aç kalmasına dayanamadı ve arka bahçeye giderek guguk kuşu gibi
öttü. Sonra da annesine giderek artık guguk kuşu öttüğüne göre kahvaltısını
yapabileceğini söyledi.
Puttalibai, oğlunun oynadığı oyunu fark etmişti. Onun bu davranışına çok üzüldü
ve ağlayarak dövünmeye başladı, “Allahım! Ben ne gibi bir günah işledim de böyle
yalancı bir oğlan çocuğu benden doğdu?”
Bunun üzerine Gandhi annesine sarılarak yalvarmaya başladı, “Anneciğim seni
üzdüğüm için çok özür dilerim, sana söz veriyorum bundan sonra hayatım boyunca bir
daha asla yalan söylemeyeceğim.”
Söylemedi de!
17- ÖNE EĞİK
Paris’te yaşayan orta halli bir kadın vardı. Küçük geliri ile az bir miktar para
biriktirebilmişti. Bu para ile battaniye satın alır, kışın yol kenarlarında yatan ve uyurken
üşüyen çocukların üzerlerine örterdi.
Zaman içinde daha çok para kazanmaya başladı, zenginliği arttı ve katlandı.
Battaniyeleri taşımak için iki tekerlekli bir yük arabası aldı. İnsanlar onun hizmet
ruhunu ve yaptığı fedakârlıkları görerek takdir ediyorlardı. Bir gün bazı insanlar ona
giderek şöyle sordular, “Büyükanne! Sen uzun zamandan beri bu fakirler ve
düşkünlere hizmet ediyorsun. Bakıyoruz hep komşular senin için güzel sözler
söylüyorlar ve sana övgüler diziyorlar. Fakat senin başın hep böyle öne eğik! Niye?”
Yaşlı kadın şöyle cevapladı, “Sevgili oğullarım! Ben başımı gurur ile dik
tutabileceğim ne yapıyorum ki? Tanrı bana binlerce elleriyle veriyor, ama ben sadece
iki elimle verebiliyorum. İşte hep bu utançtan dolayı başım daima öne eğiktir.”
Gerçek bir insan aynı bu yaşlı kadın gibi fakirlerle ve düşkünlerle ilgilenir ve
varlığını onlarla paylaşır.
18- KOŞULSUZ SEVGİYE ÖRNEK
Bir genç adam çok öfkeli bir anında arkadaşını hunharca öldürmüştü. Polis onu
yakaladı ve hâkimin karşısına çıkardı. Bütün dava boyunca katilin yüzü çelikten bir
maske takmışçasına nefret ve kıskançlıktan kaskatı kesilmişti. Hâkim hükmünü
açıklamadan önce ölen kişinin yakınlarına konuşmaları için bir fırsat verdi. Ölen gencin
annesi yavaşça katile doğru yürüdü, doğrudan gözlerinin içine baktı ve alçak sesle
şöyle dedi, “Ben içimde senin için hiçbir kötü duygu beslemiyorum. Sana karşı bir
nefretim yok! Ben senden nefret edemem!” Bu sözler katilin yüzünü biraz olsun
yumuşatmıştı.
Sonra kurbanın büyükannesi ayağa kalktı, yine yavaşça ona doğru giderek
gözlerine baktı ve “Sen bir suç işledin. Ben çok üzgünüm ki sen altın kuralı çiğnedin!
Kural şudur, ‘Tanrı’yı tüm kalbinle, ruhunla ve aklınla sev! Komşunu ise kendin gibi
sev!’ Ben senin komşunum. Her ne ise, sen benim adresimi biliyorsun. Eğer bana
mektup yazmak istersen yaz! Ben sana cevap veririm. Benim torunumu öldürdüğün
için senden nefret etmeye çalıştım, fakat senden nefret edemem. Ben senin için
üzülüyorum, çünkü sen yanlış seçim yaptın!” dedi ve sonra gidip yerine oturdu.
Katil suçluluk duygusuyla başını önüne eğdi. Gözlerindeki o vahşi ve kötü ve vahşi
bakış kaybolmuştu. Bu iki koşulsuz sevgi duyan ve acı içerisindeki anne karşısında o
donuk çelik maskesi erimişti. Koşulsuz sevginin ışığı katilin kalbinin derinliklerine kadar
işlemişti.
Bu iki kadın basit sözleri ile katilin kalbini erittiler ve koşulsuz sevgileri ile onu
dönüşüme uğrattılar. Bu iki kadın kutsal kitapların öğretisi olan ‘Komşunu kendin gibi
sev!” sözünü uygulamaya koymuşlardı.
19- ÇALIŞMAK İBADETTİR
Tanrı’nın sadık bir saliği olan Anthony, İtalya’da yaşıyordu. Hayatını keman yapıp
satarak kazanıyordu. Bir kemanı yapmak onun bütün bir yılını alıyor ve bu yüzden
ailesini geçindirmek için çok fazla para kazanamıyordu. Bunun sonucunda da ailesi
büyük zorluklarla hayatta kalmaya gayret ediyordu.
Bir gün Anthony’nin bir arkadaşı ona geldi ve onu azarladı. “Anthony, nasıl olur da
yılda sadece bir tek keman satarak aileni geçindirebilirsin? Bu aptallık değil mi?”
Anthony arkadaşının bu ağır sözlerine hiç gücenmeden alçak sesle şöyle cevap verdi,
“Tanrı mükemmeldir. O’nu memnun edebilmek için, biz de düşüncelerimizde,
sözlerimizde ve davranışlarımızda mükemmel olmalıyız. Ben bu düşünce ile
mükemmel bir keman yapabilmek için uğraşıyorum. Bu da benim bir yılımı alıyor.
Böyle mükemmel kemanları yapıp satmaktan ben büyük keyif alıyorum, çünkü Tanrı
mükemmel yapılan işlerden mutlu olur. Bir yıl boyunca kusurlu birçok keman yapıp
satarak çok para kazanmaktansa bu bana çok daha fazla mutluluk veriyor.” Bu sözler
üzerine arkadaşı ağzını bile açamadı.
Tanrı’ya çalışma yolu ile ibadet edebilirsiniz!
20- NASIL BAKAR VE GÖRÜRSEN
Babasının ölümünden sonra Vivekananda annesi ile oturmaya başlamıştı. Bir gün
annesi onu köy pazarından bir şeyler alması için gönderdi. Sipariş edilenleri aldıktan
sonra eve dönerken Vivekananda sağanak bir yağmura yakalandı. Yağmurdan
korunmak için bir çiçekçi dükkânının verandasına sığındı. Biraz sonra ellerinde sepet
dolusu balıklar ile iki balıkçı kadın da sığınmak için aynı yere geldiler. Gece oldu,
Vivekananda torbaları ile bir köşede oturuyordu. Bu iki kadın biraz şekerleme yapmak
için hazırlık yaptılar. Uzandıklarından bir müddet sonra bir kadın diğerine şöyle
seslendi, “Bu çiçeklerin kokusundan uyuyamıyorum!” Diğer kadın da ona balık sepetini
başının altına yastık gibi koymasını söyledi. Onun bu tavsiyesini dinleyen kadın anında
derin bir uykuya daldı.
Ertesi sabah Vivekananda eve doğru tekrar yola koyuldu. Yolda giderken ileride
yolun kenarında bir adamın baygın vaziyette yerde yattığını gördü. Yolun karşısında
durdu ve adamı seyretmeye başladı. Biraz sonra yoldan geçen iki hırsızdan biri
diğerine, “Bu adam herhalde dün gece birçok hırsızlık yapıp yorgun düştü ve şimdi
böyle bitap ve bilinçsiz vaziyette burada baygın yatıyor” dedi.
O sırada bu sahneyi gören diğer bir yolcu da, “Bu adam da herhalde aynı benim
gibi hastalık nöbetlerini böyle baygın vaziyette geçiriyor, ne kadar kötü!” diye yorum
yaptı.
Birkaç dakika sonra bu sefer oradan geçen bir rahip yerde yatan adamı görünce
kendi kendine şöyle mırıldandı, “Bu adam ne kadar şanslı! Herhalde kendisi büyük bir
aziz ve şu anda mutlak sürurun tadını çıkartıyor ve ben de ona hizmet edebilme
fırsatını elde edebildiğim için gerçekten çok şanslıyım.” Böyle diyerek rahip yerde
yatan adamın ayaklarını ovmaya başladı ve adam tekrar bilincine kavuştu.
Bu her iki olaya da tanıklık eden Vivekananda’nın aklına şimşek gibi şu düşünce
geldi. “İyi ve kötü düşünceler zihin ile ilgilidir, toplumla ilgili değildir. Topluma bakarak
farklı yorumlarda bulunan daima zihindir!
21- OLAĞANÜSTÜ BİR ÇOCUK – ADİ SANKARA
Siva Guru, Adi Sankara’nın babası idi. Ölümünden 10 gün önce Siva Guru bir rüya
gördü. Rüyasında kendisine Adi Sankara için iplik seremonisi(evlilikte yapılan bir
seremoni) yapması mesajı veriliyordu. O zamanlar Adi Sankara yalnızca üç yaşında
idi. Sivaguru buna rağmen üç yaşındaki oğlunun iplik seremonisini gerçekleştirdi. Ve
on gün sonra da öbür âleme intikal etti. Yalnız kalan acı içindeki annesi bütün ömrünü
Adi Sankara’yı büyütmeye adadı. Onu bir öğretmene götürdü. O da Adi Sankara’ya
bütün kutsal metinleri öğretti. 16 yaşına geldiğinde Shankara kutsal kitapları ve
felsefenin altı değişik sistemini öğrenip bitirmişti. Tabi bu sırada annesi oğlu Shankara
için evleneceği bir kız arıyordu. Fakat Shankara bekâr kalmak ve bir din adamı olmak
istiyordu.
Bir gün Shankara‘nın annesi nehir kıyısına su getirmeye gidiyordu. Shankara
annesini takip ederek ona yalvardı, “Anne, lütfen bana din adamı olabilmem için izin
ver!” Annesi onun bu ricasına boyun eğmeyince Shankara nehrin kıyısına geldiklerinde
hemen suya atladı. Suyun derin kısımlarına geldiğinde ellerinden birisini havaya
kaldırdı ve bağırarak annesine seslendi ,”Anne, beni bir timsah yakaladı, sen bana izin
vermedikçe beni bırakmayacak!” Annesi hemen cevap verdi, “Oğlum eğer sen
timsahtan ancak bir zaviye hayatı seçerek kurtulabileceksen istediğin yola gidebilirsin,
uzun yaşa oğlum!”
Bu sözleri duyan Shankara derhal nehirden çıktı ve annesine şöyle dedi, “Dünya
yaşamının okyanusunda dünyevi arzular tarafından az daha aynı bir timsah tarafından
yakalanır gibi yakalanıyordum. Sen bana bir zaviye olmam için izin verdiğin anda ben
dünyevi bağımlılıklardan kurtularak özgür oldum.”
Shankara annesine böyle dedikten sonra yola çıktı, birçok kutsal mekânları,
mabetleri ziyaret etti ve herkese şunları söyledi, “Bedenler farklıdır, formlar farklıdır,
fakat içlerindeki İlahi Öz aynıdır. İlahi Varlık her varlığın içinde mevcuttur. Aynı bütün
şeker kamışlarının içindeki tatlı sıvı gibi her canlının ve her varlığın içinde aynı Tanrı
ikamet eder!”
Sankara mı Shankara mı?
22- UBHAYABHARATHİ
Ubhayabharathi bilge bir kadındı. Bir Adi Sankara onun kocası ile bir tartışmaya
girmişti. Tartışmanın galip gelenini belirlemek görevi hakem olarak seçilen
Ubhayabharthi’ye aitti. Adi Sankara onu özellikle hakem olarak istemişti, çünkü
Ubhayabharthi bilgeliği ve tarafsızlığı ile tanınıyordu. Tartışmanın sonunda yenilen
taraf her şeyden vazgeçerek ormana gidecek ve bir zaviye hayatı yaşayacaktı.
Ubhayabharthi tartışmanın galibi olarak kocasını değil, Adi Sankara’yı seçti. Bu
durumda kendisi de evini malını mülkünü terk ederek kocası ile birlikte ormana basit
bir yaşantı sürmeye gitti.
Orada da kısa sürede bilgeliği sayesinde tanındı ve ün saldı. Bir çok öğrencisi
olmuştu. Kendi adına bir ikametgah inşa ettirdi. Bu binaya yalnızca kadın salikler kabul
ediliyordu. Bir gün Ubhayabharati ve yanında salikleri nehre banyo yapmaya
gidiyorlardı. Yolda su kabını başının altına alarak uyumakta olan bir rahip gördüler.
Ubhayabharati adama hakiki feragati öğretebilmek ve bu sayede öğrencilerine bir ders
vermek istedi. Saliklere dönerek yüksek sesle, “Şu adama bir bakın. Zaviye olduğunu
zannediyor, ama o değersiz su kabından vazgeçememiş. Hırsızlar çalmasın diye su
kabını başının altına alarak uyuyor.” Bu sözleri duyan rahip uyandı ve çok öfkelendi.
Ubhayabharati’nin dönüşünü beklemeye başladı.
Dönüşte Ubhayabharati altında oturmakta olduğu ağaca yaklaştığı sırada rahip su
kabını Ubhayabharati’nin ayaklarının dibine doğru fırlattı. Bunun üzerine
Ubhayabharati şöyle dedi, “Ne kadar yazık! Ben bu rahibin yalnızca bağlılıkların bir
kölesi olduğunu zannediyordum. Meğer egoizmin de/bencilliğin de kölesi imiş!”
Adamın önüne giderek durdu ve şunları söyledi, “Senin bencilliğin bağlılıklarınla
birlikte büyüyor. Bu yaptıkların üzerinde taşıdığın elbiseye hiç yakışmıyor. Bencillikle
ve bağlılıkla dolu olduğun müddetçe hakiki feragate ulaşamazsın!”
Bu şekilde adama dünyevi bağlılıklardan vazgeçmesini öğütledi. Adam o anda
tamamen dönüştü ve Ubhayabharati’nin ayaklarına kapandı. O andan sonra artık
gerçek bir rahip olmuştu.
İnsan giydiği kıyafete ve görünüşüne uygun olarak davranmalıdır.
23- ÜÇ MÜCEVHER
Iswarachandra Vidyasagar annesi tarafından İnsani Değerler aşılanarak
büyütülmüştü ve sonunda kendisini topluma hizmete adayan asil bir insan oldu. Annesi
ona şöyle demişti, “Gerçek eğitim seni Tanrı’ya götüren eğitimdir. Akademik eğitim
sana topluma hizmet etmene ve insanlığın yararı ve yükselmesi için işler yapmana
yardım etmelidir. Sen başka insanlar için bir örnek oluşturmalısın ve ideal bir yaşantı
sürdürmelisin!”
Bu sözleri kalbine nakşederek fakirliklerine rağmen kendi gayretleri ile okudu ve bir
meslek sahibi oldu. Zaman içinde daha yüksek eğitimler de aldı ve toplum içinde
saygın bir konuma ulaştı.
Bir gün annesine gitti ve gelirinden biriktirdiği bir miktar para kendisine ne
alabileceğini sordu. Kadın hiçbir şey istemediğini söyledi. Aradan zaman geçti Iswara
sık sık kendisine aynı soruyu sormaya devam ediyordu. Annesi artık sorulardan
bıkınca kendisine üç tane mücevher istediğini, ama bunların neler olduklarını
kendisine sonra söyleyeceğini belirtti.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Iswara’nın durumu daha da iyileşmişti. Annesine
yine aynı soruyu sordu ve kendisinden istediği o üç mücevherin neler olduğunu
söylemesini istedi.
Annesi şöyle cevapladı, “İlk istediğim mücevher bizim bu geri kalmış köyümüz için
bir ilkokuldur. İkincisi yine köylülerimiz için bir küçük hastanedir. Ve üçüncüsü de senin
bilgini para ile satmaman ve onunla öğünmemendir. Kendini herkesin hizmetinde imiş
gibi düşün. Hizmet, insanı liderliğe götüren yoldur. Benim senden istediğim üç
mücevher bunlardır.”
Annesinin arzusu üzerine Iswara köyünde bir ilkokul ve bir hastane yaptırdı ve
bütün ömrünü yurttaşlarına hizmete adadı. Iswara bugün sahip olduğu bilgi ve halka
hizmeti ile hatırlanmaktadır. İnsana yapılan hizmet, Tanrı’ya yapılan hizmettir.
24- ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK GERÇEK BİR İNSAN OLDUĞUNUN GÖSTERGESİDİR
Iswarachandra Vidya Sagar çok sayıda insanı toplayabilen çok etkili bir konuşmacı
olarak tanınırdı. Onun konuşmaları ilham verici idi ve insanlara asil duygular aşılardı.
Bir subay da Vidyasagar’ı dinlemek için trenle konuşmanın yapılacağı şehre doğru
yolculuk yapıyordu. Tren istasyonda durduğu zaman trenden aşağıya indi ve elindeki
valizin taşınması için bir hamal çağırmak istedi. Ancak etrafta kimse olmayınca yerde
valizi ile olduğu yerde öylece beklemeye başladı. O sırada aynı trenden inmiş olan bir
yaşlı adam onun valizini taşımayı önerdi. Adamın basit elbisesinden onun zavallı bir
köylü olduğunu zanneden subay kalacağı otele kadar adamın valizini taşımasına izin
verdi. Otele vardıklarında subay adama zahmetlerine karşılık bir rupee uzattı.
Fakat yaşlı adam parayı almayı reddetti ve “Size hizmet etmek benim ödülümdür!”
dedi. Kendisine uzatılan parayı almadan orayı terk etti ve yoluna gitti.
Akşam olduğunda Vidya Sagar’ı dinlemek için miting alanında çok sayıda insan
toplanmıştı. Herkes onu görebilmek ve hoş geldin karşılaması yapabilmek için
heyecanla bekliyordu. Sahneye çıktığı anda hemen boynuna çok sayıda çiçek
çelenkleri astılar. Genç subay da dinleyiciler arasındaydı. Subay sahneye çıkmış olan
adama baktığında onun Vidya Sagar olup olamayacağını düşündü. Konuşmacı adam
sabahleyin kendisinin valizini taşımış olan adamdı. Genç subay yaptığı hatayı fark etti
ve böyle büyük bir insana kendi cehaleti, kibiri ve gururu ile saygısızca davranmış
olduğu için kendinden utandı. Genç subay alçak gönüllülüğün gerçekten eğitilmiş
olmanın göstergesi olduğunu anlamıştı.
25- MARKANDEYA
Markandeya’ya onaltı yıllık bir ömür süresi tayin edilmişti. Bunu hem annesi ve
hem de babası biliyordu. Annesi devamlı surette onunla ilgileniyor ve onu aynı göz
kapağının gözü koruduğu gibi her şeyden koruyordu. Babası da onu her türlü
kötülükten ve tehlikeden korumaya çalışıyordu. Öğretmenleri ona çeşitli ilimler
öğretiyorlardı. Fakat ne anne ve babasının, ne de öğretmenlerinin onun yaşam süresi
hakkında herhangi bir güçleri yoktu. Markandeya da bu hakikati kavramış ve bu
yüzden on altı yaşında ölümden kurtulmak için kendisini tamamen Tanrı’ya adamıştı.
On altıncı doğum gününden bir gün evvel Markandeya, tapınağa gitti, başını
tapınaktaki Lingam heykelinin üzerine koydu ve ona kolları ile ona sarılarak dua etti,
“Tanrım, Sen benim tek sığınağımsın/kurtarıcımsın.”
Bu şekilde dua ederek gözlerini kapattı ve Lingam’a sıkı sıkı sarılarak iki gün
boyunca bu vaziyette kaldı. On altıncı yaş günü bitmek üzereyken Ölüm meleği oraya
geldi ve Markandeya’nın canını almaya hazırlandı. Fakat Markandeya o sırada Lingam
heykeline sımsıkı sarılmış bir durumda olduğu için yapacağı işi erteledi. Ancak orayı
terk etmiyor, çocuğun boş bir anını bekliyordu. Tapınağın rahibi bunu fark ederek ölüm
meleğine çıkıştı, “Tanrı ile bir olmuş birisine dokunmaya nasıl cesaret ediyorsun?”
Ölüm meleği bunun üzerine çocuğu kutsadı ve ona uzun bir ömür tayin etti.
Linga sonsuzluğun bir sembolüdür; yuvarlak ve elips şeklindedir. Kâinattaki her
şeyin onun içinden çıkmıştır ve yine onun içinde eriyerek birleşecektir; yaratılışın
sembolüdür, en başta var olan o en eski üç niteliğin ve Yüce Varlığın faaliyetlerinin
sonucudur ve bunlar her şeyin içine nüfuz ederek o cisme değer kazandırırlar. Her
varlığın onun içinde eridiği formdur; bu manevi yaşam yolunda yürürken sana yol
gösteren ve seni koruyup kollayan prensiptir.
26- ASHTAVAKRA
İmparator Janaka ülkedeki âlimleri huzurunda toplamıştı. O sırada Ashtavakra
adında (bedeninde sekiz tane özrü bulunan şahıs anlamına gelir) özürlü bir rahip de
Kabul Salonundan içeriye girdi.
Salonda bulunan bütün âlimler onun bu özürlü formuna bakarak ona güldüler.
Bunun üzerine Ashtavakra da onlara bakarak kahkahalar atarak yüksek sesle güldü.
Bunun üzerine âlimler ona neden kendisinin de güldüğünü sordular. Ashtavakra şöyle
cevap verdi,
“Kralın buraya ülkenin en büyük âlimlerini çağıracaklarını işitmiştim. Ama benim
formuma bakarak gülen kişilerin bir âlim değil yalnızca birer ayakkabı tamircisi
olabilirler diye düşündüm ve bu yüzden güldüm tabii ki. Bir ayakkabı tamircisi yalnızca
derinin dışı ile ilgilenir, içindekiler ile değil. Böylece sizler de beni yalnızca dış
görünüşüm ile değerlendirdiğinize göre ancak birer alim değil ancak birer ayakkabı
tamircisi olabilirsiniz. Gerçekten bilge bir kişi her canlı varlığın içindeki İlahi Varlığı
görür.”
27- BAKIŞ AÇISI
Pandavalar ve Kauravalar kardeş çocukları yani kuzenlerdi. Pandavalar beş
kardeş, Kauravalar ise yüz kardeşlerdi. Dharmaraja Pandavaların en büyüğü idi.
Duryodana ise Kauravaların en büyüğü idi. Her ikisinin de hocaları Dronacharya idi. Bir
gün hocaları Dronacharya, Dharmaraja’ya ülkeyi dolaşıp ülkenin en kötü insanını
bulmasını istedi. Duryodhana’ya da aynı şekilde ülkenin en iyi insanını bulmasını
söyledi.
Her ikisi de bütün krallığı dolaştılar ve geri döndüler. Dharmaraja verdiği raporda
ülkede hiçbir tane kötü insan bulamadığını, hepsinin iyi insanlar olduklarını söyledi.
Duryodana da tam tersine ülkede kendisinden daha iyi bir tane bile insan bulamadığını
ve hepsinin kötü olduğunu rapor etti. Aynı ülkeyi gezmişler, aynı insanları görmüşler ve
buna rağmen her ikisi de birbirine tam zıt görüş bildirmişlerdi.
Dronacharya onların verdikleri raporlar üzerine düşündü taşındı ve her ikisinin de
bakış açılarının verdikleri kararı etkilediklerini belirtti. Dharmaraja iyi bir insandı ve bu
yüzden herkesin iyi olduğunu düşünüyor herkesin içindeki iyiyi görüyordu. Duryodhana
da o şeytani zihni ile insanların yalnızca kötü taraflarını görüyordu.
Her şey insanın bakış açısına göre değişir.
28- YARIN GEL
Bir adam oğlunu evlendirmek istiyordu. Fakat bunun için gerekli parası yoktu. Bu
yüzden Pandava kardeşlerin en büyüğü olan Dharmaraja’ya giderek yardım istedi.
Dharmaraja cömertliği, ağzından çıkan sözü mutlaka yerine getirmesi ve Doğru
Davranıştan asla ayrılmaması ile tanınmıştı. Dharmaraja adama ertesi gün gelip
kendisini görmesini, istediği şeyi vereceğini söyledi. Dharmaraja’nın küçük kardeşi
Bhima da abisi ile köylü arasındaki bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Ona bir ders
vermek istedi.
Bhima hemen hizmetkârlarını çağırdı ve büyük bir festival düzenleyeceğini söyledi.
Bu yüzden de bütün şehri mango yaprakları, çiçekler ve rengârenk süslemeler ile
donatmalarını emretti. Şehir sokakları hemen uygun bir şekilde süslenerek dekore
edildi ve bir festival hazırlığı görüntüsü verildi. Ertesi gün için yapılan tüm bu
süslemeleri ve festival hazırlıklarını fark eden Dharmaraja, kardeşi Bhima’ya giderek
kutlamanın sebebini sordu. Bhima alçak gönüllü bir şekilde cevap verdi, “Sevgili abim!
Ben senin verdiğin sözü mutlaka yerine getireceğini biliyorum. Bugün gelen köylüye
verdiğin yardım sözünü işittim ve bu yüzden de yarın mutlaka hayatta olacağını
biliyorum. Ölümü yendiğini düşünüyorum. Bunu kutlayabilmek için bütün bu
süslemeleri ve hazırlıkları yaptırdım.”
Dharmaraja mesajı almıştı. Kardeşine teşekkür ederek hemen köylüyü çağırttı ve
ona istediğini verdi.
İyi davranışlarınızı ertelemeyiniz ve hemen şimdi yapınız!
29- BİRBİRİNİ SEVEN KARDEŞLER
Ayodha kralı Dasharatha’nın dört oğlu vardı. Bunlar Rama, Bharatha, Lakshmana
ve Satrughna idiler. Bunlar daha henüz genç birer çocukken aralarında oyun
oynuyorlardı. Oyun bittikten sonra en büyükleri Rama annesi Kausalya’ya doğru koştu
ve mutlulukla onun kucağına oturdu. Annesi ona mutluluğunun sebebini sorduğu
zaman Rama oyunu Bharatha’nın kazandığını ve kendisinin de buna çok sevindiğini
söyledi.
Biraz sonra yüzü asık bir şekilde Bharatha annesi Kausalya’ya geldi. Annesi bu
sefer ona üzüntüsünün sebebini sorunca Bharatha oyunu neredeyse kaybetmek üzere
olduğunu, fakat Rama’nın ne yapıp edip yine kendisinin kazanmasını sağladığını
söyledi. Abisi oyunu kaybettiği için de çok üzgün olduğunu söyledi.
Kausalya yaşça büyük ağabeyin küçük kardeşinin oyunu kazanmasına
sevinmesini ve küçük kardeşin de ağabeyi oyunu kaybetti diye üzülmesini kardeşler
arası sevginin en güzel bir örneğini oluşturduğunu belirtti. Kardeşler arasında sevgi
işte böyle olmalıdır.
30- HAKİKİ ARKADAŞ
Bir adam herkese karşı nazik, eli açık ve sevecen davranırdı. Üç tane iyi arkadaşı
vardı. Bir seferinde bu adamın mahkemede bir davası vardı. Arkadaşlarından birisine
giderek kendisi ile beraber mahkemeye gelerek kendisini desteklemesi ve tanık olması
için ricada bulundu. Arkadaşı kendisi için her şeyi yapabileceğini fakat mahkemeye
gelerek tanıklık yapamayacağını söyledi.
Adam bunun üzerine ikinci arkadaşına giderek aynı ricada bulundu. Arkadaşı
kendisi ile mahkeme binasına kadar gelebileceğini, ancak duruşma salonuna girerek
kendisi için tanıklık yapamayacağını ve kendisine arka çıkamayacağını söyledi. Sıra
üçüncü arkadaşında idi. Bu arkadaşı tüm alçak gönüllülüğü ve tevazusu ile şöyle
cevap verdi, “Sevgili arkadaşım, her nereye gidersen git ben seni aynı bir gölge gibi
takip ederim, mahkemede de senin yanında durur ve senin için tanıklık yaparım. Adam
bunun üzerine bu arkadaşının hakiki bir arkadaş ve dost olduğunu anlamıştı.
Bu hikâyenin içsel anlamı şöyledir: Birinci arkadaş zenginliği, refahı, gönenci,
serveti, sahip olunan arazileri, binaları ve diğer mal mülkü temsil eder. Bunlar insana
bu dünyada en büyük mutluluğu veren şeylerdir. Onlarla ne kadar çok ilgilenirse
ilgilensin, bunlar insana öldüğü zaman refakat etmezler. İkinci arkadaş insanın eşini,
çoluk çocuğu, akrabaları, hizmetkârları ve arkadaşları temsil eder. Bunlar da insana
ancak mezara kadar eşlik ederler. Hiçbirisi ona arkadaşlık etmek için onunla birlikte
ölmez. Üçüncü arkadaş ise insanın yaptığı iyi davranışları temsil eder. Bunlar insana
ölümden sonra da eşlik ederler ve nihai muhakemede ve hesap gününde onun
yanında durarak ona tanıklık ederler.
31- KRAL NASILSA HALKI DA ÖYLEDİR
Bir zamanlar Bhojaraja adında bir kral vardı. Çok iyi kalpli ve cömert bir kraldı.
Halkı onu çok severdi. Bir gün kraliçe krala hizmet ederken saçlarında beyazlara
rastladı. Bu yaşlılık alametiydi. Kraliçe buna çok üzüldü ve krala anlattı. Bunun üzerine
kral Bhoja bu işaretin artık son feragat için hazırlanmak gerektiğinin bir alameti
olduğunu söyledi.
Son hazırlığın yapılması için gelen bu uyarıyı dikkate alan kral bütün adamlarını ve
bakanlarını bir araya topladı. Kendisinin ormana kefaret çekmek için gitmeye
hazırlandığını ve ülkenin idaresini bakanlarına bırakacağını anlattı. Haber ülkede
büyük bir yangın gibi çabucak yayıldı.
Bu haberi duyan herkes kendisinin hemen ormana gidip duaya başlayacağını ve
Tanrı’ya yalvararak krallarının uzun yaşaması için dua edeceğini söylüyordu. İşte
halkın kendi kralları için sevgileri böyle idi. O kral krallığındaki herkesi kendi çocukları
gibi sever ve öyle davranırdı.
İnsanlar kalabalıklar halinde ormanda toplanarak kefaret yapmaya başladılar. Bir
melek onların önünde belirerek dualarının sebebini sordu. Onlar da krallarının uzun bir
yaşam ile kutsanmasını istediklerini söylediler. Melek, ”Öyle olsun!” dedi. Kalabalık
halk kitlesi ormandan geri döndüler ve büyük bir mutluluk içinde Tanrı’nın krala olan
ihsanını anlattılar.
Bunu duyan kraliçe hemen krala giderek ormana gidip kefaret yapmak için izin
istedi. Kral ona izin verdi ve kraliçe ormana giderek yoğun bir şekilde dua etmeye
başladı. Bunun üzerine melek yine onun önünde belirdi ve böyle yoğun bir şekilde dua
etmesinin sebebini sordu. Kraliçe hemen yerlere kapandı ve kralın tek başına yanında
böyle kendisini seven halkı olmadan yaşamasının kendisini üzdüğünü ve bu yüzden
ülkede yaşayan herkesin aynı şekilde uzun ömürle kutsanması gerektiğini söyledi.
Onun bu sözleri ve bu kendisini düşünmeyen tavrı meleğin çok hoşuna gitti. Melek
yalnızca halka değil fakat kraliçeye de aynı şekilde uzun bir hayat süresi bahşedildiğini
söyledi.
Yönetici de yönetilen de iyi davranışta birbiri ile aynı olmalıdır.
32- ÖFKEYİ YENMEK
Bir bilge kişi dağlara giderek tek başına bir iç yolculuğu yapmak istedi. İçindeki
kötülüklerden kurtulmak ve kendi kendisi ile hesaplaşmak istiyordu. Bir gün artık
zamanın geldiğini ve aşağıya inebileceğini düşündü.
Dağdan indi ve arkadaşlarının yanına giderek öfkeden kurtulduğunu beyan etti.
Arkadaşları ile buluştuğunda öfkeyi mağlup ettiğini ve tamamen huzur içinde olduğunu
söyledi.
Arkadaşlarından birisi onu denemek için, ”Sevgili arkadaşım gerçekten öfkeden
kurtulabildin mi?” diye sordu. “Evet, ben öfkeyi yendim!” diye kendini savunan bir
cevap geldi. Arkadaşı yineleyerek tekrar sordu, “Bu doğru mu? Gerçekten sen öfkeden
kurtuldun mu?” “Evet, doğru.” şeklinde sert bir cevap daha geldi. Üçüncü kez arkadaşı
yine sordu, “Bu söylediğin inanılması çok zor bir şey, öfkeyi yenebildin ha?” “Sen ya
beni anlamıyorsun, ya da bana inanmıyorsun. Öyle olduğunu söyledim ya!” şeklinde
hafif kızgınca bir cevap geldi. “Arkadaşım sen eğer bu şekilde cevap veriyorsan, öfkeni
kontrol etmiş olamazsın” diye arkadaşı dördüncü defa sordu.
Adam artık aynı soruya defalarca cevap vermekten ötürü iyice çileden çıkmış ve
gözleri dönmüştü. Bağırarak cevap verdi, “Sen aklını mı kaçırdın? Ben sana öfkeyi
yendiğimi söyledim ya!”
Öfkeyi tamamen içimizden dışarı çıkarıp atabilmek için sabırlı olabilmek gereklidir.
33- GEORGE WASHİNGTON
George o sabah çok güzel bir duygu ile uyandı. Bugün onun doğum günüydü. O
sırada annesi ve babası onun odasına geldiler. Onu öptüler ve sarılarak doğum
gününü kutladılar. Ellerinde hediye kâğıtlarına sarılı paketler vardı. “Tanrı seni
korusun!” diyerek hediye paketlerini ona verdiler. George çok heyecanlanmıştı.
Tahtadan yapılma bir at arabası, bir top ve hepsinden güzeli bir küçük balta.
Annesine ve babasına hediyeler için teşekkür etti. O gün güzel güneşli bir gündü.
Çabucak yıkandı, giyindi, duasını etti, kahvaltısını yaptı ve yeni oyuncakları ile
oynayabilmek için dışarıya fırladı. Biraz sonra arkadaşları gelip onun doğum gününü
kutladılar ve sonra beraberce oyun oynamak için bahçenin içinde kayboldular.
Ertesi gün babası bahçeyi dolaştıktan sonra içeriye asık bir suratla girdi. “Birisi
benim ektiğim o küçük kiraz ağaçlarını balta ile kesip doğramış. Bazı kesikler o kadar
derin ki ağaçlar kesin ölürler. Bu küçük ağaçları kesip öldürebilecek kadar düşüncesiz
ve katı kalpli insan kim acaba?”
George nefesini tutarak bekledi. O küçük baltayı kiraz ağaçlarının üzerinde
denerken o kadar heyecanlanmıştı hâlbuki. Öne çıkarak, “Baba” dedi kısık bir sesle.
”Bu benim hatam. Bana verdiğin yeni baltayı deniyordum. O ağaçların ölebileceklerini
bilmiyordum baba!”
Baba afallamıştı. “Bu haltı sen mi işledin?” diye sordu. “Bu ağaçların da bizim gibi
canları olduğunu bilmiyor musun? Ben o ağaçları nasıl büyük bir sevgi ile ekmiştim.
Ben sana o baltayı kesilmiş odunları parçalaman için vermiştim, canlı ağaçları değil.
Ah ne kadar aptalca bir şey yaptın sen böyle?”
George başını öne eğdi ve kendisine verilecek cezayı beklemeye başladı. Babası
söze şöyle başladı, “Oğlum, ne kadar akılsızca bir iş yapmış olsan da en azından
doğruyu söyleme cesaretin var ve hak ettiğin cezayı kabul etmeye hazırsın. Hayatta
daima böyle ol! Bu özelliğin seni yukarı makamlara götürecektir.”
Babasının bu cesaret verici sözleri ve affediciliği küçük çocuğun üzülmüş kalbine
bir ilaç gibi geldi. Sonradan George’un bu her zaman hakikati söyleme özelliği
gerçekten kendisini yukarı mevkilere taşıdı ve 1789’da Amerika Birleşik Devletlerinin
birinci Başkanı olarak seçildi.
34- BEŞ EŞEK
Molla Nasrudin’in karısı kendisine 4 altın verdi ve pazardan dört tane eşek satın
almasını istemişti. Molla pazara gitti ve dört tane eşek satın aldı. Birisinin üzerine bindi
ve eve geri dönmeye başladı. Eve yaklaştığında karısının kendisinden istediği şeyi
yapıp yapmadığını kontrol etmek istedi ve eşekleri saymaya başladı. Saydı ama kendi
bindiği eşeği saymadığı için üçe kadar sayabildi. Çok endişelenerek eve doğru yoluna
devam etti.
Eve vardığında karısını evin kapısının eşiğine oturmuş kendisini beklerken buldu.
Daha karısı bir şey söylemeye fırsat bulamadan Molla itiraf etti, “Biliyorum, sen bana
dört tane eşek almamı söylemiştin, ama ben kendi kendime konuşmaya daldığım için
dördüncüyü unutmuşum ve eve üç tane eşek getirdim.”
Karısı Molla Nasrudin’e bakarak gülümsedi ve “Üzülme ben üç tane eşek
görmüyorum, tam beş tane eşek görüyorum” diye cevap verdi.
35- ÖZÜR DİLERİM
Amerikan İç Savaşı esnasında Albay Scott, Başkan Lincoln’ü ziyarete gitti. Albay
Scott Kuzey Virginia’da başkent Washington’u konfederasyon kuvvetlerinin
saldırısından koruyan ordunun başındaki komutandı.
Scott bir iki hafta önce hasta olmuştu ve karısı kendisi ile ilgilenmek için
Washington’a gelmiş olan karısı sonradan eve dönerken yolculuk yaptığı buharlı gemi,
Chesapake Körfezinde başka bir gemi ile çarpışmış ve Scott’un eşi bu kazada
boğularak hayatını kaybetmişti.
Scott karısının cenaze işlerini düzenlemek ve çocukları ile ilgilenebilmek için üst
komutanlardan izin istemiş ve talebi reddedilmişti, çünkü kısa zamanda bir çatışma
çıkması kuvvetle muhtemeldi ve her bir subaya ihtiyaç vardı.
Fakat Scott bunun kendisinin bir hakkı olduğunu düşünerek bu talebini emir
komuta zincirinin yukarılarına Savaş Bakanlığı Genel Sekreteri olan Bakan Edwin
Stanton’a kadar ulaştırmıştı. Stanton da onun bu isteğini reddedince albay
başvurusunu bu kez en tepedeki komutana yapmaya karar vermişti.
Scott cumartesi gecesi geç saatte, o gün kabul edilen en son ziyaretçi olarak
Başkomutan’ın (yani Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın) ikametgahına gitti.
Lincoln onu dikkatle dinledi ve sonunda Scott talebini dile getirdiğinde Başkan öfke ile
cevap verdi, “Benim hiç dinlenmeye hakkım yok mu? Sürekli bu tür isteklerden kaçıp
kurtulacak bir yerim, kendime ait bir zamanım olmayacak mı? Neden bunun gibi bir
taleple beni rahatsız ediyorsun? Neden Savaş Bürosuna gitmiyorsun, bu tür kağıt işleri
ile onlar ilgileniyorlar.”
Bunun üzerine Scott Başkan’a Stanton’ın kendisini reddettiğini anlatınca, Başkan
da şöyle cevap verdi, “O zaman belki sen bu nehir yolculuğunu yapmamalısın.
Mr.Stanton şu an gerekli şeyleri en iyi bilecek bir konumda. O hangi kuralların gerekli
olduğunu ve hangi kuralların da zorlanabileceğini çok iyi bilir. Benim onun koyduğu
kuralları ezip geçmem ve tersi bir karar vermem doğru olmaz; önemli meselelere çok
büyük zarar verebilirim. Ve sonra senin benim ilgilenmem gereken daha birçok önemli
mesele olduğunu bilmen lazım. Allah bilir, bunlar bir insanın taşıyabileceğinden çok
daha fazlalar. Bu yüzden benim bu tür meseleleri düşünmeye ayırabileceğim zamanım
hiç yok. Neden buraya gelip benim merhamet etmem için başvuruda bulunuyorsun?
Bir savaşın ortasında olduğumuzu bilmiyor musun? Bütün bu acılar ve ölümler
üzerimizde büyük bir baskı oluşturuyorlar. Bu cenaze işleri gibi insanlık ve düşkünlük
gerektiren şeyleri barış zamanlarında seve seve yerine getiririz, ama savaş olduğu
zaman bu işler hep ikinci planda kalmaz mı? Şu anda tek bir görevimiz var, o da
savaşmak! Bu ülkede her aile acı ile sarsıldı, ama hiçbirisi yardım istemek için bana
gelmedi. Benim zaten taşıyabileceğimden fazla yüküm var. Sen Savaş Bürosuna git!
Senin işini orada halletsinler! Eğer onlara sana yardımcı olamıyorlarsa, sen de hepimiz
gibi acını savaşın bitimine kadar içinde sakla! Şu anda en önemli şey şu savaşın
bitirilmesi.”
Bu sözler üzerine Albay Scott barakasına geri döndü, ama hem ağlıyor, hem de
kara kara düşünüyordu.
Ertesi sabah erken saatlerde Albay Scott’ın kapısı çalındı. Scott kapıyı açtı ve
karşısında Başkanı buldu. Başkan, Scott’ın ellerini ellerlinin içine aldı ve hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. “Sevgili Albayım, dün gece size çok sert davrandım. Sizden özür
dilemek için ne söylesem azdır. Dün gece çok yorgundum, fakat sizin gibi hayatını bu
ülkeye adamış ve acı içinde olan bir insana böyle kaba davranmaya hakkım yoktu.
Dün gece sonrada çok pişman oldum ve buraya sizden özür dilemeye ve affınızı
istemeye geldim.”
Başkan ayrıca Stanton ile konuştuğunu ve Scott’ın karısının cenaze törenine
gidebilmesi için her şeyi organize ettiğini ve ayarladığını söyledi. Bundan sonra
Başkan, albayı kendi arabası ile buharlı gemiye kadar götürdü ve ona iyi yolculuklar
diledi.
Ne harikulade bir özür şekli değil mi? Yalnızca sözleri ile değil, davranış şekli de
Lincoln’ün özrünü çok güçlendirmişti. Lincoln özür dilemeye niyetli idi ve yanlış bir şey
yapmış olduğunu kendi kendine itiraf ediyordu.
36- MAHATMA GANDHİ
Bir insanın iyi özellikleri daha küçük yaşlardan itibaren ortaya çıkarlar. Genç bir
öğrenci iken Mohan Das Karamchand Gandhi ideal karakter özellikleri gösteriyordu.
Bir seferinde sınıfa bir müfettiş gelmişti. Mohandas’ın okuduğu sınıfın İngilizce bilgi
seviyesini ölçebilmek amacı ile onlara bir dikte sınavı yapmak istedi. Müfettiş elindeki
yazıyı öğrencilere yazdırırken sınıfın İngilizce öğretmeni de sıraların arasında endişeli
bir şekilde geziniyordu. Öğrencilerin kağıtlarını kontrol ediyor ve müfettişe karşı
mahcup olmak istemiyordu. Mohan’ın sırasının yanından geçerken onun
‘kettle’(çaydanlık) kelimesini yanlış yazdığını fark etti. Sessizce eli ile sıranın üzerine
nasıl yazılması gerektiğini işaret ederek onu uyardı ve hatasını düzeltmesini istedi.
Fakat Mohan öğretmenin yapmasını istediği şeyi nasıl yapabilirdi? Annesi ona her
zaman hakikate bağlı kalmayı ve dürüst olmayı öğretmişti. Yanlış sözcük yazdığını
fark etmişti, fakat bunu düzeltemezdi, çünkü yaptığı imtihanda kopya çekmek ve
aldatmacılık olurdu. Halbuki verilen testi tek başına çözmesi gerekiyordu.
Müfettiş gittikten sonra öğretmen Mohan’ı masasına çağırdı ve sordu, “Mohan,
‘kettle’ kelimesinin nasıl yazıldığını bilmiyor musun? Ayıp sana! Ben sana hatanı
gösterdiğimde bile yazdığını düzeltemedin.”
“Efendim, o zaman bu Hakikat’e aykırı olurdu. Ben nasıl böyle bir şey yapabilirim?
Özür dilerim efendim, ama benim sahtekarlık yaptığımı öğrenirse benim ailem çok
üzülür. Beni affedin lütfen!” diye Mohan cevap verdi.
Öğretmen Mohan’ın bu asil sözlerinden çok etkilenmişti. Onu Doğru Davranışa
bağlılığından ötürü övdü.
37- TOHUM EKİCİ
Bir adam tohum ekmek için yürüyordu. Tohumları saçmaya başladığında bazı
tohumlar yolun üzerine düştüler. Yolun üzerinde üzerlerine basıldı ve sonra kuşlar
gelerek onları teker teker yediler.
Bazı tohumlar taşlı toprağa düştüler. Az miktarda toprak vardı. Bunlar çabucak
filizlendiler, fakat güneş parlamaya başladığında kuruyup gittiler, çünkü toprakta yeterli
derecede su yoktu.
Bazı tohumlar devedikenlerinin yanına düştüler. Bunlar büyüyerek tohumları
boğdular. Bazı tohumlar bereketli toprağa düştüler ve büyüyerek, otuz, altmış ve hatta
yüz kata kadar filiz verdiler. Bu hikayenin özü nedir?
Yolun üzerine düşen tohumlar iyi sözleri anlamayan insanlara benzerler. Kötü olan
gelir ve onların içinde bulunan tüm iyilikleri ve güzellikleri alarak onları yok eder. Taşlı
toprağa düşen tohumlar iyi sözleri mutlulukla dinleyen insanlara benzerler. Fakat bu
sözler maalesef derinlere gidemezler. Dertler ve sıkıntılar baş gösterdiği anda hemen
iyiyi öğrenmekten vazgeçerler. Devedikenlerinin yanına düşen tohumlar ise kendilerine
verilen mesajı dinleyen insanlara benzerler. Fakat dünyevi arzular ve endişeler bu
güzel sözleri boğup atarlar.
Verimli topraklara düşen tohumlar ise iyi sözleri işiten sonra onları uygulamaya
koyan insanlara benzerler. İşte bu insanlar verilen öğretiyi emip içlerine çekerler ve
bazen otuz, bazen altmış ve bazen de yüz misli olarak geri verirler.
38- MERHAMET
Büyük bilge bir gün kırlarda dolaşırken yolda ilerleyen bir keçi sürüsü gördü.
Sürünün çobanı hayvanları ilerideki tepeye doğru sürüyordu. Ancak keçilerden birisinin
arka ayağı sakattı ve fena halde topallıyordu. Sürünün arkasında kalan bu keçi sürüye
yetişmesi için çoban tarafından acımasızca kırbaçlanıyordu. Bu görüntü üzerine
bilgenin kalbi merhamet ile eridi. Çobanın yanına giderek sordu, “Sevgili dostum
nereye gidiyorsunuz?”
Çoban ilerideki tepeyi işaret etti. Bilge devam etti, “Benim bu zavallı keçiyi o
tepeye kadar kucağımda taşıyarak götürmeme izin verir misiniz?”
“Tabii, neden olmasın?” diye çoban verdi. Bunun üzerine bilge mutlu oldu ve keçiyi
kucağına aldı. Onu tepenin ne yukarısına kadar taşıdı ve orada yere indirdikten sonra
kendi yoluna devam etti.
39- MİSS WHİTE – BİR ÖĞRETMENİN YAPABİLECEĞİ DEĞİŞİM
Oniki yaşında alkolik bir anne ve babaya sahip Steve adında bir çocuk Amerikan
Eğitim sistemi yüzünden yaşamdan kopmak üzereydi. Okuma yazmayı öğrenebilmişti,
ama buna rağmen dikkati çekecek kadar başarısızdı. Okula gittiği birinci sınıftan
itibaren başarısız olmasına rağmen hep sınıf geçirilmişti. Aslında Steve 12 yaşından
da büyük, ergenlik çağında bir genç fiziğine sahipti, lakin Miss White onu fark edene
kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemişti.
Miss White güler yüzlü, genç, güzel, kızıl saçlı bir öğretmendi. Steve onu çok
beğeniyordu. Fakat Miss White’ın verdiği ödevlerden hiçbirisini yapmıyordu, be yüzden
de onunla arası pek iyi değildi. Onun sert sözleri kalbini kırıyor ve ödevleri teslim etme
zamanı geldiğinde ödevini vermediği için cezalandırıldığında kendisini çok kötü
hissediyordu. Ancak buna rağmen ders çalışmıyordu.
Okulun birinci yarıyılı bittiği zaman bütün 7.sınıf temel bilgilerden imtihan oldular.
Steve verilen testi acele ile üstünkörü çözerek geri verdi ve her zaman olduğu gibi
başka şeyler hayal etmeye devam etti.
Steve’in düşüncelerinde okula fazla yer yoktu, aklı fikri ormanda idi. Sıklıkla yalnız
başına ormana kaçıyor ve alkol kokan evindeki görüntülerden, seslerden ve
kokulardan kurtulmaya çalışıyordu. İyi olup olmadığını kontrol eden bir kişi dahi yoktu.
Onun ormana gittiğinin bile kimse farkında değildi, çünkü kimsenin umurunda değildi.
Tuhaf bir şekilde Steve bir tek gün bile okula gitmemezlik yapmıyordu.
Günün birinde Miss White’in sabırsız sesi onu içinde olduğu hayallerden çıkardı,
“Steve!” Şaşkın bir şekilde Steve ona doğru döndü ve Miss White “Dikkatli ol!” diye
devam etti.
Steve bakışlarını ergenlik çağının verdiği hayranlıkla Miss White’in üzerinde
tutuyordu ve Miss White da 7.sınıfın girdiği imtihanın sonuçlarını açıklıyordu.
“Sınıfa, “Hepiniz bir tek kişi dışında testi başarı ile yapmışsınız. Bunu söylemek
beni çok üzüyor, ama size şunu söylemeliyim ki…” Miss White durakladı, Steve’in
oturduğu yere doğru kısa bir bakış fırlattıktan sonra onun yüzüne bakarak
konuşmasına devam etti. “Bu 7.sınıfın en zeki öğrencisi maalesef benim yaptığım
testte başarısız oldu.”
Bayan öğretmen yalnızca Steve’e doğru bakıyordu ve Steve de bunun üzerine
bakışlarını kaçırdı ve parmak uçlarına doğru bakmaya başladı. Bundan sonrası ise
tam bir savaştı. Steve hala ev ödevlerini yapmıyordu. Verilen cezalara rağmen daha
da sertleşmiş, inat etmeye başlamıştı.
“Lütfen bir kere dene! Bir hafta dene!” Buna rağmen Steve değişmiyordu. “Sen
zeki bir çocuksun! Yapabilirsin!” Hiçbir şey, hiçbir söz onu etkilemiyordu. “Kendine bir
şans ver! Yaşamından vazgeçme!” Hiçbir şey değişmiyordu.
“Steve, lütfen! Ben seni çok önemsiyorum!” Vay canına! Birdenbire Steve
anlamıştı. Birisi kendisi ile ilgileniyordu. Yani bir insan, tamamen karşılıksız ve olumlu
bir şekilde kendisini umursuyordu.
Steve o akşamüzeri okuldan eve düşünceli bir şekilde döndü. Eve girdiğinde
kendisine bakan bir çift göz aradı. Anne ve babasının ikisi de acayip kıyafetler
içerisinde kendilerinden geçmişlerdi ve evdeki koku da dayanılabilecek gibi değildi.
Çabucak kamp eşyalarını toparladı, fındık ezmesi kavanozunu, bir miktar ekmek, bir
şişe su ve bu sefer bir de okul kitaplarını da yanına aldı. Ciddi bir ifade ile kararlı bir
şekilde ormana doğru yola koyuldu.
Ertesi hafta başı pazartesi sabahı okula tam zamanında gitti ve sabırsızlıkla Miss
White’in sınıfa girmesini bekledi. Öğretmeni sınıfa ağzı kulaklarında gülümseyerek
girdi. Tanrım, öğretmeni çok güzel idi. Kendisine doğru bakıp gülümsemesini bekledi
ama bu gerçekleşmedi.
Miss White öğrencilere verdiği hafta sonu ödevi hakkında bir test yapmak üzere
imtihan kağıtlarını dağıttı. Steve testi çabucak çözdü ve kâğıdını ilk olarak veren kişi
oldu. Yüzünde şaşkın bir ifade ile Miss White imtihan kâğıdını aldı. Afallamış bir
vaziyette kağıdı baştan sonra çabucak okuyarak kontrol etti. Steve oturduğu yere
döndü ama kalbi deli gibi atıyordu.
Miss White tam bir şok içindeydi. Steve’in oturduğu yere doğru baktı. Hemen
yüzünde geniş bir gülümseme oluştu. Yedinci sınıfın en zeki öğrencisi ilk imtihanını
başarmıştı.
O andan itibaren artık Steve için her şey değişmişti. Evdeki yaşantı aynı kaldığı
halde yaşamı tamamen değişmişti. Yalnızca dersleri öğrenebildiğini keşfetmedi, aynı
zamanda çok başarılı olduğunu anladı. Öğretilen bilgileri öğrenebiliyor ve bunları kendi
yaşantısı içinde uygulayabiliyordu. Steve gelişmeye ve kendini aşmaya başladı. Artık
tüm okul hayatı boyunca bu böyle devam etti.
Liseyi bitirdikten sonra Deniz Kuvvetlerine katıldı ve çok başarılı bir kariyeri oldu.
Bu sırada hayatının aşkı ile karşılaştı, bir ailesi oldu ve Magna Cum Laude
üniversitesini bitirdi. Tüm bahriye hizmeti boyunca birçok öğrenci yetiştirdi, onların
kendilerine güven duymalarını sağladı. Deniz Kuvvetlerinde iken ikinci bir işe daha
başladı ve yakındaki bir üniversitede profesör olarak ders vermeye başladı.
Miss White arkasında büyük bir miras, bir efsane bırakmıştı. Birçok öğrencinin
hayatını olumlu yönde değiştiren bir öğrencinin hayatını değiştirmiş, onu kurtarmıştı.
Ben bunu çok iyi biliyorum, çünkü Steve’in hayatının aşkı benim.
Gördüğünüz
gibi,
gerçek
çok
basit.
Bir
öğrencinin
kalbinde
transformasyon/dönüşüm yaratan tek şey bir öğretmenin onunla ilgilenmesi idi.
40- DÖRT UZMAN DOKTOR
Çok şiddetli bir grip hastalığına yakalanmıştım. Doktora gitmek üzere yola çıktım.
Yol üzerinde bir bilge kişinin yaşadığı evin önünden geçerken onu gördüm. Doktora
gittiğimi öğrenince bana şöyle dedi, “Ben hasta olduğum zaman her zaman
tedavilerine inandığım dört uzman doktora danışırım.”
Ben çok şaşırmıştım. “Ama efendim!” dedim. “Ben dört doktora görünecek kadar
çok hasta olduğumu sanmıyorum. Bir doktor bence yeterlidir.”
Bilge kişi gülümsedi ve bu dört doktorun çok özel ve uzman doktorlar olduğunu
söyledi.
“Bunlardan birincisi Dr.Diyettir. İkincisi Dr.Sessizlik’tir. Üçüncüsü Dr. Güneş
Işığı’dır ve dördüncüsü de Dr.Kahkaha’dır.” dedi.
Bu uzman doktorlara daha çok danışmaya çalışalım, onlar her zaman bizim
hizmetimize hazırlar ve herhangi bir ücret de talep etmezler.
41- BAŞARISIZ
Bir basketbol oyuncusu ile röportaj yapmışlardı. Basketbolcu sporculuk hayatını
anlatıyordu. “Ben basketbol kariyerim boyunca 9000’den fazla atış kaçırdım. 300 küsur
maçta yenilgiye uğradım. Tam 26 kez oyunun sonunda son atışı yapmakla
görevlendirildim ve atamadım. Oyun yaşamımda üst üste defalarca başarısızlığa
uğradım, ama kendi özel yaşamımda uğramadım. Çünkü ben özel yaşantımda
basketbol topundan bile daha iyi zıplarım.”
Bu oyuncu dünyanın en iyi basketbolcusu olarak ün yapmış olan efsanevi
basketbolcu Michael Jordan’dan başkası değildi.
42- KENDİMİZE İNANMAMIZ GEREKİR
Isaac Newton okulda öğrenci iken çok başarısızdı ve kendisi için “Ümit vaat
etmiyor!” deniliyordu.
Thomas Edison gençken öğretmeni kendisine bir şey öğrenemeyecek kadar aptal
olduğunu söyledi. Kendisine yumuşak kişiliği ile başarılı olabileceği başka bir mesleğe
yönelmesi tavsiye edildi.
F.W.Woolworth 21 yaşında iken bir kuru temizleme dükkânında işe girdi, fakat
patronu onu müşterilerle karşı karşıya getirmiyordu, çünkü onun bir satış yapabilecek
yetenekte olmadığına inanıyordu.
Michael Jordan lisedeki basketbol takımından atılmıştı.
Bob Cousy de aynı kaderi paylaşmıştı ve fakat sonradan o da ünlüler kulübüne
katıldı.
Bir gazete editörü Walt Disney’in gazetedeki işine son verdi, çünkü onun hayal
gücünün ve orijinal fikirlerinin olmadığına inanıyordu.
Winston Churchill 6.sınıfta iken derslerinde başarısız oldu ve sınıfta kaldı.
Babe Ruth 1.300 kez ıskalayarak bezybol liginde kırılamayacak bir rekor
kırdı.(Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi beyzbol oyuncularından biridir.)
Bir insan hata yapabilir, fakat yaptığı hatadan ötürü başkalarını suçlamadığı
sürece başarısız sayılmaz. Biz her zaman kendimize inanmalıyız, belki yaşam
yolculuğunun bir yerlerinde karşımıza içimizdeki büyüklüğü gören biri çıkar ve bizi de
bundan haberdar eder.
43- EN İYİ ÖĞRETMEN
Uzun yıllar önce Mrs.Thompson adında bir ilkokul öğretmeni vardı. Okulun ilk günü
5.ci sınıfa derse girdiğinde sınıfta öğrencilere bir yalan söyledi. Bir çok öğretmenin
yaptığı gibi çocuklara onların hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
Fakat bu imkansızdı, çünkü sınıfta ilke sırada
Teddy Stoddard isminde küçük bir çocuk
oturuyordu. Mrs.Thompson Teddy’i geçen sene de
yakından gözlemlemiş ve çocuğun diğer çocuklarla
birlikte oynamadığını, elbiselerinin pis ve dağınık
olduğunu ve devamlı olarak yıkanmaya ihtiyacı
olduğunu fark etmişti. Ayrıca Teddy bazen çok
huysuz olabiliyordu.
Bazen olay öyle noktalara geliyordu ki,
Mrs.Thompson onun imtihan kağıtlarını kontrol
ederken yaptığı yanlışları kalın bir kırmızı kalemle
düzeltmekten, büyük kalın çarpılar koymaktan ve
imtihan kağıdının üst kısmına büyük bir “F” harfi(başarısız anlamında) yazmaktan
büyük bir zevk alıyordu.
Mrs.Thompson’un öğretmenlik yaptığı okulda öğretmenlerin öğrencilerinin geçmiş
hayatlarını incelemeleri mecburi idi ve Mrs.Thompson da Teddy’i en sona bırakmıştı.
Teddy’nin dosyasına bir göz attığında
Mrs.Thompson’u büyük bir sürpriz bekliyordu.
Teddy’nin birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı,
“Teddy çok güleç ve başarılı bir çocuk. Ev
ödevlerini titizlikle yapıyor ve davranışları gayet
uyumlu. Etrafındakilere neşe veriyor.”
İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Teddy
kusursuz bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından
çok seviliyor, fakat kendisi şu an zor bir durumda,
çünkü annesinin çok ciddi bir hastalığı var ve
evdeki yaşamında gerçekten büyük bir savaş
veriyor olmalı.”
Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Annesinin ölümü onu çok etkiledi. Elinden
gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyor, fakat babası ona fazla ilgi göstermiyor ve
eğer bazı önlemler alınmazsa ev yaşantısı yakında onu çok kötü etkileyecek.”
Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Teddy içine dönük bir çocuk ve okulda
derslerine pek ilgi göstermiyor. Fazla arkadaşı yok ve hatta bazen derslerde uyuyor.”
Mrs.Thompson şimdi problemi kavramıştı ve kendisinden utandı. Sonra kendisini
daha da kötü hissetmesine sebep olacak bir şey daha oldu. Öğrencileri ona Noel
hediyeleri getirmişlerdi. Teddy’nin ki hariç hepsi çok güzel ambalaj kağıtlarına sarılı,
çok hoş kurdelelerle sarılı hediyeler idi. Teddy’nin hediyesi bir bakkaldan alınan kalın
kahverengi bir kağıda sarılmıştı.
Diğer öğrencilerin arasında Teddy’nin verdiği hediyeyi açmak Mrs.Thompson’a acı
verdi. Öğrencilerden bazıları gülmeye başladılar, çünkü paketten hediye olarak suni
elmastan yapılmış ve bazı taşları eksik bir bilezik ile yarısı kullanılmış bir şişe parfüm
çıkmıştı. Fakat Mrs.Thompson hemen çocukların kahkahalarını susturdu, bileziği
koluna taktı, ne kadar güzel olduğunu söyledi ve parfümden de bir miktar bileklerine
sıktı. Teddy Stoddard o gün dersten sonra kapıda Mrs.Thompson’u bekleyerek ona
“Mrs.Thompson, bugün aynı benim annem gibi kokuyorsunuz” dedi. Tüm öğrencileri
eve gittikten sonra o gün Mrs.Thompson sınıfta bir saat boyunca ağladı. İşte o gün
karar verdi, çocuklara okuma, yazma ve matematik öğretmeyi bıraktı ve onları
eğitmeye başladı.
Mrs.Thompson, Teddy’e özel bir ilgi gösteriyordu. Onunla çalışırken çocuğun zihni
canlanmaya başlamıştı. Teddy’i ne kadar cesaretlendirirse o da o kadar hızlı tepki
veriyordu. Öğrenim yılının sonunda Teddy sınıfın en iyi ve en akıllı çocuklarından birisi
haline gelmişti ve yılın başında öğretmenin söylediği öğrencilerin hepsini aynı
derecede sevdiği yalanının aksine, Teddy öğretmenin favori öğrencilerinden biri
olmuştu.
Öğretmen bir yıl sonra, kapısının altından atılmış Teddy’den gelme bir not buldu.
Notta Mrs.Thompson’un tüm hayatı boyunca sahip olduğu en iyi öğretmen olduğu
yazılı idi.
Altı yıl geçti ve Mrs.Thompson Teddy’den bir mektup aldı. Liseyi bitirdiğini,
sınıfının üçüncüsü olduğunu ve kendisinin hala hayatta sahip olduğu en iyi öğretmen
olduğunu yazıyordu.
Bundan dört yıl sonra bir mektup daha geldi. Bazı zamanlar hayatın kendisi için
çok zor olduğunu, ama buna rağmen okulu bırakmadığını ve kısa bir süre sonra
üniversiteyi en büyük onur ödülü ile bitireceğini yazıyordu. Şunu da ilave ediyordu ki,
Mrs.Thompson hala tüm hayatı boyunca sahip olduğu en iyi ve en sevdiği öğretmeni
idi.
Sonra bir dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Bu sefer de üniversiteyi
bitirdikten sonra biraz daha okumaya karar verdiğini, master yaptığını yazıyordu. Bu
sefer imzası biraz uzamıştı, Dr.Theodore F.Stoddard.
Hikayemiz burada sona ermiyor, tahmin ettiğiniz gibi o yılın bahar aylarında bir
mektup daha geldi. Teddy hayatının aşkı ile karşılaştığını ve evleneceğini söylüyordu.
Birkaç yıl önce babasını kaybettiğini ve eğer kendisi kabul ederse düğün günü
damadın annesinin oturacağı yerde oturmasını
Mrs.Thompson tabii ki öneriyi seve seve kabul etti.
kendisinden
rica
ediyordu.
Tahmin edin o gün düğünde ne oldu?
Mrs.Thompson o birkaç taşı eksik bileziği koluna taktı
ve birlikte geçirdikleri son Noelde annesinin sürdüğü
parfümü de boynuna sıktı. Karşılaştıklarında birbirleri
ile
kucaklaşıp
sarıldılar.
Dr.Stoddard,
Mrs.Thompson’un kulağına eğilerek fısıldadı, “Bana
inandığınız için size çok teşekkür ederim,
Mrs.Thompson. Kendimi önemli birisi olarak
hissetmemi sağladığınız ve bir fark yaratabileceğimi
gösterdiğiniz için size müteşekkirim.”
Gözyaşları içinde Mrs.Thompson da fısıldayarak
cevap verdi, “Teddy, sen her şeyi yanlış anladın. Bir
fark yaratabileceğimi bana öğreten sen oldun. Ben seninle karşılaşana kadar bir
öğrenci nasıl eğitilir bilmiyordum.”
44- Ş ANSLI GÜN
Haftada üç gün UNLV üniversitesinde ekonomi dersi veriyorum. Geçen hafta
pazartesi günü dersin başında öğrencilere hafta sonlarının nasıl geçtiğini sordum.
Birisi bana hafta sonu bir dişinin çekildiğini ve hiç mutlu olmadığını söyledi. Bana da
neden hep böyle neşeli olduğumu sordu.
“Her sabah uyandığın zaman o günü nasıl geçirmek isteyeceğin senin seçimine
bağlıdır” diye cevap verdim. “Ben her sabah neşeli olmayı seçiyorum.”
Sonra “Bak, sana bir hikâye anlatayım” diye devam ettim. Bu sefer sınıftaki 60
öğrenciye hitap etmeye başladım.“Ben bu üniversitede yaptığım hocalığın yanı sıra
oturduğum yerden 30 km uzaktaki Henderson koleji denilen devlet lisesinde de
derslere giriyorum. İki hafta önce bir gün evden Henderson’a gitmek üzere araba ile
yola çıktım. 30 km sonra otoyol bitti ve Henderson sapağına saptım. Tam o sırada
okula 500 metre mesafede arabam bozuldu. Flaşörleri yaktım, arabayı kenara çektim,
kitaplarımı elime alarak liseye kadar olan yolu yürüdüm.
Okula vardığımda tamirciyi aradım ve dersten sonra çekici göndermesini istedim.
Öğrenci işlerindeki sekreter bayan bana ne olduğunu sorunca ben, “Bugün benim
şanslı günüm!” diye cevap verdim.
“Sizin arabanız bozuluyor ve bu sizin şanslı gününüz mü oluyor?” diye şaşkınlıkla
sordu. Bunun üzerine ben, “Bakın bayan, ben buradan 30 km uzakta oturuyorum.
Benim arabam otoyolda herhangi bir yerde bozulabilirdi. Ama bozulmadı. Bunun
yerine tam yerinde, buradan yürüme mesafesinde bir yerde bozuldu. Ben dersime
yetişebildim ve tamirciyi arayabildim. Bundan iyi şans olur mu?” diye cevap verdim.
45- ORUÇ TUTMAK DİNLENMEKTİR
Mahatma Gandhi’nin bir doktor arkadaşı kendisinden oruç tutmanın verdiği
sonuçları ve etkilerini yazmasını istemişti. Gandhi bu öneriyi sevinçle kabul etti, çünkü
oruç tutarak kendisine zarar veren çok kişi tanıyordu. Onlara yol göstermek istedi.
Yaptığı açlık grevleri ve tuttuğu oruçların büyük bir kısmı ahlaki ve siyasi
sebeplerle olmasına rağmen Gandhi kendisini oruç müptelası bir diyet uzmanı olarak
görüyordu.
Aşağıda oruç tutmak isteyen kişilere kendi tecrübelerinden yararlanarak vermek
istediği bazı öğütleri bulabilirsiniz.

Hem fiziksel ve hem de zihinsel enerjinizi muhafaza edin. Herhangi bir şekilde
yorucu bir fiziksel aktiviteye kalkışmayın.

Oruç yaptığınız süre zarfında yemek hakkında bir şey düşünmemeye çalışın.

İçebildiğiniz kadar çok su için. Az miktar tuzlu, sodalı ve taze limonlu su olabilir.
Suyun kaynatılıp dinlendirilmiş ve soğutulmuş olması tercih edilmelidir.

Her gün ılık bir banyo yapın ve duş alın.

Bedenin işleyişi için güneş ışığı ve taze hava almak çok önemlidir. Her sabah bu
ikisini uygulayın.

Eğer uzun bir süre oruç tutacaksanız bedeninizin düzenli bir şekilde boşaltım
yapmasını sağlamanız gerekir.

Her ne sebeple oruç yapıyor olursanız olun, bu kıymetli zaman müddetince sürekli
olarak Yaradan’ı ve sizin O’nun yarattığı evrenle olan ilişkinizi düşünün.
Gandhi oruç tutmanın yaptığı fiziksel ve ahlaki etkilerin her geçen gün daha fazla
anlaşıldığını belirterek orucun faydaları olarak da şunları söylemiştir.
 Doğru bir şekilde oruç tutmak hastalıkların tedavisinde alınacak ilaçlara göre çok daha
fazla yardımcı olacaktır, çünkü aslında ilaçlar bedenimize bizim bildiğimizden ve hatta
tahmin ettiğimizden çok daha fazla zarar vermektedirler. Halbuki dünyada oruç
tuttuğu için zarar görenlerin sayısı çok azdır.
 Gerçek şudur ki, oruç tutan insanların ortak deneyimi duydukları canlılık hislerinin
artmasıdır. Bu da zihnin ve bedenin yaptığı gerçek dinlenmenin oruç tutmak
esnasında oluşundan kaynaklanır.
 İşten uzak bir gün geçirmek bize gerçek bir dinlenme imkanı vermez, çünkü bu sırada
yediğimiz ve içtiğimiz şeyler yüzünden aşırı çalışmış ve yorgun olan sindirim
sistemimiz hak ettiği dinlenme süresine pek nadiren kavuşur.
G-
CHİNNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKAYE- I
1- BİLGELİK ATEŞİNİ YAKMAK
Bir adam bilgelik gözünün açılması için yanıp tutuşuyordu. Bir mağarada yaşayan
bir bilgeye gitti. Mağaraya girerken ufak bir ışık gördü. İleriye doğru yürüdüğü anda ışık
söndü. İnsan karanlıktan korkar ve dolayısı ile Tanrı’yı daha çok düşünür. Sadhaka,
böylece yüksek sesle dua etmeye başladı. Bunu duyan aziz, gelenin kim olduğunu
sordu. Adam da bilgeliğe ulaşabilmek için onun hayır duasını almaya geldiğini söyledi.
Mağarada sadece etrafındaki havayı teneffüs ederek yaşayan büyük aziz
ziyaretçinin zihnini hemen okuyabilmişti. Ona cevabı söyleyeceğini, ama önce gidip
biraz önce sönen lambayı yakmasını söyledi. Ziyaretçi bir kibrit kutusu aldı ama
yakmayı başaramadı. Bilgeye kutudaki bütün kibritleri bitirdiğini ama lambayı yakmayı
başaramadığını söyledi. Bilge ona “Lambanın içinde yağ var mı, bir bak bakalım!” dedi.
Lambanın içine bakan ziyaretçi içinde yağ değil, sadece su olduğunu fark etti. Guru
ona suyu boşaltıp, yağ koymasını ve lambayı ondan sonra yakmaya çalışmasını
söyledi. Tüm bunları yapmasına rağmen ziyaretçi yine lambayı yakmayı başaramadı.
Bilge fitilin su ile ıslanmış olabileceğini, onu önce dışarıda güzelce kurutmasını, sonra
lambayı yakmaya çalışmasını söyledi. Ve ziyaretçi en sonunda lambayı yakmayı
başardı.
Ondan sonra ziyaretçi sormaya geldiği soruyu bilgeye sordu ve cevabını bekledi.
Şaşıran bilge uygun cevabın zaten verildiğini söyledi. Ziyaretçi yalvararak kendisini
cahil olduğunu, kendisine verilen dersi anlamadığını ve dersi daha açık bir şekilde
anlatmasını istedi.
Bilge şöyle cevap verdi: “Kalbin içinde benlik fitili vardır. Bu fitil her zaman
duyularla ıslanmış durumdadır. Bu yüzden bilgelik lambasını yakamıyorsun. Kalp
kabının içindeki arzulara ait tüm suları dök ve içini Tanrı’nın isimlerini zikretmekle
doldur.
Benlik fitilini al ve onu feragat etmenin parlak ışığında kurut; içindeki su formundaki
tüm arzuları sıkıp at ve sonra kalbinin içine bağlılık ve zikir yağını yerleştir. Ancak
ondan sonra bilgelik ışığının lambasını yakabilirsin.”
2- GÖRÜNMEYEN MUZLAR
Bir ailede babanın bir Cumartesi günü Tanrı’ya ibadet etmesi gerekiyordu. Oğlunu
çağırarak bir liralık muz alıp gelmesini rica etti. Çocuk çok iyi bir oğlandı; muzları satın
aldı, fakat yolda geri dönerken yolun kenarında aç bir vaziyette bekleyen bir anne ve
bir çocuk gördü. Kadının oğlu yolda gelmekte olan bizim çocuğun elindeki muzları
görünce muzlara doğru koşmaya başladı. Oğlunun koştuğunu gören anne de peşinden
koşarak onu yakaladı, fakat her ikisi de açlığın verdiği güçsüzlük ile yere yuvarlandılar.
Bizim oğlan anne-oğulun bu vaziyetini görünce muzları eve götürmektense bu aç
insanlara vermenin çok daha iyi olacağını düşündü. Muzları ana-oğula verdi ve sonra
da onlara biraz su getirdi. Bu insanlar açlığın ve susuzluğun verdiği acıdan kurtularak
rahatlamışlardı ve sevinç gözyaşları ile bizim çocuğa şükranlarını sundular.
Bizim genç öğrenci eve boş ellerle geri döndüğünde babası ona muzları getirip
getirmediğini sordu. Bizimki de getirdiğini söyledi. Babası muzların nerede olduğunu
sorunca da oğlan bu getirdiği muzların çok kutsal olduklarını, hiç çürümediklerini ve de
gözle görünmez olduklarını söyledi. Sonra da iki aç insanın karnını doyurduğunu ve
eve geri getirdiği meyvaların bu eylemin meyvaları olduğunu açıkladı. Bu açıklamayı
işiten baba yetiştirdiği bu oğlanın çok değerli bir çocuk olduğunu ve tüm dualarının o
gün kabul olduğunu anladı. Oğluna büyük bir sevgi ile sarıldı.
3- EN İYİ ÜÇ ŞEY
Bir kral kendisini görmeye gelen herkese üç tane soru sorardı. İlk sorusu, “En iyi
insan kimdir? İkincisi En iyi zaman hangi zamandır? Ve üçüncü sorusu da En iyi eylem
hangisidir?” Bu üç sorunun cevabını bulmayı çok istiyordu. Bir gün ormana gitti ve
tepelerde ve ovalarda dolaşmaya başladı. Bir yerde büyükçe bir çiftlik şeklinde bir
ikametgah gördü ve orada biraz dinlenmek istedi. Kral bahçeye girdiği sırada bir
hizmetkar etraftaki bitkileri suluyordu. Salik kralın çok yorgun olduğunu görünce
sulama işini bıraktı ve krala doğru koştu. Ona biraz meyva ve taze soğuk su verdi. O
sırada başka bir salik bütün bedeni yaralar içinde birisini çiftliğe getirdi. Salik bunu
görür görmez bu sefer diğer adamın yanına koştu ve yaralarını temizledi. Gerekli bitki
karışımını ayarlayarak hemen adamın yaralarının üzerine uyguladı. Bir yandan da onu
teselli edecek tatlı ve güzel sözler söylüyordu. Kral biraz dinlendikten sonra kendisine
şükranlarını sundu ve oradan ayrılmak için izin istedi. Salik kralı kutsadı. Kral gitmek
üzereyken aklına o üç soru geldi ve belki salik kendisini bu konuda aydınlatabilir diye
ona da bu soruları sormayı düşündü.
Soruları sorunca salik bu üç sorunun da cevabının biraz önce kendisi çiftliğe
geldikten sonra kendisine verildiğini söyledi. Krala çiftliğe ilk girdiği sırada kendisinin
ağaçları sulama görevini yaptığını, ama kralı gördükten sonra da hemen onun
yardımına koşarak onunla ilgilendiğini ve meyva ve su getirdiğini hatırlattı. O sırada
kral onun misafiri olduğu için geleneklere göre bu şekilde davranmasının doğru
olduğunu belirtti. Ancak kendisinin susuzluğunu ve açlığını giderirken bu sefer daha
zor durumda bir yaralı çiftliğe gelince krala olan hizmetini durdurduğunu ve yeni gelene
hizmet etmeye başladığını söyledi ve şöyle devam etti.
“Senden hizmet almaya gelen her kimse, o anda en iyi insan odur. Ona hizmet
edebilmek için yapacağın şey o anda yapılabilecek en iyi eylemdir. Hizmet etmek için
bir şey yapabileceğin an ise bütün zamanlar içinde en kutsal olanıdır.”
4- KÖTÜ BİR ALIŞKANLIKLA NASIL BAŞA ÇIKARIZ
Bir adamın afyon yemek gibi bir alışkanlığı vardı. Bu alışkanlıktan bir türlü
kurtulamıyordu. Her zaman komada gibiydi. Bir gün şehre bir bilge kişi geldi. Herkese
öğütler veriyor ve içlerini ferahlatıyordu. Bu afyon yiyen adam da onun tavsiyesini
almak üzere onun yanına gitti. Bilge ona afyon yiyerek her geçen gün sağlığını
kaybettiğini ve artık afyon yemeyi bırakmasını söyledi. Adam da afyonu bırakmasının
kendisi için mümkün olmadığını söyledi. Kendisine bir yol göstermesini bekliyordu.
Bilge ona her gün ne kadar afyon yediğini sordu. Adam her gün yediği kadar afyonu bir
yığın halinde bilgenin önüne koydu.
Bunun üzerine bilge bir terazi getirterek terazinin bir kefesine bu afyon yığınını
diğer kefesine de aynı ağırlıkta bir tebeşir koydu. Adama her gün bu tebeşir ağırlığında
afyonu yemeye devam etmesini söyledi. Ancak elindeki bu tebeşir ile kara tahtaya her
gün üç defa “AMİN” diye yazması gerektiğini de söyledi. Afyon yiyen adam çok mutlu
olmuştu. Bu şekilde hem afyon yemeye devam edebilecek ve hem de her geçen gün
daha az afyon yiyeceği için bir gün artık bu illetten tamamen kurtulabilecekti.
5- ANNEYE OLAN BORÇ
Bir bölgede büyük bir kasırga olmuş ve çok sayıda insanın evleri yıkılmıştı.
Yiyecek bir şey ve barınacak bir yer bulamıyorlardı. Bu insanların arasında çok kötü
durumda bir anne ve iki oğlu da vardı. Büyük oğlu bir değerler timsali idi; o ailesinin
güvenliğinden ve bakımından kendisini sorumlu hissediyordu; annesini seviyor ve
onun sevgisini ve duasını kazanabilmeyi her şeyden üstün tutuyordu. Ancak anne
yiyecek bulma sorumluluğunu ona veremezdi. Anne her gün dilenmek için sokaklara
çıkıyor ve açlıktan kırılan ülkede kendilerini hayatta tutacak azıcık bir yemek parçası
bulmaya çalışıyordu. Kısa zamanda anne zayıflıktan ve yorgunluktan bir adım dahi
atamayacak hale geldi. Büyük oğlunun tek başına dilenmeye gitmesi gerekiyordu.
Büyük oğlu annesinin ayaklarına kapandı ve dilenmeye kendisinin gitmesi için izin
vermesini istedi. Annesinin bitap düşmesini ve sağlığını kaybetmesini istemiyordu.
Ancak kendisi dilenmeye başladıktan sonra üç kişi bir avuç yiyecek ile
yaşayacaktı? O da kısa zamanda güçsüz kaldı. Daha zayıf bir ses ve daha zayıf
adımlarla bir gün bir Zamindar’ın(ağa) evine gitti ve bir lokma yiyecek istedi. Evin
hanımı onu içeriye çağırdı ve önüne bir tabak yiyecek koydu. Fakat çocuk
sendeleyerek dikilmeye çalışırken yere düştü. Zamindar koşarak odaya geldi ve
kulağını yerde ölmekte olan çocuğun ağzına yaklaştırdı ve onun son sözlerini duydu:
“Hayır, ben istemiyorum. Önce anneme verin, sıra bana sonra gelir.”
Herhangi bir kimseye her türlü borcunuzu ödeyebilirsiniz, ama annenize olan
borcunuzu hiçbir zaman geri ödeyemezsiniz.
Tanrı’nın saliği olduğunu iddia edenler buna inanmalı ve annelerine büyük saygı
göstermelidirler.
6- KİMSE SENİN ARKANDAN AĞLAMAZ
Rivayet edildiğine göre 18 gün süren Kurukshetra savaşı boyunca bilge Vyasa’nın
zihni çektiği pişmanlıkla gözyaşları döküyordu ve perişan bir halde idi. Çünkü savaşın
her iki tarafı da kendi soy ve sülalesinden geliyordu. Bu yüzden bu kardeşin kardeşi
katlettiği katliama daha fazla bakamıyordu. Bir gün yine böyle pişmanlık ve vicdan
azabı ile perişan olmuş vaziyette kana bulanmış ovada yürüyordu. Yeni başlayan
günde yine yeni bir savaş ve katliam başlamak üzereydi. Acele ile yürürken yolda
kendisi gibi acele ile seğirten bir örümcek gördü.
“Nedir bu acelen?” diye bilge sordu. Örümcek yolu hızla koşup geçti, yanı
başındaki karınca tepesinin üzerine tırmandı ve bulunduğu yükseklikten cevap verdi,
“Bilmiyor musun, Arjuna’nın savaş arabası biraz sonra buradan geçecek. Arabanın
tekerlekleri altında kalırsam işim biter.”
Vyasa onun bu yanıtına gülerek, “Sen ölürsen hiç kimse arkandan ağlamaz!” dedi,
“İnan bana sen öldüğünde dünya büyük bir şey kaybetmiş sayılmaz! Sen kaybolursan
arkanda hiçbir boşluk bırakmazsın.”
Örümcek bu aşağılama dolu cevaptan çok alınmıştı. Öfke ile titriyordu. Feryat
ederek bağırdı, “Bu ne demek böyle? Sen ne biçim bir bilgesin? Kendini
beğenmişlikten davul gibi şişmişsin. Sen ölürsen bu dünya için büyük bir kayıp
olacağını, buna mukabil benim hiç özlenmeyeceğimi düşünüyorsun. Benim de
sevdiğim eşim ve çocuklarım var. Benim de bir evim ve yiyeceklerle dolu bir ambarım
var. Ben de siz insanlar gibi büyük bir azimle yaşamın ipine sıkı sıkı sarılmışım. Ben
de açlık, susuzluk, keder, üzüntü, acı, sevinç, mutluluk, neşe ve çoluk çocuktan ayrı
olmanın ıstırabı nedir biliyorum. Bu dünya senin ve diğer insanların içinde olduğu
kadar benim de içimde ve benim de yaşamaya hakkım var.”
Vyasa başını önüne eğdi ve sessizliğe büründü. Dudaklarında şu sözü
mırıldanmaya başladı, “İnsanlar, hayvanlar, böcekler ve solucanlar, bunların hepsi de
birdir ve aynıdır. Fakat Mükemmel Olan’ın araştırılması, Güzelliğin, Hakikat’in ve
İyiliğin peşinden koşma, Her şeyin temelini oluşturan Birliğin İdrak edilmesi gibi akıl ve
bilgelik gerektiren konular insan varlığının eşsiz hazineleridir” dedi ve kendi yoluna
gitti.
7- EVRENSEL YANILGININ BATTANİYESİ
Bir nehrin kenarında bir grup çocuk inekleri otlatıyorlardı. Muson mevsimiydi ve
birdenbire nehirden azgın sular gelmeye başladı. Nehir büyük bir akıntı ile akarken
nehir kıyısındaki bir ayı azgın sulara kapılarak akıntının ortasında sürüklenmeye
başladı. Kenarda bulunan bir çocuk nehrin ortasında akıntı ile yüzmekte olan büyük
cisme bakınca onu uzaktan büyük bir battaniye yığınına benzetti.
Arkadaşlarına, “Ben suya atlayıp şu battaniye yığınını kenara getireceğim” diye
seslendi ve suya atladı. Yüzerek yanına gittiği şeyin bir battaniye yığını olduğunu
zannederek ayıya sarıldı. Suyun üzerinde kalmaya çalışan ayı da bu sefer ona iki kolu
ile sarıldı. Çocuk kendisini kurtarmaya çalıştıysa da ayı onu bırakmıyordu. Sıkıca
oğlana yapışmıştı. Nehrin kıyısındaki diğer çocuklar ona bağırdılar, “Şu battaniyeleri
bırak da hemen kenara gel!”
Sudaki çocuk bir yandan ayıdan kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da arkadaşlarına
yüksek sesle sesleniyordu, “Ben onu bırakmaya çalışsam da o benim kurtulmama izin
vermiyor.”
Benzer şekilde bu yaşam denilen ırmakta evrensel yanılgı, ayı rolünü oynamakta
ve biz de onu bir battaniye yığını zannetmekteyiz. Bize refah, mutluluk ve konforlu bir
yaşam getireceği inancı ile nehre, yani dünyanın içine atlayarak mutluluğu yakalamaya
çalışıyoruz. Ancak sonradan yanıldığımızı anlayıp kurtulmaya çalışsak da bunun
imkânsız olduğunu fark ediyoruz. Bu yanılsama evrensel yanılgı tarafından oluşturulur,
ama İlahi Prensip tektir. Teklik öğretisi çok eski zamanlardan beri formların değişik
olmasına rağmen yalnızca tek bir İlahi Prensip olduğunu ve O’nun da Çokluktaki Teklik
olduğunu bizlere öğrete gelmiştir.
8- TANRI’NIN BAKIŞ AÇISINI YAKALAMAYA GAYRET EDİN
Dört arkadaş pamuk ticareti yapmak için ortak olmuşlardı. Pamuk balyalarını
stoklayabilmek için bir ambarları vardı. Ancak pamuk balyaları fareler için çok
cezbediciydi. Kemirgen fare sürülerini korkutabilmek ve ambardan uzak tutabilmek için
bir kedi bulundurmaya karar verdiler. Ayaklarına şıngırdayan küçük çanlardan
takmışlardı. Kediyi de çok sevdikleri için de bu çanlar altından yapılmıştı. Bir seferinde
kedi pamuk balya yığınının üzerinden atlarken bir ayağı sekmeye başladı. Kediyi çok
sevdiklerinden hemen yaralı ayağını bir sargı beziyle sardılar. Ancak ayağındaki sargı
bezi kedinin dolaşması esnasında gevşedi ve kedi arkasında uzun bir kuyruk şeklinde
taşıdığı sargı bezinin farkında olmadan yanmakta olan ocağın yakınında oturdu. Sargı
bezi ateşle temas edip yanmaya başlayınca kedi can havliyle arkasında yanmakta
olan ateşten kurtulmak için oradan oraya koşuşturmaya başladı. Koşarken her zaman
gittiği ambardan içeri daldı ve bütün ambar çok kısa bir sürede yanıp kül oldu.
Dört arkadaş her şeyi dörde bölerek paylaştıkları için kedinin ayaklarını da
paylaşmışlardı. Kedinin ayakları her birine aitti ve bu durumda topallayan ayak da
içlerinden birisine aitti. Diğer üç ortak aralarından bir tanesini bu sakat ayakla
ilişkilendirip kendi zararlarının karşılanmasını dördüncü arkadaşlarından talep ettiler.
En sonunda olay mahkemeye intikal etti. Her iki tarafı da dinleyen hâkim şu kararı
verdi, “Sakatlanmış olan ayak suçsuzdur, çünkü yaralı bacak arkasında bir alev
kuyruğu bırakarak ambarın içine diğer üç sağlam bacak tarafından taşınmıştır. Bu
yüzden de sağlam bacaklara sahip ortaklar, sakat bacaklı ortağın zararını karşılamak
zorundadırlar.”
Olaya ilk baktığımızda en başta doğru olarak düşündüğümüz şey, ikinci kez
düşündüğümüzde yanlış çıkabilir. Dünyevi bakış açısından bir adalet varken Tanrı’nın
bakış açısı buna bir düzeltme getirir. Tanrı’nın bakış açısının nasıl olabileceğini
araştırın. Erdemli insanlarla bir arada olun. Onlar size uygun tavsiyeyi vereceklerdir. İyi
insanları arayıp bulmalısınız.
9- KARNA’NIN ÖLÜMÜ ÜZERİNE DHARMARAJA’NIN ACISI
Pandava kardeşlerin en büyüğü olan Karna, diğer beş kardeşin en büyüğü
olduğunu bilmiyordu. Diğer beş kardeş de onun ağabeyleri olduğunu bilmiyorlardı. Bu
bilgisizliğin sonucu olarak Karna, diğer beşine karşı nefret ile dolu idi. Onları yok etmek
istiyor, bitmek tükenmek bilmeyen bir güçle onlara karşı savaşa hazırlanıyordu.
Daha küçük olan diğer beş kardeş de onu mahvetmek için planlar yapıyor ve ona
karşı en büyük düşmanlarıymış gibi davranıyorlardı.
Savaş esnasında Dharmaraja, Karna’nın ölümüne sebebiyet verdi. Sonra beş
kardeşin en büyüğü olan Dharmaraja, Karna’nın kendilerinin ağabeyleri olduğunu
öğrendi. Bunu öğrendiği anda büyük bir acıya gark oldu; teselli edilemiyordu.
Çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Eğer gerçeği daha önce bilse idi, tüm bu acılar engellenebilirdi, öyle değil mi?
Benzer şekilde, bütün ibadethanelerde aynı Tanrı’nın var olduğunu, bütün insanların
aynı Tanrı tarafından hareket ettirildiklerini, O’nun rahmeti ile motive edildiklerini
bilmedikçe, sizler de nefret ve gurur tarafından acı ile kaplanmış oluyorsunuz.
Bir kere bunu bilir ve deneyimlerseniz, herkese karşı sevgi ve saygı ile dolarsınız.
İnsan içinde en temel öz olan kardeşlik duygularını hissettiği zaman savaşın
barbarlığına artık bir son verilecektir.
10-
TANRI’NIN İSMİ İLE MİSKET OYNAMAK
Bir çocuk yolda parlak ve yuvarlak kıymetli bir taş buldu ve onu arkadaşları ile
misket oynarken kullanmaya başladı. Kıymetli taş ticareti yapan bir tüccar da
caddeden geçerken şans eseri bu taşı gördü. Çocuğa yaklaştı, onu kenara çekti ve o
taş karşılığında kendisine 50 Lira önerdi. Çocuk 50 Liranın değerini bilmiş olsaydı taşın
da değerini bilecekti!
Çocuk annesine gitti ve bir yabancının oynadığı mermer taş için kendisine 50 Lira
önerdiğini söyledi. Annesi bu kadar değerli bir şey olduğuna şaşarak: “Bundan sonra
dışarıya sokağa çıkma, arkadaşınla evin bahçesinde oyna!” dedi. Değer açığa çıkınca
hemen sınırlar çekilir.
Tüccar o gece uyuyamadı; taşı bu basit insanların elinden ucuza almayı ve bir
milyonere satarak büyük bir kâr elde etmeyi planlamaktaydı. Çocuğun evini öğrendi ve
caddede ileri geri yürüyerek çocuğu görme umudu ile bekledi. Çocuğun bahçede taşla
sanki adi bir şeymiş gibi oynadığını görünce çok üzüldü. Çocuk onu yerlere fırlatıp
oynamaktaydı. O sırada annesi evden dışarı çıktı ve taş onun ayaklarına çarparak bir
çalılığın dibine düştü. Adam çocuğa yaklaştı ve ona taş karşılığında 100 Lira
vereceğini, sonra da 500 Lira vereceğini söyledi. Çocuk gözü yaşlı bir şekilde eve
koştu ve annesine yabancının kendisini rahat bırakmadığını söyledi. Annesi de
bahçeye çıktı ve tüccara gitmesini söyledi.
Tüccar fırsatı kaçırmıştı; anneye giderek son olarak bu taş için 1.000 Lira
vereceğini söyledi. Bu fiyatı duyan anne oğlunun dışarıda oynamasını yasakladı;
sadece evin içinde oynayabileceğini söyledi.
Ama tüccar bu kadar kurtulması kolay biri değildi. Daha ertesi gün tüccar elinde
10.000 Lira ile geldi. Anne teklifi yine reddetti, ama taşı şimdi demir bir kasada kilitli
tutmaya başladı.
Daha ertesi gün tüccar elinde 50.000 Lira ile gelince de bankaya gitti ve taşı bir
emanet kasasına koydu.
Benzer şekilde siz de değerini hiç bilmeden Tanrı’nın ismi ile misket
oynuyorsunuz. Bir kere onun değerini anladığınız zaman onu en kıymetli hazineniz gibi
kalbinizin derinliklerinde saklayacaksınız. Şunu bilin ki, o İsim; güven, cesaret,
aydınlanma ve özgürlük arayışınızda sizi başarıya ulaştıracak olan anahtardır.
11-
DÜNYADA EN HAYRET VERİCİ ŞEY
Bilge Narada’ya şöyle sordular, ”Dünyada gözlediğin en hayret verici şey nedir?”
Narada şöyle cevap verdi, ”Gördüğüm en hayret verici şey ölümlülerin ölenin ardından
ağlamalarıdır. Kendileri ölüme yaklaşan kimseler, ölenler için ağlıyorlar, sanki
ağlamalarının ölüyü canlandırabilmek veya kendi ölümlerini geciktirmek için bir etkisi
varmış gibi.”
Bir tane daha söylemesini istenince de, Narada şöyle cevap verdi,
“Herkes günah işlemekten korkuyor, ama buna rağmen günah işlemeye devam
ediyor. Herkes değerli ve övülmeye layık eylemler yapmak ve sevap kazanmak
arzusunda, fakat hiç kimse böyle bir eylem için parmağını kıpırdatmıyor.”
12-
DÜNYEVİ ZEVKLER BİR YILANIN ISIRMASINA BENZER
20 yıl önce birisi bana geldi ve gireceği bir imtihanı başarabilmek için benden
yardım istedi. Ben de ona, gerekli çabanın olması gerektiğini ve ondan sonra da
Tanrı’nın arzusunun sonucu belirleyeceğini söyledim. Onu kutsadım ve yolladım.
İmtihanı geçerek okulunu bitirdi ve yine bana gelip bu sefer bir iş istedi. Bir ay
içinde iyi bir iş buldu. Birkaç ay sonra tekrar bana gelerek mutlu olduğunu ve şimdi de
iş yerinde çalışan sekreter kızla evlenmek istediğini söyledi. Ben de eğer annesi ve
babası onaylarsa olabileceğini, ama kızı beğenmeyebileceklerini söyledim. Ama o beni
pek dinlemedi. Anne ve babasının isteklerine karşı bile olsa o kızla evlenmek için
kararlı olduğunu ve hatta eğer bu evlilik olmazsa kendini öldüreceğini bile söyledi.
Böyle bir birlikteliğe başlamadan önce ailesini ikna etmesi gerektiğini söyledim.
O, ailesine epey baskı yaptı ve en sonunda başka çıkar yol bulamadılar ve evliliğe
razı oldular. Evlilik gerçekleşti ve bir yıl sonra ikisi beraber bana gelerek bir oğlan
çocuk istediklerini söylediler. Oğlunun doğumundan sonra masrafları arttı ve karısı
işten ayrılmak zorunda kaldı. Oğlan bana gelip, bir terfi istediğini söyledi. Şansı yaver
gitti ve gerçekten de terfi etti.
Aslında, dünyevi işlerde çok saf ve aptal olmasına rağmen, bana karşı çok büyük
inancı vardı.
Ben ona kutsamalarımı verdim ve o da işinde terfi etti. Bu sefer, bir beş yıl hiç
gözükmedi. Çok mutlu idi ve bu beş yılda dört çocukları oldu. Beş yıl sonra ise yine
bana geldi ve ailesinin artık sabrını taşırdığını ve bu ailenin yükünü artık
taşıyamayacağını söyledi. Tüm bu karışıklıktan ve acıdan kurtulup rahatlamak
istiyordu. Ailesinin şimdi kendisini büyük bir yılan gibi sarılıp tuttuğunu ve bundan
kurtulmak için yanıma gelmek istediğini söyledi. Kendisine ne iş verilerse yapacaktı.
Ben de ona, yılanın kendi kendine mi gelip kendisini yakaladığını, yoksa onun
isteyerek mi kendisini yılana yakalattığını sordum.
13-
HERŞEYİ O’NUN İRADESİNE BIRAKMAK
Eskiden Bağdat’ta yaşayan zengin bir tüccar vardı. Erdemli bir hayat sürdürüyordu
ve Tanrı korkusu vardı. Çok sevdiği bir kızı vardı, kız da erdemliliğin somutlaşmışıydı.
Babası kızını ancak Tanrı’ya inanan bir genç ile evlendirmeye karar vermişti.
Evleneceği adamın başka bir özelliği olması gerekmiyordu. Kervansaraylarda,
camilerde ve kutsal insanların gittikleri yerlerde kızı için iyi bir damat aradı. Bir Cuma
günü camide dürüst bir genç adam fark etti. Dizlerinin üzerinde Allah’a dua ediyor ve
herkes gittiği halde büyük bir içtenlikle Tanrı’ya yakararak ibadetine devam ediyordu.
O gencin yanına gitti ve kendisine kızı ile evlenmek isteyip istemediğini sordu.
Çocuk şöyle yanıtladı, “Ben fakirin de fakiri bir insanım. Başımın üzerinde damı
akan bir tavan var. Çakıl taşları ile dolu bir yerde de oturuyorum. Kim böyle bir dilenci
ile evlenir? Ben ancak benim ibadetime karışmayacak ve benimle yoksulluğu
paylaşacak birisi ile evlenebilirim.”
Zengin tüccar bu fakir gencin en uygun damat olduğunu düşündü ve evlilik kısa
zamanda gerçekleştirildi. Kız fakir’in evine yerleşti ve yerleri temizlemekle işe başladı.
Kocasının da kendisi gibi dindar bir insan olduğuna çok memnundu; kendisi de kocası
gibi Allah yolunda yürüyen bir hacı, manevi ibadetlerin uygulayıcısıydı. Yerleri
süpürürken bir köşede içinde bir parça ekmek olan bir tabak buldu. Kocasına bu
ekmeği orada neden tuttuğunu sordu. Kocası şöyle cevap verdi, “Ben o ekmeği yarın
giderken yanımda götüreceğim. İşlerimi hallederken belki yiyecek bir şey
bulamayabilirim.”
Bunun üzerine karısı şöyle dedi, “Ben senden utanıyorum. Senin demek ki Allah’a
hiç inancın yokmuş. Bize bu açlığı veren Allah, aynı zamanda o açılığı giderecek
ekmeği de vermeyecek midir? Ben böyle karakterli bir insanla beraber yaşayamam.
Senin Allah’a ve O’nun bizlere olan merhametine karşı inancın yok.”
Bunları diyerek fakir’in evini terk etti.
14-
EN SON SIĞINILACAK LİMAN – YOL GÖSTERİCİ ÖĞRETMEN
Manevi yolda ilerlemek isteyen bir aday balta girmemiş bir ormana gitmişti. Her
yeri sarıp sarmalayarak istila eden bitkilerden ötürü bu sık ormanda bin bir zahmetle
ve çok yavaş bir biçimde ilerleyebiliyordu. Birden yakınlardan gelen bir aslan
kükremesi duydu ve hemen bu canavardan kurtulabilmek için en yakındaki ağaca
tırmanmaya başladı. Aslan onun dalların arasında olduğunu fark etti ve kalın banyan
ağacının gövdesinin çevresinde kükreyerek dolaşmaya ve adamın aşağıya inmesini
beklemeye başladı.
Biraz sonra banyan ağacının dallarında oturan adama ağacın daha üst dallarında
bulunan bir ayı saldırdı. Adam can havliyle ağacın bir dalından aşağıya doğru sarkan
köklere tutunarak aşağıya doğru kaydı. Şansına daldan aşağıya doğru sarkan iki tane
kök vardı ve adam da her iki eli ile havada asılı olan birer köke tutunabildi. Ancak biraz
sonra bir baktı ki bir tane beyaz renkte ve bir tane de siyah renkte iki iri fare kendisinin
tutunduğu köklerin diplerini kemiriyorlar. Her ısırıklarında adamın yaşamı biraz daha
tehlikeye giriyordu. Adam bu çaresiz vaziyette iken ağacın üst dallarında arıların
yaptıkları içi tatlı nektar dolu arı kovanından sızan birkaç damla aşağıya doğru
damlamaya başladı. Talihsiz adam bir damla olsun o nefis baldan tadabilmek amacı ile
dilini dışarıya doğru çıkartarak aşağıya doğru düşen damlalara uzanmaya çalıştı.
Fakat dilinin üzerine bir tek damla bile düşüremedi. Artık umutsuzluktan ve korkudan
efendisine seslendi, “Sevgili efendim, gel de beni kurtar!”
Tam o sırada oradan geçmekte olan bilge bu yakarışı duydu ve onu kurtarabilmek
için oraya doğru koştu. Yanında yay ve ok getirmişti, aslanı ve ayıyı öldürdü, fareleri
korkutup kaçırdı ve öğrencisini ölümün korkunç ellerinden kurtardı. Sonra, adamı kendi
ikametgahına götürerek ona kurtuluşa giden yolu öğretti.
Yukarıdaki bu hikâye aslında her birimizin durumunu anlatan hikâyedir. Bu dünya
içinde aylak aylak gezindiğimiz ormandır. Aslan, yani korku yüzünden yaşam ağacının
tepesine doğru yani dünyevi aktivitelere doğru tırmanırız. Bu arada ayı, yani endişe,
bizim yaşamdaki adımlarımızı izleyerek bizi korkutur ve bu endişe yüzünden
bağlılıkların ve bizi kıskıvrak yakalayan eylemlerin içine düşeriz. Tek yapabileceğimiz
umut ve umutsuzluğun ikiz köklerine tutunmaktır. O sırada iki fare, yani gece ve
gündüz yaşamımızı yiyip bitirirler. Bu arada birkaç tatlı damlası bencillik yakalayarak
küçük mutluluklar peşinde koşarız. En sonunda o damlaların da uzanamayacak kadar
uzakta ve bir o kadar da değersiz olduklarını keşfedince, her şeyden feragat etmenin
getirdiği o şiddetli ıstırabın etkisi ile bizi kurtaracak öğretmene bizi kurtarması için
sesleniriz. Ya içerden veya dışarıdan öğretmen sahneye gelir ve bizi korku ve
endişeden kurtarır.
15-
BENCİLLİKTEN UZAK OLMA
Narada kendisini beğeniyor ve Tanrı’ya bağlılıkta hiçbir saliğin kendisinden daha
üstün olamayacağını belirtiyordu. Hâlbuki mürid olabilmenin, yani bencillikten
kurtulabilmenin ilk şartı böbürlenmemek ve kendini diğer saliklerden daha üstün
görmemek idi.
Bir bilge Narada’ya küçük bir arazisi olan ve onu ekip biçerek hayatını kazanan bir
çiftçiden söz ederek onun kendisinden daha büyük bir salik olduğunu söyledi.
Narada’ya o çiftçiyi ziyaret etmesini tavsiye etti ve Tanrı’ya bağlılık hakkında ondan
ders alması gerektiğini söyledi.
Narada kendisini aşağılanmış hissediyordu Büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü
içinde çiftçinin yaşadığı köye doğru yola çıktı. Çiftçiyi tarlada her zamanki işlere
kendini kaptırmış çalışırken ve davarları güderken buldu. Sürekli çiftçiyi takip ettiği
halde onu bir gün içinde Tanrı’nın ismini anarken sadece 3 defa gözlemleyebildi. İlki
uyanıp yataktan ilk kalktığı zaman, ikincisi öğlen yemeğini yemeden önce ve üçüncü
de gece yatağa yatıp uyumadan önce.
Narada, kendisinin bu zavallı çiftçiye göre daha aşağıda nitelendirilmesine çok
kızmıştı. Kendisi her an Tanrı’ya ait ilahiler söylüyor, sabah duaları yapıyor ve manevi
ibadetlerini hiç ihmal etmiyordu. Tanrı’nın mesajını insanlara yayıyordu. Ve işte orada
eli nasır tutmuş bir toprak çocuğu Tanrı’nın adını günde üç kez anarak kendisinden
daha üstün bir salik oluyordu.
Acele ile bilgenin evine doğru seğirtti. Yüzü öfkeden ve bu rezaletten dolayı
kıpkırmızı olmuştu. Fakat bilge ona baktığında onun bu zavallı haline çok güldü.
Narada’ya ağzına kadar su ile dolu bir kap su verdi ve kabı başının üstüne koyarak
birkaç tur atmasını söyledi. Ancak suyun tek bir damlası bile yere dökülmeyecekti.
Narada kendisine söyleneni yaptı. Bilge ona bu işi yaparken Tanrı’nın ismini kaç
defa zikrettiğini sordu. Narada kabı sallamamak ve suyu yere dökmemek için çok
dikkatli olması gerektiğini ve bu arada Tanrı’nın ismini anmayı tamamen unuttuğunu
itiraf etti.
Bunun üzerine bilge ona çiftçinin başının üzerinde sudan çok daha değerli şeyleri
taşımak zorunda olmasına rağmen Tanrı’yı günde üç defa anabildiği için takdir
edilmesi gerektiğini söyledi.
Bu yüzden Tanrı’yı günde üç kez ve hatta sadece iki kez bile hatırlasanız bu sizin
için büyük bir kazanç olacaktır. Bu size büyük bir huzur verecektir. Dünyevi işlerinizi
yapmaktan vazgeçmeyin, fakat o işleri dudaklarınızda Tanrı’nın ismi ile yapın ve bu
sayede Tanrı’nın Rahmetini üzerinize davet edin.
16-
ELİMİZİ KOLUMUZU BAĞLAYAN ARZULARDIR
Maymunları yakalamak isteyen avcılar ağzı dar bir çömlek hazırlarlar ve içine
şekerleri doldururlar. Sevdiği yiyeceği almak isteyen maymun elini çömleğin içine
sokar, avucunun içini şekerlerle doldurur. Bu şekilde maymun elini çömleğin dar
ağzından geri çekemeyerek yakalanır.
Yumruk yaptığı elini gevşetmesi ve aldığı şekerleri bırakması durumunda elini
dışarı çekebilecek ve özgür olabilecektir. Ellerini sımsıkı bağlayan şey kendi
arzusudur. Arzusunu doyurabilmek için avucunun içine doldurduğu yiyecekler
yüzünden orada yakalanmıştır.
Bu dünya da hikâyedeki çömleğe benzer. Çömleğin dar ağzı bizim ailelerimizdir.
Arzularımız çömleğin içindeki şekerlerdir. İçinde şeker şeklinde arzuları bulunduran
çömleğin içine insan elini sokar. Arzularını bırakabilse dünyada özgürce
yaşayabilecektir. Kurtuluşa ulaşabilmek için yapılması gereken ilk şey fedakârlıktır.
Felsefi terimle ifade edecek olursak buna feragat, her şeyden elini eteğini çekme,
vazgeçme denir.
Biz dünyanın bizi kendisine bağladığını zannederiz, ancak gerçekte bizi bağlayan
şey arzularımızdır.
17-
DÜŞÜNCELERİNİZ PİŞİRDİĞİNİZ YEMEĞE TESİR EDER
Zihni saflaştırmak ve aklın hakikati en güzel bir şekilde yansıtmasını sağlamak için
dikkat edilmesi gereken ilk şey yediğimiz gıdalardır. Gerçekten de bu durum herkes
için çok ciddi ve şakaya gelmeyen bir konudur.
Şehirde büyük bir bilgin olan çok dindar bir adam yaşıyordu. Aynı kendisi gibi çok
dindar bir karısı vardı. Bu adam ibadetlerini hiç aksatmaz sürekli olarak zikir yapar ve
derin tefekkürde bulunurdu. Dürüst karakteri ile çevrede çok sayıda insan tarafından
tanınıyordu. Bir gün, Nityananda isminde bir rahip kapısını çalarak kendisinden sadaka
dilendi. Adam çok mutlu olmuştu. Rahibi ertesi gün yemeğe davet etti. Onu layık
olduğu şekilde ağırlayarak onurlandırmak istiyordu. Kapısının üzerine çeşitli
süslemeler ve çelenkler astı ve uygun bir misafirperverlik yapabilmek için gerekli olan
her şeyi ayarladı. Fakat saat onbirde karısı fiziksel olarak rahatsızlandı ve onur konuğu
için hazırlanacak yemeği pişiremeyecek hale geldi.
Komşu olan kadın yemeği pişirmek için gönüllü oldu. Kadın getirildi ve mutfağa
girdi. Her şey çok iyi gitti ve herkes çok mutlu olmuştu. Yalnızca bilgenin içinde yemek
esnasında ev sahibinin tabağın kenarına koyduğu gümüş bardağı çalabilmek için
büyük bir arzu oluşmuştu. Çok gayret etmesine rağmen, kötü düşünce galip geldi ve
rahip gümüş bardağı cübbesinin kıvrımlarının içinde saklayarak evinin yolunu tuttu. O
gece hiç uyuyamadı. Vicdanı onu rahatsız ediyordu. Hocalarının adlarını lekelediğini
ve onları utandırdığını düşündü. Daha fazla yatakta kalamadı. Hemen yola çıkarak
kendisini ağırlamış olan adamın evine koştu ve ayaklarına kapandı. Yanaklarından
aşağıya süzülen gözyaşları ile aldığı bardağı geri vererek yaşadığı büyük pişmanlığı
dile getirdi.
Herkes böyle bir ermişin nasıl olup da böyle alçakça bir eylemde bulanabildiğine
şaşırdı. Sonra birisi yediği yemekten etkilenmiş olabileceğini söyledi. Yemeği pişiren
komşu kadının geçmişi araştırıldığında uslanmaz bir hırsız olduğu ortaya çıktı. Kadının
hırsızlık yapma eğilimi seyyalen pişirdiği yemeğe geçmişti. İşte bu yüzden manevi yol
yolcularına belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra yalnızca taze sebze ve meyva yemeleri
ve kendi yemeklerini kendileri pişirmeleri tavsiye edilmişti.
18-
BATIL İNANÇLAR VE TAKLİTÇİLİK
Eski zamanlarda köy evlerinin hemen hepsinin kilerlerinde çeltik çuvalları olurdu.
Bu yüzden de doğal olarak her evin içinde de iri fareler olurdu. Bu evlerden birinde her
dolunay gecesinde özel bir ibadet yapılırdı. Bu ibadet için bir gece öncesinden çok
miktarda süt ve yağ tedarik etmek gerekirdi.
Fareler kedilerin çevreye toplanmasına yol açarlardı, ama kediler çoğunlukla fare
yakalamaktansa ortada duran süt ve yağı tercih ediyorlardı. Bu yüzden de süt ve yağ
kedilerin ulaşamayacakları emniyetli dolaplar içerinde tutulurdu. Fakat o kutsal günde
yapılacak seremoniler sırasında süt ve yağ üzeri açık kaplarda evin ibadet köşesine
konulurdu. İşte bu durum yağmacı kedi için iyi bir fırsat doğuruyordu; bu yüzden de ev
sahibi kediyi ensesinden yakalayarak ağır bir sepetin altına koyuyor, üzerine de ağır
bir taş yerleştiriyordu. Bu şekilde kedi etrafta dolaşarak adak olarak adanan kutsal
yiyeceği kirletemiyordu. Her dolunay günü bu sürekli olarak yapıla geldi. Evde yaşayan
çocuklar ve torunlar bu olayı gözlemleyerek şu sonuca vardılar. İster ibadet yapılsın,
isterse yapılmasın her dolunay günü zamanı kedi üzerine ağır bir sepet konularak
hapsedilir. Hatta evde kedi yoksa bile dolunay zamanı geldiğinde sokağa çıkılarak
uygun bir kedi aranır ve bulup eve getirilir. Böylece kedinin üzerine sepet koyma ritüeli
de aksatmadan yerine getirilmiş oluyordu.
Zaman içinde ibadetin ilk manası ve uygulama şekli değişti ve sonraki nesiller
atalarının yaptığı gibi kediyi hapsetmezler ise başlarına kötü bir şey geleceğine
inandılar. Durum artık katlanılmaz bir saçmalıklar dizisi haline dönüşmüş ve kedinin de
evdeki önemi ve statüsü artmıştı. İşte bu yapılan şey hiçbir amacı olmayan bir
taklitçilikten başka bir şey değildir.
19-
BAĞLILIK İNSANI ACIYA GÖTÜRÜR
Yan yana evlerde oturan bir kız ile bir oğlan vardı. Yan yana komşu olarak
yaşamalarına rağmen birbirleri hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Bir gün genç kız çok
ciddi bir hastalığa yakalandı. O gün ev halkı telaşlı bir şekilde koşuşturuyordu ve
endişelenerek doktor çağırdılar.
Yan evde oturan genç adam gürültüleri duydu ve o sırada ders çalıştığı için
rahatsız oldu. Sesleri duyunca penceresini kapattı, kulaklarına tıkaç tıkadı ve okumaya
devam etti.
Kaderin cilvesi ile bu iki genç sonradan birbirlerine âşık olup evlendiler. Aynı gün
akşamüzeri kızın karnı ağrımaya başlayınca damat çok endişelenmeye başladı.
Damadın kıza olan bağlılığı nerede ve ne zaman başlamıştı? O kızla evlendiği için
artık onun ufacık bir karın ağrısı bile kendisini üzer hale gelmişti. Ölümcül şekilde
hasta iken en ufak bir endişe bile duymamış, penceresini kapatmıştı. Kısaca
yakınlarımıza olan düşkünlük ve onlara karşı bağlılığımız, hayattaki bütün neşe ve
acılarımızın da kaynağıdır.
20-
BU DÜNYA BİR KALPAVRİKSHA AĞACIDIR
Tanrı kalbimizden konuşma şeklinde dışarı çıkarak tezahür eder, bu yüzden
sözlerimizi saf ve temiz bir hale getirmeliyiz. Tanrı, Hakikat formundadır. Böylece, biz
ne dersek diyelim Tanrı hemen bir yankı ile cevap verir, “Tamam öyle olsun!”
Küçük bir hikâye vardır. Bir yolcu yaz sıcağında uzun süre yürüdükten sonra çok
yorulmuştu. Yolun ilerisinde büyük bir ağaç gördü ve altında biraz dinleneyim, diye
düşündü.
Ağacın gölgesi pek hoşuna gitmişti. “Ne güzel serin bir yer buldum. Ah, bir de
soğuk bir bardak su olsa idi” diye düşündü. Hemen önünde bir bardak su beliriverdi.
“Şimdi susuzluğum geçti, ama burada yer çok sert, bir güzel yatak olsaydı, ne mutlu
olurdum?” deyince de hemen büyük yumuşak bir yatak aşağıya indi.
Adam sonra şöyle düşündü. “Evimde bile böyle yumuşak bir yastığım yok, karım
da gelip bunu görse idi ne mutlu olurdu?” Hemen karısı da orada beliriverdi. Adam
karısını karşısında görünce inanamadı ve “Bu benim karım mı, yoksa bir iblis mi?
Şimdi beni yiyecek!” diye düşündü. İblis de hemen onu yedi.
Bu ağaç Kalpavriksha ağacı idi ve her isteği yerine getiren bir ağaçtı. Yolcunun
ağacın altında ne kadar iyi düşüncesi varsa yerine gelmişti. Ama kötü şey düşündüğü
anda da o kötü şey hemen gerçekleşiyordu.
Bu dünya da Kalpavriksha ağacıdır ve biz de onun gölgesinde oturuyoruz. Kötü
düşünürsek başımıza kötü şeyler gelir ve iyi düşünürsek iyi.
Böylece düşüncelerimiz, sözlerimiz ve eylemlerimiz saf ve iyi ise,
Kalpavriksha(dünya) bize arzuladığımız iyi şeyleri verir. Kötü veya iyi başımıza ne
gelirse, kalbimizden kaynaklanır, dışarıdan değil. Bu yüzden daha işin en başında
kalbimizi mümkün olduğu kadar saf bir hale getirmeliyiz.
Kalpavriksha= Arzuları yerine getiren ağaç, cennetteki ağaç
21BAŞKALARININ SİZE GÖSTERDİĞİ SAYGI VEYA SAYGISIZLIK ÖNEMLİ
DEĞİLDİR
Başkalarının size gösterdiği saygının veya saygısızlığın hiçbir önemi yoktur.
Bunlar yalnızca sözlerdir. Bu sözlerle ne demek istendiğini anlatan küçük bir hikâye
vardır.
Bir köyde iki adam vardı. Biri yolculuğa daima bir atla çıkardı, diğeri ise her zaman
elinde yastığı ile yayan yürüyerek yolculuk yapardı. Bir gün her ikisi de aynı yere
gitmek üzere birlikte yola çıktılar. Yayan giden adam yolu bildiği için önden gidiyor ve
yolu gösteriyordu. Atlı olan da arkadan onu takip ediyordu. Yolda küçük bir köyden
geçerlerken köylüler öndeki adamı arkadaki efendinin kâğıtlarını taşıyan bir uşak
zannettiler. Atlı adamın da bir subay olduğunu düşündüler, çünkü o eski zamanlarda
subaylar atla yolculuk ederlerdi.
Bu iki adam en sonunda gidecekleri yere vardılar. Elinde yastığı olan adam hemen
hana girdi, rahat bir şekilde bir köşeye kıvrıldı ve başını yastığına koyup rahatça
uyumaya başladı. Diğeri ise o sırada hâlâ atını bağlamak için bir yer arıyordu. Bu
köydekiler ise yastıklı adamı subay, diğerini de onun uşağı zannettiler.
İşte bu durum bu dünyada saygı ve saygısızlığın nasıl oluştuğunu gösteriyor. Bir
köyde subay zannedilerek saygı duyulan kişi, diğer köyde uşak zannediliyor. İlk köyde
uşak olduğu zannedilen kişi ise diğer köyde subay olarak saygı görüyor. Sanılan şey
olaya dışarıdan bakan kişinin bakışına bağlıdır ve insanların zihinlerinde hayal etikleri
şeydir. Bu örnekte ne saygı ve ne de saygısızlık o kişilere gerçek kişisel bir değer
olarak duyulmamıştır.
22-
SEN DAHA FAKİRSİN
Bir kral ordusu ile beraber komşu krallığı ele geçirmek için yola çıkmıştı. Karlı
dağları aşarlarken, karlı bir geçitte çıplak bir kayanın üzerinde oturan dilenci kılıklı bir
adam gördüler. Adamın üzerinde hiçbir elbise yoktu ve soğuk rüzgârlardan korumak
için başını dizlerinin arasına almıştı.
Kral adama acıdı ve kendi üzerindeki şalını ve paltosunu çıkartarak bu zahit kişiye,
yani duyularının ve zihninin efendisi olmuş kişiye vermek istedi. Fakat zahit nazikçe
reddetti ve “Tanrı bana sıcağa ve soğuğa dayanabilmem için bana elbise verdi” diye
cevap verdi. “O, bana her istediğimi verir. Lütfen o paltoyu ihtiyacı olan birisine verin!”
Kral bu sözlere şaşırmıştı ve o bahsettiği elbisenin nerede olduğunu sordu. Zahit
şöyle cevap verdi, “Onu benim için Tanrı dokudu, ben o elbiseyi doğduğumdan beri
giyiyorum ve ölene kadar da giyeceğim. İşte burada, benim tenim! Bu paltoyu ve şalı
bir dilenciye, bir fakire verin!”
Kral gülümsedi ve sordu, “Böyle senden daha fakir birini ben nerede bulabilirim
ki?” Zahit bunun üzerine krala nereden gelip nereye gittiğini sordu. Kral, “Komşu
düşman krallığı zapt edip kendi topraklarıma katmaya gidiyorum” diye cevap verdi.
Şimdi gülümseme sırası zahide gelmişti. Şöyle dedi, “Eğer sahip olduğun krallık
sana yetmiyor ve birkaç kilometre kare daha toprak elde edebilmek için kendinin ve
binlerce insanın hayatını tehlikeye atıyorsan, kesinlikle sen benden daha fakirsin. O
paltoya senin benden daha fazla ihtiyacın var.”
Bunun üzerine kral çok utandı, ün ve zenginliğin boş ve saçma bir şey olduğunu
kavradı ve kendi sarayına geri döndü. Kendi içindeki doğuştan gelen yoksulluğu
görmesini sağladığı için zahide teşekkür etti. Anlıyordu ki azla yetinmek en büyük
servettir.
23- BAŞKALARININ SİZE GÖSTERDİĞİ SAYGININ VEYA SAYGISIZLIĞIN
HİÇBİR ÖNEMİ YOKTUR
Bir köyde iki adam vardı. Biri yolculuğa daima bir atla çıkardı, diğeri ise her zaman
elinde yastığı ile yayan yürüyerek yolculuk yapardı. Bir gün her ikisi de aynı yere
gitmek üzere birlikte yola çıktılar. Yayan giden adam yolu bildiği için önden gidiyor ve
yolu gösteriyordu. Atlı olan da arkadan onu takip ediyordu. Yolda küçük bir köyden
geçerlerken köylüler öndeki adamı arkadaki efendinin kâğıtlarını taşıyan bir uşak
zannettiler. Atlı adamın da bir subay olduğunu düşündüler, çünkü o eski zamanlarda
subaylar atla yolculuk ederlerdi.
Bu iki adam en sonunda gidecekleri yere vardılar. Elinde yastığı olan adam hemen
hana girdi, rahat bir şekilde bir köşeye kıvrıldı ve başını yastığına koyup rahatça
uyumaya başladı. Diğeri ise o sırada hâlâ atını bağlamak için bir yer arıyordu. Bu
köydekiler ise yastıklı adamı subay, diğerini de onun uşağı zannettiler.
İşte bu durum bu dünyada saygı ve saygısızlığın nasıl oluştuğunu gösteriyor. Bir
köyde subay zannedilerek saygı duyulan kişi, diğer köyde uşak zannediliyor. İlk köyde
uşak olduğu zannedilen kişi ise diğer köyde subay olarak saygı görüyor. Sanılan şey
olaya dışarıdan bakan kişinin bakışına bağlıdır ve insanların zihinlerinde hayal etikleri
şeydir. Bu örnekte ne saygı ve ne de saygısızlık o kişilere gerçek kişisel bir değer
olarak duyulmamıştır.
24- YENİLEN GIDA İNSANIN KARAKTERİNİN TEMELİNİ
OLUŞTURUR
Yemeği pişiren ve yemeği getirerek sunan kişilerden yemeğe geçen seyyal etkiler
vardır ve o yemeği yiyen kişi tarafından emilerek absorbe edilir. Yenilen yemek insanın
karakterinin temelini teşkil eder. Zihnin içinde bulunduğu durum bedenin içinde
bulunduğu durum ile bire bir ilişkilidir.
Takriben 80-90 yıl önce Badrinath şehrinde o zamanlar Hamsaraj isminde büyük
bir bilge vardı. Kendisi kadar azimli ve inançlı bağlı bir öğrencisi vardı. Bu genç adam
birkaç gün boyunca geceleri aynı rüyayı görüyor ve bu onu çok rahatsız ediyordu.
Genç adamın huzuru kalmamıştı. Rüyasında 16 yaşlarında güzel bir genç kızı büyük
bir acı ve çaresizlik içinde dokunaklı bir şekilde ağlarken görüyordu. Kız, “Beni
kurtaracak hiç kimse yok mu?” diye sesleniyordu. Öğrenci sürekli bu tuhaf rüyayı
görmekten ötürü şaşkınlık içindeydi. Zihninden rüyadaki kızın o mahzun halini ve o
çaresiz haykırışlarını çıkaramıyordu. İçinde bulunduğu üzüntülü durumu öğretmenine
anlatmaya karar verdi. Hamsaraj ayırt etme gücü ile durumu irdeledi ve bu korkunç
olayın perde arkasını aydınlatmayı başardı.
Genç adamı soru yağmuruna tuttu, “O rüyayı gördüğün ilk gün neler yapmıştın?
Nerelere gitmiştin? Neler yedin?” v.s. Sonunda şu gerçek ortaya çıktı. Genç adam bir
arkadaşı ile birlikte bir ziyafete katılmış ve orada biraz yemek ve ince sac ekmeği
yemişti. Ziyafeti hazırlayan zavallı bir köylü hanım idi. Hamsaraj öğrencisini gönderip
bu hanımın Badrinath’ın münzevileri için verdiği bu ziyafeti hazırlarken ne tür
malzemeler kullandığını öğrenmesini istedi. Genç adam o rüyanın kendisine ilk geldiği
güne lanet okudu, çünkü şimdi de efendisi tarafından gayet alakasız meseleleri
soruşturmak için anlamsız ayak işlerine koşuluyordu. Yapacağı ibadet uygulamalarının
bu konu ile ne ilgisi olduğunu anlayamıyordu.
Buna rağmen, hocasının dediğini yaparak gitti ve verilmiş olan ziyafetin nasıl
hazırlandığını, hangi malzemelerden yararlanıldığını ve gerekli paranın nasıl tedarik
edildiği gibi konuları araştırıp öğrendi. Sonunda ortaya çıktı ki hazırlanılan yemeğin
malzemelerini altmış yaşlarında faizle para satan bir adamı bağışlamıştı. Bir köylü ise
bu faizciye kendi kızını vererek evlendirmişti. Bu evlilik karşılığında da 1.000 TL
civarında nakit para almıştı. Şimdi de bu kız kutsal insanlara yalvararak merhamet
bekliyordu.
Hamsaraj bu şekilde öğrencisine yiyeceği yemeği yemeden önce kaynağını
araştırmasını, yapılan adağın sebebini araştırmasını ve yemeği veren kişiden ve onun
ihtiraslarından nasıl etkilendiğini bulması gerektiğini uygulamalı bir örnekle öğretmiş
oldu.
25-
HANGİ SU KABI DAHA TEMİZ?
Bakışlarınız dışarıya dönük olduğundan sadece başkalarında hata görüyorsunuz,
kendinizin sahip olduğu hataları değil. Bunu anlatan küçük bir hikâye vardır.
Yaz mevsimi sırasında Nagpur şehri çevresinde su kıtlığı olur. Şimdilerde durum
belki biraz iyidir ama en azından eski zamanlarda durum böyleydi.
Ortodoks bir hanımefendi hacı olmak için yola çıkmıştı. Kendisi o kadar Ortodoks
idi ki, ne bir şeye veya bir kişiye dokunuyor, ne de bir başkasının kendisine
dokunmasına izin veriyordu. Bu düşüncelerle hac yolculuğuna başladı.
Nagpur’a ulaştığında hava çok sıcaktı, su musluğunu çevirdi ama su
akmamaktaydı. Susuzluğu giderek artıyordu. Hükümet su sıkıntısına karşı o bölgede
bir organizasyon yapmıştı ve susuz insanlara hayvan derilerinden yapılmış su kapları
ile su dağıtımı yapılmaktaydı. Herkes bu kaplardan su içerlerken, bu bayan çok
susamış olduğu halde acaba suyu dağıtan bu adam aşağı bir sınıfa mı aittir, acaba su
kabı yeteri kadar temiz midir diye düşünüyor ve dağıtılan sudan içmekte tereddüt
ediyordu. Uzun bir beklemeden sonra susuzluğa dayanamayarak öne çıktı ve sordu,
“Sir, acaba bu kap temiz midir?” Suyu dağıtan adam çok akıllı idi. Şöyle cevap verdi.
“İçinden su dağıtılan bu kap, suyun içine gideceği kaptan daha temizdir.”
Günümüzde kapların kirliliği ile uğraşma eğilimi vardır. Bu yanlış değildir, ama asıl
içimizdeki kirliliği uzaklaştırmak için çaba göstermek gerekmektedir.
26- TOPLUMDA LİDER KONUMUNDA OLANLAR İÇİN
İLAHİ BİR ÖRNEK
Günümüzde toplum içinde kendilerini lider olarak tanımlayan kişiler topluma iyi
hizmet etmiyorlar, bunun sonucu olarak da dünya gitgide daha karmakarışık bir hale
geliyor.
Krishna ile ilgili bir hikâye vardır. Krishna bir gün annesi Yasoda’ya gitti ve sığır
çobanı arkadaşlarının kendisini çağırdığını ve sığırları gütmek için onlarla birlikte
gitmek istediğini söyledi. Annesi O’na tavsiyelerde bulundu. Eğer ormana gidecekse
yerlerin dikenlerle dolu olduğunu, çalılara basabileceğini ve hatta belki de yılanlarla
karşılaşabileceğini söyledi. O’nun nazik ayaklarının bu zorluklara dayanamayacağını,
onun için en iyisi ormana gitmeden önce ayaklarına ayakkabılarını giymesi gerektiğini
söyledi. Ayakkabısının da ancak ertesi günü hazır olacağını ve bu yüzden de ormana
ertesi günü gitmesini söyledi. Krishna bunun üzerine annesine kendisini hangi isimle
çağırdığını sordu. Annesi de O‘na ‘Gopal’ diye hitap ettiğini söyledi. Gopal, sığır
çobanlarına verilen addır. Krishna da, bu ünvanı sığırları güttüğü için aldığını ve
onların lideri olduğunu söyledi. Sığırlar liderleri olduğu için kendisini takip ettiklerini ve
bu yüzden de kendisinin ancak sığırların yapabilecekleri şeyleri yapabileceğini ve bu
şekilde onlara örnek olması gerektiğini ekledi. İneklerin ayaklarında ayakkabı yoktu, bu
yüzden kendisinin de ayakkabı giyemeyeceğini söyledi. Krishna kendisini takip
edenlerin ancak onun yapabilecekleri şeyleri yapacakalrını söyledi. Bu yüzden de,
koruması gereken kişileri ayakkabısız bırakıp kendisinin ayakkabı giyemeyeceğini
söyledi.
Eğer bir insan lider konumunda ise, insanlar onun yaptıklarını taklit ederler ve
onun davrandığı gibi davranırlar.
27- YANLIŞ BİR ADIM
Çok dindar ve inançlı bir adam yanlışlıkla bir suç işlemişti. Hakim kendisine uygun
bir ceza vermek istedi. Önüne üç seçenek koydu. 1- Kutsal kitabın yanlış olduğunu
söyleyecekti. 2- Bir bardak alkollü likör içecekti. 3- Başka birisinin karısına sarkıntılık
yapacaktı.
Adam bu üç günah arasında en uygun bulduğu likörü içmeyi seçti. Tanrı’ya
hakaret etmek veya bir başka bayana kötülük etmeyi kesinlikle düşünmüyordu.
Fakat içkiyi içer içmez, terlemeye ve zehirin verdiği heyecanla sokaklarda nara
atmaya başladı. Kutsal Kitabım yalan olduğunu haykırdı, ardından yolda yürüyen bir
bayanın arkasından gitti ve ona cinsel tacizde bulundu.
Sanki bütün memleketteki en azılı suçlu haline gelmişti. Bir tek kötü eylem
diğerlerine de sebebiyet vermişti.
28- KENDİNİ BEĞENMİŞLİK
Bir zamanlar bir köyde yaşayan yaşlı kadın vardı. Köyde sahip olduğu küçük bir
parça araziyi satarak, arsanın parası ile kendisine dört tane altın bilezik aldı. Her bir
koluna ikişer tane taktı. Kadın bu bilezikleri büyük bir zevkle takıyor ve yeni edindiği bu
yeni süsleri ile böbürleniyordu. Fakat köyde hiç kimse başını çevirip onun bileziklerine
bakmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Köyde kimde ondaki değişikliği fark etmediği
için bu bilezikleri daha baştan hiç takmasa bile olurdu. Köylülerin dikkatini yeni
bileziklerine çekebilmek için elinden geleni yaptı ve çeşitli yollar denedi, ama sonuç
yine başarısızdı. Bir gece hiç uyuyamadı. Bu kadar çok kayıtsızlık canına tak demişti.
En sonunda herkesin dikkatini kendisinin yeni bileziklerine çekecek çok parlak bir fikir
aklına geldi.
Ertesi gün sabah olduğunda kendi evini ateşe verdi. Evi alevler içinde kaldı ve
büyük bir kargaşa meydana geldi. Herkes onun evine doğru koşuşturdu. Kendisi de
evinin önünde oturuyor ve yanan evi için ağlıyordu. Kollarını yukarıya kaldırarak
bileziklerini korku içindeki komşularına göstermeye çalışıyordu. Bilezikleri birbirlerine
çarptırarak sesler çıkarıyor ve alevlerin kırmızı ışığında parlamalarını sağlayarak
dikkat çekmeye çalışıyordu. “Eyvahlar olsun. Evim yanıyor. Ne kadar şansızım.
Tanrım, benim bu kötü bahtımı görmüyor musun?” diye ağlayıp sızlanıyordu. Her bir
söz söylediğinde de kollarını birisinin gözüne doğru sokmaya çalışıyor ve bileziklerinin
fark edilmesini sağlamaya çalışıyordu. Ne kadar zavallı bir durumdu. Bilezikleri ile
gösteriş yapabilmek uğruna kendi evini bile feda etmek. Evi yanıp kül olmuştu, ama
kendisi en sonunda bilezikleri fark edildiği için çok mutlu olmuştu.
Kendi zekâlarına hayran olan bilginler ve âlimler de aynı bu kadın gibi zavallı
durumdadırlar.
29- KARISI ONUN ÖĞRETMENİ İDİ
Bir zamanlar bir pirinç değirmeni olan zengin bir adam vardı. Bir gün bir âlimin aç
insanları doyurmanın Tanrı’nın en çok takdir ettiği hizmet olduğunu söylediğini işitti.
Böylece köyündeki aç insanlara yemek dağıtmaya başladı. Fakat bu amaç için kaliteli
bir malzeme kullanma gibi bir düşüncesi yoktu. Onlar için hangi pirinç olursa olsun diye
düşünüyordu. Ambarında çürümekte olan pirinci bu iş için kullanmaya karar verdi.
Pirincin içindeki kurtlanmış böcekleri bile ayıklamadan pirinci olduğu gibi pişiriyor ve
halka öyle dağıtıyordu. Zavallı aç insanlar da bu yemeği yediklerinde birçok
hastalıklara kapılıyorlardı. Karısı adamı tatlı dille uyararak ona nasihat etti ve 10 kişiye
verilen iyi bir yemeğin, yüzlerce kişiye verilen kötü yemekten daha sevap olduğunu
söyledi. Fakat adamın bu öğüdü tutma gibi bir niyeti yoktu.
Bu yüzden karısı ona bir ders vermek için bir plan yaptı. Kocasına kurtlanmış ve
çürümekte olan malzemeden yapılmış yemekler sunmaya başladı. Adam bu duruma
çok kızdı ve karısını azarladı. Bunun üzerine karısı şöyle cevap verdi, “Âlim kişi
konuşmasında başka bir şey daha söylemişti. Âlim, bir insan eğer başkalarına bilerek
zarar verirse bunun karşılığında acı çekmek zorunda kalacağını söyledi. Sen öbür
dünyada çürümüş yiyecek yemek zorunda kalacaksın. Ben sana şimdiden alışasın
diye bu yiyecekten veriyorum. Yaptığın bu kötü davranışın karşılığını şimdiden almana
yardımcı olacaktır.”
Bunun üzerine kocası yaptığı haksızlığın farkına vardı, yanlışlıkları için pişmanlık
hissetti ve fakir insanlara hizmet edebilmek için daha iyi yollar denemeye karar verdi.
30- İLK GÜNAH
Kadın pazara giderken oğlunu omzunda taşımaya alışmıştı. Pazarda meyva
satmak için başının üzerinde meyva sepeti taşıyan bir kadın kendisinin yanından
geçerken oğlan sepete uzanarak bir tane muzu fark ettirmeden aldı ve hemen yemeye
başladı. Kadın oğlunun muz yediğini fark edince o muzu nereden bulduğunu sordu.
Çocuk gerçeği söyleyince de onu bu ‘uyanıklılığından’ ötürü kutladı. Bu olaydan sonra
çocuk küçük hırsızlıklar yapmaya, cüzdan çarpmaya başladı. Büyüyüp genç bir adam
haline geldiği zaman da evlere girmeye ve hırsızlık yapmaya başladı. Bir gün bir
hırsızlık esnasında bir cinayet işledi. Yakalanıp hapse konuldu ve idama mahkûm
edildi. Asılmadan önce son arzusu olarak annesini görmeyi arzu etti. Annesi onun
yanına getirildiğinde ağlıyor ve çektiği acıdan feryat ediyordu. Oğlunun kötü kaderine
lanetler okuyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Oğlan idam sehpasına götürülürken annesine seslendi, “Asıl cezayı sen hak
ediyorsun. Senin idam edilmen lazım! Beni bugünkü duruma getiren sensin. Ben iki
yaşında iken o muzu çaldığım zaman beni tebrik edeceğine beni azarlasa idin ben bu
kötü yola düşmemiş olacaktım.”
31-KİM YAZDI?
Bir gün bir İlköğretim
bir öğrenciye Mesnevi’yi
verdi, “Öğretmenim, ben
öğretmen kendisini zor
Okulu müfettişi okulu teftiş ediyordu. Müfettiş öğretmenden
kimin yazdığını sormasını istedi. Öğrenci masumca yanıt
yazmadım, belki siz yazmış olabilirsiniz.” Bu yanıt üzerine
bir durumda hissetti ve müfettişe Mesneviyi kendisinin
yazmadığını dair yemin etti. Belki şansa müfettişin yazmış olabileceği imasında da
bulundu. Bunun üzerine Milli Eğitime bağlı müfettiş öğretmenin bu cahilliğini Okul
Müdürüne götürüp anlatmayı düşündü.
Okul Müdürü de müfettişe konuyu araştırdıktan sonra cevap verebileceğini ama
büyük ihtimalle başka bir adamın bunu yazmış olabileceğini ve artık bu konuyu
kapatmanın en iyisi olacağını söyledi.
Bu durum ülkemizde öğrenim ve eğitim durumunun hangi seviyede olduğunu çok
iyi bir şekilde göstermektedir. Öğrencilerimizin, öğretmenlerimizin, teftiş yapan
denetçilerimizin, okul müdürlerimizin ve rektörlerimizin durumu içler acısı bir haldedir.
Mesnevi gibi bir destanın yazarını bile hiç kimse bilmemektedir. Bu şartlar altında
kendimize eğitilmiş olarak görmenin imkânı yoktur.
32- HANGİ DAVRANIŞLARIMIZ TANRI’YI MEMNUN EDER?
Bir dünyevi zevkleri deneyimlemek için bu dünyaya gelmedik. Biz Sonsuz Süruru
deneyimlemek için dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Bedenimiz ile iyi davranışlarda
bulunmalı ve zihnimize iyi şeyler yapmayı teşvik etmeliyiz. Sadece bu davranışlar
Tanrı’yı memnun eder ve bize O’nun rahmetini kazandırır.
Küçük bir hikâye vardır. Büyük bir duvar saatinin 3 kolu vardır. Bir tanesi saniye,
diğeri dakika ve üçüncüsü de saat koludur. Saniye çok hızlı hareket eder ve bir turu
yani, 12 rakamı 60 saniyede geçer, bu zaman zarfında dakika kolu yalnızca bir işaret
kadar ilerler.
60 saniye bir dakika, 60 dakika da bir saat yapar. Saniye ve dakika kolu göreceli
olarak biraz daha hızlı ilerledikleri için onların hareketlerini gözlemleyebiliriz, ama saat
kolunun hareketini zorlukla fark ederiz.
Aynı şekilde, birçok iyi hareket yaptıktan sonra, zihnimiz iyi bir konuma ulaşır. Ve
eğer zihnimiz birçok iyi düşüncede bulunursa, bireysel ruh/cüzi irade kutsal seviyelere
ulaşabilir.
Biz bedeni davranışlarımızın bireysel ruha ulaşmasını görebiliriz, ama bireysel
ruhun Külli İradeye ulaşmasını gözlemleyemeyiz. Bizim bedenimiz saatteki saniye
koluna benzer, zihnimiz ise dakika koluna benzer. Yaşamımız da akrep kolu gibidir. Bu
yüzden bedenimiz ile çok sayıda iyi davranışta bulunmalıyız ve zihnimiz ile de çok
sayıda iyi şeyler üzerinde tefekkür etmeliyiz. Ancak bundan sonra Gerçek Mizaç veya
Tanrı’nın Gerçekliği veya Uluhiyet denilen kutsal seviyeye ulaşabiliriz. Bunlara kaba,
ince(süptil) ve kozal mevkiler adı verilir. Kozal seviyeye ulaşmak istiyorsak bu kaba
beden ile birçok iyi şey yapmalıyız ve daha ince olan bu süptil zihnimiz ile de birçok iyi
şeyler düşünmeliyiz.
33- MEŞRU MÜDAFAA
Bir çiftçinin vahşi bir köpeği vardı. Bir gün tam bir ziyaretçinin üzerine atlayıp onu
ısırmak üzereyken ziyaretçi adam yerde ucu dikenli bir sopa gördü ve onunla köpeğin
kafasına vurdu. Köpek acı içinde inleyerek geri çekildi. Köpeğin sahibi onun
ağlamasını duyarak geldi ve köpeğin kafasını kanlar içinde görünce ziyaretçiye çok
kızdı. Adamı yakasından yakalayarak hemen mahkemenin önüne götürdü.
Hâkim adama köpeğe niye vurduğunu sordu, çünkü çiftçi hâkime köpeğin zararsız
bir evcil hayvan olduğunu söylemişti. Ziyaretçi adam köpeğin ağzı açık bir şekilde
kendisinin üzerine atladığını söyledi. Çiftçi ise köpeğe neden ucu dikenli sopa ile
vurduğunu sordu. Oysa ucu düz bir sopa kullanabilirdi. Ziyaretçi ise bir insan hayatı
tehlikede iken canını kurtarmak amacı ile hareket ettiğinde başka bir şeyi seçip almak
için ayırt etmeye zamanının olmadığı şeklinde kendisini savundu. O anda eline
geçerse onu aldığını söyledi.
Ayrıca şöyle de sordu, “Köpek neden beni mesela kuyruğu ile ısırmaya kalmadı,
benim de kendimi onun dişleri kadar keskin bir şey ile savunmaya hakkım vardı?”
Hâkim bu noktayı nazarı kabul etti ve ziyaretçi adamı suçsuz buldu. Çiftçi çeşitli
taktiklerden yararlanma yoluna gidince, ziyaretçinin de buna karşıt taktikler geliştirmesi
şart olmuştu. Dürüst davranış insanı daima sıkıntıdan ve zor durumdan kurtarır.
34- HANGİSİ GERÇEK?
Aynı İmparator Janaka’nın başına geldiği şekilde bir insan Hakikatı bir şimşek
çakması için geçen zamanda kavrayıp aydınlanabilir.
Bir akşam Janaka yine etrafında saray eşrafı ile beraber sarayın Kabul Salonunda
oturuyordu. Bayan müzisyenlerden oluşan bir grup tatlı melodilerle dolu şarkılar
söylüyorlardı. Kral bu müzikten o kadar hoşlanmıştı ki tahtında başı öne düştü ve
uykuya daldı. Onu uyandırmaya kimse cesaret edemiyordu; herkes birer birer sessizce
salondan dışarıya çıktı, konuşmalarının ve yaptıkları hareketlerin onu rahatsız etmesini
istemiyorlardı.
Kralın yanında yalnızca kraliçe ve bir hizmetçi kalmıştı. Takriben geceyarısı
olduğunda kral çığlık atarak uykusundan uyandı. Kraliçe bunun üzerine hemen onun
yanına doğru koştu. Kral ona sordu, “Bu gerçek mi?” Kraliçe bu soruya cevap verecek
durumda değildi, çünkü bu dediği şeyin ve diğerinin ne olduğunu bilemiyordu.
İmparator gördüğü herkes bu soruyu soruyordu. Başka bir şey söylemiyordu.
Dudaklarında devamlı olarak bu soru vardı. Janaka’nın delirdiğine dair söylentiler
yayıldı. Herkes yasa girmişti.
Bu haberi duyan bir bilge hemen saraya geldi ve hemen kral ailesinin yanına
çıkartıldı. Janaka’ya bu sorunun cevabını bulacağına dair teminat verdi. Uyurken
rüyasında ne gördüğünü ve kendisini böyle çığlıkla uyandıran şeyin ne olduğunu
söylemesini istiyordu.
Janaka bir rüya görmüştü. Rüyasında kendisine düşman olan krallar güçlerini
birleştirmişler ve kendisinin ülkesini işgal etmişlerdi. Başkent düşmanlar tarafından ele
geçirilince kral Janaka hayatını kurtarmak için ormana kaçmıştı. Devamlı olarak
düşmanlardan kaçmak için saklanıyor ve bu yüzden yiyecek bulamıyordu. Artık
hareket bile edecek gücü kalmamıştı. Fakat açlık kendisini oradan oraya sürüklüyordu.
Bir kabileye ait bir köyün dış mahallerine gelmişti. Bir adamı yediği yemeğin tabağını
yıkamaya giderken gördü. Ona doğru seslendi ve yemeğin artıklarını istedi. Adam ona
bir parça yemek uzattı ama tam o sırada uçarak gelen bir karga havada yiyeceği
kaparak uzaklaştı. İşte kral bu şiddetli ıstırap yüzünden büyük bir çığlık atmış ve bu da
kendisini uykudan uyandırmıştı.
Kral bilgeye bunun sebebini sordu, “Bu mu gerçek, yoksa diğeri mi?” Çektiği
açlığın acısı da, üzerinde oturduğu şu kral koltuğu da her ikisi de gerçek gibiydi.
Krallığı yönetmek olduğu kadar o krallığı kaybetmek de gerçek gibiydi.
Bilge ona şöyle açıkladı, “Bu da gerçek değil ötekisi de. Uykuda gördüğün
Swapna, yani rüya hali idi, şimdi gördüğün ise Jagrath, yani uyanıklık hali. Ama her
ikisi de Mithya’dır(hem gerçek ve hem de gerçek olmayandır, hayal kuruntusudur,
aldanmadır) Fakat işin aslı şudur. Sen rüya gördün, sen uyandın, sen çığlık attın, sen
soru sordun; bütün bu süreçlerde var olan yalnızca sendin. Bu yüzden yalnızca Sen
hakikatsin ve yalnızca Sen var olmaktasın”
Her üç halde de, yani –uyanıklık, uyku ve derin uyku- hallerinde varlığını sürdüren
bu “Ben” prensibi tek gerçek olandır. İşte bu “Ben” somutlaşmış olarak gördüğümüz
kâinat olarak kendisini göstermektedir.
35- GERİ GELMEYECEK
Kraliçenin ölümü üzerine Bharthruhari o kadar pişman olmuştu ki, kraliçenin
mezarının başında günlerce ağlayıp inledi. Hiç kimse onu teselli edemiyordu. Onun bu
halini gören bir bilge kişi elinde topraktan yapılmış bir çömlek ile onun yanına yaklaştı.
Kralın önünden geçerken elinde taşıdığı çömlek parmaklarının arasından kayarak
yere düştü ve kırıldı. Bunun üzerine bilge sızlanarak ağlamaya başladı. Bir türlü
susmuyordu.
Bharthruhari onu teselli ederek ne kadar ağlarsa ağlasın artık çömleğin eski haline
getirilemeyeceğini söyledi. Bunları söylerken bir anda kendi yaptığı aptallığın farkına
vardı ve ağlamayı kesti; tabii ki bu da zaten bilgenin yapmak istediği şeydi!
36- SÜPER BİR HIRSIZ
Karşınızdaki insanı yalan söyleyerek kandırmaya ve aldatmaya kalkarsanız, şunu
aklınıza getirin ki günün birinde sizi de yalanları ile kandıran bir başkası olacaktır.
Bir zamanlar tüm hırsızlık hilelerini ve taktiklerini bilen profesyonel bir hırsız vardı.
Etrafında dolandırmadığı kimse kalmamıştı. Bir gün yine çok sayıda değerli eşyayı
çarptıktan sonra bunları bir bohça halinde bağlayarak omzuna atmış tek başına tenha
bir sokakta yürüyordu. Biraz sonra yol kenarında küçük bir su göletinin kıyısında
oturmuş yüksek sesle ağlayan küçük bir çocuk gördü. Çocuğun yanına giderek sordu,
“Neden ağlıyorsun, sana ne oldu böyle?” Çocuk çok zeki bir çocuktu, şöyle cevap
verdi, “Ben burada banyo yapmaya ve suda yüzmeye gelmiştim; boynumdaki altın
kolye tam şurada suya düştü. Ben dalıp çıkarmaya çalıştım, ama su benim için çok
derin, çıkaramadım.”
Hırsız bu sözler üzerine hemen altın kolyeyi sudan çıkartıp ona sahip olmayı
düşündü, çünkü kendisi ile altın kolye arasında alt tarafı küçücük bir çocuk duruyordu.
Bunun üzerine elindeki bohçayı gölün kıyısına bırakarak suya girdi ve çocuğun
söylediği yerde kolyeyi aramaya başladı. Bu sırada çocuk hırsızın yere bıraktığı
bohçayı eline alarak hızla koşmaya başladı ve ormanda ağaçların arasına girerek
gözden kayboldu.
Hırsız altın kolyenin bir hayal ürünü olduğunu fark ederek büyük bir hayal kırıklığı
içinde sudan çıktığında bu sefer kendisinin soyulduğunu fark etti! Her kim bir diğerini
kandırırsa, bir gün kendisinden daha kurnaz bir başkası da gelip kendisini kandıracak
ve alt edecektir.
37- İKİ DAKİKALIĞINA DİNLEMİŞ
Bir zamanlar ünlü bir soyguncu oğlunu ata mesleğine başlatmak için ona
tavsiyelerde bulunuyordu. Oğluna hiçbir zaman Tanrı ile ilgili hikâyeleri dinlememesini
öneriyordu. “Hiçbir zaman ne kutsal metinleri, ne de ilahileri dinleme!” diyerek gence
yol gösteriyordu. Oğlu yıllar boyunca bu şekilde aşılandı ve bu öğüde titizlikle riayet
etti. Yaptığı hırsızlıklar sayesinde hatırı sayılır büyük bir servet kazandı. Bir gece yine
her zaman ki gibi elde ettiği ganimeti omzuna atmış polislerle karşılaşmamak için
şehrin yan mahallerindeki dar ve tenha sokaklardan birisinden geçerek hızla evine
gidiyordu.
Sokakta koşarken birden ayağının tabanına bir cam parçası battı; yere oturarak
cam parçasını battığı yerden çıkarmaya ve akan kanı durdurmaya çalıştı. O sırada bir
evden sesler geliyor, bir bilge kişi kendisini dinleyenlere kutsal metinden alıntılar
okuyor ve açıklamalarda bulunuyordu. Bizimki de iki dakika boyunca mecburen
konuşulanlara kulak misafiri oldu. Ama ateş kıvılcımı artık pamuk yığının üzerine
düşmüştü bir kere.
Bu kısa zaman zarfında kutsal metinleri anlatan alimin Tanrı’nın özelliklerini ve
temel niteliklerini anlatmasını dinledi. Tanrı’nın gözleri yoktur, kulakları yoktur, uzuvları
yoktur; O formsuzdur. O’nun binlerce formu vardır; yani O formsuzdur. Çocuk bu tarifi
çok iyi kavramıştı. Zihninden çıkaramıyordu.
Birkaç gün sonra polis onun ve aynı zamanda bir kısmı akrabası olan suç
ortaklarının işledikleri soygunları öğrendi. Bu suç çetesinin neler yaptıklarını daha iyi
takip edebilmek için onların olduğu bölgeye kılık değiştirerek geldiler. Bir polis memuru
Tanrıça kılığına girdi, diğerleri de onun müritleri ve rahipler gibi giyinmişlerdi.
Evin içine doğru seslendiler, bağırdılar, çağırdılar, içerideki haydutları lanetlemekle
korkutup onarlı dışarı çıkarak Tanrıça’nın ayaklarına kapanmaya ve saygılarını
göstermeye davet ettiler.
İçerdekilerin birçoğu dışarıya çıktılar ama bizim o kutsal metinleri iki dakikalığına
dinlemiş olan oğlan kendisini kurtaracak kadar çok şey öğrenmişti. O hiç korkmamıştı.
Tanrıça rolündeki polis memuruna meydan okudu, onun makyajını bozdu ve
kendilerine kurulan bu tuzağı ortaya çıkartarak arkadaşlarına cesaret aşıladı. Polisler
yenilerek bozguna uğradılar ve geri çekilmek zorunda kaldılar.
Sonradan bu çocuk kendi kendisine şöyle düşündü, “Eğer bu iki dakikalık yasak
meyva bana bu kadar çok yardımcı oldu ise, ben kendimi tamamen Tanrı ile ilgili
zaferleri ve hikâyeleri dinlemeye adarsam daha başka kim bilir neler kazanabilirim?”
Bu olaydan sonra yürüdüğü o kötü yolu terk etti ve Tanrı’yı arayan bir salik oldu.
38- TANRI NEREDEDİR?
Bir zamanlar aşıboyası renginde cüppe giyen bir rahibin yolu Tanrı’ya inanmayan
ateistlerle dolu bir köye düştü. Çok sayıda küstah genç yolunu keserek ona meydan
okudular ve bu kadar çok dua ettiği Tanrı’yı kendilerine göstermesini istediler. O da
bunu yapabileceğini ama bir kap süt istediğini söyledi.
Süt kabını getirdiler; o da süte dokunmadan süt kabını önüne koydu ve sürekli
olarak süt kabına bakmaya başladı. Uzun süre sessizce oturdu. Herkes merakla
seyrediyordu. Bir süre sonra gençler sabırsızlandılar ve söylenmeye başladılar. Rahip
onlara dönerek, “Bana bu sütün içinde tereyağı olduğunu söylediler; ancak şunu
söylemeliyim ki bu sütün içinde tereyağı yok; ne kadar dikkatle bakarsam bakayım
tereyağını göremiyorum” diye cevap verdi.
Gençler onun bu saflığına kahkahalarla güldüler ve şöyle dediler, “Ahmak adam!
Böyle saçma sapan sonuçlara nereden varıyorsun? Sütün her damlasının içinde
tereyağı vardır; o tereyağı o sütü böyle besleyici yapar. Eğer tereyağını ayrı olarak elle
tutulur bir şekilde görmek istiyorsan önce sütü kaynatmalı, sonra soğutmalı, ekşi maya
ilave etmeli ve süt kesilene kadar birkaç saat beklemelisin, sonra da onu yayıkta
çalkalayarak yağını çıkarmalısın ve üstünde yüzen tereyağını bir top şeklinde bir araya
getirerek yuvarlamalısın.”
“Ah” dedi rahip, “Ben de size Tanrı’yı aynı bu şekilde göstermek istiyordum. Tanrı
her şeyin, evrendeki her atomun içindedir. Çeşitli varlıklar O’nun sayesinde var olurlar
ve biz onlar hakkında bilgi sahibi oluruz. Onu elle tutulur ayrı bir varlık olarak
görebilmek için biraz önce anlatılan işlemlerin benzerini samimi ve ciddi bir şekilde
takip etmelisiniz. Ancak bütün bunlardan sonra O’nun güzelliğini, görkemini ve
ihtişamını deneyimleyebilirsiniz.
39- EN AZINDAN BİR TANE KÖTÜ DAVRANIŞINIZDAN VAZ
GEÇİNİZ
Bir seferinde kötü kalpli bir adam bir bilgeye giderek bu yaşantısından vazgeçmek
ve manevi bir yaşama başlayabilmek istediğini söyledi. Bunun için onun yardımını
istiyordu. Bunun üzerine bilge ondan kötü alışkanlıklarından en azından birisinden
vazgeçmesini istedi. Adam da yalan söylemekten vazgeçmeyi seçti.
O gece, kralın sarayına hırsızlık yapmak için gitti. Saraya girdiğinde terasın
üzerinden saraya girmek isteyen başka bir adam daha gördü. Kendisinin söylediğine
göre o da bir hırsızdı. Bunun üzerine bizim adam da kendisinin hırsız olduğunu itiraf
etti.
İkisi beraber anlaşarak kraliyet hazinesine girdiler ve oradan çaldıkları elmasları
aralarında eşit olarak bölüştüler. Diğer adam kralın ta kendisi idi ve bir hırsız rolü
oynuyordu. Elmasları paylaşırlarken bizim namuslu hırsız ülkenin kralına acıdı.
Adamcağız tüm servetini kaybediyordu. Arkadaşına danışarak en azından bir tane
elması almamaya ve kasanın içinde bırakmaya karar verdiler. Öyle de yaptılar.
Ertesi sabah kraliyet kasasının soyulduğu haberi yayıldığında kral bir bakanını
kasadan ne kadar para ve elmas çalındığını keşfetmekle görevlendirdi. Kasayı
inceleyen bakan hırsızların gözünden kaçan bir tane elmas buldu. Hemen sessizce bu
elması cebine attı ve krala kasadaki tüm elmasların çalınmış olduğunu bildirdi.
Bir gece önce iki hırsız birbirlerinden ayrılırlarken kral bizim hırsızın adresini almış
ve nerede oturduğunu öğrenmişti. Adamı evinden almaları için askerlerini gönderdi.
Hırsız kralın karşısına çıktığında ortağı ile beraber bütün kasayı boşalttıklarını, ama
geride bir tane elmas bıraktıklarını söyledi.
O tek elmas bakanın cebinden çıkınca kral bakanını söylediği yalan yüzünden
kovdu ve işine son verdi. Bizim dürüst hırsız da onun yerine bakan yapıldı. Bundan
sonra hırsız diğer kötü davranışlarını ve alışkanlıklarını da terk etti ve uzun süre
erdemli bir şekilde idarecilik yaparak büyük ün kazandı ve hocasını onurlandırdı.
40- DOĞRU DAVRANIŞ İLE HER ZAMAN KAZANÇLI ÇIKARSINIZ
Kauravalar kendi krallıklarından topladıkları orduları ve müttefikleri olan komşu
krallıkların orduları ile beraber kuzenleri olan Pandavas kardeşlerin ordusu ile karşı
karşıya gelmişlerdi.
Süvari alayları, fil birlikleri ve piyade birlikleri düşmanı yok etmek için hazır
bekliyorlardı. Komutanlar ve Başkomutanlar savaş için askeri kıyafetlerini giymişler ve
bütün silahlarını kuşanmışlardı. Borazanlar çalıyor, trompetler tiz sesleri ile deyim
yerinde ise havayı yırtıyorlardı. Havada umut, korku, endişe ve öfke kol geziyordu ve
hava çok gergindi. Bir milyon insanın kanı daha kırmızı ve daha sıcak akıyor, kalpler
daha hızlı çarpıyor, eller silahları daha öldürücü bir şekilde kavrıyordu. Savaş
başlamak üzereydi.
Birdenbire Pandavas kardeşlerin en büyüğü olan Dharmaraja ayakkabılarını
çıkardı, silahlarını yere koydu, savaş arabasından ayrıldı, düşman tarafına doğru,
düşman ordularının başkomutanı Bhishma’ya doğru yürüdü. Dhuryodhana, yani
Kaurava kardeşlerin en büyüğü, Pandavas kardeşlerin en amansız düşmanı ve bu
savaştan da en çok sorumlu olan Duryodhana, Dharmaraja’yı yaşlı Bhisma’ya doğru
yürürken görünce çok sevindi. Dharmaraja doğası gereği kan dökmeye ve savaşa
karşı olduğu için, onun teslim olmaya geldiğini düşünmüştü.
Dharmaraja’nın diğer dört kardeşi ise şaşkınlıktan donakalmıştı. Bhishma ise
Kauravas kardeşlerle birlikte yüzlerce çatışmaya katılmış ve tartışmasız olarak en
büyük kahraman idi ve savaşın başlamasını iple çekiyordu. Ama şimdi elde edeceğini
düşündüğü zaferin engellendiğini düşünüyordu. Birçok olayda Dharmaraja’nın
Kauravasların aleyhine yapılması planlanan intikam eylemlerine mani olduğunu
hatırladı ve Dharmaraja’nın son anda özür dileyeceğinden ve bir zavallı gibi yalvararak
bu kanlı savaştan geri çekileceğinden korktu.
Yenilmez okçu Arjuna da abisinin geri adım atacak olmasını dehşet içinde ve öfke
ile seyrediyordu. İkizler Nakula ve Sahadeva ise çaresizliklerinden ses
çıkaramıyorlardı.
Pandavas ordusunun en ön sırasında bulunan Arjuna’nın savaş arabasının sürücü
koltuğunda oturan Krishna uzaktan bakarak durumu sezdi ve diğer dört kardeşe en
büyük ağabeylerini takip etmelerini ve onun yaptığını yapmalarını işaret etti. Şöyle
dedi, “Uzun yıllar boyunca ona saygı gösterdiniz ve onu takip ettiniz. Şimdi de öyle
yapın! Tereddüt etmeyin ve şüphe duymayın!”
Dharmaraja, Dharma’nın yani Doğru Davranışın somutlaşmışı idi. O hangisinin
Doğru Davranış bilirdi ve sonuçları ne olursa olsun Doğru Davranışı uygulardı. O
Doğru Davranışın Doğru Davranışı takip edenlere yol gösterdiğini biliyordu.
Dharmaraja hiçbir zaman bir ikiyüzlülük veya erdemliliğe uygun olmayan bir davranış
içine girmedi. Asla yanlış bir adım atmadı.
Doğru Bhishma’ya doğru gitti ve ayaklarına kapandı. Onun önünde ellerini açarak
ve başını eğerek oturdu ve şöyle dua etti. “Ey saygıdeğer büyükbabam! Bizim baba
sevgisini yaşayacak bir şansımız olmadı. Babamız çok genç yaşta ölmüştü.
Küçüklüğümüzden beri bizi sevgi ile sen büyüttün ve bizlere baktın. Bizleri bugünkü
durumumuza sen getirdin. Bizim sana karşı savaşabilme hakkımız yoktur; ama kader
bizi seninle yapılacak bir savaşın eşiğine getirdi. Lütfen bizlere merhamet göster ve
bizim sana karşı savaşabilmemiz için bizlere izin ver!”
Dharmaraja’nın bu alçakgönüllülüğü ve doğruluğu Bhishma’yı çok memnun
etmişti. Kaderin bu garip cilvesi ile gözleri yaşlarla doldu. Dharmaraja’yı kutsadı ve
dedi ki, “Dharmaraja! Şeytanın iğvasına ve içinde bulunduğun durumun seni
kışkırtmalarına karşı sen daima Doğru Davranışa bağlı kaldın. Dünyaya karşı asil bir
örnek oluşturdun. Ben konumum gereği bu safta yer almak zorunda kaldım. Ama ben
eminim ki takipçisi olduğun Doğru Davranışın ta kendisi sana zaferi sağlayacaktır.”
Bundan sonra Dharmaraja ve kardeşleri, Kauravaslara ve Pandavaslara
beraberce okçuluk öğreten kumandan ve büyük öğretmen General Drona’ya
yöneldiler. Dharmaraja, onun da ayaklarına kapanarak dua etti, “Saygıdeğer
öğretmen! Biz beşimiz senin öğrencileriniz. Nasıl ve ne hakla silahlarımızı
öğretmenimize karşı kullanabiliriz? Ancak işler ters gitti. Bizi bu yanlıştan ötürü affet!
Savaş alanında seninle savaşa girebilmemiz için bizlere izin ver!”
Kendisi büyük bir yol gösterici ve öğretmen olan Drona, bu yakarış karşısında
gözyaşlarını tutamadı. “Aman Allahım, bu Dharmaraja ne kadar da büyük ve iyi kalpli
bir insan böyle! Savaş köpeklerinin az sonra serbest bırakılacağı ve ölüm ve dehşet
saçacağı böyle bir durumun öncesinde dahi Doğru Davranışa sıkı sıkıya bağlısın.”
Drona bu düşünce ile heyecandan titredi. Dharmaraja’yı kolları ile kavradı ve şöyle
dedi, “Sevgili oğlum! Sen bana kendi oğlum Aswathama’dan bile daha çok yakınsın;
öyle ki ben ona karşı görevle bağlıyım, ama sana karşı sevgi ile bağlıyım. Sizler
hepiniz benim oğullarımsınız, bu yüzden hepinizi aynı derecede çok seviyorum. Senin
Doğru Davranış’a bağlılığın kaba kuvvet karşısında zaferi mutlaka sana bahşedecektir.
Savaşın sonunda zaferi getiren işte onların Doğru Davranışa karşı olan bu büyük
bağlılıkları oldu.
41- ÖYLEBİR GÜLÜMSEME Kİ!
Bir seferinde Krishna, Balarama ve Sathyaki hepsi de küçük yaşlarda iken
ormanda gezintiye çıkmışlardı. Sık ormanda tek başlarına dolaşırlarken yollarını
kaybettiler ve karanlık basınca da eve dönebilmeleri imkânsız olmuştu. Geceyi
ormanda geçirmeye karar verdiler. Krishna diğerlerini ormanda gece insan avına çıkan
hayaletler, hortlaklar, zebaniler, gülyabaniler ve iblisler olduğunu söyleyerek
korkutuyordu. Bu yüzden de diğer ikisi uyurken 3.kişinin 3 saat boyunca sırayla
nöbette beklemesini önerdi.
İlk nöbet Satyaki’nin idi. Saat 22.00’de diğer ikisi kuru yaprakların üzerinde yatıp
uyumuşlardı ki canavar bir iblis ortaya çıktı. Çocuğa saldırdı, o da elleri ve yumrukları
ile kahramanca karşı koydu ve onunla savaştı. En sonunda iblis geri çekilmek zorunda
kaldı, Satyaki epey hırpalanmış bir vaziyette idi, ama bir yandan da o kadar mutlu idi.
Diğer iki kardeş horulduyarak uyuyorlardı ve hiçbir şey duymamışlardı.
Saat 01.00’de Satyaki, Balarama’yı uykudan uyandırdı ve ona bir şey söylemeden
hemen uykuya daldı. Biraz sonra şeytani varlık yine ortaya çıktı ve Balarama’yı dövüşe
zorladı. Ancak onun vuruşları Satyaki’den daha güçlü idi ve iblis tekrar geri çekildi.
Sathyaki saat 04.00’de Krishna’yı uyandırdı ve kendisi yatağa yattı.
Bu saatler, yani şafağa doğru olan saatler uğurlu saatlerdi. İblis, yine yaralı bir
kaplan gibi kükreyerek geldi ve vahşi ve canavarca davranışları ile küçük çocuğa
yaklaştı. Bunun üzerine Krishna oturduğu yerden tatlı yüzünü onun geldiği yöne doğru
çevirdi ve onu sevgi dolu bir gülümseme ile karşıladı. Bu gülüş canavarın elindeki tüm
silahları bertaraf etmiş, etkisiz hale getirmişti. Gülüşün etkisi ile öfkesi, hıncı ve intikam
alma isteği giderek zayıfladı. En sonunda da aynı bir koyun gibi yumuşak başlı ve
uysal bir hale geldi.
Diğer iki kardeş uyandıklarında Krishna’nın sevgi silahı ile kazandığı zaferi
gördüler. Krishna elleri ile canavarın başını okşuyordu.
Öfkeyi öfke ile, şiddeti şiddet ile ve nefreti de nefret ile yok edemezsiniz. Öfke
sadece hoşgörü ve sabır ile yatıştırılabilir. Zalimlik karşısında sadece şiddetten
kaçınma ile galip gelinebilir. Ve nefret ise sadece iyilik, sevgi ve şefkate teslim olur.
42- FRENİ DE YOKMUŞ
Gece karanlıkta genç bir adam bisikleti ile kalabalık bir caddede hızla ilerliyordu.
Bir polis memuru bisikletinin önünde far olmadığını görüp onu durdurmak istedi. Fakat
adam bağırmaya başladı, “Memur bey, yoldan kaçılın. Lambam yok, ama dikkat edin
frenlerim de yok!”
Bu olay bugün herkesin içinde bulunduğu acınacak duruma işaret ediyor.
Hiç kimsede bilgelik lambası yok, ayrıca arzuların kontrolü için fren de yok. O
zaman sürur elde etme yolunda kendilerini veya başkalarını yaralamadan nasıl
ilerleyebilirler? Bisikletçinin her ikisine de ihtiyacı vardır; aynı şekilde insanın da hem
bilgeliğe ve hem de kendisini kontrol etmeye ihtiyacı vardır. Yoksa yakaladığı bu kendi
kendisini kurtarabilme şansını heba etmiş olur.
43- KISA YAŞAM ÇİZGİSİ
a
Bir öğrenci falına bakması için elini falcıya doğru uzattı. El falcısı çocuğun elindeki
çizgileri dikkatle inceledi ve çocuğun öğrenim alanında yüksek seviyelere geleceğini
söyledi. Öğrenci çok mutlu olmuştu. Sonra el falcısı çocuğun çok zengin olacağını ve
büyük bir servete sahip olacağını ekledi. Çocuk sevinçten kabına sığamıyordu. Falcı
çocuğun el çizgilerinin çocuğun çok büyük şöhret sahibi olacağını gösterdiğini de
söyledi. Artık çocuğun mutluluğu bardaktan taşmaya yaklaşmıştı, yerinde
duramıyordu. Ama bu sırada falcı çocuğun hayat çizgisini inceledi ve hayat çizgisinin
çok kısa olduğunu ve kısa süre sonra hayata veda edeceğini söyledi. Çocuk düşüp
bayılmıştı.
Benzer şekilde dünyevi eğitimin de kısa bir yaşam çizgisi vardır. Dünyevi eğitim
insana huzurlu ve hoşnut bir yaşam sürebilmesi için gerekli davranışları ve becerileri
kazandırmaz.
44- ÖLME ARZUSU
Ormanda ağaç keserek nafakasını çıkarmaya çalışan fakir bir ormancı vardı. Her
gün sabah erkenden ormana gider ve keserek yığın haline getirdiği odunları komşu
köye götürerek üç otuz paraya satar ve karısını ve çocuklarını hayatta tutacak kadar
bir gelir elde etmeye çalışırdı. Bir sabah evden yine iş için dışarı çıkarken karısı
kendisine ertesi gün Yugadi(yeni yıl) festivali olduğunu hatırlattı. Karısı kendisinden
biraz daha fazla odun toplayarak satmasını ve bu sayede fazladan elde edecekleri
birkaç lira ile çocuklar için biraz pirinç tatlısı yapabileceğini söyledi. Adam karısının
söylediğini kabul ederek yola çıktı.
Her gün topladığı miktarın dışında oldukça büyük bir yığın daha oluşturmayı
başardı, ama köye doğru yürürken kısa süre sonra ağırlığın etkisi ile başındaki ağırlığı
yere koymak ve kendisi de yere oturarak dinlenmek zorunda kaldı. Bu dinlenme
molası adama içinde yaşadığı bu zor hayatı düşünme fırsatı vermişti. Artık hayattan
hiç zevk almıyordu.
Ölüm Meleğine seslendi ve kendisini bu hayattan kurtarması için dua etti. Şöyle
seslendi, “Ey Ölüm! Bana hiç acımıyor musun? Artık beni tamamen unuttun mu? Ben
artık ölmek ve her gün yaşamak zorunda olduğum bu çileden kurtulmak istiyorum.”
Bunun üzerine Ölüm Meleği adama acıdı ve onun arzusunu yerine getirmek amacı ile
onun önünde beliriverdi.
Ölüm Meleğini birdenbire karşısında bulan oduncu pişmanlıkla hemen fikrini
değiştirmişti. Meleğe kendisini çağırmasının sebebini hemen konuyu değiştirerek
anlattı. Ölmeye niyetinin olmadığını, çaresizlik içinde umutsuzca Ölüm Meleğine
seslenerek onun yardımını istediğini söyledi. Şöyle devam etti, “Hayır, hayır, ormanın
bu köşesinde tamamen yalnızım. Etrafta bu odun çıkını yerden alıp başıma koyacak
hiç kimse yok. Bunun üzerine ben de Sana dua ederek Seni yardımıma gelmen için
çağırdım. Lütfen şu çıkını yerden kaldırarak başımın üzerine koy da ben de vakitlice
köydeki pazara yetişebileyim!”
İnsan doğuştan ölümsüz olduğu için, sürekli olarak ölümün pençesinden
kurtulmaya çalışır. Yaşama arzusu çok güçlüdür, hatta ölmek arzusundan bile çok
daha güçlüdür.
45- VAR OLMAYAN DÜŞMAN
Güneşe ibadet eden insanlardan birisi ona “Karanlığın düşmanı” diye seslendi.
Güneş bunun üzerine “Karanlık” denilen bu düşmanın kim olduğunu araştırmaya girişti
ve kendisine meydan okudu.
Karanlığı bir düelloya davet ediyordu. Fakat karşısına çıkan birisi olmadı. Bunun
üzerine güneş her tarafa ışıklarını göndererek karanlığı aramaya başladı. Karanlığın
saklanabileceği her türlü yere giderek araştırma yaptı. Fakat onu her kenara
sıkıştırdığı bir anda şeytan ortadan kayboluyor ve Güneş onu bir türlü kavrayıp
yakalayamıyordu. En sonunda Karanlığın artık var olmadığına ve yalnızca kendi
saliklerinin yarattığı bir hayal ürünü olduğuna kanaat getirdi.
Ölümlü olanın karanlığı, Ölümsüzlüğün görkeminin ve ihtişamının önünden
kaçarak kaybolur gider. Bedenin içinde ikamet eden varlık doğmamıştır ve bu yüzden
de hiç ölmeyecektir, ölümsüzdür.
Gümüşten yapılmış olan bir kap kuyumcu tarafından gümüş bir tabağa
dönüştürülebilir. Hatta daha sonra bu tabaktan gümüş bir kutu yapılabilir. Fakat adı,
şekli ve kullanım şekli değiştiği halde özü aynı kalmıştır.
46- HAKİKATİ HAYKIRDI
Ülkede herkes tarafından tanınmış meşhur bir âlim vardı. Fakat hiç kimse onun
mensup olduğu dini bilmiyordu. Birçok kişi onun hakkında bir tahminde bulunuyor ama
kimse kesin olarak bilemiyordu.
En sonunda bir bilginin karısının aklına bunu öğrenebilecek bir çözüm geldi. Âlimi
kendi evlerine yemeğe davet ettiler. Akşam olduğunda yemekten sonra âlim uykuya
daldığında kadın adamın ayağının altına ateşte dağlanmış kızgın bir demir değdirdi.
İlahi Bilimler âlimi “Allah” diye bağırarak uyandı. Gerçek ortaya çıkmıştı, o bir
Müslüman’dı. Hakiki inanç etrafa gösteriş yapma vesilesi değildir, o siz acı içinde
bağırırken bile kendisini belli eder.
47- KIRIK TESTİ (S 156)
Bir adam kızının düğününde yapılacak tören geçişi için yaşlı bir fil kiralamıştı.
Düğün seremonisi bittikten sonra tören alayı eve geri döndüğü zaman gelin filin
üzerinde oturduğu tahttan aşağıya indi ve o anda yaşlı fil yere yıkıldı ve son nefesini
verdi. Haberi duyan fil sahibi şoke olmuştu. Bunun önlenmesi imkânsız bir talihsizlik
olduğunu kabul etmek istemiyordu. Kiraya verdiği filin aynısının benzerinin kendisine
iade edilmesi konusunda ısrar ediyordu.
Konuyu mahkemeye götürdü. Davayı görecek olan hâkimin odasında kapının
arkasında kilden yapılmış bazı testiler duruyordu. Filin sahibi de odaya girmek için o
kapıyı açmak zorundaydı. Kapıyı bilmeden açtığı anda tüm testiler yere düşüp gürültü
ile kırıldılar. Hâkim adama dönüp çömlekleri tazmin etmesini söyledi. Bu şekilde
adamın aklı başına gelmişti.
48- YA KIRBAÇ YA DA CEZA
Bir tüccar kıymetli bir yağ pazarlaması ve satışı işi ile meşguldü. Ama açgözlü ve
kötü kalpli olduğu için sattığı yağın içerisine başka maddeler atarak değerini
düşürüyordu. Bu şekilde kötü kokan ve sağlığa zararlı olan yağı başka insanlara
satmak isterken yakalandı ve hâkimin önüne çıkartıldı.
Hâkim şöyle adil bir karar verdi. Bu kötü kalpli tüccar 1) ya bu kötü kokan yağı
içecekti 2) ya 23 kırbaç yiyecekti 3) veya 1.000 TL ceza ödeyecekti. Adam bir de cimri
olduğu için en iyisinin yağı içmek olduğunu düşündü ve yağ içmeyi seçti. İçmeye
başladıktan sonra kokusuna daha fazla dayanamayarak, bu rezil şeyi daha fazla
içemeyeceğini düşündü. Bu sefer kırbacı seçti Fakat bu sefer de takriben 12 kırbaç
yemişti ki, daha fazla dayanamayacak hale geldi. En sonunda hâkime dönerek cezayı
ödeyeceğini söyledi. Hâlbuki daha işin en başında cezayı ödemeyi kabul etmiş olsaydı
o bozuk yağı içmek ve o dayanılmaz dayağı yemek zorunda kalmayacaktı. Kararsızlığı
sayesinde hem o kötü kokulu şeyin ve hem de sopanın tadına bakmak zorunda kaldı.
49- AKILLI YAŞLI KADIN
Yaşlı bir kadının iki tane kız torunu vardı. Kızlardan biri havai, diğeri ise
alçakgönüllü ve mütevazı bir kız idi. Evden çıkmadan önce yaşlı nine kızlar onun
ellerini öptükleri zaman onları farklı şekilde kutsuyordu. Şımarık ve dışarıda gezmeyi
çok seven torununa, “Dilerim çiçekten yapılmış kordonların ve evinin içi her zaman
düzenli ve bozulmamış olur. Cüzdanın her zaman dolu olsun!” diye dua ederdi.
Aslında tabii kastetmek istediği boş kafalılığı yüzünden onu eleştirmek ve
suçlamaktı. Öbür kızı ise şöyle kutsuyordu, “Dilerim senin kapının önü her zaman pis
olur ve cüzdanındaki para da çabucak biter!” Onun için de aslında demek istediği kızın
çok sayıda mutlu ve afacan küçük çocuklara sahip olması idi.
Kelime anlamı ile baktığın zaman aslında bedduaya benziyordu, ama gerçek
anlamı ile bakıldığında tam bir kutsama idi.
Aynı bu büyükannenin kendisinden istenmeden çocuklarını kutsaması gibi, alçak
gönüllü ve Hakikate bağlı kişiler de İnsani Değerlere sürekli olarak bağlı kalmaları
halinde Tanrı’nın kendiliğinden işleyen Rahmet’inden kendi üzerilerine düşeni elde
edebilirler.
50- HİZMETKÂRLARLA KONUŞUYORMUŞ
Bir kral kendisini cennete giden yolu gösterebilecek bir öğretmen arıyordu.
Arıyordu ama o kadar kendini beğenmiş, kibirli ve sahip olduğu gücün etkisi ile
kendinden geçmişti ki kendisinin en yüksek seviyede olduğunu düşünüyordu. Birisi
ona yolu gösterebilmek için talip olduğunda ona cevaplanması imkânsız sorular
soruyordu. Gelenler kralın bu saygısızlığına ve küstahlığına şaşırıp dona kalıyorlardı.
Fakat kral onları doğru cevabı veremedikleri için hapse atıyordu.
En sonunda, bir adam ona doğru yolu göstereceğine söz vererek öne çıktı. Kralın
huzuruna getirildi ve kralın tam karşısına en ön sıraya oturtuldu. Fakat adam krala hiç
bakmıyordu. Etrafındaki saray eşrafı ile hizmetkârlar ile ve görevli memurlar ile sohbet
etmeye başladı. Onların hal hatırlarını soruyor ve onlara iyi temennilerde bulunuyordu.
Kral karşısındaki adamın kendisinin otoritesini hiçe saydığını görünce öfkelendi ve
hemen askerlerine adamı hemen dışarıya çıkarıp bir güzel dövmeleri emrini verdi.
Bunun üzerine adam krala seslendi, “Bir dakika efendim! Beni dışarı atmadan
önce şunu söylememe izin verin! Siz beni, ben ilk geldiğim zaman size saygı
göstermediğim ve diğer adamlarınızla konuştuğum için dışarı attırıp dövdürteceksiniz,
öyle değil mi? Hâlbuki Tanrı kralların kralıdır, O tüm dünyaların efendisidir. Siz O’nu
görmezden geliyorsunuz, O’nu atlayıp yalnızca hizmetkârları ile konuşuyorsunuz; artık
ne ceza yiyeceğinizi siz kendiniz düşünün!”
Bunun üzerine kral yapmış olduğu büyük hatanın farkına vardı ve gözünün
önündeki kibir peçesini kaldırdığı için adama teşekkür etti.
51- KENDİ KAYASI İMİŞ
Haridwar yakınlarında yaşayan bir keşiş/rahip evini barkını terk ederek uzun
yıllardan beri insanlardan sadaka dilenerek yaşıyordu. Topladığı yiyecekleri Ganj
nehrinin ortasında bir çıkıntı yaparak yükselen bir kayanın üzerine götürüyor ve bu
kaya parçasını bir tabak gibi kullanarak yemeğini orada yiyordu. Bir gün kayanın
üzerine geldiğinde başka bir keşişin o kayanın üzerinde oturduğunu ve yemek yediğini
gördü.
‘Kendi kayasının’ üzerine izinsiz ayak basan adama çok sinirlenmişti. Sonradan
gelen keşiş kendisine şöyle seslendi. “Eyvahlar olsun! Hani sen ben ve benim olandan
uzaklaşmıştın. Hani eski arkadaşların seni tanımasınlar diye saçlarını kazıtmıştın! Sen
tüm bağlarından kurtulmayı arzu ediyorsun ama kendini bu kaya parçasına
bağlamışsın! Sen bu kaya parçasını boynuna bağlayıp Ölümsüzlük Okyanusunu nasıl
aşacaksın? Senin bu yaptığın tam bir ikiyüzlülük!”
Bu sözler adamın gözlerini açıp Hakikati görmesini sağlamıştı.
52- GELİNİN ÖZDEYİŞİ
Bir dilenci zengin bir adamın kapısına gelerek bir avuç yiyecek istemişti. Evin
sahibi sallanan koltuğundan aşağıya doğru seslenerek dilenciyi azarladı ve kalp kırıcı
sözler söyledi. Fakat dilenci ısrar ediyordu. Bayat da olsa en azından bir parça ekmek
istiyordu.
Bunun üzerine evin içinde o sırada yemeğini yemekte olan gelini içeriden seslendi,
“Şu anda biz de bayat yemek yiyoruz, taze yemekler şu anda içeride pişiyor.”
Dilenci genç kadının ne demek istediğini anlamıştı; gelin kayınpederinin yaptığı
kabalık, acımasızlık ve gaddarlıkla kendisine gelecekte perişan bir gelecek
hazırladığını ima etmişti. Şu anda içinde yaşadığı refah içindeki hayatın da geçmişinde
yaptığı iyi davranışlarla elde etmiş olduğu sevaplar sayesinde kazanıldığını
söylüyordu. Biz bayat yemek yiyoruz, yani geçmiş yaşantımızın sonucunu yaşıyoruz.
Aynı zamanda da gelecekte yiyeceğimiz yemeği şimdi pişiriyoruz.
53- BİLGE KİŞİYİ İZLEYİN
Birkaç kişi bir nehrin kenarına geldiler ve karşıya geçmenin bir yolunu aramaya
başladılar. Nehrin bulundukları noktada karşıdan karşıya geçilip geçilemeyeceğini
araştırdılar. Karşı tarafa tam bir güven vermeyen zayıf bir sesle konuşan ve ayağı
aksak bir adam onlara bulundukları noktadan karşıya geçmenin tehlikeli olduğunu ve
daha aşağılara gitmeleri gerektiğini söyledi.
Bizimkiler bu adama inanmadılar, çünkü adamın nehri karşıdan karşıya
geçebilecek ve çamur içinde hareket edebilecek gücü yok gibi gözüküyordu. Bu sefer
gözleri görmeyen başka bir adama rastladılar. Kör adam onlara, “Nehri geçebilirsiniz,
yalnız önce sol çapraza doğru birkaç yüz metre yürüyün ve sonradan da sağa doğru
dönerek ilerleyin!” dedi.
Bu adama da inanmadılar, çünkü bu kör arkadaş ancak başka birisinin yardımı ile
karşıya geçmiş olmalıydı. En sonunda bir adam yanlarına geldi ve önlerine düşerek
nehrin karşısına beraberce geçirmeye gönüllü oldu. Adam, “Ben defalarca bu nehirde
karşıdan karşıya geçtim. Ben nehrin karşı kıyısında oturuyorum ve tarlalarım da nehrin
bu yakasında” dedi. Bunun üzerine bizimkiler adama güvenerek onu takip ettiler ve
emniyet içinde gitmek istedikleri yere sağ salim ulaştılar.
54- MÜRİDİN İNACI
Dasa isminde bir köylü rahip Aziz Appar’ın ismini ve manevi yoldaki şöhretini
duydu ve ona büyük bir hayranlık beslemeye başladı. Köyde onun adına dinlenme
evleri inşa ediyor, çocuklarına onun adını veriyor ve daha hiç görmediği bu aziz adına
insanlara araziler ve evler bağışlıyordu. Çok sayıda insan tam bir inanç beslemeden
önce ispat isterler. Hâlbuki inancın yolu daha sağlam ve daha kalıcıdır.
Bir gün şans eseri Appar’ın yolu o köye düştü. Yolda yürürken her yerde ‘Appar
Dinlenme Evi’, ‘Appar Yetim Yurdu’ gibi tabelalar görüyor ve çok şaşırıyordu. Dasa
hocasına doğru koştu ve onu kendi evine davet etti. Onun adına büyük bir ziyafet
düzenledi. En büyük oğlu akşam yemeği için evlerinin arkasındaki bahçeden meyve
toplamaya gitmişti. Ağacın altında bir yılan onu ısırdı ve oracıkta öldü.
Dasa oğlunun cesedini görünce hiç etkilenmemişti ve hemen üzerini biraz kuru
yaprakla örttü ve uzun zamandan beri gelmesini beklediği hocası Appar’ı ağırlamaya
devam etti.
Yemek başlamak üzere iken Appar, Dasa’ya seslenerek bütün çocuklarının
gelerek babalarının yanında oturmalarını istedi. “Bütün oğullarına seslen, hepsi
masaya gelsinler!” dedi. Dasa kendisine söyleneni yapıp çocuklarına seslenince,
bahçede ölen oğlu da kalkıp geldi ve diğerleri ile birlikte masaya babasının yanına
oturdu.
Appar olan biteni öğrenince Dasa’ya hitap ederek, “Senin Tanrı’ya olan bağlılığın
ve sadakat dolu hizmetin, benim gücümden çok daha büyük!” dedi.
55- EŞEK ÖLDÜ
Bir gün kraliçenin çok yakın bir hizmetkârı sarayda onun yakınına gelerek büyük
bir üzüntü ile ağlamaya başladı. Bunu gören kraliçenin kendisi de ağlamaya başladı.
Kraliçelerini gözyaşları içinde gören bütün harem dairesi ve hatta erkek hizmetkârlar
da ağlamaya başladılar. Kraliçeyi teselli edilemeyecek kadar üzgün gören kralın
kendisi de ağlayınca bu görüntü tüm şehrin hıçkıra hıçkıra ağlamasına yol açtı.
Ağlama durdurulamıyordu. En sonunda akıllı birisi tüm bu ağlamaların sebebini
araştırmaya başladı. Yapılan soruşturma sonrası herkese teker teker sora sora en
sonunda iş kraliçeye kadar uzandı.
Kraliçe hizmetçisinin büyük bir üzüntüsü ve kederi olduğu için ağladığını
söyleyince bu sefer hizmetçinin kendisine ulaşıldı. Çamaşırcı olan kız sorguya
çekildiğinde çok sevdiği eşeğinin ölümüne ağladığını söyledi. Haberler herkese yayıldı
ve ağlamalar bıçakla kesilmiş gibi sona erdi. Herkes boşa ağladığı için kendisine
gülüyor ve utanıyordu.
Sebebini arayın, ayırt edici olun! Söylentilere ve dedikodulara kanmayın ve hemen
acele karar vermeyin!
56- YAVAŞ OL
Küçük bir şehirde orta sınıf bir evde oturan bir aile vardı. Evin hanımı kocasına
dua etmekte ve Tanrı’ya ibadet etmek için her gün az bir vakit ayırması için
yalvarıyordu. Fakat kocası bunu yapmayı reddediyordu. Söylediğine göre böyle
uğraşlar için hiç vakti yoktu. Bunlar ancak ileri yaşlarda, para kazanmanın ve
harcamanın artık giderek azaldığı ve bol bol boş zamanın olacağı emeklik çağlarında
yapılacak uğraşlardı.
Genç kadın bu cevaptan bir türlü tatmin olamıyordu, ama hiçbir şey yapamıyor,
kocasının kendisini bu sefer dinlemek zorunda kalacağı uygun bir zaman kolluyordu.
Bir müddet sonra kocası oldukça ciddi bir şekilde hastalandı ve birkaç hafta
boyunca yatakta kımıldamadan yatmak zorunda kaldı. Doktorlar adama her gün üç
defa ilaç içmesini söylemişlerdi. Karısı ilaçları alıp zamanında kocasına içirme
vazifesini üstlenmişti. Ancak aradan zaman geçmesine rağmen kocasına içmesi için
tek bir tablet bile vermedi. Adam karısının uzlaşmaz tavrını değiştiremiyordu.
Karısından ilaçları istiyor, ama kadın kararından vazgeçmiyordu.
Kadın kocasının “Beni öldürmeye mi çalışıyorsun?” sorusuna şöyle cevap
veriyordu, “Bekle, bekle. Neden bu kadar çabuk ilaç içmek istiyorsun ki? Bekleyelim
bakalım hastalığın biraz daha ağırlaşsın. Bu acelen ne? Yavaş ol! Daha çok zaman
var. Hani aynı ben senin dua etmeni ve zikir yapmanı söylediğimde bana verdiğin
cevap gibi.”
Kocası zamanında karısına direnerek yaptığı aptallığın farkına varmıştı.
Davranışlarını düzeltti ve her iki hastalıktan da kurtuldu.
57- FİZİKSEL GÜZELLİK
Bir kralın tek bir oğlu vardı. Oğlan büyüdü ve kuvvetli ve iyi fizikli bir genç haline
geldi. 22 yaşına geldiğinde babası ona artık evlenmesini önerdi. Prens babasından izin
isteyerek evleneceği kızı ülkesindeki kızların arasından seçeceğini söyledi. Babası da
memnuniyetle kabul etti. Bir gün prens atının üzerinde bir köprünün üzerinden
geçerken aşağıdaki nehre doğru banyo yapmaya giden genç ve çok güzel bir kız
gördü. Kızı ilk gördüğü anda deli gibi âşık olmuştu. Bu güzel kız şehirde yaşayan
zengin bir tüccarın kızı idi.
Kız oldukça dindar, bütün kutsal metinleri çok iyi bilen birisi idi. Saray adamları
kızın babasına giderek kızının prens ile evliliğine izni olup olmadığını sordular. Fakat
adamın bu evliliğe pek isteksiz olduğunu görünce çok şaşırdılar. Adam kendisinin belli
bir mezhebe ait olduğunu ve bu yüzden damadının da o mezhepten olması gerektiğini
söylüyordu. Kızı da hiç evlenmek istemediğini söyleyerek işleri iyice içinden çıkılmaz
bir hale getirmişti. Saray hem babasını ve hem de kızı büyük bir cezaya çarptırmakla
tehdit etti.
En sonunda, kız cezadan kurtulabilmek için bir plan yaptı. Saray görevlilerine
prensle 8 gün sonra yüz yüze görüşeceğini ve o zaman prens hala kendisi ile
evlenmek istiyorsa evleneceğini söyledi. Sonra her gün çok kuvvetli müshil ilaçları
yutmaya başladı. Sekizinci gün bir kraliyet tahtırevanı ile saraya prensi görmeye
götürüldü.
Prens kızla karşılaşınca karşısında yaşayan iskelete dönmüş bir kız buldu.
Yanaklar içeriye göçmüş, gözleri çökmüş, bembeyaz bir surat, gözlerinin etrafı
kapkara bu kızı görünce prens şoke olmuştu. Kıza şöyle sordu, “Bütün o güzelliğin
nereye gitti?”
Söylemeye gerek yok, prens kızla evlenmekten vazgeçti. Kız prense fiziksel
güzelliğin yavaş yavaş ortadan kaybolan bir özellik olduğu konusunda bir ders verdiği
için çok mutlu olmuştu.
58- KİM ÖLECEK?
Bir köyde tiyatro gösterisi düzenlenmişti. Dramada zengin bir adamın oğluna ve
fakir bir adamın oğluna rol verilmişti. Tarihi bir hikâye canlandırılmaya çalışılıyordu.
Zengin çocuk oyunda vali olduğu için çok mutlu olmuştu. Ama sonradan işin rengi
değişti.
Tiyatro oyununda Vali rolünü oynayan zengin çocuk, fakir adamın oğlu ile rol
gereği dövüş yapıyor ve oyun gereği ölüyordu. Zengin çocuk itiraz etti ve kendisinin
ölmemesi gerektiğini ve kendisinin yerine diğerinin ölmesi gerektiğini söyledi.
Hikâye sizin kaprislerinize uygun olarak değiştirilemez! Eğer oyunda Vali’nin
ölmesi gerekiyorsa ve eğer o rolü oynamak o kişiye verildi ise Tanrı’nın iradesine
uygun olarak o kişi ölmek zorundadır.
59- BAKIR DEĞİL ALTIN
Bir şair filozofluğu ile ünlü krala giderek yardım istedi. Kral da ona içi altın para
dolu büyükçe kese uzatınca almayı kabul etmedi ve şöyle dedi, “Sen bana kendi alın
terin ile kazandığın bir şey vermelisin. Başkalarının zorlukla çalışarak biriktirdiklerinden
kendi payını aldıklarından değil”
Kral düşünce tarzını beğenmişti. Ona ertesi gün gelmesini söyledi. Şair aynı
kendisine söylendiği gibi ertesi sabah huzura çıkınca kral ona 16 bakır para uzattı. Bu
parayı bir demircide kızgın demiri bir çekiçle döverek kazanmıştı.
Şair parayı almak üzere elini uzattı. Ama madeni paralar avucunun içine
konulduğunda şair hayretler içinde bu paraların bakır değil, altın olduklarını fark etti.
Kralın fedakârca çalışması sonucu paralar saf altın olmuşlardı.
Bir insan başkasına yalnızca yasal ve hakkıyla kazandıklarından vermelidir. İşte o
zaman içerde ikamet eden İlahi Varlık herhangi bir beden bilinci olmadan verir.
60- TOPRAK HIRSI
Bir adamın güneyde yüz dönüm arazisi vardı. Fakat en az 1000 dönüm toprağı
olması için büyük bir arzu taşıyordu. Bu sebeple çeşitli yerleri dolaşıyor ve o zamana
kadar işlenmemiş ama bereketli geniş araziler arıyordu. En sonunda yolu dağlık bir
bölgedeki bir krallığa düştü.
Kral, adama istediği kadar arazi verebileceğini söyledi. Tek sınır adamın
dayanıklılığı idi. Adama ertesi sabah güneş doğduğunda yola çıkmasını ve güneş
batmadan önce başladığı yere dönmesi gerektiğini söyledi. Yürüdüğü yol boyunca en
baştan sona kadar ayak izleri ile çevrelediği arazi kendisinin olacaktı.
Kralın cömert teklifi bu idi. Aç gözlü adam ertesi sabah ilk gün ışıklarının çıkmasını
dört gözle bekledi. Çok genişçe bir alanı çevrelemek üzere yola başladı. Hatta deyim
yerinde ise deli gibi koşuyordu. Akşam olduğunda başladığı noktaya birkaç metre
kaldığında artık o derece yorgun düşmüştü ki yere yığılıp düştü ve öldü. Kalbi
durmuştu. Kendisine ayırabileceği en büyük araziyi elde edebilmek amacı ile çıktığı o
çılgın yarışı gün batımından önce bitirebilmeye kalbi dayanmamıştı.
61-KENDİ YASTIĞININ ALTINDA
Zengin bir tüccar bir tapınakta düzenlenen festivale katılmak üzere kutsal bir
mekâna gidiyordu. Bir hırsız da kendisini takip ediyor ve cüzdanını çalmak istiyordu.
Adama aynı festivale gitmekte olan bir kişi olduğunu söylemiş ve numara yaparak
onunla yakınlaşmıştı.
Geceyi geçirmek üzere bir handa kalacaklardı. Herkes derin bir uykuya dalınca
hırsız ayağa kalktı ve zengin tüccarın çantasını her yerde aradı. Her yeri deli gibi
aramasına rağmen adamın cüzdanını bulamamıştı. Sabah olduğunda ve tüccar adam
uyandığında kendisine bir arkadaş gibi yaklaşarak sordu. “Buralarda çok hırsız var;
umarım çantanızı ve cüzdanınızı iyi yerde saklıyorsunuzdur!”
Tüccar adam çok akıllı idi, şöyle yanıtladı, “Evet. Geçen gece ben cüzdanımı sizin
yastığınızın altına koymuştum. Gördünüz mü ne kadar emniyetli imiş!” Böyle diyerek
hırsızın yastığının altından kendi cüzdanını çekip çıkardı!
Tanrı da aynı bu tüccara benzemektedir; O içinde akıl, ayırt etme gücü ve saf
mutluluk olan çantayı insanın başının içine yerleştirmiştir. Fakat insan bundan
habersizdir ve Tanrı’yı kendi dışında bir yerlerde aramaktadır.
62- MİNNETTARLIK
Bir karınca kuru bir yaprağın üzerinde iken birden bir rüzgar çıktı. Karınca rüzgârla
savrularak yaprakla birlikte nehrin üzerine düştü ve akıntı ile sürüklenmeye başladı.
Hayvancağız küçücük kalbi ile Tanrı’ya yakararak kendisinin imdadına koşmasını
istedi.
Tanrı o sırada nehrin üzerinde uçmakta olan çaylağı nehre dalmaya ve sonra
tekrar dışarıya çıkarken yaprağı gagasına almaya teşvik etti. Kuşun bu yaprağı bir
balık ya da kurbağa zannetmesini sağlamıştı! Sonunda kuş hayal kırıklığına uğramıştı,
ama kuru toprağa ayak basan karınca kurtulduğuna çok seviniyordu.
Tanrı bir çaylak şeklinde geldi ve beni kurtardı diye hissediyordu. Ben bu yüzden
bu kuşa minnettar olmalıyım, hatta bütün kuşlara minnettar olmalıyım diye düşündü.
Bir gün sabahleyin dolaşırken bir kuşa yayı ile ok fırlatmaya hazırlanan bir avcı gördü.
Kendisinin hayatının bir kuş tarafından nasıl kurtarıldığını hatırladı ve tam okunu
fırlatmak üzereyken avcının ayağını şiddetle ısırdı.
Avcı hedefini vuramamıştı, kuş uçtu ve kurtuldu. Karınca borcunu ödemişti.
63- EN SONUNDA ÜNVANA HAK KAZANDI
Vishwamitra çok üzgündü, çünkü yıllardır sürdürdüğü bir zaviye hayatına rağmen
büyük rakibi Vasishta kendisine kralların kralı olarak hitap etmişti. Hâlbuki o bir ermiş
olmayı çok istiyordu.
Bu yüzden bir gece Vasihta ay ışığında bir grup öğrenciye ders verirken gizlice
Vasihta’nın oturduğu koltuğun arkasına yaklaştı. Elinde keskin bir kılıç taşıyordu ve
kesinlikle Vasishta’yı öldürmeye karar vermişti. Vasihta’nın oturduğu koltuğun
arkasındaki çalılara saklandı ve bir süreliğine Vasishta’nın öğrencilere anlattığı dersi
dinlemek durumunda kaldı.
Vasishta o güzel ve büyüleyici ay ışığını sakin, parlak, şifa veren, Tanrısal,
cennetten gelme, her yere giden, herkesi mutlu eden ışık olarak tarif ediyor ve aynı
Vishwamitra’nın kalbine benzetiyordu. Bu sözleri işiten Vishwamitra çok şaşırmıştı,
kılıç elinden yere düştü. Öne doğru koştu ve rakibinin ayaklarına kapandı. Vasishta,
Vishwamitra’yı tanımıştı ve ona hitap ederek, “Ey büyük Ermiş, ayağa kalk!” dedi.
Onu ayağa kaldırarak kendi koltuğuna oturttu. Vasishta ona içinde ego/bencillik
olduğu sürece kendisine ermiş olarak hitap edemediğini anlattı. Başındaki şişlik
kaybolup rakibinin ayaklarına kapandığı anda artık kendisinin bile talep etmez hale
geldiği bu onurlu ve şerefli isimle anılmaya hak kazanmış ve layık olmuştu.
64- DÜŞ GÜCÜ
Bir seyyar satıcı başının üzerindeki sepete boş şişeler doldurmuş, pazarın içinde
dolaşıyordu. Şişelerin hepsini satarak 10 lira kazanmayı umut ediyordu. Hesaplarına
göre 10 gün sonra 100 lira biriktirmiş olacaktı. Bu parayı sermaye olarak kullanarak
daha başka kârlı işlere girmeyi planlıyordu.
Birkaç ay içinde 1.000 lira kazanmayı ve kendisine çok güzel bahçesi olan tek katlı
bir ev satın almayı düşündü. Evin her köşesinde güler yüzlü hizmetkârlar
çalışacaklardı. Kendisini çimenlerin üzerinde bir sedire oturmuş torunları ile oynarken
hayal etti. Kendisini kaptırmış, bu tatlı hayal ile kendinden geçmişti. Birdenbire
torunlarının arasında hizmetkârların birisinin oğlunun olduğunu fark etti.
Arzu edilmeyen bu duruma kızıp öfkelendi. Gördüğü düşün gerçek olduğunu
zannederek çocuğu kavrayarak şiddetle itti ve oradan uzaklaştırmak istedi.
Sepetin içindeki şişeler yola düşüp kırıldığında gördüğü rüyadan uyandı. 10 liralık
kazanç umudu uçup gitmişti.
Açgözlülüğün zayıf temeli üzerine inşa edilen hayalin sonu böyle olmuştu.
65- ÖVGÜYE DEĞER SEÇİM
Ağaçtaki Yaksha beş Pandava kardeşi aşağıdaki gölden su içerlerken yakalamıştı.
Onlara çeşitli sorular soruyor ve cevaplar hoşuna gitmeyince onları birer birer
öldürüyordu. Bu şekilde dört kardeşi öldürmüştü. En son sıra en büyükleri
Dharmaraja’da idi. Kendisine sorulan soruya doğru cevap verince Yaksha kendisine
şöyle dedi, “Sana ödül olarak şu yerde ölü olarak yatmakta olan kardeşlerinden birisini
tekrar canlandıracağım. Hadi birini seç bakalım!”
Dharmaraja çok zor bir seçimle karşı karşıyaydı. Ama fazla düşünmesi gerekmedi.
Bheema ve Arjuna kendisinin sağ ve sol eli gibi oldukları halde onları seçmedi.
Nakula’yı seçti. Yaksha kendisine neden Nakula’yı seçtiğini sordu.
Dharmaraja şöyle cevap verdi, “Ben, Bhima ve Arjuna, Kunti’nin çocuklarıyız.
Nakula ve Sahadeva da üvey annem Madri’nin çocukları. Benim annem geriye
döndüğümüzde beni canlı olarak bulacak. Bu yüzden üvey annemin de en azından bir
oğlunun sağ olarak geri döndüğünü görmesini istedim. Onun oğullarından birini
seçtim.”
Bu kutsal ve merhametli kalbin söyledikleri karşısında Yaksha o kadar memnun
olmuştu ki dört kardeşin hepsini birden tekrar hayata döndürdü.
(Yaksha: Tabiat ruhları, ormanda ve dağlarda dolaşan ve kimseye zarar vermeyen periler, genellikle
yardımsever ve toprakta saklanan hazinelerin koruyucusu)
66- TANSEN’DEN DAHA TATLI
Saray müzisyeni Tansen her ne zaman bir şarkı söylese, Akbar çok mutlu olurdu.
O günlerde en büyük müzisyen Tansen idi. Her ne zaman bir şarkı söylese
gökyüzünde yağmur bulutları toplanırdı ve gökyüzünden yağmurlar boşanırdı. Her ne
zaman flütünü çalsa etrafında kobra yılanları toplanarak dans ederlerdi.
Akbar kendi sarayında böyle şöhretli ve saygın bir müzisyen bulundurduğu için çok
gururlu idi. Fakat günün birinde Akbar günlük dualarını yaparken bir
Haraidasa’nın(dilencinin) uzaklardan gelen haykırışını duydu. Elinde tek telli sazı ile
sokaklarda dolaşarak ilahiler söyleyen bir halk ozanı müzik çalıyor ve Tanrı’ya
yakarışlarda bulunuyordu. Bu sesi duyan Akbar çok etkilenmiş ve büyülenmişti.
Akbar, Tansen’e giderek neden bu müziğin kendisinin sarayın Kabul Salonunda
söylediği bütün şarkılardan daha fazla kendisini heyecanlandırdığını sordu.
Tansen şöyle cevap verdi, “Sevgili Efendim! Ben devamlı sizin yüzünüze bakarak
en ufak bir takdir işareti görebilir miyim ve sonunda birkaç mücevher elde edebilir
miyim diye şarkı söylüyorum. Fakat o Haridasa, Tanrı’nın yüzüne bakarak şarkı
söylüyor ve ne bir servet ve ne de bir dünyevi kazanç elde etmeyi gözlüyor. İşte fark
burada!”
Akbar= Büyük Akbar, 1556 yılında 14 yaşında Hindistan’da imparator olan ve Timur’un soyundan
gelme olan Müslüman Moğol İmparator
67- BABA OĞLUNU KURTARMAK İÇİN SUYA ATLADI
Tanrı’nın neden insanlığı koruma ve düzeni yeniden inşa etme görevini kendi
emrinde olan meleklere vermez de bu görevi kendisi üstlenir?
Bu soru Akbar’ın kendisi tarafından maiyetindeki tüm saray eşrafının bir arada
bulunduğu bir anda ortaya atılmıştı. Akbar, Doğru Davranış’ı kurtarmak için Tanrı’nın
dünyaya müdahale ettiğine inanan düşünceyi komik buluyordu. Tansen kendisine
cevap verebilmek için bir hafta zaman istedi ve Akbar da bunu kabul etti.
Birkaç gün sonra İmparator ailesi ile birlikte göl üzerinde bir tekne gezintisine
çıkmıştı. Tansen aynı kralın yeni doğmuş oğluna benzer bir yapma bebeği suya fırlattı
ve bağırmaya başladı, “Yetişin! Kralın oğlu suya düştü! Kralın oğlu suya düştü!” Bu
sözleri işiten imparator oğlunu kurtarabilmek için hemen suya atladı!
Tansen bunun üzerine kralın oğlunun emniyette olduğunu ve suya düşenin
yalnızca yapma bir bebek olduğunu açıkladı. Akbar öfkeden kudurmuştu. Kralın
öfkesini yatıştırmak için ona bu oyunu niye oynadığını açıklamaya başladı. Tanrı’nın
emrindeki diğer varlıklara insanı koruma görevini vermeden bizatihi kendisinin bu
görevi üstlendiğine inanan düşüncenin gerçek olduğunu gösterebilmek amacı ile bu
tiyatro oyununu oynamak zorunda kaldığını anlatıyordu.
İnsan aynı bir oğul gibidir ve Tanrı onu çok sevmektedir. Akbar istese o sırada
teknede bulunan personelinden herhangi birisine suya atlayarak oğlunu kurtarmasını
emredebilirdi. Fakat oğluna karşı olan sevgisi ve bağlılığı o kadar çoktu ve içinde
bulunulan durum o derece acil ve tehlikeli idi ki, İmparator’un kendisi hiç kimseye hiçbir
şey söylemeden kendisi “oğlunu” kurtarabilmek için suya atladı.
Dünya o kadar kötü bir durumda ve Tanrı’nın insanlara karşı sevgisi ve
düşkünlüğü o derece yüksektir ki bizatihi Kendisi müdahale eder.
68- MEMNUNİYETLE KARŞILANAN LANET
Kral Parikshith başına gelen olayı şöyle anlattı, “Ormana avlanmaya gitmiştik.
Etrafta çok sayıda vahşi hayvan görüyorduk ama biz yaklaştığımızda hepsi dört bir
yana kaçıyorlardı. Benimle birlikte gelen okçuların hepsi birden hayvanların peşine
doğru koşturmaya başladı. Ormanın ortasında yalnız kalmıştım. Adamlarımdan uzakta
kalmıştım. Açlık, susuzluk ve yakıp kavuran güneş beni yorup tüketmişti.”
“En sonunda bir bilgenin kulübesine rastladım. Şimdi anladığıma göre adı Samika
idi. İçeridekilerin dikkatine çekebilmek için uzun süre dışarıdan içeriye doğru
seslendim. Tek istediğim biraz su içebilmekti. Ne bir cevap geldi, ne de herhangi birisi
dışarıya çıktı. Böylece ben de içeriye girdim. Kulübenin ortasında bir münzevi hiçbir
şeyle ilgilenmeden oturuyordu. Kendine göre meditasyon yapıyormuş. Bana göre ise
yaptığı benim mevkime ve ihtiyaçlarıma saygısızlıktan başka bir şey değildi.
Ayaklarımın altında yumuşak bir şey buldum. Bunun ölü bir kobra yılanı olduğunu
anladım. Aklım başımdan gitmişti. Çok acaip kötü bir düşünce zihnime düştü. Yerdeki
kobra yılanını alarak bilgenin boynunun etrafına doladım. Beni ihmal etmenin
cezasının işte böyle olduğunu düşünerek kıkırdadım. Sonra oradan ayrılarak şehre ve
sarayıma geri döndüm.
Fakat bilgenin oğlu eve geri döndüğünde babasını boynunun etrafında kobra yılanı
sarılmış bir vaziyette bulmuştu! Bunu yapanın ben olduğumu ortaya çıkardı. Ve bana
bir lanet okudu, ‘Dilerim bugünden itibaren yedi gün içerisinde kralı bir yılan ısırsın ve
kral ölsün.’ Yedi gün, tam yedi gün! Ne kadar iyi kalpli bir adammış! O anda yere
yığılıp ölmem için bile lanet okuyabilirdi. Bana Tanrı’ya odaklanmam ve kendimi
kaçınılmaz gerçeğe hazırlayabilmem için ve sonunda Mükemmel’in içinde eriyebilmem
için yedi gün verdi. Ne kadar büyük bir lütuf! Ölüm yaklaştığı anda ancak çok az
sayıda kişi böyle bir haftalık bir uyarı süresi kazanabilir”.
69- MANGO
Mango meyvası ağaçta henüz körpe iken çok tatsızdır. Çok sert ve acı bir tadı
vardır. Birkaç hafta sonra büyüdüğü zaman ekşi bir tadı olur. Fakat tam
olgunlaştığında büyük bir keyifle ve iştahla yenilebilir. Çünkü artık içindeki özsuyu
tatlılaşmış ve ağzına kadar hoş ve güzel bir lezzetle dolmuştur.
İnsan da aynı mangoya benzer. Sert ve haşin dönemi gençlikteki “Tembellik
Dönemi”’dir. Tembel, uyuşuk, üşengeç, pasif, hareketsiz ve sıkıcı bir dönemdir. İnsan
bu dönemde iken içinde çok fazla tembellik ve miskinlik biriktirmemeye dikkat
etmelidir. Stokta olanı yakıp kül etmeyi hayal etmelidir.
Ondan sonra insanın mangonun ekşi haline benzeyen “İhtiraslı Dönemi” başlar.
Başkaları üzerinde kurduğu hâkimiyet hoşuna gitmeye başlar. Gücün verdiği
sarhoşlukla duyularının kendisine getirdiği hayallerin peşinde koşar. Sahip olduğu
malk mülk ve elindeki güç ile kendisini beğenmeye ve kibirlenmeye başlar.
Fakat insan bu dönemde uyanık olmalı ve zaman içerisinde kendisini geri
çekmelidir. İhtiraslarına ve önyargılarına hâkim olmalı ve onları kontrol etmelidir. Bu da
onu içi özsu dolu olgun, lezzetli bir ‘mango’ haline sokacaktır. Bu döneme de “Saflık
Dönemi” adı verilir.
70- SÜT VE SU
İçinde yüz bardak süt olan bir kabın içine bir bardak su dökün; su, sütün
özelliklerini alacak ve sütün fiyatına ulaşacaktır. Su bu birliktelik sonucu gelişir ve iyiye
doğru gider!
Tam tersine içinde yüz bardak su olan bir kabın içine bir bardak süt dökün. Bu
durumda süt içindeki tüm olumlu ve hayat veren özelliklerini kaybedecektir ve suyun
kendisi kadar tatsız bir hale gelecektir!
İçine girdiğimiz arkadaş grubu sonucunda başımıza gelecek olan şey budur işte!
71- BİLGE VE ÖĞRENCİ ÇOCUK
Matematik dersi çok zayıf bir öğrenci çocuk vardı. Matematik sınavı yaklaştığında
çocuk dua etmek için tapınağa gitti. Tapınakta eğer ertesi gün sorular kolay çıkarsa ve
kendisi soruların hepsini doğru cevaplarsa fakir bir aileye 5 kg pirinç pilavı
bağışlayacağına söz verdi.
Ertesi gün imtihanda sorular tam kendisinin kapasitesinin sınırları içerisinden geldi.
Soruları iki saat içinde cevaplayıp bitirdi. Tüm sorular doğru olarak cevaplanmış ve
daha bir saati kalmıştı.
Bu yüzden birkaç kâğıt daha çıkardı ve Tanrı’ya verdiği söz neticesi sunacağı
yemekte kullanılacak malzemelerin listesini yapmaya, miktarlarını ve fiyatlarını
hesaplamaya başladı. Cebinde 10 Lira kadar parası vardı. Listedeki malzemelerin yani
pirinç, yağ, fıstık, baharatlar v.s. fiyatlarını topladığında 15 Lira tuttuğunu fark etti. Bazı
malzemeleri koymamayı ve bazılarının da miktarlarını azaltmayı düşündü, fakat ne
yaparsa yapsın cebindeki para az geliyordu.
Sonra birden bunun yerine birkaç meyvanın o aileyi daha çok mutlu edeceği
düşündü. Sonra meyvaların da pahalı olduğunu, bunun yerine çiçek verebileceğini
çiçeklerin o kadar pahalı olmadığını düşündü. Sonra aklına kutsal metinlerde Tanrı’nın
suyu kutsamış olduğunu ve verilecek en iyi hediyenin su olacağını düşündü.
Böylece en sonunda bugün almış olduğu Rahmet’e karşılık olarak evlerinin
bahçesindeki kuyudan alınacak suyun yeterli olduğunu düşündü. Cebindeki onlukla
çoktan beri gitmek istediği filme gidebilecekti. Filmin kaç para olduğunu düşündü.
Beraberinde bir arkadaşını da filme götürebileceğini görünce çok sevindi.
Tam bu mutlu sonuca ulaşmıştı ki sınav gözetmeni sınavın bittiğini ve cevap
kâğıtlarının teslim edilmesi gerektiğini söyledi.
Bizim bu arkadaşımız da daldığı hayallerden uyandı ve yanlışlıkla üzerinde pirinç
pilavının yapılması için gerekli malzemelere ait miktar, fiyat vs. hesaplamaları yaptığı
ve en sonunda da resim çizdiği kâğıtları cevap kâğıdı olarak verdi. Eve geri
döndüğünde ve çantasını açtığında içinde gözetmene vermesi gereken cevap
kâğıtlarını görünce dehşete düştü.
Bütün her şey bir ‘reaksiyon, yankı ve yansıma’ meselesidir. Her ne yapmayı
planlarsanız bir başkası size geri dönecektir. Tanrı ne öfke duyar ne de intikam güder.
O tiyatro oyununun ebedi seyircisidir. Siz kötü düşünceleriniz ve davranışlarınız ile
kendinizi cezalandırırsınız; iyi düşünce ve davranışlarınızla da kendinizi
ödüllendirirsiniz. Gerçek Hakikat işte budur.
H-
CHİNNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKAYE- II
1- ÖNCE UYGULA, SONRA NASİHAT VERİRSİN (BE, DO, TELL)
Bir gün, yaşlı bir kadın yanında on yaşındaki torunu ile bilgeyi ziyaret etti. Ona
şöyle dedi, ”Sevgili Efendim! Bu torunum beş yaşında iken anne ve babasını kaybetti.
Ona ben bakıyorum. Her gün çok miktarda şeker yiyor. Doktorlar ona bunu yasak etti,
ama o hiç kimseyi dinlemiyor. Sağlığı da kötüye gidiyor. Size büyük saygısı var, ne
olur ona öğüt verin de şekeri bıraksın!” dedi.
Bilge kadına, “Sevgili Anneciğim, hiç üzülme, sen bir ay sonra gel. Bu arada bir
çare düşünürüz” diye cevap verdi. Kadın teşekkür ederek ayrıldı.
Aradan bir ay geçtikten sonra torunu ile birlikte geri geldi. Her ikisi de bilgeye
saygılarını sundular. Bilge oğlanı yanına oturttu ve ”Sevgili oğlum! Bir insanın en
büyük zenginliği sağlığıdır. Eğer sağlığına gereken özeni gösterirsen, kuvvetli ve
sağlıklı bir genç adam olursun. Eğer zayıf kalırsan, hayatta önemli hiç bir şey
yapamazsın. Eğer yediğimiz bir şey bizim yapımıza uygun değilse onu yememeliyiz.
Yarından tezi yok, sen artık şeker yememelisin. Aradan bir süre geçtikten sonra az
miktarda yiyebilirsin. Sen çok tatlı bir çocuksun ve beni dinleyeceksin değil mi?”dedi.
Çocuk başını salladı ve artık şeker yemeyeceğine dair söz verdi.
Kadın bilge ile biraz gizli konuşabilmek amacı ile çocuğu bir bahane ile uzaklaştırdı
ve bilgeye, ”Sayın efendim!” dedi. “Size bir soru sorabilir miyim? Bugün torunuma
verdiğiniz bu öğüdü niye geçen ay söylemediniz de bizi bir ay beklettiniz? Hiç
anlamıyorum.”
Bilge anlayışlı bir şekilde gülümseyerek, ”Sevgili Anne!” dedi.”O sırada ben de çok
miktarda şeker yiyordum. Kendi yaptığım bir şeyi yapmaması için nasıl öğüt
verebilirdim? Bir insanın bir şeyi kendisi deneyimlemeden önce öğüt vermeye hakkı
yoktur. Ben bu bir ay boyunca hiç şeker yemedim ve oğlunuza nasihat etme hakkını
kazandım.”
Kendimizin uygulamaya koymadığı bir şeyi başkalarına öğüt vermemeliyiz!
(Be, do, tell!)
2- BİLGE VE ÖĞRENCİLERİ
Bilgenin ikametgâhında çok sayıda öğrencisi vardı. Bu öğrencilerin bazıları okulun
ihtiyacı olan yiyecek, içecek, giysi ve diğer ihtiyaç malzemelerini almak için her gün bir
feribotla şehre gidip gelirlerdi.
O gün şehre gitme sırası sıra Brahmaananda’nındı. Gemiye bindi ve bir köşede
sessizce durdu. Çok kalabalık vardı. Manevi yaşantı öğrencileri ile alay eden ve onlara
küçümseyerek bakan birisi, ”Şuna bakın, ne kadar güçlü kuvvetli bir adam! Ama neye
yarar? Hiç çalışmaz, sadece yer ve uyur. Bunun gibilerden şu ilerideki okulda daha
çok var. Asıl kabahat bunları baştan çıkaran ve yozlaştıran hocalarında!”
Etraftaki çok kimse de “Doğru, doğru” diyerek tasdik ettiler. Bu sözler
Brahmananda’yı yaraladı ve çok üzdü. Ancak sessizce hakaretlere katlandı. Tabiatı
itibari ile çok utangaçtı ve hiç sert yanıt vermezdi.
Akşam satın aldıkları ile beraber okula döndüklerinde bilge öğrencilere detaylı
sorular sorar ve dışarı dünyada nasıl davrandıklarını, neler yaptıklarını öğrenmeye
çalışırdı. Bilge, Brahmaananda’ya sordu, ”Peki, anlat bakalım bugün ne yaptın?”
Brahmaananda olayı detaylı bir şekilde anlatınca bilge çok kızdı ve bağırmaya başladı,
"Ne! Senin hocan hakarete uğrarken sen sustun ha! O adama uygun cevabı
vermeliydin. Yazıklar olsun, senin gibi bir öğrenciye bu okulda yer yok!"
Ertesi gün şehre gitme sırası bütün bunları köşesinde dinleyen Vivekaananda’ya
gelmişti. Feribotta yine bir önceki günkü adam bu sefer Vivekaananda’yı göstererek,
”İşte burada bir tane daha parazit. Bunlar hep o okuma yazma bilmeyen hocaya
tabidirler. Ne aptal insanlar bunlar böyle!” deyince Vivekaananda adama yaklaştı. Sert
bir şekilde, ”Eğer bizim hocamız için bir kelime daha söylersen seni feribottan aşağı
nehre atarım, ona göre dikkatli ol!” dedi. Adam korktu ve sustu.
Vivekananda akşam olunca efendisinin huzuruna çağrıldı. Bilgeye olayı heyecanla
aynen anlattı. Bilge yine, ”Ne!” diye bağırdı. ”Sen bir zaviye kıyafeti olan bu cübbeyi
giyiyorsun. Böyle öfkeni kaybetmeye nasıl cesaret edersin? Yazıklar olsun, senin gibi
öğrenciye bu okulda yer yok!”
Bunun üzerine Vivekaananda hemen bilgenin ayağına kapandı ve “Ama Efendim!”
dedi. “Siz dün Brahmaananda’yı cevap vermediği için azarlamadınız mı? Ben sana
bağlı bir öğrenci olarak görevimi yapınca niye bana kızdın? Lütfen beni aydınlat!”
Bilge hafifçe onun sırtına vurdu ve “Sevgili oğlum! O öğüdüm sadece
Brahmaananda gibi utangaç ve ürkek olanlar içindi. O daha cesaretli olmalı. Sen ise
çok fazla ruhsal enerji ile dolusun. Senin sakinleşmen ve uslanman gerekiyor. Bir
Guru’nun görevi öğrencilerine onların tabiatlarına/mizaçlarına ve huylarına göre öğüt
vermektir. Ben ne sana ne de Brahmananda’ya hiç kızgın değilim!”
3- ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİ
Bir bilge kendisine gelen bir adama, ”Ormana git, pazar yerinde nasıl huzur
bulacaksın?” diye nasihat verdi.
Başka birine de, ”Nerede isen orada kal!” dedi.
Bu iki kişi sonradan buluştular ve bilgenin kendilerine verdiği öğütleri konuştular.
Biri, ”Nasıl bize böyle farklı öğüt verir! Belki sen söylediklerini iyi anlamadın. Gel
beraber bir daha gidelim de, şüphemiz kalmasın” dedi.
İkisi beraber tekrar bilgenin karşısına çıktılar ve şüphelerini dile getirdiler. Bilge
şöyle cevap verdi, ”Öğütler farklıdır, çünkü nasihat arayan kişinin manevi gelişimine
göre verilmiştir.” diye cevap verdi.
4- YALNIZCA DOĞRUYU VE HAKİKATİ KONUŞACAKSIN
İki melek Kasi şehrine giden insan kalabalığına bakarak aralarında konuşuyorlardı.
Genç olanı yaşlı olan meleğe “Ne kadar güzel!” dedi, “Bu yıl yine çok sayıda salik hacı
olacaklar” Yaşlı melek şöyle yanıtladı, “Sen buraya her gelen kişinin hacı olacağını ve
Tanrı’nın rahmetine kavuşacağını mı zannediyorsun? Hacca gelen herkes buna layık
olamaz. İstersen gel beraber bir yaşlı çift kılığında Kasi’ye gidelim ve sana bunu bir
uygulama ile göstereyim.”
Bir süre sonra iki melek tapınağın önünde seksen yaşında bir kadın ve doksan
yaşında bir adam olarak belirdiler. Yaşlı adam karısının dizine başını koydu ve acılar
içinde imiş gibi kıvranmaya başladı. Yaşlı kadın her gelen hacıya yalvarıyordu, “Aman
efendim. Lütfen buraya bakın! Bu adam benim kocam. O çok susamış bir vaziyette ve
her an susuzluktan ölebilir. Lütfen ona nehirden biraz su getirir misiniz? Ben onu
bırakıp gidemiyorum.”
O sırada oradan geçmekte olan hacı adayları ise Ganj nehrinde yıkanmış bir
vaziyette ırmağa inen merdivenlerden yukarı çıkıp geliyorlardı. Elbiseleri ıslaktı ve
hepsi ellerindeki küçük pirinç kaplarda su taşıyorlardı. Bazısı kadını görüp, ”Bekle, biz
bu kutsal suyu tapınakta sunakta sunduktan sonra geri döner sana ve kocana su
getiririz” dediler. Bazısı, ”Allah bu dilencileri kahretsin. Bunlar yüzünden rahatça ve
huzur içinde ibadet edemiyoruz” diyorlardı. Bazıları da, ”Bu dilenciler buralara kadar
girememeli, niye buna müsaade ediyorlar?” diyorlardı.
Tapınağın girişinde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Profesyonel bir cep hırsızı da
hacılarla birlikte yürüyor ve fırsat kolluyordu. Hırsız, yaşlı kadının yalvarıp yakarmasını
duyunca kalbi eridi. Daha fazla ilerleyemiyordu. Kadının yanına giderek, “Anneciğim,
ne istiyorsun, sen kimsin, siz neden buradasınız?” diye sordu. Yaşlı kadın, ”Sevgili
oğlum, biz buraya tapınağa dua etmek için geldik. Kocam aniden hastalandı ve
yorgunluktan bayıldı. Eğer birisi onun bu güneşten ve susuzluktan kavrulmuş
dudaklarından içeriye dökmek için biraz su getirebilirse belki kurtulabilir. Ben de onu
bu kritik durumda bırakıp gidip su getiremiyorum. Çok kişiye bana yardım etmeleri için
rica ettim, ama ellerinde su taşımalarına rağmen hiç kimse bize yardım etmedi.”
Hırsız hissettiği merhamet ve acıma duygusu ile eline kurutulmuş bir su kabağı
aldı ve nehirden biraz su getirdi. Tam yaşlı adama içirecekti ki kadın onu durdurarak
sordu, ”Oğlum, benim kocam her an ölebilir, bu yüzden ona su veren kişi eğer gerçeği
söylemiyorsa o suyu kabul etmeyecektir.“
Hırsız ne yapacağını şaşırdı ve şöyle dedi, ”Anne! Benim bugüne kadar hiç iyi bir
davranışım olmadı. Ben profesyonel bir cep hırsızıyım. Tek iyi davranışım şimdi
yaptığım şey yani bu yaşlı adama su getirmektir. Gerçek budur.”
Sonra getirdiği suyu nazikçe yaşlı adamın boğazından aşağıya döktü. O anda
yaşlı çift ortadan kayboldu ve iki melek tüm ihtişamları ile hırsızın önünde belirdiler.
Yaşlı melek şöyle dedi, ”Sevgili Oğlum! Sen kesinlikle kutsandın. Doğruyu
konuşmaktan daha büyük bir erdem ve insanlara hizmet etmekten daha üstün bir
ibadet yoktur. Sen şu ana kadar işlemiş olduğun günahların hepsinin karşılığını şu bir
tek iyi davranışın ile ödedin.”
5- DÜRÜSTLÜK EN İYİ DAVRANIŞ BİÇİMİDİR
Dünya çapında tanınmış ve Nobel Ödülü sahibi bilim adamı Sir C.V.Raman basit,
saf karakterli, alçakgönüllü ve gösterişsiz bir insandı. Güvenilir, dürüst, doğru
davranışlı ve sağlam karakterli bir yapısı vardı. Ayrıca çok nazik ve eli açık bir insandı.
Nobel ödülü olarak kazandığı paranın tümünü Bangalore’da bir Bilim Araştırma
Enstitüsü kurmak için harcadı. Enstitüde araştırma asistanı olarak çalışmak için
başvuran adayları sözlü görüşmeye alıyordu. Raman bir adaya seçilme şansının
olmadığını ve gitmesini söyledi.
Görüşmelere ara verip öğle yemeğine eve gitti ve Saat 15.00’te geri döndü. Aynı
genç adamı ofisin yakınında oyalanıp dolaşırken görünce kızdı, ”Ben sana
seçilmediğini ve gitmeni söylemiştim. Neden hala buradasın?”
Bu kızgın sözlere rağmen genç adam tüm alçakgönüllülüğü ile cevap verdi,
”Efendim, af edersiniz. Ben, beni tekrar seçmeniz için burada değilim. Bu görüşmeye
gelip gitmek için bana yanlışlıkla fazla olarak verilen yol parasının artanını iade etmek
için muhasebeciyi bekliyorum”.
C.V. Raman şaşırdı ve genç adamın dürüstlüğü karşısında çok mutlu oldu. ”İyi o
zaman, sevgili oğlum” dedi. “Hiç üzülmeyin! Ben de enstitüde araştırma asistanı olarak
çalışmak üzere sizi seçiyorum. Hakikate olan bağlılığınız ve dürüstlüğünüz, hem
araştırma yaparken ve hem de günlük yaşamınızda sizin en değerli servetiniz ve en
değerli niteliğiniz olacaktır.”
6- ÖFKELENMEMEYE GAYRET EDİN
Başbakan Rajendra Prasad’ın Rathna adında kendisine çok bağlı bir hizmetkârı
vardı. Uzun yıllar boyunca efendisine hizmet etmişti. Bir gün Rathna’ya odayı
temizlemesi rica edilmişti. Bir Devlet Başkanı tarafından Rajendra Prasad’a hediye
edilen bir dolma kalem odada kitaplardan birisinin arasında duruyordu. Rathna
masanın üzerini toz bezi ile silerken kalem kitabın içinden kayarak yere düştü ve
kalemin ucu kırıldı. Rathna çok korktu ve endişelendi ama buna rağmen efendisine
hakikati söyledi ve işlediği hatadan ötürü özür diledi.
Olan biteni öğrenen Rajendra çok öfkelendi ve bağırmaya başladı. Rathna’ya
dışarı çıkmasını ve bir daha yüzünü görmek istemediğini söyledi. O dolma kalemin
kendisine verilen çok değerli bir hediye olduğunu ekledi.
Uşak kendisine yalvararak onsuz hayatta kalamayacağını söyledi ve af edilmek
için yere kapandı. Fakat Rajendra Prasad onu dinlemek bile istemiyordu ve uşağın bir
an önce gözünün önünden kaybolmasını emretti.
Fakat gece boyunca Rajendra Prasad’ın gözüne uyku girmedi. Sevgili uşağını
kovmuş olmasının hatırasını aklından çıkaramıyordu. Ertesi sabah uyandığında
Rathna’ya karşı davranışını tekrar detaylı bir şekilde gözden geçirdi. Kendisine bu
kadar bağlı bir hizmetkârını hiç de büyük bir hatası olmadan gönderdiği için çok
üzüldü. Dolmakalemi daha emniyetli bir yerde tutacağı yerde kitabın arasına koymuş
olmasının aslında kendi hatası olduğunu düşündü.
Rathna’ya haber gönderdi ve geri gelmesini rica etti. Karşısına alarak ona şöyle
dedi, “Rathna sen çok iyi bir insansın. O kalemi kitabın arasına koymak aslında benim
hatamdı. Sana karşı düşüncesizce hareket ettiğim için lütfen beni affet!” Rathna’nın
ömrü boyunca kendisine hizmet etmeye devam etmesini istedi.
Öfke içimizde hissettiğimiz kızgınlık sonucu meydana çıkar ve bu öfke krizine
yenilen kişi bunun acısını ve ıstırabını çekmek zorunda kalacaktır. Hepimiz öfkemizi
kontrol etmek zorundayız. Öfkeli iken herhangi bir şey yapmamalı veya
söylememeliyiz.
7- EZBERLEYEREK ÖĞRENMEK TEHLİKELİDİR
Eğitimsiz ve saf bir genç, askere alma merkezine başvurarak orduya katılmak
istedi. Ama önce bir kaç aylık eğitime tabi tutulması gerekiyordu. Maalesef kötü
şansına kendisi eğitime başladıktan bir hafta sonra, yüksek rütbeli bir subayın teftişe
gelerek askerlere sorular soracağı ve eğitimlerini kontrol edeceği haberi geldi.
Eğitimden sorumlu subay daha yeni gelen bu çocuk için endişeleniyordu. Tecrübeli
bir subay olarak generalin soracağı soruları ve sırasını bildiğinden bu yeni geleni
karşısına aldı ve “Sana ilk olarak kaç yaşında olduğunu soracak. Sen 22 dersin. İkinci
soru ile kaç yıldan beri bu eğitim merkezinde olduğunu soracak sen iki dersin. Üçüncü
soru da ‘Bu eğitim merkezinde mutlu musun, yoksa evini özlüyor musun?’ olur. Sen,
‘İster burada, ister memleketimde olayım, her ikisinde de kendi evimde gibiyim’
dersin!” diyerek sorulacak sorulara dair ipuçları verdi.
Bizim acemi asker adayı bu cevapları ezberledi ve teftiş günü geldiğinde kendisini
görüşme odasına çağırdılar. Müfettiş sordu, “Kaç yıldır buradasın?” Çocuk, ”22” dedi.
Subay çok şaşırmıştı. ”Sen kaç yaşındasın ki?”diye sorunca çocuk, ”İki“ diye cevap
verdi. Subay çok sinirlenmişti, ”Ne bu saçmalık böyle! Sen mi kafadan çatlaksın yoksa
ben mi?” Çocuk heyecanla, ”Her ikisi de” dedi. Korkudan ancak bu sözü
hatırlayabilmişti.
Ezberleyerek öğrenmek çok tehlikelidir. Öğrenciler anlayarak öğrenmeli ve
hatırlayabilmek için öğrendiklerini kalplerine yerleştirmeli ve sıkıca kavramalıdırlar.
8- BEŞ KARISI VARMIŞ
Çok çok uzun zaman önce bir kral ve beş güzel karısı vardı. Hepsini de çok
severdi. Onların da hepsi onu çok severlerdi. Fakat zaman içinde karılarının istekleri
kendisinin karşılayamayacağı hale geldi. Kadınlar her zaman mutsuz ve canları sıkkın
gözüküyorlardı. Onları artık kontrolü altında tutamaz hale gelmişti.
Bu derdini bakanına anlattı ve onun fikrini sordu. Bakan da üzgün bir sesle,
”Efendim, benim durumum sizden daha iyi değil. Ben de her zaman karımın kontrolü
altındayım!” dedi.
Kral ve bakan durumu uzun süre karşılıklı konuştular ama sorunu çözebilecek bir
ipucu bulamadılar. En sonunda bakan, ”Efendim, biz bir konferans düzenleyip ülkedeki
bütün kocaları bir araya toplayalım; hiç olmazsa karısını kontrol edebilen bazı kocalar
gelir de onlara sorarız.”
Bakan hemen konferans hazırlıklarına başladı ve başkentteki toplantı için bütün
kocalara davetiye gönderdi. Konferans salonu ikiye ayrıldı. Karısı tarafından kontrol
edilenler bir tarafa, karısını kontrol edenler ise diğer tarafa.
Toplantı günü öğlen saat 12.00’ de konferans salonunun yarısı dolmuştu bile.
Ancak karısını kontrol edenler bölümünde bir tek koca bile yoktu. Bu durum karşısında
kral çok sevindi. Ve “En azından kocaların %99’u karıları tarafından kontrol ediliyorlar.“
diye düşündü. Bu sırada bir beyefendi salona girdi ve diğer bölüme oturdu. Hemen kral
ve bakan adama doğru yaklaştılar
Bakan, “Tebrikler beyefendi, biz karısını kontrol edebilen en azından bir kişi
bulmaktan dolayı çok mutluyuz. Söyler misiniz bu zafere nasıl ulaştınız?” Adam
sakince cevap verdi, ”Majesteleri, yanılıyorsunuz! Ben de karımın tam kontrolü
altındayım.” “O zaman, gidip öbür bölüme oturmalısınız! Burada oturamazsınız!” diye
bakan emir vererek konuştu. Bunun üzerine adam yalvarmaya başladı, ”Majesteleri!
Size itaat etmememden dolayı bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz. Ama ben karımın
emirlerine karşı çıkamam. O, bana gelirken “Git ve orada diğerleri ile birlikte değil,
yalnız otur” dedi. Onu kızdıracak veya canını sıkacak bir şey yapmaya cesaret
edemem.”
Kral ve bakan ikisi de beraber derin bir ”Oh” çektiler.
Bu hikâyenin anlamı nedir? Kral bu hikâyede zihni temsil eder, beş karısı da beş
duyumuzu. Zihin duyular tarafından kontrol edilmektedir. Zihin duyuların isteklerini
karşılayamaz.
Göz talebini ortaya koyar, ”Ben güzel şeyler görmek istiyorum.” Kulak talep eder,
”Ben güzel müzik dinlemek istiyorum.” Burun der ki, ”Ben parfüm istiyorum.” Dil ısrar
eder, ”Ben güzel yemekler tatmak istiyorum.”
Bu durumda zihin, bu kadar çeşitli istikamete çekilirken ne yapabilir?
Bu durum duyuların esiri olan bir adamın zavallı durumudur. Bu nedenle, bir
insanın zihnini kontrol edebilmesi için gerekli sanat ve bilimi öğrenmesi, onun birinci ve
en önemli görevidir.
9- HER ZAMAN DİKKATLİ OLUN
Hazarat Muhammed çok dindar ve çok erdemli bir insan idi. Her zaman mütevazı
bir hayat sürdü ve duyularının efendisi oldu. Yaşlandığı zaman önsezisi ile ölümün
yakın olduğunu anladı ve kendisini bu sonuca hazırlamaya başladı. Bir gün boğazında
çok şiddetli bir acı duydu. Nefes almakta çok zorlanıyordu.
Salikleri onun çevresinde toplanarak bilgenin son sözlerini duymak istiyorlardı. Bir
şey söylemek istiyor, fakat boğazında biriken tükürük onu konuşmaktan alıkoyuyordu.
Salikler çaresizce ona yardım etmeye çalışıyorlardı. “Efendimiz, bir şey söylemek
istiyorsun. Lütfen söyle bize!“
Fakat Hazarat Muhammed konuşamadı ve derin tefekküre girdi. Artık saliklerinin
sözlerini duymuyordu. Öğrencilerin yoğun ve samimi duaları ile boğazındaki bu acı
dinmişti. Bilge gözlerini açtı ve öğrencilerine baktı. Hepsi son derecede mutlu olmuştu.
Ona tekrar sordular, ”Sevgili Üstadımız arzun nedir bize onu söyle. Biz kesinlikle onu
yerine getireceğiz.”
Hazarat Muhammed şöyle dedi, ”Sevgili çocuklarım, çok tuhaf bir rüya gördüm.
Ben, MAYA yani yanılgı tarafından takip ediliyordum. Ben Maya’ya sordum. ‘Niye beni
takip ediyorsun?’ Maya şöyle cevap verdi. ’Sevgili Muhammed, bu dünyada hiç kimse
yoktur ki benim kölem olmasın, bir tek sen hariç. Sen beni yendin!’
Ben de şöyle dedim. ‘Lütfen acele davranıp yanlış sonuçlara varma ve sanki ben
Maya’nın iplerinden kurtulmuşum gibi kendimi güven içinde hissetmemi sağlama. Ben
son nefesimi verene kadar, ne olmuş olduğuma emin olamam. Son anda bile sana
yani Maya’ya kapılıp yenilebilirim.’ Sonra tam bir teslimiyet hali içinde kurtuluşu
Tanrı’da bulabilmek için O’na sessizce dua ettim. Çocuklar! Hatırlayın ki biz her an çok
dikkatli olmak zorundayız. Maya’nın bizi ne zaman ve nasıl ele geçireceğini bilmiyoruz.
Bu yüzden her anınızı dua ederek geçirin. İşte o zaman duyularınızı kontrol
edebilirsiniz. Size mesajım budur.”
10-
ISAAC NEWTON’UN ALÇAKGÖNÜLLÜĞÜ
Hepiniz 18.yüzyılın ünlü İngiliz bilim adamı Sir Isaac Newton’un adını
duymuşsunuzdur. O her zaman laboratuarında deneyler üzerinde çalışır ve
bulduklarını kâğıda dökerdi. Ayrıca hayvanları da çok severdi. Bir köpek ve bir kedi
besliyordu. Ancak Newton laboratuarın kapısını içerden sürgüleyerek daima kapalı
tutardı. Kedinin ve köpeğin çalışırken kendisini rahatsız etmelerini istemiyordu. Kedi
çok ince ve zayıf bir kediydi. Devamlı olarak sahibi ile beraber olmak istiyordu. Kapı
kapalı olduğu zamanlarda kedi kapının önüne giderek miyavlamaya ve kapıyı
tırmalamaya başlıyordu. İçeri girmek istediğini gösteriyordu.
Newton da onun bu yalvarırcasına miyavlamasına ve kapıyı tırmalamasına
dayanamıyordu. Ancak kapıyı da açık tutamıyordu, çünkü bu sefer başka insanlar
içeriye girip onu rahatsız ediyorlardı. Bir marangoz çağırttı ve kapının altında kedinin
girip çıkabilmesi için küçük bir kapı yapmasını söyledi. Marangoz görevi yerine getirdi.
Newton duruma bulduğu çözüme çok sevinmişti.
Ancak bir süre sonra kedi hamile kaldı ve birkaç tane yavru doğurdu. Bunun
üzerine Newton marangozu tekrar çağırttı ve şöyle dedi, “Kapının altında bu sefer
yavruların girip çıkabilmesi için daha küçük bir giriş çıkış yeri daha yapmanı istiyorum.”
Marangoz Newton’un saflığını anlayamamıştı. Şöyle cevap verdi, “Sir, özür dilerim
ama başka bir delik daha oymamıza gerek yok. Hem anne kedi ve hem de yavrular
aynı delikten girip çıkabilirler.” Newton ,”Tabi ya!” dedi. “Sen ne kadar akıllısın! Ben
bunu hiç düşünememiştim. Kesinlikle ben bugün senden bir şey öğrenmiş
bulunuyorum.”
Dünyaca ünlü bilgin Newton’un alçakgönüllülüğü işte bu kadar büyük idi. Bir
insanın erişmiş olduğu derin bilgilerin ve entelektüel seviyelerin başkaları tarafından
tanınması ve o kişinin ün kazanması yeterli değildir. İnsan, başkalarının da sahip
oldukları bilgi seviyesini ve yeteneği takdir edebilecek kadar tevazu sahibi olmalıdır.
11-
EİNSTEİN’İN ALÇAKGÖNÜLLÜĞÜ
Dünyaca ünlü bilim adamı Einstein basit konuşma tarzı ve hem kıyafetlerinde ve
hem de davranışlarındaki sadelik ve tevazu ile bilinirdi. Çalışmalarını yalnızca biraz
kâğıt, bir kurşunkalem ve bir çöp sepeti ile sürdürürdü. Yaşamında onun insan
sevgisini ve alçakgönüllülüğünü gösteren birçok olay vardır.
Einstein’in oturduğu semtte matematikte pek başarılı olamayan bir kız vardı. Kızın
ailesi oldukça fakirdi ve bu yüzden özel ders aldırmaya güçleri yetmiyordu. Kız da bu
yüzden çok mutsuzdu.
Bir gün komşusu bir hanım küçük kıza şöyle dedi, “Sevgili kardeşim, meşhur
matematikçi Einstein bizim mahallede oturuyor. Neden ona gidip matematik
derslerinde sana yardım edemeyeceğini sormuyorsun?”
Bunu üzerine kız Einstein’in evine gitti. Çok iyi ve sevecen bir şekilde karşılandı.
Einstein kıza ne istediğini sorunca kız da kendisine matematik dersi verip
veremeyeceğini sordu. Einstein hemen, “Tabii ki!” dedi. “Yarından itibaren buraya gel.
Ben sana matematik öğreteceğim.” Kız bir ay boyunca Einstein’e her gün derse gidip
geldikten sonra kızın annesi Einstein’in kapısını çaldı ve şöyle dedi, “Sir, kızımıza ders
verdiğiniz için biz size şükranlarımızı sunuyoruz. Fakat korkarım siz kızıma ders
verirken çok zaman harcıyorsunuz. Belki de biz size rahatsızlık veriyoruz!”
Einstein hemen cevapladı, “Sevgili Bayan, sizin kızınıza matematik öğretmek
benim için bir zevk. Aslında bu ders sayesinde benim sizin kızınızdan gündelik hayata
dair birçok şey öğrenme imkânım oldu. Ben şimdi günlük yaşam konusunda ne kadar
kara cahil olduğumu fark etmiş bulunuyorum. Asıl ben kızınıza teşekkür borçluyum!”
Kızın annesi Einstein’in insanlığına ve alçak gönüllülüğüne hayran kalmıştı.
12-
SAKİNLİK VE SOĞUKKANLILIK
Tukaram büyük bir bilge idi ve köyde ailesi ile birlikte yaşıyordu. Tukaram’ın bir
hektar toprağı vardı ve orada şeker kamışı ekiliydi. Kamışlar büyüdüler ve boyları
uzadı. Tukaram onları kesmek ve eve getirmek için tarlaya gitmeye başladı.
Bir akşam işi bittikten sonra bir at arabası dolusu şeker kamışı ile eve dönüyordu.
Köyün bütün çocukları arabanın çevresine toplandı ve “Büyükbaba, bize de şeker
kamışı verir misin?” diye sordular. Tukaram çok merhametli bir insandı ve özellikle
çocukları çok seviyordu. Her birine bir şeker kamışı verdi. Eve ulaştığı zaman arabada
tek bir kamış kalmıştı.
Evde ise karısı kapıda şeker kamışını bekliyordu. Ama o da ne! Eyvahlar olsun!
Arabada tek bir kamışı görüyordu.
Kocasına çok kızdı ve bağırmaya başladı, ”Sen ne kadar duygusuz bir insansın!
Evde bir karın ve çocukların olduğu hiç mi aklına gelmedi? Tüm ürünü bedavaya
dağıttın. Sen benim ve çocukların ölmemizi mi istiyorsun?” dedi ve geride kalan bir tek
şeker kamışını alarak kocasının kafasına vurdu.
Şeker kamışı üçe bölünmüştü. Tukaram çok sevinmişti, neşe ile seslendi,
“Sevgilim, sen ne kadar akıllısın! Problemi çözdün! Ben bu kalan bir tane şeker
kamışını sizin üçünüzün arasında nasıl bölüştüreceğimi bilmiyordum. Şimdi artık üç
parça olduğuna göre her biriniz bir tanesini alabilirsiniz!”
İşte bu gerçek bir insanın davranış şeklidir. Herkese karşı, hatta kendisine zarar
verene, kötü davranana bile sevgi doludur. Şöyle güzel bir söz vardır, “Sevgi, kendi
çıkarını düşünmez. Sevgi verir ve affeder.“
13-
TOLERANS NEDİR?
Zebunissa, Kral Auarangazeb’in kızı idi. Prenseslerin içinde en beceriklisi idi.
Yalnız güzel değil, aynı zamanda bilgin, şair ve kültürlü bir prensesti. Herkese karşı
çok nazik, şefkatli ve merhametli idi. Babası Kral Auarangazeb sevgili kızına bir gün
çok güzel bir aynayı hediye olarak vermişti.
Bir akşamüstü güzel prenses hafiften esen, sakin ve serin havanın keyfini
sürerken hizmetçisini çağırdı ve odasından aynasını getirmesini söyledi. Hizmetçi
hemen koşarak gitti. Ancak aynayı alıp geri dönerken, prensesin o çok sevdiği ayna
şansız bir şekilde ellerinden kayıp yere düştü ve paramparça oldu.
Hizmetçinin kalbi de ayna ile beraber kırılmıştı. “Ben şimdi ne yapacağım!
Affedilmez bir hata yaptım. Eh ne yapalım sonuçlarına katlanacağım.” diye düşünerek
kırık ayna parçaları elinde prensese gitti ve ona yalvardı, ”Sevgili prensesim, sizin o
çok sevdiğiniz aynayı maalesef düşürerek kırdım. Bana vereceğiniz her türlü cezaya
razıyım ve hazırım.“ dedi.
Zebunissa onun sırtını okşadı ve “Üzülme, ben zaten o gösterişli aletin kırılmasına
sevindim. Niye üzülelim ki? Yaşamamızı sürdürmeye yarayan bu bedenimiz bile bir
gün mahvolmaya ve bozulmaya mahkûmdur.”
14-
GERÇEK FİLOZOF KİMDİR?
Sokrates büyük bir Yunanlı filozof idi. O her zaman hakikat peşinde koşardı. Bütün
yaşamını gerçeği aramakla geçirdi. Onun tek düşüncesi, insanın ilk görevinin,
kendisinin kim olduğunu bilmesidir. “Kendini bil.” onun mesajı idi. O yaşamında sık
sık,“Ben kimim?” sorusuna konsantre olur, uzun süre bu düşünceye dalar giderdi.
Bir gün Sokrates yine her zamanki gibi “Ben kimim?” sorusuna dalmış bir şekilde
sokakta yürürken, karşı taraftan da emekli bir subay geliyordu. O da kendisi ile ilgili
ciddi bir probleme dalmış gitmişti. Kendi kendine, “Artık emekli olduğuma göre nasıl
kendime uygun bir iş bulacağım?” diye düşünüyordu.
Hem subay, hem de Sokrates dalgın dalgın yürürlerken çarpıştılar. Emekli subay
çok kızdı ve bağırmaya başladı, ”Bu nasıl sokakta yürümek böyle? Hiç dikkat etmez
misin? Senin hiç gözün yok mu? Sen kimsin bakalım?” Sokrates hemen subayı
selamladı ve “Sir, eğer bana benim kim olduğumu söyleyebilirseniz, size minnettar
olurum. Bu soru benim yıllardır cevabını aradığım sorudur.”
Subay, Sokrates’ın sözlerini anlamamıştı. Onu deli zannetti ve bastonunu
sallayarak yoluna gitti.
Sokrates o gün öğle yemeği için eve oldukça geç döndü. Karısı evde ona yemek
vermek için bekliyordu. Sokrates içeri girdi ve bir iskemleye oturdu, ama yine o
düşünceye daldı. Karısı onu yemeğe çağırdı, sonra bir kez daha çağırdı. Üçüncü de
bile hala cevap alamadı. Böylelikle kadın kızgınlıktan kendini kaybetti ve bir tencere
dolusu soğuk su alarak Sokrates’ın kafasından aşağıya boca etti.
Soktates’ın yüzü bir gülümseme ile aydınlanmıştı, ”Aha, her gün şimşek çakıyor ve
gök gürlüyordu. Bugün yağmur yağacağı belli idi.” dedi. O karısının öfkesine, kötü
sözlerine ve paylamalarına azıcık bile olsun kızmamıştı.
15-
GERÇEK ALİM KİMDİR?
Kral Janaka’nın sarayı tartışma yapan bilginler, söylev veren filozoflar ve bilgeler
için bir sığınak gibiydi. Bir seferinde âlimlerin bir hafta süre ile tartışacakları bir toplantı
düzenlenmişti. Bilge kişilere toplantıya katılmaları için davetiyeler gönderilmişti. Günlük
toplantılarda seçkin bir topluluk hazır bulunacak, kral da bu topluluğa başkanlık
edecekti.
Ashtavakra, çirkin, kıyafeti çok kötü fakat çok akıllı bir genç idi ve bu toplantılara
katılmayı çok arzuluyordu. Fakat hiç kimse onu tanımıyordu ve üstün niteliklerini
bilmiyordu. Onun kendisine ve Tanrı’ya büyük inancı vardı. Büyük bir istekle sarayın
kapılarına ulaştı. Fakat bu çirkin genci saraydan içeri kim alacaktı ki? Herkes ona
alaylı alaylı gülüyordu. Üç gün boyunca kapılarda bekledi. Kararından hiç vazgeçmedi
ve gelip geçen bilginlere sabırla yalvardı.
Yaşlı bir bilgin ona sempati duyarak durumundan Kral Janaka’yı haberdar etti. Kral
yardımcılarına onu huzura buyur etmelerini söyledi. Kral Janaka yerine yeni oturmuştu,
oturum başlamak üzereydi. Büyük toplantı salonunda sessiz, sakin, huzurlu ve
ağırbaşlı bir atmosfer vardı. O sırada Ashtavakra içeri girdi. Bilginler bu saygın ve
soylu topluluğun salonuna çoban değnekli şekilsiz bir adamın ayak attığını görünce,
yüksek sesle gülmeye başladılar. Yalnızca Kral Janaka gülmedi ama merakla genci ve
hareketlerini takip ediyordu.
Ashtavakra salonun içinde yürüyerek sağa sola bakındı ve bu sefer o bilginlere
bakıp yüksek sesle gülmeye başladı. Bu uygunsuz durum onlar için bir problem
yaratmaya başlamıştı.
“Neden bu çirkin köylü parçası bize güldü ki? Bizim gülmemiz için kesinlikle bir
sebep vardı! Fakat kim böyle bir görünüşe gülmez ki?“ diye söylendiler. Bilginlerden
biri Ashtavakra’ya sordu, “Ey yabancı! Sen kimsin? Seni tanımıyoruz. Fakat içeri
girdiğin zaman görüntün bizi güldürdü. Bizim gülmemize cevaben sen de bize yüksek
sesle güldün. Bunun sebebi nedir? Bizi komik bulmanı sağlayan nedir?”
Ashtavakra sakince cevapladı, “Sir, ben bu topluluğa girdim. Çünkü buradaki
insanların bilge Kral Janaka tarafından çağrılmış bilginlerden oluşan kutsal bir topluluk
olduklarını sanıyordum. Buradaki toplantıda böyle insanlar olduğunu bilseydim buraya
gelmezdim. 3 gün boyunca dışarıda sabırla bekledim. Ve sonra büyük alimlerle birlikte
olacağım düşüncesi ile içeri girdim. Fakat eyvahlar olsun! Salonda tek bir bilge bile
bulamadım. Sadece derilerle çalışan ayakkabı tamircileri gördüm.”
Bu söz üzerine toplantıdaki bütün bilginler öfkelendiler ve kendilerini hakarete
uğramış saydılar. Fakat Ashtavakra aynı tarzda konuşmaya devam etti,
”Bir parça deriden yapılmış eşyanın değerini sadece eskiciler biçebilir. Bu, sizleri
tarif etmek için en uygun sözdür. Hepiniz benim dış görünüşüme güldünüz. Benim bilgi
ve eğitimde yetersiz ve değersiz biri olduğumu öngördünüz. O zaman kendinizi nasıl
olur da bilge olarak adlandırırsınız? Bir bilge, aklı başında ve ileriyi görme gücü olan
bir kişidir. O, herkesin içinde var olan İlahi Varlığa bakar, fakat siz sadece bedenin
dışını örten kumaş parçasına önem veriyorsunuz. Bu topluluktan bir kişi bile benim
bilgimi ölçmek için bir gayret sarf etmedi!”
Bütün bilginler, bu cevap üzerine utanç içinde başlarını öne eğdiler. Kral Janaka
tahtından aşağı indi ve Ashtavakra’nın yanına gelerek topluluk içinde bir yer almasını
rica etti.
Tabii söylemek gerek yok, Ashtavakra toplantının geri kalan diğer 4 günü
konuşmalara katılarak başkanlık etti.
İnsanların sadece dış görünüşlerine bakarak onları yargılamak ve onlar hakkında
karar vermek yanlıştır!
16-
BEĞENİ VE HOŞNUTSUZLUK
Bir seferinde bilge Vivekananda bir köyde manevi sohbet yaptıktan sonra
Dhakshineswar’a geri dönüyordu. Bir çiçek ve meyva satıcısı da onunla birlikte
yürüyordu. Köyde tüm balıklarını sattıktan sonra ellerinde boş sepetleri ile geri dönen
iki kız daha vardı. Birden bir yağmur boşandı. Çiçek satıcısı Vivekananda’yı ve iki kızı
yakınlardaki evine davet etti. Yağmur dindikten sonra yollarına devam edebileceklerini
söyledi.
Evde onlara soğuk içecekler ikram etti. Aradan zaman geçip yağmur dinmeyince
geceyi orada geçirmeye karar verdiler. Bayanlar içerideki odada uyuyacak, beyler de
verandada uyuyacaklardı. Vivekananda da çiçek satıcısı da verandada duran boş
balık sepetlerinden gelen koku yüzünden uykuya dalamıyorlardı.
İçerideki odada birbirleri ile konuşan kızları duyuyorlardı. “Ben bu çiçeklerin
kokusu yüzünden uyuyamıyorum. Ne yapalım acaba?” diye bir kız şikâyet ediyordu.
Diğeri ayağa kalktı ve “Evet haklısın arkadaşım. Ben de uyuyamıyorum. Haydi, gidip
sepetlerimizi alıp kendimize yastık yapalım. Belki o zaman uyuyabiliriz.” Kızlar
verandaya geldiler, balık sepetlerini aldılar ve hemen derin bir uykuya daldılar.
Vivekananda derin bir düşünceye daldı. “İnsanlar nasıl böyle farklı olabiliyorlar?
İnsan öyle bir varlık ki beğenileri alışkanlıkları tarafından şekillendiriliyor. Ben bu bayat
balık kokusuna dayanamadığım için uyuyamadım. Kızlar da uyuyamadı, çünkü onlar
yalnızca balık kokusuna alışmışlardı ve çiçek kokusuna dayanamıyorlardı.”
17-
SIMPLE LIVING – HIGH THINKING
İngiliz idaresinden kurtulmak için Hindistan’ın verdiği mücadeleyi bilen herkes
Sardar Vallabhai Patel’i tanır. Nehru, Başbakan olduğu zaman Patel de Başbakan
Yardımcısıydı.
Patel gerçek bir inanandı. “Basit yaşa ve yüce düşün!”(Simple living and high
thinking) atasözüne inanırdı. Kızı Maniben de babasının izinden gidiyordu.
Bir gün Patel’in yakın arkadaşı Mahavir Thyagi onları ziyarete gelmişti. Mahavir,
Maniben’i evin gündelik işlerini yaparken izliyordu. Kız eski ve yırtık pırtık bir sari
giyiyordu. Mahavir, bir Başbakan Yardımcısının kızının böyle eski püskü şeyler
giymesine ve evin en pis ve zor işlerini yapmasına dayanamadı ve ”Kızım, bu şekilde
cimri ve pinti olmamalısın. Bu kıyafetlerin ile babanın itibarına leke getirdiğini
düşünmüyor musun?”
Maniben bu soruya çok kızmıştı, ama öfkesini koruyarak sakince, ”Sayın Thyagi,
ben ne diye babamın ismini lekeleyeyim ki? Ben bu yamalı sariyi giymekten ne
utanıyorum, ne de üzülüyorum. Çünkü o sarinin kumaşı benim tarafımdan iplikle
eğrilmiştir. Ben hizmetçi çalıştırmaktan hiç hoşlanmıyorum. Kadının kendi evinin işini
yapmasının hiçbir yanlış tarafı yoktur. Bu onun görevidir. Ben çalışmanın kutsallığına
inanırım. Yalnızca yanlış yollardan para kazanan insanlar lüks bir yaşam sürerler. Ben
insanın kendine güvenmesine inanırım.” diyerek cevap verdi ve onun cevabını
beklemeden içeriye girdi.
Orada bulunan ve konuşmaya kulak misafiri olan Dr. Suseela Nayar da şöyle dedi.
”Saygıdeğer Thyagi! Hiç de Maniben’i anlamış gibi görünmüyorsun! O yaptığı işi ibadet
olarak gören bir kızdır. Sabah erkenden akşam geç saatlere kadar her zaman çalışır.
Koltukları temizler, çamaşırları yıkar, yemek pişirir ve ne zaman fırsat bulsa hemen
iplik eğirir. Sadece iplik eğirmez, herkes için giysi diker. Hiçbir şeyi israf etmez. Bir
sarisi parçalansa babasının iki dhotisini birbirine ekler ve giyer. O, Mahatma’nın
hepimize öğretmiş olduğu ‘basit ve düz yaşamak ve yüce düşünmek’ atasözünün
yaşayan bir örneğidir.”
Gandhi’ye sözde hayran olup onu öven birçok insan vardır, ama sadece bir avuç
insan onun yaptıklarını kendisine örnek alarak onu gerçekten takip ediyor.
Dhoti= geleneksel Hindu erkek giysisi
18-
BÖLÜNMÜŞ DİKKAT
Bir kasabada yaşayan bir avukat vardı. Zaman içinde büyük bir ün yapmıştı.
Suçsuz müvekkillerine adalet ve suçlu müvekkillerine de acıma sağlıyordu.
Her sabah erken saatlerde banyo yaptıktan sonra 1 saat boyunca dua odasına
çekilerek zikir yapıyordu. Beş heceli dua mantrasını söylüyordu.
Bir gün yine dua odasında beş heceli duayı söylerken dışarıdan bir müşterinin
kendisini aradığını işitti.
Bir adam kapıda gelinine “Hanımefendi acaba avukat bey evdeler mi? Bugün
görüşme için müsait olabilecekler mi?” diye sordu. Gelin şöyle cevap verdi, “Benim
kayınpederim şu anda ayakkabı tamircisinin yanında, lütfen biraz bekler misiniz?”
Bu sözleri işiten avukat hem çok şaşırdı ve hem de çok sinirlendi. Hızla mutfağa
gitti ve gelinine sordu, “Sen biraz önce ne söyledin? Sende hiç akıl yok mu? Benim
içeride dua terennüm ettiğimi biliyorsun. Durum böyle iken nasıl olur da gelen adama
benim ayakkabıcıda olduğumu söylesin?”
Gelin şöyle cevap verdi, “Şey özür dilerim sevgili kayınpederim. Şüphesiz siz dua
odasında idiniz, ama ya zihniniz nerede idi? Siz biraz önce ayakkabıcının
ayakkabılarınızın tamirini bitirip mahkemedeki dava saati gelmeden önce eve yetiştirip
yetiştiremeyeceğini düşünüp endişe etmiyor muydunuz? Bir yandan kutsal ismi
terennüm ederken diğer yandan da ayakkabıcının gelip gelmediğini daha biraz önce iki
üç defa sormadınız mı?”
Avukat tek bir söz bile söyleyemedi, çünkü gelininin söyledikleri tamamen doğru
idi. Gelinine büyük bir bilgelikle kendisindeki eksikliği gösterdiği için teşekkür etti.
Tanrı’nın o kutsal ismini mekanik olarak terennüm etmemeliyiz. Yaptığımız zikir
veya duanın içine tüm kalbimizi, aklımızı/zihnimizi ve ruhumuzu koymalıyız. Dilimiz ile
kutsal kelimeleri zikretmek ve diğer yandan da başka şeyler düşünmek kesinlikle
ibadet değildir. “Mantra/Dua” yalnızca dilden değil kalpten kaynaklanmalıdır. Edilen
dua sevgi ve Tanrı’ya şükretmek ile de desteklenmelidir.
19-
BİR MÜRİDİN ARZUSU
Hanuman, büyük bir zafer kazanılan savaştan ve elde ettiği büyük başarılardan
sonra Lanka’daki görevini bitirmiş ve Anne Sita’ya giderek onun iyi duasını ve
kutsamalarını almak istemişti.
Sita Anne, Hanuman’ı şu sözlerle kutsamak istedi, ”Hanuman! Sen çok cesur, zeki
ve yiğit birisin. Umarım hiç yaşlanmazsın!”
Ama Hanuman buna hiç sevinmemişti. Onun hayal kırıklığını gören Sita onu yine
kutsadı, ”Ölümsüz biri gibi yaşa!”
Ama bu da Hanuman’ı hiç memnun etmedi. Onun duygularını ve ne istediğini
tahmin eden Sita bu sefer, ”Herkes senin erdemli davranışlarını ve faziletlerini övsün
ve gördükleri kişilere anlatsın. Çok ünlü biri olursun inşallah!”
Hanuman bu sefer utanmış görünüyordu ve utancından başını yere eğdi.
Sita onu en sonunda şöyle kutsadı, “Tanrı seni her zaman sevsin, her zaman
O’nun sevgili müridi ol inşallah!”
Bu sözleri duyar duymaz Hanuman havalara uçtu ve sevinçten çıldırdı.
“Benim tek istediğim buydu.” diye cevap verdi. “Ben Tanrı’nın Sevgisine layık
olmalıyım. Üzerinde Tanrı’nın Sevgisi olmayan bir yaşam, ölü gibi yaşamaktan
farksızdır. Benim yegâne arzum, Tanrı’nın Sevgisini kazanmaktır.”
20-
HERŞEY TANRI’DIR
Her şey Tanrı’dır. Eğer kendimizin İlahi Öz olduğumuza dair sağlam bir inancımız
varsa, başkalarının da İlahi Varlık olduğunu kolayca kavrayabiliriz. Eğer başkaları ile
ayrı varlıklar olmadığımızı düşünürsek onlar için merhamet duyarız. Bu gerçeği
anlatan bir hikâye vardır.
Bir kadın köyde yaşayan bilge için her gün ekmek hazırlar ve ona götürürdü O gün
bilge için bazı unlu tatlılar hazırlamıştı. Her nasılsa eve bir köpek girdi ve onları yedi.
Kadın köpeği bir sopa ile dövdü ve evden dışarı attı. Bir kere daha tatlı çöreklerden
hazırladı ve bilgeye götürdü.
Bilge çörekleri almayı reddetti, çöreklerden yediğini ve açlığının giderildiğini
söyledi. Kadın bunun imkânsız olduğunu, çörekleri ilk defa getirdiğini söyledi. Bilge de
“Ben senin hazırladığın çörekleri yedim, sonra sen beni sopa ile dövdün ve evden
dışarı attın” diye cevap verdi.
Kadın bir süre bilgenin ne dediğini anlayamadı, sonra köpeği nasıl dövdüğünü
hatırladı. Ellerine kapanarak ondan özür diledi.
Bu şekilde bilge insanlara Yüce Varlığın tüm canlıların içinde var olduğunun
mesajını vermişti.
21-
PUTA TAPMAK
Sadece tek bir Tanrı vardır ve O da her yerde hazır ve nazırdır. Doğru! Fakat bazı
insanların inancına göre O’na konsantre olabilmek için bir nirengi noktası veya
başlangıç için bir form gereklidir. İlahi Olan’ın Her Zaman Her Yerde Var Olduğuna aklı
erebilmesi ve inanabilmesi için insanın zihninin temizlenmesi ve bazı psikolojik
aşamalar ve ibadetler ile saflaştırılması gerekmektedir. Bu sebepten Tanrı’nın
heykellerine ibadet edebilmek için bazı düzenli ritüeller tarif edilmiştir.
Bazı insanlar hemen şöyle sorabilirler, “Tanrı bir taş, bir resim veya bir parça kâğıt
olabilir mi? Bu bir şirktir!”
Buna cevaben şöyle denebilir “İlahi Olan taşın içinde ve resmin içinde yok değildir,
yani onların içinde de vardır! Biz Tanrı’yı küçültüp O’nu bir taşın veya bir şeklin içine
hapsetmiyoruz. Biz O’nun taşın içinde de olduğunu kavrıyor, anlıyor ve doğruluyoruz.
Biz o şekli Mutlak ve Sonsuz Olan’ın ölçülerine yükseltiyoruz. Resmi çerçevesinin çok
daha ötelerine genişletiyoruz.”
Böyle bir ibadet ile zihni sınırlamalarından kurtarması ve İlahi Olan’ı
kavrayabilmesi için bir resmin bile bir araç olabileceğini anlayabiliriz. Siz birisine bir
şey göstermek istediğiniz zaman parmağınız ile işaret edersiniz. Gösterilecek şeyi
görmek isteyen kişi önce sizin parmağınıza bakar ve nereyi gösterdiğinizi görür. Sonra
başını parmağın gösterdiği yöne çevirir ve bakar. Sonra da bir daha dönüp
parmağınıza bakmaz. İşte resim veya heykelin yaptığı iş de buna benzer. Önce yönü
gösterirler ve sonra işleri biter.
Vivekananda’nın yaşamından bu noktayı aydınlatan bir hikâye vardır.
Rajasthan’da Alwar’da bulunan kral, Vivekananda ile tartışıyor, Tanrı’nın bir
ressamın çizdiği bir resimle kavranamayacağını, resmin sadece bir bez parçası ve
renkli boyalardan oluştuğunu söylüyordu. Bunun üzerine Vivekananda, Kral’ın yanında
duran bakanlardan birini çağırdı ve kralın büyükbabasının duvarda asılı portresini
aşağıya indirmesini istedi. Sonra da resmin üzerine ayağı ile basmasını ve tükürmesini
söyledi.
Bakan tabi bunu yapmaya tereddüt etti ve geri çekildi. Bunun üzerine
Vivekananda, “Herhangi bir duyguya gerek yok. Sayın kral portrenin sadece bez ve
boya parçası olduğunu söylüyor. Resimle büyükbaba sanki aynı şeymiş gibi ilişki
kurmana gerek yok!” diye cevap verdi.
Salondaki herkes korku ile geri çekildi. Kralın büyükbabasının resmi herkes için
derin saygı duyulacak bir eşya idi.
Vivekanada şöyle özetledi, ”Sevgili Kral! Büyükbabanın resminin senin ve saray
eşrafı için saygı duyulacak bir eşya olduğunu kabul ediyor musun? İşte aynı şekilde
Tanrı’nın resmi de O’nun sevenleri açısından çok değerlidir.”
22-
TANRI’YI BİR TAŞ PARÇASI YA DA BİR RESİM ZANNETMEYİN
Calcutta(Kalküta) yakınlarında Dakshineswar’da bir Krishna Tapınağı vardır. Bu
tapınak bir zamanlar Ramakrishna Paramahamsa’nın içinde rahip olarak görev yaptığı
Durga’ya ait o ünlü tapınağın çok yakınlarındadır. Günün birinde Krishna Tapınağının
rahibi tapınağın içindeki Krishna heykelinin bir ayağının kırılmış olduğunu fark etti.
Hemen tapınağın üst düzey yöneticisi olan bayan Rani Rasmani’yi konudan haberdar
etti.
Rani Rasmani birçok bilgine bu olayı danıştı. Hepsi de kırılmış bir heykelin ibadet
edilmeye layık olmadığına hemfikir olarak karar verdiler. Yeni bir heykelin inşa
edilmesini ve kutsanarak eskisinin yerine konulmasını önerdiler.
Ancak Rani Rasmani bu konuda Ramakrishna Paramahamsa’nın da fikirlerini
almak istiyordu. Rani bilgelerin düşüncesini ve önerilerini ona anlattı. Ramakrishna
Paramahamsa çok dokunaklı bir cevap verdi, “Sevgili Anne! Lütfen şöyle düşün! Eğer
senin damadın mesela bir kaza geçirse ve ayağı kırılsa ne yaparsın? Onu hastaneye
götürüp kırık ayağını iyileştirir misin yoksa kızını evlendirmek için hemen yeni bir
damat aramaya mı başlarsın?”
Rani Rasmani bu soruya cevap veremedi. Ramakrishna’nın bağlılık hislerini gayet
iyi kavramıştı ve onunla aynı fikre gelmek üzereydi. Fakat kırılan ayak nasıl doğru bir
biçimde nasıl eski haline getirilecekti? Ramakrishna hemen şöyle ekledi, “Anne! Lütfen
hiç endişe etme! O kırılan ayağı ben kendim yerine yerleştireceğim. Ben
çocukluğumdan beri heykel yapma ve boyama konularında uzmanlaştım.”
Biz heykellere ibadetimizi sunduğumuz zaman onların kilden, taştan veya
metalden yapılmış şekiller olarak değil, İlahi Olan’ı içinde taşıyan kaplar olarak
düşünmeliyiz. Doğrudur, o şekil Tanrı değildir, fakat şurası kesindir ki Tanrı o şeklin
içindedir, tabi eğer bizim O’nun varlığına ve Heryerde ve Herşeyde Hazır ve Nazır
Olduğuna dair inancımız varsa!
Kısaca şöyle ifade edebiliriz, “Taş Tanrı’dır, ama Tanrı taş değildir!”
23-
SANDAL AĞACI
Bir Raja(kral) ormanda avlanıyordu. Bir geyik gördü ve onu takip etmeye başladı.
Fakat ormanın içinde o kadar uzağa gitmişti ki birden etrafında maiyetinin olmadığını
fark etti. Yolunu kaybetmişti. Çok susamış ve çok acıkmıştı. En sonunda ileride küçük
bir kulübe gördü.
Kulübede fakir bir oduncu ve karısı birlikte yaşıyorlardı. Oduncu ormandan kestiği
odunları uzaktaki bir köyde satıyordu. Yiyecek stokları neredeyse bomboştu, fakat evin
hanımı bir gözleme hazırlamayı başardı. Kral gözlemeyi büyük bir iştahla mideye
indirdi. Hayatında böyle lezzetli bir şey yememişti, çünkü bugüne kadar hiç bu kadar
aç kalmamıştı. Evin içindeki odada istirahata çekildi ve akşamüstü olmasına rağmen
hemen derin bir uykuya daldı. Çünkü hayatı boyunca hiç bu kadar yorulmamıştı.
O sırada saray görevlileri ve askerler oraya akın ettiler ve kralı sordular. O ana
kadar oduncu misafirinin ülkenin kralı olduğunu bilmiyordu ve çok şaşırdı. Kral
kendisine hiç kötü bir şey söylemediği halde oduncu kraldan kendisine böyle fakir bir
sofra sundukları için özür diledi.
Ertesi gün kralın adamları gelip onu kralın huzuruna götürdüler. Adam krala iyi
bakmadığı için cezalandırılacağından emindi. Karısı da kendisinin kaderini paylaşmak
için onun yanında gelmişti. Kral onlara oturacak bir yer gösterdi ve sonra da oturmaları
için ısrar etti. Oduncu aynı biraz sonra kurban edilecek hayvanlara yapıldığı gibi
kendisinin de şereflendirildiğini düşünüyordu. Biraz önce kendisine de karısına da bol
miktarda yemek verilmişti ki bu da aynı kurbanlık hayvanlara yapılan bir muamele idi.
Kral kendisine doğru hitap ederek ödül olarak ne istediğini sorunca zavallı adam
korkudan yalnızca şunu söyleyebildi, “Lütfen beni ve karımı bırakın, evimize gidelim!
Lütfen başımızı kesmeyin!”
Kral şöyle cevap verdi, “Ben senin ve eşinin bana yaptığınız iyiliğe karşı böyle kötü
davranacak kadar nankör bir insan mıyım? Şimdi ben sana bir arazi parçası versem
sen onu mahvedersin, çünkü tarım yapmayı ve çiftçiliği bilmiyorsun. Sana mücevherler
versem ormanda yalnız yaşadığın için ikinci gün hırsızlar gelip çalarlar. Ben sana
yaşadığın ormanın içinde otuz hektarlık bir sandal ağacı ormanı veriyorum. Bu ormanı
iyi kullan ve refah içinde yaşa!” Oduncu birden rahatlamıştı, mutlu bir şekilde
ormandaki evine geri döndü.
Altı ay sonra kral bir av macerası için tekrar ormana gitti. Aklında o yediği harika
gözleme vardı. Oduncuyu ve evini aramaya başladı. Adamı mutlu bir şekilde buldu,
fakat bu sefer kendisi hayal kırıklığına uğramıştı. Adam sandal ağaçlarını kesiyor,
bunlardan odun kömürü yapıyor ve öyle satıyordu. Adam kendisine verilen o değerli
hediyenin farkında bile değildi.
Benzer şekilde insan da sahip olduğu Tanrı’nın kendisine hediye etmiş olduğu
ömründen kalan ‘gün sayısının’ değerini idrak etmemektedir. O değerli günleri boşa
harcamakta, geçici şeyleri ve kısa süreli zevkleri elde edebilmenin peşinde
koşmaktadır. Bu da kendisinin yaşamını Tanrı’ya doğru yapılan mutlu bir hac
yolculuğu yapmak yerine bir trajedi haline sokmaktadır.
24-
SON ARZU
Muhammad Gazani servet avcısı idi. Hayatı boyunca elmas, mücevher ve inciler
biriktirmişti. Hindistan’ı defalarca istila etti ve çok değerli taşları alıp götürdü ve
sarayındaki hazinesine koydu.
Bir gün Muhammad Gazani hastalandı ve artık sonunun geldiğini hissetti. Geçmiş
maceralarını hatırladı ve şöyle düşündü, “Birçok eziyete katlanarak bu kadar çok
zenginlik topladım. Fakat şimdi hepsini burada bırakarak yalnız başıma gitmek
zorundayım. Onlar bana eşlik edemeyecekler.”
Vezirlerini çağırdı ve onlara yumuşakça seslendi, “Sizden son bir ricam var!”
Vezirler onun sesindeki ve davranışlarındaki bu ani değişikliğe şaşırarak, “Buyurun
Majesteleri” diye cevap verdiler.
Muhammad Gazani, ”Ben öldüğüm zaman benim cesedimi başkent sokaklarında
geçit töreni ile taşıyacaksınız değil mi? Lütfen öyle bir ayarlayın ki ellerim bütün halkın
görebileceği şekilde tabutumdan dışarıya doğru uzansın.” Bu sözler üzerine vezirler
şaşırdılar ve sordular, ”Sayın Majesteleri! Niye böyle garip bir şey arzu ettiğinizi söyler
misiniz?”
Ölmekte olan kral şöyle cevap verdi. ”Bütün herkes bilsin ki dünyanın bütün
zenginliklerini ele geçirmiş olan büyük Muhammad Gazani bu dünyayı elleri bomboş
bir vaziyette terk ediyor!”
25-
ARKADAŞINIZA DİKKAT EDİN
Bir avcı çok güzel iki papağan yakalamıştı. Birisini bir kasaba, diğerini de bir rahibe
sattı.
Avcı 6 ay sonra kasap dükkânına gitti ve papağanı hatırlayıp içeri girdi. Papağanın
keskin sesi hemen duyuldu, ”Yakala, öldür, kes, parçala.”
Bu sefer öbür papağanı merak etti ve rahibin kaldığı tapınağa gitti. Kafesteki
papağan neşe içinde kanatlarını çırpıyor ve şöyle bağırıyordu, ”Hoş geldiniz, hoş
geldiniz! Hare Rama, Hare Rama, Rama Rama Hare Hare! Hare Krishna Hare Krishna
Krishna Krishna Hare Hare!”
Eve dönerken, papağanların birbirinden kutuplar kadar ayrı alışkanlıklarına ve
huylarına olan şaşkınlığını düşündü. Bir papağanın sözleri iğrenç ve saldırgan iken,
diğeri tatlı, teskin edici ve yüce bir tarzda konuşuyordu. Çevresi ve sürekli beraber
olduğu insanlar bütün bu farklılığı yaratmıştı.
“Bana arkadaşını söyle, Sana kim olduğunu söyleyeyim.”
26-
GÜNAHKÂR BİR EVLİYAYA DÖNÜŞTÜ
Chaitanya, sabahları erken saatlerde yapılan dua ve ilahi söyleme hareketinin
öncüsüydü. Tanrı üzerine tefekküre dalarak, O’nun görkemini ilahilerle söyler ve dış
dünyayı unuturdu.
Bir keresinde Navadweep’de, sabah erken saatte ilahiler söylerken şehrin birçok
önde geleni de kendisine katılmıştı. Hepsi coşku ile ilahiler söyleyerek şehrin
sokaklarında dolaşıyorlardı. Bu gruba bir hırsız da katılmıştı. Şarkı söylemeye dalan
zengin müritlerin cüzdanlarını çalmayı planlıyordu. Fakat ilahi söylemeye katılınca
diğerlerinden daha şevkle söylemeye başladı. Hepsi beraber bir tapınağa geldiler ve
oturdular.
Hırsız, Chaitanya’nın yanına oturarak onun söylevini dinlemeye başladı. Çoğu kişi
tapınağı terk etmişti. Hırsız Chaitanya’nın ayaklarına kapanarak sordu, ”Sevgili hocam,
sen herkese bu kadar çok tavsiye veriyorsun. Lütfen, bana kutsal bir dua verebilir
misin?“
Chaitanya ona doğru baktı ve “Önce bana kim olduğunu ve ne yaptığını söyle!”
dedi. Hırsız ona, ”Sayın hocam, ben sana nasıl yalan söylerim? Ben bir hırsızım. Adım
Rama, herkes beni hırsız Rama diye çağırır” dedi.
Chaitanya şöyle sordu, ”Ah ne kadar yazık! Ben sana bir isim ve bir mesaj
vereceğim. Fakat bunun karşılığında sen bana öğretmen payı olarak ne vereceksin?”
Hırsız hiç tereddüt etmeden, ”Ben de sana çalacaklarımdan pay vereceğim!” dedi.
Chaitanya, ”Benim paraya ihtiyacım yok. Benim tek istediğim senin çalmaya son
vermendir!” diye cevap verdi.
Hırsız, ”Swami, bu benim mesleğim, benim başka bir yeteneğim yok. Başka türlü
hayatımı nasıl devam ettirebilirim ki?” diye sordu. Chaitanya’da, “Peki, sana kutsal
isimli duayı ancak bir şartla veririm. Hırsızlık yapmaya ittiğin zaman önce bu ismi 1008
defa söyleyeceksin!” diye cevap verdi ve hırsızın kulağına, ”Om Namo Bhagavathe
Vasudevaya” diye fısıldadı.
Hırsızdaki dönüşüm kutsal bir insanın dokunması ile daha o zaman başlamıştı.
Chaitanya ile konuştuğu için geçmişindeki günahlarından da kurtulmuştu. Hırsız
arınmış bir kişi olarak evine geri döndü.
Bir gün yine birçok insan kapılarını kilitlemişler ve Chaitanya’nın konuşmasını
dinlemek üzere gitmişlerdi. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen hırsız Rama şehrin en
zengin kişisinin evine girdi ve içinde demir kasanın bulunduğu odaya ulaştı.
Hemencecik kasayı açtı ve içinde çok değerli taşlar ve altın mücevherler gördü. Fakat
hiçbir şeye dokunmadan önce 1008 defa kendisine verilen dua mantrasını söylemeye
karar verdi.
Fakat sayıyı tamamlayamadan evin sahibi ailesi ile birlikte geri döndü. Evin hanımı
üzerindeki mücevherleri kasaya koymak üzere kasanın olduğu odaya yönelince bir
yabancıyı açık kasanın önünde “Om Namo Bhagavathe Vasudevaya” diye zikir
yapmaya dalmış ve kendinden geçmiş bir şekilde buldu. Onun büyük bir bilge kişi
olduğunu ve evlerine onları kutsamak için geldiğini zannetti. Hemen kocasını çağırdı.
Hırsız tefekküre dalmıştı. Bütün aile onun etrafında yere oturarak ellerini
kavuşturdular. Onun Chaitanya gibi aziz bir ruh olduğunu düşünüyorlardı.
Hırsız Rama duayı 1008 defa tekrar ettikten sonra gözlerini açtı, tüm ev halkını
saygı ile kendisinin etrafında otururken buldu ve çok şaşırdı. Evin sahibi ona dönerek
sordu, ”Ey efendim, sizin kim olduğunuzu öğrenebilir miyiz ve bugün bizimle birlikte
yemek yeme onurunu bize verebilir misiniz? Böylece bizde günahlarımızdan
kurtulabiliriz.”
Hırsız kendi kendine şöyle düşündü, ”Eğer sadece Tanrı’nın ismini zikretmek bana
bu kadar onur kazandırıyorsa, ben Tanrı’nın ismini her gün sürekli olarak tekrar etme
alışkanlığını edinirsem başıma kim bilir ne güzel şeyler gelecektir? Bu sayede
Tanrı’nın rahmetini kesinlikle kazanabilirim.”
O anda hırsızlığı bırakmaya karar verdi. Ev sahiplerinin önünde yere kapandı ve
“Sevgili Anne, size gerçeği söyleyeceğim. Ben bir hırsızım. Benim ormana gitmeme
izin verin. Bundan sonra hayatımı Tanrı’yı düşünerek ve tefekkür ederek geçireceğim.”
Herkes çok şaşırmıştı, ama çok da sevinmişlerdi. O geceyi onlarla birlikte geçirdi.
Haber etrafa çabucak yayıldı. Sabahleyin bütün komşular onu görmeye geldiler. Onu
bir tahtıravelli ile şehrin dışına çıkardılar ve ibadet ederek bir zaviye yaşantısı
sürdüreceği ormana götürüp bıraktılar.
Rama, aradan zaman geçtikten sonra tekrar Chaitanya ‘ya geldi. Onun
kutsamalarını aldı ve bir çiçek gibi açarak gerçek bir bilgeye dönüştü.
Om Namo Bhagavathe Vasudevaya= “Bhagavan Vasudeva’nın önünde saygı ile eğilirim”
manasına gelir. ‘Sri Vasudeva’ya teslim ol’ anlamını da içerir.
27-
KİMİN CENNETE GİRMEYE HAKKI VAR?
3 kişi aynı anda Cennetin kapısına getirilmişti. Kapıdaki melekler onlara sordular,
”Cennete girebilmek için neler yaptınız bakalım?”
Birincisi,” Ben bütün kutsal kitapları okudum ve üstad oldum ve böylece Cennete
girebilme hakkını kazandım.” dedi. Melekler, ”Sen bu kitapların sözlerini yalnızca
ezberledin. Fakat o kitaplarda yazanların en ufak birinin bile özünü yaşamına
uygulamadın. Sadece teorik bilginin pratikte uygulama yapmadan hiçbir faydası
yoktur.” dediler.
İkinci adam dedi ki, ”Ben yüzlerce ibadetler yaptım ve çeşitli şekillerde dua, zikir ve
tefekkür yaptım. Büyük bir isim kazandım. Benim Cennete girmeye iznim olmalı.”
Melekler ona, ”Sen bütün bu ibadetleri sadece kendin için yaptın. Senin de cennete
girmeye iznin yok!” dediler.
Üçüncü kişi bütün alçakgönüllülüğü ile ”Ben sadece basit bir çiftçiyim. Gelen
geçenlerden ihtiyacı olan bazılarına yiyecek, içecek ve gerekirse uyuyacak bir yer
verdim. Böylece ne zaman gerekirse elimdekileri hep başkaları ile paylaştım.
Kazandıklarımı paylaşmayı bir adet ve ibadet haline getirdim. Bu benim yaptığım tek
ibadet şekli idi” dedi. Melekler ona ”Buyur cennetin kapıları senin için sonuna kadar
açık, sen içeri girebilirsin!” dediler.
Bu hikâye bir gerçeği ortaya çıkartır, ”Cenneti, ne bilgi, ne de ritüeller ile
kazanamazsınız. Sadece başkalarının mutluluğu için kendinizden fedakârlık yaparak
Cennetin kapısından içeri girmeye hak kazanabilirsiniz.
28-
FEDAKÂRLIK NEDİR?
Kral büyük bir bilgenin her zaman halinden hoşnut olma ve insanın sahip olduğu
şeylerden feragat etmesi üzerine yaptığı konuşmaları dinliyordu. Bilgenin beğenisini
kazanmayı çok arzu ediyordu. Bilge yanında her zaman kaynana zırıltısı şeklinde
küçük bir davul bulundururdu. Öğrencileri ona bunun sebebini sorduklarında, bilge, ”En
büyük fedakârlığı yapan bir kişi benim yanıma geldiği zaman ben bu davulu
çalacağım.”diye cevap verdi.
Bilgenin bu sözünü işiten kral fillerinin üzerlerini hazinelerle doldurarak bilgeye
doğru yola çıktı. Ona bu hazineleri sunmak ve kutsamasını almak istiyordu. Yolda yaşlı
bir kadın onu selamlayarak, “Çok açım, bana yiyecek verir misin?” diye sordu. Kral filin
üzerindeki yiyecek sepetinden bir nar alarak ona uzattı.
Yaşlı kadın elinde bu meyva ile bilgenin yanına geldi. O zamana kadar kral ve
mahiyeti bilgenin ikametgahına çoktan ulaşmıştı. Fillerle dolu hazineleri bilgeye teslim
eden kral davulun çalmasını bekliyordu. O sırada yoldaki yaşlı kadın bilgeye doğru
büyük zorlukla yaklaşmaya çalışıyordu. En sonunda başardı ve elindeki meyvayı onun
ayaklarının dibine koydu. Bilge, meyvayı eline aldı ve hemen yanına doğru uzanarak
zırıltılı davulu çaldı.
Kral çok şaşırmıştı. Bilgeye dönerek sordu, ”Sayın Efendim, ben senin ayaklarının
dibine bu kadar büyük bir servet sundum. Sen davulu çalmadın. Ama şimdi sadece tek
bir meyva için davulu çalıyorsun. Bu bir fedakârlık mıdır?”
Bilge şöyle cevap verdi,”Ey sevgili kralım! Fedakârlık, sayılarla ve miktarlarla
ölçülebilen bir şey değildir. Önemli olan niteliktir. Sen bir kralsın, tabii ki sen altın
sunacaksın. Fakat bu yaşlı kadın aç olduğu halde o meyvayı kendisi yemedi ve bana
sundu. O narı yiyebilir ve açlığını giderebilirdi. Bundan daha büyük bir fedakârlık
olabilir mi? Senin için gereksiz ve fazla olan bir şeyin sunulması fedakârlık değildir.
Buna mukabil senin en çok sevdiğin ve sana en çok gerekli bir şeyin verilmesi gerçek
fedakârlıktır.”
29-
DÜNYEVİ YAŞAMDA HOŞGÖRÜ
Hindistan’ın tarihini okuduğumuzda Mohammed Gori’nin Hindistan’ı defalarca istila
ettiğini öğreniyoruz. Sonradan defalarca mağlup edilmesine ve yakalanmasına rağmen
özür dilediği için serbest bırakılmıştı.
Bir keresinde yine Rajput’un yürekli Prensi Prithviraj, Mohammmed Gori’i
yakalamıştı. Mohammed Gori yine teslim olarak yalvarıp yakardı ve korunma istedi.
Prithviraj onu affetti ve ülkesine dönmesine izin verdi.
Ancak Gori çok hain bir insandı. Tekrar Hindistan’a saldırdı ve hileli yollarla
Pritiviraj’ı ele geçirmeye muvaffak oldu. Acımasızca onun gözlerini kör ettirdi.
Prithviraj düşmanına bile hoşgörü ve müsamaha göstermişti. Ama bakın sonunda
karşılığı ne oldu? Hoşgörü ve tahammül çok büyük bir meziyettir ama dünyevi
yaşamda her zaman ve her koşulda uygulanmamalıdır. Her zaman karşılaştığımız
durumu tartmalı ve özür dileyen şahsın tabiatını anlamaya çalışmalıyız. Onun bu kötü
hareketinin sebebini araştırmalıyız ve onun tövbe ederek kendisini düzeltmek yerine,
yine sapkınlığa düşerek suç işlemesi ve kötülük yapabilmesi ihtimalini düşünmeliyiz!”
30-
HAKİKİ DUA NASIL OLMALIDIR?
Akbar, hepimizin bildiği gibi en büyük Moğol İmparatorlarından biri idi. İnsanları
sever ve tüm dinlerden büyük ve dindar insanlara saygı gösterirdi.
Guru Nanak’ı ve onun Hindu ve Müslümanları barıştırma çabalarını duymuştu.
Onun kendisinin huzuruna gelmesini ve kendisini onurlandırmasını arzu ediyordu.
Guru Nanak’a bakanlarından birini gönderdi; saygılarını sundu ve kralın huzuruna
giderek tefriş etmesini rica etti.
Guru Nanak bakana şöyle cevap verdi, ”Ben sadece imparatorların imparatoru
olan Tanrı’nın çağrısına uyar ve sadece O’nun huzuruna giderim.” Bakan bu mesajı
Akbar’a taşıyınca, Akbar’ın Nanak’a olan saygısı daha da arttı ve ona yine haber
göndererek camide buluşmalarını önerdi.
Nanak razı oldu ve randevu saatinde camiye geldi. Hem Akbar, hem de Nanak
caminin mollası tarafından saygı ile karşılandılar. İslami usullere göre önce molla
duaları okuyordu. Molla, dizleri üzerine yere çöktü ve yüksek sesle dua etmeye
başladı. Nanak yüksek sesle gülmeye başladı. Camideki bütün Müslümanlar çok
sinirlendiler, ama imparatorun huzurunda oldukları için bir şey söylemeye cesaret
edemediler.
Sonra Akbar dizleri üzerine çöktü ve dua etmeye başladı. Nanak bu sefer daha
yüksek sesle güldü. Camideki hava iyice gerginleşmişti. İnsanların hepsinin yüzleri
öfkeden kıpkırmızı olmuş ve Nanak’a saldırmak için dudakları seğirmeye ve ani
hareketler yapmaya başlamışlardı.
Akbar hepsini sessiz bir el hareketi ile sakinleştirdi. Sonra her ikisi de camiinin
dışına çıktıklarında Akbar tüm alçakgönüllülüğü ile sordu, ”Ey saygıdeğer insan! Biz
dua ederken neden güldüğünü söyleyebilir misin? Bu sana yakıştı mı?”
Guru Nanak şöyle cevap verdi, ”Ey sevgili kralım! Ben gülmemi nasıl tutabilirdim
ki? Dua ederken ne sen, ne de molla Allah’ı düşünmüyordunuz. Molla hasta oğlunu
düşünüyor, sen de sana hediye edilen bir çift güzel Arap atını düşünüyordun. Mollanın
ve siz majestelerinin içeride yaptıklarına dua adı verilir mi? Bu bir ikiyüzlülük olmaz
mı?”
Bunun üzerine hem molla ve hem de Akbar, Guru Nanak’tan özür dilediler ve ona
kendi zayıflıklarını gösterdiği ve gözlerini açtığı için teşekkür ettiler.
Şunu daima aklınızda bulundurun. Dua etmek demek Tanrı’yı övmek için bir dizi
kelimeyi mekanik olarak tekrar etmek demek değildir. Dua etmek, içimizdeki
Tanrısallığı uyandırmak ve harekete geçmesini sağlamak için yapılan en samimi ve
içten bir teşebbüstür. Dualarımızı tam bir tefekkürle terennüm etmeliyiz. Ne sesin ve
ne de sözlerin önemi vardır, asıl önemli olan duygulardır.
“Mere adulation is poor adoration.”-“Dalkavukluk yaparak söylenen yalancı bir dua
kötü bir ibadetten başka bir şey değildir.”
31-
İSTEYİN, TANRI SİZE VERECEKTİR
İsmi duyulmamış uzak bir köyde, bir anne ve bir oğul beraber yaşıyorlardı. Oğlan
iki yaşında iken babasını kaybetmişti. Anne oğlunu yetiştirmek ve ona iyi bir eğitim
verebilmek için çeşitli zorluklar içinde çırpınıyordu. Oğlan çok zeki ve itaatkârdı. Aynı
zamanda annesine büyük sevgisi ve saygısı vardı.
Çocuk yedinci sınıfa geldiğinde bir gün imtihanları için çalışırken annesine şöyle
seslendi, ”Anne, 4 gün içinde imtihan ücreti olarak 20 lira ödemem lazım.” Annesi
telaşlandı, çünkü hiç parası yoktu ve ayın son haftası idi. Okulun müdürüne giderek
ücreti zamanında ödeyemeyeceğini söyledi ve yardım istedi. Müdür elinden bir şey
gelmediğini söyledi. Anne okuldan eve döndü, bir ağacın altına oturup üzüntüsünden
ağlamaya başladı. Okuldan dönen oğlan, annesini ağlarken bulunca yanına oturarak
niye ağladığını sordu.
Anne, ”Sevgili oğlum, parayı tedarik edemiyorum. Yarından sonra okula
gidemeyeceksin! En iyisi sen benimle gel ve çalış. Başka çıkar yolu yok!”Oğlan şöyle
dedi, “Birisinden 20 lira borç alsan anne. İmtihan bittikten sonra ben çalışır ve geri
öderim.” “Sevgili oğlum, kim bana o kadar miktarda borç para verir. Sadece Tanrı, O
da isterse.” diye anne cevap verdi.
Oğlan “Tanrı kim anne? Nerede oturuyor? Hemen gidip isteyeyim” diye sordu.
Anne çaresizce şöyle cevap verdi, ”Vaikunta’nın Lordu Narayana vardır ve O her türlü
zenginliğe sahiptir.”
Bunun üzerine oğlan bir saniye bile kaybetmeden doğru postaneye koştu. O
sırada cebinde birkaç kuruşu vardı. Bir kart aldı ve üzerine annesinin ekonomik
durumunu ve kendi arzusunu yazdı. Tanrı’dan posta yolu ile kendisine hemen 20 lira
göndermesini istedi. Mektubu kutuya atmak için kutunun bağlı olduğu ağaca gitti.
Fakat kutunun yarığından mektubu atabilmek için boyu çok kısaydı. Bir türlü
yetişemedi.
Başından beri çocuğu izlemekte olan postane müdürü dışarı çıktı, çocuğun elinden
kartı aldı ve sordu, “Mektubu kime yazdın bakalım?” Çocuk, ”Efendim! Bu yazdığım
mektup cennetteki Tanrı’ya gönderdiğim çok acil bir mektuptur. 3 gün içerisinde
imtihan ücretimi ödemem lazım. Bana hemen 20 lira göndermesi için mektup yazdım.”
Posta müdürü mektubun üzerindeki adrese baktı ve söyleyecek söz bulamadı.
Çocuğun masumiyeti karşısında gözlerinde yaşlar birikti ve ”Sevgili oğlum, sana bu
adresi kim verdi?” diye sordu. Çocuk kendisi ve annesi arasındaki bu konuşmayı
aktardı ve “Sir, annem Tanrı’nın çok cömert olduğunu ve eğer biz O’na içten dua
edersek, bize mutlaka yardım edeceğini söyledi.” diye cevap verdi.
Posta müdürü çok duygulanmıştı. Çocuğun sırtına hafifçe vurarak okşadı ve
“Sevgili oğlum, ben bu kartın acil olarak iletilmesini sağlayacağım, sen en iyisi yarın
buraya gel!”
Oğlan eve neşe içinde koşarak döndü. Annesine bir gün sonra parayı bulacağını
söyledi.
Ertesi gün postaneye gitti. Posta müdürü, ”İşte burada sana ait bir zarf var! İçinde
20 lira var. Git ve imtihan ücretini öde!” Oğlan hemen zarf ile birlikte eve koştu ve zarfı
annesine uzattı. Annesi sert bir şekilde parayı nereden bulduğunu sordu.
Çocuk posta müdürü ile konuştuklarını aktardı. Annesi ona inanmadı ve hemen
postaneye gitti. Posta müdürü, “Sevgili Anne, bana inanın. Ben çok katı yürekli bir
insandım. Oğlunuzu elindeki bu mektupla görünce gözlerime inanamadım. Tanrı’ya bu
kadar büyük bir inançla yazılmış bir mektup beni çok etkiledi. Beni oğlunuza yardım
etmeye iten mutlaka Tanrı olmalı. Lütfen parayı alın. Bu Tanrı’nın arzusu olmalı. Aksi
olsaydı ben oğlunuzu mektubu atarken fark etmem, mektup cevapsız kalır ve
oğlunuzun da Tanrı‘ya olan inancı sarsılırdı. Ben bunu iyi bir çocuğa yardım edebilmek
için bir fırsat olarak görüyorum.”diye cevap verdi.
Tanrı’ya içten dua edersek, O bize yardım eder. Kendi arzusunu
gerçekleştirebilmek için birisini harekete geçirir. Bizi dertlerden, problemlerden ve
zorluklardan yalnızca Tanrı’ya karşı olan tam ve kesin bir inanç kurtarır.
32-
İNANÇ İNSANIN YAŞAM NEFESİDİR
İkinci Dünya Savaşı sırasında Hintli askerleri taşıyan bir buharlı gemi Japonlar
tarafından bombalanmış ve batırılmıştı. Birçok denizci hayatını kaybetti. Bu
denizcilerden beş tanesi bir cankurtaran sandalına tutunmayı ve sağ kalmayı
başardılar. Dalgalı okyanusa rağmen bir şekilde hayatta kalmayı umuyorlardı.
Saatlerce dalgalar tarafından sürüklendiler.
Bunlardan bir tanesi artık umutsuzluğa kapıldı ve ağlamaya başladı, “Deniz beni
yutacak, köpekbalıklarına yem olacağım. Bu panik içinde suya düşerek boğuldu.
Diğer asker ailesini düşünerek ağlamaya başladı, “Ailemin geleceğini garanti altına
alamadan ölüyorum.” O da kurtulacağına dair umudunu yitirdi ve son nefesini verdi.
Üçüncü asker şöyle düşündü, “Yaşam sigortamın poliçesi maalesef benim
yanımda kaldı, ne kadar yazık! Bu kâğıtları keşke evde bırakmış olsaydım. Bu sigorta
olmadan ailem ne yapacak. Ben de kesinlikle öleceğim” dedi ve o da öldü.
Diğer iki adam birbirlerinin Tanrı’ya olan inançlarını takviye ediyorlardı. Şöyle
dediler, “Biz korkuya teslim olmayacağız. İçinde bulunulan durum ne kadar umutsuz
gözükürse gözüksün eğer salik Tanrı’ya inanmayı sürdürürse O’nun kesinlikle saliğini
koruduğunu biz ispat edeceğiz.”
Tam birbirleri ile böyle konuşurlarken batan geminin imdat çağrısını alan bir sahil
koruma gemisinden havalanan bir helikopter bu ikisini denizde fark etti ve halatını
indirerek her ikisini de kurtardı. Bu ikisi sağ salim bir şekilde karaya ayak bastıklarında
şöyle dediler, bazen zaferle yenilgi arasında sadece beş dakika vardır. Tanrı’ya inanç
insana zaferi bahşeder, o inançtan yoksun olmak da yenilgiye ve ölüme götürür.”
33-
TANRI’NIN RAHMETİNİ NASIL KAZANABİLİRİZ?
Küçük bir köyde anne, baba ve bir kız çocuğundan oluşan fakir ama mutlu bir aile
yaşıyordu. Köyde ilkokul olmadığından köydeki bütün çocuklar yakındaki küçük
ormandan geçerek daha büyük olan komşu köydeki ilkokula gidiyorlardı. Bu ailenin
kızı da o okula yazılmıştı. Her gün öğle teneffüsünde yiyeceği yemeği küçük bir
sefertası içinde yanında götürüyordu.
Bir gün ormandaki kırık dökük bir kulübede kalan yaşlı bir adam gördü. Adam
oldukça zayıf ve hasta birisiydi. Kız adama yaklaşarak sordu, “Dede! Sana ne oldu
böyle? Bu harap kulübede ne yapıyorsun? Sana yardım edebilir miyim?” Yaşlı adam
cevap verdi, “Sevgili kızım! Ben buradan oldukça uzakta bir köye gidiyordum. Dün
yolda yürürken aniden rahatsızlandım. Gidip şu yakındaki gölden su içemeyecek kadar
güçsüzüm. Dünden beri de ağzıma bir lokma girmedi.” Bunun üzerine kız hemen
yemek sepetinden yiyeceğini çıkartarak yaşlı adama verdi, ona gölden biraz su getirdi
ve sonra okuluna gitti.
Ertesi gün kızın yanında yaşlı adam için ayrı bir kapta yine yiyecek vardı ve yine
onun için gölden su getirdi. Böyle yedi gün boyunca yaşlı adama hizmet etmeye
devam etti. Yaşlı adam artık daha sıhhatli ve daha moralli gözüküyordu. Yedinci gün,
kız okuldan dönerken yaşlı adam seslenerek onu çağırdı ve şöyle dedi, “Sevgili kızım!
Ben artık gideceğim yere yürüyebilecek kadar güçlendim. Bana sevgi ile yapmış
olduğun hizmetten ötürü sana minnettarım. Fakat bana gerçeği söyler misin? Bana
nasıl her gün yiyecek getirebildin? Yoksa bana ailenin izni ve haberi olmadan yiyecek
mi getirdin ?”
Kız şöyle cevap verdi, “Sevgili dede! Ben ailemin izni olmadan hiçbir şey yapmam.
Onlar bana yaşlılara ve hasta insanlara yardım etmeyi öğrettiler. Bu ormanın
kenarında az ileride büyük bir ağaç var. Sabah erken saatlerde çok sayıda tatlı meyva
onun dallarından yere düşmüş oluyor. Ben okula giderken o meyvalardan bir kısmını
topluyor ve okulda isteyen arkadaşlarıma satıyorum. O para ile sana yiyecek satın
alıyorum. Ben ne para çaldım ne de ailemin evinden senin için yiyecek çaldım. Şimdi
tatmin oldun mu, dede? Sana hayırlı yolculuklar dilerim.” Yaşlı adam küçük kızı
kutsadı ve gideceği köye doğru yola koyuldu. Ormandan ayrılmadan önce yaşlı adam
Tanrı’ya şöyle dua etti, “Sevgili Tanrım! Ben bu küçük kıza ve ailesine yardım edecek
kadar zengin değilim. Sen Her Şeyi Bilen ve En Merhametli Varlık olarak lütfen bu
küçük kızı ve ailesini Kendi bildiğin şekilde kutsar mısın?
Bir gün bu fakir ailenin kapısını yaşlı bir adam çaldı. Baba kapıyı açtı ve misafiri
içeriye buyur etti. Yaşlı adam şöyle dedi, “Beyefendi, sanıyorum siz şu yakındaki
köyde okumaya giden kızın babasısınız. Herhalde kızınızdan ormanın içindeki harap
kulübede kalan yaşlı adamın hikâyesini dinlemişsinizdir. İşte ben o yaşlı adamım. Ben
size ve kızınıza şükranlarımı arz edecek kelime bulamıyorum. Herhalde siz de böyle
iyi kalpli bir kız çocuğu babası olduğunuz için gurur duyuyorsunuzdur. Ben bugün size
şükranlarımı arz etmeye geldim. Benim size getirmiş olduğum parayı kabul etmenizi
diliyorum. Bu parayı kızınızın eğitimi için harcarsınız.”
Kızın babası şöyle yanıtladı, “Ey saygıdeğer kişi! Biz fakir olabiliriz, fakat bir
yabancıdan ve özellikle de kızımızın hizmet etmiş olduğu yabancı bir kimseden hiçbir
şey kabul edemeyiz. Eğer biz bu parayı alırsak yapılan hizmetin ne değeri kalır?
Lütfen bizim hislerimizi anlayınız! Ama lütfen gitmeden önce bir dakika bekleyin, ben
size biraz soğuk meyva suyu getireyim.” Baba biraz limonata getirmek için evin içine
gitti.
Elinde limonata ile geri döndüğünde yaşlı adam ortadan kaybolmuştu. Para bir
bohça halinde paspasın üzerinde duruyordu. Hemen sokağa çıktı ve adamı
yakalamaya çalıştı, fakat hiçbir yerde yoktu. Karısını çağırarak sordu, “Biz şimdi ne
yapacağız? Bu yaşlı adam giderken para torbasını bize bırakmış. Adamın nerede
oturduğunu da bilmiyoruz.” Karısı cevap verdi, “Sevgilim! Gel biz bu parayı hayırlı bir iş
için kullanalım. Herhalde Tanrı bizim hizmette bulunmamızı istiyor. Biz bu parayı bizim
kızımız gibi kızların eğitiminde
doyurulmalarında kullanalım.”
kullanalım.
Bizden
daha
fakir
olanların
34ÖNCE TANRI’NIN KRALLIĞINI ELE GEÇİRİN, DİĞER HER ŞEY SİZE
SUNULACAKTIR
Bir seferinde büyük bir kral garip bir sergi düzenlemişti. Kral sanat, mimari, müzik
ve bilim aşığı bir insandı. Sergiye çok değişik çeşitte ve şekillerde birçok eser
koydurdu. Sergi herkese açıktı. Giriş ücreti de yoktu. İsteyen katılabiliyordu. Kral halka
bir duyuru yaptırdı, ”İsteyen herkes içeriye ücretsiz olarak girebilir ve orada beğendiği
bir şeyi alıp, götürebilir.” Tabii ki çoluk çocuk, kadın erkek, büyük bir kalabalık toplandı.
İnsanlar büyük bir açgözlülükle taşıyabildikleri kadar çok eşyayı alıp götürüyorlardı.
Sergiye gelen ve mutlu bir şekilde evine geri dönen bu insanları gördükçe kral büyük
bir keyif alıyordu.
Birden kralın gözleri genç bir kıza takıldı. Serginin her köşesini gezmesine rağmen
sergiden elleri boş olarak ayrılmak üzereydi. Ama buna rağmen yüzü sevinç ve huzur
doluydu. Kral yanına giderek sordu, ”Hanımefendi! Nasıl oluyor da bu sergide sizin
ilginizi çekecek bir tek eşya bile bulunmuyor? Yoksa sergiyi beğenmediniz mi?
Zevkinize mi hitap etmiyor? Öğrenebilir miyim?”
Kız şöyle cevap verdi, ”Hayır Kralım! Sergi gerçekten de çok güzel. Sergilenen bu
eşyalardan daha iyisi ve daha güzeli olamaz. Çok beğendim.” “O zaman niye sergiden
bir-iki şey almıyorsun?” diye kral sordu. Kız, ”Sevgili Kralım! İnsanın arzularının hiç
sonu yoktur. Ben hiçbir şey istemiyorum” diye cevap verdi. Kral üsteledi, ”Sayın
Hanımefendi! Herhangi bir şey dileyin ve o sizin olsun!” Utangaç bir gülümseme ile kız
şöyle sordu, ”Peki ama herkesin dilediğinden çok farklı, garip bir şey istesem de
sözünüzde durur musunuz?” “Kesinlikle” diye kral cevap verdi. “ Bu durumda ben sizi
istiyorum” diye kız yanıtladı. Kral da sözünde durarak kızla evlendi. Şimdi kralın karısı
olarak serginin içindeki ve dışındaki her şey onun olmuştu.
Bu hikâyenin içsel anlamı nedir?
Bu güzel dünya sonsuz sayıda değişik güzellikleri ile büyük bir sergidir. Bu
serginin sahibi ve kralı, Tanrı’dır. Dünyadaki insanlar bu sergiye serbestçe bir ücret
ödemeden girerler ve arzu ettiklerini alırlar ve mutlu olurlar. Fakat bu dünyanın içinde
olanlara sahip olmayı arzu etmeyen ve yalnızca Yaradan’ı isteyen çok az kişi vardır.
Bu hikâyedeki kız bu ender insanlardan biridir.
Öyle bir şey iste ki, arayıp bulmaya çalıştığın ne varsa sana kazandırsın!
35-
EY ZİHİN! İSTEMEKTEN VAZGEÇ ARTIK!
Kanchipuram şehrinde Srivastanka adında bir bilge kişi yaşıyordu. Babasının
ölümünden sonra Srivastanka köyün muhtarı oldu. Köylüler onu “Kooresa” diye
çağırıyorlardı.
Kooresa, öğretmen Ramanuja’ya büyük bir saygı duyuyordu. Hayatı boyunca
Ramanuja’nın bir saliki ve öğrencisi olmak ve ona hizmet etmek istiyordu. Bir gün
birdenbire sahip olduğu tüm zenginliklerden, topraklardan ve köyün liderliğinden
vazgeçmeye karar verdi. Srirangam’a, yani Ramanuja’nın yaşadığı yere gitmeye karar
verdi. Karısı Andal da onunla birlikte gidecekti.
Yolda çok sık bir ormandan geçiyorlardı. Karısı kocasına, “Bu ormanda haydutlar
olur mu?” diye korkuyla ve merakla sordu. Kooresa karısına, ”Yanımızda çalınacak
hiçbir şey yok, neden korkuyorsun?” diye sordu. Karısı titrek sesle itiraf etti, ”Senin hep
su içtiğin o altın tas hala benim yanımda.” Kooresa, ”Ver bakayım o kabı bana!” dedi
ve tası alıp fırlattı. “Şimdi artık korkacak bir şeyin kalmadı” dedi.
Üç gün sonra çift yürüyerek Srirangam’a ulaştı. Geçici olarak tapınağının
yakınlarında bir vakıf pansiyonuna yerleştiler. Kooresa çok yorulmuştu. Çok zor bir
yolculuk yapmışlardı ve açlıktan bitap düşmüşlerdi. Karısı yere oturdu ve kocasının
başını kucağına koydu. Düşüncelere dalmıştı ki birden tapınağın çanları çalmaya
başladı. Tapınağın içinde ikamet ettiği düşünülen İlaha yiyecek sunma saatini
bildiriyordu.
Kadın İlaha dua etti, ”Sana hizmet eden kulun burada açlıktan ölüyor ve sen o
zengin sofranın tadını çıkarmaya hazırlanıyorsun. Bu şekilde olmasına izin vermen
doğru bir şey mi?”
Birkaç dakika sonra bir tören alayı tapınaktan dışarı çıktı ve kamp yerine doğru
ilerlemeye başladı. Borazanlar ve davullar çalan uzun bir rahipler ve salikler kuyruğu,
kadının önüne gelip durdu ve İlaha sunulmak üzere hazırlanan bütün yiyecekleri onun
önüne koydular. Şöyle dediler, ”Tapınağın Lordu bize bu yiyecekleri pansiyonda kalan
sevgili saliğime götürün diye emretti.”
Kooresa o sırada uyanmıştı ve yattığı yerden doğrularak oturdu. Çevresine
bakınınca, rüya gördüğünü zannetti. Önünde lezzetli birçok yiyecekten oluşan nefis bir
sofra vardı. Başrahibe doğru baktı ve sertçe ama nazikçe sordu, ”Sayın efendim, ben
hiçbir zaman Tanrı’dan yiyecek istemedim. Ne de bunun için dua ettim. İhtiyacım olan
kadarını Tanrı verir. Nasıl olur da ‘Atma’ olan ben, O’ndan pirinç gibi basit bir şey
isterim? Lütfen bunların hepsini götürün!”
Ancak başrahip ve diğer bilginler Kooresa’ya hiç olmazsa yiyeceklerin bazılarından
tadımlık bırakmak için baskı yaptılar. Kooresa yiyeceklerden az bir miktar aldı ve
birazını da karısına verdi. Bir müddet sonra Kooresa karısına sordu ”Söyle bana, sen
yiyecek için dua ettin mi?”
Karısı gözyaşları içinde şunları söyledi. ”Sevgili Eşim! Ben yiyecek için dua
etmedim. Ben sadece duygularımı şu dua ile ifade ettim. ”Ey Merhametlilerin
Merhametlisi, senin müridin burada açlıktan ölürken bu sunulan yiyecekleri nasıl kabul
edersin?”
Kooresa karısını şöyle aydınlattı, ”Sevgilim, söyleyeceklerimi iyi dinle ve anlamaya
çalış. Kendisinden istendiği zaman veren Prabhu’dur. Kendisinden istenmeden insanın
ihtiyacına uygun şeyi veren ise Vibhu’dur. Prabhu üstad demektir, Vibhu ise kozmik
hükümdardır. Bir mürid Tanrı’dan hiçbir şey istememelidir. Her şeyi O’na bırakmalıdır.”
“Ey zihin, istemekten vazgeç!
Ne kadar çok arzu edersen, o kadar derine düşersin.
Ve cevabın verilmesi de o kadar uzun sürer.
Tanrı, büyük bir acı içindeki Sabari’nın arzusunu o hiç istemeden yerine getirmedi
mi?
Tanrı için ölen kuş bile kutsanmadı mı?
İstemekten vazgeç artık ey zihin!”
Böylece Kooresa tam teslimiyet hakkında bize iyi bir ders verdi. Tanrı’ya tam bir
inanç besleyin ve O’nun size en sonunda size ebedi iyiliği getirecek şeyi vermesine
izin verin.
36-
TAM TESLİMİYET
Büyük bir bilgin kralın Kabul Salonuna gidip huzura çıktı ve verdiği söylevlerle
bilgisini ortaya koydu. Yaptığı konuşma kralın çok hoşuna gitmişti. Kendisine ipekten
bir cüppe hediye etti. Âlim adam hediyeyi aldı ve evine döndü.
Bir gün yine sabah duaları öncesi banyo yapmak için nehre gitmişti. İpekten
kaftanını yıkadı ve kuruması için nehrin kenarına kumun üzerine serdi. Sonra da
duaya oturdu. Biraz sonra birdenbire şiddetli bir rüzgâr çıktı ve ipek cüppe uçtu gitti.
Az ilerde bir çamaşırcı çamaşır yıkıyordu. Üzerinde bizim âlime hediye edilen
kaftanın çok benzerini taşıyordu. Kendisi kraliyet çamaşırcısı olduğu için kraliyet
elbiselerini yıkamak için nehir kıyısına gelmişti. Çamaşırları yıkamaya başlamadan
önce kendisine verilen ipek kaftanı biraz olur giyinmek için üzerine geçirmişti.
Âlim duasını bitirip gözlerini açınca kaftanını aradı. İpekten kaftan ortada yoktu.
Biraz ileride çamaşırcıyı gördü. Ona doğru yürüyerek sordu, “Bana bak, bu kaftan
benim.” Çamaşırcı cevap verdi, “Nasıl senin olabilir? Bu kaftan krala ait.” “Evet,
biliyorum bu kaftan kralın, ama o bunu bana hediye etti” diyerek âlim devam etti.
“Hayır, yanılıyorsun. Ben kralın tüm gardırobunu yıkamak için buraya getirdim. Bu
senin değil!” diye çamaşırcı devam etti. Böylece tartışmaya başladılar. Ve sonunda
çamaşırcı âlime yumrukları ile vurmak üzere yumruklarını havaya kaldırdı. Bilgin
haykırdı, “Ey Tanrım! Beni kurtar!”
Bu sırada cennette oturmakta olan melek saliğin sesini duyarak ayağa kalktı ve
dünyaya giymek üzere birkaç adım attı. Fakat hemen sonra geri dönerek tekrar yerine
oturdu. Meleğin yanında oturan başka bir melek onun bu tuhaf davranışını fark ederek
sordu, “Neden oturduğunuz yerden inerek birkaç adım attınız ve sonra tekrar alelacele
gelip yerinize oturdunuz?”
Melek yüzünde acınası bir ifade ile gülümseyerek cevap verdi, “Ben bir salik olan
bilgin kişiyi çamaşırcının yumruklarından korumak ve onu kurtarmak için yardıma
gidiyordum. Fakat bu bilgin öfkesine hâkim olamadı ve yumruklara karşılık vermeye
başladı. Eğer kendisi de ona vurarak cevap vermemiş olsaydı onun yardımına koşmak
zorunda idim.”
İnsan kendisini savunabileceğini düşündüğü müddetçe Tanrı onun yardımına
gelmeyecektir. Yalnızca tam bir teslimiyet ve Tanrı’ya bağlılık sayesinde Tanrı
yardımımıza gelir. Tüm alçakgönüllülüğümüz ile şöyle dua edelim. “Ey Tanrım! Ben
sana aidim! Her şey Senin İradene uygun olarak gerçekleşsin.
37-
DRAUPADİ’NİN HOŞGÖRÜSÜ
Pandavaların kraliçesi Draupadi doğru davranıştan hiçbir zaman ayrılmazdı.
Oğullarını öldüren Aswathama, Bhima tarafından yakalanarak onun önüne getirildi ve
onun önünde ayakta tutuldu. Bhima ve diğerleri Aswathama’ya uygun bir ceza
verilmesini istiyorlardı ve bu cezayı da Draupadi’nin vermesini uygun görmüşlerdi.
Fakat Draupadi öne doğru yürüdü, Aswathama’ya saygılarını sundu ve sakince
sordu, ”Senin öldürdüğün çocuklarım sana hiçbir kötülük yapmamışlardı. Ayrıca onlar
uyuyorlardı, çaresizdiler ve silahsızdılar. Sen büyük bir savaşçı ve Dronacharya’nın
oğlu olarak benim çocuklarım uyurlarken onların boğazlarını nasıl kesebildin?”
Draupadi’nin yalvarmalarına dayanamayan Bhima öne doğru fırlayıp
Aswathama’yı öldürmek istedi. Ama Draupadi onu durdurdu ve Bhima’dan böyle alçak
bir hareketi yapmamasını istedi ve ona şöyle dedi, ”Gerçek bir savaşçı için, korkan
birini, kendisine sığınan birini, uykuda olan birini, sarhoş olan ve çaresiz olan birini ve
pişman olup tövbe eden birini cezayı hak etse bile öldürmesi doğru değildir. Ayrıca
düşün! Aswathama senin öğretmeninin oğludur. Onu öldürürsen onun annesinin nasıl
acı çekeceğini bir düşün!”
Draupadi düşmanına ve kendi oğullarını öldüren birine dahi böyle hoşgörüyle
davranmıştı.
38-
GERÇEK KORKUSUZLUK NEDİR?
Bir gün bir dilenci yırtık pırtık kıyafeti, taranmamış saçları pis görünümü ile
Chaitanya’nın odasının kapısının eşiğine gelip oturdu ve gözlerini kapatıp tefekkür
yapmaya başladı. Onu gören Chaitanya dışarı çıktı ve ”Sen kimsin? Lütfen içeri gel!”
dedi. Bu tatlı ve yumuşak sözleri duyan dilenci gözlerini açtı ve büyük bir
alçakgönüllülükle, ”Swami, senin odana girmeye hakkım yok! Ben aşağı sınıftan bir
Chandala’yım(dokunulmazım)”
Chaitanya gülümseyerek daha yaklaştı, ”Oğlum, hiçbir zaman ben kötüyüm, alçak
sınıfa aidim ve değersizim, deme. Bu dünyada kim kötüdür, kim kutsaldır? Tanrı
herkesin kalbinde parladığı için herkes kutsaldır. Lütfen tereddüt etme de içeri gel!”
Ama dilenci hala içeri girmekte tereddüt ediyordu. Bu sefer Chaitanya niye ziyarete
geldiğini sordu. Dilenci yanıtladı, ”Sayın hocam, ben sürekli olarak Tanrı’nın ismini
tekrar ediyorum, ama zannediyorum sözlerimde tam bir samimiyet yok. Çünkü aynı
komada bilinçsiz yatan birinin sadece hayatta olması gibi, Tanrı’nın ismini mekanik
olarak tekrar ediyorum ama İlahi Olan’ı deneyimleyemiyorum. Bana Tanrı’nın
isimlerinden birini öğretmen için sana geldim. Belki böylece manevi olarak şarj olurum
ve bu ismi zikrederek ben de ilerleme kaydedebilirim.”
Chaitanya şöyle cevap verdi, ”Tanrı’nın bütün isimleri İlahi güç ile doludur.
Tanrı’nın isminin her şeye gücü vardır ve yeterlidir. Bu yüzden Tanrı’nın isimlerinden
herhangi birisinin etkisinin daha az olduğunu düşünmen doğru değildir. Ancak, senin
tatmin olman için sana bir başlangıç duası vereceğim. Lütfen içeri gel.”
Tüm alçakgönüllülüğü, tereddüdü, çekingenliği ve korkusu ile dilenci yavaşça
odaya girdi ve en köşeye gidip oturdu. Onun bu sıkıntılı durumunu gözleyen Chaitanya
sordu, ”Sevgili Oğlum, niye böyle korku dolusun? Özgürlük ve korkusuzluk insanın
doğumdan gelen haklarıdır. Senin gerçek tabiatın özgürlüktür. Neden bu kadar
korkuyorsun? Şunu anlamalısın ki, İlahi güç bizim bütün düşüncelerimizin arkasındaki
güçtür, bu yüzden artık korkuyu bırak!”
Bunları söyleyerek Chaitanya dilencinin daha da yakınına geldi. Dilenci endişe ile
şöyle dedi, ”Sayın hocam, lütfen bana dokunmayın. Eğer bana dokunursan ikimiz de
toplumun geleneklerini bozmaktan dolayı suçlu oluruz. Ben böyle söylüyorum, çünkü
şimdi kış mevsimi. Eğer bana dokunursan yıkanmak zorunda kalırsın ve dışarıda sular
çok soğuk ve hastalanabilirsin! Ben seni benim hocam olarak kabul ettim ve kutsal
kitaplara göre sana zarar vererek Tanrı’ya karşı günaha girmiş olurum. Ben senin
emirlerine uymak ve senden yardım istemek için sana geldim, sana zarar vermek için
değil. Geçmişteki günahlarımdan ötürü bu hayatta bir dokunulmaz olarak doğdum.
Senin bana dokunmana izin vererek bu günahlarımı arttırmak istemem.”
Chaitanya onu azarladı, ”Sen ne ahmak bir adamsın. Sen dokunulmazlığını
gözlemleyerek sadece cahilliğini ortaya döküyorsun ve her canlının içindeki İlahiliği
görmüyorsun. Tanrı’nın gözünde insanlar arasında sınıflarına, kastlarına ve
inançlarına yönelik bir ayrım yoktur. Beş element, yani toprak, su, ateş, hava ve boşluk
arasında bile bir sınıf farkı yoktur, hepsi Tanrı’dan kaynaklanmaktadır. Bütün insanlar
sınıf
ve
inançlarına
bakılmaksızın
beş
element
tarafından
oluşan
tabiatın
cömertliklerinden eşit bir şekilde yararlanmaktadır. Bu yüzden bu sınıf ve inanç
farklılıklarını gözlemlemek çok anlamsız! Haydi, daha yakınıma gel.”
Ancak dilenci bu korkuyu küçük yaşlardan beri beslediği için hemen korkudan
kurtulamıyordu. Bu da eğer küçük yaşlardan itibaren beslenirse korku, sevgi, nefret vs.
gibi duyguların insanın içinde kökleştiğini gösteriyor.
Chaitanya ona şöyle dedi, ”Tanrı insana hiçbir zaman korku vermez. İnsan kendi
zayıflığı ile korkuyu geliştirir. Yanlış veya kötü bir hareket yapmayan bir insan korku
duymaz ve bundan dolayı da hiçbir korumaya ihtiyaç yoktur. Korkusuzluk,
Tanrısallaşmanın damgasıdır. Bir insan her şeyden vazgeçerek ve fedakârlık yaparak
korkusuz olabilir. Örneğin eğer kıymetli bir eşyan varsa, korkuya yer olacaktır. Fakat
bu eşyayı başkasına verirsen bir ormanda haydutlarla çevrili bile olsan korkudan
kurtulmuş olursun. Sevgili oğlum senin gerçek tabiatının tam ve kesin bir korkusuzluk
olduğunu anla ve tabiatına bağlı kal!”
Bunları söyleyerek Chaitanya dilenciyi kucakladı. Fakat dilenci titremeye başladı.
Çünkü hem sürur ve hem de korku gibi karışık duyguların tesiri altındaydı. Sürur
duyuyordu çünkü Chaitanya gibi büyük bir bilge tarafından kucaklanıyordu;
korkuyordu, çünkü bu Chaitanya(spiritüel güç) ona fiziksel olarak dokununca
kirleneceği kuruntusu içindeydi.
Yüksek sesle bağırdı, ”Ah hocam! Benim günahlarım seni kirletmesin!” Buna gülen
Chaitanya ona güven vererek, ”Ey masum insan, sen ve ben bir olduk. Artık ayrı
değiliz!” Böyle diyerek onu sıkıca bir daha kucakladı ve kulağına Tanrı’nın ismini
fısıldadı. İsim doğruca yaşlı adamın kalbine gitti, onu transforme etti ve dilenci
coşkunluk içinde şöyle seslendi, ”Sevgili öğretmenim, bu dünyada en şanslı insan
benim. Şimdi ben senin ve Tanrı’nın İsminin verdiği Rahmet ile kutsandım, tertemiz ve
saf bir hale geldim. Yalnızca beş elementin oluşturduğu bir beden olduğum
düşüncesinden kurtuldum ve gerçek tabiatımı fark ettim.”
Saf bir sevgi ile insanın kalbine üflenen Tanrı’nın İsmi ile birlikte o insanın hayatı
artık kutsanmış olur. Bu sevginin yokluğunda yapılan bütün manevi uygulamalar
beyhude ve başarısız olacaktır. Bütün manevi ibadetler yalnızca insanın kalbini
saflaştırmak için yapılır. Bunları söyleyerek Chaitanya yeni öğrencisine bundan sonra
artık korkusundan kurtulması için teşvik etti. O tarihten itibaren bu dilenci “Haridasa”
adıyla tanınır.
Bu hikâyenin içsel anlamı şudur. Hepimiz doğumdan ve sonra yaşadığımız
hayattaki pozisyonlarımızdan gelen tüm farklılıklarını unutmalı ve Tanrı’nın İsimlerini
büyük bir sevgi ve bağlılıkla söylemeliyiz ve O’nun şarkılarını terennüm etmeliyiz.
Önce, Tanrının ismi saliğin kalbini eritmelidir; ancak ondan sonra Tanrı’nın kalbi de
erir ve O’nun rahmeti o saliğinin üzerine olur. Tanrı ne kadar uzun süre ve hangi
şekillerde ibadet yaptığımız ile ilgilenmez. O’nun asıl istediği, içten, tüm kalbimizle ve
yoğun bir şekilde O’na sevgi duymamızdır.
39-
İNSANOĞLU HAYVANLARA KARŞI
Bir gün akıllı bir tilki şöyle düşündü, ”Neden insanoğlu yaradılışın en üst noktası
olarak görülüyor? İnsan hayvanlardan hangi açılardan daha üstündür? Hem insanın
hem de hayvanın duyguları, hırsları ve düşkünlükleri var. Her ikisinin de hem iyi hem
de kötü özellikleri var. O zaman bu üstünlük niye? Kral aslana gidip onun öğütlerini
alayım!” dedi.
Aslana gitti ve ”Ey Kral! İnsanoğlu her gün biraz daha güçleniyor ve bütün
yaratılmış mahlûkata üstünlük taslıyor. İnsanın bu küstahlığına ve kendini
beğenmişliğine dayanamıyorum. Niye biz hayvanlar daha aşağı oluyoruz? Bunun
hakkında bir şey yapmalıyız!” dedi. Aslan kafasını salladı ve ”Haklısın ne yapalım?”
dedi ve saatlerce kafa kafaya verip tartıştılar ve en sonunda ormanda yaşayan bütün
hayvanların katılacağı büyük bir konferans tertip etmeye karar verdiler.
İnsanoğlunun hayvanlara karşı üstün olduğu meziyetleri/liyakatleri ve hayvanların
da insanoğlundan üstün olduğu tarafları derinlemesine tartışacaklardı. Kral aslan
tilkiye konferans için gerekli hazırlıkları yapmasını söyledi. “Küçük büyük istisnasız
bütün hayvanları davet et. Fakat böyle bir konferansa kim başkanlık edecek?” diye de
sordu. Tilki de, “Bizim ormanda bir bilge var, yıllardır kefaret çekiyor. O, hem insanların
hem de hayvanların dostu. O kesinlikle hiç kimseye karşı önyargı beslemez ve kimseyi
de kayırmaz. Neden ona başkanlık teklif etmeyelim ki?” diye cevap verdi. Aslan da,
“Peki, öyle yap!” diyerek onayladı.
Tilki bir hafta içine gerekli işleri ayarladı. Ormanda geniş bir alan konferans için
hazırlandı. Konferans günü geldi ve herkes kendi yerine gelip oturdu. Bir müddet sonra
herkes yerini almıştı. Bilge insan da zamanında gelip yerine oturdu. Aslan ve fil de
bilgenin sağına ve soluna oturdular. Tilki kalabalığın önünde ayakta duruyordu.
Konferansın sözcülük görevini üstlenmişti ve ortaya çıkarak herkese ”Hoş geldiniz,
bu konferansa katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum” diye seslendi ve konferansı
açtı.
“Konferansın gündemine göre önünüze üzerinde tartışma yapılması için 4 ana
başlık sunuyorum. Lütfen bu başlıklar üzerinde iyi düşünün ve öne çıkarak fikirleriniz
söyleyin, çünkü bunlar kendi kendimize saygımız için hayati konulardır. Hem insan
hem de hayvan benzer şekilde annenin rahminden doğarlar. Öyleyse neden
hayvanlara yaratık/mahlûk), insana da insan varlığı adı veriliyor? Bu aşağılama niye?
İnsan akıllıdır ve hayvan da aptaldır diye genel bir kanı var. Böyle bir aşağılamayı ve
temelsiz iddiayı kabul edemeyiz. İnsanın konuşma diye bir doğal yetenek ile
nasiplenerek kutsandığı iddia ediliyor. Fakat insan bu yeteneğini kötüye kullanıyorsa o
zaman neden bununla gururlanıyor? Biz de bu yeteneği arzulayarak ne diye acı
çekiyoruz ki? Biz konuşamamamıza rağmen, yiyecek bulabiliyor, kendimizi
koruyabiliyor, çocuklarımızı yetiştirebiliyor ve mutlu yaşayabiliyoruz. Bu yüzden, insan
böbürlenerek bahsettiği bu ender yeteneğinden ötürü kendisini üstün olarak
nitelendiremez. Ve en son olarak, bizim vahşi olduğumuz, insanın ise
merhametli/şefkatli olduğu söyleniyor. Aslında biz daha arkadaş canlısı, düşünceli ve
saygılıyız. Yani bu savı da reddetmek zorundayız.”
Gündemi okuyan tilki gitti ve yerine oturdu. Aslan öne çıktı ve ağırbaşlı bir üslupla
”Bu gündemdeki konuların hepsini onaylıyorum. İnsanın hiçbir şekilde bizden üstün
olduğunu kabul etmiyorum. Mesela cesaret ve kuvvet konusunu ele alalım. İnsanoğlu
içinde beni cesaret ve kuvvet konusunda geçebilecek biri var mı? Ormanda yegâne
kral ben olduğum halde asla şımarmam, adaletsiz ve genel ahlaka aykırı hiçbir
eylemde bulunmam. Acıkmadıkça hiçbir hayvanı öldürmem. Durum böyle iken insan
bizden üstün olduğunu iddia edebilir mi?” diye kalabalığa sordu. Hep bir ağızdan “
Hayır, hayır!” diye bağırdılar.
Aslan bilgenin yanında kendi yerine oturdu ve bu sefer fil ayağa kalktı. Kendi
ihtişamını ve görkemini o kalın sesi ile anlatmaya başladı.”Form yani fiziksel görünüş
olarak, boy pos olarak ve fiziksel güç konusunda ben insana göre çok üstünüm. O
benim yanımda bir cüce gibi kalıyor. Zekâya ve akıla gelince, benim öyle hemen fark
edilemeyen bir zekâ ve hafızaya sahip olduğum konusunda ünüm nam salmıştır. Tarih
öncesi zamanlardan beri saraylarda ve tapınaklarda gerçekleştirilen her hayırlı olayda
ve tören geçişlerinde benim varlığımın uğur getirdiğine inanılırdı. Aslında Tanrı’ya
inanan, dindar ve saygılı insanlar bana meyva ve çiçek getirerek saygılarını sunarlar.
İnsan nasıl kendisini bizden daha üstün sayabilir ki?” diye seslendi.”Hayır, hayır!” diye
yine bütün hayvanlar tüm güçleri ile bağırdılar. Fil de dönerek bilgenin yanındaki yerini
oturdu.
Sonra sıra köpeğe geldi. Herkesi selamlayarak, yüksek sesle:” Benim hayvanların
insanlardan daha üstün olduğuna dair sağlam ve doğru kanıtlarım var. Örneğin sevgi
niteliğini, sadakati ve bağlılığı ele alalım. İnsan bu özelliklerde kendisini köpeklerden
daha üstün görebilir mi? Bizim bu ender özelliğimizden ötürü insan bizi ailesinin bir
ferdi gibi kabul ediyor ve ona göre davranıyor. Fakat insanın minnettarlık ve şükran
duygusu bile yok. Bizi ucuz yiyeceklerle veya kendi yemek artıkları ile besliyorlar.
İnsan yanında çalışarak hizmet ettiği kendi efendisine bile içinden nankörlük yapıyor.
Efendim, ben eminim ki biz hayvanlar bu özelliklerimiz ile insanlardan çok daha
üstünüz.” dedi ve gidip yerine oturdu.
Artık tartışma konusu yapılan mesele hakkında fikrini söylemek sıra Başkan’a
gelmişti. Bilge ayağa kalktı şöyle konuştu. “Sevgili arkadaşlarım, köpeğin söyledikleri
tamamen doğrudur. İnsan genellikle bir şey söyler ve başka bir şey yapar.
Hayvanlarda bu çelişki ve tutarsızlık bulunmaz.” Bütün hayvanlar sevinçle uzun süre
alkışladılar. Bilge devam etti, ”Yiyecek, uyku ve yaşama alışkanlıkları konularında
insan ve hayvanlar arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. Fakat temel olarak bir tek
farklılık vardır. Hayvanlar kendilerini dönüştüremezler ama insan kendisini eğitim
yoluyla, arkadaşları vasıtası ile ve başkalarının yaptıklarına öykünerek transforme
edebilir. Hayvanlar yiyecek alışkanlıklarını bile değiştiremezler.”
O sırada tilki ayağa kalktı ve sordu, ”Sevgili Efendim! Sizin söyledikleriniz
doğrudur. Fakat bütün insanların kendilerini dönüştürebildiklerini düşünüyor
musunuz?”
Bilge cevap verdi, ”Şüphesiz ki hepsi yapamıyorlar. Bunu yapamayan insanlar
hayvanlardan daha aşağıdadır.” Bütün hayvanlar alkışlamaya ve Başkan’a tezahürat
yapmaya başladılar. Bilge yine devam etti, ”İnsanın bir değerli özelliği daha vardır,
ayırt etme özelliği vardır.”
Tilki, ”Doğrudur, ayırt etme özelliği vardır ama neye yarar? Kendi aşağılık
davranışları ile hayvanları bile utanç içine sokuyorlar. Ah, ne kadar yazık! İnsan tüm
zamanını, yeteneklerini, gücünü ve parasını ekmeğini kazanmak için harcıyor. Hâlbuki
biz hayvanlar yiyeceğimizi emek harcamadan elde ederiz” dedi.
Bilge, tilkinin kendi içgüdüsel doğa ile abartmak ve sınırları aşmak üzere olduğunu
fark etti ve şöyle dedi, ”Ey, sevgili hayvanlar! Sizlere insanı sizlerden ayıran çok önemli
bir özelliğini daha söylemeliyim İnsan yanılgıyı yenebilir. Kendi Öz’ünü idrak edebilir ve
ölümsüzlüğü elde edebilir. Yanılgıdan kurtularak ve Öz’e dair bakış elde ederek insan
Tanrısal varlığını idrak edebilir. Sizler neden sınırlarınızı kabul etmiyorsunuz?”
Hayvanlar sordular, ”Ey Bilge kişi! Bütün insanların bu özelliklerini kullandıklarını
mı söylemek istiyorsun?” “Hayır, hepsi değil!” diye bilge cevap verdi. Hayvanlar da, “O
zaman yanılgıyı yenemeyen, Öz’e dair görüş elde etmeyen ve kurtuluşa ulaşmayan
insanlar bizim seviyemizdeler” diye bağırdılar.
Bilge, ”Sevgili arkadaşlar! Ben bu ormana yalnızca sizin arkadaşınız olmaya ve
kendimin gerçek bir İNSAN olduğunu ispat etmeye geldim” dedi.
40-
RAHMETİN SONUCU
Hz. İsa şehrin sokaklarında dolaşıyordu. Kenar mahallelerden birinde yolun
kenarında pis elbiseleri içinde körkütük sarhoş genç bir adam gördü. Gidip yanına
oturdu ve onu uyandırdı. Genç adam gözlerini açınca karşısında Hz. İsa‘yı gördü. Hz.
İsa ona sordu, “Oğlum! Neden o değerli gençliğini içki içerek harcıyorsun?” Genç
adam, ”Efendim! Ben cüzzamlı idim. Sen beni iyileştirdin. Başka ne yapabilirim?” diye
cevap verdi. Hz. İsa bir iç çekerek oradan ayrıldı.
Başka bir caddede bir adam güzel bir kadını delicesine kovalıyordu. Hz. İsa onu
kolundan tuttu ve sordu, ”Oğlum! Neden bedenini kirletiyor ve böyle kötü bir günah
işliyorsun?” Adam, “Sevgili Efendim! Ben kördüm. Sen benim gözlerimi açtın. Başka
ne yapabilirim?” diye cevap verdi.
Hz. İsa başka bir sokağa geçti. Orada yaşlı bir adamı acı acı ağlarken gördü. Ona
yaklaşarak nazikçe ona dokundu. Yaşlı adam gözyaşlarını silerek döndü ve İsa’ya
baktı. İsa ona, ”Niye ağlıyorsun yaşlı adam?” diye sordu. Yaşlı adam, ”Efendim! Ben
neredeyse ölüydüm. Sen beni hayata döndürdün. Bu yaşlı halimle ağlamaktan başka
ne yapabilirim?”
Zor bir durumda kaldığımızda veya acı ve üzüntü çektiğimiz zamanlarda ağlarız ve
Tanrı’ya dua ederek O’ndan yardım bekleriz. Fakat Tanrı sonsuz sevgisi ve merhameti
ile dualarımıza cevap verince bu sefer O’nu reddederiz ve yine o bencil yaşantımıza
geri döneriz.
İnsan bu en büyük günah olan Tanrı’ya nankörlük yapmaktan kaçınmalıdır.
41-
MANSUR’UN ŞEHİT EDİLMESİ
Yaklaşık 1.100 yıl önce Banaras(Bağdat) şehrinde Mansur adında (858-922 Hicri)
bir adam yaşıyordu. Kendi içsel değerleri ve eğilimleri ile ve Efendisinin öğrettiklerinin
vasıtası ile kadim öğreti olan “Aham Brahmaasmi” (Ben Tanrı’yım, Ene’l Hakk, Anā lHaqq, Aynel Yakiyn, Yok yoktur, Ben Yokum)’a olan inancı gelişti.
Sürekli bu özdeyişi terennüm ediyordu. Bunu duyan insanlar ona gerçekten Tanrı
olup olmadığını sordular. Kendisine her sorulduğunda üzerinde vurgu yaparak onlara
üç defa, ”Evet, Ben Tanrı’yım. Evet, Ben Tanrı’yım. Evet, Ben Tanrı’yım.” diyordu.
Zaman içinde Banaras kentinde yaşayan önemli insanların kıskançlıklarını ve
nefretlerini kazandı. Bunlara İlahiyat bilginleri ve din enstitüleri başkanları da dâhildi.
Bu kişiler birlik olup, Banaras kentinin Kral’ına gittiler ve Mansur’u şikâyet ettiler.
Mansur’un ne Sanskrit dilini, ne de dini metinleri bildiğini, ama buna rağmen
sokaklarda “Ben Tanrı’yım” diye bağırarak bilginlere ve âlimlere hakaret ettiğini
söylediler.
Kral Mansur’u huzuruna çağırdı ve sordu, ”Sen kimsin?” Cevap hemen geldi, ”Ben
Tanrı’yım” Kral onu ruhsal hastalık uzmanlarına inceletti ve hiçbir ruhsal hastalığı
olmadığını öğrendi. Ondan sonra Kral ona “Ben Tanrı’yım” demekten vazgeçmesini
tavsiye etti, çünkü din bilginleri ve Karmatiler dine saygısızlık yaptığını ve Tanrı’ya
küfür ettiğini söyleyip şikâyet ediyorlardı. Mansur kralın emirlerine uymayı reddetti ve
Tanrı ile bir olduğu inancından vazgeçmektense ölmeyi tercih ettiğini söyledi. Krala
şöyle sordu, ”Niye Hakikate inanmaktan vazgeçmemi istiyorsunuz? Hakikat şudur: Ben
Tanrı’yım. Sen Tanrı’sın. Herkes Tanrı’dır.”
Bütün yalvarmalara ve tehditlere rağmen davranışını değiştirmedi. Bunun üzerine
kral kendisine karşı gelmekten ötürü her iki elinin kesilmesini emretti. Kralın köleleri
Mansur’un her iki kolundan sıkıca tuttukları ve parlak keskin kılıçlarını çektikleri zaman
bile Mansur sürekli olarak yüksek sesle “En’el Hak/Aham Brahmasmi” diye
bağırıyordu.
Her iki elini de kestikten sonra cellâtlar krala rapor vermeye gittiler. Mansur’un
ellerinin kesilmesinden sonra bilekleri sürekli kanarken bile korkusuzca ve gülerek aynı
sözleri söylemeye devam ettiğini belirttiler.
Mansur’un ellerinin kesildiği yere giden kral bütün odanın ve etrafın “Aham
Brahmasmi” sedaları ile yankılandığını gördü. Sesler hem Mansur’un gülümseyen
ağzından ve hem de ellerinden yerlere akan kanlardan gelerek yankılanıyordu. Kısa
bir süre sonra Mansur dudaklarında “Aham Brahmasmi” sözleri, dudaklarında bir
gülümseme ve sakin bir yüz ifadesi ile can verdi. (26 Mart 922 Hicri)
Kral bu görüntüden çok etkilenmişti. Mansur’un önünde yere kapandı ve secde
etti. Din bilginlerini, rahipleri, âlimleri ve din enstitülerinin başkanlarını yani Mansur’dan
şikâyetçi olan herkesi çağırttı. Geldiklerinde onları azarlayarak şöyle dedi, ”Sizin kitabi
bilginizin ne önemi var? Siz Mansur’un büyüklüğünü ne bilebilir ne de anlayabilirsiniz.
O düşünceleri, sözleri ve hem de davranışlarında birliği sağlamış bir insandı. Sizler ne
okuduklarınızı ve ne de öğrettiklerinizi uygulamaya koymazsınız. Sizler hepiniz
yalnızca kendini beğenmiş kitap kurtlarısınız, hakikatte tek yaptığınız böyle büyük
insanları kıskanmaktır. Sizlerin haksız şikâyetleri beni yanlış bir şey yapmaya yöneltti
ve ben böyle aziz bir insanı öldürme günahını işledim. Ama o en yüksek gerçek olan
“Ben Tanrı’yım”ı koruyarak öldü ve bu yüzden şehit oldu. Size bir ders vermek ve
ayrıca size ve sizin evlâtlarınıza bir ilham kaynağı olması için ben Mansur’un anısına
onun bir anıtını yaptıracağım.”
Gerçek bağlılığın ölçütü ne kutsal kitaplar üzerine derin bilgi ve ne de spiritüel
uygulama denilen rutin ibadetlerde yani ritüellerde yatar. Tanrı’ya bağlılık, Tanrısallığın
insanın kendisinin içinde ve herkesin içinde olduğunun idrak edilmesi ile sağlanır.
Bu da ancak saf bir kalple daima Hakikat’e ve evrensel sevgiye bağlı kalmak
yoluyla gerçekleştirilebilir. Her nerede temiz bir zihin ve kalp varsa orada bilgeliğin elde
edilişi olacaktır. Zihin ve kalp temizliği olan birisinin Tanrı’yı aramak için ormana veya
hac için tapınaklara gitmesine gerek yoktur. O hem kendi içinde, hem de başkalarının
içinde Tanrı’yı bulacaktır.
Karmatiler= Karmati devletini yöneten 7 kişi; Karmatiler 874 yılında İran Körfezinin
güneyinde kurulmuş olan bir devlettir. 150 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür.
42-
SÜRUR TANRI’DIR
Varuna’nın oğlu Brighu bir gün babasına giderek sordu, ”Baba, bana Tanrı’yı
anlatır mısın?”. Bilge Varuna içinden sevinerek cevap verdi, “Sevgili oğlum, hiç kimse
sana Tanrı’yı anlatamaz ve seni aydınlatamaz. Herkes bunu kendi içine dönerek
kendisi deneyimlemelidir. Şimdi git ve tefekkür yap! Kendini idrak etmeye çalış! Ben
seni kutsuyorum.”
Brighu bir ormana gitti ve sessiz oturuş yapmak için bir yere oturdu. Kendi
kendisini idrak etmeye çalışıyordu. Manevi dünyaya ilişkin çeşitli konular üzerinde
tefekkürde bulundu. Bir gün şöyle düşündü, “Dünyada çeşitli canlıların ve özellikle de
insanların yaşamaları için en önemli şey nedir? Herhalde yiyecek olmalıdır” diye karar
verdi. “İnsan yiyecek sayesinde yaşar, büyür ve çalışır. Bu yüzden sanırım yiyecek
Tanrı’dır”
Derhal babasına giderek şöyle dedi, “Baba ben Tanrı’ın ne olduğunu biliyorum.
Yiyecek Tanrı’dır.” Varuna yüzünde bir gülümseme ile cevapladı, “Hayır, sevgili oğlum.
Yiyecek Brahman değildir. Git ve tefekkür yapmaya devam et!”
Brighu bir daha ormana gitti ve bir müddet daha zaviye yaşantısına devam etti. Bir
gün yine şöyle düşündü, “Yiyecek muhakkak ki elzemdir, ama enerji olmadan yiyecek
sindirilemez ki? Bu enerji ne olabilir? Bu herhalde nefestir. Bu yüzden nefes Tanrı’dır.
Hemen babasına koştu ve “Baba, ben Tanrı’yı biliyorum. Nefes Tanrı’dır” dedi.
Varuna “Hayır sevgili oğlum, git ve birkaç gün daha tefekkür yaparak düşün” diye
cevap verdi.
Brighu babasının emrine itaat etti ve tefekkür etmeye devam etti. Bir gün şöyle
düşündü, “Yiyecek elzemdir, nefes elzemdir, fakat bunlardan daha da olmazsa olmaz
nedir acaba? Eğer bir insanın yaşama ve yemek yeme arzusu yoksa yiyecek de nefes
de hiçbir işe yaramaz. Yaşama arzusu da zihinde bulunur. Bu yüzden zihin Tanrı’dır.”
Bu keşfini babasına aktardı ve şöyle dedi, “Babacığım, zihin Tanrı’dır.” Varuna
gülümsedi ve “Hayır sevgili oğlum. Zihin Tanrı değildir. Haydi, biraz daha tefekkür
yap!”
Brighu tefekküre devam etti. Bir gün yine şöyle düşündü, “Yiyecek elzemdir, nefes
elzemdir ve zihin de elzemdir. Fakat daha önemli ve esas temel olan şey nedir acaba?
Bir insan iyi ile kötü arasında ayırım yapamıyor ve ikisinin birbirinden farkını
göremiyorsa o zaman bu yaşamın ne anlamı kalır ki? Bu ayırd etme yetisi nerede
bulunur. Bu zekâ/akıl olmalıdır. Yani akıl Tanrı olmalıdır.
Brighu babasına bu keşfini aktarınca yine aynı cevabı aldı. “Hayır, haydi git ve
biraz daha düşün!”
Brighu bir kez daha tefekküre devam etti. Bir gün şöyle düşündü, “Yiyecek kuvvet
verir, nefes enerjilendirir, zihin arzuları oluşturur ve akıl da insana Ayırd Etme Gücü
kazandırır. Doğru, fakat bir insanın yaşamında nihai/en son hedefinin ne olduğunu
bulmalıyım. Bunu deneyimlemeliyim.” Böyle düşünerek derin bir düşünceye başladı.
Bir gün anlatılmaz, tanımlanamaz ve tarif edilemez bir sevinç ve mutlulukla doldu.
Yaşadığı dünyanın farkında bile olmadan bilinçsiz bir şekilde yalnızca ağacın altında
oturuyordu. O gün Varuna oğlunu aramak için ormana gelmişti. Oğlunu sürur halinde
görünce çok sevindi. Brighu’nun yüzüne yansıyan parlaklıktan ve ışık saçan nurdan
oğlunun “Tanrı’ın Sürur olduğu” idrakine ulaştığını anlamıştı.
Eski çağlarda anne babalar ve öğretmenler öğrencilerine sorular sorarak onları
cesaretlendirmeye çalışırlardı. Ancak soruların cevaplarını da öyle hemencecik
söylemezlerdi. Onların kendi kendilerine araştırarak cevapları bulmalarını tavsiye ve
teşvik ederlerdi.
Tecrübe/Deneyim en iyi öğretmendir.
43-
NAABHAKA- İDEAL OĞUL VE İDEAL ÖĞRENCİ
Nabhaka adında bir kral vardı. Oğlu Naabhaka küçüklüğünden beri öğrenmeye
çok meraklı idi. Küçükken bilgelerin yanında öğrenime gitti ve zaman içinde birçok
konuya hâkim büyük bir bilgin oldu. Öğrencilik dönemi bitince eve döndü.
Naabhaka kardeşlerinden kendisi yokken babasının bütün mirasını onların
arasında dağıttığını ve kendisine hiçbir şey kalmadığını öğrendi. Kardeşleri kendisine
eğer isterse babalarının kendisini miras olarak alabileceğini söylediler.
Naabhaka erdemli bir insan olduğu için bu öneriyi sevinerek kabul etti. Bir çocuk
kendi anne ve babasına bakmayacaktı da ne yapacaktı? Şu atasözüne tüm kalbi ile
inanırdı, “Annene ve babana her zaman saygılı ol ve onlara daima hizmet et!”
Babası kendisine bir gün şöyle dedi, “Sevgili oğlum, benim sana verebileceğim
herhangi değerli bir eşyam kalmadı, ama sana nasıl zengin olabileceğini
gösterebilirim. Angirasa tarafından büyük bir dinsel ayin icra ediliyor. Ayini yapıp
ibadetleri uygulayan rahipler onu uygun bir şekilde nasıl sonlandıracaklarını
bilmiyorlar. Ayinin uygulayıcılarına faydası olabilmesi için en sonunda iki dua
mantrasının söylenmesi lazım. Bunlar bu dua mantralarını bilmiyorlar. Ben sana şimdi
bu duaların nasıl terennüm edileceklerini öğreteceğim.”
Naabhaka babasının kutsamalarını ve iznini aldıktan sonra dinsel ayinin yapıldığı
yere gitti. Onlara şöyle dedi, “Bu ibadeti muhteşem bir final ile sonlandıracak dua
mantralarını ben biliyorum.” Angirasa ona duaları söylemesi için izin verdi. Bu şekilde
ayin sonlandırılabilmişti.
Angirasa, Naabhaka’ya şöyle dedi, “Oğlum, tam zamanında geldin ve hepimizi
mutlu ettin, gerçekten çok memnun oldum. Biz hepimiz şimdi cennete gidiyoruz. Benim
olan her şey sana aittir.”
Naabhaka Angirasa’nın kendisine bıraktıklarını toparlamaya çalışıyordu. Birden
koyu renkli derili birisi kendisine yaklaştı ve “Benim adım Rudra. Yapılan ayin
sonucunda geriye kalan tüm mallar bana aittir” dedi.
Naabhaka ve Rudra birbirleri ile iddialaşmaya başladılar. Naabhaka şöyle dedi,
“En iyisi gidip üçüncü bir kişinin fikrini alalım, bakalım bu ayinin kazandırdığı mal mülk
kime ait?”
Naabhaka’nın babası dinsel konularda büyük bir üstat idi ve Naabhaka’ya şöyle
dedi, “Sevgili oğlum. Bütün mal mülk yalnızca Rudra’ya aittir.”
Bunun üzerine Naabhaka hemen Rudra’nın ellerine sarıldı ve bağışlanmak için af
diledi. Rudra, Naabhaka’nın bu içten ve doğru davranışından çok etkilenmişti ve şöyle
dedi,”Sen ne kadar ideal bir öğrencisin! Senin gibi öğrenciler bu dünyaya ışık vererek
yol gösteren fenerler olabilirler. Senin bu doğru davranışına bir ödül olarak bana ait ne
varsa sana veriyorum. Benim ülkemi doğru ve dürüst bir şekilde yönet, büyük bir ün
kazan ve sülalene büyük bir onur kazandır.”
Rudra bunları söyledi ve Naabhaka’yı kutsayarak ortadan kayboldu.
44-
SEVGİ VERİR, VERİR VE VERİR
Rama babasının verdiği sözü yerine getirmek amacı ile 14 yıl boyunca ormana
sürgüne gitmek üzere hazırlık yapıyordu. Ormana gitmeden önce üzerindeki
mücevherleri ve diğer kıymetli eşyaları fakir insanlara dağıtmak istedi. Onları büyük bir
mutlulukla dağıtıyordu. O sırada çok uzaklardan yürüyüp gelen yaşlı bir köylü
Rama’nın yanına yaklaştı. İstediği yalnızca Rama’yı bir kez görebilmekti. Şöyle
düşünmüştü, “Rama’nın ondört yıl boyunca ormana sürgüne gideceğini işittim. O geri
dönene kadar yaşar mıyım bilmiyorum. O yüzden O’nu hemen görmeliyim.”
Yaşlı adam yaklaştığında herkese inekler ve çeşitli eşyalar dağıtılıyordu. Rama’nın
o güzel görüntüsünü gören yaşlı adam heyecanlandı ve şöyle dedi, “İşte bu gördüğüm
fedakârlığın somutlaşmışı hailidir. Bu kişi mutlaka ölümsüzlüğü elde edecektir. Onun
yaptıkları aynen şu kadim söze uymuyor mu?
‘Ölümsüzlük çoluk çocuk sahibi olarak, zenginlik elde ederek veya iyi davranışlarla
elde edilemez, yalnızca fedakârlık yaparak elde edilir.’ Ey Rama! Sen Doğru
Davranışın somutlaşmışından başka bir şey değilsin!”
Yaşlı köylüyü fark eden Rama kendisinin yanına gelmesi için eliyle işaret etti.
Rama yaşlı adama şöyle sordu, “Ey soylu köylü! Seni buraya getiren şey nedir?”
Yaşlı adam şöyle cevapladı, “Sayın efendim, ben oldukça yaşlandım. Ben işittim ki
sen ormana gidecekmişsin ve ondört yıl boyunca da buraya geri dönmeyecekmişsin.
Ben bu kadar uzun süre yaşayamayabilirim. Ben buraya senin o güzel yüzünü bir kez
olsun görebilmek ve senin o muhteşem sevgini kısacık bir an bile olsa
deneyimleyebilmek, senin o kutsal ayaklarına bir kez olsun dokunabilmek ve böylece
yaşamımın amacını yerine getirebilmek ve kurtulabilmek için geldim.”
Rama adama şöyle sordu, “Peki başka bir arzun var mı?” Adam, “Benim başkaca
bir arzum yoktur. Benim gibi yaşlı bir adam zaten ancak yaşayabildiği için ne arzu
edebilir ki? Benim tek arzum seni görmek, seninle konuşmak ve sana dokunmak” tır.
Rama bunun üzerine şöyle sordu, “Peki bu üç arzun ile ne elde etmeyi düşünüyorsun?
Yaşlı adam şöyle cevap verdi. “Efendim, insan geçmişinde yapmış olduğu yanlış
davranışlardan kaynaklanan günahlar ve üzüntüler tarafından sürekli olarak takip
edilmektedir. Bunların etkilerinden kurtulabilmem için seni görmem, seninle konuşmam
ve sana dokunmam gerekiyor.
Rama yaşlı köylünün sözlerini duyunca çok memnun olmuş ve derinden
etkilenmişti. Onu kucakladı. Rama, adama şöyle sordu, “Bu sana mutluluk ve sevinç
veriyor mu? Yanaklarından aşağıya yaşlar boşanan yaşlı köylü cevapladı, “Sayın
efendim, ben şu anda cennette olduğumu hissediyorum. Bana az bir miktar sadaka
ver, ben de artık evime döneyim!”
Rama şöyle dedi, “Oğlum, sen bana sevgini sundun. Benim de sana benim
sevgimi sunmam gerekmez mi? Ben sana bir şey vereceğim.” Yaşlı köylünün elinde
bir sopa olduğunu gören Rama devam etti, “Ben sana dokunduğum için artık
eskisinden çok daha güçlüsün ve bu sopaya ihtiyacın kalmadı. Tüm gücünle bu sopayı
fırlat gitsin! Sopanın düştüğü yerle burası arasında kalan bölgedeki bütün inekler ve
zenginlikler senin olsun.” Yaşlı köylü de güçlendiğini ve yaşlılıktan kaynaklanan
güçsüzlüğünün artık yok olduğunu hissediyordu. Rama’nın ayaklarına dokunmuş ve
hatta Rama tarafından kucaklanmıştı. Rama’nın söylediğini yapması gerektiğini
düşündü. Kendi kendine şöyle dedi, “Aslında benim hiçbir arzum ve isteğim yok. Ama
yine de tek bir arzum var, o da Rama’nın emirlerine ve söylediklerine itaat etmek. Aksi
takdirde tüm yaşamım anlamsız hale gelir.”
Sopayı eline alarak tüm gücü ile fırlattı. Şaşkınlıkla fark etti ki sopa Sarayu nehrini
geçerek karşı kıyısından geri döndü ve Rama’nın durduğu yerin az ötesinde yere
düştü. Sopanın uçtuğu bölgenin içinde birçok konaklar, binalar ve davar sürüleri
kalmıştı. Bütün bunların hepsi yaşlı köylüye hediye olarak verilecekti. Köylü, Rama’ya
şöyle dedi, “Neden bana bu kadar çok verip beni sıkıntıya sokuyorsun? Ben yalnızca
seni görmeye gelmiştim.”
Rama şöyle yanıtladı, “Ey asil köylü, bunlar senin bundan önce yaptığın iyi
davranışların meyvaları! Benim ormana gideceğimi işiten o kadar çok insan beni
görmeye geldi ki? Fakat senin istediğin şey beni duygusal olarak çok etkiledi. Yoksa
bu krallığın yasaları uyarınca tüm krallığı sana vererek hediye etmek zorunda
kalacaktım.”
Rama söz verildiği üzere sopanın kapladığı alandaki her şeyi yaşlı köylüye hediye
etti.
45-
BULUNULAN YERDEN YAYILAN TİTREŞİMLER İNSANI ETKİLER
Rama ve Lakshmana ormanda Sita’yı arıyorlardı. Birden Lakshmana kendisini
yorgun hissetti ve Rama’ya dönerek şöyle dedi, “Ben artık bu Sita’yı aramaktan bıktım
usandım. Ayodha’ya geri dönmek ve rahat bir yaşantı sürmek istiyorum.”
Rama ona bakarak gülümsedi ve şöyle dedi, “Haydi gel biraz daha ilerleyelim! Ben
sana sonra her şeyi açıklayacağım!” Bir müddet daha yürümeye devam ettiler ve
sonra bir ağacın altında oturdular. Birdenbire Lakshmana ayağa kalkarak Rama’nın
ayaklarına kapandı ve ayaklarına yapışarak, “Affet beni sevgili kardeşim! Söylemiş
olduğum bu sözleri nasıl söylemiş olabileceğime inanamıyorum. Nasıl böyle
konuşabildim bilmiyorum. Böyle kötü düşünceler benim zihnime nasıl girdi böyle?”
Lakshmana’nın nasıl böyle konuşmuş olabilirdi? Kendisi için hayatta tek önemli
olan şeyin Rama’nın kendisi olduğunu beyan eden, tüm hayatını O’na adayan ve
Rama olmadan bir tek an bile yaşamayacağını söyleyen bir kişi nasıl olur da fiziksel
rahatlık peşinde koşabilirdi?
Rama merhametin somutlaşmışı olarak Lakshmana’ya seslendi, “Sevgili
Lakshmana! Biraz önce içinden geçtiğimiz bölge Surpanaksha’nın avlandığı bölge idi.
Tam senin altında oturduğun ağacın altında dinlenirdi. Orası doğal olarak kötü
nitelikler tarafından şarj edilerek negatif yüklenmiş. Bu titreşimler senin içinde kötü
düşünceler meydana getirdiler. O noktadan uzaklaştıktan sonra içten gelen iyi tabiatın
tekrar açığa çıkarak kendisini gösterdi.”
46BİR MANEVİYAT ÖĞRENCİSİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ – SABIR VE
HOŞGÜRÜ
Bir öğrenci bir yüce bilgeye giderek Tanrı hakkındaki en yüksek bilgiyi kendisine
aktarmasını istedi. Bilge ona bir dua mantrası verdi ve içinde en ufak bir bencil arzu
beslemeden bu dua mantrasını sürekli olarak zikretmesini tavsiye etti. Bilge ona bu
ibadeti bir yıl boyunca yaptıktan sonra en Yüce Olan’ın Bilgisine ulaşabileceğini
söyledi.
Aradan
bir
yıl
geçtikten
sonra
salik
bilgeye
geldi.
Heyecanla
bilge
öğretmenin/âlimin vereceği cevabı bekliyordu. Yıkanmış, paklanmış ve en temiz
elbiselerini giymiş bir vaziyette efendisinin odası önünde bağdaş kurarak oturmaya
başladı. Bir yandan da öğrendiği duayı söylemeye devam ediyordu. O sırada köyün
içinde süpürge ile temizlik yapmakta olan bayan hizmetkâr bizim öğrenciyi fark etmedi
ve bir miktar tozu onun üzerine doğru süpürdü. Öğrenci her tarafı toz ve pislik içinde
kaldığı için çok öfkelendi. Şimdi tekrar banyo yapması ve elbiselerini değiştirmesi
gerekiyordu. Hizmetçi kadına doğru kızgın bir şekilde baktı ve ona bağırıp çağırdı. Bu
da kadını çok korkuttu.
Biraz sonra yıkanıp elbiselerini değiştirdikten sonra geri geldi. Bilge o sırada
odasından dışarıya çıktı.
Öğrenci hemen bilgenin önüne giderek ona saygılarını sundu ve şöyle dedi, “Ey
saygıdeğer kişi! Ben bir yıl boyunca sürekli olarak bu duayı zikrettim.” Böyle diyerek
bilgenin, kendisine Yüce Varlığa Ait Bilgiyi hemen vereceğini umuyordu.
Bilge kendisine şöyle seslendi, “Sen bilgiyi öğrenmeye henüz hazır değilsin. Git ve
bir yıl daha zikir yap, öyle gel!”
İkinci yıl da geçtikten sonra salik köye tekrar geldi ve tam içeriye girmek üzereyken
bilgenin verdiği talimat ile bayan hizmetkâr yeniden onun üzerine doğru tozu süpürdü.
Saliğin hemen tepesi attı ve kadını dövmek için üzerine doğru hamle yaptı, fakat son
anda kendini tuttu.
Ardından salik bilgeye yaklaşarak saygılarını sundu. Bilge ona yine, “Sen bilgiyi
almaya hâlâ layık değilsin. Git bir yıl daha zikir yap öyle gel. Geçen sene bir yılan
davranışı sergiliyordun, şimdi ise aynı bir köpeğe benziyorsun” dedi.
Üçüncü yılın sonunda öğrenci kutsal banyosunu aldıktan sonra köyden içeri girdi.
Bayan hizmetkâr yine bilgenin talimatı ile onun üzerine bu sefer pis sular boşalttı.
Salik sakince olduğu yerde dönerek hizmetkârı selamladı ve şöyle dedi, “Sevgili
Bayan, sana şükranlarımı sunuyorum. Sen benim en büyük erdem olan, sabır ve
hoşgörüyü elde etmemde bana çok yardımcı oldun. Ben şimdi hocamın hayır duasını
ve kutsamasını almaya hak kazanacak kadar değerli oldum. Sana teşekkürlerimi
sunuyorum.”
Salik bilgenin önünde yerlere kapandığı anda bilgenin sevinçten içi içine
sığmıyordu. Şöyle dedi, “Sevgili oğlum! Sen şu anda En Yüce Olan’ın Bilgisini almaya
hak kazandın!”
47-
GERÇEK ERMİŞ KİMDİR?
Turuncu renkte elbisesi olan rahip kıyafetli bir adam sokaktan geçiyordu. Bir grup
çocuk ona saygısız sözler söyleyerek onu takip etme başladılar. Fakat adam onlara
hiç aldırmadan yoluna devam etti. Yakındaki bir köye gidiyordu ve güneş batmadan
oraya yetişmesi gerektiği için de hızlı hızlı yürüyordu. Çocuklar da hakaretlerini
sürdürerek onu takip ettiler.
En sonunda varılacak köyün dış mahallelerine geldiklerinde rahip bir ağacın altına
oturdu ve dinlenmeye başladı. Çocuklar onunla alay edip onu kızdırmaya
çalışıyorlardı. Rahip de sessizce oturmaya ve sinirlenmemeye devam ediyordu.
Adamın bu halini gören çocuklar en sonunda hakaret etmekten yoruldular ve sustular.
Onların bu sessizliğini gören rahip, ”Çocuklar, bana söyleyecek başka küfürünüz
kalmadı mı? Varsa lütfen onları şimdi söyleyin. Şimdi gireceğimiz köyde herkes beni
tanır ve saygı duyarlar. Sizi bana kötü şeyler söylerken görürlerse orada sizi fena
halde döverler. Ben de o zaman çok üzülürüm!” dedi.
Bu sözleri duyan çocuklar davranışları için ondan çok özür dilediler. Rahibin
ayaklarına kapandılar ve kendilerini af etmesi için yalvardılar.
48-
HAZIRCEVAPLIĞIN SÜSSÜZ SANATI
Winston Churchill espri gücü ve hazırcevaplılığı ile ünlü idi. Fakat küçük bir
çocukken o kadar zeki değildi. Okulda pek başarılı değildi. Kendine güven, sıkı
çalışma ve büyük gayretle İngiltere’nin Başbakan’ı olmayı başardı.
Genç bir adamken orduya katıldı. Sonra politikaya atıldı ve kendisini iyi bir hatip
olarak yetiştirdi. Bir toplantıda konuşma yapmadan önce bir aynanın önünde durur ve
kalabalığı etkileyecek hareketleri, mimikleri prova ederdi. Böylece sürekli olarak
kendisini düzeltirdi.
Bir seferinde bir seçim kampanyası mitinginde rakip partiye sözünü esirgemeden
yükleniyordu. Kalabalık içinden bir kadın Churchill’in sözlerine çok kızmıştı, şöyle
bağırdı, ”Sus be adam, eğer ben senin karın olsaydım senin yemeğine zehir
koyardım!” Churchill sakince cevapladı, ”Hanımefendi, eğer ben sizin kocanız
olsaydım o zehir şişesini kendi boğazımdan aşağı dökerdim!”
Bir seferinde muhalefet partisinden bir milletvekili Churchill’in konuşmasına cevap
veriyordu. Churchill’i kapalı gözlerle otururken görünce kendisini dinlemediğini
zannetti. Churchill gibi bir insanın muhalefetten birisi konuşurken uykuya dalmasını
alaya aldı ve hakaret etti.
Churchill hemen ayağa kalkarak cevap verdi, ”Efendim ben uyumuyordum. Eğer
uyumuş olsaydım, çok mutlu olacaktım. Uyumadığım için saygıdeğer milletvekilinin
bütün konuşmasını dinlemek zorunda kaldım.”
Bu cevap bütün parlamentoyu kahkahalara boğdu. İnsan sıkıntılı bir durumdan
kendisini kurtaracak hazırcevaplılığı geliştirmelidir.
İ-
MASAL SOKAĞI
1- SARI KUŞ
Pelin’in canı çok sıkılıyordu. Oyuncakları ile oynuyor, pencereden dışarıyı
seyrediyor, ama sıkıntısı bir türlü geçmiyordu.
Bir akşam babası eve bir kuş kafesi ile geldi ve “Bu kuş sana arkadaş olabilir”
dedi. Pelin kafesteki sarı kuşu görünce çok sevindi. Kuşu alarak odasına götürdü. Artık
bütün gününü kuşu ile beraber geçiriyordu. Onun yemini veriyor, suyunu tazeliyordu.
Kafesinin içini kendi odasını tuttuğu gibi tertemiz tutuyordu. Ancal bütün bunlara
rağmen kafesteki sarı kuş çok mutsuz gözüküyordu.
Pelin onu mutlu edebilmek amacı ile kafesin içine ayna koydu ve bir salıncak
yerleştirdi. Ama boşuna! Sarı kuş bütün gün kafesin bir köşesine büzüşüp oturuyor ve
yine mutsuz gözküyordu.
Pelin düşündü düşündü ama kuşun mutsuzluğunun sebebini bulamadı. O gece
rüyasında sarı kuşu gördü. Sarı kuş ormanda arkadaşları ile beraber uçuyor, daldan
dala konuyor ve çok mutlu gözüküyordu. Pelin kuş üzerine konsun diye elini uzattı,
ama kuş uçup kaçıverdi.
Pelin uyanır uyanmaz gördüğü rüyayı hatırladı; ne yapması gerektiğini anlamıştı.
O gün annesi ile beraber parka gittiler ve parkta ağaçların arasında iken kafesin
kapağını açarak kuşu özgürlüğüne kavuşturdu. Gökyüzüne doğru neşeyle havalanan
kuş çok mutlu olmuştu.
Pelin o günden sonra ne zaman bir kuş görse o sarı kuşa nasıl yardım ettiğini
düşünerek gülümsüyordu.
2- BAŞKALARINI MUTLU ETTİĞİMİZ ZAMAN MUTLU OLURUZ – KÜSTÜM
ÇİÇEĞİ
Ceren mutlu olmak istiyordu. Annesine giderek sordu, “Anneciğim ben her zaman
mutlu olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?”
Annesi Ceren’in bu sorusuna gülerek cevap verdi. “Sürekli mutluluk diye bir şey
yoktur. Mutluluk iki acı arasında bir moladır. Bir müddet mutlu olursun, sonra herhangi
bir şey senin o mutluluğunu bozar veya sen o duruma alıştığın için artık aynı şekilde
hissetmezsin. Ama istersen senin bugünkü mutsuzluğunu gidermek için beraberce
dışarıya çıkalım, ne dersin?”
Ceren ve annesi beraberce dışarıya çıktılar. Caddede yürürken annesi bir çiçekçi
dükkânından içeriye girdi. Oradan bir çiçek aldılar. Eve döndüklerinde annesi Ceren’e,
“Cerenciğim, bu çiçek senin. Onun adı Küstümçiçeği, ona iyi bak olur mu?” dedi.
Ceren çiçeğini çok sevmişti. Saksıyı alıp odasına götürdü. Ancak çiçek çok narindi.
Dallarına dokununca küsüyor, bir gün su vermeyince solmaya başlıyordu. Ceren,
çiçeği mutlu edebilmek için ona vaktinde su vermesi gerektiğini ve dallarına fazla
dokunmamak gerektiğini anladı.
Ceren birkaç gün sonra annesine giderek şöyle dedi, “Anneciğim, Küstümçiçeği
mutlu olunca ben de mutlu oluyorum.”
Annesi gülümsedi, “Senin adına çok sevindim” dedi. “Sürekli mutlu olmak için her
zaman başkalarını mutlu etmeye gayret etmeliyiz, sen bunu anlamışsın!”
3- KAVGACI ÇOCUK
Tarık sürekli olarak arkadaşları ile kavga ediyor ve onlara kırıcı sözler söylüyordu.
Bir gün öğretmeni onu karşısına alarak nasihat etti. “Sevgili Tarık, sen başkalarını
incittiğin zaman hiç doğru bir şey yapmıyorsun, biliyorsun değil mi?”
“Evet efendim” diye cevap verdi Tarık, “Fakat bazen kendime hakim olamıyorum.”
“Bak Tarık” diye devam etti öğretmeni, “Ben sana bir torba çivi ve bir tahta parçası
vereceğim. Senin vazifen arkadaşlarına her kötü bir şey söylediğinde bu tahtaya bir çivi
çakman! Tamam mı? Artık tahtaya hiç çivi çakmayacak hale gelmen gerekiyor, anlaştık
mı?”
“Tamam yapacağım” diye Tarık cevap verdi. “Bundan sonra sinirlenmemeye
çalışacağım.”
Tarık o günden sonra kavga ettiği zaman veya sadece öfkelense bile tahtaya bir çivi
çakmaya başladı. İlk hafta tahtanın yarısını çivi ile doldurmuştu bile. Tahtaya bakınca
utandı ve ondan sonraki günler tahtaya çakılan çivilerin sayısı gitgide azalmaya başladı.
Bir gün akşam olduğunda Tarık o gün, bir önceki gün ve hatta ondan önceki gün
tahtaya hiç çivi çakmadığını fark etti. Heyecan içinde tahtayı alarak öğretmenine götürdü.
Öğretmeni, “Aferin Tarık” dedi, “Şimdi senden istediğim şey kötü söz söylemediğin, kavfa
etmediğin ve öfkelenmediğin her gün akşamında bu tahtadan bir tane çivi sökmen. Bunu
yapabilir misin?” Tarık, “Tabii yapabilirim öğretmenim” diye yanıtladı ve sonra çivili tahtayı
alıp yine evine döndü.
Tarık sinirlenmediği her gün için tahtadan bir çivi sökmeye başladı. En sonunda bir
gün tahtanın üzerinde hiç çivi kalmadığını gördü. Ertesi gün yine sevinç içinde tahtayı
öğretmenine götürdü. Artık öğretmeninin dediğini yapabildiğini ve başardığını
hissediyordu. İçi içine sığmayarak tahtayı alıp öğretmenine götürdü. Öğretmeni tahtayı
boş görünce çok mutlu oldu. “Sevgili Tarık seni kutluyorum. Artık sen kendini değiştirmeyi
başardın. Tahtaya hiç çivi kalmamış, demek ki artık kimsenin kalbini yaralamıyorsun. Ben
senin adına çok sevindim. Ama acaba bu tahtaya baktığında ne görüyorsun, onu bana
söyler misin?”
Tarık, “Boş bir tahta öğretmenim. Ha bir de tahtanın üzerinde kalmış delikler var
onları mı soruyorsunuz öğretmenim?”
“Aynen öyle Tarık! İşte bu delikler aynı senin başkalarına kötü şeyler söyleyip, kötü
davrandığın zaman onların kalplerinde açılan deliklere benziyorlar. Sen sonradan özür
dilesen ve onlar seni affetseler bile o delikler orada kapanmadan kalıyorlar, bunu biliyor
musun? Bu yüzden bundan sonra bunu aklından hiç çıkarma olur mu, benim güzel
oğlum?”
Tarık yaptığı hatayı anlamıştı, “Öğretmenim beni uyardığınız ve yol gösterdiğiniz
için size çok teşekkür ederim” dedi, “Bundan sonraki hayatımda hiç kimsenin kalbini
kırmamaya gayret edeceğim.”
4- REÇEL PARTİSİ
Cem o gün okulda çok acıkmıştı. Canı fena halde tatlı bir şeyler çekiyordu. Bütün
öğleden sonra evde mutfakta rafta duran reçel kavanozunu düşündü çünkü öğlen
teneffüsünde sıra arkadaşı Hakan kocaman reçelli bir ekmek yemişti. Cem son zil çalar
çalmaz koşarak eve gitti.
Eve girince ilk iş olarak kendisine reçelli bir ekmek hazırlamak istedi ve reçel
kavanozunun olduğu rafa uzandı. O sırada bir de baktı ki uzun bir karınca konvoyu reçel
kavanozuna doğru ilerliyorlar. Hemen kavanozu aldı ve karıncaları dağıttı.
Kavanozu mutfaktaki masanın üzerine koydu ve kendisine nefis bir dilim reçelli
ekmek hazırladı. Ekmek dilimin afiyetle yemek için hazırlandı. Tam dilimden ilk lokmayı
ısıracaktı ki aklına sınıfta arkadaşı Hakan reçelli ekmeğini yerken kendisinin nasıl
özendiği geldi. Şimdi de karıncalar kendisi ile aynı durumdalardı. Isırdığı lokmayı
yutamadı.
Hemen dolaptan küçük bir kase çıkardı ve içine reçel koydu. Kaseyi karıncaların
evden içeriye girdikleri küçük deliğin önüne evin dışına koydu. “Aklın size güzel bir reçel
partisi!” dedi gülerek. Karıncalar hemen yine uzun bir kuyruk oluşturarak reçele geldiler.
Cem de reçeli karıncalarla paylaşmanın mutluluğu içinde elindeki reçelli ekmeği ısırarak
afiyetle yedi.
5- KURT VE SİNCAP
Sevimli bir sincap ağacın üzerindeki yuvasında oynarken birden ayağı kaydı ve
aşağıya düştü. Düştüğü yer yumuşacıktı. Sincap doğrulduğunda bir kurtun üzerine
düştüğünü görünce çok şaşırdı.
Hemen korku içinde kurttan özür diledi, “Çok afedersiniz, sizi rahatsız ettiğim için
çok özür dilerim. Ben ağaçtan kaza ile sizin üzerinize düştüm.”
Kurt aç olsa idi kesinlikle sincabı affetmez bir lokmada yutardı ama o anda o kadar
toktu ki umursamadan cevap verdi. “Seni bağışlarım ama bir şartım var.”
“Buyurun” dedi sincap, “Sizi dinliyorum.”
Kurt, “Hep merak ettiğim bir şey var. Ne zaman bir sincap görsem, oynuyor,
eğleniyor. Üstelik herkes de sizleri çok seviyor. Sincapları böyle mutlu yapan şey nedir?”
Sincap şöyle cevap verdi, “Bundan kolay bir şey mi var! Tabii ki siz kurtlar .ok
huysuz ve mutsuzsunuz. Kendinizden başka hiç kimseyi düşünmüyor, kimseye
acımıyorsunuz. Bu özellikleriniz yüzünden hiç kimse sizi sevmiyor. Oysa biz sincaplar hiç
kimseyi incitmeyiz. Her zaman neşeliyiz. Bu yüzden herkes tarafından sevildiğimiz için de
her zaman mutluyuz.”
6- TİLKİ VE KÜÇÜK PRENS
Küçük prens ormanda dolaşırken bir ses işitti. “Merhaba” Küçük prens etrafına
bakındı ama kimseyi göremedi. “Buradayım” dedi ses, ileride elma ağacının altındayım.
Küçük prens bakınca bir tilki gördü ve “Merhaba, size de merhaba” diye cevap verdi.
Tilki, “Ben çok yalnızım. Haydi gel birlikte oynayalım mı?” diye sordu. Küçük Prens,
“Ama ben seni tanımıyorum ki?” diye cevap verdi. Tilki, “Alışık olmak ne demek, ben
bilmiyorum” dedi.
“Yani şöyle” diye anlatmaya başladı küçük prens, “Mesela sen benim için herhangi
bir tilkisin, ben de senin için herhangi çocuğum. Ama biz birbirimize alışırsak o zaman iyi
arkadaş olabiliriz.”
Tilki, “Peki birbirimize alışmak için ne gerekli diye sordu. Küçük prens şöyle
yanıtladı, “Bunun için sabırlı olmalısın. Birbirimizi tanımamız için zaman gerekli. Birbirimiz
daha iyi tanıdıkça daha yakınlaşabilir ve o zaman arkadaş olabiliriz.”
Tilki ve Küçük prens her gün buluştular, birbirlerini sevdiler ve sonunda iyi arkadaş
oldular.
7- RENKLERİN KARDEŞLİĞİ
Yeryüzünü kaplayan yeşil etrafındaki diğer renklere seslendi, “Görüyor musunuz,
ben ne kadar güzelim. Ben her türlü hayatın rengiyim. Çimenler, ağaçlar ve yaprakların
hepsi benim rengimde. Renklerin sultanı benim!”
Gökyüzünü kaplayan mavi bu sözlere şöyle cevap verdi, “Dünya dediğin yalnızca
yeryüzünden ibaret değil ki! Şu gökyüzüne ve dünyayı kaplayan denizlere baksana!
Hepsi benim rengimde. Benim verdiğim huzur olmasaydı senin hiçbir önemin kalmazdı.”
Bunları işiten kırmızı da söze karıştı, “Siz ne diyorsunuz? Ben her türlü canlıya can
veren kanın rengiyim. Hayatta her türlü aşk hikâyesi benimle sembolleşir. Aşk olmadan
yaşanır mı? Ben olmasam dünya çok renksiz ve cansız görünürdü.”
Bu sırada beyaz rengin nazik sesi duyuldu, “Ben varken renklerin sultanı kim
oluyormuş? Güneşle el ele verince ben bütün dünyayı hâkimiyetim altına alırım. Ben
saflığın ve temizliğin rengiyim. Beyazdan daha güzel bir renk olabilir mi?”
Renkler bu şekilde kendileri ile övünmeyi sürdürürken birden yağmur yağmaya
başladı. Her rengin üzerini yağmur damlaları kaplamaya başlamıştı. Söze yağmur karıştı,
“Boşuna birbirinizi incitiyorsunuz! Her bir renk birbirinden farklıdır ve güzeldir. Ben şimdi
size el ele verdiğinizde ne kadar güzel olduğunuzu göstereceğim.”
Yağmur onarlı bir araya getirerek çok güzel bir gökkuşağı oluşturdu. İşte o günden
bu yana gökkuşağı, barışın ve kardeşliğin simgesi ve sembolü oldu.
8- EVLAT SEVGİSİ
Bir kralın üç oğlu vardı. Kral hepsini de çok seviyordu. Fakat çocuklar babalarının
hangisini daha çok sevdiğini öğrenmek istediler. Babalarına giderek sordular, “Baba sen
hangimizi en çok seviyorsun?”
Babaları şöyle yanıtladı, ”Ben en çok sevdiğim oğluma mavi bir taş hediye
edeceğim. Fakat mavi taşı elinde bulunduran diğerlerine göstermesin. Ancak ben ölünce
her biriniz elinizdeki taşı diğerlerinize gösterebilirsiniz.”
Kral taşları hazırladı ve küçük birer kutu içinde üç oğluna hediye etti. Hepsi heyecan
içinde odalarına çekilerek kutunun içindeki taşın rengine baktılar.
Aradan bir süre geçtikten sonra kral ağır bir hastalığa kapılarak vefat etti. Kralın üç
oğlu da diğer kardeşlerindeki taşın rengini merak ediyordu. Artık ellerindeki taşları
birbirlerine gösterebilirlerdi. Sonunda babalarının verdiği kutuları alarak bir araya geldiler.
Hepsi kutularını açınca üç kutunun da içinde mavi taş olduğu ortaya çıktı.
Kral üç oğlunu da aynı büyük sevgi ile seviyormuş.
9- HER SANA YARDIM EDEN İYİLİĞİNİ DÜŞÜNMÜYOR OLABİLİR
Kırlangıç kuşu o sene yaralı olduğu için arkadaşları ile beraber göç edememiş ve
yalnız başına geride kalmıştı. Kış başlayıp ta soğuklar bastırınca her yeri karlar kapladı.
Kırlangıç kuşu sığınacak bir yer aradı. Çok acıkmıştı ve yiyecek bir şey bulamıyordu.
Artık gücü tükenmek üzereyken son bir gayret belki bir şey bulabilirim umudu ile
uçarak havaya yükseldi. Uçarak çevrede yiyecek bir şey arıyordu. Fakat akşamüzeri
hava iyice soğudu ve kırlangıcın kanatları çıkan rüzgârla beraber soğuktan dondu ve
tüyleri birbirine yapıştı. Kırlangıç bir külçe gibi aşağıya düştü. Fakat şansına düştüğü yer
yumuşak karla kaplı idi. Kırlangıç düşmekten kurtulmuştu ama yine de soğuktan donduğu
için kıpırdayamıyordu.
Biraz sonra orada geçmekte olan bir inek kırlangıcın üzerine pisledi. Kırlangıç sıcak
pisliğin içinde kendine geldi ve buzları çözüldü. Kanatlarını çırparak pisliğin içinden
çıkmaya çalıştı. Fakat maalesef oradan geçmekte olan bir tilki onun çırpınmalarını gördü
ve gelerek onu pisliğin içinden çıkardı ve yedi.
Bu hikâyenin ana fikri şöyledir, “Size pislik atan herkes sizin kötülüğünüzü
düşünmüyor olabilir ve size yardım ederek sizi bir sıkıntının içinden kurtaran herkes de
sizin iyiliğinizi düşünmüyor olabilir”
10-
ONU SEVİYORSAN ONU MUTLU ETMELİSİN
Merve yaz tatili için dedesinin çiftliğine gitmişti. Çiftlikte yaşam çok eğlenceli idi.
Çiçekler, ağaçlar, tavuklar, inekler ve çoban köpeği Karabaş, hepsi de Merve’nin oyun
arkadaşları idi.
Bir sabah Merve cik cik sesleri ile erkenden uyandı. Penceresinin tam önünde minik
bir kırlangıç ötüyordu. Merve yavaşça pencereyi açtı ve kuşu korkutmadan dikkatli bir
şekilde avuçlarının içine aldı ve hemen dedesine koştu. Dedesi kuşu eline alıp evirip
çevirerek kontrol etti. Kırlangıcın kanadı kırılmıştı ve uçamıyordu. Dedesi ve Merve
birlikte zavallı kırlangıcın kanadını sardılar ve ona çimenlerden ve samanlardan rahat bir
yatak yaptılar.
Dedesi Merve’ye şöyle dedi, “Sevgili Merve, bu kuş senin misafirin oldu. Ona iyi
bakarsan kısa zamanda iyileşir” Merve bu işi kendisine görev edinmişti. Kuşun yemini ve
temiz suyunu hiç ihmal etmiyordu. Yarasını pansuman ediyor ve sonra tekrar sargı bezi
ile sarıyordu.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra kuşun sargılarını tamamen söktü. Kırlangıç
artık serbestçe hareket edebiliyordu.
Bir gün dedesi kuşu görmeye geldi ve kırlangıcın tamamen iyileştiğini gördü.
Merve’ye, “Artık onu uçurabilirsin” dedi. Merve, “Ama o benim kuşum” diyerek boyunu
büktü. Dedesi şöyle güzelce yanıtladı, “Sen onu yaralı buldun ve onu iyileştirebilmek için
elinden geleni yaptın. Ama unutma ki kuşlar ancak göklerde uçabilirlerse mutlu olabilirler.
Eğer onu gerçekten seviyorsan onun mutlu olmasını istersin, öyle değil mi?”
Merve dedesinin haklı olduğunu anlamıştı. Minik kırlangıçtan ayrılacağı için ne
kadar üzülse de kuşunu tutsak etme hakkı olmadığını kabul etti.
Sabah erken saatlerde Merve pencereyi açarak kırlangıcı serbest bırakarak
uçmasını sağladı. Kuş ağaçların arasında kayboldu, gitti.
11-
DÜRÜST ÇOBAN
Yoksul bir çoban keçilerini her zamanki gibi köyün yukarılarındaki dağlarda
otlatmaya götürmüştü. Bu sefer dağın başka bir tepesine doğru yöneldiler. Keçiler
otlarken koyun bir taşın üzerine oturdu ve kavalını çalmaya başladı.
O sırada bir grup insanın tepenin yukarılarındaki patikadan aşağıya indiğini fark etti.
Onlar kendisini göremiyorlardı. Büyük bir taşın önüne geldiklerinde içlerinden bir kenarda
gizli duran bir kolu çekti ve o kocaman taş büyük bir gürültü ile kenara doğru hareket etti.
Adamlar birer birer açılan kapıdan içeriye girdiler ve içeride bir müddet kaldıktan sonra
çekip gittiler. Giderken de kolu tekrar çekerek kapı vazifesi gören taşı eski yerine
getirdiler.
Çoban onlar gittikten sonra büyük bir meraka kapıldı. “Acaba içeride ne var?” diye
düşünüyordu. İhtiyatla taşa doğru yaklaştı ve kenarda duran kolu aradı. Kayanın yarıkları
arasında gizli olan kol manivelasını buldu. Kolu çekince koca taş yine gürültü ile kenara
çekilerek açıldı. Çoban karanlık dehlizden ilerleyerek büyük bir salon gibi bir mağaraya
geldi. İçeriye sızan günışığının altında mücevherler, altın paralar, elmaslar, yakutlar
parıldıyorlardı. Çoban, “Bu mücevherler bu adamların olmalı” diye düşündü. İçeriyi
gezdikten sonra bir tane bile bir şey almadan mağaranın dışına çıktı ve kapıyı tekrar
kapatarak sürüsünün başına gitti.
Meğerse o sırada adamların koyduğu bir gözcü bizim çobanı izliyordu. Akşam olup
da adamlar geri gelince onlara olan biteni anlattı. Çoban ertesi gün yine keçilerini
otlatmaya çıkarınca hemen yanına doğru gittiler. Adamlar kendisinden şunu öğrenmek
istiyorlardı, “Biz bu hazineyi uzun zamandan beri burada saklıyorduk. İlke defa birisi onun
yerini keşfetti. Ama bizi hayrete düşüren şey nasıl olup da o hazineyi bulan kişinin onun
içinden en ufak bile bir şey almadan ayrılması oldu. Biz hazineyi saydık, hepsi tastamam.
Neden içinden bir tek şey bile almadın?”
Fakir çoban çok basitçe cevapladı, “Ama efendim, o altınlar bana ait değil ki, nasıl
sahibinin haberi ve rızası olmadan ben başkasından bir şey alabilirim? Bunun adı
hırsızlıktır.”
Adamlar söyleyecek söz bulamadılar, belli ki hırsızlık yaparak edindikleri bu
hazineden ötürü şimdi utanmaya başlamışlardı.
12-
SEN NE İSTERSEN
Selim çok başarılı bir öğrenci idi. Ayrıca sanata da çok meraklı olduğu için resim
dersini çok seviyordu. O gün yine resim dersi olduğu için resim yaptığı boyalarını alarak
heyecan içinde derse girdi. Öğretmen tahtaya bir çiçek resmi çizdi ve onlardan benzerini
yapmalarını istedi. Selim kendisinden istenileni yaptı ama aklı fikri hayalinde kurduğu
şeyleri çizmekti. Ertesi ders öğretmen bu sefer elinde hamur ile çıkageldi. Çocuklardan
bir tabak yapmalarını istiyordu. Halbuki Selim’in hayalinde hamurdan filler, zürafalar,
çeşitli heykeller yapmak vardı.
Aradan bir süre geçtikten sonra Selim ve ailesi başka bir mahalleye taşındılar. Selim
yeni mahallesindeki okula kayıt yaptırdı. Orada da resim dersi vardı ve ilk defa derse
katıldığında Selim çok şaşırdı. Öğretmenine “Ne çizeceğiz?” diye sorduğunda şöyle bir
cevap aldı, “Buna sen karar vereceksin, sen ne istersen onu çiz!”
Sellim bu yeni okulunu ve yeni öğretmenini çok sevmişti.
13-
ÇİRKİN PRENS
Kralın çok çirkin bir oğlu vardı. Fakat oğlan çok iyi kalpli bir çocuktu. Çocuk
etrafındaki herkese yardım etmeye ve onarlı mutlu etmeye çalışıyordu. Bütün arkadaşları
onu çok seviyorlardı. Babası bir gün kraliyet tacını oğluna bırakacağı için onu hayırhayırlı
bir kısmet ile evlendirmeye çalışıyordu.
Çirkin prens bir gün çeşme başında çok güzel bir kız gördü. Kız fakir bir oduncunun
kızı idi ve hiç okuyamamıştı. Hayat hakkında fazla bilgisi olmamasına rağmen o da çok iyi
kalpli ve merhametli idi. İkisi gözgöze geldiklerinde birbirlerine vuruldular. Birbirleri ile çok
iyi anlaşıyor ve birbirlerini çok seviyorlardı.
Kral oğlunu evlendirebileceği iyi bir kız bulduğuna çok seviniyordu. Dillere destan bir
düğün ile evlendiler. Düğüne katılanlar prensin çirkinliğine dikkat çekiyorlar, ama diğer
yönden de kızın güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlardı.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra prens ve prenses komşu ülkedeki başka bir
düğüne katılmak üzere davet aldılar. Düğüne katıldıklarında konuklar şaşkınlıktan dillerini
yutacaklardı. O çirkin prens gitmiş, yerini yakışıklı ve güzel yüzlü bir prens almıştı. Prens
ve prensesin yanına koşarak bunun nasıl gerçekleştiğini sordular. Onlar da bu sorunun
cevabını bilmiyorlardı.
Şurası belli idi ki kızın iyiliği ve yakın ilgisi prensin yüzünü de güzelleştirmişti.
14-
KİMSESİZ İHTİYAR ADAM
Ihlamur Sokakta yalnız bir ihtiyar adam yaşıyordu. İhtiyar adam evinden pek
çıkmaz, sürekli olarak penceresinin önünde oturarak gelen geçeni seyrederdi. Çocuklar
sokakta oynarken onu gördüklerinde birbirlerini korkutucu hikayeler anlatırlardı.
Bir yaz günü yine böyle sokakta oynarlarken Ali yaşlı adamın pencerede olmadığını
fark etti. Oysa adam bir saat gibi hiç şaşmaz o saatlerde her zaman penceresinin önünde
otururdu. Ali ,”Acaba ne oldu?” diye düşündü. Çocuklar ona, “Sana ne, sen işine bak,
haydi gel oynamaya devam edelim” dediler. Ancak Ali, “Geçen gün ben onun bir kedi
beslediğini gördüm, o kötü bir insan olamaz, neden korkacak mışım? Ben gidip bir kontrol
edeceğim” diye düşündü.
Sonra doğruca ihtiyar adamın kapısına giderek kapıyı çaldı. Epeyce bekledikten
sonra kapı gıcırdayarak açıldı. İhtiyar adam hasta olmuştu ve perişan bir halde idi. “Seni
kim gönderdi?” diye sordu. Ali, “Kimse göndermedi, belki yardıma ihtiyacınız olabilir diye
ben kendim geldim” diye cevapladı.
İhtiyar adam şaşkın şaşkın Ali’ye bakakaldı. Gözleri yaşla doldu. “Bana bir çorba
kaynatabilirsen çok makbule geçer, kendim kalkıp yapamadım” dedi.
Ali, “Memnuniyetle” diyerek içeriye girdi. Yaşlı adama çorbasını verdikten sonra,
eczaneye giderek ilaçlarını, bakkala giderek ihtiyaçlarını aldı. Adamın kısa sürede gözleri
açıldı ve kendine geldi.
Kimsesi olmayan adam ile Ali o günden sonra çok iyi dost oldular. İhtiyar adam artık
kimsesiz değildi.
15-
GERÇEK KRAL
Bir ülkede kralın ve vezirinin aynı anda birer oğlu olmuştu. Hükümdar bir erkek evlat
sahibi olmanın sevinci ile büyük bir eğlence düzenledi, herkese altınlar dağıttı. Herkes
kralın oğlunu konuşuyordu, vezirin oğlu tamamen unutulmuştu.
Aradan zaman geçti. Kralın oğlu büyük bir ilgi ile büyütülüyor, şımartılıyor, bir dediği
iki edilmiyordu. Çocuk bir yaramazlık yapsa bile kral onu affediyor, bir oğlu olduğuna
şükrederek kimseye laf ettirmiyordu. Bu yüzden hiç kimse de prense bir şey söyleme,
doğru yolu gösterme cesareti bulamıyordu.
Vezir ise oğlunun terbiyesi ile yakından ilgileniyor, onu topluma faydalı bir çocuk
olarak yetiştirmeye gayret ediyordu. Kötü davranışlarını ikaz ederek düzeltiyor, iyi
davranışlarını teşvik ediyordu. Vezirin oğlu bir İnsani Değerler timsali olarak büyüyüp
gelişti.
Hükümdarın oğlu ise günden güne daha da şımararak büyüdü ve etrafındaki hiç
kimseyi beğenmez oldu. Yalnızca kendisini beğeniyor ve kibirleniyordu. Bütün gününü
eğlenerek, dalga geçerek geçiriyordu.
Kral artık yaşlanmaya başlamıştı. Yerine kimi geçireceğini düşündü. Oğlunu çok
sevmesine rağmen onun ülkeyi yönetecek niteliklerde olmadığını görüyordu. Hükümdar,
oğlunu böyle şımarık ve sorumsuz büyütmekle ne kadar büyük bir hata yaptığının farkına
vardı ve vezirin oğlunu ülkenin kralı olarak ilan etti.
16-
ÖDÜL KİMİN?
Kral ülkede geniş bir yol yaptırmış ve yolun açılışı için de herkese açık bir koşu
yarışması düzenlemişti. Ülkede birçok genç bu yarışmaya katılmaya karar verdiler. Kralın
yarışı kazanana büyük bir ödül vereceği ilan edilmişti.
Yarış günü geldiğinde gençler kralın huzuruna çıktılar ve sonunda yarış başladı.
Yarışın sonuna doğru daralan yolun ortasında kocaman bir taş vardı ve geçişi
zorlaştırıyordu. Yarışın finişine yaklaşan genç daha fazla ilerleyemiyordu. Yolun
ortasındaki bu taşın arkadaşlarının geçişini zorlaştıracağını düşündü. Büyük bir gayretle
taşı kenara doğru itmeye başladı. O sırada finişe yaklaşan diğer gençler söylenerek onun
yanından geçtiler ve ne diye bununla uğraştığını sordular. Ama bizimki bırakmadı. Biraz
daha gayretle itince koca kaya yerinden oynadı ve kenara doğru yuvarlandı. Yarışçı genç
başarmıştı. Tam o sırada kayanın durduğu yerde bir kese altın gördü. Yerdeki altını aldı
ve koşarak yarışı bitirdi. Sonuncu olmuştu. Hemen kralın yanına giderek altın kesesini
teslim etti. Kral bilmiyormuş gibi sordu, “Nereden geldi bu altınlar, kime ait bunlar?”
Oğlan nefes nefeseydi, “Bilmiyorum efendim, ben yolun ortasındaki kayayı kenara
çekince altından çıktı. Siz sahibini bulabilirsiniz herhalde!”
Kral gülümseyerek cevap verdi, “O altınlar sana ait delikanlı, bu yarışmanın ödülü o
altınlardı. Yolun ortasındaki engeli kaldıran birinci olacaktı. Sen kazandın, tebrik ederim!”
Orada bulunanlar çılgınca alkışladılar.
17-
KİMSESİZ İHTİYAR ADAM
Seattle Özel Özürlüler Olimpiyatları'da Verilen Ders
1976 Seattle Özel Olimpiyatları'nda yaklaşık 9 zihinsel ve bedensel özürlü 100
metre yarışı için başlama çizgisine dizildiler. İçlerinde özel bastonu ile neredeyse normal
yürüyüş hızında bile yürüyemeyen katılımcılar vardı.
Başlangıç işareti alışık olunduğu üzere silah atışı ile yapılmamış, bir piyanonun
tuşuna basılmak itibariyle yarış başlamıştı. Başlama işareti verildiğinde hepsi birliken
hamle yaptılar. Bu da alışık olunduğu gibi hızlı bir başlangıç değildi. Ama hepsi
yüzlerindeki gülümseme ile yarışı kazanmak, en azından bitirmek istiyordu.
Daha savaşın başında aralarından bir tanesi tökezleyerek yere kapaklandı. Hem
can acısından hem de geride kalmanın verdiği üzüntüden avazı çıktığı kadar ağlamaya
başladı. İşte o an tribündeki tüm insanların gözlerini yaşartan bir olay yaşandı. Ağlama
sesini duyan diğer 8 yarışmacı yavaşlayıp geriye baktılar. Sonra hep birlikte geriye dönüp
yerdeki arkadaşlarının yanına geldiler. İçlerinden down sendromlu olan bir kız eğilip onu
yanağından öptü ve ayağa kaldırdı. Sonra dokuzu birden kolkola girerek bitiş çizgisine
doğru hep birlikte yürüdüler.
Tribündeki herkes elleri acıyana kadar alkışladılar. O gün orada bulunanlar belki de
hayatlarının en güzel dersini almışlardı.
Başkasının kazanmasına yardım edersen herkes kazanır.
Siz de bir engellinin hayatında fark yaratabilirsiniz.
KENDİSİNE SAYGISI OLMAYAN ÖZÜR(SÜZ)LERİN DİKKATİNE .. !
Amerika, Seattle’da her sene Özürlüler Özel Olimpiyatları düzenlenir. Türkiye’deki
televizyonlar ve yazılı basın da ibret olsun diye, sayfalarında ve kanallarında bu habere
geniş yer verirler. Ama maalesef ülkemizde zaman zaman duvarlara asılan pankartlar ve
kişisel girişimler dışında özürlüler için yapılmış pek de fazla bir şey duyamayız.
Her neyse...
1976 yılında da A.B.D. Seattle Özel Olimpiyatları'nda, 9 zihinsel ve bedensel özürlü
100 metre koşusu için başlama çizgisine dizildiler. İçlerinde özel bastonu ile neredeyse
normal yürüyüş hızında bile yürüyemeyen katılımcılar vardı. ?
Başlangıç işareti alışık olunduğu üzere silah atışı ile yapılmamış ve bir piyanonun
tuşuna basılmak suretiyle yarış başlamıştı. Başlama işareti verildiğinde hepsi birlikte
hamle yaptılar. Bu da alışık olunduğu gibi hızlı bir başlangıç değildi. Ama hepsi
yüzlerindeki gülümseme ile yarışı kazanmak, en azından bitirmek istiyordu.
Daha bu zorlu savaşın başında aralarından genç bir delikanlı tökezleyerek yere
düştü. Hem can acısından hem de geride kalmanın verdiği üzüntüden avazı çıktığı kadar
ağlamaya başladı.
İşte o an izleyen tüm insanların gözlerini yaşartan bir olay yaşandı.
Ağlama sesini duyan diğer 8 yarışmacı yavaşlayıp geriye baktılar. Sonra hep birlikte
geriye dönüp yerdeki arkadaşlarının yanına geldiler.
İçlerinden down sendromlu olan bir kız eğilip onu yanağından öptü,
"Bu onun daha iyi olmasını sağlar." dedi ve ayağa kaldırdı.
Sonra dokuzu birden kolkola girerek bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler.
Tribündeki izleyiciler elleri acıyana kadar onları alkışladılar... O gün orada bulunanlar
belki de hayatlarının en güzel dersini almışlardı.
Onlar başkasının kazanmasına yardım ettiler ve herkes kazandı...
18-
FISILTI VE TUĞLA
Fısıltı Ve Tuğla
Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde
geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat
ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça
geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti.
Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü. Arabadan indi, orada
bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya
başladı; "Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice
sinirlenerek devam etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok
pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer
tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken
çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu. "Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı
ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli
sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için çok ağır!"
Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici boğazında büyüyen yumruyu
zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu.
Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "Teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı
olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru
götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü.
Uzun ve yavaş bir yürüyüştü. Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan
çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması
gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen dinleyecek kadar zamanınız
olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın…