İtalik - İstanbul Ticaret Üniversitesi

1
Merhaba,
Yeniden bir akademik döneme daha başladık. En son sayımızdan bu yana
öğrencilerimizi mezun ettik, şimdi de yeni öğrencilerimizle buluştuk. Her
mezun öğrencimizle biraz azaldık, onlar bizlerden birşeyler alıp götürdüler
ama yine onlarla çoğaldık, çünkü biliyoruz ki verdiklerimizi onlar da çevrelerine yayıp bizi büyütecekler.
Öğrencilerimiz tatilde bir önceki dönemin yorgunluğuna atarken bizler
çalışmalarımızı sürdürdük. Bir süredir eksikliğini hissettiğimiz ve yapmak
istediğimiz bir şeyi başardık ve fakültemize bir logo tasarladık. Sadece fakültemize de değil, uygulama birimlerimize de. Bir markalaşma sürecinde
çıktığımız yolda fakültemize İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kısaltması olarak TİF demeyi uygun bulduk. Bu süreçte bir çok arkadaşımın emeği geçti, onlara teşekkürlerimi sunuyorum.
Öğrencilerimizin katkısıyla hazırlanan İtalik, yine dolu haberleriyle sizlere ulaşıyor. Bu sayıda medya sektöründen önemli isimlerle gerçekleştirilmiş söyleşiler sizleri bekliyor. Habertürk Gazetesi Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım, ekonomi haberciliği konusunu anlatırken, Türkiye’nin
en önemli fotomuhabirlerinden olan Ali Öz hayata ve mesleğine bakışını
paylaşıyor. Bloomberg TV’den Ali Çağatay ise gazeteciliğin her aşamasında
bulunduğu hayatını aktarırken gazetecilikten, radyo sunuculuğuna, bestekarlıktan icracılığa kadar pekçok alanda bulunan Galip Sokullu yaptıklarını
dillendiriyor. Ve bir fotoğraf sanatçısını daha konuk ediyoruz sayfalarımıza.
Gezgin dergisinin kurucusu ve editörü Halit Ömer Camcı. Ayrıca NTV’nin
Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Yeşiltepe ile yeni medya üzerine görüştü
öğrencilerimiz. Diğer söyleşilerimiz ise spiker Kaan Yakuphanoğullarından,
şair Metin Cengiz, Kanadalı halk müziği sanatçısı Brenna MacCrimmon,
iletişim uzmanı Aret Vartanyan ve NTV Spor Genel Yayın Yönetmeni Fuat
Akdağ ile. Sayfalarımızın bir başka konuğu ise Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Derviş Zaim.
Sonrasında Kadıköy’deki Tellalzade Sokağı’na, oradan da Kanlıca’ya uzanıyoruz ve ardından da biraz uzaklaşarak Midilli adasına, geri dönüp Safranbolu’ya. En başta uğradığımız Kadıköy’den bir de sahaf haberimiz var: Sakallı
Lütfü. Her bütçeye uygun kedi ve köpekler için bir barınak haberi ile sokak
hayvanlarını da ihmal etmemiş öğrencilerimiz.
Son haberler ise bizden… Üniversitemizin ve fakültemizin akademik açılış
törenleri ile ilgili haberleri sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Öğrencilerimize ve çalışma arkadaşlarımıza başarılı bir dönem diliyorum.
Prof. Dr. Mete Çamdereli
2
Prof. Dr. Mete Çamdereli
İstanbul Ticaret Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dekanı
sayı 21
Kampüs
2014-2015 Akademik Yılı Başladı 4-7
Medya
Gazeteci Olmak İsteyenlere Bir Rol Model: Ali Çağatay 8-13
Kaan Yakuphanoğulları 14-19
Derviş
Zaim
Kendisi Küçük
Marifeti
Büyük Bir Ada:
Midilli ya da
Lesvos
“... Sosyalleşmek ve İntihar Etmemek İçin
Gazetecilik Mesleğini Seçtim 20-21
Edebiyat
Metin Cengiz 22-25
Sinema
Haber ve Kültür-Sanat Dergisidir
Yıl: 8 – Sayı: 21/ 2014
Derviş Zaim 26-33
İstanbul Ticaret Üniversitesi Adına Sahibi
Prof. Dr. Nazım EKREN (Rektör)
Yaşam
5187 Sayılı Kanunla Sorumlu
Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ (Dekan)
Sakallı Lütfü: Kitabın “Esas Oğlanı” 34-39
Uygun Fiyata Barınaklar;
Genel Yayın Yönetmeni
Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU
Her Bütçeye Uygun, Her Vicdana Uygun... 40-45
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ, Doç. Dr. Celalettin AKTAŞ,
Doç. Dr. Ala Sivas GÜLÇUR, Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÖZKIR,
Öğr. Gör. Dr. Burak YENİTUNA, Arş. Gör. Nihal KOCABAY
Arş. Gör. Mehmet GÜLNAR, Uzm. İhsan EKEN
Asırlık Sanat, Geleneksel Tat, Kanlıca Doğa Yoğurdu 46-49
Tellalzade Sokağı 50-51
Fotoğraf
Editörler
Arş. Gör. Ayşegül KARAGÜLLE, Arş. Gör. Berk ÇAYCI
Ali Öz 52-55
Halit Ömer Camcı ile Gezi Fotoğrafçılığı 56-59
Yazı İşleri
Nuray GÖNÜLŞEN
Kültür
Fotoğraf Ekibi
Seda ŞAKİROĞLU
Aret Vartanyan 60-67
Gezi
Kendisi Küçük, Marifeti Büyük Bir Ada: Midilli Ya Da Lesvos 68-73
Safran Çiçeğinden Miras Kalan Kent: Safranbolu 74-79
Teknoloji
Ulusal ve uluslararası arenada
birçok festivalden ödüllerle
dönen bir çok başarılı filmin
yönetmenliğini üstlenen Zaim,
halen çeşitli üniversitelerde sinema
konusunda ders veriyor.
Yeni Medya Hayatımız Oldu 80-87
Müzik
Brenna Maccrimmon 88-93
Galip Sokullu 94-97
Spor
Fuat Akdağ 98-104
4
26-33 >>
Sadece Bin 696
Kilometrekare Alanıyla
Yunanistan’ın Üçüncü
Büyük Adası: , Ancak,
Yunan Anakarası’ndan Çok
Türkiye’ye Daha Yakın Bir
Ada.
Öyle Ki Ayvalık’tan Çıplak
Gözle –İşte Midilli Demeniz
Pek Kolay.
68-73 >>
Görsel Tasarım
Onur YÜKSEL, Emre TOPÇU
Kapak Tasarımı
Onur YÜKSEL
Muhabirler
Ece ADİL, Zeynep AVCIKURT, Sinem CAN, Medine ÇEPNİOĞLU,
Nuray GÖNÜLŞEN, Bircan MERİÇ, Melike SARAÇAYDIN,
Seda ŞAKİROĞLU, Ecem ŞENTÜRK, Cansın ÖZALP, Emre TOPÇU,
Onur YÜKSEL
Katkıda Bulunanlar
Uzm. Yrd. Alpaslan ÖNGEL, Uzm. Yrd. Merve YAZICI,
Renk Ayrımı- Baskı- Cilt: İmak Ofset Basım Yayın
Adres: Sütlüce Mah. İmrahor Cad. No: 90 Beyoğlu 34445 İstanbul
Tel.: 444 0 413
Web: iletisim.ticaret.edu.tr
İtalik Dergisi, İstanbul Ticaret Üniversitesi öğrencileri tarafından
TifMedya’da hazırlanmıştır. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları
İletişim Fakültesi Uygulama Dergisi İtalik’e aittir. Yazılı izin olmadan alıntı
yapılamaz.
5
kampüs
İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin
2014-2015 Akademik Yılı,
Törenle Başladı
Prof.Dr. Ekren, anılan üniversitelerin
İstanbul, İzmir ve Konya Ticaret Odalarıyla Deniz Ticaret Odası ve Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği’ nin şemsiyesi altında bulunduğunu hatırlattı.
Üniversitelerin aralarında bir protokol yaptıklarını vurgulayan Prof.Dr.
Nazım Ekren, işbirliğinin eğitim, öğretim, araştırma ve uygulamanın yanı
sıra ortak eğitim ve öğretim faaliyetlerini de kapsayacağını bildirdi.
Ekren,
“Bu işbirliği yükseköğretim sektöründe yeni bir açılımın, yeni bir vizyonun,
yeni bir yaklaşımın da önemli bir başlangıcı olacak ” dedi.
Öğrenci odaklı eğitimde akademik
bilgi ve mesleki becerinin önemine
dikkat çeken İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ekren, ulusal
2014-2015
AKADEMİK
YILI BAŞLADI
6
İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Nazım Ekren, aralarında
İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin de
bulunduğu ticaret odaları vakıflarının
şemsiyesi altındaki üniversitelerin bu
yıldan başlayarak işbirliği içinde
olacaklarını söyledi.
İstanbul Ticaret Odası ve Müteveli
Heyet Başkanı İbrahim Çağlar da,
İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin
arkasında, İstanbul Ticaret Odası’nın
132 yıllık deneyim ve gücünün bulunduğunu belirtti.
ve uluslararası işbirliklerinin devam
edeceğini belirtti.
Prof.Dr. Ekren, Ticaret Üniversitesi’
nde 6 fakülte, 27 bölüm, 3 enstitü, 45
yüksek lisans, 15 doktora programıyla;
760 ön lisans, 4 Bin 500’ü aşkın lisans
ve bin 750 lisansüstü öğrenciye eğitim
verildiğinin altını çizdi.
İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin 3’ü
rektörlüğe bağlı olmak üzere 21 uygulama ve araştırma merkezine sahip
olduğunu anlatan Rektör Ekren, merkezleri “Fikir ve Proje Üretim Akademisi” ismiyle tek çatı altında topladıklarını söyledi.
İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr. Nazım Ekren, akademinin,
üniversitenin Thing Tank’ı gibi faaliyetlerde bulunacağını da kaydetti.
Üniversitenin Sütlüce Kampüsü’ ndeki
törene, İstanbul Ticaret Odası ve
Müteveli Heyet Başkanı İbrahim
Çağlar, Savunma Sanayi Müsteşarı
Prof.Dr. İsmail Demir, İstanbul
Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti
Başkanvekili Hasan Erkesim, İBB
Genel Sekreteri ve Mütevelli Heyeti
Üyesi Hayri Baraçlı, İTO meclis
üyeleri, İstanbul Ticaret Üniversitesi
Mütevelli Heyeti, akademisyenler,
veliler ve öğrenciler katıldı.
Rektör Prof.Dr. Nazım Ekren, törende,
üniversitelerarası işbirliğinin İstanbul
Ticaret, İzmir Ekonomi, Konya
Karatay, Piri Reis ve kısa adı ETÜ
olan Ekonomi ve Teknoloji Üniversitelerini kapsayacağını söyledi.
7
“deneyimden
geleceğe”
Törende, ADEK değerlendirme sonuçlarına göre en yüksek puanı alan öğretim üyeleri de seçildi.
“Kapım öğrencilere
her zaman açık”
İstanbul Ticaret Odası ve Müteveli
Heyet Başkanı İbrahim Çağlar da, 13.
yaşını idrak eden İstanbul Ticaret Üniversitesi’ nin arkasında İstanbul Ticaret Odası’nın 132 yıllık deneyim ve
gücünün bulunduğunu belirtti.
Çağlar,“Bugün 300’den fazla öğretim
üyemiz ve 7 Bin civarındaki öğrencimizle birlikte ‘deneyimden geleceğe’
doğru emin adımlarla yürüyoruz”
dedi.
Öğrencilere kapılarının her zaman
açık olduğunu belirten Çağlar,
“ İhtiyacınız olduğu her an İstanbul
Ticaret Odası’nın Mütevelli Heyeti ve
rektörlüğün gücü yanınızda ve arkanızda olacak sevgili gençler. Öncelikle, İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne hoş
geldiniz. Yeni bir eğitim yılı başlıyor.
Tatili geride bıraktınız ve yoğun bir
dönem bekliyor artık sizi. Üniversite
sıraları büyük bir fırsat ve bu fırsatı iyi
değerlendirmeniz gerekiyor. Biliyor-
8
sunuz başarı artın tepside değil, zorlu
yolların sonunda geliyor “ dedi.
Uluslararası Ticaret Bölümü öğrencisi ve üniversite birincisi Neslihan Örs
de, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde
okumanın ayrıcalığını yaşadığını ve
bu üniversitede okumaktan mutlu olduğunu belirtti.
Akademik Değerlendirme ve Kalite
Geliştirme Kurulu’nun değerlendirmeleri sonucunda en yüksek puan
alan akademisyenler; Fen Edebiyat
Fakültesi’nden Prof.Dr. Ekrem Savaş, Hukuk Fakültesi’nden Prof.Dr.
Zafer Gören, Uygulamalı Bilimler
Fakültesi’nden Prof.Dr. İsmail Ekmekçi, İletişim Fakültesi’nden Medya İletişim Sistemleri Bölüm Başkanı Doç.Dr.
Celalettin
Aktaş, Ticari Bilimler Fakültesi’nden
Yrd.Doç.Dr.İlker Kıymetli Şen, Mühendislik ve Tasarım Fakültesi’nden
Yrd.Doç.Dr. Erdinç Öztürk, MYO’dan
Yrd.Doç.Dr. Melike Kıvanç Sudak ile
Hazırlık Okulu’nu temsilen, Okutmanlar Nurgül Özkol ve Rodnel
Mckee’ye ödülleri verildi.
İletişim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mete
Çamdereli, Hukuk Fakültesi’nden
Prof.Dr. Ömer Özkan, Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Korkut Tuna,
Uluslararası Lojistik Bölümü Yrd.Doç.
Dr. Murat Çemberci, Ticari Bilimler
Fakültesi Öğretim Görevlisi Yasemin
Vanlı, Perakende ve Satış Mağazası
Yönetimi Öğretim Görevlisi Özgür
Oğuz, Endüstri Mühendisliği Bölümü
Öğretim Görevlisi Serap Tepe öğrencilerden en yüksek not alan öğretim
üyeleri oldu.
9
medya
“
GAZETECİ
OLMAK İSTEYENLERE
BİR ROL MODEL:
“
ALİ ÇAĞATAY
SÖYLEŞİ ZEYNEP AVCIKURT
10
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİV
Yazılı basında polis-adliye, parlamento,
politika, eğitim ve sağlık muhabirlikleri…
Haber dergiciliği; Aktüel Dergisi’nin
Ankara Temsilciliği…
Görsel basında Haber Müdürlükleri…
Ekonomi Kanalı Bloomberg HT’de Haber
Koordinatörü…
Bloomberg TV’de ekranın haber yüzü…
Unutmamak gerek; bir de temel eğitimde
“Bilişim Teknolojileri ve Yazılım” dersinin
zorunlu olması için mücadele veren bir
bilişim savaşçısı…
11
Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın
parlamentoya seçilip girdikleri ilk
gün ben ordaydım ve onlarla dostluk
arkadaşlık seviyesinde ilişkilerim
vardı. Ankara’da bir süre ayrıca haber
dergisi Aktüel’in Ankara temsilciliğini
de yürüttüm.
M
esleğe başlama
hikâyenizi
nedir ?
Mesleğe başlamam çok eski, yaklaşık
30 yılı geride bırakıyorum. Aslında
ben ekonomi opsiyonlu bir muhabir
değilim. Bundan önce polis adliye
muhabirliği, parlamento muhabirliği,
siyasi muhabirlik, eğitim muhabirliği,
sağlık muhabirliği gibi pek çok
aşamadan geçtim. Sonra gazeteciliğe
Ankara’da başladım. Gazeteciliğe
başlamak pek çok şeyi kolay
öğrenmenizi sağlıyor. Ve bir süre
sonra 90’lı yılların ortasında Radikal
gazetesi kurulduğunda beni İstanbul’a
davet ettiler, Radikal gazetesinin
çıkışında görev aldım. Ondan sonra
İstanbul’a yerleştim. İstanbul’a geldikten sonra artık hep yönetici olarak
çalıştım. Posta gazetesinde haber
müdürlüğü yaptım. Tv8’in ve CNN
Türk’ün kurucu haber müdürlüğünde
bulundum. Haber Türk’ün haber
müdürlüğünü yaptım. Şimdi de
Bloomberg’ın genel müdür koordinatörüyüm. Ekonominin sesi olmayan
borsa, finans, bankanın dışında kalan
reel sektörü burada ben gözetiyorum. Reel sektör ağırlıklı yayınlar
yapıyorum. Bir anlamda bu kanalın
haber yüzünü temsil ediyorum.
“76 milyonun tamamını
kapsayıcı bir yayın
yapıyoruz”
Ankara’da siyaset üstüne mi muhabirlik
yaptınız?
Ankara’da 15 yıl parlamento
muhabirliği yaptım, tabii aralıklı.
Ama parlamento muhabirliği
süreklilik gerektiren bir şey. Gidip
o kulislerde gezinmeniz gerekiyor.
12
Türkiye’de ekonomi kanallarının işi
daha mı zor ?
Ekonomi kanalının tutunması
aslında zor idi, şimdi değil peki,
neden değil ? Hatırlarsanız tek bir
ekonomi kanalı vardı CNBC-E…
Onun dışında da yerli girişimciler
ekonomi kanalı kurmaya çalıştılar.
Mesela EXPO Channel, Bussiness
Channel… Yürümedi… Çünkü bir
ekonomi kanalının gereklerini yerine
getiremediler. Ekonomi kanalında
bir defa çok büyük bir data setinin
size akması lazım. Dünyada da 3
tane büyük ekonomi data seti vardır
CNBC, Reutars ve Bloomberg. Üçü
dışında dünyada size data aktaran
başkaca servis yok. Asya’daki ekonomi
mecraları da batıdan besleniyor.
Bizim yöneticiler baktılar ki ekonomi
kanalı öyle kurulmuyor, Bloomberg’le
bir anlaşma imzaladılar. Nerdeyse
hazır bir şablonu aldık ve kendimize
uyarladık ama o kadar başarılı bir
uyarlama yaptık ki Bloomberg International diğer kurdukları operasyonlara bizi örnek gösterir hale geldi. Diyorlar ki Bloomberg Türkiye’ye bakın
televizyonculuk nasıl yapılıyormuş
öğrenin. Bunu boş övünme olarak
algılamayın gerçekten çok başarılı bir
operasyon oldu.
“Ekonomi kanalında
bir defa çok büyük
bir data setinin size
akması lazım.”
Öncelikle ekonomi yayıncılığı
konusunda bir açığı kapattık; sadece
banka-finans yapmıyoruz aynı zamanda reel sektör yapıyoruz. Türkiye’de
ekonomi yayıncılığında bir eksiklik
vardı.Ekonomi yayıncılığı İstanbul’da
Ulus, Etiler ve Caddebostan aksına
sıkışmış durumdaydı. O askta kaç
kişi yaşıyorsa oraya hitap eden bir
yayın vardı. Mesela Anadolu’da,
Kars’ta, Artvin’de oturan bir vatandaş
bir ekonomi kanalı seyretme gereği
duymuyordu.
Şunu yaptık biz: İlk 6 aydan sonra
Türkiye’de 81 ildeki sanayi ve ticaret
odası başkanlarının tamamını, bütün
belediye başkanlarını, büyükşehir
belediye başkanlarını yayına davet
ettik. Günlerce tanıtım yaptık. Ardahan Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı
geldi. Bloomberg’te yarım saat ayırdık
ve Ardahan ekonomisi hakkında
konuştuk. Adam stüdyoya girdiğinde
bacakları titriyordu. Böyle bir kanalda
konuşabileceğini düşünemiyordu
bile, biz bunu sağladık. Anadolu’ya
açtık ekonomi yayıncılığını. Artık
Anadolu’da ekonomi kanalı izleniyor.
Banka finans borsa değil belki ama
reel sektör konuştuğumuzda normal
sıradan insanların anlayabileceği
dilden yapıyoruz yayını. Hiç anlamayan birisi bile olsa ben iddia ediyorum
konuştuklarımızın yarısını anlar,
ticaretle uğraşıyorsa tamamını anlar.
Bu bakımdan farklı bir şey getirdik.
Bloomberg’in gelişi gerçekten ekono-
13
dil sertifika programları, aldığınız
eğitimler, sonra da yapabilirseniz
yüksek lisans. Bunları tavsiye ederim.
“İstanbul Ticaret
Odası’nın kendi içinde bir
sertifikasyon programı
var, benim oğlum buna
katıldı, daha sonra gitti
Çin’e yerleşti”
mi yayıncılığında devrim demeyim
ama çıtayı yukarıya koydu. İstanbul
dışında bir Türkiye daha varmış ve
biz bu Türkiye’yi keşfettik. Şimdi biz
bu Türkiye’ye yayın yapıyoruz. 76 milyonun tamamını kapsayıcı bir yayın
yapıyoruz.
Yurt dışı bazlı bir kanalın ortağı olmak
avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Bizim anlaşmamız Bloomberg’le bir
lisans anlaşması. Yani biz Bloomberg’e
senede bir para ödüyoruz. Bloomberg
bu lisans bedelini alıyor ama bizim
hiçbir şeyimize karışmıyor.
Şöyle düşünebilirler: Bu kanal
Amerikalıların, galiba burayı
Amerikalılar yönetiyor. Öyle bir şey
yok. Biz Bloomberg’in ara yüzünün
formatını aldık, geri kalan her şeyi
kendimiz yapıyoruz. Hiç kimse
Bloomberg’ten biri bizi arayıp “siz
bu yayını neden böyle yapıyorsunuz”
diyemez. Biraz okuryazar olan, bu
işleri bilen birinin böyle bir şey
olmayacağına inanmaları lazım.
Bloomberg markasının altında yayın
yapmak, Bloomberg data setini
bize aktarıyor. Bloomberg terminali
dünyanın en zengin ekonomi data
setine sahip. Bloomberg adı altında
çalışmamız bize oldukça avantaj
sağlıyor
Türkiye’de ekonomi haberlerini izleyenler nasıl bir profil çiziyor?
Öncelikle ekonomi haberlerini
kimler izler diye kategorize edersek
bankacılar, finans işi yapanlar, borsa
14
yatırımcıları, aracı kurumlar ve büyük
iş adamları; bütün bunlar bizim hedef
kitlemiz. Ama bunun dışında küçük
iş adamları, esnaf, köylü. Mesela bizde
meta analizi yapıyor Ateş Aybars
diye bir arkadaş; kendisi nükleer
fizikçi yani atom mühendisi. Yani
kahveden, kakao, buğdaydan, arpaya,
mısırdan ,yulafa bakırdan, demire
her şeyi bütün meta analizlerini
yapabiliyor. Bu yüzden bu analizler
Anadolu’da çok izleniyor. Yatırımcı
kesimi izliyor, sanayi kesimi izliyor,
sebze meyve üreticileri izliyor. Biz
burada büyük bir aile oluşturduk.
Ekonomi yayıncılığının bir aile olarak
düşünürsek biz bu kitleyi büyüttük.
İletişim fakültelerinde muhabirlik yapmak isteyenlere ekonomi muhabirliğini
önerir misiniz? Bunu için neler
yapmaları gerekir?
Yüzde yüz öneririm ama koşulları
var; bir defa bir yabancı dili
geliştireceksiniz. İngilizce yanına
Fransızca mı koyarsınız İspanyolca
mı koyarsınız Çince mi koyarsanız o
sizin bileceğiniz bir şey ama öncelikle İngilizce’yi çok iyi yapmalısınız.
İki mutlak suretle Sermaye Kurulu Piyasası’ndan, borsaya sertifika
programlarına katılmalısınız. Bir
ya da birden çok bankaların aracı
kurumlarının açtığı sertifikasyon
programları var, onlara katılmalısınız.
İstanbul Ticaret Odası’nın kendi
içinde bir sertifikasyon programı var,
benim oğlum buna katıldı, daha sonra
gitti Çin’e yerleşti. Dolayısıyla yabancı
Türkiye’deki ekonomi kanalları ne
derece başarılı?
Ben başarılı buluyorum. Örnek
verecek olursak, bizim Dubai’de
Londra’da, New York’ta, Hong Kong’da
temsilciliklerimiz var. Güneş , Hong
Kong’da doğduğu andan itibaren
yayına giriyoruz. Amerika Borsası
kapanana kadar devam ediyoruz.
Bizim farkımız burada da ortaya
çıkıyor; diğer ekonomi kanalları
yayını saat 18’de bitiriyor, film falan
koyuyor. Biz öyle yapmıyoruz, gece
24’ten sonraya taşan bir yayıncılık
yapıyoruz. Dünyanın tamamını
gören bir ekonomi yayıncılığı
gerçekleştiriyoruz.
Sizin bir de “Bilişim Teknolojileri
Ve Yazılım” dersinin temel eğitimde
zorunlu olması için verdiğiniz
mücadele var…. Nedir bu ?
Bilişim teknolojileri; bilgisayar
ve teknik servisi, veri tabanı
programcılığı, web programcılığı ve
ağ işletmenliği gibi sihirli sözcükleri,
daha doğrusu günümüzün iş, meslek
ve yatırım alanlarını kapsıyor.
Bilişim, günümüzü yönetmekle
kalmıyor geleceğe de “bensiz asla
yapamazsınız” mesajı gönderiyor.
Şimdi üniversite okuyan var
okuyamayan var. Bu derslerin sadece
üniversitede verilmesi ötekilere
haksızlık olmaz mıydı? “Sen lise
mezunusun neyine gerek bilişim”
diyebilir miyiz ?Bilişim gibi devasa
bir disiplini ve istihdam alanını
üniversite mezunu olmayanlara adeta
yasaklayabilir miyiz ? İşte biz bunun
mücadelesini verdik ve Milli Eğitim
Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu
kararıyla “Bilişim Teknolojileri ve
Yazılım” dersi orta öğretim 5 ve 6’ncı
sınıflarda zorunla hale getirildi. 7, 8,
9, 10 ve 11’inci sınıflarda da zorunlu
olması için çabalarımız sürüyor.
Sanırım ve umarım yakında bununla
ilgili de olumlu girişim ve kararlara
tanıklık edeceğiz.
15
medya
Yaşlanmayan Spiker Diyenler De Var, Soy İsminin
Uzunluğuna Kafayı Takanlar Da…
Ama Onun “İyi” Ve “Oturaklı”
Bir Spiker Olduğu Konusunda Herkes Hem Fikir:
KAAN YAKUPHANOĞULLARI
SÖYLEŞİ BİRCAN MERİÇ
16
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİV
17
“Kameranın önünde
bir habercinin yapması
gereken ne varsa
hepsini yaptım.”
tığımızda bir anda herkes bizi tanıdı.
Tabii biz farklı bir şey yapıyorduk. O
dönemki yasal zorunluluklar gereği
özel kanallar yurt içinden yayın yapamıyordu. Biz de yayını, Türkiye’ye
Almanya’dan ve 14 kişiden oluşan bir
ekiple gönderiyorduk. Bu deneyimin
mesleki olarak bana kattığı birikim
hiçbir şeyle ölçülemez.
Özel televizyon Türkiye’ye yeni bir
soluk oldu o dönemde. Star’ın yaptığı
yeniliklerde siz de vardınız. Bize kısaca
bahsedebilir misiniz?
Örneğin yılbaşı programlarında bazı
klasikler vardı TRT’ de : Zeki Müren
ve benzer sanatçılar saat 12’de şarkı
söyler, yani sürekli şarkıya ve türküye
dayalı bir program olurdu. Biz orada
ilk defa Avrupa ya da Amerikan televizyonlarına benzer bir yılbaşı şovu
yapmış olduk. Dolayısıyla her şeyi bir
adım sonrasını bilmeden yapmaya
başladık.
Mesleğe başlayışınız… Oradan başlayalım.
1988’ de TRT’nin sınavlarını kazanarak başladım. O zamanlar 18.000
kişinin girdiği bir sınavdan önce
36 sonra ilk 8 kişi arasına kaldım
ve TRT’ye başladım. Bu çok zorlu
bir süreçti. 1988-89 yılında, Ankara
Televizyonu’nda göreve başladım. İlk
düşündüğüm “Çok sevdiğim işi yapıyorum ve üstüne bana para veriyorlar” oldu. TRT’de anons spikeri olarak
başladım. Ankara Televizyonu’ nda
çalıştıktan bir yıl sonra Türkiye’nin ilk
özel televizyonu kuruldu ve oradan
bizlere teklifler geldi. STAR TV’nin
kurulması ile birlikte ben de orada
başladım. O zaman Magic Box Star
idi ismi. İlk olarak Yakın Takip adlı
realite bir şov sundum. Haftada 5 gün,
ana haber bülteninden önce 40 dakika
olarak yayınlanıyor ve ana haber
bülteninden daha çok izleniyordu.
Sonradan Almanya’ya gittik. Yayına 2
yıl oradan katıldım. Bir yıl, bir haber
kanalı olan Karadeniz TV ve nihayet
TV 8…
Tam 15 yıl…
Devlet televizyonundan özel bir kanala
geçme kararını nasıl aldınız?
Zorlandınız mı ?
Yaşımız gençti; 21…
Devlette belli bir noktaya gelebilmek
18
için çok uzun yıllar geçmesi gerekiyor.
Sizin o dönem hocalarınız olan insanlar, aktif olarak o görevleri yönetirken
sizin onların önüne geçerek bir şeyler
yapmanız pek mümkün değil. Direkt
olarak televizyonda başlamamın
benim için bir avantajı vardı, o dönemlerde bir insanın televizyonda var
olabilmesi için otuzlu yaşlarını geçmesi gerekiyordu. Biz başladığımızda
sadece TRT 1 vardı. TRT 2 haftada
sadece birkaç gün, birkaç saat yayın
yapıyordu. Devletten özele geçmek
şimdi kolay hatta kimi yerde devlet
ile özel iç içe geçmiş durumdadır.
Eskiden devlete girmek daha zordu ve
zaten özel diye bir şey yoktu.
“Ben burada devam etsem yılar ve
yıllar geçecek, ama o yıllar geçtiğinde ben nerede olacağım” sorusuyla
beraber Özel Kanallara geçme kararı
verdim.
Ama bunun bir risk olduğunu da
düşünmedim değil. Hatta ailem ve
yakınlarım tepki gösterdiler. Ben
dinlemedim, risk almak gerekiyorsa
almalıydım. Ve öyle de yaptım. Şimdi
düşünüyorum da, iyi ki özel televizyona geçmişim diyorum
Özel televizyona geçmek size ne
sağladı?
Bu bana çok çabuk tanınmayı getirdi.
O dönemde, 1990’da televizyona çık-
Daha sonra ne oldu?
Körfez Savaşı oldu. Körfez Savaşı
sırasında Türkiye habercilik anlamında bir yenilik ile karşılaştı. O güne
kadar sadece TRT’ den haber dinleyen
insanlar, Star’daki haberleri izlemeye
başladılar. O zamana kadar görülmemişi yaptık. TRT’nin sabah, öğle,
ana ve gece haberleri vardır. Onun
dışında haber yoktur o dönemde. Biz
24 saat haber yayını yapmaya başladık. Sürekli ve kesintisiz haber yayını
yapıyoruz. CNN ‘e bağlanıyoruz ve
tercümanlar ile karşılıklı paslaşarak
süreci değerlendiriyoruz. Belki de on
yıllarca çalışıp da kazanamayacağımız
deneyimi Körfez Savaşı esnasında çok
hızlı bir şekilde yaşadık. Düşünün ki
daha bir yıllık spiker ama adeta yüzmeyi öğrenmesi için denize atılması
gereken bir insan gibi, biz adeta bir
denize atıldık ve o denizden boğulmadan çıktık.
Küçükken mesleki hayaliniz neydi?
Spiker olmak mı isterdiniz yoksa başka
bir hayaliniz mi vardı?
Tabii ki spiker olma hayalim yoktu.
Hayalim avukat olmaktı.
Bizim dönemimizde ben spiker
olacağım, haber sunacağım demek
şunun gibi bir şeydi: “Ben astronot
olacağım.” Çünkü gözünüzün önünde
çok fazla örnek yoksa böyle bir şey
aklınıza gelmiyor doğrusu. O zamanlar bir kutu vardı, siyah beyaz olan bir
televizyonda birini görüp ben bu işi
yapacağım, demek biraz afaki. Çünkü
iletişim fakülteleri çok fazla yoktu.
Bitirdiğinde ne olacaksın belli değildi.
O zaman basın yayın bölümleri vardı.
Gazeteciliğe dayalıydı. Oradan çıkan
da zaten gazeteci oluyordu ya da reklamcı oluyordu.
Yirmi dört yıllık bir deneyime sahip
biri olarak medya sektörünü seçen
öğrenciler için önerileriniz, mesajınız
nedir?
Çevremden bana, ben gazeteci olmak
istiyorum, spiker olmak istiyorum
diye gelenlere ben şunu söylüyorum.
İyi madem bunu istiyorsun, o zaman
okumaman gereken tek şey iletişim
fakültesi diyorum. Çünkü iletişim
fakültesini bitirdiğinizde ve işe başladığınızda, zaten okulda öğrendiklerinizin pratiğini yaşayarak öğreniyorsunuz. Yani teori pratikle çabucak
pekişiyor ve pratik teoriyi çabucak
hantal yapısından kurtarıyor. Ne yazık
ki, medyaya bakın zaten pek çok kişi
iletişim fakültesi mezunu değil.
19
“Meslekte biz adeta
bir denize atıldık ve o
denizden boğulmadan
çıktık.”
Şu an neler yapıyorsunuz?
Başkent İletişim Bilimleri
Akademisi’nde ders veriyorum.
Orası bir üniversite değil. Diksiyon ve
oyunculuk dersleri verilen, spikerlik
dersleri verilen ve bitirdiğinizde Milli
Eğitim Bakanlığı onaylı belge verilen
bir kurum. Orada çalışıyorum şu an.
Aynı meslekten biri ile hayatını birleştirmenin avantajı ve dezavantajları
oldu mu? Çünkü sizin eşiniz de spikerdi. Şebnem Hanım sanırım, değil mi ?
1996 yılında evlendim. 2008’ de
boşandım. Aynı meslekte olmak
düşünürseniz bir tarafında avantajdır. Çünkü başka meslekten biri ile
evli olsanız, televizyon piyasası ya da
medya sektöründe bazen saat kavramı
yok olur. Saatlere bağlı çalışmazsınız.
Çok uzun saatler çalışabilirsiniz. İş
dışında yapmanız gereken, gitmeniz
gereken yerler olabilir. Dolayısıyla
yoğun tempoyu bilmeyen birisi ile evlenirseniz zorlanabilirsiniz. Ama biz
bu mesleğe başlarken bize şunu söylemişlerdi: “Bakın! Herkes bayramda
tatil yaparken, tatil yapmamaya hazır
mısınız? Herkes yılbaşında ailesi ile
beraberken siz orada olmamaya hazır
mısınız ? Bu mesleği yaparken pek
çok şeyden mahrum olmaya hazır
mısın?”
Bu zor meslekte sizi anlayabilen biri
olmalı. Aynı kanalda çalışırken zorluk
yaşadık. Bu tüm yumurtaları aynı
sepete koymak gibi bir şeydi. Eğer biriniz için iş anlamında bir risk varsa,
bu risk ikinizi birden kapsayabiliyor.
Meslek tecrübesi ve yaş olarak eski
eşimden daha tecrübeli olarak, ona
yol gösterirdim. Şunu şöyle yaparsan
daha iyi olabilir gibi. Yani avantajı
olduğu gibi zorlukları da yok değil.
Star TV de canlı yayında kafanıza pano
düşmüştü. Canlı yayında böyle bir şey
ile karşılaşmak nasıldı? (Gülüyor)
O zamanlar ilk interaktif haber sunumu yapılıyordu. Programın sunucuları Ümit Aktan, Jülide Ateş sabah
programını sunuyorlar. Ben haberleri
sunuyorum. Yani her yarım saatte bir
onlar bana pas atıyordu. Bu arada o
güne kadar Türkiye’de pas atmak diye
bir şey yoktu. Kimse kimseye yayın
sırasında pas atmazdı. Biz esprili bir
şekilde birbirimize pas atıyorduk.
O dönemin koşullarında dekorlar
günümüzdeki gibi değildi elbet. Yani
televizyonun yayın yaptığı bina, eski
Ses Hayat Dergisi’ nin matbaasının ve
yazı işlerinin bulunduğu bina idi. O
zamanlar “blue box” sistemi kullanılıyor. Haber bültenlerinde mavi
fonun üzerine görüntü bindirilerek
dekor kuruluyordu. Sabah haberlerinde oraya çivilerle dünya haritasının
olduğu kalın sunta takılıyordu ve
dekor oluşturuluyordu. Tabi zaman
içinde sanırım vidalar gevşemiş ya da
yalama yapmış, tak çıkar işleminden
“Haber hayatın
kendisi çünkü.
Yaşadığınız her şey
haberdir.”
dolayı. Haber okurken birden sırtıma
düştü. Ama öyle hafif bir şeyden söz
etmiyoruz. 20-25 kilo bir şeyden bahsediyorum. Kafama düşse yaralanabilirdim. İlk önce bir sarsıldım. Baktım,
pano düşmüş. “Evet canlı yayında
bu tür şeyler olabiliyor” dedim. Ve
haberi okumaya devam ettim. Tabii
bu gözüken kısmı. Gözükmeyen kısmında ise, üç kameraman, stüdyo şefi,
Ümit Aktan, Jülide Ateş ve o günkü
konukları Atilla İlhan hepsi gülüyor.
Dövünerek ve kahkahalar ile gülüyorlar. Öyle olunca, ben de insanım,
haber okumaya bir es verdim. Başımı
önüme eğdim güldüm. Sonra kaldırdım başımı bu haberi baştan alıyorum
dedim. Çünkü haber artık anlaşılmaz
bir hal almıştı. Hocalarımız bize hep
şunu söylemişti. Eğer bir şekilde hatalı
bir okuma, çok sayıda dil sürüşmesi,
eksik okuma gibi durumlarda seyirciye saygılı olun, özür dileyin ve o
haberi baştan alın bende öyle yaptım.
O anda soğukkanlı davrandım. Üstelik okuduğum haberin VTR’ si yok.
Şimdi öyle bir şey olsa hemen başka
bir görüntü seçerler.
TV 8’e 15 yıl emek verdiniz. Acun Ilıcalı
tarafından kanalın satın alındığını
öğrendiğinizde neler hissetiniz ?
Bunu kendi kurumumuzdan öğrenmedik sadece dedikodusunu duyduk.
Ama sonra Acun bir tweet atarak
bunu duyurdu. Zaten üç dört gün
sonrada her şey bitti. Kanala gittiğimizde ertesi gün haber yapıp yapmayacağımızı bilmiyorduk. Son üç dört
gün gidiyoruz ama yayın var mı yok
20
mu bilmiyoruz. Yayın yönetim bizi
arıyor. Evet, bu gün yayın var diyor.
Biz o gün hazırlanıyoruz ve haberi yapıyoruz. Ne hissettim? Açıkçası üzüldüm, bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü
bir kanalda sıfır noktasında başlayıp
ilk kurulduğu günden itibaren on beş
yıl görev yaptık.
Ama her şeyin bir sonu var diye düşündüm. O hüznü yansıtan bir şekilde
belki de veda ettim.
Sessiz Gemi şiiri ile; Yahya
Kemal’in…
O Şiiri okumak aklınıza nerden geldi,
sizin için özel bir anlamı var mıdır?
Özel bir anlamı yok. Ama adeta sessiz
bir gemi gibi ayrıldık o limandan.
Pek çok meslek taşımızdan vs. hiçbir
destek görmedik. Türkiye de bir ilkti
o. Bir televizyon kanalı satılıyor. Ama
haber merkezi boşaltılarak satılıyor.
Haber bir televizyonun omurgasıdır.
O kanalın kimliği ne olup ne olmadığı
haberleri ile anlaşılır. Halktan destek
mesajları çok fazla geldi. Ben o vedayı
ettiğimde telefon hattı kilitlendi.
Dünyanın dört bir tarafından insanlar
ağlayarak aradılar. İşte o güzeldi.
Tamam dedim demek ki doğru bir
iş yapmışız. Hala sokakta insanlarla
karşılaştığımda insanlar desteklerini
yineliyorlar.
Haber’siz bir kanal sizce tutar mı?
Bakın müzik kanalların da bile haber
var. Haber hayatın kendisi çünkü.
Yaşadığınız her şey haberdir.
21
medya
Mesleğe nasıl başladınız?
İsteyerek, bilerek ve planlayarak başladım . Ekonomiyle okul hayatımda
karşılaştım ve çok sevdim. Mesleğe
başladığımda bir ekonomi Gazetesi
olan Dünya Gazetesini takip ederdim.
1983 yılında Turgut Özal siyasete girdiği dönem ben Anadolu Ajansında
stajyerdim; dilinden ben anlarım diye
ben görevlendirildim, çünkü Turgut
Özal daha ekonomik ve teknik konuşan bir insandı. Muhabir olarak onu
izlemeye başladım böylece ekonomi
muhabirliğine başlamış oldum.
“… sosyalleşmek ve intihar etmemek
için gazetecilik mesleğini seçtim…”
SÖYLEŞİ VE FOTOĞRAF
SİNEM CAN
Bunlar, Habertürk Gazetesi Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım’ın sözleri.
Abdurrahman Yıldırım; Ekonomi sizce sıkıcı mı? sorusunu yanıtlarken aynı
zamanda bu disiplinin onun olası bir intiharının nasıl engeli olduğunu da açıklıyor:
“Dışarıdan bazı meslekler sıkıcı görünebilir ama canlı olan hayatın içinde olan
hiçbir şeyde sıkıcılık yoktur. Devinim vardır canlılık vardır. Ekonomi hayatın kendisi
ve amacıdır. Hayatın amacı ekonomiyi var etmektir, ekonomi olması daha iyi bir
hayattır. Her şey birbiriyle ilişkilidir, böyle bir şeyden sıkılmak mümkün değil.”
22
Ekonomi yazarlarının en büyük sıkıntılarından biri de insanların onları
bir “kurtarıcı” gibi görmeleri ve sıkça
fikirlerini almak istemeleri olmalı.
Borsa, dolar vs yatırım amaçlı akıl
soranlarınız çok mu?
Danışanlar oluyor tabi geçmişte
daha çoktu çünkü Türk ekonomisi çok dolarize ve faiz
oranları daha yüksekti. Kriz
ortamlarında insanların danışmaya daha çok ihtiyacı
oluyor. Aslında ben ekonomist değilim ekonomi
gazetecisiyim; ekonomist
ayrı ekonomi gazetecisi
ayrıdır. Ben öncelikle gazeteciyim ve gazetenin her
alanında görev alabilirim.
Gazetede yazan insanların
çoğu siyasetten gelmedir. Ben
gazeteci olarak başladım. Bu
işte tanınmış biri olursanız her kesimden akıl soranlar olur otoparkçı,
garson; sokaktaki insana kadar herkes
fikir almaya çalışır. Bu sorular kriz
dönemlerinde artar diğer dönemlerde
ilgi azalır. Beni “soru sorulan yapın
özelliklerimden biri de borsayı en
uzun izlemiş gazeteci olmam ve borsa
tahmin yazılarımın bulunması.
“Eve iş götürmem” diyenlerden misiniz ?
-Ekonomi hareketliyse takip etmemiz
gerekir. Kanal izlemek okumaktan
kurtarıyor; izlemek lazım. Ben normal
ekonomi yazarı değilim ben borsadan
gelmeyim kendimi genellikle trend
yazarı olarak tanımlıyorum. Finansal
piyasanın ve ekonominin trendini insanlara aktarma ve ileride olabilecekler hakkında tahmin yürütmek için
önce mevcut piyasanın durumunu
bileceksin ki ileriyi tahmin edebilesin. Bunun için de çok iyi izlemek ve
geçmişi iyi bilmek gerekir. Ev ortamı,
ev bütçesi ve ev üyelerinin tahmin
ve beklentileri de bunun doğal birer
parçası sayılmalı.
Ev bütçenizi kim belirliyor? Ev harcamalarını bütçeler misiniz ?
Belli bir bütçe yok ailede; tek istediğim şey hisse senedi alım satım yapılmaması, çünkü ismimi bilen insanlar
kötüye kullanabilir. Etik açıdan doğru
olmaz bu yüzden net bir tavrım var.
Aile fertlerimin alım satım yapmamasını istiyorum o kadar. Piyasada
etkili biri olmak büyük risk. Benim
adıma üç kişi çıktı, dava açtık ama bir
kişi halen duruyor. Bir de ben bu işe
kalkarsam çok yanlış olur. Evde de tek
yapılmamasını istediğim ve karıştığım
şey bu.
yakalamak ve onu kimden alacağını
bilmek daha önemlidir. Ekonomi
okuyanlar yüzlerce kitap okurken ben
binlerce kitap okudum, tezleri ve anti
tezleri araştırdım. Bu yüzden kimse
‘ekonomi okumadığım için yorum
yapamazsın’ gibi bir eleştiride bulunamaz. Ekonomi habercisi herkes
olabilir ama bu dalda ilerlemek kolay
değildir. Bu işte insanlara aktarım çok
önemlidir, insanlara doğru anlatmak
herkesin yapabileceği bir şey değildir.
Profesörler yüzlerce kitap okuyor ama
insanlara doğru aktarma yapamıyorsa
ekonomi habercisi olamaz. Gazeteci
aktarmayı bilmeli ve ne aktaracağını
daha iyi bilmelidir. Ekonomi gazetecisinin ülkesini ve dünyayı çok iyi
bilmesi gerekir. Üzerimizdeki yük çok
ağır; odamda elimin altında ulaşabileceğim bilgilerim her zaman durur.
Ayrıca bizim gerçek bilgi kaynağımız okurlarımızdır.
Ekonomi yazarlığının kendine
has ekstra zorlukları var mı ?
Evet var, insanlar size
güvenip alım satım yapıyor ve borsaya giriyor.
Bu üzerinizde büyük bir
ağırlıktır. Yanlış yapmanız insanları zarara da
uğratabilir bunun yanında
kazanca da sokabilir . O
yüzden piyasayı iyi bilmemiz ve insanları doğru
yönlendirmemiz lazım.
Hayata ekonomik mi large mı bakıyorsunuz?
Normal hayatta large bir insanım;
ekonomik, cimri ve tasarruflu bir
insan değilim. Hayatta iktisatlı,
tasarruflu ve disiplinli olmak ekonomist olmakla alakalı bir durum değil,
aralarında bir bağ kurmak doğru bir
yaklaşım değil.
Türkiye’de herkesin her şeyden anlaması gibi bir hastalık vardır. Bu ekonomi
için de geçerli mi?
Toplumdan ayrı yaşayamıyoruz, bizde
de böyle kişiler var tabi. İnsanlar
ekonomiyi nasıl izler, kimi izlemeli,
kim daha doğru bilgi verir vs bunları
seçmek daha önemlidir. Herkes balık
tutabilir ama en tazesini en güzelini
Boş zamanlarınızda neler yapmaktan
hoşlanırsınız?
Piyasayı izlemek de benim için bir
hobi, hayatın tüm heyecanı bu piyasadadır. Örneğin daha mikro piyasayı
ele alalım orada saman piyasasını
izliyorsam heyecan duyarım. Mesela,
saman deyip geçmemek lazım. Üretimi, tüketimi, ithalatı ve stokları nasıl
yapılıyor ? Saman kolay depo edilecek
bir şey değildir. Ülkemizde üretimi doğuda, tüketimi ise batıda. Siz
burada faiz oranlarını yükseltirseniz
saman alıcısı yada toptancısı ona göre
fiyat belirler. Bunu yiyen ineklerin
maliyeti artar et ve süt fiyatları oluşur.
Bir çocuğun içeceği sütten yiyeceği ete kadar zincirlemesine etkiler.
Tabii ki bunun yanında arada kaçıp
yaptığım hobilerim var . Türkiye’yi
dolaşmak,yemek yemek ve müzik
dinlemek; müzik olarak örneğin Karadeniz müzikleri dinlemeyi severim.
23
edebiyat
Metin
Ceng
Metin
Cengiz
SÖYLEŞİ ECEM ŞENTÜRK
FOTOĞRAF METİN CENGİZ ARŞİV
Uzun Bir Yola Benzetiyor Beni Oğlum;
Anasını Toprağa.
Ben Uzakta, Hapishanede Yatmışım
Anası Yürümeyi Öğretmiş.
“Yazdığım ilk şiir bu; şiirim sonradan kült şiirim oldu,
yaklaşık 60 dile çevrildi. Dünyada yayınlanan bir çok şiir
antolojisine girdi. Bunun da tanınmamda büyük etkisi oldu.
24
“İlk, Cemal Süreya’nın
“Beni Öp, Sonra Doğur
Beni’’ adlı şiir kitabını
okudum”
Şair Metin Cengiz ilk şiirini ve onun
hikayesini böyle anlatıyor. 80 kuşağının önde gelen şairlerinden Metin
Cengiz, gerek şiirleriyle gerekse şiir
üzerine yazdığı kuramsal yazılar ve
tartışmalarla yer edindi.
“Sonsuzluk Çiseler Büyük Sularda” ve
“Dünyaya Katkımız Bir Ebru Vurgusu” (Şiirden Yayıncılık) adlı 2 ciltlik
Toplu Şiirler kitabıyla, 2010 yılında
Melih Cevdet Anday Ödülü gibi daha
pek çok ödülün sahibi oldu.
Cengiz’in şiirleri Broy, Düşün, Yazko
Edebiyat, Varlık, Adam Sanat, Parantez, Hürriyet Gösteri adlı dergilerde
yayımlandı.
Şiire nasıl, nerede başladınız ?
İlkokul sıralarında, arkadaşlarım kendi yaşındaki kızlara mektup yazardı.
Bunların duygusal olması zorunlu
olduğu için, ben de maniye benzer
şeyler yazardım. Sanırım şiir karalamaya başladığım yıllar bunlar.
Gelenekten hesaplaşarak yararlandı;
günümüz modern dünyasının gerçekliğini şiirinde yansıttı.
Şiir üzerine kuramsal yazılarını kitaplaştırdı. Pablo Neruda, Max Jacob,
Eugéne Guillevic, Jacques Prévert,
Jules Laforgue, Aimé Cesaire’den yaptığı çeviriler kitaplaştı. Baudelaire’den
Günümüze Modern Fransız Şiiri
Antolojisi’ni hazırladı. Cengiz, 2011
yılında, Uluslararası Tudor Arghezi
Ödülü’nü aldı. “Şarkılar Kitabı” ile
1996 yılı Behçet Necatigil Ödülü’nü,
Ayrıca, çocukluğum döneminde ülkemiz güçlü bir sözel geleneği yaşıyordu. Ne radyo ne de televizyon vardı.
Kitap okumak da zaten alışılmış bir
şey değildi. Ama biz ailece okurduk.
Elbette bunların birçoğu şiir kitabıydı. Babam da halkına tepeden bakan
değil; halkıyla kaynaşmış bir aydındı.
Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Annem ve nenem (babaannem)
okuma yazma bilen halk kadınlarıydı.
Annem roman ve şiir kitabı okurdu;
çok sayıda da masal ve anlatı bilirdi.
Nenem ise; tam bir ayaklı halk ansiklopedisiydi. Bunların terkibi olsam
gerek.
Sanırım daha sonra bir gelişim döneminiz var.
İlkokul sıraları böyle geçti; ancak
ortaokulda ciddi ciddi kitap okumaya
başladım. Kitap derken, elbette ki yalnızca şiir kitaplarından bahsetmiyorum. Babamın kitaplığındaki Siyasal
Bilim, Felsefe, Sosyoloji kitaplarını
erken bir yaşta inatla anlamaya çalışarak okuyor, hayatı daha basit tanıttığı
için de tutku ile roman okuyordum.
Bugün de ciddi bir roman okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Ama
sanıyorum ki benim kuramsal ve bilgi
anlamında temelimi o kitaplar oluşturdu. Elbette şiir de okuyordum ve
ilk kitabını okuduğum kişi de Nazım
Hikmet olmadı. Cemal Süreyya’nın
‘’Beni Öp, Sonra Doğur Beni’’ adlı kitabı geçmişti elime; ortaokul sıraların25
“Şu anda 200’ e yakın
yabancı şair ile çok yakın
arkadaşlığım var”
da yutarcasına okudum bu kitapları.
Yani çocuk yaşımda İkinci Yeni ile
tanıştım. Günün hemen hemen 24
saatini okuyarak geçiriyordum. Şöyle
diyeyim: Hayatı tanımak için, hayatı
anlatan bilimsel ve edebi türlere
açlıkla saldırmıştım. Şiir ise; benim
için başka bir kapı, başka bir pencere
demekti. İkinci Yeni’den sonra Türk
Şiirini geriye doğru okudum. Babamın kitaplığında ne kadar şiir antolojisi varsa yutmuş ve kitap satın almaya
başlamıştım. Annem ve komşular
benim bu durumumu tuhaf karşılıyor,
delireceğimden kuşkulanıyorlardı.
Böyle oldu mu bilemem; ama, işte
şimdi Metin Cengiz neyse oyum.
Lisede ise; başarılı öğrencilik hayatımı artık geride bırakmıştım. Dersleri
takmıyor, devamsızlık hakkımı sonuna kadar kullanıyor; param yetmediği
için de ciddi şekilde kitap hırsızı
olmuştum. Çaldığım kişi ise; benim
velimdi.Sonuçta Sürekli okuyor ve
hikaye yazmaya çalışıyordum. Ancak
ne yazsam şiir oluyordu. Böylece 4-5
sene hikaye yazmak için uğraştım. Bir
süre sonra, artık hikaye yazamayacağımı anladım. Derin bir karamsarlığa
kapılmıştım; benden iyi bir yazar
olamayacağı düşüncesiyle hayıflanıyordum zaman zaman. Bu sıralarda
aklıma parlak bir fikir geldi ve o
zamana kadar yazdıklarımı şiir haline
getirmeye başladım. Şiir olduklarına
inandıklarımı saklıyor, diğerlerini ise
yırtıp atıyordum.
Sizin çeviri şiirleriniz de var. Çeviri
şiirlerin şiirsel özelliğini kaybettiğini
düşünüyor musunuz?
İyi bir şiir çeviriye gelir. Çeviriye
gelmeyen şiir kötü şiir demektir.
Şunu demek istiyorum: Tabii ki şiir
çevrildiği dilin ses ve söyleyiş özelliklerini kazanır. Yabancı dil bilenler
ne demek istediğimi daha iyi anlar.
Dilde anlamlandırma formunu kendi
çeviri şiirimden örneklendireyim.
Max Jacob şiirlerini çevirirken, son
dizeyi aynı şekilde çevirmedim. Dize,
kelimesi kelimesine şöyleydi: Gece sürüp gidiyordu her zamanki gibi. Bana
göre bunun şiirsel bir özelliği yoktu.
O sırada yazdığım şiirden bir dizeyi
ödünç verdim. İçim cız etti ama böyle
oldu. ‘’Gece ise her zamanki gibi.’’
Bu arada meraklılarına şunu da söy-
leyeyim; şu anda 200’ e yakın yabancı
şair ile çok yakın arkadaşlığım var ve
anlaşılacağı üzere yabancı dilden çok
geniş bir okuma yaptım; ama asla bir
ödünç almadım.
Sizce şiir yazmak öğrenilir mi?
Roman yazmak öğrenilir, evet. Nitekim öğretiliyor da. Drama da aynı
şekilde; fakat şiir asla! Bir yetenek,
çalışma; kendini dünya işlerinden
soyutlayacak şekilde şiire verme
-çağımızda bu artık imkansız-; yabancı 1-2 dil bilme (yabancı şairlerin
şiirlerini okuyabilmek için); derin
bir felsefe bilgisi; dünya halklarının
kültürünü tanıma; siyaset bilimi,
sosyoloji okuma; halkını sevme işidir
şiir, bunlar olmazsa şiir olmaz zaten.
Ancak günümüzde artık bunlarla uğraşılmıyor, işler çok kolaylaştı. Bilgisayar, internet, hayatın şiirleşmesi gibi,
gençleri etkileyen o kadar çok şey var
ki. Örneğin 14 yaşında dünyanın tüm
müzik arşivlerine ulaşabilir ve 5 sene
dinlenmeden müzik dinleyebilirsiniz.
Oysa şiir biraz da bunların hasretini
çekmekle olur.
Hayatınızda şiir olmasaydı ne olurdu?
Herhalde delirirdim…
Türk şiirinin dünyadaki yerinden bahseder misiniz?
Türk şiiri, ne yazık ki dünyada pek
tanınmıyor. Bir tek Nazım Hikmet
biliniyor. Ben bu konuda elimden
geleni yapıyorum. 3 ülkede Türk Şiir
Antolojisi çıkarttım. Ama bu devede
kulak. Keşke Kültür Bakanlığı da
benim kadar çalışsa. Başka ülkeler
trilyonlar harcıyor, bunu gördükçe
üzülüyorum.
Medyanın şiire yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya çalışanları, herhalde şiiri
denemiş; fakat başarılı olamamışlar.
Hepsi şiire düşman. Medya sahiplerine değinmiyorum bile…
Şiir dalında verilen ödüller hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Daha bugünlerde bir telefon aldım.
Türkiye’nin en prestijli ödülü olan 8.
Mersin Kenti Edebiyat Ödülü bana
verilmiş. Ekim ayında ödülümü almaya gideceğim. Mersin Kenti’ne çok
teşekkür ediyorum.Ödüller tabii ki
26
işe yarıyor; ancak bir şair ödüle kanıp
ona sırtını dayamamalı. Yoksa şiir
çabuk elden gider.
Genç şairleri başarılı buluyor musunuz?
Ben çocukken her şiir yazdığımda,
yalnızca gökyüzünden, aydan, yıldızlardan, geceden, sabahtan bahsederdim. Şiiri, böyle parlak sözcüklerden
oluşan bir şey zannederdim. Oysa
bunların da içinde olduğu hayat, şiire
taşınmak üzere gürül gürül geçiyor
yanımızdan. Bizler de içindeyiz tabii
ki. Şiir yazmak için, bu hayatı yazmak
lazım. Şimdiki gençlerin çoğu benim
çocukken yaptığımı yapıyorlar; şiiri
albenili imgelerden oluşan bir şey
zannediyorlar. Ben öyle olmadığını
anlatmak için, 20’ye yakın kuramsal
kitap yazdım: Kültür ve Şiir, Felsefe ve
Şiir, İmge Nedir?, Şiir Nasıl Yazılır?,
Şiir Dili, Şiirsel Anlam, Şiirin Gücü...
Türk şiirini öğrenmeleri için de;
Modernleşme ve Modern Türk Şiiri,
Toplumcu Gerçekçi Türk Şiiri gibi
inceleme kitapları yazdım. Bunların
hepsi gençliğe hediyedir; okurlarsa
düştükleri yanlışı çabucak aşabilirler.
Ama bunun yanı sıra, çok güçlü şairler de var elbette ki. Böyle giderlerse,
kendilerini geliştirirlerse, gelecekleri
çok parlak. Örneğin; Kadir Aydemir,
Onur Behramoğlu, Müesser Yeniay,
Onur Akyıl...
Bu derece başarılı bir şair olarak,
maddi açıdan da emeğinizin karşılığını
aldığınızı düşünüyor musunuz?
Şiirle para kazanını görmedim. Ancak
Nobel alırsam, o para işe yarar. Orhan
Pamuk’tan sonra bu kadar kısa sürede
de kimse Türkiye’ye Nobel vermez.
Marmara Üniversitesi Fransızca Bölümü mezunu olan Metin Cengiz’in,
Bir Tufan Sonrası (1988), Büyük
Sevişme (1989), Zehirinde Açan
Zambak (1991), İpek’A (1993), Şiirin
Gücü (1994), Şarkılar Kitabı (1995),
Gençlik Çağı (1998), Aşk İlahileri
(2001),Modernleşme ve Modern Türk
Şiiri (2002)
Şiir İmge Biçim Biçem, Türk Şiirine
Eleştirel Bir Bakış (2005), Aşk İlahileri Günümüze Hüzzamlar (2006),
Özgürlük Şiirleri (2008) ve Bir Tufan
Sonrası isimli eserleri bulunuyor.
Metin Cengiz
Kimdir?
Metin Cengiz 1953 yılında
Kars’ta doğdu. Erzurum
Atatürk Üniversitesi
Fransızca Bölümü ile
İstanbul M. Üniversitesi
Fransızca bölümünü
bitirdi. 12 Eylül döneminde
TCK.’nın 141. Maddesinden
2 yıl hapis yattı. Bir süre
Fransızca öğretmenliği
yaptı. Sonra değişik gazete
ve yayınevlerinde redaktör,
editör olarak çalıştı. Halen
öğretmenlik ve çevirmenlik
yapıyor.
Pablo Neruda, Eugéne
Guillevic, Jacques Prévert,
Jules Laforgue, Aimé Cesaire
vb. şairlerden yaptığı çeviriler
kitaplaştı. Baudelaire’den
Günümüze Modern
Fransız Şiiri Antolojisi’ni
hazırladı. Şarkılar Kitabı ile
1996 Behçet Necatigil Şiir
Ödülü’nü aldı.
27
sinema
Derviş
Zaim
SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU
FOTOĞRAF DERVİŞ ZAİM ARŞİV
Ares Harikalar Diyarında (1994) kitabıyla Yunus Nadi Roman ödülünü
kazanan Derviş Zaim, yönetmenlik serüvenine 1997 yılında çektiği “Tabutta Rövaşata” ile başladı. İlk filmiyle pek çok ödül alan Zaim, sonraki
filmleriyle de ulusal ve uluslararası arenada övgüye layık bulundu.
***
Sırasıyla “Filler ve Çimen” (2000) ve “Çamur” (2003), “Cenneti Beklerken”
(2006), “Nokta” (2008) ve “Gölgeler ve Suretler” (2011) gibi prestijli birçok
festivalden ödüllerle dönen bir dizi başarılı filmin yönetmenliğini üstlenen Zaim, halen çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders veriyor.
28
29
Kıbrıs Gazimağusa doğumlu Derviş Zaim’in sinema serüveni Kurosowa’nın
filmi olan Dersu Uzala’yı (1975) ilham alarak izlemesiyle başladı. Boğaziçi
Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda faaliyet gösteren Sinema Kulübü ve yurtdışında katıldığı workshoplar ile kendini geliştirdi. Sinema tarihi ve estetiği üzerine
dersler aldı. İlk uzun metrajlı filmi olan Tabutta Rövaşata da avangart sinema
denemeleriyle Türkiye’de sarsıcı bir etki bıraktı. Film birçok festivalden ödülle
döndü ve beğeni ile karşılandı.
Ardından geleneksel Türk sanatlarıyla sinema arasında sentez kurduğu üçlemesiyle karşımıza çıktı. Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler üçlemesiyle
alışılmadık film estetiği ortaya koyan Derviş Zaim, dünyevi olanla olmayan
arasındaki ilişkiyi biçim ve içerik açısından ele aldı. Filmlerinde hakikat, vicdan,
iyilik, kötülük, toplumsal huzursuzluk, yalnızlık öğelerine sıkça yer veren Derviş
Zaim’in ’derviş’liğe ulaşma çabasına yöneldiğini görmekteyiz.
30
İlk uzun metraj filminiz Tabutta
Rövoşata. Bu filmi bildiğimiz kadarıyla küçük bir bütçe ile çektiniz. Yaşadığınız muhitteki bir hırsız Tabutta
Rövoşata’ya ilham oldu. Filmin hikayesini kısaca anlatabilir misiniz?
Gerilla tarzı denilen bir tarzda çekildi.
Düzenli ordular vardır. Parası pulu
daha önceden vardır. Bizim öyle bir
durumumuz yoktu. Neredeyse kelle
koltukta çektik o filmi.
İlk filmin ortaya çıkmasına neden
olan kaynaklar değişik olabilir. Kaynaklar farklı yerlerden geliyor olabilir.
Mesela bir karakterden esinlenirsiniz,
bir durumdan esinlenirsiniz, bir konseptten esinlenirsiniz… Her defasında
bütün bunları bir araya getirebilecek
formülleri, dengeleri kurmanız lazım.
İşin ince tarafı belki de budur. Ben
Tabutta Röveşata için esinlendiğim
karakteri yazma süreci içerisinde
değiştirdim. Birebir hayattaki insanın
alınıp oraya yapıştırılması tarzındaki bir şey söz konusu değildi. Hatta
başka bir örnek daha vereyim. Nokta
filmini yaparken yine Konya’da
gerçekleşmiş bir tarihi yazma
eser hırsızlığından etkilendiğimi söylemem lazım. Konya’daki bir kütüphanede
olan eskiye ait çok
değerli yazmaların
çalınması esin kaynaklarımdan birisidir. Yani gerçek hayatta olmuş, bitmiş
olayları alırım. Bunlardan esinlerim
ama onları daha sonra kurmacanın
kendisine ait kuralları çerçevesinde
değiştirmeye de gayret ederim. Bunu
da daha hakiki bir eser ortaya çıkarabilmek için yaparım. Çünkü bazen
gerçekten aldığınız şeyler ve onları
birebir aynı şekilde yansıtma çabanız
hakikati tam anlamıyla yansıtmak konusunda yetersiz olabilir. Bu manada
gerçeğin daha bütünsel ifadesi için
bunu yaptığımı söylemem gerekiyor.
Nokta filmini bir hattatın titizliğiyle mi
çektiniz? Çünkü film tek plan film kesintisiz bir şekilde ilerliyor ve Tuz Gölü
gibi beyaz bir sayfayı andırıyor.
Benim “Filler ve Çimen”de bunun ipuçları vardı. Ama Cenneti
Beklerken’de daha netleşti. Osmanlı
geleneğinden hareket ederek “Acaba
onun bir parçası olan bazı sanatları
alıp sinema için kullanmak mümkün
müdür?” sorusunu kendime
sormuştum.
Minyatür
sanatı
Cenneti
Beklerken
filmimden
sonra Nokta
filminde Osmanlı
hat sanatını ele aldım. Osmanlı hat
sanatını kimi özelliklerini sinemaya
nasıl aktarabileceğim üzerine düşünmeye başlamıştım.
O filmimde seçtiğim mekan Tuz Gölü
-ki boş bir beyaz sayfayı andırıyor.
Oyuncuları mekana yerleştirmem,
oyuncuların kostümleri, kostümlerin
rengi, genel renk, bütün bunlar hat
sanatına ait havayı ve muhtevayı çağrıştıracak şekilde tasarlandı. Ayrıca
bir hat sanatkarının yazı yazarkenki
kesintisizliğini filmde göstermeye
gayret ettik. Tek bir plandan başlayıp
biten bir film olmasını sağlamıştık.
Bu manada filmin içerisinde kurgu
yoktu. Bütün bunlar her defasında
farklı biçimlerde tezahür eden bir ortak kaynağın sinemada nasıl kendine
yer bulabileceğine dair sorduğumuz
sorunun mütevazi yanıtlarıydı.
Filmlerinizde biçim ve içeriği başarılı
bir şekilde uygulayabiliyorsunuz. Biçim
ve içeriği bir arada uygulayabilmek zor
mu?
Sinemada zor olan şeylerden
bir tanesi biçimin ve
içeriğinin birbirleriyle bir
31
dengede buluşmasını sağlamaya çalışmak. Elbette ki bu gelenekten nasıl
yararlanacağım konusunda konuşurken çok farklı önerilerin karşımıza
çıkması mümkün. Ama mesele şu ki
bu önerilerin bir kısmı ve kullandığımız içerik yan yana getirildiğinde altı
yama üstü bohça gibi bir görünüm
ortaya çıkma ihtimali belirecektir.
İşte bir yönetmenin yapması gereken
temel işlerden bir tanesi, bu biçim ve
içerik arasındaki dengeyi gözetmeye
çalışmaktır. Mesela Cenneti Beklerken, Filler ve Çimen, Nokta, Gölgeler
ve Suretler filmelerini yaparken biçim
ve içeriğin birbiriyle belli bir dengede buluşmasına gayret ettim. Bunun
için fikri mesai harcamaya çalıştığımı
belirtmek isterim.
Kıbrıs doğumlusunuz bir yandan da
Konya kökenlisiniz. Size, doğum yeri ve
kökeniniz neler kazandırdı?
Anakaradan daha farklı bir yerde
yerleşmiş olmanın mesafe alma
duygusunu sağladığından bahsedilir.
Sanat da mesafe alma duygusuyla
ilintilidir. Umarım böyle bir katkısı
olmuştur bana. Bunun dışında değişik
kültürlere, kültürlerin bir araya geldiği
zaman ortaya çıkabileceği melezleşme
biçimlerine ilgi duydum. Dolayısıyla
32
adalılıkta bu kültürler arasında ilişki
konusunda kafa yormamı kolaylaştırmış olabilir diye tahmin ediyorum.
Genç sinemacılara, sinema meraklılarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Heyecan çok önemlidir. Tekniği öğrenmenin çok büyük bir zamanlarını
alacağını zannetmiyorum. Hikâye anlatmayı öğrenmek gerekiyor. Hikâye
anlatmayı öğrenirken de bir perspektife sahip olmak gerekiyor. Perspektifi
olmayan insan uzun döneme yayılan
bir sinemacı, yönetmen olamayabiliyor. Çok uzun bir kariyeri olamayabiliyor. Perspektifi olmayan bir adam
belli bir süre sonra hikâye bekleyen
adam yerine düşebiliyor. Şuradan bir
arkadaşım gelse de bana bir hikâye
anlatsa da ben onu film yapsam gibi
durumlarda kendini yakalayabiliyor.
Hâlbuki perspektifle birleştirilebilen
bir yaratıcılık çok daha sağlam, köklü
ve temelli olur. İnsanın bilinçli ya da
bilinçsiz bir perspektifinin olması gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında
bol hata yapmalarını öneriyorum.
Çünkü sinema yapmayı öğrenmenin
yollarından bir tanesi pratik yapmaktır ve pratik yaparken de insan ister istemez hata yapar. Ama hata yapmaktan korkarsanız pratiğiniz gelişmez.
İşte bu da bu işin paradokslarından
bir tanesi. Ama bu hataları yaparken
ne kendini, ne etrafını kavurmadan
yapacaksın o hataları. Suya atlayıp
yüzmeyi öğrenmek gibidir sinema.
Şimdi kendini suya atarsın ama öyle
bir yere atarsın ki boğulursun orada.
Uçsuz bucaksız bir yerdesindir orada
kendini suya atmaman lazım, kıyıda
bir yerde atman lazım ki en azından
çok yorulduğunda tekrar çıkabilesin. Dolayısıyla insan hata yaparken
kendini ve başkalarını kavurmayacak,
sonunu getirmeyecek hatalar yaparak
yoluna devam etmenin yolunu bulmalıdır.
Yeni projeleriniz var mı?
Balık diye yeni bir film yaptık.
Önümüzdeki ekim ya da kasım gibi
gösterime girer diye tahmin ediyorum. İnsanın doğa ve çevre ile olan
ilişkisinin konu edindiği bir film. Bu
manada insanoğlunun sahip olduğu önemli meselelerden birisini ele
aldık. Çünkü bizim doğa ile olan
ilişkimiz eğer yanılmıyorsam en
önemli problemlerimizden bir tanesi
haline geleceğe benziyor. Ekonomiyi
de başka birçok şeyi de belirleyecek
olan şey insanoğlunun doğaya olan
yaklaşımı. Eğer gelişmekte olan bir
ülkeyseniz doğa ile olan ilişkinizi
çok fazla ön plana almadan daha çok
yol, fabrika, köprü peşine düşebiliyorsunuz. Ancak Amerika, Japonya,
Almanya gibi ülkelerde -ki onlarda
gelişmelerini sözüm ona tamamlamış
ülkeler oluyorlar- doğaya ilişkin daha
farklı bir tavrın gerekliliği gündeme
geliyor. Ama o tavrında gündeme
gelmesi ancak ülkenin gelişmişliğini
tamamlaması sayesinde belirebiliyor. Bu durumda da çoğu zaman atı
alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Bizim
ülkemizde de şimdi, şu an bu konular
ile ilgili bir duyarlılık oluşturmanın iyi
olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğa
ile ilgili filmler olursa doğaya da farklı
yaklaşmanın mümkün olduğuna dair
bir farkındalık gündeme getirirse
özellikle gençler arasında bu artarsa
hepimizin hayatı daha da zenginleşecektir. Sanatın amaçlarından bir
tanesi de hayatı daha zengin kılmaktır.dengede buluşmasını sağlamaya çalışmak. Elbette ki bu gelenekten nasıl
yararlanacağım konusunda konuşurken çok farklı önerilerin karşımıza
çıkması mümkün. Ama mesele şu ki
bu önerilerin bir kısmı ve kullandığımız içerik yan yana getirildiğinde altı
yama üstü bohça gibi bir görünüm
ortaya çıkma ihtimali belirecektir.
İşte bir yönetmenin yapması gereken
temel işlerden bir tanesi, bu biçim ve
içerik arasındaki dengeyi gözetmeye
çalışmaktır. Mesela Cenneti Beklerken, Filler ve Çimen, Nokta, Gölgeler
ve Suretler filmelerini yaparken biçim
ve içeriğin birbiriyle belli bir dengede buluşmasına gayret ettim. Bunun
için fikri mesai harcamaya çalıştığımı
belirtmek isterim.
33
Derviş Zaim
Filmografisi
1996 – Tabutta Rövaşata
2008 – Nokta
Adı dokuza çıkıp sekize inmeyen bir otomobil hırsızı. Çalamayacağı otomobil, açamayacağı kilit neredeyse yok. Ama sözünü ettiğimiz hırsızın farklılığı sadece bu özelliğinden
kaynaklanmıyor.
O, geceleyin çaldığı otomobilleri şafak sökerken getirip çaldığı yere bırakıyor. Üstelik
onları bir güzel de yıkıyor, temizliyor. Ancak yaptığını yalnızca dolaşmak ve otomobillerin zevkini çıkarmak.
Nokta bir zamanlar işlediği bir suç yüzünden azap çeken ve çektiği azaptan kurtulmaya
çalışan bir adamın hikayesi. Ahmet yakın bir arkadaşının ön ayak olması ile tarihi değeri yüksek bir Kuran hırsızlığına istemeden bulaşır. Ancak kalkıştığı iş onu hiç istemediği
bir noktaya sürükler.
2001 – Filler ve Çimen
2011 – Gölgeler ve Suretler
Uluslararası bir maratoncu olan Havva (Sanem Çelik), erkek kardeşi ile birlikte yaşayan
genç bir kızdır. Kardeşi doğuda askerliğini yaparken bir mayına basıp sakat kalmıştır
ve acil tıbbi yardıma ihtiyacı vardır. Ancak Havva silgi fabrikasında çalışarak kazandığı
para ile kardeşini tedavi ettiremez. Tek ümidi Avrasya Maratonu’nu kazanmak ve verilen para ödülünü kardeşinin hastane masrafları için kullanmaktır.
Filmin hikayesi, 1963 yılında Kıbrıs’ın ücra bir köyünde yaşayan Rum ve Türk, iki
ailenin yaşadığı olayların üzerine kurulmuştur. Karagözcü Salih ve kızı Ruhsar, Rum
polislerinin saldırısı sonucunda göç-men düşmüş ve akrabaları Veli’nin köyüne sığınmışlardır. Karagözcü Salih bu köyden şehre gitmek isterken yolda kaybolur.
2003 – Çamur
2012 – Devir
Ali, Kıbrıs’taki askerliğinin son haftalarında gizemli bir hastalığa yakalandığı için konuşamamaktadır. Hastalığına iyi gelir düşüncesi ile şifalı bir çamur birikintisinden medet
ummaya başlar. Çamur gerçekten de Ali’nin hastalığı üzerinde olumlu etkide bulunur.
Ali zamanla çamura karşı tutku geliştirmeye başlar.
Burdura bağlı Hasanpaşa köyünde; her yıl bir çoban yarışması düzenleme geleneği vardır. Bu geleneğe göre çobanlar sürüleriyle beraber teker teker küçük bir su birikintisine
girmekte ve suyu peşlerindeki koyunlarıyla birlikte kesintisiz ve hızlı biçimde geçmektedirler. Suyu sürüsüyle beraber tereddütsüz, hızlı ve seri geçen çoban yarışmada birinciliği kazanmaktadır.
2007 – Cenneti Beklerken
2014 – Balık
On yedinci yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da yaşayan minyatür ustası Eflatun,ustalarının kendisine öğrettiklerine karşı gelir; ölen eşi ve oğlunun
Batılı tarzda portrelerini çizer. Çelişkili duygular içerisindeki Eflatun, bir gün zorla
Osmanlı vezirinin konağına götürülür.
“Balık”, insan doğa ilişkisi üzerine odaklanıyor. Filmde, bir gölün kıyısındaki küçük ve
güzel bir balıkçı köyünde yaşayan balıkçı ailesinin hayatı doğa ile savaşa girişince yön
değiştiriyor.
* Film afişleri ve bilgiler www.derviszaim.com’dan alınmıştır.
34
35
yaşam
Sakallı Lütfü;
Kitabın “Esas Oğlanı”
SÖYLEŞİ VE FOTOĞRAF
36
Önsöz
Kadıköy’ün kadim sahaflarından biri o…
Kitapseverlerin tanımıyla bir kitapperest…
Yazar Enis Batur’a göre; kitap alanında tam bir “kirli çıkı”…
Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Zafer Toprak ve Gökhan Akçura’nın
ortak kanaati ise; günümüzün en iyi on sahafından biri.
Sonuçta, kitap okumaya ve edinmeye olan güven ve inancı aşılayan
bir Kadıköy, bir kitap jönü gibi adam şu Sakallı Lütfü…
ECE ADİL
37
Sizi ‘Sakallı Lütfü’ olarak tanıyor herkes. Bu lakabın bir hikayesi var mıdır?
Evet cancağzım. Ben yeni evlendiğim zaman, vergi dairesinde iki yıl kadar memurluk yaptım. Sonra ayrıldığımda sakal
bıraktım. 1984’den beri sakalım var. Benim kızım 1986’lı,
2004’e kadar beni sakalsız görmedi. 2004’de kalp ameliyatı
geçirdim, o zaman sakalım kesildi. Ama işte böyle alıştılar,
böyle konuştular. ‘Sakallı Lütfü’ diye.
Tahsil kökeniniz nedir acaba?
Ben lise mezunuyum. Üniversite’ye girdim, 2,3 tane okul
değiştirdim ama hiç bir tanesini Allah’a şükür bitirmedim. O yüzden lise mezunuyum. Bir edebiyat fakültesi
maceramız var, 1,1 buçuk ay kadar sürdü. Ondan evvel
Ankara’da Urduca bölümünü kazanmıştım. Ondan öncede
maliye,muhasebe var ama ona da 11 buçuk ay kadar gitmişimdir. Ben okuldan hoşlanmadım. Alaylı sayılırım.
Neden sahaflık?
Bu meslek de tarafımdan çok bilinçli seçilmiş bir meslek
değil. Ben okuma yazmayı çok küçük yaşlarda öğrendim.
Annem benim öğretmen vekilliği yapmış, okumayı çok
seviyordu. Babam da okumayı severdi. Bizim evimizde her
zaman kitap oldu.
Bir de ben bunu hep söylüyorum. 11, 12 yaşlarında ben
ilkokulu bitirdiğimde, Naciye Teyze diye bir hanım vardı.
Onun kocası Deli Sabri sahaflık yapmış,vefat etmiş. İki bine
yakın kitabı vardı. Naciye Hanım bunları okumuyorum
diyerek, bize hediye etti.’ Alın bunlar sizde kalsın, bende yer
tutuyor’ diyerekten. Ben bir anda bin beşyüz, iki bin kitabın
içerisinde buldum kendimi. Akbaba Dergileri, resimli hikaye dergileri, Tef Mecmuası gibi ona benzer bir sürü mizah
dergileri, Halk hikayeleri, Binbirgece masalları gibi aklına
ne geliyorsa karışık bir kütüphaneydi. Ben o kütüphanenin
içinde büyüdüm. Onun dışında kitap okumayı seven bir
çocuktum. Öyle başladı diyelim. Üniversiteye geldiğimde böyle bir iş yapabileceğimin farkına vardım. 1973’de
Osmanbey’de seyyar kitapçılık yaptım. 1984’de de dükkan
sahibi oldum. Çocukluğumu saymazsak, 30,40 seneden beri
bu meslekten geçiniyorum.
Sahaflığı tanımlamamız gerekirse, sahaf nedir? Ne alır, ne
satar?
Sahaflık bir çeşit eski kitap alıp satıcılığıdır. Ama daha çok
bulunmayan nadir kitapları satanlara sahaf diyoruz. Bir de
tabi ikinci elciler var. O da mesleğin içersinde gibi duruyor
ama bir sahaf bir şekilde Osmanlıca, Fransızca, İngilizce,
Almanca dünyanın çeşitli dillerinde basılmış, nadir kitapları
satan adamdır. Yazma kitap satan adam demektir. İkinci el
romanlar, kitaplar, ders kitapları falan satanlara zaten ikinci
elci demek lazım. Onlar her ne kadar kitap satıyorlarsa,
sahaf tanımlamasının içerisine giren insanlar değillerdir.
İstanbul’da ikinci el kitap satıpta tabelasına sahaf yazan çok
insan var. Ama sahaflığı bilen, sahaf olduğu var saydığımız
insanlar 10,15 kişiyi geçmezler. Sahaflık sürekli okumayı,
bilgilenmeyi; kitapla haşır neşir olmayı gerektiren bir meslek
38
En çok ne alıp, ne satıyorsunuz?
Daha çok Tanzimat’tan bu yana yayınlanmış bir takım kitaplar, Cumhuriyetten bu yana yayınlanmış bazı
hatıralar, Cumhuriyet üzerine olan
bazı incelemeler gibi. Tabi ki roman
falan da var ama daha eski harfli şeyler.Ama mal almaya gittiğimiz zaman,
kütüphaneden ne çıkarsa onu alıyoruz
tabi ki. Biz de mesela branşlaşma
yoktur. Biz de roman, tarih gibi ayrımlar yoktur. Kütüphaneden alırsın,
bu kütüphane bir mimarın kütüphanesiyse mimar kitapları yoğunlukta
çıkar, ya da bir tarihçinin kütüphanesiyse tarih kitapları daha yoğunlukta
çıkar. Dolayısıyla ne bulursak onu
satıyoruz diyelim.
“İstanbul’da gerçek sahaf
sayısı 10-15’i geçmez”
Sahaflığın kökeni, ve şimdiki durumu
nedir?
Sahaf eskiden Arapça ‘suhuf ’ sözcüğünden geliyor. Suhuf Arapça’da sayfa
demek. Sahaf ’ın eski manası sayfa
satan demekti. Günümüzde artık
sadece yazma kitap satan değil, evrak,
efemera, plak, kartpostal gibi kültürel yan ürünleri de satan bir meslek
haline geldi. Sahaflık biraz böyle bir
şey oldu açıkçası.
Gelen sahafiye ürünleri içinde, Osmanlıca (eski yazı) çok mu? Meraklıları var
mı?
Meraklıları da var, toplayıcıları da var,
aracıları da var. Zaman zaman bana
da düşüyor. Her ay her zaman bulamazsın fakat sene içerisinde 1 yada 2
kere düşen şeylerdir bunlar. Biz şimdi
kitabın yanı sıra, eski yazı, evrak falan
da satmaya başladık. Fotoğraf satıyoruz, kartpostal satıyoruz önceden de
söylediğim gibi ‘efemera’ olarak tabir
edilen malzemeler de satıyoruz.
Fotoğraf dediniz, elinizde hiç ilginç
öyküsel fotoğraflar var mı?
Lütfü bey: Bütün fotoğrafların bir
öyküsü var zaten de, bunların içinde
bu ülkeyi yönetmiş insanların Celal
Bayar ya da Mustafa Kemal gibi devlet
adamlarının olsun, politikacıların
olsun, edebiyat ve yazar çevresinden
bir takım insanların olsun malzemesi
piyasaya düştüğünde bizimde elimize
geçer. Dolayısıyla o fotoğraflar da tabiki değerlidir, müşterisi olan maldan
sayılır. Ya müzayedeye konulur ya
39
“İnsanlar özellikle
kadınlar, kocaları
öldükten sonra ilk elden
çıkardıkları şey kitapları”
da elden satarsın. Bu da işimizin bir
parçası.
Satmaya kıyamadığınız ve kendinize
sakladığınız şeyler oldu mu?
Tabi canım. Benim sahaflık öykümün
içinde her zaman kendi kütüphanemi
kurmak da oldu. Bir dönem bende
olmayan her kitabı eve götürürdüm,
satmazdım. İsmim, -Kirli çıkıya çıktı
o yüzden. Fakat ben kütüphanemi işe
yarayacağını düşündüğüm adamlarla,
bir şekilde paylaşırım. Satmasam da
onlara fotokopi veririm ama şimdi
artık insanların dünyaya bakışı, ilgi
40
alanları zaman içerisinde değişiyor.
Ben önceden her şeyi toplarken, şimdi
Kastamonu’lu olmam dolayısıyla
onunla igili ya da kitapçılıkla ilgilenmem dolayısıyla basın tarihi gibi
kitapları saklıyorum. Artık bunların
dışında ki her şey ilgi alanımdan çıktı.
Eskiden topladığım şehir kitapları
gibi bir çok kitabı sattım. Elime geçen
kitapları artık yavaş yavaş satıyorum.
Müteferrika isimli derginizden biraz
bahseder misiniz?
O 1993’den beri çıkarttığımız bir
dergi. Bu sahaflık, kitapçılık Dergisi.
Türk Basın Tarihi, Türk Kitap Tarihi
konularında bir takım yazılar yazıyor
ve yayınlanıyoruz. 44. Sayısı çıktı.
Şimdi önümüzde 45. Sayı var.
Artık buralı oldum gibi geliyor bana.
Bu yüzden Kadıköy’ü özel olarak
seçmedim.Zorunlu bir seçimdi fakat
arzulu bir hale geldi.
Kadıköy’e gelişiniz nasıl oldu?
Ben öğrenciliğimi Taksim, Şişli,
Nişantaşı arasında geçirdim. Nişanlım
Kadıköy’de oturuyordu. Ev bulmaya kalktığımda da burada buldum.
Dolayısıyla evlilik mağduruyum.
Şaka bir yana burda olmaktan çok
mutluyum. 35 senemi Kadıköy’de
geçirdim. Kadıköy’ü seviyorum, kendimi Kadıköy’lü gibi hissediyorum.
Kadıköy’de çok insan tanıyorum.
‘Hayalet biriktirmiş sahaflar kadar’
uzun bakarlı…”
bu bir şiirden anımsadığım dize. Sizde
kendinizi zaman zaman hayalet biriktiren biri olarak görüyormusunuz?
Hayalet biriktirdiğimi düşünmüyorum. Ama şunu biliyorum ki bir çok
kitabın, fotoğrafın, kartpostalın ona
benzer her türlü malzemenin benden
evvel üzerine üç beş tane el değmiştir.
Bu işin geleceği de biraz kitabı olan
kişilerin ölmesine bağlı. Sağken
aldığımız kitaplar da oluyor ama daha
çok öldükten sonra kitapları alıyoruz.
Bu işin mekanizması böyle. Çünkü
insanlar özellikle kadınlar, kocaları öldükten sonra ilk elden çıkardıkları şey
kitapları. Kitap okuyan bir kocanın
belli bir yaştan sonra karısıyla fazla
ilgilenmediği söylenir. Bu nedenle
kitaplar evde kadın için bir metresmiş gibi duruyor bana sorarsan. Bu
yüzden kadınların ilk elden çıkardıkları şey kitap olur. Bu yüzden işin
matematiğinde sanki bir miktar bir
ölü sevicilik vardır.
41
yaşam
SÖYLEŞİ CANSIN ÖZALP
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
UYGUN FİYATA BARINAKLAR;
HER BÜTÇEYE UYGUN,
HER VİCDANA UYGUN...
●●●
Tam olarak böyle demiyorlar; ama çalışmaları ve
projeleriyle algıya düşen bunlar.
Onlar, Kedi ve Köpek gibi sahipsiz ama sağlıklı sokak
hayvanlarının “yuva” sahibi olmalarını sağlıyorlar. Ki,
bu durum her bütçeye uygun.
Onlar, sahipsiz sokak hayvanlarının yaşamlarını
sürdürebilecekleri bağımsız barınaklar oluşturuyorlar. Bu
bağımsız barınaklara maddi ve manevi katkı sağlamak
isteyen vicdan sahibi tüm hayvan severlerin katkılarını
bekliyorlar.
Bunları yapan; PETZİGO…
İki Hayvan Sever; Handan YAŞAR ve Amil Toprak…
Biz sorduk Handan YAŞAR yanıtladı:
42
43
Tamamen gönüllü çalışacak sistem
için gerekli yazılımımız bitmez üzere.
İkinci girişimimiz ise. Petzigo Store.
Burası hayvan besleyen ama bu işe
büyük bütçeler ayıramayanlar için bir
alışveriş sitesi. Orada, mama dahil piyasa değerinin altında oluşturulmuş
ürün paketlerimiz yer alacak.
“Küçük bir barınak gibi çalışıyoruz”
PETZİGO nedir ? Neler yapar ?
PETZİGO, sosyal sorumluluk çerçevesinde sokak hayvanları için ev
bulan veya bağımsız barınaklar kuran;
onlar için projeler üreten bir sosyal
sorumluluk girişimi. Yaptığımız,
özellikle kedi ve köpek gibi sahipsiz
sokak hayvanlarını alıp, varsa sağlık
sorunlarını gidermek ve birinin sahibi
olması psikolojisine hazır hale getirmek; sonra da onları edinmek isteyenler arasından en uygun evi, en uygun
yuvayı bulmak; tüm bunları yaparken
de hiçbir ücret talep etmemek…
Şimdi üzerinde durduğumuz nokta
ise, vicdanlı hayvan severler, yerel
yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak “yuvalandıramadığımız” sokak hayvanları için;
kentin belirle noktalarına yerleştirebileceğimiz pratik ve kullanışlı; her
mevsim yaşayabilecekleri barınaklar
oluşturmak.Yani, PETZİGO aslında
küçük bir barınak gibi çalışıyor.
Hayvanlarla ilgili sosyal medya paylaşımları dikkatimizi çekti. Sosyal medya
bağlamında oldukça hareketlisiniz.
Sosyal medyadaki her tür paylaşım
bizim işimizin bir parçası; sokak
hayvanlarıyla ilgili bir taraftan proje
44
üretip diğer taraftan nasıl hayata
geçiririz diye düşünüyoruz. İşte bunu
sosyal medya aracılığıyla yapıyoruz.
Öylece hem hayvan severler sorunun
ve çözümün bir parçası haline geliyor.
Hem de değişik ve renkli düşünceler
ortaya çıkıyor.
Sosyal medyada etkin biçimde kullandığımız bir diğer olgu hayvan fotoğrafları. Sosyal medyada her fotoğraf
olumlu ve olumsuz anlamda bir algı
yönetimidir. Siz bir hayvan fotoğrafını
kolu kırık kanlar içinde paylaştığınız
durumda bir vicdani bir sorumluluk
yaratıyorsunuz; öte yandan hayvan
severleri sorumluluğa davet ederek
harekete geçiriyorsunuz.
Bu çerçevede sahipsiz hayvanlardan
başlayıp, barınaktakilere ve bir yuva
edinmişlere uzayan yelpazede hayvan
fotoğrafları çekip yayınlıyoruz.
Bu nasıl yapılıyor peki ? Gönüllülerimiz gün boyunca sokak, barınak
ve evlerde dostlarımızı fotoğraflıyor.
Eee tabi fotoğrafik duruşun ruhuna
uygun bir estetik anlayış içinde onları
yıkayıp kurutup temizliyoruz.
Çalışmamız yakında katalog haline
gelecek. Böylece sahiplenme oranının
ne kadar arttığını hep birlikte görece-
Projemize gelince;
Fabrikalarda yük taşınan. KLT diye
adlandırılan, yük taşımakta kullanılan ve ve biraz yıpranınca kullanım
dışına bırakılan odacıklar var. Sanayi
kuruluşlarıyla işbirliğine girip bunları
edinip onarmak istiyoruz. Amacımız
onları hayvanların su, yiyecek gibi
temel ihtiyaçlarını karşılayan barınaklara dönüştürmek.
İkinci aşamada, Yerel Yönetimler,
Milli Eğitim ve Diyanet İşleriyle
irtibata geçip barınakları Okul bahçeleri, ibadethane girişleri ve belirle
parklara yerleştirmek…
Sokak hayvanları alırken nelere dikkat
edilmelidir?
Tabii ki iki yolu olan bir süreç bu.
Hayatımız boyunca bakmak üzere
alabiliriz. Ya da sağlığına kavuşturup,
ev hayatına alıştırıp gönüllü bir aileye
de verebiliriz. Ama her ikisinde de
unutulmaması gereken dışarıda zorlu
bir hayattan onu alıyorsunuz. Sizin
her hareketiniz o hayvan için bir süre
tehdit olacaktır. Ani kalkmanız ya da
yüksek sesle konuşmanız, onu kucağınızda tutmak istemeniz gibi.
Bu yüzden sabırlı olmanız ve kendi
haline bırakarak üzerine gitmeden
bulunduğu yere alışmasını sağlamanız
gerekmektedir. O kadar çok duyuyorum ki, “sokaktan hayvan aldım, bir
türlü alışmadı, sürekli havladı ya da
tırmaladı. O yüzden tekrar sokağa
bırakmak zorunda kaldım” diye. Bu
“Hayvan
beslemenin
temel şartı
ona ihtiyaç
duyduğu güveni
vermeniz, bunu
hissettirmenizdir”
ğiz. Sosyal Medyadaki bir başka etkinliğimiz ise, hayvan sağlığıyla ilgili.
Uzmanlarımız konuyla ilgili makaleler
kaleme alıyor, forumlardaki sorunları
irdeleyip yol gösteriyor.
Gönüllü veterinerlerimiz Gözde Çetin
Kasap ve Seçkin Kasap bilgi, birikim
ve telkinleriyle hayvan sahiplerini
yanlış yönlendirmelere karşı uyarıyor.
Sokak hayvanlarına nasıl faydamız
dokunabilir?
Aslında bir çok kişi barınaklar ve belediyelerle iş birliği içerisinde destek
veriyor. Ancak bizim hedefimiz bir
organizasyonun içerisinde olmayan /
olamayan; bir şeyler yapmak isteyen
ama bilgi ve çevre eksikliğinden yardım edemeyen kitle. Çünkü sokakta
bir kedi görüp yardım etmek isteyen
ama “Alınca nasıl bakacağım.”, “ Veterinere götürecek ve kontrol ettirecek
bütçem yok” gibi sorunlar nedeniyle
elinden bir şey gelmeyen hayvan
severlerimiz var. Bunun için iki girişimimiz bir de projemiz var.
İlki, “Online Veterinerler”
Sistem ile hayvan severlerimiz internetten ya da akıllı telefonlarından
online veterinerlerimize ulaşıp sorularının yanıtlarını alabilecekler.
45
güvenli bir yuva bulmadın sokağa
bırakmamalarının insani bir sorumluluk olduğunun altını çizmek isterim.
alışıp alışmaması ile ilgili değil, hala
güven hissetmediği ile ilgilidir. Bu
süreci daha sakin ve onu kendi haline
bırakarak ve yanında daha fazla vakit
geçirerek sürdürmelisiniz.
Ayrıca, tabi bunların en önemlisi
bir sağlık sorunu var mı onu tespit
etmek gerekir. Aşıları tamamlanmalıdır, bütçesi olmayanlar için belediye
hastaneleri çok uygun fiyata destek
vermektedirler.
Bazen de kendimize göre sağlık onayı
veririz ki sokak hayvanlarında en çok
görülen hastalıklar derilerindedir.
Bunu daha tespit etmeden hemen yı46
kamak isteriz ki bu daha çok canının
yanmasına sebebiyet verir. Bunun için
ön kontrol önemlidir.
Bir hayvanı sahiplendikten bakamayıp
sokağa terk edenlere neler söylemek
istersiniz?
Maddi veya manevi anlamda herkesin
hayatında değişiklik olabilir. Nasıl ki
böyle diye hiç kimse çocuğuna yeni
bir ev aramaz ya da sokağa bırakmazsa evinizin bir üyesi haline gelmiş
hayvanlar için de aynı sorumluluk ve
merhametle davranmak zorundasınız.
Böylelerinin, en azından hayvanlarını
Türkiye’de mevcut dernekler ve gönüllüler hayvanların sorunlarını çözebilecek
kapasite ve etkinlikte mi?
Bu dernek ve gönüllülerin baş edebileceği ya da üstesinden gelebileceği
bir sorun değil. Toplumsal gelişim,
duyarlılık, eğitim ve tabii ki sağlıklı
zihinler ile çözülecek bir sorundur.
Aslında bir ülkede artan dernek sayısı
o ülkedeki bilinç eksikliğini göstermektedir. Hayvanları korumak adına
oluşturulan derneklerimiz ne kadar
fazla olsa da, mücadele etse de bu durum duyarlılık seviyemizin düştüğünü
göstermektedir. Sorunlar, ancak, hayvanlara karşı geliştirilen duyarlılık ve
sorumluluğun artırılmasıyla çözülebilir. Yani dernek, barınak ya da hayvan
severlerin değil; tüm insanların ortak
sorunu olarak görüldüğünde nihai
çözüme ulaşır.
Yerel Yönetimler sokak hayvanları için
neler yapıyor? Yeterli mi ?
Bir çok belediye ile irtibata geçtiğinizde hayvanlar için yaptıkları bir takım
çalışmalar olduğunu görüyoruz. Gönüllü yapan belediyeleri ayrı tutuyorum; ama çoğu belediye yasal zorunluluk ile bu çalışmaları yapıyor ve bu
sebeple de kimse haberdar olmuyor.
Yasal zorunluluktan ziyade daha önce
dediğim gibi toplumsal duyarlılık
çatısı altında ve istekle yapılmadığı
takdirde Yerel Yönetimleri bir şeyler
yapmış olarak görmüyorum.
Hayvan doğada bulunmazsa düşünsel
açıdan ne gibi boşluk yaratırdı?
Bunun cevabı “doğada hiç insan
olmasaydı…” ile aynı aslında.
Bu bir denge ve olmazsa olmazı
yaşamın. İster sokakta olsun ister evde
onlarla yaşamayı öğrenmeliyiz.
https://www.facebook.com/petzigo
http://petzigo.com
http://store.petzigo.com
47
yaşam
Asırlık Sanat
Kanlıca Yoğurdu
Geleneksel Tat
Ceylan Kösecioğlu
“Kanlıca yoğurdu ve eski İstanbul deyince
akla seyyar satıcılar gelir, bir de İstanbul
sokaklarında “yoğurtçu, sütçü!” nidalarıyla
ve zil sesiyle dolaşan yoğurtçular. Onları
özlüyoruz.”
Kanlıca her İstanbullunun zihninde
mehtap gezileri, bülbül yatağı, en fazla
da meşhur yoğurduyla yer etmiştir.
Peki nedir Kanlıca ismindeki sır?
Eskiden Kanlıcanın tepelerinde rengi
kırmızıya çalan otlar yetişirmiş ve bu
otlardan beslenen hayvanların sütü
pembemsi renkte olurmuş.Ondan
elde edilen yoğurt da pembemsi
olduğu için ‘kanlı’ renginden dolayı
kanlıca adını almış. Birçok yerde semt
aslında en çarpıcı ürününe ismini
verir ama Kanlıca’da durum tam tersi
olmuştur. Ürünü Kanlıca’ya ismini
vermiştir.
Kanlıca yoğurdunun günümüze geliş
hikayesi nedir ?
Bir Fransız gezgin fetihten önce
geldiği İstanbul’da, ticaret yapan Türkmenlerin kendisine “yoğurt” adını
verdikleri bir kase kesik süt ikram
ettiklerinden bahseder. Ve Kanlıca
yoğurdu, İstanbul’un fethinden sonra
Osmanlı saray sofrasının vazgeçilmez
ürünü olmuştur.
SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU
Kaynaklara bakıldığında, Kanlıca doğa yoğurdunun serüveni İstanbul’un fethi ile başlamış
ve halen devam etmekte.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “bu kasabanın halis yoğurdu gayet leziz”
dediği kasaba Kanlıcadır.
Şairlerin dizelerine, yazarların romanlarına konu olan Kanlıca semtinde sahile çok yakın
küçük bir ofiste yoğurt kokuları eşliğinde yapacağımız röportaja başlamadan önce hemen
yanı başımızda duvarda asılı, Ara Güler’in seyyar satıcı fotoğrafına takılıyor gözüm ve beni
fark eden Ceylan Kösecioğlu başlıyor eskiyi özlemle anlatmaya:
48
Saray defterlerinde Kanlıca yoğurdundan bahsediliyor. Evliya Çelebi
de Seyahatnamesin’ de “bu kasabanın
halis yoğurdu gayet leziz” demiştir.
Kanlıca yoğurdunun tek bir tarifi yok.
Kanlıca yoğurdu bir ustalık geleneği. Ustalardan günümüze gelmiştir.
Bugün 3.kuşak Uğur Özdemir tarafından Kanlıca meydanında Kanlıca
yoğurdunu teslim etmektedir.
Kanlıca da boğaza yakın ufak bir
işletmeniz var. Dışarıda mis gibi boğaz
kokusu, içeride taze, davetkar süt
kokuları. Peki, sizin işletmeyi özen
kılan nedir, üretimde nelere dikkat
ediyorsunuz?
Piyasada biliyorsunuz birçok süt
İstanbul dışından geliyor. İlaçlı süt getirtiyorlar. Dayanıklılık açısından ilaç
koymak durumundalar. Beykoz’un
Sütler işletmeye geliyor ve PH dereceleri kontrol ediliyor.
49
köylerinde bize özel mandıramızdan
her sabah günlük süt geliyor. 1,5
tonluk çok küçük üretimlerle her gün
taze sütten üretim yapıyoruz. Dolayısıyla sütümüz kaliteli. Kötü sütten iyi
yoğurt yapamazsınız. Biz tamamen
geleneksel yöntemlerle yoğurt yapıyoruz. Sizin aynen evde yaptığınız gibi
kaynatma usulüyle.Bugün doktorlar
UHT “Ultra-High Temperature”
denilen bir teknolojiden bahsediyorlar. UHT şoklama yöntemi. Süt birden
bire çok yüksek derecelere çıkartılıyor ve birden çok düşük derecelere
indiriliyor, böylelikle zararlı mikroorganizmaları öldürmeleri hedefleniyor. Doktorların önemle üzerinde
durdukları noktalardan biri, şoklama
yaparken sadece zararları mikro
organizmaları öldürmekle kalmayıp
aynı zamanda yararlı mikro organizmalarında ölümüne sebep olunması.
Bir de sütün kaymağını ayrıştırdıkları
için posası kalıyor. Sütün kaymağı
ayrıştırılmaz, kaynatma usulüyle yapılır. Buharlı kazanlarda sütü kaynatır,
daha sonra soğutmaya bırakırız, tek
tek kaplarda mayalarız. Kültür mayası
dahi kullanmıyoruz, bir gün önceki
mayamızı kullanıyoruz.
Kanlıca yoğurdu tüketiciye ulaşmak
için ne gibi işlemlerden geçiyor?
Sabah sütler işletmeye gelir, sütler
kazana alınır, ph dereceleri kontrol
edilir. Uygunsa eğer sütler kazana gelir, çalısından samanından temizlenir.
Bu işlem birkaç defa tekrarlanıyor.
Sütü kaynatmaya başlıyoruz. Her kabın ayrı dolum sıcaklığı ve maya atma
dereceleri var. Dışarıda çelik boru
sistemi var. Maya tabancasıyla maya
atıyoruz, mayamız ise bir gün önceki
yoğurdumuz. Süt, sıcak odaya alınır,
daha sonra yoğurdu mayalanmaya
bırakıyoruz üzeri kaymak bağlayana kadar. Daha sonra soğuk odaya
alıyoruz bir gün bekletiliyor ve servise
hazır hale geliyor. Yoğurdun raf ömrü
10 gündür. Farklı şekillerde sunum
yapıyoruz. Nişastasız pudra şekeri ile
servis yapılıyor genelde. Tercihe göre
ballı, karadut pekmezli, çilek ve vişne
reçelli, yazında dondurmalı olmak
üzere alternatiflerde servis ediyoruz.
Pazarlarda ve uluslararası alanda
kimlere, nasıl ulaşıyorsunuz?
50
‘Bugün gördüğünüz süt ve süt ürünleri hiç doğal
değil, bir kere hepsi ‘UHT’ teknolojisiyle üretiliyor.’
Müşteriler bizi marketlerde görmek
istemiyorlar. Artık bilinçli bir tüketici
var, eğer ürünün raf ömrü uzunsa o ürün katkı maddesiz bir ürün
değildir. Ramazan’da Sultanahmet’te
stantlar kuruyor, eskiyi, kültürümüzü
yaşatmak adına seyyar halinde süt
dağıtıyoruz. Ramazan’da nostaljiyi
yaşatıyoruz. Kanlıca Yoğurdu ve eski
İstanbul deyince akla seyyar satıcılar
gelir, bir de İstanbul sokaklarında
“yoğurtçu, sütçü” nidalarıyla ve zil
sesiyle dolaşan yoğurtçular. Onları
özlüyoruz. Times gazetesinde haberlerimiz yapıldığından beri ellerinde
fotoğraflarla gelip ‘bu sizsiniz değil
mi ?’diyerek yoğurt yiyorlar burada.
Genelde yabancı müşteriler ballı, pekmezli, reçelli çok fazla tercih ediyorlar,
çünkü onlarda yoğurt daha çok krema
olarak ve tatlı şeklinde tüketiliyor.
Çocuklar annelerin eteklerini çekiştirerek buraya geliyorlar. Damak tadı
henüz bozulmamış olanların tercihi
doğaldan yana. Bu yüzden marka
değerimizi koruyoruz.
Kanlıca yoğurdunu nerelerde temsil
ediyorsunuz?
Kanlıca haricinde vapurlarda, hastanelerde, Sirius okullarında, İstinye
Park pazarında, Sultanahmet Meydanında… Japonlar yeni yeni ayranla
tanıştılar. Sanıyorum ki birkaç sene
içinde uluslararası alana da açılacağız.
51
yaşam
Sözlükler tellal kelimesini: “Herhangi bir şeyi, olayı veya bir
şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle
bağıran kimse, çağırtmaç” olarak açıklıyor. Zade kelimesi
oğul,
evlat anlamına geldiğine göre, tellalın oğlu diye ifade edilebilecek
bu isim İstanbul Kadıköy’de bir sokak adı: Tellalzade.
Burası eskinin antikanın, anıların sokağı aslında.
Ama garip bir çelişki, ismi gibi bu sokakta bağırıp çağırarak müşteri
davet edenler hiç mi hiç yok. Necip Fazıl’ın: “Eskici bağırır ama
antikacı bağırmaz. İnsan bağırırken düşünemez.”
deyişini haklı çıkartan bir sokak Tellalzade.
Kadıköy Moda’daki Tellalzade Sokağı Ece ADİL yazdı ve fotoğrafladı.
***
KADIKÖY’DE
BİR “ESKİ ZAMAN” MEKANI
YA DA
“ESKİ ZAMANLAR ŞARKISI”
HABER VE FOTOĞRAF
ECE ADİL
TELLALZADE
SOKAĞI
Büyüklerimiz hep söyler: “Bizim
zamanımızda böyle değildi.” Hep
eskiyi anarlar, özlem çekerler. Belki
biz de özlem çekiyoruz. O eski dokuyu hissetmek istiyoruz. İşte o eski
dokuyu biraz olsun hissetmek için bir
sokaktan bahsedeceğim: Tellalzade
Sokağı. Tellalzade, Kadıköy’de boylu
boyunca eskiyi ve hatıraları bir nefeste
çekmemizi sağlıyor.
Sokak birçok antikacıya ev sahipliği
yapıyor. Daha ilk göz temasında
antikacı esnafının sattıkları objeler,
gün görmüş, durmuş, oturmuş
ve bilge kişilikleri ile hemen yansıyor
size.
-Antika nedir, dedik onlara
-Az bulunur kıymetli eşyalar, dediler;
Gramafonlar, kilimler, dürbünler,
radyolar, semaverler, bastonlar, kal-
paklar, mobilyalar, fotoğraflar, saatler,
bardaklar, vazolar, avizeler, yüzükler,
kutular dediler, sıraladılar da sıraladılar. Ya da saydıkları eşyalarla aslında
hayatın tam da kendisini resmettiler.
Onların sokağı bu resmedişine
belki biz de objektifimizle katılırsak
ancak sokağın ve ruhunun hakkını
verebiliriz.
fotoğraf
Ali Öz
Neredeyse
30 yıllık gazeteci,
foto muhabiri
Ankara Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksekokulu Radyo Televizyon
Bölümü mezunu; Nokta, Güneş Milliyet, Cumhuriyet, Aktüel,
Tempo, NTV MAG ve Birgün’de çalışan ve halen serbest foto
muhabirliği yapan bir basın, bir fotoğraf emekçisi.
Son olarak; “Ayıp Şehir Tarlabaşı” isimli Foto-Kitabın sahibi.
SÖYLEŞİ SİNEM CAN
54
FOTOĞRAF ALİ ÖZ ARŞİV
55
Ayıp Şehir Tarlabaşı
“Ayıp Şehir Tarlabaşı”
Projenizin ismi bu. Oraya gitmeye nasıl
karar verdiniz ?
Tarlabaşı’nda kentsel dönüşümün
başlayacağını duyduğum an “orayı
fotoğraflayıp ölümsüzleştirmeliyim”
dedim. Bıçkın bir semte gidip fotoğraflamak çok da kolay olmadı. Bir bıçak saplasalar ölürsün. Ama insanlar
beni benimsedi içlerine aldılar.
‘’Fotoğraf çekmelere doymadınız,
Ali Bey hariç’’ diye duvarlara yazılar
yazdılar. Çekmeye başlayınca “bu
insanlar için yararlı bir şey yapmalıyım” dedim. İlk olarak sosyal medyayı
kulandım. Fotoğraflar çok ilgi gördü
Hem yurt dışı hem de ulusal kanallar benimle görüştü. Özel yayınlar
yaptılar.
Mesleğe nasıl başladınız ?
Mesleğe başlamadım, mesleği seçtim.
Gazeteci olmayı kafama koymuştum.
Nedeni ise gazeteciliğin toplumsal duyarlılıkta silah olduğunu düşündüm.
Ben insanların sınıf çelişkileri arasında büyüdüm. Bu yüzden toplumsal
duyarlılık adına gazeteci olmaya karar
verdim. Gazeteciliği kamusal yarar
adına yapıyorum.
30 yıla dayanan bir gazetecilik
geçmişiniz var ama halen profesyonelce
çalışıyorsun.
Şu yaşıma kadar ödün vermeden
mesleğimi yaptım. 2001 yılındaki ekonomik krizde NTV dergisi kapandı.
Ben de çalıştığım dergi kapanınca
istifa ettim. Patronsuz gazete çıkarmak için bir grup arkadaşla BirGün
gazetesine başladık. Gazetede slogan
değil, doğru haber vermemizi hep
söyledim. Olaylara ideolojik değil,
nesnel bakmamız gerektiğini savundum. Büyük gazetelerde foto muhabiri olarak çalıştım. Yirmi yıl boyunca
toplum adına yararlı haberler yaptım.
“Toplum yararı” ihtiyacı bitmedi ki
benim de gazeteciliğim bitsin.
56
Türkiye’deki foto muhabirlerini nasıl
görüyorsunuz ?
İşini başarılı bir şekilde yapanlar var.
Fakat bazı gazetelerde şiddeti normalleştirdiler. Örneğin ISID haberlerinde
kelle kesme fotoğrafları basılıyor.
Bunlar insanları şiddete yönlendirir.
İnsanların psikolojilerini bozar.
Doktorlar insan sağlığı için çalışır.
Biz toplum sağlığı için çalışırız.
Ben 10 yıldır para almadan ülkemin
hikayesini fotoğraflıyorum.
Aç veya açıkta değilim insanların
yararına bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Çalıştığım çoğu yerde patronlar
benden memnundu. İşimi aşkla yaptığım için başarılı fotoğraflar ortaya
çıkıyordu.
Projeyi Kitap yapmaya nasıl karar
verdiniz?
Kitap fikrim her zaman vardı. Ekonomik durumum yoktu. Sağ olsun sponsorlar el verdi kitabımızı çıkardık.
Fotoğraf piyasasında en çabuk yapılıp
biten ilk kitap oldu.
Tarlabaşı’na dair duygularınız
nelerdir?
İlk gittiğimde midye kokuları beni
çok rahatsız etti. Kuzguncuk’taki rahat evimden kalkıp her gün işe gider
gibi oraya gittim. Hayatlarına ortak
oldum. Çelişkiler tabii ki yaşadım;
bazen eve gelip ağladığım oldu. Ben
o insanların duygularını içimde yaşadım. Mesleğimi ön planda tuttuğum
için aklımı korudum. Onların içinde
kaybolmadım. Dışında da kalmadım.
İlk önce kendin sağlıklı olacaksın ki
başkalarına faydan olsun.
Geçimini nasıl karşılıyorsunuz?
Kuzguncuk’ta yaşıyorum. Çalışmadan
keyif yapıp yaşayabilirim. Ama ben
bunu tercih etmiyorum. Hayatımı
baştan dikkatli yaşadım. Bu günleri
gördüm sanki ve çocuk yapmadım.
Ayağımı her zaman yorganıma göre
uzattım. Emekli maaşım var.
Her yıl makine eskitmesem çok daha
rahat yaşayabilirim. Benim için para,
sadece başkalarına muhtaç olmamak
için gerekli. Tüketim hırsı ve lüks yaşam aşkı yok bende, bu yüzden rahat
yaşıyorum. Ben bu işi para kazanmak
için değil, insanlara faydalı olmak için
yapıyorum.
Tarlabaşına gitmeye devam ediyor
musunuz?
Evet gidiyorum. Geçenlerde Kına
gününe davetliydim. Onlarla bağımı
koparmadım.
57
fotoğraf
“Öğrencilik yıllarımda fotoğrafla
ilgilenmeye başladım. Fotoğraf
editörlüğü ve foto muhabirliği yaptım.
Uzun yıllardır fotoğrafla ilgileniyor
ve yaklaşık 15 senedir fotoğrafçılık
mesleğini icra ediyorum. Gezgin
isimli bir dergimiz bulunmakta ve
bunun yanında Gezgin Foto adlı bir
dergi çıkarmaktayız. Seyahat eden,
dünyayı gezen bir abi profiliyim sizin
için”
Pasaport - Gezgin ilişkisi dedim Halit
Ömer Camcı’ya; öyle ya bir seyyahın en
önemli silahıdır Pasaport.
“Pasaportunuzun olmaması hiç
yurtdışını deneyimlemediniz
anlamına gelmektedir. İlk tavsiyem
olarak bir an önce pasaportunuzu alın
derim. Çünkü, görülecek çok fazla
ülke var. Her yeni ülkeye yeni bir tat
gibi bakmak gerektiriyor. Bunun için
de insanın bahane bulması lazım.
İşte, benim bulduğum ilk ve en güzel
bahane fotoğraf makinesi oldu.
Gezi fotoğrafçılığına ilk başladığımda
hem gezecek, para kazanacak hem
de fotoğraf çekecektim. Kapalı ve
durağan mekanlarda olmayı sevmeyen bir yapıya sahip olduğum için bu iş
benim için büyük fanteziler, görülmez
rüyalar gibiydi.
Daha önce foto muhabirlik de yaptım.
Bana göre muhabirlik fotoğrafçılığın
en sıkıcı alanlarındandı. Çünkü
orada sizden beklenen sadece istenen
fotoğrafı vermenizdir. Bir süre
sonra içinizdeki istek körelebilir ve
o fotoğrafı çekmek istemezsiniz. En
azından bende bu şekilde olmuştur.
Mesleki olarak ise fotoğrafın sanat
tarafını düşünün derim. Dünyada
galeri değeri olan bir fotoğrafçılık
vardır ve apayrı bir dünyadır. Kendi
“Seyahatin önündeki
en büyük engel
kapının eşiğidir.”
HALIT OMER CAMCI ILE
GEZİ FOTOĞRAFÇILIĞI
SÖYLEŞİ SEDA ŞAKİROĞLU
FOTOĞRAF HALİT ÖMER CAMCI ARŞİV
“Seyahatin önündeki en büyük engel kapının eşiğidir.”
Bunu söyleyen bir fotoğraf sanatçısı, bir gezgin ve ikisinin toplamı
olarak bir Gezi Fotoğrafçısıysa dikkate almaktan başka çareniz yok
demektir.
Halit Ömer Camcı… Gezgin Dergisinin kurucusu ve editörü…
“Bir İstanbul Beyefendisi” diyenler çoğunlukta; ama onu anlatan
bir tanım var ki pek seveceksiniz eminim: “yaptığı işlerde bilgisinin
pırıltıları muhataplarının yüzlerini aydınlatır.”
58
59
“Dünyayı dolaşma
sebebim her zaman
boynumda asılı olan
fotoğraf makinesi oldu.”
adıma gezi kısmını tercih ettim.
Dünyayı dolaşma sebebim her zaman
boynumda asılı olan fotoğraf makinesi
oldu. Eğer fotoğraf makinem
olmasaydı gerçekten gitmezdim.
Çünkü seyahatten elim boş bir şekilde
geri dönmeyi anlamsız bulduğum için
fotoğraf ve video getiriyorum. Size
genel tavsiyem bu olsun.”
Camcı, Gezi Fotoğrafçılığının
temellerinden de konu açtı:
“Bu alanı düşünüyorsanız ne kadar
dolaşırsanız dolaşın dünyayı bitiremeyeceksiniz. Mesela Rusya’ya gideceksiniz ve inanılmaz bir coğrafya sizi
karşılayacak. İstanbul’da yaşıyorsanız
ve Yerebatan Sarnıcı’na gitmediyseniz
bir şeyler eksik kalmış demektir.
Yaşadığımız yerin hakkını vermek
biraz da orayı yaşamak ile ilgili bir
haktır.
Bir de bölgesel olarak bakarsak
yaşayacağınız sıkıntılar olacaktır.
Mesela Amerika’da insan fotoğrafı
çekmek zordur, özellikle çocuklar
üzerinde müthiş bir paranoya vardır.
Çünkü bunlar eğitilmiş korkulardır.
Bu durum genel itibariyle Türkiye’de
de mevcuttur. Örneğin yıllardır tsunami olmayan ülkemizde, bizlere sunulan görseller sayesinde tsunamiden
korkmak eğitilmiş bir korkudur.
“Fotoğraflarınız
hayatın kendisi olsun.
Kurgulamayın.
Var olanı çekin.”
Bunların dışında festival ve karnavallar ise tam fotoğraf çekmek içindir.
İnsanlar bu tür yerlerde fotoğraf
çekinmek için bekler. Oralar ilginç
fırsatların kaçırılmaması gereken
dünyalardır. Örneğin Hindistan’da
Boya Festivali, İspanya’da Domates
Atma Festivali, Amerika’da Yastık
Kavgası Festivali. Bunlar fotoğrafçı
için her gün göremeyeceği şeylerdir.
Birde fotoğraflarınız hayatın kendisi
olsun. Kurgulamayın. Var olanı çekin.
Gerçek anlar çok daha önemlidir
çünkü.
Sadece Gezi Fotoğrafçılığı değil tabii.
Fotoğrafçılığın bir sürü dünyası
var. Coşkun Aral da fotoğrafçı ben
de. Ara Güler de fotoğrafçı, düğün
fotoğrafı çeken arkadaş da. Zengin
bir dünyası var yani. Makinayı ise
herkes kullanabilir. Ama asıl önemli
olan daha estetik ve sanatsal fotoğraf
çekebilmektir.
Gezi fotoğrafçılığına dönersek
birçok ülke gezdim ve gezmeye de
doyamıyorum. Her yerin görülmeye
değer bir tarafı var ve tercih etmek
çok zor. Ama tarihi mekanlar daha
cezbedici olabiliyor. Ülkesel olarak
incelersek Afrika’daki insan yüzleri
muhteşem. Türkiye, doğal yapılarıyla
harikulade. Venedik ise hiç deforme
olmamış koridor koridor sokaklarıyla
ayrı bir tat. Tayland yüzen pazarlarıyla
görülmeye değer bir yer.
Ama şunu unutmamak gerekir:
Yol arkadaşlığı çok önemlidir.
Arkadaşımızı yolda tanırız. Bazılarını
yolda tanımayın bence. Çünkü
kötü bitebiliyor. Kafa denginiz olan
kişilerle gittiğiniz ülkeyi ve mevsimini
tanıyarak gidin.”
“Sadece bir şekilde
yola çıkmanız gerekiyor.
Yola çıkmadan ise bilemezsiniz.”
kültür
SÖYLEŞİ CANSIN ÖZALP
FOTOĞRAF ARET VARTANYAN ARŞİV
Din, dil, ırk, unvan, cinsiyet, zenginfakir gibi etiketlerin ötesinde insanın
gerçekliğinin altını çizerken çalışmalarıyla kısa sürede yüzbinlerce insanın
yaşamında farklılık yarattı.
Okurlarıyla hayata dair bir sohbet olan
’Sen ve Ben’, İstanbul ekseninde insanı,
yaşamı irdeleyen ve farklılıklarla bir
Vartanyan, özünde Profesyonel iletişim uzmanı. Ancak
marifetleri sıralamakla bitecek gibi değil.
1978 yılında İstanbul Beyoğlu’nda
dünyaya gelen Aret Vartanyan, 7
yaşından başlayarak yaradılış, insan
ve yaşamın gizleri üzerine eksilmez bir
heyecanla çalışmalarını sürdürüyor.
Sekiz yaşında klasikleri okumaya
başlayan, dokuz yaşında Nietzhce ile
tanışan Vartanyan, o yaşlarda kendini
ifade etme biçimi olarak keşfettiği yazma eylemini varoluşunun odağı olarak
kabul etti.
64
İlk gençlik yıllarında Uzakdoğu felsefesine yoğunlaşan
Vartanyan,M.Ü.İletilim Fakültesi’nde
Lisans ve Yüksek Lisans eğitimlerini
tamamladıktan sonra burslu olarak
Oxford Üniversitesi’nde Teoloji okudu
ve batı felsefesi üzerine çalışmalarını
yoğunlaştırdı.
13 yıl kurumsal hayatta iletişim danışmanı olarak çalıştıktan sonra ilk kitabı
2008 yılında yayımlandı ve aynı yıl
bugün yüzbinlerce katılımcıya ulaşan
Yaşam Atölyesi’ni kurdu.
Yaşam amacını ’Dünyada bir tek
insanı bile dışarıda bırakmadan, her
bireyin kendini ve yaşam amacını sevgi
üzerine kurulu bir zeminde gerçek
kılmasını sağladığı bir dünyaya hizmet
etmek’ olarak ifade eden Aret Vartanyan, her şeyden önce insanı önemsiyor.
arada yaşamanın romanı ’Bir Nefes
İstanbul’, bir bedende kaç kişi yaşadığımızı ve hayatın içindeki rollerimizi
kadın ve erkek olgularıyla sorgulayan
’Bin Yüz Bir İnsan’, onbinlerce danışanı
ile gerçekleştirdiği çalışmaları kendi
yaklaşımları ile birleştirerek yaşamın
farklı kulvarlarına ışık tutan ’Gerçekten Yaşıyor Musun?’ ve aşkı yeniden
tanımlayan, bildiğiniz aşkı unutun
diyen ’Çırılçıplak Aşk’ ile bir milyondan fazla okura ulaştı.
Vartanyan, kısaca, belki de insana ve
insanlığa farklı bir bakışın dersini ve
öğretisini sunuyor ya da telkininde
bulunuyor.
Kendi yaşam deneyimleriniz üzerinden
yazıyorsunuz? Sizi bu kişisel sırlarınızı
okurla paylaşmaya iten şey ne oldu? Bu
paylaşma isteğini ilk ne zaman duydunuz? Nasıl devam etti?
Kendimi bildim bileli içimde taşıdıklarımı yazarak ifade ediyorum.
Hayatın içinden, sokaktan beslendim.
Sonrasında bunu felsefe, edebiyat
ve psikoloji ile bir potada eritmeye
çalıştım. Aslında kendi yolculuğumu
sadece paylaşıma açtım. Bugün her
gün bir insanın hayatında onlarca
insanın değişmesine sadece bir sebep
oluyorum. 2008’de ilk gün 5 kişiyle
başlayan bu paylaşım bugün yüzbinlerce kişilik büyük aileyi yarattı.
Bugünlerde en çok sorulan soru bu
kadar şeyi aynı anda yapıyor olmanın enerjisi nereden geliyor oluyor.
Okurlarımın, izleyicilerimin, danışanlarımın geri dönüşlerinden, onların
yaşamlarında gerçekleşen değişimden
daha büyük nasıl bir enerji olabilir?
Bunu gördükçe istek daha da artıyor
ve güçleniyor.
Yaşam Atölyesi fikriniz ne zaman gelişti? Yaşam Atölyesinde ne gibi eğitimler
oluyor?
2004’te İngiltere’den Türkiye’ye dönerken yaşamın bir atölyesini yaratma
fikri doğmuştu. O zaman benim için
erken olan ve yıllar sonra hayata geçireceğimi düşündüğüm bir projeydi.
Ancak, 2008’de ilk kitabım Sen ve
Ben yayımlandı. Kimsenin, benim de
beklemediğim bir yankı buldu. On
binlerce okura kısa zamanda ulaştı.
Kitap hadi gel bir çay içelim diye
başlıyordu. Çok çay içtim. 2008 Aralık
ayında Facebook’ta bu akşam Yaşam
Atölyesi başlıyor diye bir mesaj attım.
5 kişi geldi ve bir arkadaşımın ofisin-
de buluştuk. Ocak ayı geldiğinde 120
kişi vardı karşımda. Asmalımescit’te
küçük bir ofis kiraladım. Sonrası
kartopu misali geldi. 2011 senesine
kadar bir web sitesi bile yoktu ama
on binlerce kişinin içinde olduğu
bir atölye doğmuştu. Bugün baktığımızda Beyoğlu Mısır Apartmanı ana
ofisimiz, Acarkent Coliseum’da ve
Amsterdam’da şubelerimiz var. 200
bini aşkın insanın içinde olduğu bir
yaşam atölyesi var. Ayrıca geçtiğimiz
yıl bir de kardeşi oldu.
Şirketler de insanlardan oluşur yaklaşımımızdan hareketle, AVCT (Aret
Vartanyan Corporate Training) adı
altında kurumsal eğitimlerde bambaşka bir kulvar yarattık. İlk eğitimlerimizi ‘insan bir kaynak değil, değer’dir
yaklaşımıyla başlattık ve kendi bünyemizde yaptığımız iş dünyasına yönelik
araştırmanın ardından medyada geniş
yer bulduk. Sonrasında ise önde gelen
global/lokal markalarla çalışmaları
gerçekleştirdik. Bugün de ilk başladığımız gün gibi paket programlarımız
yok.
Yaşam Atölyesi’nden başlarsak bireysel ve sınıf çalışmalarımız var. Sınıflarımızda ‘kişisel Dönüşüm Programı’nı
uyguluyoruz. Düzenli gerçekleştirdiğimiz tanışma buluşmalarına katılmayan hiç kimsenin kaydını kabul
etmiyoruz. Katılımcılarımızın o ruhu
görmesini, ne yaptığımızı anlayarak
çalışmalara katılmasını istiyorum.
Yakında bizimle uzun zamandır yol
alan katılımcılarımızdan oluşan bir
ekip de rehberlik etmeye başlayacak.
Kişisel Dönüşüm Programı, günlük
yaşam ile dışını birleştiren bir içeriğe
sahip. Kendimizi ararken, tanırken
günlük hayatı anlamlandırmamız ve
fark yaratabilmeniz önemli. Zira ay
sonu ödenecek faturalarımız, ailelerimiz, işimiz gücümüz, bir hayatımız
var. Bu denge benim için çok önemli.
Temel farklılık ise uygulamada çıkıyor. Zira bilgi tek başına bir şey ifade
etmiyor. Bilgi, eylem ile buluştuğunda
bilgeliğe dönüşüyor. Bu çerçevede
çalışmalarımızda belki de teoriden
çok pratik yer alıyor. 10 hafta sonunda
bir yaşam projesi sergiliyor ve o proje
gerçekleşene kadar rehberlik etmeye,
destek olmaya devam ediyoruz.
Çalışmalarınızı, “gelişim” değil “dönüşüm” olarak tanımlıyorsunuz. Gelişim
ve Dönüşüm arasındaki fark nedir?
Ben kişisel gelişim değil, kişisel
dönüşüm sözcüğünü kullanıyorum.
Nedeni ise, insan kendini tanımadan,
kendiyle barışıp kendini ortaya koymadan dışarıda bulabileceği hiçbir şey
yok. Bir şeyler olmadan önce kendin
olabilmek önemli. Bu yaklaşımla
yüzbinlerce insandan oluşan bir aileye
dönüştük.
“Bilgi tek başına bir
şey ifade etmiyor. Bilgi,
eylem ile buluştuğunda
bilgeliğe dönüşüyor.”
Ayrıca Kişisel gelişim edebiyat, sanat,
müzik ve psikoloji, sosyoloji vb sosyal
bilimler olmadan gerçekleşemez. Öte
yanda hayatı formüllerle açıklamaya
çalışmak çok anlamsız. Bugün, kısa
formüller arıyoruz. Mutlu olmak,
sevmek, sevilmek için formüller
arar oldu. Birileri çıkıyor ve şunu,
şunu yaparsan mutlu olursun, güçlü
67
n
a
y
n
a
t
r
a
V
t
e
r
A
olursun diyor. Benim inandığım,
her şey önce bireyin içinde başlıyor.
Kendini sevmeden, kendini tanımadan, gerçekten yaşamda ne istediğini
bilmeden dışarıda bir şey bulmak ve
gerçekten bir değer üretmek mümkün
değil. Kendini sevemeyen başkasını
sevemez. O yüzden önce içeriyi halletmemiz gerek; dönüşmeden gelişim
olmaz.
Etkilendiğiniz örnek aldığınız kişiler
kimler? Mesela, hangi filmlerden hoşlanırsınız, neler okursunuz?
Öncelikle sokaklar... Her sokakta,
okunacak çok şey bulabilirsiniz. Her
insanın kitaplarda bulamayacaklarını
alabilirsiniz. İdolleştirdiğim insanlar
yok. Herkesten, her yazardan, her
filmden alınacak bir şeyler var.
Müzik için de aynı geniş yelpaze
geçerli. Yaşamda sadece kitap bile
okusak küçük bir kitapçıdaki kitapları
bitiremeyiz. O yüzden de yaşamın
her alanında olduğu gibi, edebiyatta, sanatta iyi olanın, kaliteli olanın
peşinden gitmek yeterli bir kriter.
“İnsanlar, samimi olanla samimi olmayanı,
gerçek ile sahteyi çok iyi ayırıyor.”
68
Her gün yüzlerce mesajla güne başlıyorum. İmza günleri çok şey anlatıyor.
Gerçek anlamda 7’den 77’ye Sarılıyoruz, bazen ağlıyoruz,… İzmir ve
İstanbul’dan yansıyan görüntüler,
paylaşılan fotoğraflar okurların kendi
hayatlarından paylaştıkları görseller
nasıl bir bağ kurulduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sırada Ankara,
Antalya, Adana, Diyarbakır, Trabzon,
Eskişehir ve Bursa var. İnsanlar, samimi olanla samimi olmayanı, gerçek
ile sahteyi çok iyi ayırıyor. Bugün gel-
diğimiz noktayı, ortaya çıkan ilişkiyi
hiçbir strateji, pazarlama tekniği ya da
reklam ile sağlayamazsınız. Biz, başka
bir şeyi paylaşıyor, başka bir bağ
kuruyoruz. Ben maskelerin ardındaki
insana inanıyorum, seviyorum, onlar
da beni en doğal halleriyle kucaklıyorlar.
“Kendini sevemeyen
başkasını sevemez.”
Çünkü benim için, din, dil, ırk, zengin fakir, güzel ve çirkin, o, şu, budan
önce insan var.
Kitaplarınıza çok yoğun bir ilgi var.
Gelen tepkiler nasıl oluyor? Okurlarınızla iletişiminiz nasıl? Kitap bu kadar
samimi olunca, ilişki de samimi oluyor
mu?
Önceki kitaplarımın satışları da
Türkiye ortalamasının çok üzerindeydi ancak, “Gerçekten Yaşıyor
Musun?” da bizleri de şaşırtan bir
patlama yaşıyoruz. İlk hafta 20.000
okura ulaşırken, 4. Haftasında 50.000
barajını geçiyor. Kendi kategorisinde
tüm önemli listelerde 1.sıradayken,
tüm kitaplar içinde 3. sırada yer alıyor. Elbette bunda iyi bir hazırlığın ve
özenin önemi var.Türkiye’de teknolojisi ve içeriği ile bir benzeri olmayan Gerçekten Yaşıyor Musun? kısa
filmini, kitaptan önce yayınladık. Beni
çok iyi anlayan ve tüm enerjisini bana
inanarak harcayan Destek yayınları ile
çalışmaya başlamak da ayrı bir değer
yarattı.
69
gezi
Kendisi Küçük
Marifeti Büyük
Bir Ada:
Midilli ya da Lesvos
Sadece Bin 696 Kilometrekare Alanıyla
Yunanistan’ın Üçüncü Büyük Adası: , Ancak,
Yunan Anakarası’ndan Çok Türkiye’ye Daha
Yakın Bir Ada.
Öyle Ki Ayvalık’tan Çıplak Gözle –İşte Midilli
Demeniz Pek Kolay.
Ada’ya Bir Geziginin Gözünden Önce Tarihçinin
Gözüyle Bakalım Ki Bu Küçük Kara Parçasının
Büyük Ve Şaşırtıcı Yönleriyle Tanışabilelim.
HABER ONUR YÜKSEL
70
FOTOĞRAF İHSAN EKEN
71
Adaya Midilli diyen tek ülke Türkiye.
Gerçekte, Midilli adı Lesvos olan
Adanın başkentidir.
girişimizin sembollerinden, Alman
yardımı Breslau Zırhlısına verdiğimiz
isimdir de.
1462 yılında Fatih Sultan Mehmet
tarafından Osmanlı yönetimine geçen
Ada, 1912 Balkan Savaşları’na dek
Osmanlı yönetiminde kalır.
450 yıllık bu uzun süre yalnız Ada
tarihinde değil bizim tarihimizde de
derin izler bırakır.
Midilli’ye artık Lesvos’dan bakarsak
Adadaki Eressos Şehrinin ünlü şair
Sapho’ nun yaşadığı yer olduğunu
görürüz.
Bir başka bakışla eğildiğimizde ise, bir
kanaatin yanlışlığını vurgulamamız
gerekir ki, Adaya gidenler hayal kırıklığına uğramasın.
At cinsi midilli ile ada arasında kanıtlanmış bir ilişki söz konusu değildir; bu
minyatür ama güçlü atların kökeninin
Britanya Adaları olduğu genel kabul
görmüştür.
Midilli Adasına en rahat Ayvalık ve
Dikili’den feribotla gidebilirsiniz.
Her gün yapılan feribot seferleriyle 1
Buçuk saat içinde Adada olursunuz.
Midilli öncelikle çok sayıda Osmanlı
eserine sahiptir.
Batılıların İtalyanca Kızıl Sakal anlamına gelen Barbaros diye isimlendirdikleri Kaptan-ı Derya Hayrettin Paşa
1467 Midilli doğumludur.
İlginç bir rastlantı Midilli
Yunanistan’da da Kızıl Ada olarak
tanınır. Ama bu durum, Barbaros
Hayrettin Paşa’nın kızıl sakalıyla değil,
orada, Yunan Komünist Partisinin
güçlü oluşuyla ilintilidir.
Midilli bizim tarihimizde aynı kişinin
temsil ettiği sürgün ve imar sözcükleriyle de anımsanır; bu şahıs yazar
ve şair Namık Kemal’dir.1876 yılında
Midilli Adasında 6 ay sürgün hayatı
yaşayan ve affedildikten sonra aynı
Adaya Midilli Mutasarrıfı olarak
atanan Şair, 5 yıl görev yaptığı Adanın
imarına büyük katkılar sağlamış;
kaçakçılığı önleyerek hazine gelirini
arttırmış ve Müslümanlar için yirmi
adet iptidai mektep açmıştır.
Midilli sözcüğü belleklerimizde Ulusal bir hüznü ve acıyı da çağrıştırır.
Midilli, Osmanlı İmparatorluğunun
bitişini yaratan 1.Dünya Savaşına
72
Ada dahilinde birçok tarihi mekan vardır. Aynı zamanda ada genelinde uzo
ve zeytin üretimi fazladır. Adanın halkı
ihtiyaçlarını halletmek adına Atina ya
da Pire’ye gitmektense diplerindeki
Ayvalık’ı tercih ederler. Özellikle yaz sezonunda düzenli feribot seferleri vardır.
Ve işte tamam Feribottan inip Gümrükten geçtiniz; Adaya ayak bastığınızda sizi, doğa harikası kumsallar, daracık
yollu taş evler, tertemiz bir hava ve en
önemlisi cana yakın, sıcakkanlı insanlar
karşılar.
Ve tamam feribottan inip gümrükten geçtiniz; işte, restoranlar, kafeler,
73
Doğa harikası kumsallar,
daracık yollu taş evler,
tertemiz bir hava ve en
önemlisi cana yakın,
sıcakkanlı insanlar…
hediyelik eşya ve araç kiralama
dükkânları; ötede, Ermu Caddesi…
Terapon Kilisesi… Osmanlı yadigarı
Camiler... Çeşmeler…
Peki ya sonrası ? Doğa harikası kumsallar, daracık yollu taş evler, tertemiz
bir hava ve en önemlisi cana yakın,
sıcakkanlı insanlar…
İşyerlerinde sadece ahşap ürünleri kullanılmaktadır. Molivos, daracık Arnavut kaldırımı
yolları, geleneksel bakkal ve fırınları; hediyelik eşya dükkânları, sanat galerileri,
kuyumcu atölyeleri ve çömlekçileri;
tarihi Limanı ve Cenevizliler zamanın da
Osmanlıya karşı Kuzey Ege’nin kontrolü
amacıyla inşa edilmiş Ortaçağ Kalesiyle
otantik Yunanistan‘ın adeta bir laboratuvarı gibidir.
Adanın önemli merkezlerinden
biri de plomaridir; Adanın Güney
ucunda yer alan Plomari Adanın en
güneyinde yer alır. Plomari, zeytinlikler, küçük kanyonlar ve zor geçit veren
yarı dağlık bölgelerden oluşur.
Zeytincilik bu bölgenin öncül gelir
kaynaklarından biridir.
Midilli’nin önemli özelliklerinden
biri de, adada, kabin ve duşlara
sahip tüm plajlarınücretsiz oluşudur;
yolda giderken bile arabayla durup,
denize girebilir, üst değişmek için
bu kabinleri ve daha sonra duşu
kullanabilirsiniz.
Midilli’deki konaklama yerlerinde
servis ağır olsa bile ürünlerin tazeliği, pişirilişindeki ustalık ve fiyatların
hesaplı oluşu bunu unutturuyor.
Öte yandan, Adanın Doğusun da sizi
yeşil bir örtü kucaklarken; Batısında
size, volkanik kayaçlar ve doğal kaplıcalar eşlik eder.
Hediyelik eşya Adanın önemli gelir
kaynaklarından biri olduğu için bunları satan dükkânlar bir hayli fazladır.
Otantik dokusunu koruyan cadde ve sokaklar boyunca sıralanan
dükkânlar da, genellikle dekoratif
malzemeler satılıyor; frappe yapan
dükkânların sayısı da az değil.
Frappe, Uzodan sonra Yunanistan’ın
milli içeceği olarak kabul edilmektedir.
Öte yandan, Adanın Doğusunda sizi
yeşil bir örtü kucaklarken; Batısında
size, volkanik kayaçlar ve doğal kaplıcalar eşlik eder.
Kuzeyinde yer alan Molivos ise, Adanın en gözde turizm merkezidir.
74
75
gezi
SAFRAN ÇIÇEGINDEN MIRAS KALAN KENT
SAFRANBOLU
HABER SEDA ŞAKİROĞLU
76
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU
77
“Safranbolu
Evlerinin
kapılarında iki
farklı tokmak
bulunur.”
Adını Safran bitkisinden alan ve
Türkiye’nin önde gelen turizm merkezlerinden biri haline gelen Safranbolu’dayız.
Sizi, özenle korunmuş asırlık ahşap dokuları, sahip olduğu kültürel
değerleri ve bir tabloya bakıyorsunuz,
hissiyle bezeyecek eşsiz güzellikleriyle
karşılayan bir müze kent burası.
Birbiri ardına açılan dar sokakları,
yer yer düz ve engebeli taş yolları,
her köşede burnunuzu saran kahve
kokuları, dükkanlarından uzatılan lokum ikramlarıyla sanki, ‘hoş geldiniz’
diyen bir kültür şehri…
78
Batı Karadeniz Bölgesi’ndeki
Karabük’ün ilçelerinden Safranbolu,
adını mor yapraklara ve üç parçalı
turuncu tepecikleri olan Safran bitkisinden alır.
UNESCO tarafından, 1994 yılında
Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil
edilen Safranbolu, Antik Devir Tarihçisi Homeros’un, İlyada Destanı’nda
geçen Paphlangonya bölgesinde yer
alır.
Tarih boyunca farklı isimlerle anılan
Safranbolu, Bizans Dönemi’nde
Dadybra, Selçuklular zamanında
Zalifre, Osmanlılar zamanında
Borglu, ardından Zağfiran-ı Borlu,
Zağfiranbolu ve Zafranbolu olarak
isimlendirilir.
İpek Ticaret Yolu üzerindeki Merkez,
kışlık ve yazlık olmak üzere iki yerleşim alanına sahiptir.
Kışlık evlerin bulunduğu ve Çarşı
olarak isimlendirilen Kışlık Bölge
Ticareti; yazlık evlerin bulunduğu
Yazlık Bölge ise; bağ ve bahçeleri
barındırmakta.
KİBRİT KUTUSUNDAN EVLER
Safranbolu’ya girdiğiniz anda minyatürleri andıran ahşap evler karşılar
sizi.
Yer yer beyaza boyanmış farklı boyutlardaki evler, art arda sıralanmış
küçük kibrit kutularını andırır.
Evlerin mimari detayları, hayranlık
uyandıracak şekildedir.
Geleneksel Türk Evi niteliğindeki bu
yapılarda, haremlik-selamlık düzeninin bulunduğunu ve birçoğunun ko-
ruma altında olduğunu öğreniyoruz.
Evlerin yapımında kullanılan malzemelerin ise; taş, kerpiç ve ahşap
ağırlıklı olduğunu, hemen hemen
hepsinin taştan duvarlarla örülmüş
küçük bir bahçesinin bulunduğunu
görüyoruz. Böylece ev dışarıya kapatılmış ve aile içinde koruma sağlanmış
oluyor. Yapıların dizilişini inceledikçe
iç içe geçmemiş ve birbirinin sınırlarına müdahale etmeyen bir düzenin
olduğunu fark ediyoruz. Bu da herkesin eşit bir şekilde sokakları kullanabilmesini mümkün kılıyor.
Safranbolu Evleri’nin kapılarında iki
farklı tokmak bulunur.
Evlere misafir gelen kadınlar ve
erkekler ayrı tokmakları kullanırlar
ki evdekiler kapıyı açmadan önce
hazırlanabilsinler.
Safranbolu sokaklarında ilerledikçe,
bölgeye ait yapılar da bize eşlik ediyor
ve ilk durağımız çarşının tam ortasında bulunan bir kervansaray; Cinci
Han oluyor.
Buranın 1645 yılında, Cinci Hoca
lakabıyla tanınan Safranbolulu
Kazasker Hüseyin Efendi tarafından
inşa ettirildiği bilinmek-
79
tedir. İçinde bir de hamam bulunan
yapıyı diğerlerinden ayıran, ihtişamlı
mimarisidir.
Han, geçirdiği restorasyondan sonra
otel olarak hizmet vermeye başlamış.
Kadın ve Erkek bölümlerine sahip
hamam, bugün aynı işlevi sürdürmektedir.
“Yörük Köyü
evlerinin
birçoğunda
kapıdaki tokmak
ve kilitler haber
verme amacıyla
kullanılmakta”
ARASTACILAR ÇARŞISI
Yemeniciler Çarşısı Arastası olarak da
bilinen çarşı, farklı amaçlarla kullanılan küçük dükkanlardan oluşuyor.
Çarşının arkasında bulunan, Köprülü
Mehmet Paşa Camii’nin masraflarını
karşılamak amacıyla inşaa edildiği
bilinmektedir.
Uzun süre ayakkabıcı esnafını barındıran çarşı, günümüzde, ahşap oymalar, yöresel giysiler, bakır eşyalar gibi
bölgeye özgü el işleri ve hediyelik eşya
satan dükkanlara ev sahipliği yapıyor.
Resim ve cam - boncuk işçiliği
atölyelerinin bulunduğu çarşı, meşe
kömüründe pişirilen ve bölgeye has
lokumla ikram edilen türk kahvesini
tadabileceğiniz kafelere sahip.
Safranbolu’nun en büyük camisi olan
Köprülü Mehmet Paşa Camii’ndeyiz
şimdi de.
Camii, avlusundaki 19. yy ortalarına
tarihlendirilen güneş saatiyle göz
kamaştırıyor. Demir bir kafes içinde
korunan bu eser, mermer bir levha
üzerindeki uzunlu kısalı çizgilerden oluşmakta ve güneşin levhada
oluşturduğu gölgeye göre saatin kaç
olduğu tahmin edilmekte.
Şimdi rotamız, bütün Safranbolu’yu
Güneş Saati
80
Arastacılar Çarşısı’nda Yöresel Giysiler
kuşbakışı görebileceğimiz Hıdırlık
Tepesi…
Safranbolu yapıları ve sokakları
gözlerinizin önüne seriliyor. Geçmişte Hıdırellez Kutlamaları ile asker
uğurlamaları için kullanılan ve iki
noktadan giriş-çıkışı bulunan tepede,
tarihin önemli isimlerinin mezarları
bulunuyor.
Bir çay bahçesinde yer alan Hıdırlık
Tepesi, tüm Safranbolu’yu ayaklarınızın altına seriyor.
BİR MÜZE KÖY: YÖRÜK KÖYÜ
Köprülü Mehmet Paşa Camii
Sırada, Safranbolu merkeze 11 km
uzaklıktaki Yörük Köyü var.
Yörük Köyü, gerçek bir TürkTürkmen Köyü olması ve her yapının
tarihte önemli bir geçmişe sahip
bulunması nedeniyle, Kültür Bakanlığı tarafından 1997’de koruma altına
alınmış. Köy için rahatlıkla ‘Safranbolu Sokakları’nın bir devamı niteliğinde’ diyebiliriz. Yapılanma olarak diğer
köylerden farkı, evlerin kümeler
halinde değil, bitişik konaklar tipinde
olması ve köyün ana yolu üzerinde
konumlandırılmasıdır.
Buradaki en eski yapı Odabaşı Evi’dir.
Yörük Köyü Çamaşırhanesi, Sipahioğlu Konağı, Hacı Kavas ve Bekir
Efendi Evleri, Ahşap Camii gibi bir
çok önemli yapısıyla Müze Köy olarak
anılmakta. Yörük Köy Evleri’nin
birçoğu, kapaklı pencerelere ve cumba
adı verilen küçük balkonlara sahip.
Ayrıca bazı evlerin saçaklarında,
geleneklere göre çeşitli anlamlar ifade
eden geyik boynuzları sallanmakta.
Yörük Köyü Evleri’nin birçoğunda,
kapıdaki tokmak ve kilitler haber
verme amacıyla kullanılmakta.
Anahtar deliğinin yanındaki mandal
yukarı çekilince birinci kilit, tekrar çekilince ikinci kilit açılmakta, üçüncü
kilit ise; anahtarla açılmakta.
Kapı tokmakları arasındaki ip, ev
sahibine dair farklı anlamlar da içermekte. İki tokmak arasındaki ip aşağı
sarkıyorsa ev sahibi evde, birbirine tek
düğümle bağlanmışsa kısa süreliğine
dışarı çıktı, çift düğümle bağlanmışsa
uzun süreli bir seyahate çıktı anlamına gelmekte.
Köyde konaklama imkânı, halkın
misafirlere oda kiralaması şeklinde yapılmakta; ancak, bu yöntem
Safranbolu’ya yakın olması nedeniyle
pek tercih edilmemekte.
Köyde, her köşede ev yapımı tarhana; kurutulmuş kekik ve nane, salça,
kuru biber satan köylü teyzelere
rastlamak mümkün.
AYAKLARINIZI YERDEN
KESECEK KRİSTAL TERAS
Tokatlı Kanyonu üzerinde bulunan
Kristal Teras bildiğimiz seyir teraslarına hiç benzemiyor.
Ayaklarınızı yere bastığınızı zannederken yerden kesen bu Teras, yerden
80 metre yükseklikte 75 ton ağırlığı
taşıyabilen terasın katmanları, 3 cm
kalınlığında, 3 parça camın bir araya
gelmesiyle oluşturulmuş. Güvenlik
nedeniyle üzerinde bir seferde sadece
30 kişi bulunmasına izin verilen Teras,
turistlerin de en çok ilgi gösterdiği
mekanların başında geliyor.
81
teknoloji
Yeni Med ya
Hayatımız O ldu
Ntv Ekranı’ndan
Bizlere Seslendiği Günden Bu
Güne Tam Üç Yıl Geçti̇. “Yepyeni
Bir ÇağınŞafağındayız” Diyordu
Ahmet Yeşi̇ltepe O Gün, Heyecanlı
Bir Çağrıyla Bizleri Doğuş Yayın ....
SÖYLEŞİ NURAY GÖNÜLŞEN
82
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU
...Grubu’nun
Düzenlediği Yeni
Medya Düzeni
Konferansı’na
Davet Ediyordu.
83
Teknoloji, internet bambaşka dünyalara kapılar açarken artık ne medya
eski medyaydı, ne düzen eski düzendi.
Eski olan kaçınılmaz bir şekilde yerini
yeniye bırakırken bu değişim nasıl
gerçekleşecekti? Türkiye dâhil dünyanın her bir noktasında yanıtı aranan o
basit ama yanıtı hiç de kolay olmayan
soru işte bu. Üstelik bu basit soru
yeni sorular doğuruyor: Yeni medya
geleneksel medyanın yerini mi alıyor
yoksa bu ikisi birbirinin tamamlayıcısı mı olacak? Aralarında rekabet mi
var yoksa birbirlerini tamamlayarak
mı ilerliyorlar? Gelecekte bu ilişkideki farklılaşmanın olası yönleri neler
olacak?
Son yıllarda sektör içinde ve üniversitelerde yeni medya konferansları
giderek daha fazla düzenleniyor, yeni
medya bölümleri açılıyor. “Yeni medya” tanımlaması gündelik yaşantımız
içinde adı hiç duyulmamış, bilinmeyen bir kavram olmaktan çıktı.
Tıpkı dünyada Newsweek örneğinde
gördüğümüz gibi bizde de Radikal gazetesi kâğıt baskısını durdurup dijital
yayıncılığa geçti.
Paralı içerik tartışması imkânsız gibi
görünse de dünyada denenen örnekleriyle -New York Times, Wall Street
Journal- hep gündemde. Bugünden bakınca gazete ve televizyonlar
internetle birlikte var olmaya daha
çok uyum sağlamış gibi görünüyor,
dergiler dijitalleşti, 20. sayımızla
birlikte İtalik olarak biz de yeniçağa
ayak uydurup QR (Ouick Response
Code- Hızlı Yanıt Veren Kod) kodla
okuyucularımızın cebine girdik.
Avrupa’nın en çok internet kullanan
üçüncü ülkesiyiz ve giderek daha fazla
haberi, eğlenceyi, enformasyonu mobil mecralardan almaya devam ediyoruz. Giyilebilir iletişim teknolojileri
gerçek oldu ve BBC’nin haberine
göre 2016 yılında dünyada 3 milyar internet kullanıcısı olacak.
İnternet hayatımızın bir
parçası olmuşken, teknolojik nesil değişimlerinin neredeyse 3-4
yılda bir yaşanmaya
başlamasından yola
çıkarak yeni medya-
84
nın bugününü konuşmak için Ahmet
Yeşiltepe’yle bir araya geldik.
Ahmet Yeşiltepe yıllarca yurtdışından
Bosna Savaşı, 11 Eylül saldırıları gibi
dünya çapında yankı yaratan önemli
olayları Türkiye’ye canlı bağlantılarla aktardıktan sonra çok sevdiği
mesleğini kendi ülkesinde yapabilmek
için Amerika’dan kesin dönüş yapmış
başarılı bir gazeteci.
Büyüklerinin tüm “gitme” tavsiyelerine rağmen “bizim mesleğimiz erdemli
bir meslek” diyerek hayallerini ve
umutlarını kucaklayarak geldiğinden
beri, kimi zaman televizyonda kimi
zaman radyoda kimi zaman internette
durmaksızın karşımıza çıkan Ahmet
Yeşiltepe yaptığı güzel işlerle birçoğumuzu kendine çekip bağlamayı
başaran bir gazeteci. NTV’de yayınlanan Zaman Yolcusu, NTV Radyo’da
“Medyada sermaye
derinliği yok”
yayınlanan Babil Kulesi yaptığı özgün
işlerden. Neredeyse kurulduğu yıldan
beri yaklaşık 16 senedir NTV’de
çalışan Ahmet Yeşiltepe’yi NTV genel
yayın yönetmeni olarak görmeye
gitmiştik ama bambaşka bir tablo ile
karşılaştık.
Ahmet Yeşiltepe’yle yeni medya hakkında konuşmak için masaya oturduğumuzda karşılaştığımız yeni şafağın
göz alıcı renkleri değil, bizi çevreleyen
değişimin sancılarıydı.
Ahmet Yeşiltepe “Yeni medya diye
bir şey kalmadı” diyerek girdi söze,
röportaj boyunca önce yeni medyanın
yenisini tırnak içine aldı sonra hepten
attı; çünkü artık yeni olan aşılmış ve
tüm sonuçları, yenilikleri ve ilkleriyle
birlikte içinde yaşanmaya başlanmıştı.
Lakin son 1-2 yıldır medya dünyasında yaşadıklarımız yine gösteriyordu
Yeni Medya Nedir?
Bilgisayarların işlem gücü olmadan oluşturulamayacak
veya kullanılamayacak olan ortamlara denir. Genellikle
dijital olup kullanıcısına veya hedef kitlesine etkileşim
olanağı sağlar.
Yeni medyaya örnek olarak internet, websiteleri,
video oyunları, CD-ROM ve DVDler sayılabilir. Yeni
medya televizon programlarını, dergileri, kitapları ya
da kağıt üzerine yayınları içermez eğer bunlar dijital
etkileşimliliği etkin kılan teknoloji ile birleştirilmediyse.
Vikipedia, online ansiklopedi, internet ortamındaki dijital
döküman, görüntü ve videoları web-linkleri ve bir editor
topluluğunun yaratıcı katkısı, kullanıcıların interaktif
geri bildirimleri ve bağışcı grubunun yardımlarının bir
araya geldiği bir örnektir. Facebook da çoğu kullanıcının
aynı zamanda katılımcı olarak yer aldığı sosyal medya
örneğidir.
*Kaynak: tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_medya
ki bu değişimi kucaklayacak bir yönetim, çalışma disiplini ve kalitesi aynı
hızla yerleşikleşmiyordu. Bu durumun
can yakıcı sonuçları medya izleyicileri, okuyucuları, çalışanlar olmak üzere
herkes açısından yaşanıyor, çalışanlar
işsiz kalıyor, içerikler kalitesizleşiyor,
izleyiciler üçüncü sayfa haberciliğine
mahkûm ediliyordu.
Değişimin ya da değişememenin
sancıları her zaman organizasyon
değişiklikleriyle gösterir kendini
kurumlarda. Ahmet Yeşiltepe de artık
ntvmsnbc’nin genel yayın yönetmeni
değil. Fakat severek, özenle ve zevkle
yaptığı belgeselleriyle onu NTV
ekranlarında görmeye devam edeceğiz. Ahmet Yeşiltepe sürece yayılmış
bir şekilde anda yaşanmakta olanı,
bir haberci gözüyle olup bitenlerin
içinden süzüp damıtarak somut bir
bilgi paketçiği olarak çıkarıp masaya
koydu:
Organizasyonu toparlamak amacıyla
incelemeler başlatıldı. Bu incelemeler
yaklaşık 1,5 sene sürdü, sonra bize
öneriler sunuldu. Öneriler içerisinde
dijital mecranın doğrudan televizyona
yani bizim amiral gemimiz olarak tanımladığımız NTV’ye bağlanmasının
doğru olacağı söylendi. Bu organizasyon şemasında şu anki haliyle
ntvmsnbc bir marka olarak doğrudan
NTV’ye bağlanmış durumda.”
Bundan sonrasını yine Ahmet
Yeşiltepe’den dinlemeye devam ederken medya dünyasını meşgul eden o
basit soru için şöyle bir çözüm neden
geçerli olmasın. Neydi sorumuz: Eski
olan kaçınılmaz bir şekilde yerini
yeniye bırakırken bu değişim nasıl
gerçekleşecek? Bize kalırsa bırakınız
iyi insanlar, iyi gazeteciler, iyi medyacılar işlerini en iyi şekilde yapmaya
devam etsinler.
Bir dijital mecra olarak ntvmsnbc’nin
NTV’ye bağlandığını söylediniz. Bu
gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu kararın doğru olduğunu
düşünüyorum; çünkü artık yeni medya diye bir şey kalmadı. Yeni medya
ifadesinin de artık doğru olmadığını
düşünüyorum. Yeni medya dediğimiz
şey görüntüyle, sesle, metinle haya-
tımızın içerisinde ve mobil araçlarla
da bize her an her saniye ulaşıyor, biz
de ona çok rahatlıkla ulaşabiliyoruz.
Karşılıklı etkileşime dayalı bir iletişim
süreci bu. Bunun içerisinde artık televizyonu ayrı bir yere koyalım, gazeteyi
ayrı bir yere koyalım, radyoyu ayrı
bir yere koyalım demek çok mantıklı
değil. O yüzden Doğuş Yayın Grubu
bünyesinde yer alan, farklı mecralarda
hizmet veren markalar tek bir potada,
tek bir çerçevenin altında hizmet
verir oldu. Ağırlıklı olarak da bize
ulaşan kitle internet üzerinden mobil
araçlarla bize ulaştığında hem televizyonumuzu izleyebiliyor hem radyomuzu dinleyebiliyor hem de yazılı
metinlerimizi okuyabiliyor. Sözün özü
bu aslında bir birleştirme girişimiydi,
bugün yapılmamış olsaydı hayatın
dayatmasıyla gerçekleşecekti. Kaldı ki
bundan 4,5-5 yıl önce Doğan Medya
Grubu da benzer bir birleşmeyi yani
mecraları dijital temel mecranın altında, Hürriyet’te toplayacak nitelikte
bir girişimi başlatmıştı. Biz de biraz
ona öykündük, taklit etmiyoruz ama
olması gerekeni yapmaya çalıştık. Bu
süreç içerisinde de ntvmsnbc artık
85
doğrudan şu an itibariyle NTV’nin
idari sistemi içerisinde yer alıyor.
İzleyici, okuyucu açısından mobil
olarak her an her yerden tüm içeriğe
ulaşabilir olmak büyük bir avantaj.
Peki, çalışanlar açısından, içerik
üretenler açısından bu değişiklik neler
getirecek?
İçerik üretenler açısından da değerli
bir hamle bu. Televizyon için çalışan
da, radyo için çalışan da ntvmsnbc’ye
metin yazan kişi ya da oraya multimedya çalışması yapan kişi de günün
sonunda bu dijital ortaklık sayesinde
ürününü daha fazla insana gösterme
olanağı bulabiliyor.
Bu tek potada birleşmenin, merkezileşmenin olası dezavantajları neler
olabilir?
Burada endişe yaratacak sorun şu
olabilir. Haber içeriğinin üretilmesinde değişik mekanizmalar var, bu
mekanizmaların en önde geleni genel
yayın yönetmenleri ve doğrudan bağlı
oldukları patronaj sistemi; yani işin
sahibi olan yönetim kurulu başkanı
veya yönetim kurulu üyeleri. Burada
o medya grubunun siyaseten durduğu
yeri teyit edecek bir takım düzenlemeler yapılabilir. O düzenlemeler
zaten geçmişten günümüze daha önce
yazılı basın olarak adlandırdığımız
alanlarda da mevcuttu. Ama şimdi
yaklaşık 20’den fazla markanın yer
aldığı bir medya grubunu düşünün;
burada zaman zaman medya grubunun ortak dili, düşüncesi ve görüşünün dışında hareket etmeye çalışan
bir takım markalar ortaya çıkmaya
çalışıyor, çıkabilir. Bunu biraz daha
yakından kontrol etmek, duruşun
standardizasyonunu sağlamak, belli
bir çizgi getirebilmek için tek elden,
belli bir merkezden yönetmek farklı
mecralardaki haber üreten ekiplerin
başındaki yöneticileri rahatsız ediyor
tabii; çünkü müdahaleler oluyor.
Önceden bu müdahale var mıydı,
vardı; ama kendi mecranız içinde onu
telafi edebiliyordunuz. Bu sistemde
örneğin televizyonda gösterilmesi
mümkün olmayan bir haberi internette görmek isteyecektir insanlar, bunu
engellemek mümkün değil. Ya da sos-
86
kalarla yola devam etmek patronun
keyfiyetiyle ilgili bir durum.
2010-2014 arası Amerika’daki
Günlük Medya Kullanım Süreleri (Dk.)
2010
2011
2012
2013
2014
269
277
284
277
277
103
102
99
83
82
184
194
183
169
159
40
62
94
122
134
21
98
119
142
163
32
yal medyada konuşulan bir konuyu
televizyonda görmezden gelebilirsiniz
ama dijital mecra olarak adlandırdığımız ntvmsnbc.com.tr, milliyet.
com.tr, hürriyet.com.tr’de görmezden
gelemezsiniz.
Markalar arasındaki bu birliktelik, bir
arada tutunma hali patronaja daha
fazla kontrol getiriyor. Her şeyi daha
yakından görüp takip ederken ortaya
çıkan politik bir tek seslilik oluyor.
Doğan grubundaki bu merkezileşmenin
sonuçları ne oldu ki bu model Doğuş
32
31
30
Yayın Grubu içinde de uygulanabilir
oldu?
Bu aslında dediğim gibi hayatın dayattığı bir şey. Gazete, dergi bunların
hepsi zaten dijital mecraların içine
fiziken taşındı. Her markanın tek
elden yapılması gibi bir yola gidiliyor,
bu tabii ki içerik kontrolü söz konusu
olduğunda endişe verici; çünkü içerik
kontrolü bu kadar kolay olmasa, ipin
ucu bu kadar sıkı tutulmasa farklı
markalardan farklı sesler çıkabilir.
Medya grubunun topyekûn bir siyasi
duruşu, yayın ideolojisi var; ondan
aykırı bir iş yapmak ya da yapan mar-
29
Bu noktada Doğan grubunda Radikal
gazetesinin kâğıt baskısının durdurulması kararını nasıl değerlendirirsiniz?
Doğan grubunda Radikal gazetesi
daha liberal bir çizgideydi. Aydın Doğan Radikal’i kapatmak istiyor. Diyor
ki ticari olarak uygun değil, bana para
sağlamıyor.
Bakın şimdi Türkiye’de şöyle bir
durum var; kim ne derse desin bir
medya kuruluşuna sahip olmak demek bir saatli bombaya sahip olmak
demektir artık. O yüzden de yaptığımız işler patron tarafından daha fazla
kontrol ediliyor; çünkü gelen tepkiler
çok. Sadece hükümet tarafından da
değil, Türkiye öyle hassas bir dönemden geçiyor ki son 4-5 yıldır siyaseten
söyleyecek olursak en sağdan en sola
kadar toplumun çok farklı kesimlerinden çok şiddetli eleştiriler alan bir
yayın organıyız, sadece NTV için söylemiyorum, Doğuş Yayın Grubunun
markaları için söylüyorum. Herkes
sizi bir taraftan kendisine doğru çekmeye çalışıyor, ortada durmak kolay
değil. Ortada kaldığınız sürece her
görüş sizi kendisine karşıt ilan ediyor.
NTV bir dönem bunu yaşadı.
Öyleyse markaları birleştirme süreciyle
birlikte organizasyon şemasında görülen değişiklik sorunlara çözüm olarak
düşünüldü diyebilir miyiz?
Özetle tüm bu anlattıklarımdan
çıkarılabilecek şey şu olabilir: Doğuş
Yayın Grubu’nda bir markalar birliği
oluşturulma gayreti içerisinde bir
organizasyona gidildi. Doğan grubu
da bunun benzerini yaptı. Dünyada
yapılan başka örnekler de var. Buradaki amaç organizasyon şemasını daha
sadeleştirmek ve markaları daha çok
birbiriyle iletişim içerisine geçirerek
bir sinerji kazandırmak. Radyoyu
televizyonla, televizyonu radyoyla,
dergiyle, işte hepsini birbiriyle daha
yakın işbirliği içerisine sokmak ve bütün bunları da dijital mecra üzerinden
yayabilmek. Artık akıllı telefonlarımız
var; televizyonun, bilgisayar ekranının
karşısında geçirdiğimiz zamanın çok
daha fazlasını mobil mecrada geçirmeye başladık.
Bugün yeni medya deyince çok seslilik
anlaşılıyor; peki öyleyse bu alanda bir
tek seslileşme, bir merkezileşme nasıl
yaşanabilir?
Büyük medya kuruluşlarında birbirinden farklı içerik üreten markaların
bir araya getirilmesi ve bunun dijital
mecralar üzerinden yayına sunulması
o markalar birliğine sahip olan sermaye grubunun siyasi, dünyevi görüşlerinin bir uzantısı olacaktır, bundan
doğal bir şey olamaz.
“Gazetecilik yapmak
zorlaştı”
Şu anda içinde yaşadığımız medya
düzenini nasıl anlatırsınız?
Türkiye’de medyada sermaye derinliği
yok. 77 milyon nüfuslu bir ülkede
2,5-3 milyon gazete satılıyor. Sermaye
derinliği oluşmadığı durumda sadece
reklama bağımlı olunuyor. Gazeteniz
okunmuyor, televizyonunuz izlenmiyor, internet siteniz okunmuyor,
radyonuz da dinlenmiyorsa reklam
veren de gelip size reklam vermiyor. Bu koskocaman binayı 10 bin
kişinin bağışıyla yapmadık. Büyük
bir sermayedar geldi “ben bu işten
para kazanmak istiyorum, burası bir
ticarethanedir” dedi ve burayı inşa
etti. Biz gazetecileri, profesyonelleri
çağırdı, içine doldurdu ve çalıştırmaya
başladı.
Hayatın gerçeği bu. Ama hayatın gerçeği şu da olabilirdi. Bir gazete günde
22 milyon satabilirdi, bunu düşünebiliyor musunuz? Japonya’da gazetelerin toplam tirajı nüfusun iki katı.
Kuzey ülkelerinde; İsveç, Norveç’te
hadi o örnekleri geçiyorum, Amerika
Birleşik Devletleri’nde yerel basın
diye bir kavram var; çünkü okuyucu
bu gazeteleri alıyor. Şimdi burada
kimsenin para verdiği falan yok, para
veren sadece reklam veren, reklam
veren de belli sermaye çevreleri.
Onlarla ters düştüğün zaman olmuyor. Bu işe Türkiye’de para kazanmak
için girenler zamanında çok büyük
hata ettiklerini fark ettiler; siyasi bir
araç olarak kullanmak isteyenler de
yanıldılar. Gün döndü, hesap döndü,
namlu kendilerine döndü. O yüzden
medyayı Türkiye’de hem siyasi hem
de ticari açıdan kullanmak giderek
güçleşti. Bir taraftan okuyucu sayımız
az, bir taraftan da siyasi itiş kakış ve
87
ısrarcılık giderek artıyor.
Bu itiş kakış içinde en fazla zarar gören
gazeteciler oldu. Siz de bu süreçte yara
alan gazeteciler arasındasınız…
Gazetecilik yapmak zorlaştı.
Türkiye’de siyasi kamplar ve kutuplar
arasındaki mesafe giderek artmaya
başladı. Ortadaki uçurum büyüdü, bu
uçurumla beraber kavgalar başladı.
Ya bizdensin ya değilsin yaklaşımı en
fazla basın sektöründe çalışan emekçilerin işlerinden olmasına neden oldu.
Çok değerli birçok gazeteci şu anda
işsiz.
Benimkisi bir organizasyon değişimiydi, Ahmet Yeşiltepe’yle ilgili
bir mesele değil. Yani ben ısrarla
ntvmsnbc’nin başında kalmak istiyorum desem de genel yayın yönetmenliği görevi tasfiye edildi. Oraya sadece
bir haber müdürü konuldu ve o da
doğrudan NTV genel yayın yönetmenine bağlandı.
Dijital mecradaki başarılı haber
sitelerinden ntvmsnbc.com’un genel
yayın yönetmeniydiniz. Bize buradaki
deneyiminizi anlatabilir misiniz?
Ntvmsnbc çok uzun süre Türkiye’nin
dijital mecradaki en önemli markalarından biriydi. Son yıllarda okuyucu
sayısı daha da arttı. İnternet sitelerinin çoğunun yapmadığı bir şeyi
yapıyorduk; multimedya uygulamaları
kullanıyorduk.
Ntvmsnbc’yi diğer internet haber sitelerinden ayıran bu multimedya uygulamalarını biraz anlatabilir misiniz?
Görsel İletişim Tasarımı diye bir
bölüm var üniversitenizde, bu bölüm
aslında bizim ihtiyacımız olan elemanın adını söylüyor; ama maalesef
Türkiye’de bu alanda istenilen düzeyde
çalışmalar gerçekleştirilmiyor. Örneğin biz editör istiyoruz, dijitalde
editör olabilmek için şu özellikleri
arıyoruz: Öncelikle gazeteci duygunuz
olması lazım, derin bir merak duygusu yani tecessüs olmalı; ilgi alanlarınız, hobileriniz olmalı; bunun dışında
iyi metin yazmak, haber metnini
doğru yazabilmek, imla kurallarına
uygun şekilde yazabilmek, en çarpıcı
haber unsurlarını en doğru şekilde
kullanmak, haber kurgusunu doğru
88
yapabilmek; gazetecilik formasyonunun gerektirdiği ihtiyaçlara cevap
verebilecek özelliklere sahip olmak
yani haber kokusu alabilmek; bunun
dışında bir bilgisayar yazılımcısı kadar
olmasa bile en azından ikinci, üçüncü
seviyedeki bir bilgisayar yazılımcısının hissiyatına ve bilgi birikimine
sahip olmalı, küçük kodlar yazabilmeli; tıpkı bir grafik tasarımcısı gibi görüntü duygusuna sahip olmalı, görsel
zekâsı olmalı ki bilgisayar, tablet, akıllı
telefon ekranlarında görüntünün nasıl
görüneceğini bilmeli…
Evet, biz işte böyle İsviçre ordu çakısı
gibi bir editör arıyoruz. Bunu yapmazsanız İnternet gazeteciliği şu oluyor:
“Öyle bir laf etti ki…“ ya da “şok şok
şok…”, “bu adam kim?” gibi başlıklar
atılıyor. Habere girdiğinizde ilgisiz
şeylerle karşılaşıyorsunuz. Uzun yıllar
Türkiye’de internet gazeteciliği ya da
dijital yayıncılık bu mantık üzerinden
yürütüldü.
Bahsettiğiniz bu habercilik tarzı
çalışanların niteliğinden çok, bir tercih
sorunu değil mi?
İkisi bir araya gelince bu durum ortaya çıkıyor. “Benim okuyucu kitlem
aptaldır, onun için heyecan gerekir”
diyor ve böyle manşetler çıkıyor
ortaya. Bu anlayışla çalışan, gayri
insani, gayri ahlaki haberlere imza
atan tırnak içinde editör ve muhabirler yüzünden internet medyası uzun
yıllar yerle yeksan oldu; internet gazeteciliğinin kıymetli bir değeri yoktu,
kredibilitesi olmadı. Hala da böyle
ama günümüzde Türkiye’de yapılan
araştırmalar gösteriyor ki gençlerin
yüzde 70’inden fazlası haber ihtiyacını internetten ya da dijital mecralardan karşılıyor. Zaten Türkiye’de
gazete okunmuyordu, genç kuşak da
doğrudan dijitale gidiyor. Dijitalde de
benim ifademle üç nokta, soru işareti,
ünlem işareti haberciliğiyle okuyucu
çağıran, tık hesabı yapan internet
siteleri var. Reklamcının gözünü boyamaya yönelik işler bunlar. Okuyucuya değil de reklamcıya yapılan bir
yayıncılık anlayışı ve bu çizgi internet
gazeteciliğinde uzun yıllardır hala
değişmedi.
İnternet gazeteciliğini ntvmsnc’de siz
nasıl hayata geçirdiniz?
Biz tam tersini yaptık; haber neyse
manşetine onu koyduk. “Öyle bir laf
etti ki” demedik, tırnak içine alarak
kim ne dediyse onu yazdık. Haber ne
ise onu verdik. Haberin manşetiyle
ne olduğunu okuyucumuza merak
ettirme duygusuna kafa yormadık;
haberin bizzat kendisini verme gayreti
içinde olduk. Metinlerde de abartılı
ifade kullanmamaya çalıştık, çok hassas davrandık bu konularda.
Bunun yanında yetişmiş veya kendi
içimizde yetiştirebildiğimiz arkadaşlarımızla multimedya uygulamaları
yaptık. Mesela “Çalışma Odam” diye
bir ürün ortaya çıkardık. Uygulamaya
girdiğinizde örneğin Fazıl Say’ın ona
ilham kaynağı olan çalışma odasını
görüyorsunuz. Odanın içerisinde 360
derece dönebiliyorsunuz. Odanın
içinde resimler, videolar, metinler,
müzikler, sesler yani bütün duygularınıza hitap eden bir yaklaşım var.
Türkiye’de hala internet sitelerinin
yapmadığı bir şeyi yaptık; ikonografik
işler yaptık. Başında bulunduğum beş
yıl içinde özellikle son iki yıl ağırlıklı
olmak üzere örneğin Asya’da büyük
bir tsunami mi meydana geldi hemen
“tsunami nasıl meydana gelir” diye
özel, ikonografik bir çalışma yapardık; çizer ve onu hareketlendirerek
animatif hale getirirdik. New York
Times multimedya çalışmalarını en
iyi başaran internet sitelerinden biridir. Sitenin multimedya uygulamaları
bölümüne girdiğinizde aklınıza hayalinize gelmeyecek renkte, değerde,
önemde işler yapıldığını göreceksiniz.
Örneğin sadece fotoğraflar üzerinden
Irak’ta ölen askerlerin envanterini çıkarmış, hem okumaktan keyif alıyorsunuz hem okurken bilgileniyorsunuz
hem de zenginleşiyorsunuz. Aslında
habercilik görsel, işitsel tüm duyuların
bir arada kullanılabildiği bir sistematiğe doğru gidiyor. Türkiye’de biz bunu
uyguladık, reklam veren önce ilgilendi, bir-iki marka satın aldı ama sonra
ona verilen emek, zaman üç nokta
haberciliğiyle kıyaslandığında çok büyük bir yekûn tutuyor, özel bir çalışma
yapmak bazen iki gün alıyor. Örneğin
ünlü bir sanatçımız öldü; onunla ilgili
müzikli, grafik tasarıma dayalı, html
tabanlı özel bir dosya hazırlıyoruz
ama öbür tarafta başlıkta “Çok ünlü
sanatçı öldü” diyen haber daha çok
okunuyor. Asıl olan haberin kendisidir ama hayatın değişik alanlarında
biraz daha renk katmalı yeni medya
dediğimiz, tırnak içinde söylüyorum,
artık yeni medya bitti bence. Medyanın bizzat kendisi dijital oldu.
“Yeni” Medya’nın yenisini madem
tırnak içine aldık, o zaman bize yeni
bir tanımlama gerekmez mi? Değişimin
adını bile koyamadan peşinden koşmak
zorunda kaldığımız bir zamanı yaşıyoruz sanki…
Bugün yine bir konferans yapsam
ona artık “Yeni Medya Konferansı”
demem; çünkü artık o medya geldi, şu
anda hayatımızın içinde, hayatımızın
bizzat kendisi oldu. Yeni medya geldi,
yeni medyanın “yeni”si kalktı. Yeni bir
konferans yapacak olsam “Yeni Medya” demem. Medya Konferansı derim.
Gazete iki kuşak daha devam eder,
hadi üç kuşak daha devam etsin.
Kağıdın dokusu falan nostaljik, ben
de onu seviyorum ama artık öyle bir
hayat yok. Kızım daha 2,5-3 yaşında
ama iPad ile doğdu. Akıllı telefonlardan gazete almayı gerektirmeyecek
derecede çok sayıda markaya ve platforma ulaşıyorsunuz. Herkesin meşrebine göre hatta bağımsız oluşumlar
da var. Bu ne demek; sadece ana akım
değil, sosyal medyanın da etrafında
öbeklenmiş küçük haber grupları,
ajanslar, markalar var demek. Bu
yeni medya dediğimiz şey böylece
oldu, bitti yani. Bundan sonra yeni
medya diye bir şey nasıl söyleyebiliriz
bilmiyorum.“Minority Report” diye
bir film vardı; Tom Cruise gelecekte
suç işleyecek insanları yakalayan bir
polis timinin içinde görevli bir adam
rolündeydi. O filmde çok ilginç sahnelerden biridir; reklam billboardları
sizi gözünüzün retinasından tanır
ve sizin ihtiyacınıza, ilgi alanlarınıza
Saniyede
Sosyal Medya
Saatlik Video Youtube'a Yüklenir.
Bin Tweet Atılır.
Bin İleti Facebook'ta Paylaşılır.
Milyon Arama Google'da Yapılır.
Fotoğraf İnstagramda
Paylaşılır.
göre reklam vermeye başlar. Bu da
oldu, olmak üzere. Geldiğimiz nokta
itibari ile yeni medya geldi gitti. Eski
medya bitmek üzere, artık dijital dergiler yapılıyor ve okunurluğu da çok
yükselmeye başladı. Tabii akşamdan
sabaha olacak gelişmeler değil bunlar.
İki kuşak daha devam eder. Newsweek kapatmıştı, yaklaşık bir yıl dijital
olarak devam etti, şimdi tekrar kâğıt
baskıya döndü.
Newsweek’in kâğıt baskıya geri dönüşünü neye bağlıyorsunuz?
Daha iki-üç kuşak, 30-40 yıl daha
kâğıt baskı devam edecek bu süreçte
dijital artık daha fazla hayatımızın
içinde, o yüzden yeni medya demek
gereksiz.
Peki, eski ile yeninin bir arada varlığı
çatışma şeklinde mi ilerleyecek, yoksa
birbirini bütünleme şeklinde mi?
Birbirini destekleyecek, bütünleyecek.
Gazeteler, internet sitelerinde, sosyal
medyada görülen özel içerikli haberleri bir adım ileri doğru taşımaya
başladılar. Herkes birbirini tamamlamaya başladı.
Siz kişisel olarak medyayı nereden
takip ediyorsunuz?
Sosyal medyadan takip ediyorum. Sabah kalktığımda ilk açtığım şey sosyal
medya oluyor artık; Sosyal medyada
küçük haber öbekleri oluşturdum.
Çok işime yarıyor. Türkiye’nin gündemini daha iyi anlıyorum ne olup bittiği daha net. Genel olarak Türkiye’nin
gündemini veriyor. Türkiye’de mevzunun nereye doğru gittiği, nelerin
tartışılacağı, hangi konu başlıklarının
tartışılacağı, odak noktaların ne olacağını daha iyi anlıyorum.
Bundan sonra nasıl devam edeceksiniz,
neler yapmayı planlıyorsunuz?
Televizyonda ağırlıklı kültür-sanat,
belgesel programları yapıyorum.
Türkiye’de müzelerde yer alan ama
çok azını bildiğimiz objelerle ilgili
bir projem var. Başka bir-iki projem
daha var onları hayata geçireceğim.
Bir süre böyle gidecek gibi görünüyor.
Ara verdiğim Babil Kulesi’nin yeni
bölümlerine de başlıyorum.
89
müzik
SÖYLEŞİ MEDİNE ÇEPNİOĞLU
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
“YAĞMUR YAĞAR YAŞ ÜSTÜNE
İNCE KALEM KAŞ ÜSTÜNE
SELAM GELİR BAŞ ÜSTÜNE”
MÜNİR NURETTİN’İN, AZİZ İSTANBUL PLAĞINDA
YORUMLADIĞI ANONİM BİR HALK TÜRKÜSÜNÜN, İLK KITA
SÖZLERİ BUNLAR.
BU HOŞ TÜRKÜYÜ MÜNİR NURETTİN SÖYLEYİNCE
GÜZEL GÜZEL DİNLERİZ DE, ŞÖYLE BİR “AAA” NİDASIYLA
KARŞILAMAYIZ.
İŞTE, ONDAN DUYDUĞUNUZDA “AAA” DİYECEĞİNİZ BİR SES,
BİR İSİM; KANADALI BİR TÜRK HALK MÜZİĞİ SEVDALISI
BRENNA
MACCRIMMON
90
91
“Türk halk müziğinin
ritimlerine vuruldum ve
hoş melodilerine…
Ses tınılarındaki
tutkuyu seviyorum.”
Toronto, Ontario doğumlu olan Brenna MacCrimmon,
Kanadalı bir halk müziği sanatçısı. 1980’lerin sonundan beri
Balkan Müziği çalışmakta, öğretmekte ve söylemekte.
İyi derecede Türkçe konuşan ve şarkı söyleyen MacCrimmon, uluslararası
anlamda bir Türk halk müziği ses sanatçısı olarak kabul ediliyor.
İstanbul ve Kanada’da müzik eğitimini tamamlayan Brenna MacCrimmon,
Kanada’da yaşantısını sürdürmekle beraber, Türkiye’ye gidip gelmekte ve
hem ülkesinde hem de İstanbul’da farklı sanatçılarla sahne almakta.
Soprano ses tonuna sahip MacCrimmon, Fatih Akın’ın yönettiği, İstanbul
Hatırası: Köprüyü Geçmek adlı filmde, anonim bir eser olan ‘Penceresi Yola
Karşı’ ve ‘Ben Bir Martı Olsam’ adlı türküyü; Elveda Rumeli dizisinde de
“Ediye” şarkısını seslendirdi.
92
Üniversite yıllarında kütüphanede
dinlediği Ankara Radyosu Yayınları, Brenna Mccrimmon’u derinden
etkilemiş.
“O melodileri ilk duyduğumda, ritimleri, makamları çok hoştu. Melodiler
yüreğime dokundu; sadece dinleyip
bırakmak istemedim ’ diyen Brenna,
Türk halk müziği ile böyle tanışıyor.
Samimi sesiyle, sevda, acı, yüreğinin
her yerine işlemiş olan Türkiye sevdalısı Brenna, köy köy Trakya-Balkan
Bölgesi’ni geziyor; ardından Türkiye
de uzunca bir süre yaşamaya karar
veriyor. Bağlama eğitimi alıyor. Türk
kültürü ve halk müziği ile özdeşleşen Brenna, iltifatlarıma karşı alçak
gönüllükle ‘estağfurullah’ diyor.
Türkçe günlük kullanım diline bile
alışmış. Etnik müziğe karşı ilgisini
yaşam biçimi haline dönüştüren
Brenna, kıyafetlerine yama yaptığı
yemeni parçalarıyla o kadar doğal ve
samimi ki.
Müzik, hayatınıza nasıl girdi?
Montreal de doğdum; fakat
Toronto civarında çocukluğum
geçti. Üniversitede Antropoloji
Bölümü’ndeydim; ama Etnik
Müzikoloji bölümünden dersler
alabiliyorduk. Müziği çok seviyorum
ve akademik hayatıma daha çok
adapte etmek istedim. Bağlamayı
çalmayı öğrendiğim Devlet
Konservatuarı’nda bir seneliğine
misafir öğrenciydim; fakat devam
edemedim. Trakya ve Balkanlar
çevresinde, birçok kasabada dolaştım;
ancak daha çok dolaşmam gereken
yer var, oraları henüz görmedim.
Yapılacak çok şey var! Ayde Mori
albümünden Sumru Ağıryürüyen,
Muammer Kentencoğlu ve Cevdet
Erekle kaydettiğimiz bir şarkıdır.
Biz, bu şarkı dizi için kullanılacak
diyene kadar, dizide kullanılacağını
bilmiyorduk. Gelişimi böyle oldu.
“Ben bir Martı Olsam” bir türkü ya da
etnik bir şarkı değildir. Şarkının asıl
ismi “Cecom” ve orijinal kayıt Baba
Zula ve Psychebelly Dance Music
ile birlikte olmuştur. Grup müziğini
besteledi; ben de şarkının sözlerini
yazdım. Ben müzikle büyüdüm.
Annem ve babam her ikisi de müziği
severdi. Babam hobi olarak Rönesans
dönemi ağırlıklı müzikler çalardı,
annem ise; dans bölümünü okumuş
ve bale öğretmeni olmuş. Bir çocuk
olarak her zaman müzikten zevk
aldım.
Halk müziği anlayışınızı nasıl
tanımlarsınız?
Halk müziği, etnik müzik olmuştur
çünkü onu evrensel yapan budur.
Bazı etnik müzikler oldukça karmaşık
ve farklı bir yapıya sahipler. Bu
yüzden halk müziğini caz ve klasik
müzikten aşağı bir yere koyulmasını
sevmiyorum. Tüm müzik türleri
değerlidir ve tüm müziklerin
insanlara bir şeyler hissettirmek,
anlatmak için hareket ettirme
potansiyeli vardır.
93
Türk halk müziğinde önem verdiğiniz
öğe nedir? Türk kültürel müzik
kimliğimiz hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Zor bir soru, çünkü birçok farklı
müzik türü seviyorum. Birçok şey
beni Türk müziğine geri döndürdü. Bunlardan biri: İnanılmaz bir
çeşitliliğe sahip olması. Belki bunun
sebebi; Anadolu’nun bir sürü farklı
insan kökeni ve yaşam biçimi barındırmasıdır. Tabii ki birçok etkileşim
de var. Arap, Ermeni, Süryani, Kürt,
Laz, Çerkez, Yunanlı, İtalyan ve farklı
Balkan esintileri görülmesi bu çeşitliliğe lezzet katıyor. Türk müziğine
ilgimin sebebini bulmak gerçekten
zor. İlk olarak ritimlerine vuruldum
ve hoş melodilerine, çünkü sözlerini
anlayamıyordum. Ses tınılarındaki
tutkuyu seviyorum. Fakat bunlardan
daha fazlası var. Sözlerim kifayetsiz
kalıyor.
Albümlerinizde birçok anonim parçayı
öyle güzel seslendirmişsiniz ki. O duyguyu, içtenliği hissetmemek elde değil.
Türkçeyi nasıl ve ne zaman öğrendiniz?
Estağfurullah, beni Türkçe yazamadığım için affetmek zorundasınız;
fazla alıştırma yapamıyorum. Toronto
Üniversitesinde Türkçe öğrenmeye
başladım. Bana cümle kuruluşları ve
gramer bilgisi öğretildi. Fakat insanların söylediği kelimeleri anlayamıyordum. İstanbul’da 1985’ten 96’ya kadar
bir zaman geçirdim.
“Melodinin
küçük
dönüşleri vardır,
tıpkı şelalerin göllere
dökülmesi
gibi”
94
“Güzel müziğin
kısıtlaması yoktur!”
müzün ve ne hissettiğimizin çok az
akışı değişir. “Mutlu” bir şarkı hüzünlü bir şarkı olabilir ya da tam tersi.
Ailenizin, Türk dinleyicilerinizin türkü
seslendirmenize tepkileri neler?
Ailem kabul etti. Bence gerçek bir
kariyer bulmamı dilerlerdi; fakat
projelerimi destekliyorlar. Dürüst
olmam gerekirse, Türk dinleyicilerin
benim yıllarca yaptığım işe nasıl tepki
vereceklerini bilmiyordum; ta ki senin
gibi genç insanların kendi müziklerini
sevmeleri ve anlamalarını sağlamamı
yardım etmelerini istemelerine dek.
Ayrıca, birçok kişiyle bağlantı kurdum. Bu insanların çoğu müziğimin
atalarını anımsattığını söylüyorlardı
ve bunları söyleyenler sadece genç
veya yaşlı değillerdi tüm yaş grupları
müziğimi dinlemekten zevk alıyordu.
Dünya çeşitliliğinden dolayı ilginç,
yoksa hepimizin aynı şeyi dinlediğinden dolayı değil.
Bu yıllar birçok arkadaşım oldu ve
Türkçe de günlük hayatta başarılı
olmamı sağladı. Sayın Samet Turanla
çalıştığım için şanslıyım. Bana haftalık
dersler verdi ve gerçekten öğrenmem
için cesaretlendirdi. Ona minnettarım, gerçekten değerli bir hoca.
Sesinizin başka türlü bir dokunulmazlığı var. Kelimelerle ifade etmekte güçlük
çektiğimiz bütün duygular,
şarkılarınızda eşsiz melodilere
dönüştürülmüş. Kim bilir ne ince
ayrıntıları vardır o melodilerin?
Tekrar iltifatlarınız için teşekkür
ederim. Bence bir melodinin küçük
geri dönüşleri vardır, tıpkı şelalelerin
göllere dökülmesi gibi, her zaman
aynı yöne doğru akarlar; fakat bazı
engellerle karşılaşılabilir. Bu Türk
müziğinin neden seyirleri olduğunu
göstermektedir. Evet bunlar; yollar,
patikalar bu yolda fark edeceğimiz.
Her zaman aynı yolu kat etsek bile,
yeni bir şey fark ederiz. Ne hissedersek hissedelim, mutluluk, acı, başarı,
kaybettiklerimiz. Bunların hepsi bir
şarkıyla meydana çıkar. Ne gördüğü-
İlk albümünüz, Selim Sesler ile ortak
çalışmanız olan Karşılama (1998),
ardından Ayde Mori (2001), Kulak
Misafiri (2009) adlı ilk solo albümünüz.
Peki önümüzdeki günlerdeki projelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Yapmak istediğim birçok şey var! Güzel müziğin kısıtlaması yoktur! Fakat
şu günler de finansal olarak baktığınızda albüm yapmak çok zor. Son on
yılda kayıt yapmak için temel olan
kesintiler bile giderek pahalılaşıyor ve
zorlaşıyor. Bu durum müzisyenleri,
kayıt markalarını, dağıtımcıları, bestekarları, grafik tasarımcılarını hepimizi etkiliyor. Balkan Türk müzikleri
diye bir albüm yapmak istiyorum.
Şuan çok iyi insanlarla çalışıyorum
ve Yunan, Türk, Yerli Amerikalılarla
karışık şarkılar barındıran elektronik
bir albüm projem var. İskoçya’ya gidip
kendi atalarıma ait müzik türlerini
öğrenmek istiyorum. Daha çok şarkı
yazmak istiyorum.
95
müzik
“Bakıyorum da hangi
şarkı çalsa insanlar
oynuyor...
Size ‘’Beyefendi Sanatçı’’ diye hitap
edilmesinin sebebi sizce ne olabilir?
Belki de bunun sebebi alışageldiğimiz
sanatçılardan olmayışımdır. Çünkü
sanatçı dediğimiz zaman farklı bir
algı oluşuyor akıllarda. Benim hiçbir
zaman sansasyonel bir hayatım
olmadı. Ayrıca ben sahnede bile
radyo müziği yapar gibi müzik yapan
ender kişilerdenim diyebilirim.
Benim çalıştığım yerlerde insanların
oynaması yasaktı. Sadece Türk Sanat
Müziği dinlemek için gelirlerdi. Ama
şimdi bakıyorum da hangi şarkı çalsa
insanlar oynuyor... Sanırım tüm bu
nedenler özellikle de TRT Sanatçısı
olmam en önemli etken. Çünkü bize
TRT dışından çok popüler isimler de
saygı duyardı.
“Emel Sayın, Bülent Ersoy, Müzeyyen
Senar, Sevim Tuna, Behiye Aksoy
gibi aklınıza gelebilecek bütün ünlü
isimlerle sahne aldım.”
SÖYLEŞİ ECEM ŞENTÜRK
FOTOĞRAF GALİP SOKULLU ARŞİV
Galip Sokullu
İSTANBUL Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu
mezunu…
GAZETECİ…
TRT ve SAHNE Sanatçısı…
BESTEKAR…
TSM İcracısı…
TELEVİZYON Program Sunucusu…
96
Gazetecilik eğitimi almış olmanıza
rağmen musikiye yöneldiniz. Bu kararı
almanızdaki etken neydi?
Aslında okulu bitirdikten sonra bir
müddet gazetecilik yaptım. Milliyet
Gazetesi’nde başladım, sonra
Yeni İstanbul Gazetesi’ne geçtim.
Orada Spor Muhabirliği yaparak
kıyısından da olsa bir giriş yapmış
oldum mesleğe. Gazetenin çok iyi
bir kadrosu vardı. Özellikle Halit
Kıvanç çok yardımcı olmuştu bana o
dönemde. Görevime devam ederken
askerlik sıram geldi ve Bayburt’a
gittim. Televizyon falan olmadığı
için boş vakitlerimizde bol bol radyo
dinlerdik. Bir gün yine oturmuş
radyo dinliyordum. ‘’TRT’ye eleman
alınacaktır’’ diye bir anons duydum.
İmtihan varmış. Aslında ben o anda
pek ilgilenmemiştim anonsla ama
komutanlarım çok istedi sınava
girmemi. Çünkü biz hafta sonları
subaylar ile bir araya gelerek eğlence
düzenlerdik kendi aramızda. Ben de
o gecelerde şarkı söylerdim, başıma
bunların geleceğini tahmin bile
edemezdim tabi... Komutan sesimden
çok etkilenmiş olacak ki ‘’Sen mutlaka
o sınava girmelisin’’ dedi. Ben de
Bayburt’tan İstanbul’a geri döndüm
sınav için. Hatta sınav iki aşamalıydı,
bir bölümü de Ankara’da yapılmıştı.
Fakat ben sınavı Türk Müziği sınavı
zannediyordum, Çoksesli Müzik
Sınavı imiş. Yine de kazandım. Bize
çok iyi bir eğitim verildi Batı Müziği
üzerine. Hocalarımız da çok güçlü
isimlerdi. Alman bir şefimiz vardı,
onun dışında Muammer Sun, Hikmet
Şimşek gibi çok önemli isimlerden 3
seneye yakın ders aldık koro olarak.
Bir süre sonra ‘’aklı başına sonradan
gelenler’’ olarak birkaç arkadaşımla
Türk Sanat Müziği’ne geçiş yaptık,
bir sınava girerek. Böylece Türk
Sanat Müziği ile tanışma sürecim
başlamış oldu. Sınavdan sonra TRT
İstanbul Radyosu’nun kadrosuna
dahil oldum, Türk Sanat Müziği ses
sanatçılığına başladım. O sırada Türk
Müziği Devlet Konservatuvar’ı açıldı,
orayı da bitirdim. Yıllar içinde de
çeşitli yerlerde sahne almaya devam
ettim. Birlikte şarkı okumadığım
isim kalmadı diyebilirim İstanbul’da.
Emel Sayın, Bülent Ersoy, Müzeyyen
Senar, Sevim Tuna, Behiye Aksoy
gibi aklınıza gelebilecek bütün ünlü
isimlerle sahne aldım. Ancak son
dönemlerde gazinoculuğun bitmesiyle
birlikte küçük yerler açıldı. Oraların
solisti de ben oldum. Tek başıma
şarkılar okumaya başladım.
Girdiğiniz ilk sınavın Türk Müziği
Sınavı olmasını beklerken, Çoksesli
Müzik Sınavı olduğunu öğrenince ne
hissettiniz?
O durum fıkra gibiydi diyebilirim.
Kapıda beklerken kulağımız hep
içeride, olup bitenleri dinliyoruz.
Aryalar okuyorlar, Batı’nın en
koyu eserleri seslendiriliyor. Onları
duyunca ben vazgeçtim, gidiyorum
dedim kendi kendime. Tam kapıdan
çıkacakken bir Türkü sesi duydum
ve geri döndüm. O gün yaklaşık
150 kişi falan vardı sınava giren,
inanmayacaksınız ama o kadar kişi
arasından 2 kişi kazandık: Türkü
okuyan ve ben. Türkü okuyan da
Tuğrul Şan idi. Şu anda da TRT
İstanbul Radyosu’nda çok önemli bir
Türkücü Tuğrul Şan.
Siz hangi eseri seslendirmiştiniz?
Ben Karcığar Makamı’nda çok ağır bir
eser okumuştum. Leon Hancıyan’ın
güzel bir bestesiydi. Gerçekten
çok ağır bir eserdi, sözlerinin bile
anlaşılması çok zor bir eser: ‘’Bilmem
ki sefa neş’e bu ömrün neresinde.’’ Şâd
olsa gönül bâri biraz son nefesinde.
Hâlâ elem-i yâre tahammül hevesinde,
Şâd olsa gönül bâri biraz son
nefesinde’’ diye devam eder sözleri…
Soy isminizin Osmanlı Devleti
sadrazamlarından Sokullu Mehmet
Paşa İle bir ilgisi var mı?
97
“Ud ve piyano çalıyorum”
Evet var. Ben Sokullu Mehmet
Paşa’nın Kimine Göre 16. kimine göre
17. - 18. kuşaktan torunuyum. Zaten
fiziksel olarak da benzeriz birbirimize.
Tarihle bu derece iç içe bir aileden
gelmiş biri olarak, o dönemlere ait bir
şeyler var mı elinizde?
Bizim Üsküdar’da bir köşkümüz vardı
bir zamanlar. Orada bir sürü tarihi
kalıntılar, dokümanlar vardı. Kılıç
bile vardı. Amcamlarla ve halamlarla
birlikte o köşkte otururduk. Ama
bir gün köşkte yangın çıktı ve o
yangın sonucunda hiçbir şey kalmadı
elimizde.
“Bize TRT’de yalnızca
müzik öğretilmedi.
Kibarlık, nezaket, saygı da
öğretildi.”
Bestesi ya da güftesi size ait olan
eserleriniz var mı?
Aslında var. İkisi de var. Ama bizim
aldığımız terbiye gereği yok deriz.
Çünkü bize verilen eğitime uygun
şeyler değildi. Bu yüzden açıklamayı
pek uygun görmüyorum.
Özellikle bestelerini seslendirmekten
hoşlandığınız bir isim ya da sesime
ve tarzıma daha uygun dediğiniz bir
makam var mı?
En büyük idealim Neveser Kökdeş’in
bütün eserlerini bir albümde
toplayabilmek. İnanılmaz başarılı
bir bestekardır kendisi. Eserleri tam
olarak benim ruhuma hitap ediyor.
Yalnızca benim de değil, birçok
kişiden duydum bunu. Kendisiyle
tanışma fırsatım olmadı ama
tarzına hayranım diyebilirim. Hangi
makamda olursa olsun eserlerini
severek okumaya hazırım.
Günümüz Türk Sanat Müziği hakkında
ne düşünüyorsunuz ?
Maalesef çok bozuldu diyebilirim. Bir
bakıyorum televizyonda Türk Sanat
98
Müziği ile ilgili programlar var ama
orada da herkes oynuyor. Sanatçı
da oynuyor, dinleyenler de. Ancak
şunu da söylemeliyim ki şu anki genç
sanatçılar içinde bizden ve bizden
önceki kuşaklardan daha iyi yetişmiş,
çok yetenekli sanatçılar var. Ama
reyting kaygısı her şeyi değiştirdi, bu
da gençlerin yeteneklerini köreltti.
Hareketler, danslar müziğin önüne
geçiyor artık. TRT’de bile böyle. Bize
TRT’de yalnızca müzik öğretilmedi.
Kibarlık, nezaket, saygı da öğretildi.
Şimdi böyle değil. Ben TRT’de solistken yanımdan bir kemancı geçtiği zaman önümü iliklerdim. Şimdi gitsem
tabii ki yine saygı görürüm ama hiçbir
şey eskisi gibi değil. Ayrıca Trt’de
Denetleme Kurulu, sanatçı jürileri
vardı.Radyo içinde okunan bantlar
yayına koyulmadan önce bir kurul
tarafından dinlenirdi. Şimdi böyle
bir şey yok, yeter ki okunan bir şeyler
olsun diye bakılıyor…
Dijital ortamın populer müziğe,
yangınlaşması açısından katkı
sağladığını görüyoruz, sizce bu durum
Türk Sanat Müziği için de geçerli mi?
Başlarda katkısı varmış gibi
geliyordu ama son zamanlarda
fikrim değişti. Kendimden örnek
vereyim; bundan kısa bir süre önce
Facebook listemdekiler bana ‘’Galip
Bey neden bantlarınızı bizlerle
paylaşmıyorsunuz’’ diye soruyorlardı.
Ben de TRT’de 50 Yılın Sanatçılarına
Saygı Gecesi’ne katıldım orada bize
hatıra olarak eski bantlarımızdan
200 kadar şarkı hediye edildi. Sonra
onları video haline getirip Facebook
hesabımda paylaştım yoğun istek
üzerine. Ama baktım ki benden
şarkılarımı paylaşmamı isteyenler bile
şarkılarımdan çok fotoğraflarımla
ilgileniyorlar. Çok emek verip
söylediğim şarkıların yerine bir
heykelin yanına oturup çektirdiğim
fotoğrafa gelen fazla beğeni sayısı
fikrimi değiştirmeme yetti. Bunu
gençler için de söylemiyorum
üstelik. Hatta gençlerin ilgisi
bizim yaşımızdakilerden bile fazla
diyebilirim.
Günümüzde eski şarkılara yapılan
coverlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Güzel bir şey tabi. Başarılı da
oluyorlar genelde. En azından
eski şarkılar hakkında bir fikir
vermiş oluyor gençlere. Yeni halini
duyduklarında orjinal haline olan
ilgilileri de artıyor. Bu şekilde şarkılar
yok olup gitmek yerine yeniden
populer hale gelebiliyor.
Son zamanlarda giderek yaygınlaşan
müzik yarışmalarının Türk Sanat
Müziği’ne katkısı olduğunu düşünüyor
musunuz?
Evet düşünüyorum. Ama gençlerden
çok jüriye katkısı olduğunu
düşünüyorum. Bölüm başına aldıkları
para tahmin bile edemeyeceğiniz
kadar çok. Katılan gençler çok
yetenekli ama sırf reyting kaygısıyla
seslerine, tarzlarına uymayan
şarkıları veriyorlar. Doğru bir
şekilde yönlendirilmiyorlar yani.
Bu da gelişmelerine engel oluyor.
Ancak o kadar yetenekliler ki
onları bile başarabiliyorlar. Üstelik
bu yeteneklerinin müzikle sınırlı
olduğunu söyleyemeyeceğim. Her
alanda başarılı buluyorum ben
gençleri. Futbolda da, sanatta da,
enstrüman çalma konusunda da her
konuda her biri ayrı bir cevher.
-Enstrüman çalıyor musunuz?
Evet, ud ve piyano çalıyorum. İkisi
de bana ayrı zevk verir ama şu aralar
pek çalamıyorum. Aklıma estikçe
udumu indirip çalarım arada bir.
Konservatuvarda zorunlu ud eğitimi
vardı, orada öğrenmiştim biraz ama
çok kapsamlı bir eğitim değildi.
Meslek olarak seçenler Enstrüman
Bölümü’nde geniş kapsamlı ud ders
alırdı. Ben Şan Bölümü’ndeydim.
Başarılı musiki hayatınızın yanında
bir dönem de Televizyonda Eski
Dostlar Programı’nın sunuculuğunu
ve yapımcılığını üstlendiniz. Bu
deneyiminizden bahseder misiniz?
Beni bu iş için çağırmalarına
hayret etmiştim açıkçası.Ben
ses sanatçısıyım, programdan,
sunuculuktan ne anlarım. Bana
dediler ki: ‘’Program 1 saat sürecek.
Eski değerli ses sanatçılarını konuk
edeceksiniz.’’Programın ismini de
benden bulmamı istediler, formata
uygun olabilecek birkaç seçenek
sundum, sonunda bu ismi uygun
gördüler. Ama çok zor bir işti. Her
Pazar canlı yayınlanırdı. Kesinlikle
bant kaydı olmazdı. İstek de
almazdık. Bir buçuk sene devam
etti. O dönemler Tv8’in yayına yeni
başladığı dönemlerdi. Her evde
olmazdı o yüzden. Bu nedenle
fazla kişiye duyuramadık ama
izleyenler hala anlatırlar. 1 buçuk
senenin sonunda Tv8’in formatını
değiştirmeye karar verdiler, o yüzden
program da sona erdi. Bana daha
sonra başka bir kanaldan sunuculuk
teklifi geldi. Oradaki program da
her gün, günde 4 saat canlı olarak
yayınlanıyordu. İnsanlar arayıp istekte
de bulunabiliyorlardı. Bu durum çok
hoşuma gidiyordu benim.Program
çok aktif, izleyicilerimizle iletişim
halinde sürüyordu.O dönemler o
kanalın en çok izlendiği dönemlerdi,
bu da benim daha fazla kişi tarafından
tanınmamı sağladı. İzleyici kitlem
daha da genişledi. Şimdi de bana bir
sunuculuk teklifi gelse, özellikle yine
böyle istek alabileceğim bir şey olursa
seve seve kabul ederim. Bilmediğim
eserleri bile okurum, gerekirse
kendim bestelerimi. O kadar sevdim
bu işi. Şimdi teknoloji de o zamana
göre kat kat ileride. Ben gazinoda bile
istek geldiğinde bilmediğim bir eser
olsa dahi sahnedeki bilgisayardan
eseri bulup notalarına göre
seslendirebiliyorum.
99
spor
“ Güzellik, görsellik televizyon için çok
önemlidir; fakat yeterli değildir. Bilgi
birikimi, istekli olmak, teknik bilmek,
adanmışlık bu işler için çok önemlidir.”
“Ne istediklerini bilerek çalışsınlar.
Türkiye’de şu anda da devam ediyor.
Gencim, güzelim, spor spikeri olayım
mantığı var. Bu doğru bir şey değil. İçerik
çok önemli. Bir insanın neden spor
spikeri olmak istediğini bilmesi lazım.”
)
FUAT
AKDAG
SÖYLEŞİ MELİKE SARAÇAYDIN
100
FOTOĞRAF MELİKE SARAÇAYDIN, FUAT AKDAĞ ARŞİV
101
“Medyayla üniversiteler
arasındaki ilişkilerin
zayıf olduğunu
düşünüyorum.”
102
“İletişim Fakülteleri’nde şuan da
imkanlar çok iyi. Eskiden okullarda
teknik problemler vardı. TV yayıncılığında, cihaz kullanımı ve cihazı
tanımak çok önemlidir. Bizim hayatımız kamerayla, reji masasıyla, ışıkla,
mikrofonla, televizyonla vs. ile geçer.
Dolayısıyla bu tür problemler vardı.
Şu an bu anlamda okullarda olanaklar
çok yeterli. Bende basın yayın okulu
öğrencisi olarak, bunları çok yakından biliyorum. İçerik olarak da teknik
olarak da her şey çok iyi. Ama ben
bugüne kadar çok önemli bir eksik
görüyordum. Medyayla üniversiteler
arasındaki ilişkilerin zayıf olduğunu düşünüyordum. Hem medyanın
hem televizyon ve gazetenin; hem
de medya okullarının birbirlerinden
öğrenebileceği, birbirlerine katkıda
bulanabileceği durumlar olabilir. Bu
birlikteliğin sürekli sağlanması lazım.
Her iki tarafa da büyük katkı sağlanmış olacaktır. Ama artık yavaş yavaş
bu tür organizasyonları görüyorum.”
Fuat Akdağ, mesleğe 1986 yılında
stajyer muhabir olarak, TRT’de başlamış. Bunu özel kanallar izlemiş; ATV,
STAR ve bugün görev yaptığı NTV.
NTV Sporda yöneticilik bayrağını
mesleğin duayenlerinden, Kenan
Onuk’tan devralır:
“TRT Televizyonculuk Yayıncılığı
konusunda çok büyük bir okuldur.
TRT’de geçirdiğim zamanlarda da
Kenan Onuk benim spor müdürümdü. Ama o Ankara’daydı, ben
İstanbul’daydım. Ona bağlı olarak
çalışıyordum. Onunla çok iyi işler
yaptık. Onun beğendiği, gözde muhabirlerinden biriydim. Bu benim için
her zaman çok gurur verici olmuştur.
TRT’den emekli olup ayrıldı ve sonra
ATV ye geçti. Beni de çağırdı. Orada
da birlikte çalıştık. Ondan öğrendiğin
en temel şey, spor yayıncılığının nasıl
bir şey olması gerektiğiydi. Ondan
öğrendiğim bu bilgi ve felsefeyle bir
çok işler yaptım ve yapıyorum.”
“TRT televizyonculuk
yayıncılığı konusunda
çok büyük bir okuldur”
103
“Dijital Gazete
Projemiz Var.”
‘’Türkiye’de sporun hak
ettiği değeri gördüğünü
düşünmüyorum.
Türkiye’de taraftarlık
daha çok seviliyor.’’
Fuat Akdağ’ın sporcu kimliği,
sadece NTV Spor Genel Yayın
Yönetmenliği’nden beslenmiyor. “Beceriksiz girişimler” sözleriyle alçak
gönüllülük sergilese de sağlam bir
spor ve sporcu geçmişi var :
“Tüm hayatım boyunca sporla ilgilenmişimdir. Atletizmle ilgilendim,
judoyla ilgilendim, futbolla ilgilendim, basketbolla ilgilendim. Spor her
zaman hayatımda olmuştur benim.”
Gelelim, Fuat Akdağ gibi göz önünde
bulunanlarla ilgili en merak edilen
soruya:
Hangi takımı tutuyorsunuz?
“Tutmuyorum. Hakikaten tutmuyorum. Takım tutmayı geçmişteki maç104
larda şahit olduğum bir takım olaylara
kızgınlığımdan dolayı bıraktım. Bu
durum soruyu soranlar için inandırıcı
olmasa da gerçekten takım tutmuyorum. Zaten işimi doğru yapmam
için de takım tutmamam gerekir.
Açıkçası, bu kararı verdikten sonra
birkaç ay kabullenemedim. İçten içe
kazandığında sevindim; kaybettiğinde
üzüldüm. Fakat işin içinde olduktan
ve bazı şeyleri fark ettikten sonra,
kararımın ne kadar doğru olduğunu
anlayıp durumu kabullenmeye başladım. Evet şuan herhangi bir futbol
takımı taraftarı değilim.”
Fuat Akdağ’ın Türk spor izleyicisinin
profili konusundaki düşünceleri de
deyim yerindeyse yakınmalarla dolu:
“ Türkiye’de spor izleyici kitlesi çok
fazla yok. Türkiye’de sporun hak ettiği
değeri gördüğünü düşünmüyorum.
Futbol için de geçerli. Türkiye’de
taraftarlık daha çok seviliyor. Mesela futbol sevmem; ama X takımını
tutuyorum deniliyor. Fanatizm iyi bir
şey değildir; ama sporun kendisi çok
eğlencelidir. Bu kadar büyük sponsorlukların olması, büyük bütçelerin ayrılmasının sebebi sporun çok
eğlenceli bir şey olmasındandır. Ama
Türkiye’de genç bir kitle bunun maalesef farkında değil. Ama yavaş yavaş
bunun farkına varıyoruz. Gerçek spor
izleyicileri sporu seviyorlar, sporu
izlemeyi seviyorlar ve bilgiye ihtiyaç
duyuyorlar. Biz de onların bu ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz.”
NTV Spor Genel Yayın Yönetmeni
Fuat Akdağ’ın sporseverlere İTALİK
aracılığıyla, bir de müjdesi ve NTV
Spor’un geleceğiyle ilgili söyleyecekleri var:
“NTV Spor, artık izleyicisi değil de taraftarı olan bir marka oldu. NTV Spor
markasının sadık bir taraftarı var. Biz
bu markayı dijital alanlara taşımayı
düşünüyoruz. Dijital gazete projemiz
var. Önümüzdeki dönem onu hayata
geçirmeye çalışıyoruz. Herşeyimiz
tamam. Çok yakında hayata geçecektir. Anlık gazete. Yazılımı olan her
ekranda karşımıza çıkacak, insanların
spor haber ihtiyacını her an karşılayabileceği bir anlık gazete olacaktır.
Televizyon yayınlarımız aynı çizgide
devam edecek. Yeni programlar üretebiliriz. Ama çizgimizde bir değişiklik olmayacaktır. Sporun bir eğlence
olduğunu düşünüyoruz. Kendisinin
dışında başka eğlencelik alanlar yaratıp farklı programlar yaratmayı hiç
düşünmedik. Yüzde Yüz Programı, bu
durumun ilk öğreneğidir. Zaten adı
üstünde. Bu program tamamen futbol
konuşulan saha dışındaki konulara
değinmeyen bir programdır. Bunun
mükafatı da izlenme oranlarımızın
yüksek oluşudur. Zaman zaman
izleyici günleri organize edip, onlarla
buluşup, fikir alışverişi yapıyoruz.”
105
iş i
m
i
leti
f iş
ş
i
m
i
ş
i
m f oto ğ r a
im
radyo iş
m
i
ş
i
n
im f
yo
z
i
oto
v
ğr
et le
fot
m
o
rek
l
l
e
t
m
i
ar f iş
lam
i
şim
i
ileti
a
f
i
şim
t
ele
v
i
z
yo
n
iş
sinem
a
işim
lam
iş
im
ş
i
on
f iş
ğra
oto
ma
ai
ş
i
m
r
sin e
im
yo
d
ra
v i zy
on
iş
s
iş i
oğr
af
ilet
i
işim
i
şim
şi m
r
a
d
y
o işi m f otoğraf i
m
s
inem a
şi
m
et
r
e
k
l
a m i ş i m il
zi yo
n
televizyon işim radyo
m
i
ş
i
f
dyo i
ra
işim
ğ
o
t
şim
o
f
f
foto
şim
i
m
ğra
i
ş
i
t
f iş
ile
toğraf
işim fotoğraf
im
m
i
ş
i
t
e
işim
il
sine
işim
m
i
ş
i
ma
m
tele
a
l
k
e
işi m r e k
vizy
on i
şim
rady
o işi
m
e
n
m fot
i
oğ r a f işi m s
i
i
ş
ş
i
i
t
işim rekla
le ğraf
i
m işim
tele
m foto
i
i
ş
iletiş
i
v
a
i
zy
m
im i
im
n
e
ş
i
n
i
ş
i
i
m
s
şim
ra d y o
m
i
foto
iş
f
a
r
ğ
er kl
r a dyo işim fotoğ
im
ş
i
a
m
e
in
s
m
i
ş
af i
r
ğ
o
e v i z y o n işi m
t
fo
m
işi
am
tel
ev
f
ğra
foto
inema işi m rek
im
ady iş
şim r
on i
vizy
tele
m işim iletişim i
ş
işim
i
m
ş
f
i
rekla
m
af
m
i
ş
i
ş
oğr
im
ma i
f
o
sine
to
ğ
r
a
m
işim
işi m
f
i
ş
i
m
t
af
t e l e vizyon
e
l
e
vi
z
y
o
iz y o
n
telev
i
ş
im
raf işim
r
a
d
işim işim fotoğ
yo i
im fotoğraf
ş
i
i
m
ş
i
f
m
o
t
radyo iş
oğ
şim
s
i
n
m
r
e
i
a
m
t
f
a
i
i
ş
m fo
ş
i
m
im
r
e
işim
kla
m
i ş i m r e klam
işi
işim iletişim
m
i
ş
i
m
te l e
iş
i
le
am
m
f
i
t
o
m
i
t
ş
o
im
ğ
işi m fotoğraf işi
r
im
ş
i
f
a
r
ğ
oto
eklam işim iletiş
r
m
i
ş
i
im iş
a
is nem
im
işim
iletişim
İLETİŞİM FAKÜLTESİ
YIL SONU ÖĞRENCİ SERGİSİ
24 KASIM 2014
SÜTLÜCE KAMPÜSÜ
Proje Sorumlusu
Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ
Araş. Gör. Nihal KOCABAY
Uzm. İhsan EKEN
Uzm. Yard. Merve YAZICI
Katkıda Bulunan Öğretim Üyeleri
Prof.Dr. Ö. Cüneyt BİNATLI
Yrd. Doç. Dr.Engin ÇAĞLAK
Yrd. Doç. Dr. Ebru İSMAYILOV
Yrd. Doç. Dr. Timur SOYSAL
Yrd. Doç. Dr. Bülent ERUTKU
Yrd. Doç. Dr. Birnur ÇUTSAY
Öğr. Gör. Erhan SEVENLER
Proje Ekibi
Onur YÜKSEL
Emre TOPÇU
Seda ŞAKİROĞLU
Nuray GÖNÜLŞEN
107
işim fo
ra
im
108