EKİM 2014

EKİM 2014
YIL 36 SAYI 429 ISSN 1300 - 1566
Onun gölgesinde dört bir yana yürümüştük,
Hep leylî deyip Leylâ sevdasına düşmüştük;
Gün geldi hazan esti bütün bağlar bozuldu,
O meş’um gün biz kendi ruhumuzla ölmüştük.
Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz
Virüslerle Enfeksiyon Tedavisi
Bin Kalemli Köy: Sav
Bunamaya Karşı Mânevî Dinamiklerimiz
İskilipli Âtıf Hoca
B
ir iki asır var ki toplumumuz, kendi kendini inşa mülâhazasıyla, tarihte
emsâli görülmemiş bir ihtilâl humması içinde çırpınıp durmakta. Bilhassa
son iki yüz seneden beri aydınımız, toplumun genel dokusunu birkaç defa
bozup değiştirdi, değiştirip başkalaştırdı; hattâ bazen, her on-on beş senede
bir, öncekilere ait olanlarla beraber kendi getirdiklerini de altüst ederek sürekli bir
“değişim” ve “dönüşüm” humması yaşadı; yaşadı ve çağlar çağlar boyu, insanımızın
kaderine hükmeden, hükmederken de her zaman muallâ yerini koruyan dinî, millî ve
tarihî değerlerimizi temelinden sarsarak her şeyi yerle bir etti.
Öyle ki, bu tâli’siz dönemde mâbed muhtevasından uzaklaştı.. medrese bütün
bütün delik-deşik oldu.. bedîi telâkkilerimizin sembolü saraylar villalara inkılâp etti..
eski saraylı şimdiki villalı, bütün bütün kendini taklit ve şablonculuk cereyanına
EKİM 2014
418 429
Keşke biz de, her türlü
ifrattan, tefritten uzak kalarak, fantastik alafranga
saiklerin tesirine girmeden
ve umursamazlığın derin
derelerini aşırılığın korkunç
uçurumları hâline getirmeden, akl-ı selime tutunarak, vicdanla beraberliğimizi sürdürmek suretiyle,
muhakemenin yanında
tecrübe ve müşahedeyi
de yanımıza alıp bir yerlere
varmayı plânlayabilseydik..
saldı.. ulemâ, dine hizmet edeceğine ölmüş
düşünceleri hortlatarak, yeni i’tizalî, cebrî, mürciî,
müşebbihî fantezilere kapıldı.. siyasiler iktidar
olma hırsıyla, ülkeye hizmeti, olumlu politika
üretmeyi ve kalkınma projeleri hazırlamayı bir
kenara bırakarak birbirini bitirip tüketme yolunu
seçti.. “Devletin parası deniz....” mülâhazası, bir
kere daha büyük çoğunluğu pençesine aldı ve
kitleleri birer mesavî yığını hâline getirdi.. “el elden
çözüldü yâr elden gitti”, gel gör ki, gaflet bitmedi;
tarihten gelen insanî mülâhazalarımıza rağmen,
demokrasiye rağmen, hattâ halka rağmen sürekli
levsiyat içinde dolaşıldı ve akla hayale gelmedik
gariplikler irtikâp edildi.
Göz göre göre millete bunları yapanlar hain
miydi? Hayır! Satılmış mıydı? Sanmıyorum.. ahmak mıydı? Hiç zannetmem.. ne idi öyleyse? Bu
muamma karşısında bir şey söylemek oldukça
zor; ama sanıyorum bunlar, kendilerini kendilerinden başka bir şey olma fantezisine kaptırmışlardı..
mâneviyatsız, muhteviyatsız, şurada-burada teselli
arayıp duruyor ve kendilerini âdeta yeyip bitiriyorlardı. Ruh dünyaları karbonlaşmış, içleri bomboş,
olabildiğine sathî ve dekolte, fikirleri cılız, bakışları
miyop, bakış zaviyeleri çarpık ve beyanları da alafranga idi.. camiye sırtlarını dönmüş, kiliseden kabul
alamamış, ilmin şemasına takılıp kalmış, teknolojinin
“elifbe”sini aşamamış, “müzebzebîne beyne zâlik”1
fehvâsınca bir orada-bir burada; ne tam orada-ne
de tam burada; medeniyet düşünceleri ve kültür “yaşamları” itibarıyla a’râfa düşmüş ve hep bir berzah
hayatı yaşıyorlardı.. bari şimdilerde bir farklılaşma
olsaydı; ne gezer. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına
rağmen, hâlâ istikrar kazanmamış ve oturmamış bazı
müesseselerimizin, sanki oturma adına yeni kurbanlar istiyor gibi bir hâlleri var. Ben, bunca hırpalanmış bir milletin, yeniden bir kere daha kan kaybına
tahammül edeceğine ihtimal vermiyorum. Ancak
görünen o ki, bir kısım eski iş bilmezlerin mirasçıları
ve hakkı kuvvette gören gücün kulları, her şeyi bir
kere daha altüst etme niyetindeler.. hem de birkaç
asırlık bunca yanlış ve hatadan ders almamışçasına
ve: “Önce yıkalım, sonra neyi nasıl yapacağımızı
düşünürüz...” gibi çocuksu mülâhazalarla...
EKİM 2014
429 419
Bizim gibi bir zaman Batılılar da ferdiyetçi
ve liberal düşüncelerle, eski değişik kültürlerden ve dinlerin ruhundan kaynaklanan kolektif
duygu ve hareket nizamını tahrip ederek toplumları bütünüyle yalnızlığa ve bunalıma itmişlerdi. Öyle ki, zaten varlığını berzahta sürdüren
mâbedi bütün bütün cankeş edip devre dışı bırakmış.. o dev katedralleri, mimarideki ferdiyetçilikle, yalı ve villa mimarisiyle küçülterek apartman seviyesine indirmiş.. mektebi çevreye sis
ve duman püskürten bir inkâr ve ilhad yuvasına
çevirmiş.. kışlayı, bu anlayışı hem de kendine
rağmen totaliterize eden ve koruyan bir bekçi
hâline getirmiş.. ve her şeyi aşırı ferdiyetçiliğe
göre plânlayıp mâşerî vicdanı da kolektif şuuru
da öldürmüş.. derken bir arada yaşayan grupların yerine, serâzat ve çakırkeyf fertleri ikame
ederek ortamı iştihaların, ihtirasların, dolayısıyla da kinlerin, nefretlerin, iğbirarların kol gezdiği
bir kanlı arenaya döndürmüştü.. ne var ki o, oldukça erken yanlışlarını anladı ve anlayınca da,
hemen süratle durumunu gözden geçirerek bu
büyük tarihî hatadan geri dönüverdi...
Keşke biz de, her türlü ifrattan, tefritten uzak
kalarak, fantastik alafranga saiklerin tesirine girmeden ve umursamazlığın derin derelerini aşırılığın korkunç uçurumları hâline getirmeden,
akl-ı selime tutunarak, vicdanla beraberliğimizi
sürdürmek suretiyle, muhakemenin yanında
tecrübe ve müşâhedeyi de yanımıza alıp bir yerlere varmayı plânlayabilseydik..! Ama ne acıdır
ki, onca emek-onca semek, göz nuru ve düşünceyi de içinde barındıran o korkunç levsiyata
girmeyi biz de denemek istercesine, kendimizi o
kokuşmuş çamurun içine salıverdik.. oysaki onlar “tarihî bir yanılgı” diyerek kendilerini inkâr
saydıkları o koskoca hatadan hemen sıyrılıverip, kendi dinlerine, kendi kültürlerine ve tarihî
dinamiklerine dönerek bu büyük yanlışta ısrar
etmediklerini ortaya koymuşlardı...
Evet, bugünkü Batı, kuruluş dönemi itibarıyla, geçmişini çok iyi değerlendirdi.. tarihî
metrukâtı karşısında alacağı şeyleri almada,
atacağı şeyleri de atmada fevkalâde titiz davEKİM 2014
420 429
randı.. davrandı ve şimdiye kadar gelmiş-geçmiş değişik medeniyet ve kültürlerin usâresini
alarak bugünkü dünyasını onun üzerine kurdu. Aslında başka toplum ve başka milletler de
aynı şeyi yapmışlardı. Bırakın diğer hususları,
sadece din açısından meseleyi ele alacak olursak, dünya büyük çoğunluğu itibarıyla bugün
yeniden dine yönelmeye başlamıştır. Evet,
Hristiyanlık âlemi –mevcut kaynakları itibarıyla her zaman münakaşaya açık olsa da– yirmi
birinci asra birkaç kadem kala, yeniden kiliseye
yönelmekte; Uzak Doğu insanı bir kere daha
Vedaların sihirli havasıyla Brahmanizm’i yorumlamaya çalışmakta; yeni “Mahayana” ve
“Hinayana”larda Budizm’in ruhunu aramakta
ve koskocaman dev bir ülkede Konfüçyizm’in
ahlâkîliğini soluklamakta, bu itibarla da Yakın
Doğu ve eski İslâm ülkelerinin bu umumî yönelişten doya doya nasiplerini almalarından daha
tabiî ne olabilir ki.?
Ancak düşmanların amansızlık ve insafsızlığı, dostların da vefasızlık ve idraksizliği yüzünden bu koca dünya, daha bir süre bunalım ve
hafakanlarla yutkunup duracağa benzer. Bu
da, birkaç asırdan beri bizi demir pençesinde
kıvrandıran buhranların devam edeceği
mânâsına gelir.
Öyle de olsa, zaman er-geç kayıp İlâhî tak­
dirdeki yörüngesine oturacak.. dünya yeniden
şekillenecek ve cihanın çehresi bir kez daha
değişecek. Ve tabiî bütün bunlar, zamana hakikî
derinliğini kazandıran ilim, irfan kahramanları
sayesinde gerçekleşecektir. İman ve aksiyon
dinamizmini harekete geçirerek yeniden bir
inanç, sevgi, aşk, mantık ve muhakeme devri
başlatacak olan kalb ve kafa mimarlarıyla.
İmanları dağlar gibi metin, ümitleri her zaman
fevkalâdeliklerle iç içe, hiçbir güç ve kuvvetin
“pes” ettiremeyeceği kadar İlâhî inayetlerle
destekli, bir o kadar da bunun şuurunda olan
bu esâtirî kahramanlar, bin bir ızdırap içinde
kıvranan ve her gün daha bir derinleşen iştiyak
ve beklentilerle milyonların, problemlerinin çözümünde kendilerine bel bağladığı son aydınlık
süvarileridir. Öyle ki bunlar, duyulup hissedildikleri her yerde ruhlarda heyecan ve gönüllerde de sonsuzluk duygusu hâsıl edecek.. senelerden beri bütün beklentileri boşa çıkmış ve ciddî
bir ruh sefaleti içinde inleyip duran, inleyip
dururken de her zaman bir Heraklit bekleyen
yığınlar, bu Mesih solukluları duyunca, sûr sesi
almış gibi yeşerecek bir “ba’sü ba’del mevt”e
yürüyecektir.
Aslında daha şimdiden bir hiss-i kable’lvukû (önsezi) ile topyekün dünya, onları sezdiği
her yerde onlara yöneliyor, onları dinliyor, onlara güven besliyor ve kurtuluşu adına Hak inayetinin onlarda temessül ettiğine inanıyor gibi..
bundan dolayı da, gittikleri her yörede iltifatlara
mazhar oluyor, alkışlanıp takdirle karşılanıyor ve
köpük köpük aşk u heyecanla selâmlanıyorlar..
selâmlanıyorlar ama hâllerinde, ne takdir edilip
alkışlanmanın hâsıl ettiği şımarıklık, ne çevrelerindeki hüsnüzan tufanına karşı küstahlık, ne de
ferdî enaniyetlerini besleyen âidiyet mülâhazası
ile bir fâikiyet tavrı yok onlarda, olmayacak da;
inşaallah onlar hep sade yaşayacak, sade düşünecek ve sade konuşacaklardır. Gönül verdikleri yüce hakikat sayesinde, hayatları hep ukba
buudlu ve öteler televvünlü cereyan edecek..
içtimaî münasebetleri hep meleklerinki gibi
garazsız ivazsız olacak.. ve tabiî üslûplarında
da asla alafrangaya girmeyecek; düşüncelerini
kendi enstrümanlarıyla seslendirecek.. sözlerinin belagatini samimî olmalarında arayarak
düşüncelerini ihlâsla besleyecek; hiçbir zaman
cümlelerini süsleme lüzumunu duymayacak ve
beyanlarında da asla dekolteye sapmayacaklardır.. halktan birer insan olarak onlar gibi oturacak, onlar gibi kalkacak, hislerini onlar gibi seslendirecek ve onlar gibi konuşacaklardır. Hattâ
bazen her şeyi tavır ve davranışlarının cereyanına salarak muhataplarını gönül diliyle ağırlayacak ve onlara hâlin en tabiî, en fıtrî bestelerini
sunacaklardır.
Onlar, tarihî “yanılgılar”ı düzeltmek, eskiye
ve yeniye ait güzel şeylerden bir dünya kurmak,
semavîlikle arzîliği bir kere daha buluşturmak
için hep ölesiye bir gayret içinde olacaklardır.
Samimiyetlerinin derinliği ölçüsünde hizmetten
başka bütün mülâhazalara karşı kapalı kalacak,
yanlışlara karşı alternatif düşünceler sunacak,
kimden gelirse gelsin doğrulara arka çıkacak,
tahribe ve tahripçiye karşı inşa ve imarın yanında olacaklardır. Onlar iyi şeylerin horlanması,
insanî değerlerin hafife alınması, tarihî dinamiklerin tezyif edilmesi karşısında hep ölür ölür
dirilirler. Her insana karşı –onun her düşüncesini paylaşmasalar bile– her zaman saygılı, ince,
zarif birer üslûp insanıdırlar. Yeni bir mezhep,
yeni bir yol ve yeni bir sistem peşinde değillerdir; ama eskilere yeni derinlikler kazandırarak
en eski kıymetlerden en yeni şeyler ortaya koyacak kadar da duygu, düşünce, his ve mantık
zenginliğine sahiptirler.
Herkesin maddî güce ve kaba kuvvete sığındığı günümüzde onlar, maddeyi kendi çerçevesinde kabulün yanında, sadece ve sadece ruha,
mânevîyata, İlâhî inayetlere güvenirler. Milletçe
kurtuluşlarının, maddî zaferlerden ve ülkeler
elde etmekten daha çok, insanları kucaklamadan, onların ruhlarına girmeden ve gönüllerin
kapılarını aralamadan geçtiğine inanırlar. Bugüne kadar düşmanlıklarla bir türlü açılmayan
gönül kapılarının, mutlaka muhabbetle açılacağına öylesine inanmışlardır ki, sevginin en küçük bir parçasını dünyalara değiştirmezler.
Herkesin her fırsatta kin, nefret, sertlik ve
huşûnet sergilemesine karşılık onlar, olabildiğince hoşgörü ve müsamaha ile davranır, her
zaman evrensel barışa giden yolları araştırırlar..
araştırır ve bunu hayatlarının gayesi bilirler. Bu
itibarla da şununla-bununla uğraşma yerine
bütün mücadele güçlerini kendi nefisleri üzerine teksif ederek sürekli kendi boşlukları, kendi
zaafları ve kendi tutarsızlıklarıyla savaşırlar.. savaşır ve gönüllerini ihtiras, kin, nefret, intikam
hissi gibi menfî duygulardan temizleyerek hep
iyilik duygusuyla yatar-kalkar ve kötülükleri iyilikle savarlar.
Dipnot
1.Nisâ sûresi, 4/143.
EKİM 2014
429 421
{
}
Kendi milletlerine iyi birer rükün olmaya azmetmiş fertler,
bu düşüncelerinde eğer samimî iseler, kendilerine ait menfaatlerini
unuttukları olacaktır ama, milleti ilgilendiren hususların en küçüğünü dahi,
bir ân olsun hatırdan çıkarmayacaklardır.
ANESTEZI NIMETI
Hacı LÜY
Ç
eşitli sebeplerle ameliyat olan dostlarımızı
ziyaret eder, ameliyatının nasıl geçtiğini
sorarız. Onlardan genellikle şunu işitiriz:
‘’Bana bir iğne yaptılar, ondan sonrasını hiç
hatırlamıyorum.’’ Ameliyatlarda ağrı ve acı
hissini engelleyen, anestezidir. 150 yıl öncesine kadar, günümüz açısından değerlendirildiğinde oldukça basit ameliyatlar bile hastalar açısından oldukça
sancılı geçmekteydi.
İbn Sina (980-1037), “El-Kanun fi’t-Tıb” adlı eserinde, anesteziyi “hissi uyuşturan, soğutucu bir deva”
olarak tanımlar. İbn Sina, anesteziklerin (uyuşturucuların) ve analjeziklerin (ağrı kesicilerin) tesir yollarını, fizyopatolojik yorumlamalarla açıkladıktan
sonra, ağrı tedavi metotlarını şöyle özetler:
1. Keten tohumu ve dereotundan yapılmış lapa,
ağrıyan yere tatbik edilir.
EKİM 2014
422 429
2. Ağrının bulunduğu yerde nem artırılır veya narkotiklerle uyku sağlanarak hassasiyet azaltılır.
3. Soğuk nesnelerle veya analjezik ve anestetik
ilâçlarla analjezi ve anestezi sağlanır.
11. yüzyıl İslâm âlimi Bîrûnî, analjezik, anestetik
maddeleri anlattığı yazılarında, banotu ve mandragoranın yanısıra, boynuzlu gelincik ile iris (süsen) bitkisinin kök yumrularının (rizom) gül yağı ve sirke ile
kaynatılmasından elde edilen ilâçlardan bahseder.
Semarkandî 12-13. yüzyıllarda afyon, mandragora,
banotu, marul, kunduz hayası, sarı sabır ve kişniş
bitkilerinin analjezik, sedatif (sakinleştirici), anestetik, hipnotik tesirlerinden bahsetmektedir.
17. yüzyıl sonlarında İtalya’da uygulanan bir
usûlde, hekimler hastalarını şuurları kaybolana kadar soluksuz bırakıyor (asfiksi yöntemi) ve bayılan
hastaya hemen operasyon yapıyorlardı. Aslında ope-
rasyonlar, kol-bacak kesme gibi kısa sürede tamamlanan işlemlerdi. Bu dönemde en makbul cerrahlar,
kesme işini en kısa sürede yapanlardı. Çünkü hasta
anestezi uygulamasına bağlı olarak ölmediyse, kesim
sırasında uyanabilirdi. Başka bir anestezi şeklinde
de, hasta “bir bademin kabuğunu kıracak kadar sert,
ama çekirdeğini kırmayacak kadar ölçülü” bir darbeyle bayıltılıyordu. Bu usullerde henüz bayıltma safhasındayken çok sayıda hastanın kaybedildiği acı bir
gerçekti.
Boston Massachusetts General Hastanesi’nde
anatomi ve cerrahi profesörü olan Doktor Warren
(1846), operasyon sırasında hastaların canhıraş bağrışlarının etraftan duyulmasını önlemek için, ameliyathanesini binanın en üst katına kurmuştu. Warren,
bir elinde pens, diğerinde bistüri ile hastanın dilini
muayene ederken, hasta farkına varmadan pens ile
dili tutar, dışarı çeker ve bir hamlede bistüri ile dili
keserdi. Daha sonra da kızgın bir demirle, dilin geri
kalan kısmını dağlardı. Doktor Warren, bu esnada
bağırış, haykırma, çırpınmalara kılını kıpırdatmadan bakar, görünüşe göre bunlardan hiç rahatsız
olmazdı. Çünkü işini tam yapabilmek için böyle olmak zorunda olduğunu düşünürdü. Doktor Warren,
anestezi alanında yeterince ilerleme olduktan sonra
yaptığı ağrısız ilk operasyonun bitiminde gözyaşlarını tutamamıştır.
İngiliz Jinekolog James Young Simpson, talebeliğinde bir operasyon esnasında fenalaşır. Bu sebeple hekimlikten vazgeçmeyi düşünür. Robert Liston;
Londra University College’in tanınmış cerrahi profesörüdür. Anestezinin henüz gelişmediği o dönemin
şartlarında 28 saniye içinde bir bacağı kesmek mecburiyetinde kalmıştır.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, anestezinin
henüz keşfedilmediği dönemlerde, cerrahlar işlerini
bir ân önce bitirmek mecburiyetinde kalmış; bu da
onların hissiz, katı kişiler olarak anılmalarına sebep
olmuştur. Bu durum, William Thomas Morton’un
1846 yılında ilk anestezi uygulamasına kadar sürer.
Genel mânâda anestezi, herhangi bir cerrahî
müdahale öncesi, canlıların vücudunun bütününde
veya belirli bir kesimindeki acı ve ağrı hissinin yok
edilmesi demektir.
Genel anestezi esnasında; şuur kaybı, analjezi,
anestezi ve kas gevşemesi oluşmaktadır. Anesteziye
genelde solunun yoluyla veya ilâcın damar içine enjeksiyonuyla başlanır. Önce hastada şuur kaybı gerçekleşir; ardından kas gevşetici ilâçlar ile hasta geçici felç hâline sokulur. Dolayısıyla operasyon sonuna
kadar ventilatör denen solunum cihazları ile sun’î
teneffüs yaptırılır. Bu iş için hastanın soluk borusuna
bir tüp (endotrakeal tüp) yerleştirilerek, hasta anestezi makinesine bağlanır. Makine vasıtasıyla hastaya
oksijen, hava ve anestezik gaz karışımı verilir. Hastanın ameliyat boyunca solunum, kan basıncı, kalb
Haşhaş
(Papaver somniferum)
Anestezi meselesi; “Uyuşturucu maddeler niçin yaratılmış olabilir?” sorusunun güzel bir cevabıdır.
ritmi gibi bütün hayatî fonksiyonları, kanamalar ve
verilecek sıvılar anestezi doktoru tarafından takip
edilir. Bu şekilde yukarıda belirtilen fonksiyonların
devamı sağlanır. Ameliyat bittiğinde anestezik ilâçlar
kesilir. Kas gevşetici ilâçların tesiri ortadan kalktıktan sonra, hastanın solunumu yeterliyse, nefes borusundaki tüp çıkarılarak hasta uyanma odasına alınır.
Kenevir, afyon ve koka bitkilerinin aromasında yer
alan kimyevî maddeler, anestezinin ana kaynağını teşkil eder. Başlangıçta anestezi için kullanılan bu ajanlar ve onların bazı sentetik benzerleri ameliyat sonrası
ağrıların dindirilmesinde de kullanılmaktadır.
Günümüzde damardan veya solunum yoluyla
verilen anestetiklerin kullanımı, uzun bir eğitim ve
tecrübe sürecini gerektirmektedir. Hekimler bu maddeleri uygulayabilmek için tıp fakültesini bitirdikten
sonra, dört yıl daha anestezi ihtisas eğitimi almaktadır. Bu maddeler, ancak hastane şartlarında, ameliyathane ortamında hastaya uygulanır.
Bu kimyevî maddelerin, dozu üzerinde son iki
asırdır yapılan çalışmalar, bu hususta ciddi mesafeler alınmasına vesile olmuştur. Anestezi meselesi;
“Uyuşturucu maddeler niçin yaratılmış olabilir?” sorusunun güzel bir cevabıdır. Allah (celle celâluhu)
tarafından anestezi için bir nimet olarak yaratılan
kenevir, afyon ve koka bitkilerini ve onların sentetik
benzerlerini hekimler, insanların yaşamasına vesile olmak için kullanırken, art niyetli bazı kimseler de insanları zehirlemek için kullanmaktadır.
[email protected]
EKİM 2014
429 423
Murat DUMAN
B
irçok dile tercüme edilerek milyonlarca
insanın imanının kurtulmasına vesile
olan Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi
Bediüzzaman Hazretleri, 1926–1934
yıllarını, Isparta’nın Barla nahiyesinde sıkı gözetim ve maddî-mânevî eziyetler altında geçirmiştir. Bu zaman dilimi, Risale-i Nurların doğuş
yıllarıdır. Davraz dağlarının eteğinde küçük bir
köy olan ve vaktiyle Medine’den getirilmiş yetim
ve Seyyid çocuklarla âdeta mânevî kimliği şekillenen Sav köyü, Nurların yayılmasına beşiklik
eden yerlerden biridir. Bediüzzaman’ın, âhir ömrünü buradaki mübarek sâdık kardeşlerinin arasında yaşamak istemesi, mezarının Sav’da veya
Barla’da olmasını vasiyet etmesi, onun bu beldelere verdiği ehemmiyetin nişanesidir.
EKİM 2014
424 429
Barla’da Bediüzzaman Hazretleri’nin etrafında başlangıçta bir avuç insan varken, telif edilen
Risalelerin el yazısıyla çoğaltılarak memleketin
dört bir tarafına gönderilmeye başlanmasıyla
birlikte destek verenlerde artış oldu. Bin Kalemli
Sav köyü başta olmak üzere, zaman içinde birçok
belde, nurların çoğaltılmasına destek vererek
tarihe geçmiştir. Bilhassa Sav köyünde yediden
yetmişe herkes, hiçbir karşılık beklemeden yardıma koşmuş, Üstad Hazretleri’nin Barla’dan alınıp başka diyarlara sürgün edilmesinden sonra
da bu hizmetlerini devam ettirmişlerdir. Yaşlısıgenci, okuma-yazma bileni bilmeyeniyle binden
fazla insan, Risale-i Nurların neşri ve dağıtılması
için gayret göstermiştir. Savlı merhum Marangoz Ahmed’in ifadesiyle o tarihlerde 350 hane
olan köyde, hemen hemen bütün evlere bu hizmet
girmiştir. Sâdık ve vefalı insanların diyarı olan bu
beldede, 10–15 sene boyunca ara vermeden, âdeta
birer matbaa hükmüne geçen kalemlerle eserler
yazılmıştır. Yeterli ölçüde kalemin, divit ucunun,
kâğıt ve mürekkebin bulunamadığı, eserlerin matbaalarda neşrinin yasak olduğu 1930’lu yıllarda,
gecenin karanlığında sessizce bir köşeye çekilen bu hasbi ruhlar; mum, çıra ışığında veya gaz
lâmbası altında gün ağarana kadar Risale-i Nur
yazmıştır.
İlk zamanlar yazım işi orijinal kâğıtlara bakılarak yapılırken, sonraları kâğıt üzerinden kopyalanmış ve ciltlenerek yurdun dört bir tarafına
dağıtılmıştır. 1944’ten itibaren Tahirî Mutlu, İbrahim Gül ve Hâfız Mehmed Gül gibi Risale-i Nur
hizmetkârlarının evlerinde teksir makineleriyle
neşir hizmeti devam etmiştir. Ancak, bu durum, o
tarihe kadar yaklaşık yirmi yıl Risale-i Nur hareketinin yükünü önemli ölçüde üstlenen Sav kahramanlarının hızını kesmemiştir. Hattâ günümüzde
dahi burada birçok evde yazı tahtasına ve elle yazılmış Risalelere rastlamak mümkündür.
O tarihlerde yakalananlara ceza verildiği için,
eserler daha çok gece yazılmıştır. Sık sık baskınlara maruz kalan Sav’da, bazı masum insanlar, suçsuz yere hapishanelere gönderilmiş; ama geride
kalanlar onların da vazifesini üstlenerek yazmaya
devam etmişlerdir. Yazılan Risalelerin saklanması
ve farklı yerlere dağıtılması da hiç kolay olmamıştır. Kitapların baskın sırasında bulunmaması için
geceden çuvala doldurulup, köy mezarlığına gömüldüğü zamanlar bile yaşanmıştır. Böylesine bir
fedakârlıkla değerli bir mücevher gibi saklanan
Risale-i Nurlar, yine ciddi fedakârlıklarla postalanarak veya gönüllü seyyar postacılar eliyle dağıtılarak muhtaç gönüllere ulaştırılmıştır. Bunlardan
biri olan Şükrü Altuğ; başında takke, ayağında
çarık, sırtında eski bir çoban torbasıyla dolaştığı
için hiç kimse ondan şüphelenmemiştir. Sav’dan
aldığı Risale nüshalarını torbasına koyup, Büyük
Hacılar köyüne götüren, oradan aldıklarını Kuleönü köyüne ulaştıran Şükrü Altuğ son nefesine kadar Isparta köyleri arasında Risale-i Nur taşımaya
devam etmiştir.
Elmas kalem sahibi hanım kahramanlar
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Medrese-i Nuriye,
Nur Fabrikası, Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi, Nurs karyesine
arkadaş, kahramanlar yatağı” şeklinde takdir ifadeleriyle andığı Sav’da, ilk zamanlar sadece Osmanlı Türkçesi bilen erkeklerin başlattığı bu yaz-
Davraz dağlarının eteğinde küçük
bir köy olan ve vaktiyle Medine’den
getirilmiş yetim ve Seyyid çocuklarla
âdeta mânevî kimliği şekillenen Sav
köyü, Nurlar ın yayılmasına beşiklik
eden yerlerden biridir.
ma faaliyetine, ehl-i hizmet hanımlar da mühim
fedakârlıklar göstererek iştirak etmiş, genç kızlar
divit kalemlerini ellerine alarak yazı masalarının
başına geçmişlerdir. Okuma bilmeyen kadınlar,
rahlelerin ortasını kesmiş; oraya cam yerleştirerek alttaki yazıyı kopya etmişlerdir. Hattâ Bediüzzaman Hazretleri’ne: “Üstadım! Ben, beyimin
göreceği bağ bahçe işlerini yapmaya çalışacağım;
o sizindir, Risale-i Nur’undur.” diyen, neşir hizmetinde çalışan eşlerine, geceleri lâmba tutarak,
onların din ve iman yolundaki hizmetlerine canla
başla yardım eden kahraman hanımlar olmuştur.
Ailelerinin bağ-bahçede çok çalışmasına üzülen
erkekler, bu durumu Bediüzzaman’a (ra) danıştıkları zaman o: “Sizin yazdığınız yazı onlarla, onların
çalıştığı da sizinle beraberdir.” diye cevap vermiş
ve iki tarafı da mânen rahatlatmıştır. Risale-i Nurları göz nuru döküp yazan, çeyizlerinin en değerli
kumaşlarına sarıp, gül kokularıyla muhafaza eden
mübarek kâtibeler, eserleri Allah rızası için hanımlar arasında okumuş, çok sayıda insanın Kur’ân ve
iman nurlarıyla tanışıp, Risale-i Nur dairesi içerisine girmelerine vesile olmuşlardır.
1950’lerden itibaren Lâtin alfabesiyle matbaalarda baskıları yapılmasına rağmen, günümüzde
bile hâlâ Osmanlı alfabesiyle Risaleleri çoğaltan
EKİM 2014
429 425
“Ne bu diye?” sormazlar. Askerlerden biri: “İçeride paran pulun varsa gir de al!” der ve az sonra diğerleri evi aramaya başlar. Onlar içeriyi ararlarken
Hatice Hanım yan tarafa geçer, kalemleri ve hokkaları pencereden öte taraftaki boşluğa atar. O günkü
arama sırasında sadece bir Cevşen bulunur. Onlar, “Bundan bir şey olmaz.” diye ümit ederlerken
Cevşen’in üzerinde Said ismi yazılı olduğu için,
Hatice Hanım’ın kayınpederi, iki sene mahkemeye
gidip gelmek zorunda kalır. İşte o günler, böyle zulümlerin yaşandığı bir zaman dilimi olarak tarihe
geçer.
1950’lerden itibaren Lâtin alfabesiyle matbaalarda baskıları yapılmasına rağmen, günümüzde bile
hâlâ Osmanlı alfabesiyle Risaleleri
çoğaltan ve eserleri kâğıtla birlikte
kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar bulunmaktadır.
ve eserleri kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar bulunmaktadır. “Bu eserleri bir
yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan, bu zamanın
mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.” diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözünün tecelli ettiği nurlu simalardan biri de merhum Hatice Soylu’dur
(1930–2013). Risaleleri Sav’da ilk yazanlardan biri
olan babası Ahmet Altuğ’dan 9 yaşındayken Osmanlıca öğrenen Hatice Hanım, Külliyat’ı birkaç
defa yazmış, ömrünü yazmaya, öğrendiklerini yaşamaya adamıştır. Bediüzzaman da (ra), henüz 13
yaşında iken Asâ-yı Musa’yı yazıp kendisine gönderen Hatice Hanım’dan, Emirdağ Lâhikası’nda
takdirle bahsetmiş ve gösterdiği kahramanlığın
mektep görmüş hanımlarda şevk uyandıracağını
ifade etmiştir.
Isparta’da kaldığı zamanlarda Sav köyünü ziyaret eden Bediüzzaman (ra) ile bizzat görüşme
imkânı bulan ve eşiyle birlikte Risaleleri hiç aksatmadan yazan Hatice Hanım da, pek çokları gibi o
yıllarda sıkıntılar yaşar. Yirmi bir yaşındayken bir
gün, “Jandarmalar baskına gelmiş.” diye köye bir
haber yayılır. Her zamanki gibi köylüler, yazdıkları
eserleri evlerindeki gizli yerlere saklarlar. Duvarların içine oyulan gizli bölmelere, tavana, avluya,
evin altındaki ambara, mısırların arasına bile kitap
saklanır. Hatice Hanımların evleri, teyzesininkiyle
bitişiktir. Yazdığı Risale nüshalarını bavulda muhafaza eden Hatice Hanım, baskın sırasında jandarmaların gözleri önünde bavulu alır ve içeriden
öteki hâneye götürür. Geçerken onu görürler; ama
EKİM 2014
426 429
“Ben Barla’dayım, niye gelmiyorsun?”
Sav köyünde kendini Risale-i Nur’a vakfeden hanım
kahramanlardan birisi de Fatma Avşar Hanıme­
fendi’dir. Dedesi Hacı Hâfız Mehmet Efendi
(1877–1947), Sav’da Risaleleri ilk tanıyanlar arasındadır. Bu zât, Bediüzzaman Hazretleri’nin Barla’da
mecburî ikamete tâbi tutulduğunu öğrenince,
oğlunu oraya gönderir. Onun vasıtasıyla hürmetlerini arz eder, dua ister. Bediüzzaman, Mehmet
Efendi’nin oğluna hitaben: “Baban askerlik yapmadığı için bilmez. Askerlikte karavanayı uzatmayınca yemek vermezler. O da bize seher vaktinde dua
etsin; biz de ona dua ederiz.” der. Hakikaten askerlik yapmayan Mehmet Efendi, Barla’ya gönderdiği
selâmın cevabı geldikten sonra, bütün gücüyle Risaleleri yazmaya ve neşretmeye başlar. Bu hizmet
de çok enteresan bir şekilde başlar:
Hâfız Mehmet Efendi, o günlerde Isparta’daki
dostlarından Hacı Rıza’nın evinde Nur Risalelerinden bir nüsha görür ve okumak için ödünç alıp
evine gelir. Sabah ezanı vaktine yakın kitabın bitmesine birkaç sayfa kalmışken dalar. Rüyasında
Bediüzzaman Hazretleri’ni görür. Kendisine; “Ben
Barla’dayım, bu kadar özlemişken yanıma niye gelmiyorsun?” diyen Bediüzzaman’ı (ra) ertesi gün ziyarete gider. Yolda, karşısına çıkan Bediüzzaman,
ilk defa gördüğü Mehmet Efendi’yi doğrudan ismiyle çağırarak evine götürür. Onunla sohbet ederken,
Risaleleri yazmasını ve yazdırmasını öğütler. Köye
döndükten sonra arkadaşlarını toplayan Mehmet
Efendi, onlarla bu durumu paylaşır. Yazma bilen
herkes bu teklifi kabul eder. O esnada içlerinden
birisi: “Nefislerimiz iyice canavarlaştı; istediğimizi
yiyip içiyoruz. Evvelâ nefsimizi terbiye edelim.” tarzında bir teklifte bulununca, kırk gün yağsız-tuzsuz bulamaç yer, yani bir nevi riyazet yapar. Ondan
sonra da Risaleleri yazmaya başlarlar.
Hâfız Mehmet Efendi’nin teşvikiyle Sav köyünün Risale-i Nurlara sahip çıkması, bu mübarek
beldenin Risalelerde “Medrese-i Nuriye” adıyla yer
Bediüzzaman’ın, âhir ömrünü buradaki mübarek sâdık kardeşlerinin arasında
yaşamak istemesi, mezarının Sav’da veya Barla’da olmasını vasiyet etmesi,
onun bu beldelere verdiği ehemmiyetin nişanesidir.
almasına zemin hazırlar. Bu 10–15 kişilik ilk çekirdek grubun içinde Hatice Soylu’nun babası Ahmet
Altuğ da vardır.
İnsanlar Risaleleri yazarken aynı zamanda
okumuş oluyorlardı. En önemlisi de kâğıtla birlikte kalblerine yazıyorlardı. Bu hizmeti bıraktıkları takdirde, her ân bir şefkat tokadı yiyecekleri
mülâhazası içinde hareket ediyorlardı. Dönemin
şartları içinde yazmak hiç kolay olmamakla birlikte, bir kere işin mânevî hazzına ermişlerdi. Bu yüzden kimse âni baskınlar veya başlarına gelenler
karşısında müteessir olmuyordu. Hapse girdikleri
zaman da yazıp okuyorlar; çıktıklarında da aynı
hizmete devam ediyorlardı.
Sav beldesinde o zamanlar Perihan isminde bir
ebe vardı. Baskın olacağı zaman, çay ikramı bahanesiyle askeri oyalıyor, bu arada evlere haber gönderiyordu. Bir gün Perihan Hanım, Senirkent’ten
gelirken bindiği vasıta arıza yapmış ve yolda kalmıştı. Bediüzzaman da (ra) tam o sırada arabayla
arkalarından gelmişti. Perihan Ebe’yi arabasına
alıp, Isparta’ya kadar götüren Üstad Hazretleri,
yolda ona şunları söylemişti:
“Senin yaptığın vazifeler, yarın mahşer gününde,
güneş bir adam boyu tepene indiği zaman, şemsiye
gibi, sana gölge olacak.”
Evet, hizmet etmenin hiç kolay olmadığı o günlerde, fedakârlık, hasbilik ve adanmışlık ruhu içinde
kendilerini Risale-i Nur hizmetine vakfeden ilkler,
âdeta birer kuyrukluyıldız gibi gelip geçtiler bu fânî
dünyadan. Onların tohum attığı zeminler, şimdilerde
yeşermeye ve meyve vermeye başladı. Risale-i Nur’un
ve iman hakikatlerinin günümüzdeki temsilcilerine
düşen en mühim vazifelerden biri, onların omuzlayıp
bugünlere ulaştırdığı iman ve Kur’ân hizmetini aynı
aşkla devam ettirmek, vefa hissiyle ruhlarına “Fatihalar” göndermektir.
[email protected]
Kaynaklar
- Abdülkadir Badıllı, “Üstad Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i
Hayatı”, Timaş Yayınları, İstanbul, 1990.
- Necmeddin Şahiner, “Son Şâhitler Üstad
Said Nursî’yi Anlatıyor”, Nesil Yayınları,
İstanbul, 1993.
- Şemsinur Özdenmir, “Hizmet Anneleri”,
Zaman Kitap, İstanbul, 2008.
EKİM 2014
429 427
Ruhi ERİŞ
Y
eni bir iş yolculuğuna çıkmıştı. Dünya çapında bir şirketin araştırma-geliştirme bölümünde çalışıyordu. Firmanın gözde personellerinden biriydi. İnşaat, enerji, elektronik, genetik,
tekstil, bilişim ve savunma sanayi gibi alanlarda altyapı ve danışmanlık hizmeti veriyorlardı.
Neden sonra bütün alanlarda
çalışanların aynı olduğunu fark
etti. İnsan desen değildi; robot
desen, hiç değildi
EKİM 2014
428 429
Kabin görevlilerinin uçuşla alâkalı ikazlarının
ardından, uçak maviliklere doğru yükselmeye başladı. Uçakta bir şeyler okumaya bir türlü alışamamıştı.
Uçuşlarda gökyüzünün cazibedar güzelliklerini seyredip, hayallere dalmayı tercih ediyordu.
Uzakdoğu’da firmaların yeni ürünlerini sergileyecekleri bir fuara, gözlemci olarak katılacaktı. Dünyanın sayılı firmalarının büyük bir gizlilikle hazırladıkları projeleri, burada görücüye çıkacaktı. Her ay dünyanın farklı bir köşesinde bu tür fuarları takip ediyor,
oralarda teşhir edilen ürünleri, gelişmeleri kendi projelerine uyarlıyordu. Birçok fuarda sergilenenlerin,
kendi tasarladıklarının gerisinde olduğunu görmek,
şirketleri adına bir motivasyon vesilesiydi. Buna rağmen firma yönetimi; “Bizden daha ileride olanlar var
mı?” endişesi yaşıyordu. Gördükleri en küçük gelişmeyi, ne pahasına olursa olsun, kendi bünyelerine
katıyorlardı. Bu fuarda da farklı bir şey çıkabileceğine ihtimal vermiyordu. Bu düşünceler içinde, altında
sıra dağlar gibi uzanan bembeyaz bulutları seyrediyordu. Ne zamandır bu manzarayı kaydetmeyi düşünüyordu. Avuç içi kamerasını çalıştırıp kayda başladı. Bir müddet sonra gözleri yoruldu.
…
Kendini şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemeyen bir fuarın ortasında etrafını seyreder hâlde
buldu. Etrafına baktıkça şaşkınlığı artıyor, hayretini
ifade edecek kelime bulamıyordu. Hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu: “Böyle bir şey olamaz!” Manzara
şimdiye kadar gördüklerinden oldukça farklıydı. Bu
ne mükemmel bir sunumdu. Etrafını seyreden sadece
kendisi değildi. Herkes aynı hayranlıkla manzarayı
izliyordu. Bir açıdan bakınca bir şehir, farklı bir yönden bakınca sırlı bir memleket, başka bir yönden bakınca da eşi benzeri olmayan bir sarayda geziyorlardı
sanki. Her şey akıllara durgunluk verecek bir nizam
ve intizam içindeydi. Fuarda teşhir edilen ürünler,
daha önce hiç görmedikleri şeylerdi.
Eserleri yakından incelediğinde, firmaların en
büyük harcama kalemlerini teşkil eden hammadde,
işgücü ve ulaşım giderlerinin tamamen halledildiğini gördü. Bu, teknoloji ve endüstri adına müthiş bir
inkılâptı. “Bunların hepsini kaydetmeliyim.” diyerek
kamerasına davrandı. Fakat kamera zaten kayıttaydı.
Kayıt düğmesine ne zaman bastığını hatırlayamadı. Sergilenenler, ziyaretçilere bir fikir vermek için
konmuş çalışmalar değildi. Gördüğü makine, tam
kapasite üretim yapıyor ve maksadına uygun kullanılıyordu. Buradaki görevlilerin her biri şimdiye
kadar görmediği türden bir çalışma anlayışındaydı.
Mükemmel bir iş bölümü vardı. Mesai anlayışı, dayanışma, yardımlaşma, verimli üretim araştırmacıların
hayal edemeyeceği türdendi.
Eserleri yakından incelediğinde, firmaların en büyük harcama kalemlerini teşkil eden hammadde, işgücü ve ulaşım
giderlerinin tamamen halledildiğini gördü. Bu, teknoloji ve endüstri adına müthiş bir inkılâptı.
Neden sonra bütün alanlarda çalışanların aynı
olduğunu fark etti. İnsan desen değildi; robot desen,
hiç değildi. Robot teknolojisi bu derece mükemmel
robot yapacak seviyede değildi. Akıl ve gözleri olmayan, kendi kendilerine hareket edebilme kabiliyetinden mahrum bu varlıklar, bir binadan bir fabrikaya,
oradan çok daha girift yapılara girip çıkıyor ve neticede görevlerini süratle yapıyordu. Bu süreçte ne
enerji, ne zaman, ne hammadde, ne de işgücü kaybı
vardı. Bütün araştırma-geliştirme çalışmalarında, bu
hedefe ulaşmak için milyarlarca dolar harcanıyordu.
Bütün bunlar gözünün önünde olmasa, bir rüyadayım deyip işin içinden çıkmak kolaydı. Peş peşe sorular, beynini kemiriyordu: “Bu teknolojiyi biz bulmadıysak kimler buldu?” Bir taraftan gördüklerini
kaydetmeye devam ediyordu. “Bu görüntüleri yönetim
kuruluna sunsam, ne pahasına olursa olsun, bu teknolojiyi hemen satın alırlar ve bizi de kapının önüne
koyarlar.” diye geçirdi içinden. Sonra “Bu teknolojiyi
bizim şirkete adapte etmeliyiz. O zaman dünya devi
oluruz.” diye düşündü. Bu esnada başka bir şey daha
dikkatini çekti. Bir kısım varlıklar, kendi aralarında
farklı bir dille konuşuyorlardı. Birçok dili biliyordu;
fakat onların konuştuğu dili anlayamamıştı.
Başka bir bölümde gördükleri onun hayretini
daha da artırdı. Tekstil tezgâhlarına benzer makineler, çalışmaya başladı. Makinelerde, bir gram civarında pamuk benzeri bir maddeden harika şeyler
yapılıyordu. Zerdali veya kavun çekirdeği gibi bir şey;
nasıl da kadifeden daha güzel dokunmuş yaprakları,
rengârenk çiçekleri, şekerlemeden daha tatlı, daha
latif, daha leziz, daha şirin meyveleri, ziyaretçilere
takdim ediyordu. Kameranın hafıza kartını değiştirdi, çekime kaldığı yerden devam etti. Gördüklerinin
hangi ülkeye ait olduğunu bir türlü çözememişti.
“Nasıl olsa, bu güzel işleri yapanlar bize kendilerini
de tanıtırlar.” düşüncesiyle gezisine devam etti. Gördüğü her şey, bir öncekinden daha etkileyiciydi. Bir
başka meydanda, toprakta bulunan su, demir, karbon, azot, çinko gibi madenler, görünmeyen bir elin
tesiriyle birer canlı hâline geliyordu. Bir şey daha fark
etti: Her şey sürekli değişiyordu. Bu cansız ve hissiz
cisimlerin her biri, âdeta bütün eşyaya hükmediyor
gibiydi. Artık beyni durmuştu. Az ileride tuhaf bir
EKİM 2014
429 429
makine daha dikkatini çekti. Bu
makine, bir taşa kurulmuştu ve
durmadan çalışıyordu. Yüzlerce
tezgâhı incecik dallarında taşıyor;
yaprak, çiçek ve meyve yapıyor;
bunları çeşitli renk ve tatlarla süslüyor ve ziyaretçilere sunuyordu.
Makinenin çalışması için gerekli
maddeler, uzak yerlerden geliyordu.
Sergi, gezmekle bitecek gibi değildi. Birden bu sistemin enerji kaynağını merak etti. Hem bu enerji
kaynağını görme hem de daha geniş
açıdan çekim yapma düşüncesiyle,
yüksekçe bir tepeye çıktı. Serginin
kubbesindeki lâmbayı orada fark
etti. Bu lâmba, hem ışık veriyor,
hem de bütün ürünlerin gelişmesine yardımcı oluyordu.
…
Hostesin sesiyle kendine geldi: “Beyefendi, içecek olarak ne
alırsınız?” Kamerayı sımsıkı tutan
parmakları uyuşmuştu. Gördükleri
rüya mıydı? Hostesten meyve suyu
istedi. Kamera kayıtlarına baktı.
Bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Gördüklerini zihninde
canlandırmaya çalışırken, yanındaki yolcunun okuduğu kitabın
arka kapağındaki yazılar gözüne
ilişti: “Şu muhteşem âlemin elbette
bir tanzim edicisi ve şu muntazam
memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu sanatlı
süslerle yapılmış sarayın bir ustası
vardır. Anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren ve eserlerini gösteren odur. Biz
çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Dillerini bilmediğimiz ve bizi dinlemeyen
şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir
saray şeklinde yapan ve baştanbaşa
harika şeylerle dolduran ve donatan Zât’ın, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır.
Şüphe yok ki O’nu (celle celâluhu)
tanımamızı ve bizden
is­t ediklerini yerine
ge­­tirmemizi murad
etmektedir.”
[email protected]
EKİM 2014
430 429
Cehennem’e çevrildiği hiç de az değildir,
Zaman zaman Cennetlere döndüğü de oldu;
Bir dahası bizim için en büyük emeldir,
Her yanda kuraklık, bağ-bahçe sararıp soldu.
TARİHTE BU AY
Hazırlayan: Dr. Mehmet Hâleoğlu
O
[email protected]
Sokollu Mehmed Paşa’nın Öldürülmesi (12 Ekim 1579)
smanlı Devleti’nde, devşirme sistemiyle kazanılmış büyük devlet adamlarından birisi
de Sokollu Mehmed Paşa’dır. Sadrazamlık
görevine getirilmeden önceki hikâyesi, aynı
şekilde yetişen diğer devlet adamlarıyla benzerdir. Sokollu, Bosna’da Vişegrad kazasının Rudo nahiyesine
bağlı Sokoloviç köyünde doğmuştur. “Bayo” isminde
Hristiyan bir çocukken, Taşlıca civarındaki Mileşeva
Manastırı’nda rahiplik yapan dayısı tarafından kilise
hizmetine alınmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde, devşirme
vazifesiyle Bosna’ya gönderilen rikabdarlardan Yeşilce Mehmed Bey tarafından ailesi ikna edilerek devşirilmiştir. Bu sırada Sokollu 15–16 yaşlarındadır. “Mehmed” ismini alarak Edirne Sarayı’nda tahsile başlamış, bir süre sonra da İstanbul’a, Saray-ı Âmire’ye
nakledilmiştir. Padişah hizmetlerinde takdir görerek
sırasıyla rikabdar, çuhadar ve silâhtarlık vazifelerine
getirilmiştir. Bu sırada babası, kardeşi ve amcasının
oğlunu (Sokolluzâde Mustafa Paşa) da İstanbul’a getirtmiştir. Babası Müslüman olmuş ve Cemaleddin
Sinan ismini almıştır.
Sokollu Mehmed Paşa, 1546 yılında, Barbaros
Hayreddin Paşa’nın vefatından sonra Sancakbeyliği
pâyesiyle Kaptan-ı Deryalık makamına getirilmiştir.
Daha sonra Rumeli Beylerbeyi olmuş, Macaristan
üzerine yapılan birçok sefere katılmıştır. 1553 yılında başlayan İran seferlerinde vazifeler almıştır. 1555
yılında Üçüncü Vezir yapılmış ve Divan-ı Hümâyûn
toplantılarına katılmaya başlamıştır. Şehzâde Selim
ve Şehzâde Bayezid mücadelesinde önemli vazifeler
icra eder. Şehzâde Selim’e damat olur. Kanunî devrinin önemli Sadrazamlarından Rüstem Paşa’nın vefatıyla ikinci vezirliğe getirilir. Bu vazifede dört yıl kadar
kalır. Kanunî’nin son yıllarında padişah nezdindeki
en itibarlı ve nüfuzlu devlet adamı hâline gelir.
Kanunî’nin Zigetvar Seferi esnasında vefatı üzerine hâdiseleri mahirâne idare eder ve herhangi bir gaileye fırsat vermeden tahtı yeni Padişah Selim’e teslim eder. Bu durum, itibarını daha da artırır. Sultan
Selim devrinin sonlarına kadar devlet işleri tamamen
onun uhdesine tevdi edilir. 2. Selim devrinin, Kanunî
devrinin bir devamı gibi telâkki edilmesi, Sadaret
makamındaki istikrar ve Sokollu sayesindedir.
1574 yılında Sultan Murad’ın tahta çıkması da
Sokollu’nun konumunu fazla değiştirmez. Bununla beraber, gittikçe artan muhalefet ve diğer devlet
adamlarının yeni padişah üzerindeki tesiri nüfuzunu
zamanla sarsar. Sokollu bu dönemde karşı olduğu
İran Seferi’ne engel olamamış; onun Doğu ve Batı’da
takip etmeye çalıştığı sulh politikası değişmeye başlamıştır. Muhalifleri, çeşitli devlet vazifelerinde bulunan Sokollu’nun yetiştirdiği devlet adamlarını
muhtelif entrikalarla ya görevden aldırırlar yahut
amcazâdesi Sokollu Mustafa Paşa gibi idam ettirirler. Sadrazam bütün bunlara tevekkülle rıza gösterip
vazifesini yerine getirmeye çalışır.
Sokollu, konağında “ikindi divanı”nı topladığı
bir gün “arzuhal” vermek için gelmiş gözüken derviş
kıyafetli biri tarafından kalbine hançer saplanarak
öldürülür (12 Ekim 1579). Katilin, elindeki timarları
azaltıldığından sadrazama öfke duyan bir Boşnak olduğu iddia edilir. Katil, konuşturulamaz ve ertesi gün
öldürülür. Hâdisenin muhtemel sebepleri olduğunu
iddia edenler olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, mürettep bir suikast olduğu anlaşılan hâdise, o sırada
İran seferinde bulunan orduyu çok etkilemiştir. Ulema, sadrazamın şehit olduğunu kabul etmiş ve cesedi
yıkamadan gömdürmüştür.
Tarihe meraklı olan Sokollu Mehmed Paşa rivâyete
göre, hazinedarına her gece Osmanlı tarihi ile alâkalı
eserler okuturmuş. Öldürülmesinden bir gece önce
Sultan 1. Murad’ın Kosova’da şehadeti okunurken,
gözlerinden yaş gelmiş ve “Yâ Râb, bana dahi böyle
bir şehadet nasip eyle!” diye dua etmiştir.
Kanunî Sultan Süleyman, 2. Selim ve 3. Murad devirlerinin en önemli devlet adamı olan “tavîl-(uzun)”
lâkaplı Sokollu Mehmed Paşa, devlet hizmetinde geçen altmış yıllık ömründe, tarihçilerin ifadesiyle, hiç
azledilmediği gibi herhangi bir kusurla da itham edilmemiştir. Osmanlı’nın “yükselme devri” umumiyetle
onun ölümüyle sona erdirilmektedir. İstanbul’da ve
Osmanlı’nın farklı coğrafyalarında birçok hayır eseri
bulunmaktadır. Eyüp Sultan’daki türbesinde medfundur.
[email protected]
Ekimde Yaşanmış Bazı Hâdiseler
8 Ekim 1912
1. Balkan Savaşı’nın Başlaması
10 Ekim 680
Hz. Hüseyin’in Kerbelâda Şehit Edilmesi
16 Ekim 1628
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Vefatı
EKİM 2014
429 431
{
En seviyeli millet, bütün işlerini birlik ve
bütünlük içinde düşünüp, çoğunluğun reyine ağırlık veren millettir.
Tabiî, o millet fertlerinin din, dil, tarih şuuru gibi hayatî hususlarda
aynı terbiyeyi almış olmaları çok önemlidir.
Prof. Dr. Harun AVCI
H
asat, toplamak mânâsına gelir. Su hasadı
ise, suyun toplanması demektir. Su neden
hasat edilir? Tarihte su hasadı yapılmış mıdır? Bugün su hasadına ihtiyaç var mıdır?
Bu sorular önemlidir. Çünkü hâlihazırda çok ciddi bir
küresel ısınma, iklim değişikliği ve kuraklık tehlikesiyle karşı karşıyayız. Geçmişte de belli bölgelerde kuraklık yaşandığını biliyoruz.
Bugün ülkemizde en fazla yağış alan Doğu Karadeniz bölgesinde yıllık yağış 2500 milimetre iken, Tuz
Gölü çevresinde 250, İç Anadolu’nun birçok yerinde ve
Güneydoğu Anadolu’da 350–500 milimetredir. Bu bölgeler kuraktır ve su hasadına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Dünyada bu bölgelerden daha az yağış alan yerler de vardır. Meselâ, Ortadoğu’da ve Afrika’nın önemli
bir kısmında daha şiddetli kuraklık yaşanmaktadır.
Su hasadı çok farklı durumlara adapte edilebilen, dünyanın
en kurak ve en yağışlı bölgelerinde, en fakir ve en zengin
toplumlarında kullanılabilen bir tekniktir.
EKİM 2014
432 429
}
Kuraklık, yağmursuzluk demektir ve bütün canlılar
için önemli bir meseledir. Zamanında yağmur yağmayan veya yeterli yağış düşmeyen yerlerde su kaynakları azalır ve toprak kurur; neticede canlılar bundan
çeşitli derecelerde etkilenir. İnsan da kuraklık karşısında acizdir; çünkü bulutları hareket ettiremez, yönlendiremez ve istediği yere yağmur yağdıramaz. Yağmurun zamanı ve şiddeti belli bir kurala bağlı değildir.
Bir bölgeye ne zaman, hangi şiddette, ne kadar süreyle
ve hangi aralıkla yağmur yağacağına dâir hiçbir kural
yoktur, bunların hepsi ihtimalîdir. Kurala bağlı olmaması, yağmurun perdesiz, vasıtasız bir şekilde doğrudan doğruya Allah’ın (celle celâluhu) kudretine ve
iradesine baktığını gösterir. O (celle celâluhu), yağmur
yağmasını dilemezse, kimse gökten su indiremez.
Yağmurun belli kurala ve insanın müdahale edebileceği vasıtalara bağlı kılınmamasına mukabil, insana
mevcut su kaynaklarını ve yağmur sularını en iktisatlı
ve faydalı şekilde kullanma yollarını keşfedecek akıl,
ve eşyaya müdahale edebilme gücü verilmiştir. Bu sayede insan kuraklığa karşı çareler üretebilir, tedbirler
alabilir ve muhtemel olumsuz tesirleri en aza indirebilir. Kış yağışlarının barajlarda depolanması, boşalan yeraltı suyunun tekrar doldurulması, tasarruflu
sulama metotlarının geliştirilmesi, atık suların tekrar
kullanılır hâle getirilmesi, ev ve bürolarda su israfını
önleyen musluk ve rezervuarların üretilmesi insanın
kuraklığa karşı aldığı tedbirler arasında sayılabilir.
Kuraklık bir yandan insanı çeşitli tedbirler almaya
yönlendirirken, diğer yandan da acizliğinin farkına
vardırır ve yaratıcısı olan Allah’a (celle celâluhu) yöneltir. Acizliğini bilen insan yağmuru da O’ndan (celle
celâluhu) bekler, bu kıymetli nimeti için her an O’na
(celle celâluhu) dua ve ricada bulunur, rahmetine
karşı içten teşekkür eder. Beşerî bilim ve teknolojiyle
yağmurun ne zaman yağacağı ve kuraklığın ne kadar süreceğinin belirlenememesi, aslında yağmurun,
Allah’ın (celle celâluhu) rahmet hazinesinden özel bir
nimet olduğunun açık bir işaretidir.
İnsan dâhil bütün canlıların faydalandığı suyun
esas kaynağı yağışlardır. Yağıştan sonra su ne kadar
iyi korunur ve ne ölçüde depolanırsa, o kadar fayda
sağlanır. Bu maksatla geçmişten bu yana çeşitli teknikler kullanılmaktadır. Meselâ, yüzey akış ile gelen
yağmur suları ihtiyaç duyulan yerlerde (bir ağaç dibi
olabilir) biriktirilir. Bu işleme su hasadı denir. Su hasadı çok farklı durumlara adapte edilebilen, dünyanın
en kurak ve en yağışlı bölgelerinde, en fakir ve en zengin toplumlarında kullanılabilen bir tekniktir. Su hasadının en önemli yönü, ziraî üretimde sürdürülebilir,
çevre dostu, basit, ucuz, yenilenebilir, verimli bir sistem olmasıdır. Bu metot, çeşitli faydalarının yanında
Kuraklık, yağmursuzluk demektir ve bütün canlılar için önemli bir meseledir. Zamanında yağmur yağmayan veya yeterli
yağış düşmeyen yerlerde su kaynakları
azalır ve toprak kurur; neticede canlılar
bundan çeşitli derecelerde etkilenir.
EKİM 2014
429 433
Yağıştan sonra su ne kadar
iyi korunur ve ne ölçüde
depolanırsa, o kadar fayda
sağlanır. Bu maksatla geçmişten bu yana çeşitli teknikler kullanılmaktadır.
yeraltı suyuna olan bağımlılığı azaltır ve su harcama
maliyetlerini düşürür. Suyun hasat edilmesinde bazı
sınırlamalar bulunsa bile, iyi bir plânlama ve projelendirmeyle bunların üstesinden gelinebilir. Su hasadı
teknikleri, erozyonu azaltma ve toprak üretkenliğini
artırma vasıtası olarak da uzun yıllardan beri kullanılmaktadır.
Su hasadı; havzanın büyüklüğü, yağış miktarı ve
arazi eğimine göre farklı şekillerde uygulanır. Bunlar
mikro havza su hasadı (yağmur suyu hasadı), makro
havza su hasadı ve taşkın suyu hasadı olarak gruplandırılabilir.
yamuk seddeler kullanılır. Yaklaşık 0,5 metre yüksekliğindeki toprak seddeler 1–8 metre genişliğinde olabilir ve eğim doğrultusunda yapılır. Bunlar genellikle
çayır-mera, çalı bitkileri, sebze tarımı, ağaç (özellikle
badem, kayısı, şeftali, antepfıstığı, zeytin ve nar) yetiştiriciliğinde yaygın olarak kullanılır. Yalnızca ağaçlara
veya çalılara yeterli su sağlamak için eğim yönünde
taşlarla desteklenmiş kaş şekilli teraslar da inşa edilir.
Bu havzaların büyüklüğü 5–50 metrekare, ekim alanı
1–5 metrekare kadardır. Kaş şeklindeki teraslar yıllık
yağışın 200–600 mm arasında olduğu alanlarda %
1–50 arası eğimlerde uygulanabilir.
Mikro havza su hasadı
Eşyükselti sırtları, az eğimli bozkır alanlarda yem bitkileri, çim ve dayanıklı
ağaçlar için; yarı kurak iklimlerde ise,
sorgum, çavdar, fasulye ve börülce
için uygun bir tekniktir.
Bu teknikle, yağışın yetersiz olduğu yerlerde küçük
(mikro) havzalardan toplanan yüzey akış suları ya bir
tank içerisinde veya yakındaki bitkinin kök bölgesinde (infiltrasyon alanı) depolanır. Tanklarda toplanan,
insan ve hayvanlar için içme suyu olarak, toprakta
depolanan ise bitkilerin sulanmasında kullanılır. Böylece yağışa dayalı ziraat ve çayırlarda verimlilik artar,
ağaçların gelişmesi sağlanır ve çölleşme önlenir. Bu
maksatla yarım daire, yamuk veya kaş şekilli teraslar,
küçük çukurluklar ve yüzey akış şeritleri oluşturulabilir. Bu sistemlerde esas prensip, belli bir sahaya düşen
ve orada bitki yetiştirmeye elvermeyecek kadar az olan
yağış sularının, küçük bir sahanın sulanması için toplanmasıdır.
Yıllık yağışın 300–600 milimetre, eğimin % 1–25
arasında olduğu alanlarda eş yükselti seddeleri (set,
duvar, toprak yığını) kullanılır. Bunlar 5–20 metre aralıklarla yan yana eşyükselti eğrisi boyunca inşa edilen
seddelerdir. Toprak seddeler taş malzemeyle güçlendirilebilir. Sırtların üzerinde kalan kısım bitki üretimi,
geri kalan kısım ise, su toplama alanı için ayrılır. Eşyükselti sırtları, az eğimli bozkır alanlarda yem bitkileri, çim ve dayanıklı ağaçlar için; yarı kurak iklimlerde ise, sorgum, çavdar, fasulye ve börülce için uygun
bir tekniktir. Bu seddeler, orman ağaçlandırmasında
da kullanılır. Eş yükselti seddeleri için havza alanı
50–100 metrekare, ekim alanı ise 10–20 metrekaredir
(Şekil–1). Bu teknikler, Orta Doğu’da 4000 yılı aşkın
bir süredir kullanılmaktadır.
Yıllık yağışın 300 milimetreden daha fazla, eğimin
% 0,5–5 arasında olduğu alanlarda yarım daire veya
EKİM 2014
434 429
Şekil-1
Şekil-2
Az su tutan verimsiz toprakların iyileştirilmesi için
son derece faydalı bir teknik küçük çukurlar tekniğidir.
Bu maksatla 5–15 santimetre derinliğinde çukurlar kazılır, içine gübre ve bitki artıkları konularak toprakla
karıştırılır. Bu çukurlar, seddeleri sayesinde yüzey akış
sularını yavaşlatır, yavaşlayan su toprağa daha fazla
nüfuz eder ve verimsiz tarım arazileri tek yıllık ürünler
için kullanılabilir hâle gelir. Fazla eğimli (% 20–60) ve
yıllık 200–600 milimetre yağışa sahip alanlarda, eşyükselti banket teraslar inşa edilerek, arazi merdiven
serilerine dönüştürülür. Bitki ekili olmayan teras arası
daha dik alanlardan bitki ekimi yapılacak düz alana
ilâve su sağlanır. Bu teknik, ağaç dikimi için dünyada
birçok ülkede uygulanmaktadır.
Makro havza su hasadı
Geçici akarsu ve sel sularından faydalanmak için bu
teknikler kullanılır. Bunlar vadi yatağında veya vadi
dışında yapılır. Vadi yatağına eğim boyunca ve eğime
dik konumda inşa edilen seddeler, sel sularının ve
beraberinde getirdiği sedimentin tutulmasını sağlar
(Şekil–2). Burada biriken sediment zamanla bir teras
oluşturur. Bu teraslar, etraflarındaki araziye göre hem
daha verimlidir, hem de daha fazla su tutar. Buralarda genellikle zeytin, incir, badem, hurma gibi meyve
ağaçları ve baklagiller (bezelye, nohut, mercimek,
bakla) yetiştirilir. Geriye kalan alan tahıl kültüründe
kullanılabilir.
Vadi dışı sistemler ise yamaç suyu toplama kanalları, su yayma sistemleri, tanklar ve sarnıçlardan oluşur. Yamaç suyu toplama kanalları, suyu eğim boyunca dağ yamaçlarından tepe ayağındaki ekili alanlara
yönlendiren küçük taşıma kanallarıdır. Nispeten yüksek eğimli yamaçlarda toprak içine sızma fırsatı bulamadan yüzey akışa geçen sular, bu yapılar sayesinde
toplanır ve ekili alanlara yönlendirilir. Bu teknik, yıllık yağışı 200–600 milimetre arasında olan ve eğimi %
10’u aşan yerlerde uygulanır. Su yayma sistemleri ise,
tarlada eğime dik yönde taştan örülmüş setler olup
Su hasadı teknikleri, erozyonu azaltma ve toprak
üretkenliğini artırma vasıtası olarak da uzun yıllardan beri kullanılmaktadır.
yağmur sularının araziden akıp gitmesi yerine, araziye
yayılarak toprağa sızmasını sağlar. Bu şekilde duvar
örülen arazilerde verimin % 30–60 oranında arttığı
gözlenmiştir.
Taşkın suyu hasadı
Taşkın suyu, ağaçlandırma için kurak dünyanın birçok
kısmında kullanılmaktadır. Taşkın suyu hasadı, büyük
bir vadide (geçici bir akarsu yatağı) yüzey akış suyunun aktığı kilometrelerce büyüklükte bir alanı, daha
karmaşık baraj ve dağıtım şebekelerini gerektiren sistemleri kapsamaktadır. Geçmişi birkaç bin yıl öncesine
dayanan bu teknikler Meksika, Pakistan, Tunus, Kenya, Çin ve daha birçok ülkede kullanılmaktadır.
Bir alandan hasat edilen su miktarı, yağış ve havza
özelliğine bağlıdır. Yağmur şiddeti, süresi ve dağılımı
yağmur özelliklerini; havza alanı, uzunluğu, eğimi,
toprak tipi ve örtü durumu ise havza özelliklerini belirler. Bir bölgede yağışlı günlerin sayısı azaldıkça yağmur suyu toplama sistemi ihtiyacı ve boyutları artar.
Kurak dönemler çok uzun ise, yağmur suyunu toplamak için daha büyük depolara ihtiyaç duyulur. Böyle
yerlerde yağmur suyu ile yeraltı suyunun beslenmesi
daha uygundur.
Su hasadı teknikleri, tabiatta olagelenin taklidinden başka bir şey değildir. Yeryüzü toprak yapısı,
topografyası, vadileri ve yamaçlarıyla yüzeyde ve yeraltında su hasadına elverişli olarak yaratılmıştır. Çok
sayıdaki dere ve dere kolları, üzerlerine inşa edilecek
seddelerle birer verimli küçük vadi olmayı beklemektedir. Toprak, uygun büyüklükteki gözenekleriyle sünger gibi su tutmaya hazırdır. Yamaçlar, su toplayan
çatılar gibi durmaktadır. Kanallar ve teraslar, yağmur
suları için göl vazifesi görmektedir. İnsana düşen vazife ise, acizliğinin farkında olarak her
ân duada bulunmak, kendisine lütfedilenleri en iyi şekilde değerlendirerek
şükretmektir.
[email protected]
EKİM 2014
429 435
İnsanla yakından
bağlıyız birbirimize.
Asıl resimde yan
yana duran iki samimi dostu andırır
durumumuz. Büyük
bir şairiniz: ‘Üstümüzden geçer su,
doğunca ve ölünce’
diyerek bu hakikate
işaret eder.
Ali YAYLADAĞ
G
üneş tam tepedeydi. Yılın en sıcak günlerinden biriydi.
Koca meşe ağacının altında iki çocuk... Yaşlı
katırına su bidonlarını yüklemekte olan yaşlı
bir adam... Köşeli kasketi, belinde kuşağı ve sırtında
azığı… Çocuklar meşe palamutlarından topaç yapmakta, neşe içinde…
Koşuyordu kasabaya uzanan patikanın en sağından. Toz kalkıyordu ayakları yere her değdiğinde. Ter
damlaları düşüyordu vücudundan birer ikişer. Nefes
alıyorlardı derinden derine. Adam; tepeye, meşe ağaçlarına doğru yöneldi.
“Al bakalım, şifa olsun.”
“Sağ olasın amca.”
“Buracıkta esdiği pek hissedilmez emme, gapıverir
derd adamı. İhtiyat, yeğen.”
Elindeki bakır bir tas... Tutacak yeri olmayan, hafif
yamuk, çukur bir kap… İçinde soğukluktan bir parça…
EKİM 2014
436 429
Ağacın kolları altına oturup nefeslenmek istedi. Elinde
tas…
Yaşlı adam yularını tuttu hayvanın, el salladı. Çocuklar birbiri ardına koşarak dedelerinin peşinden, kasabaya doğru yola çıktılar.
“Hişt. ”
Havlusuyla kuruladı bedenini, yaşlı ağacın damar
damar bedenine yaslandı. Kara keçileri otlatmaya gittiği mesut günler hatırına geldi. Palamutlardan kolye,
tespih ve topaç yapma mutluluğunu yeniden yaşadı…
“Hey! Hey!”
Tası kaldırdı, yudumladığının peşine takıldı şimdi
de. Buz gibi bir akış, rahatsız etmeyen, soğutan ve canlılık üfleyen bir akış… Durdu, baktı tastaki şeye, kendini gördü.
“Elhamdülillah, ne hoş bir…”
Tamamlayamadı cümlesini. Münasip bir kelime bulup koyamadı taşı gediğine. Tastaki şeyi, tâ içe kadar
canlılık veren ‘şeyi’ çok düşünmediğini fark etti o ân.
Baktı öylesine.
“Hey, sana sesleniyorum. Bir cevap versene…”
Ona sesleniyordu sanki. Tasın içine daldı gitti…
“Kimsin sen, adın sanın necedir?”
“Adım yok benim.
Şeklim, tadım ve tuzum da yoktur. Kabıma göre şekil alırım evvelâ, berrak bir görünüşüm var. Saklanırım
dünyada, zeminin en ücra kırıklarında, kovalarım gün
ışığını ve çatlaklardan salarım yeryüzüne kendimi. Duramam yerimde, bir oraya bir buraya koşar dururum;
çağlarım, taştan taşa çarparak katarım önüme gelen ne
varsa. Pınar olurum, büyürüm sonra ve akarım. Bazen
dere, çay, ırmak, nehir isimleri verilir ve daha büyük olmanın arzusuyla gölete, göle, denize, okyanusa dönerim yönümü, kavuşunca da ben ‘ben olmaktan çıkar’,
‘bizden bir katre’ olurum.
Adım yok benim.
Ancak, her şey benimle var. “Her şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 30) mealindeki âyet ve daha pek çok âyet
delildir bu hakikate. İlâhî takdir serbest bırakmıştır
beni… Canlılığı ve diriliği benden bilir insan. Hayy’ın
âyinesi olmak vazifemiz. ‘Aziz’ biliniriz hemen her kültürde, nereye giderseniz gidiniz. İnsan benim ikizimdir
bir mânâsıyla. İnsanlığın tarihi benim tarihimdir; ben
mıknatıs, insanoğlu nazenin demir parçaları gibi… Ben
nerede isem, hayat oraya bahşedilir.
Adım yok benim, hakikatim var.
İnsanla yakından bağlıyız birbirimize. Asıl resimde
yan yana duran iki samimi dostu andırır durumumuz.
Büyük bir şairiniz: ‘Üstümüzden geçer su, doğunca ve
ölünce’ diyerek bu hakikate işaret eder. İnsana Rabb’e
yaklaşma yolunun anahtarı hüviyetindeyim. Niyet müminlere ilk basamak olurum abdestle. Pür-huzur, pürnur bir kalb, pâk bir ruhla Yaradan dergâhının yoluna
durulur sonra. Bir mânâda, ben özü hatırlayışın adıyım, mânânın setredildiği yerden açığa çıkışının resmi
olurum. Bu dünyada vaktini tamam eden bedenlere
en son benim elim değer. ‘Geldiğin gibi dön!’ olur son
sözlerim. Yıkanma, benim en cevval olduğum, kiri pası
söktüğüm zamanın lâkabı insan dilinde.
Hakikatim var benim; ben berrak bir perdenin ardındayım. O perde.. ardında dikeni de besleyen, gülü
de… Çöllerde gazellerin çatlamış dudaklarına can veren, koca koca demir yığınlarını tüy misâli oradan orada sürükleyen, kaldıran, buzdağlarını da deniz canlılarının her türlüsünü de barındıran, sıcaklığıyla muhafaza eden, ateşi söndüren, soğutan ve Rabb-i Rahim’in
“….berden selemen!” emriyle kor parçacıklarını bağlara
ve bahçelere döndüren benim. Ben, yemeğinize nefaset, çiçeklerinize rayiha, bedeninize ter, hissiyat mütercimi gözlerinize yaş ve bulutlara yüküm.
Ben, her şeyi kabul ederim; günahkârı, yalancıyı,
zahiti, âbidi, zâlimi, masumu, genci, ihtiyarı, şakîyi,
hırsızı… Bildiğiniz bütün sıfatları sayın işte! ‘İtirazım
var!’ sesi duyulmaz hiçbir katrenin ağzından, tâ ki
Hakk’tan emir gelinceye kadar. Kudret, Hakk ve Celâl
Sahibi Hazret-i Yezdan dilerse, munis ve hoşgörülü kimliğimi bir kenara bırakır, göreve koşarım. “Helak edici”,
“yıkıcı ve öldürücü” oluveririm, kavimleri yeryüzünden
silerim. O büyük Nebi’ye (as) sığınanlar müstesna!
Bende kuvvet gizlidir, görünmezliklerde işler durur.
Bir kutlunun mağaraya sığındığında fark ettiği oyuklardır taş üzerinde bıraktığım; adı ‘İbn-i Hacer’ bilirsiniz. En sert ve dayanıklı maddeler, çaresiz direnmeye
çalışırlar. Taşı, mermeri, kayayı, demiri mağlup ederim.
Kuvvet, Yaratıcı’mdan (celle celâluhu) gelir zîrâ!
Yediğinde, içtiğinde, bedeninin her köşesinde mevcut olanım ben. Elma, portakal, limon, havuç, mango,
yıldız meyvesi, şeftali, mandalina, armut, nar… Hepsinde varım, ama hep farklıyım. Beni meyveden meyveye
farklılaştırana hamdederim. İçilirim, gâh ‘zemzem’ olurum, gâh Kevser, şerbet, selsebil veya can suyu. ‘Rahmet’ olurum bazen, Rauf’un (celle celâluhu) izniyle
toprağın bağrına koşarım. “Yerde kirlendi mi, bulutta
temizlenen!” biriyim ben. Kirli değilim esasen, ancak
kirletir insanoğlu hoyratça. Ben de o vakit, temizlenmeye yukarılara koşarım, bulutlara sığınırım. Sonra da,
ter u taze atlarım yeryüzüne. ‘Yağmam ben, coşarım!’
Hayat bahşedilir benimle canlılara, bu yüzden derler:
“O gelen hayat kaynağıdır.”, “Rahmet yağıyor, elhamdülillah!” Nerede bir birikinti varsa, canlılık oradadır. Yeni
dikilen fidanlara ‘can versin’ maksadıyla dökerler beni.
Ben her yerdeyim.
Kısacık bir ismim var: iki harf. Biri sessiz, biri sesli…
Hadi, bir sonraki satıra kaydır gözünü:
“Su.”
Adam, kendine geldi derin bir sessizlikten sonra. Tası götürdü dudaklarına,
suyun azizliğini akıttı… Suyu tanımaktan mesuttu. Şükretti.
[email protected]
EKİM 2014
429 437
{
}
En çok zevk duyacağımız şey, sevdiğimiz ve sevgisinden emin
bulunduğumuz kimselerden gelen tenkitler olmalıdır. Aksine, bazı
kusurlarımızdan dolayı çok dostlarımızı kaybedeceğimiz gibi birçok eksik
ve kusurlarımızı da düzeltme mülâhazası söz konusu olmayacaktır.
VIRÜSLERLE
ENFEKSIYON
TEDAVISI
Dr. Serdar BOZOKLUOĞLU
G
ünümüz dünyasında, beş yaş altı çocukların ölüm sebepleri arasında; zatürre, ishal,
sepsis (sistemik enfeksiyon), asfiksi ve sıtma
önemli yer tutmaktadır. Enfeksiyonların tedavisinde antibiyotikler esas olduğundan, bunların
uzun süreli ve ölçüsüz kullanımı, bilhassa stafilokok
ve tüberküloz (verem) basili gibi patojenlerin direnç
kazanmasına yol açmıştır. Öyle ki, son yıllarda, antibiyotiklere karşı direncin 1.000 kat arttığı ileri sürülmektedir.
Antibiyotikler yaklaşık 100 yıl önce topraktaki
mantarlarda keşfedildi. Daha sonraları lâboratuvarda
yarı-sentetik ve sentetik olarak da üretildi. Birçok büyük ilâç firması yatırımlarını tamamen antibiyotik
geliştirmeye hasrettiğinden, hemen hemen aynı yıllarda keşfedilen bakteriyofajlarla alâkalı araştırmalar geri plânda kaldı.
EKİM 2014
438 429
Tabiatta, bakterileri konakçı olarak kullanan virüsler, bakteriyofaj olarak adlandırılır. Bunların antibiyotik gibi fonksiyon görebileceği, yani bakterileri
öldürebileceği anlaşılmıştır. Bakteriyofajların ürettiği lizin enzimlerine, bakterileri parçalayıp öldürebilme potansiyeli bahşedilmiştir. Son 10 yıl içerisinde
bazı çalışmalarda lizinlerin, boğaz enfeksiyonlarında, ameliyat sonrası gelişen enfeksiyonlarda ve şarbon salgınlarına karşı kullanılabileceği gösterilmiştir. Şimdilerde ise, Stafilokok, Streptokok, Klebsiella,
Proteus gibi patojenlerin sebep olduğu inatçı enfeksiyonların tedavisinde bakteriyofajlar denenmekte
ve umut vadeden neticeler beklenmektedir. Enfeksiyonlarla mücadelede faj (virüs) kaynaklı tedavi
stratejileri geliştirme ihtiyacının ana sebebi giderek
artan antibiyotik direncidir. Bilhassa vankomisin antibiyotiğine dirençli Stafilokok enfeksiyonları ve metisiline dirençli Staphylococcus aureus enfeksiyonları
ciddi hastalık ve ölüm sebebidir. Sebepler dairesinde
değerlendirildiğinde; bu tip hastalıklara bağlı ölümler, mevcut ve yeni geliştirilen antibiyotiklere karşı
gelişmiş dirence bağlanabilir. Bundan dolayı, ilâç firmaları ciddi maliyet getiren bu tür antibiyotik üretim
çalışmalarına daha temkinli yaklaşmaktadır.
bir hücre bile sayılmayan bu varlıklara, bakterinin
hücre duvarının parçalanmasında vazifeli bir enzim
(lizin) bahşedilmiştir. Virüslerin bu hususiyetlerinden faydalanılarak insan deri, mukoza membranları
veya kana doğrudan tatbik edilebilen lizinler geliştirilmiştir. Vücuttan, hızlı atılması ve insan dokusunu
tahrip etmemesi lizinlerin insan için zararsız olduğunu düşündürmektedir. Bakteriyofajlar daha çok mukozal, deri ve sistemik enfeksiyonların tedavisinde
kullanılır ve topikal (yara üzerine), parenteral (damar yoluyla) veya ağız yoluyla tatbik edilebilir. Yan
tesirleri ise son derece azdır. Bunlar arasında daha
çok mide-bağırsak şikâyetleri ve allerjik reaksiyonlar
sayılabilir.
Rus araştırmacılar, bakteriyofaj konusunda ciddi
Tabiatta, bakterileri konakçı olarak kullanan virüsler, bakteriyofaj olarak adlandırılır. Bunların antibiyotik gibi fonksiyon görebileceği, yani bakterileri öldürebileceği anlaşılmıştır.
Bakteriyofajlar nerede bulunur?
Tabiatta her bir gram toprakta, bir mm3 suda milyonlarca faj bulunmaktadır. Bu sebeple denebilir ki “Fajlar, hayatımızda hemen her yerde bulunmaktadır.” Havada, suda, toprakta, yediğimiz içtiğimiz her şeyde ve
vücudumuzda bulunur. Bu ortamlardaki bakteriler
sürekli üreyerek nesillerini devam ettirirlerken, diğer
taraftan da bakteriyofajlar onları enfekte ederek kendilerini çoğaltır ve onların da ölümlerine sebep olur.
Kâinatta her ölçekte var olan ve sürdürülen dengelerden biri de bakterilerle bakteriyofajlar arasında
kurulmuştur. Bakteriyofajların sayısının bakterilerden en az 10 kat daha fazla olduğu düşünülmektedir.
Her iki günde bir, dünya üzerindeki bütün bakteriler,
bakteriyofajlar tarafından öldürülmekte ve yeni bakteriler dünyaya gelmektedir. Bu husus, 30. Lem’a’da
Allah’ın (celle celâluhu) Kuddüs isminin tecellilerini
izah eden Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözlerini
hatırlatmaktadır: “Bu kâinat ve bu küre-i arz, dâim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han,
bir misafirhanedir. (...) Demek bu fabrikaya bakan Zât,
çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi
var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda
gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder.”
Protein kılıfla
kaplı baş kısmı
Boyun
Kuyruk
Kuyruk örtüsü
Tutunucu
kuyruk ipliği
Hücre duvarı
Çekirdek
Bakteriyofaj tedavisi nedir?
Bakteriyofajlar, diğer virüsler gibi hayatiyetlerini devam ettirebilmek için, konakçı olarak bakterileri kullanır. Hücre metabolizmasının kendi lehlerine çalışmasına da sebep olan bakteriyofajlar, bir süre sonra
bakteri dışına çıkar. Bu çıkış, daha çok, hücre duvarını parçalayarak gerçekleştiğinden bakteri ölür. Tam
Bakteri hücresi
DNA
Plâzma zarı
EKİM 2014
429 439
Bakteiriyofajlar havada, suda, toprakta, yediğimiz içtiğimiz her şeyde ve vücudumuzda bulunur. Bu ortamlardaki bakteriler sürekli üreyerek nesillerini devam ettirirlerken, diğer taraftan da bakteriyofajlar onları enfekte ederek kendilerini çoğaltır
ve onların da ölümlerine sebep olur.
çalışmalar yapmışlardır. Bugün Gürcistan’da aktif
bakteriyofaj programı olan enstitüler bulunmaktadır.
Bu merkezlerde bilhassa diyabetik ayak yaralarının
tedavisinde bakteriyofajlardan faydalanılmaktadır.
Bakteriyofajlar doğrudan inatçı yaralar üzerine tatbik edilerek enfeksiyon unsurlarının öldürülüp yaranın iyileştirilmesine çalışılmaktadır.
İkibinli yıllarda lizinler fareler üzerinde denenmiş
ve boğaz enfeksiyonlarının kısa sürede iyileştiği müşahede edilmiştir. Benzer şekilde, kalb iç zarı iltihabı
(endokardit), menenjit ve zatürre tedavisinde de kullanılmış, olumlu neticeler alınmıştır. Bu enzimler; kurutularak veya dondurularak saklanıp uzun yıllar sonra
tekrar kullanılabilmektedir. Bununla birlikte, bu lizinlere karşı insan vücudunun antikor üretebileceği ve
lizinlerin parçalanabileceği şeklinde bazı görüşler de
vardır. Diğer taraftan, lizinlerin hususi olduğu, Streptokoklar için olanların sadece Streptokokları, şarbon
için olanlarınsa sadece şarbon mikrobunu öldürebileceği de ileri sürülmektedir. Bu durum her ne kadar deEKİM 2014
440 429
zavantaj gibi görünse de, hedefe yönelik olması, yani
zararlı olan mikroorganizmayı öldürüp diğerlerine dokunmaması bir avantaj kabul edilmektedir.
Bakteriyofaj tedavisinin faydaları
Fajlar salgıladıkları lizinler vasıtasıyla, tedavide olduğu kadar korunmada da kullanılabilecektir. Meselâ
ciddi ölümlere sebep olabilecek bir şarbon saldırısında (biyo-terörizm) şarbon sporlarının atıldığı bölgenin
temizlenmesi, hâlihazırdaki bütün ileri teknikler kullanılsa bile yıllar alabilir. Hâlbuki faj lizinleri kullanılarak 20 dakika gibi kısa bir zamanda şarbon sporlarının yaklaşık % 99,9’u tesirsiz hâle getirilebilir.
Enfeksiyon tedavisinde bakteriyofaj kullanımın
yaygınlaşması, bilhassa antibiyotik direncinin gelişmesi karşısında eli kolu bağlanan hekimleri ümitlendirmektedir. Bu tedaviyle birçok enfeksiyon daha
kolay ve ucuz şekilde tedavi edilebilecektir. Bilim dünyasının hücre bile kabul etmediği virüsler eliyle insanlığın istifadesine sunulan bu nimet, ciddi maliyet
getiren enfeksiyon tedavileri için
mühim bir alternatif sunmaktadır.
Günümüzde bu fırsatı fark eden
ülke ve kuruluşlar, milyarlarca dolar yatırımla üretimi yapıldıktan
kısa süre sonra direnç gelişmesi
muhtemel antibiyotikler geliştirmek yerine, çok daha az maliyetli
bakteriyofaj üretme teknolojisi
üzerinde çalışmaktadır.
“Derdi veren, dermanını da var
etmiştir.” düsturunca, canlı-cansız
birçok sistemde gizli bazı şifrelerin
bulunmasıyla kanser dâhil nice
hastalığın tedavisi mümkün olacaktır. Yeter ki tabiattaki canlı ve
cansız varlıkların mahiyetine konan şifreler doğru okunabilsin...
Bir filiz deyip sakın küçük görme,
Hafife alıp hemen hüküm verme;
Bir çekirdekten var oldu cihanlar,
Bunu da Hakk’a inananlar anlar.
[email protected]
Kaynaklar
- Gilbert Verbeken, Jean-Paul Pirnay,
Daniel De Vos, Serge Jennes, Martin
Zizi, Rob Lavigne, Minne Casteels,
Isabelle Huys. Optimizing the European Regulatory Framework for Sustainable Bacteriophage Therapy in
Human Medicine. Arch. Immunol.
Ther. Exp. 2012; 60:161–172.
- Wojciech Fortuna, Ryszard Miedzybrodzki, Beata Weber-Dabrowska,
Andrzej Gorski, Bacteriophage therapy in Children: Facts and Prospects.
Med Sci Monit. 2008;14:126-132.
- Saxsx Guttman B, Raya R, Kutter E:
Basic phage biology. In: Kutter E,
Sulakvelidze A, eds. Bacteriophages:
Biology and Applications. CRC Press,
2004; 41–48.
- Hanlon GW: Bacteriophages: an appraisal of their role in the treatment of
bacterial infections. Int J Antimicrob
Agents, 2007; 30: 118–28.
- Abul-Hassan HS, El-Tahan K, Massoud B and Gomaa R: Bacteriophage
therapy of Pseudomonas burn wound
sepsis. Ann MBC 3: 1-4, 1990.
- Weber-Dabrowska B, Mulczyk M,
Gorski A: Bacteriophage therapy of
bacterial infections: an update of our
institute’s experience. Arch Immunol
Ther Exp (Warsaw), 2000; 48: 547–51.
- Stone R: Bacteriophage therapy.
Stalin’s forgotten
cure.
Science,
2002; 298: 728-73.
EKİM 2014
429 441
H
Ulvî Âlemler
âlık’ın nâmütenâhî isimleri olduğu gi­b i, o esmâ ve arkalarındaki
sı­fat­la­rın birinci, ikinci ve üçüncü...
de­r ecede tecellî alanları ve taayyün noktalarının bulunduğu da bir gerçek. Bu
âlemler, hem bizim idrak ufkumuz hem de kendi
mânâ ve muhtevaları itibarıyla aşkın âlemlerdir.
Âlem-i mülk ve âlem-i şehadete dâir her zaman
net bazı şeyler bilmemiz mümkün olsa da, lâhut,
ra­ha­mût, ceberût, melekût âlemleriyle alâkalı ne
keyfiyet çerçevesinde ne de kemmiyet plânında
açık bir şey söylememiz oldukça zordur. Bu konudaki bütün mülâhazalar, Kitap ve Sünnet’in
belirleyici temel esaslarına sâdık kalınarak tamamen keşfe, müşâhedeye, mükâşefeye bağlı
beyanlardır.
İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Al­
lah’tan gayrı zâhir-bâtın, latîf-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye
âlem denir. Yukarıdaki çerçeve içinde bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının
delili, icraatının belgeleri, kemalinin aynaları,
kaderî plân ve programının kitap ve defteri, belli
bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı
zamanda sıfat ve isimlerinin tecellî alanı olması
itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey
O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hattâ O’nu haykırdığından O’nun şahitleri
mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine
birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl,
ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!”
deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı
şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî,
terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete
vâbeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i
halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. Bu takEKİM 2014
442 429
sime bağlı ve bir mânâda onun içinde, “âlem-i
şehadet”, “âlem-i gayb” diye bütün avâlime
esas teşkil eden iki ana âlem daha vardır ki, zikredeceğimiz bütün âlemler onların birer şubesi
mesabesindedir:
1. Gözle görülmeyen ve zâhirî duyu organlarımızla hissedilmeyen gayb âlemi ki, başta
lâhut, rahamût, ceberût, melekût âlemleri olmak
üzere, görülmezlik ve duyulmazlığın değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı unvanlarla
yâd edilen, mânâ âlemi, ruh âlemi, misal âlemi,
berzah âlemi ve bâtınî, latîf, nuranî daha bir sürü
âlem hep bu gaybî âlem çerçevesinde mütalâa
edilegelmiştir.
2. Gözle görülebilen ve zâhir duyu organlarıyla hissedilebilen şehadet âlemi ki, âlem-i
halk, âlem-i mülk, âlem-i madde, âlem-i cisim,
âlem-i suret, âlem-i kesafet... gibi değişik ad ve
unvanlarla yâd edilen ne kadar âlem varsa hemen hepsi bu âlemin birer fakültesi durumundadır.
Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve
âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla anılsalar
da, bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zâhirî
buudu, öbürü de berikinin bâtınî derinliğinden
ibarettir. Ancak, sıfât ve esmâ-i İlâhiyenin, hattâ
şe’n-i Rubûbiyetin birer mahall-i tecellîsi ve farklı
mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler
tamamen birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler.
Ehl-i tahkike göre varlığın, hususiyle insanoğlunun değişik vilâdet mertebeleri vardır:
Bunlardan birincisi, esmâ ve sıfâtın ilk zuhuru mertebesi; ikincisi, esnâf-ı melekûtun ceberût
basamağında tulûu derecesi; üçüncüsü, cisim
ve cevherlerin melekût burcunda bürûzu kademesidir. Böyle bir gelişme ve inkişaf, tasavvuf
ve bazı felsefî ekollerdeki “nüzûl” ve “urûc”
mülâhazalarına benzese de, urûc ve nüzûlle
alâkasının olmadığı açıktır. Zîrâ bunlar, birer
taayyünün unvanı olarak zikredilegelmişlerdir..
ve aynı zamanda seyr u sülûk-i ruhanîde de
sâlikin “beka billâh”a kadar uğrayacağı menzilleri işaretlemektedirler: Hak yolcusu, âsâr
âleminden ef’âle, ondan esmâ ve sıfâta, ondan
da 1 ِ‫ ِب َغ ْي ِر َك ْي ٍف َو ِإ ْد َراكٍ َو َض ْر ٍب م ِْن ِم َثال‬tecellî-i Zât’a urûc
eder. Buna, âlem-i mülkten âlem-i melekûta, ondan âlem-i ceberût ve âlem-i rahamûta, ondan
da “fenâ fillâh-beka billâh” ufku şeklinde yorumlanan âlem-i lâhuta, bir mârifet, bir zevk-i ruhanî
seyahati de diyebiliriz. Hakikî beka billâh, âlem‑i
melekûtu duymakla başlar ve kalbî, ruhî hayat
mertebesini tam ihrazla da daha ötelere devam
eder gider. Nihayet varlığını, O’nun ziya-i vücudunun bir gölgesi görebilecek mülâhazalara
ulaşınca da “min vechin” seyahat sona erer. Biz
şimdi, farklılıkları çerçevesinde, yukarıdan aşağıya –konuyu biraz da kendi idrak ufkumuza bağlıyoruz– “bî kem u keyf” bu inkişafı takip etmeye
çalışalım:
1. Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhât, tasavvuru nâkâbil-i idrak,
gaybu’l-gayb, kenz‑i mahfî, âlem-i ıtlak, gayb-ı
mutlak, hakikatü’l-hakaik unvanlarıyla bilinen
vâhidiyetin (Bazıları ehadiyet demede ısrar ediyor) mahall-i tecellîsi âlemler üstü bir âlemdir.
Bir diğer yaklaşımla âlem-i lâhut; bizim varlığımızın, varlık basamaklarından birini ihraz edişimizin, gayb ve şehadet âlemlerinin, onlara ait
bütün hususiyetlerin, hatta bizim ihsaslarımızın,
duygularımızın, düşüncelerimizin, zâhir-bâtın
latîfelerimizle alâkalı faaliyetlerimizin biricik feyiz
kaynağı ve “Allah” ism-i şerifine bakan aşkın bir
âlemdir. Bütün şuûnât-ı İlâhiye, sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i hüsnânın da mahall-i icmali –bu da
yine kelime yetmezliğinden kaynaklanan fakir bir
ifade– ve birleşik noktası mesabesindedir. Evet
bu âlem, bilmutabaka bir tecellî-i Zât âlemidir;
ama bittazammun ve bililtizam diğer bütün
âlemlerin de biricik kaynağıdır (Burada icmal
ettiğimiz tecellî-i Zât, tecellî-i şuûn, tecellî-i sıfât
ve tecellî-i esmâ konuları üzerinde daha önce
durmuştuk). Ve tecellî, taayyün itibarıyla da bu
ilk ve muhit âlem, aynı zamanda “ubûdiyet”
mülâhazasını da hatırlatan bir âlemdir. Yani
ulûhiyet hakikati, mâbudiyet, maksudiyet,
mahbûbiyet mânâlarını da hâvi bulunduğundan
bu âlem, Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri çerçevesinde Hakk’a ubûdiyeti de tazammun etmektedir. Evet Allah, Allah olduğu için aynı zamanda
Mâbud’dur, Maksud’dur, Mahbûb’dur...
Lâhut, Zât-ı Ulûhiyet’in câmi bir aynası olması itibarıyla ezelden ebede değişmezliği haizdir.
Evet, o âyine-i ezel olduğu gibi tecellî-i lâyezaldir.
Tarih boyu değişik düşüncelerden ubûdiyet şekilleri doğagelmiş ve bu ubûdiyetlere merci olmak üzere farklı mâbudlar uydurulmuştur. Ne
var ki birer birer doğan bu ubûdiyetler, mevsimi
gelince veya miadı dolunca hemen hepsi unutulmuş, mâbud kabul edilen bütün ilâhlar hafızalardan silinip gitmiş; sadece ve sadece o Vâhid
ü Ehad, o sıfât-ı ulyâ ve o esmâ-i hüsnâ sahibi
Zât-ı Ecell ü A’lâ bâki kalmıştır. O, ezelîdir; ezelî
olduğu için de ebedîdir; kıdemi sâbit, ademi de
mümtenidir.. ve işte lâhut âlemi de böyle bir
tecellînin biricik mir’ât-ı mücellâsıdır.
Bir diğer yaklaşımla lâhut âlemi, kâinatın he­
yet-i mecmuasında görülen/görülebilecek olan,
maddî-mânevî her şeyin vücudunu, evsâfını,
hu­su­siyetlerini, mebdeini, meâdını, gelişimini, değişimini, inkişafını ve akıbetini câmi ilk mahall-i
taayyün –yine dîk-i elfâza takıldık– ve icmalî ilk
âyine-i tecellîdir.
2. Âlem-i Rahamût: Küre-i arz üzerindeki
hayvanat ve nebatatın var olmaları, hayata mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu
merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşâhede
edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar.. sonra insanoğlunun ruhanî ve
cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat, merhamet, inayet, riayet... gibi özel
bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeEKİM 2014
429 443
ceğimiz, rahmâniyet ve rahîmiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin
menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi
ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu
şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat ve eşyadaki
umumî, mutlak fakat inkişaf ve tafsile açık zâtî teveccühleri lâhutiyete ait bir tecellî –tecellî demek
de doğru ise–; her nesne ve herkesin belli ölçüde
ve istidadına vâbeste olarak yine O’nun rahmet,
şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise –vâhidî ve ehadî tecellîlerin
farklılığı mahfuz– rahamût ufkundan akseden bir
cilvedir. Rahamût âlemi tamamen sıfât ve esmâ
dairesine bakmaktadır. Rahmâniyete nisbeti açısından sıfât-ı Zât’ın daire-i hâssı, rahimiyetle münasebeti itibarıyla da sıfât-ı fiile mahsus bir tecellî
alanı mesabesindedir. Rahamûtun, Cenâb-ı
Zât’ın, gazabına sebkat eden engin, vâsi, hatta
nâmütenâhî rahmetinin mebde’den müntehâya
her tekevvün ve her şe’n adına bir mebde-i taayyünü olduğunu söylemek de mümkündür. Evet,
Hazreti Zât’ın rahmâniyeti, O’nun fevkalâde
merhametli olduğunu, rahmet ve şefkatinin sınırı, haddi ve nihayetinin bulunmadığını ifade
ettiği gibi, o rahmâniyetin mahall-i tecellîsi olan
Rahamût da olabildiğine engin, şamil ve her
şeyi kucaklayan bir mahall-i rahmet –vasfına
tam muktedir değiliz– olduğunda şüphe yoktur.
Rahîmiyet sıfatının, fiilî ve amelî bir durumu haiz
olması açısından rahamût âlemine, her şeyin ilmî
vücud merhalesinden –böyle denebilecekse–
ötelerin en son noktasına kadar, varlıkla alâkalı,
her şey ve herkesin liyakatı ölçüsünde mütemadi
tecellîlerin kaynağı demek uygun olur zannediyorum. Rahmâniyet ve rahîmiyetteki farklılıklar açısından rahamût âlemi birinci sıfat itibarıyla ezele, ikinci sıfat açısından da lâyezâle bakar. Evet,
her şeyin ilk yaratılışında mazhar olduğu cebr-i
lütfîler, ihsanlar Hazreti Zât’ın rahmâniyetine
bağlı âsârdır ve bu âsârdan mahrum herhangi
bir varlığın mevcudiyeti de söz konusu değildir.
Her şey vücuduyla, hususî vasıflarıyla, yaşamasıyla, üremesiyle, neslini devam ettirmesiyle
rahmâniyet çizgisinde rahamûta; herkesin sa’y u
EKİM 2014
444 429
gayret, cehd ü hareket ve aktivitelerine terettüp
eden ikramlar, ihsanlar, teveccühler, Cennetler
ve Cemalullah’a mazhariyetler de ona rahîmiyet
ufkundan bakmaktadır.
Hem âlem-i lâhut hem de âlem-i rahamût birer bilme; bilip rahmet, şefkat, inayet... gibi cebr-i
lütfî tecellîlerle kendini bildirme, sonra da bütün bunları nazara vererek gönülleri ubûdiyet-i
kâmileye hazırlama, yönlendirme âlemleridir.
3. Âlem-i Ceberût: İlâhî isim ve sıfatların
tecellî alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet,
berzah-ı kebir, hakikat-i Ahmediye, ruh-u âzam,
ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir. Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esmâ ve sıfât
dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i lâhut ve
rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve mânevî
olduğunda şüphe yok. Ancak böyle bir âlemin,
Hermes’in semavî mülâhazaları ve Eflatun’un
“İdeler âlemi”yle münasebetinin olmadığı da
açıktır. İbrahim Hakkı Hazretleri’ne göre ceberût
âlemi, bütün âlemlere nâzır, Kürsî’nin üstünde ve
Arş-ı âzam’ın altında –altla-üstle her ne kastediliyorsa– mânevî bir âlemdir.
Bu mütalâalar çerçevesinde melekût âlemi,
Kürsî’nin altında tasavvurlar üstü, aşkın lâhut
âlemi ise, “istiva-i Arş” mazmununa bağlı ve
“fevk-taht” mülâhazalarından müberra, her şeyin üstünde. Rahamût âlemine gelince o ayrı
bir mahall-i tafsil ve inkişaf; ceberût âlemi ise,
rahamût âleminin önünde veya yanında bir
âlem-i azamet ve hâkimiyettir...
Kaza ve kader hâdisesinin ceberût âlemi ile
hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet,
kadere mevzu şahıslar plânındaki hâdiselerle
de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberût, hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve latîf
bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i mülk ve
melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün
varlık ve hâdiseler külliyet plânında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde
ise, cüz’iyat ve teferruat dairesinde bir gelişme ve
inkişaf gösterirler.
4. Âlem-i Melekût: Emir âlemi, ervâh
âlemi, berzah âlemi, son taayyün ve ruh-i izafî
ufku da diyeceğimiz latîf varlıklar âleminin son
mertebesi ve âlem-i mülkün de tavanı mesabesindedir. Bu şekilde bir tasnif ve tertip; Zât,
sıfât ve İlâhî isimlerin tecellî mertebelerine birer unvan olmaları açısından zikredilmektedir..
ve böyle bir yaklaşımın temeli de keşfe, zevke,
muhkem nusûsa bağlılık içinde içtihada, tevile
ve tefsire dayanmaktadır.
Ceberût, melekût ve mülk âlemleri, iç içe,
zâhir-bâtın münasebeti çerçevesinde birbirinin
farklı derinliklerinden ibarettir. Yani ceberût
âlemi eğer müstakil ve zâtî bir âlemse, melekût
ve mülk âlemleri onun birer buudu durumundadırlar. Aslında ceberût âlemi tamamen bir mahiyetler âlemidir ve haricî vücudu da söz konusu
değildir. Onda her nesne, muayyen mahiyetler
şeklinde birer icmal; melekût ve mülkte ise zâhir
ve bâtın yanlarıyla her şey bir tafsil ve inkişaf
vetiresi yaşamaktadır.
Melekût dâhil, bütün üst âlemler muallâ ve
aşkın âlemlerdir ve bu âlemler için alt-üst, önarka, gece-gündüz, dün-bugün söz konusu değildir. Öyle ki, inkişaf etmiş bir gönül, melekûtî
ufku itibarıyla dünü bugünle beraber, bugünü
de yarınla beraber duyup yaşayabilir ve zamanüstü olmayı bütün derinlikleriyle duyabilir.
Aslında, insanın hilâfeti de, onun kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zâhiri mülk, bâtını ise melekûttur.
Kâinatlarla Arş, arzla Kâbe arasında da aynı
şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb
sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca
bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk, hissin
kesafet mahalli; melekût, letâifin inbisat sahasıdır. Melekûtî vâridât her ruhun serveti, kuvveti
ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da,
melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme
vetiresine girmiş sayılır.
Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tâmmı,
mümessil-i hâssı Hz. Ruh‑u Seyyidi’l-Enâm’dır
(aleyhi ekmelüttehâyâ). O, zâhiriyle en kâmil şe-
kil, suret ve sîretin; bâtınıyla da, ruh-u İslâm’ın
benzersiz temsilcisidir. Miraç, bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşâhede,
mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine
ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma
pâyesine yükselmiştir.
Hakk’ı müşâhedenin değişik mertebe ve
basamakları vardır. Tevhid‑i ef’âl ufkundan
müşâhede bu mertebelerin ilki, tevhid-i sıfât
zirvesinden müşâhede ikincisi, tevhid-i Zât
şâhikasından duyup zevk etmek ise sonuncusudur. Ne var ki, bu seviyedeki müşâhedelere
mâni bir kısım perdelerin mevcudiyeti de beşer
tabiatının muktezasıdır. Evet hissî, hayalî, vehmî
bazı hicaplardan tutun da şer’î kriterlere riayet
edememe, Sünnet muvazenelerini koruyamama
ve şatahata girme... gibi hususların her zaman
insanın karşısına çıkıp onu engellemeleri söz konusudur.
İşte bu perdelere takılmayan kalbler, yükselip
mâsivâ kirlerinden arınınca, değişik hakaik, hattâ
Hakikatü’l-Hakaik karşısında mücellâ birer ayna
hâlini alır.. ve Hazreti Zât ve Sıfât’ın envârına
birer mâkes seviyesine yükselir; yükselir de hak
yolcusu, bulunduğu yerden melekûtla münasebete geçer.. ceberûtun dilini kullanır.. rahamûtla
alışverişte bulunur.. ve tecelliyât-ı lâhutla farklı
bir aşkınlığa ulaşır; derken, kalb melekût mırıldanmaya, ruh ceberût soluklamaya, sır lâhûtî
duygular yaşamaya başlar ki, bunlardan birincisi
“feth-i karîb”, ikincisi “feth-i mübîn” üçüncüsü
de, “feth-i mutlak” unvanlarıyla yâd edilmektedir.
َ ْ ‫َال ّٰل ُهم َيا ُم َف ِّت َح‬
‫اس َنا‬
ِ ‫ال ْب َو‬
َ ‫ ِا ْف َت ْح ُقل‬،‫اب‬
َّ ‫ُوب َنا َو َح َو‬
َّ
ِ‫ال ْح َسان‬
ِ ْ ‫ال ْس َل ِم َو‬
ِ ْ ‫يمانِ َو‬
۪ ْ ‫ِإلَى‬
َ ‫ال‬
‫َو َو ِّف ْق َنا ِإلٰى َما ُت ِح ُّب َو َت ْر ٰضى‬
۪‫َو َص ِّل َو َس ِل ّْم َعلٰ ى َس ِّيدِ َنا ُم َح َّمدٍ َو ٰالِه۪ َو َأ ْص َحا ِبه‬
‫ذَوِ ي ا ْل َق ْدرِ َوال َْو َفا ِء‬
Dipnot
1. “Keyfiyeti meçhul, idrak edilemez ve misallendirilemez bir şekilde...” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî)
EKİM 2014
429 445
{
Milletçe bizi zaafa düşüren en önemli hususlardan biri de,
çevremizi saran dost suretindeki hilekârlara karşı sâf îliğimizdir.
Oysaki insan her vaade aldanmamalı, her yol gösterene de
inanmamalıdır.
}
Bunamaya Karşı
Mânevî Dinamiklerimiz
Dr. Alaeddin HEKİM
B
ilgileri depolama, bunlardan
gerektiği zaman faydalanma
çoğu zaman farkında olmadığımız mühim bir nimettir.
İnsan, yakın ve uzak zamana ait bilgileri depolamaya ve ihtiyaç duyduğunda
onları hatırlamaya uygun yaratılmıştır.
Hafıza, ihtiyarlık veya çeşitli hastalıklar sebebiyle zayıflayabilir. Bunların
bir neticesi olarak unutkanlıkta artma
görülebilir. Bu durumda bazı problemler
ortaya çıkar. Yaşlanma ile insan hafızasının özellikleri bir miktar değişir. Yeni
bilgilerin öğrenilmesi gençlikteki kadar
kolay olmaz. Ancak, ilkokul hatıraları
gibi eski bilgiler en azından ana hatlarıyla yerli yerindedir. Belirli bir yaştan
Bunama hâdisesinde, kolaylıkla hatırlanabilecek bilgiler
bile hatırlanamaz. Hastalar,
çocuklarını tanıyamayabilir,
evlerinin yolunu unutabilirler.
Aşırı sinirlilik görülür. Etrafa
bağırıp çağırmalar, çevreyle
gerginlik yaşamalar, meslekî
hatalar, ailevî problemler ortaya çıkabilir.
EKİM 2014
446 429
amiloid
Günümüzde, bunamanın en fazla görülen sebebi, Alzheimer hastalığıdır. Bu hastaların beyinlerinde aşırı miktarda amiloid (bir çeşit protein) birikir. Bu durum, hastalığın sebeplerinden biri kabul edilmektedir.
sonra beyin fonksiyonlarına ilk gençlikte pek görülmeyen bir özellik eklenir: sentez yapmak. Meselâ gençlikte şiir daha kolay ezberlenir. Fakat bu şiirin mânâsı,
tedai ettirdikleri yaşlılıkta çok daha iyi değerlendirilir.
Peki, hafızadaki her değişiklik bunamayı mı gösterir? Hayır. Günlük hayatta her insanın beyin fonksiyonlarında zaman zaman zayıflamalar görülebilir.
Sıkıntılı durumlarda, zihin belli bir konuyla aşırı
meşgulken veya dikkat tek bir noktaya teksif edilmişken önceki bilgiler sakin ve sağlıklı ânlardaki kadar
rahat hatırlanamayabilir. Bunların dışında, reklâm
tabelası veya araç plâkası gibi şeyleri çok okumak suretiyle beyne yapılan gereksiz bilgi girişleri de dikkat
dağınıklığına sebep olur ve hafızayı zayıflatır. İnsan
bu durumdan kurtulduğunda, hafıza tekrar normal
işleyişine kavuşur. Hastalık durumunda (bunama)
ise unutkanlık ilerler.
Bunama hâdisesinde, kolaylıkla hatırlanabilecek bilgiler bile hatırlanamaz. Hastalar, çocuklarını
tanıyamayabilir, evlerinin yolunu unutabilirler. Aşırı
sinirlilik görülür. Etrafa bağırıp çağırmalar, çevreyle
gerginlik yaşamalar, meslekî hatalar, ailevî problemler ortaya çıkabilir. Bu hastaların iş görme kabiliyetleri de zaman içinde azalır. Zamanla yemek yeme, tuvalete gitme gibi temel ihtiyaçları için de başkalarına
bağımlı hâle gelirler. Bu durumda, aile içi geçimsizlik
ve boşanma gibi problemler ortaya çıkabilir.
Günümüzde, bunamanın en fazla görülen sebebi,
Alzheimer hastalığıdır. Bu hastaların beyinlerinde
aşırı miktarda amiloid (bir çeşit protein) birikir. Bu
durum, hastalığın sebeplerinden biri kabul edilmektedir. Beyindeki amiloid birikimi, kandaki yüksek yağ
seviyesiyle yakından bağlantılıdır. Yüksek kolesterolde beyinde sözkonusu birikim artmaktadır. Bu noktada, beslenme alışkanlıklarının kandaki yağ nispetine
olan tesiri dikkate alınmalıdır. Bu hususta problemi
olan kişilere, önce kolesterolce düşük diyet verilerek
kan yağı seviyeleri gözlenir, daha sonra gerekirse ilâç
tedavisi uygulanır.
Unutkanlık riski yaşın ilerlemesiyle artar. Zihnin
yakın çevre ve toplum meseleleri üzerinde pozitif
yönde sürekli aktif olması bu hususta bir tedbirdir.
Sosyal faaliyetlerde bulunma, çeşitli konularda sürekli okuma, yabancı dil öğrenme unutkanlık riskinin azaltılmasında önemlidir. Zihin faaliyeti fazla
olan, okuyan, yazan, beyin jimnastiği yapan kişilerin beyin fonksiyonlarının daha iyi korunduğu ve bu
kişilerde unutkanlığın daha az geliştiği çalışmalarla
ortaya konmuştur.
Okuma, ezberleme, tefekkür ve zikir
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nazil olan âyetinde mealen “Oku!”
buyrulur. Ayrıca değişik âyetlerde zihnin-beynin dinamik özelliklerinin işletilmesi sürekli vurgulanır. Dinî
EKİM 2014
429 447
eğitimde ezberlemeye ve hafızanın aktif çalıştırılmasına dâir pek çok misâl vardır. Bunlardan en dikkat çekici olanı hafızlıktır. Namazda ve diğer ibadetler esnasında okunacak âyet ve duaların ezberlenmesi ve belli
aralıklarla tekrar edilmesi de bu kabiliyeti pekiştirir.
Kur’ân ve hadîslerde tefekkürün teşvik edilmesi,
beyin-zihin fonksiyonlarının daha ayrıntılı işletilmesi
açısından önemlidir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) mealen; “Bir
saat tefekkür, bin sene nafile ibadetten hayırlıdır.” buyurmaktadır. İslâm’da teşvik edilen tefekkür, sadece
ânı değil, geçmiş ve geleceği, hâdiselerin gerisindeki
hakikatleri, Yüce Yaratıcı’nın sonsuz ilim ve kudretini
anlamayı da gerektiren çok cepheli bir ameliyedir.
Namazı, İlâhî huzurda olduğu şuuruyla eda etmek de
Kur’ân ve hadîslerde tefekkürün teşvik edilmesi, beyin-zihin fonksiyonlarının daha ayrıntılı işletilmesi açısından
önemlidir.
bir tür tefekkürdür. Bazı kaynaklarda, çok ve düzenli zikir yapmanın (Rabb’imizi hatırda tutma, her ân anmaya
çalışma) da İlâhî bir rahmet ve hediye olarak duygulara
ve zihne bereket vesilesi olduğu belirtilir. Kalb ve vicdanları huşyar, ruhları hayır istikametinde sürekli faal
olanlarda unutkanlığın daha az görüldüğü hatırlanırsa, esas itibariyle insanın mânevî eğitimle insan olduğu, Cenab-ı Hakk’ın (celle celâluhu) da bu tür kişilere
rahmetiyle farklı muamele ettiği daha iyi anlaşılır.
Harama nazar
Harama nazarın İslâm’da yasaklanması, diğer hikmetlerinin yanısıra, bakma-seyretme ile hafıza arasındaki yakın münasebete de işaret eder. İmam Şafii
(ra): “Harama nazar, unutkanlık verir.” diyerek bu hususa dikkatleri çekmiştir.
Frengi ve AİDS gibi cinsel yolla bulaşan bazı hastalıklar beyindeki tesirlerini, bunamaya kadar varan
rahatsızlıklarla gösterir. Bu tür hastalıkların özellikle gayrimeşru münasebetlerle bulaştığı hatırlanırsa,
İslâmiyet’in fuhuş ve zinayı yasaklamasının bir hikmeti daha ortaya çıkmış olur. Ortaçağ’da Avrupa’yı
kırıp geçiren frengi salgınları İslâm ülkelerinde görülmemiştir. Günümüzün vebası kabul edilen AİDS
de ülkemizde oldukça düşük seviyelerdedir. Bu hastalıklardan korunmamızda mânevî değerlerimiz bize
eşsiz bir koruyucu kalkan olmuştur.
Çok yeme
Bunamanın bir sebebi olarak gösterilen, beyinde
aşırı amiloid birikimi ve bunun kandaki yüksek yağ
seviyesiyle bağlantısı, az yeme tavsiyesinin ne kadar
hikmetli olduğunu ortaya koymaktadır. Kan lipid seviyesinin yağlı yemek ve şişmanlıkla yakın münasebeti vardır. İslâm’da fazla yemek ve buna bağlı olarak
şişmanlık hoş karşılanmamıştır. Az yemenin, beyin
fonksiyonlarının korunmasındaki müspet rolü, araştırılması gereken bir husustur.
Alkolün yasaklanması
Alkol kullanımı; unutkanlık ve bunamaya sebep olabilmektedir. İslâm memleketlerinde alkol tüketimi
Batılı ülkelere kıyasla düşük seviyelerdedir.
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)
“Rabb’im, cimrilikten, ağır kanlılıktan, erzel-i ömürden (ihtiyarlığın son dönemlerindeki hafıza kaybı gibi
nâhoş hâllerden), kabir azabından, Deccal’in ve yalancı insanların iğfalinden, dirim ve ölüm fitnesinden
Sana sığınırım.” şeklindeki yakarışı, bizler açısından
bir rehber konumundadır. Bu tür rahatsızlıklardan Allah’a (celle celâluhu)
sığınmalı; gerek hâl gerekse kal diliyle
sürekli dua etmeliyiz.
[email protected]
EKİM 2014
448 429
M. Said GÜVEN
K
öşede bastonu, boynunu bükmüş duruyor.
Hemen yanındaki seccadede ve onun üstündeki tespihte de aynı hüzün. Bir ân esmer
parmaklarının arasından tespih tanelerin birer birer akışını görür gibi oluyorum. Kendi elleriyle
zeytin çekirdeklerinden yapmıştı tespihini. Çekirdekleri iyice temizledikten sonra, ateşte kurutur, sonra
da uç kısımlarını törpüleyerek düzleştirirdi. Artık
geriye, kızdırılmış ince bir şiş yardımıyla delikler açmak kalırdı. Gözlüklerini ara ara çıkartarak tespih
tanelerine ruhundan bir şeyler katmaya çalışır gibi
üfler, sonra kaldığı yerden devam ederdi. Sabır gerektiren bir işti bu; ama zaten türlü acılarla sınanan bu
adamların en büyük meziyetlerinden biri sabır değil
miydi? Şimdi bana düşen de budur; sabır…
İçimde yıkım var sanki. Bir toz kalkıyor. Bir şeyler göç ediyor olmalı. “Ayrılık” sözü ekşi bir tat bırakır
damağımda hep. Şu minderin köşesine ilişmeliyim
diyorum; hani çocukken beni yanına oturtup eskimez yazılı kitaplar okuduğu minderin köşesine…
Çocukluğumun masal diyarlarından olan bu odada
artık sadece hüzün hüküm sürmekte. Burada bir yabancı gibiyim şimdi.
EKİM 2014
429 449
Zamanla öğrendim oda adabını. Büyüklerin yanında diz üstü oturulurdu önce.
Meclisin yaşlılarından biri, “Oğlum rahat otur.” dedikten sonra el göğse götürülür
“Ellerinden öperim.” deyip rahat oturulurdu. Rahat oturmak dediysem, en fazla
edeplice bağdaş kurabilirdiniz.
Şehre indiğimde başlamıştı bu gariplik duygusu
aslında. Köy minibüsünü beklememiştim meselâ.
Otomobili vardı artık dayımın. “Yarım saat sonra evdeyiz inşallah.” demişti. Oysa ben köy minibüsünde
saatlerce beklemenin tadını özlemiştim. Benim en
eğlenceli oyun alanlarımdan biriydi o minibüsler.
Kadınlar dünyayı unutacak denli derin sohbetlere
daldığında koltuk araları ve şoför mahalli benim için
kâh muharebe meydanı kâh yarış pisti olurdu. Elbette bu yaşta minibüsün içinde koşuşacak hâlim yoktu.
Ben galiba o minibüsteki insanları özlemiştim. Kapı
ikide bir açılır, eşyalar yerleştirilir; sonra köyden
kim bilir hangi komşunun sabahın nurunda verdiği
sipariş hâlledilmek üzere tekrar gidilirdi. Saat dörtte
şoför gelirdi. Ama mutlaka gelmeyen birileri olurdu.
Kural netti: geride kimse bırakılmaz. Neden sonra ya
sırtında bir un çuvalıyla ya elinde bir gaz tenekesiyle
geç kalan yolcu çıkagelirdi. Oynayamayacak kadar
yaşlıyım; ama o insanları görmeye her zamankinden
çok ihtiyacım var.
Minibüs sadece bir köye yolcu taşımazdı. Yol
boyunca birkaç köye uğrardı. Yolcular indirilir, şofördeki emanetler teslim edilirdi. En son dedemin
köyüne giderdi minibüs. Dedemlerin köyü, aslında
üç evlik bir mezraydı. En yakın köye beş kilometre
uzaktaki mezra, kayalıklarla çevrili derince sayılabilecek bir vadinin girişindeydi. Türkçeye “Cingören”
diye tercüme edilebilecek “Cındi” isminin sebebi de
zannederim buydu. Evlerin karşısındaki yamaçta
bulunan mezarlığın yanından geçerken Fatiha asla
unutulmazdı. Değişmeyen bir diğer şey de annemin
nemlenen gözleriydi annesinin mezarına bakarken.
Minibüsten iner inmez doğruca dedemin odasına koşardım.
Odaya dâir ilk hatıram; odanın baş tarafında
EKİM 2014
450 429
bulunan dedemin minderine ilişme ayrıcalığının sadece bana ait olduğudur. Misafirler bile bu imtiyazı
elimden alamazdı. Dayılarımın ve teyzemin çocuklarının –yani diğer torunların- bu şehirli çocuğun
rahatlığını garipsemiş ve hattâ bir parça kıskanmış
olduğunu şöyle böyle hatırlıyorum. Odada misafirler
varsa, onlar kapının önünden bile geçirilmezlerdi.
Hasbelkader birisi girebilecek olsa da ancak kapının
kenarında oturabilirdi.
Zamanla öğrendim oda adabını. Büyüklerin yanında diz üstü oturulurdu önce. Meclisin yaşlılarından biri, “Oğlum rahat otur.” dedikten sonra el göğse
götürülür “Ellerinden öperim.” deyip rahat oturulurdu. Rahat oturmak dediysem, en fazla edeplice bağdaş kurabilirdiniz. Birkaç yaş büyük ağabeylerimin,
çoluk-çocuk sahibi koca adamlar olan dayılarımın
titizlikle yerine getirdiği bu davranışı biraz aklım ermeye başlayınca ben de yapmaya başladım. Tekkeye
giden bir dervişin eski hayatını temsilen elbiselerinden soyunması gibi bu “rahat oturma” seremonisi
de “dede odası” mektebine giriş adımıydı. Sonraki
merhale “hizmet”ti ve bu hakka birkaç yıl sonraki
tatillerde erişebilmiştim. Evin gelinlik kızlarının en
büyüğünün siniyle getirdiği yemekleri servis etmeyi 12–13 yaşlarında yapabiliyordum. Hem de bazen
15–20 misafire…
Yer sofrası için muşambayı sermek, çatalı kaşığı,
güzelim tandır lavaşını düzenli bir şekilde yerleştirmek benden sorulurdu. Sofra hazır olunca, misafirleri rahmetli dedem davet ederdi. Benim yerim belliydi,
sofranın en alt kısmı. İşim kolaydı aslında. Bir yandan yemek yerken diğer yandan, göz ucuyla, çorbası
biteni, su istemeye hazırlananı, ekmeği azalanı tespit
edebilmek için sofrayı gözlerdim. Misafirin ihtiyaç
duyduğu şey, o istemeden anlaşılmalı ve yerine ge-
Rahmetli dedem bir tabureye veya yüksekçe bir taşa oturur ve su yavaş yavaş dökülürken ihtimamla abdest alırdı.
Bu esnada bütün duaları belki de sırf
benim duymam için işitilebilir bir sesle
okurdu.
tirilmeliydi. Bu sofralar hiçbir okul sırasının öğrete­
meyeceği dersler verirdi. Edeplice nasıl yenir, yeme­
ğin en güzel kısmı niçin misafire ikram edilir, sofra
sohbeti nasıl olur, kendi yemeğini bitirme, misafirin
yemeği bitirişine nasıl denk getirilir gibi.
Misafirler çoğunlukla öğle vakti teşrif ettiğinden
ve yemek bu sebeple namaz öncesine denk geldiğin­
den sofra toplandıktan sonra namaz için hazırlıklar
başlardı. Abdest hizmeti de işlerimden biriydi. Bun­
ları benim yapıyor oluşumun bir tek sebebi vardı. Ak­
ranlarım tarlada çalışmaktaydı, bense tarlada çalışa­
mayacak kadar çıtkırıldım bir çocuktum.
Evin dışında olan tuvaletten (ki onlar, tuvalete
gitmek yerine “dışarı çıkmak” ifadesini kullanırlardı)
dönen dedemi ya da misafirleri, elimde ibrik ve om­
zumda kar beyazı havluyla beklerdim. Sonra asırlar
boyu, türlü tecrübelerle süzüle süzüle saflaşan halk
irfanının ayrı bir nezahet sahnesi yaşanırdı.
Rahmetli dedem bir tabureye veya yüksekçe bir
taşa oturur ve su yavaş yavaş dökülürken ihtimamla
abdest alırdı. Bu esnada bütün duaları belki de sırf
benim duymam için işitilebilir bir sesle okurdu. Ab­
dest alan kim olursa olsun değişmeyen tek şey vardı.
Sıra ayaklara geldiğinde ibrik elimden alınırdı ve o
güzel insanlar ayaklarını kendileri yıkarlardı. Böyle­
ce çocuk, bir yandan büyüklere hizmet etmek sure­
tiyle incelip olgunlaşırken diğer yandan hizmet ettir­
menin kibre dönüşmesini engelleyecek –sembolik de
olsa- güzel bir ders alırdı.
Çay sohbetleri apayrı bir fasıldı. Yine odanın en
alt tarafına oturur, misafirlerin çaylarını yudumla­
malarını gözlerdim. Çünkü boş bardağın misafirin
önünde beklemesi ev sahipliğine yakışmazdı. Çayı
geciktirsek, boşalanı gözden kaçırsak, hemen tatlı
sert uyarılırdık. Çayları tazeleyen, misafirin bardağı
tabakla temas eder etmez yerinden fırlamalıydı.
Ben gençliğimin ilk yıllarını yaşarken, dedem yet­
mişlerine varmak üzereydi. Bu sebeple, o sohbetlerde
konuşulan bazı şeyler daha sonraları yakın tarih ki­
taplarında okuyacağım şeyler olurdu. Meselâ, yirmi
yıl minarelerimize musallat olan, ruh dünyamızda
tamiri belki de bir iki nesil alacak yaralar açan “Tanrı
uludur…” faciasını ben, o talihsiz günleri bizzat yaşa­
yanlardan öğrendim.
O sohbetlerin asıl güzel tarafı, meclis adabı ve
üslûbuna dâir taşıdıklarıydı. Her şey, bugün televiz­
yon ekranlarında isminin önünde koca (!) unvanlar
bulunan bilim insanlarının yerine getirmekten aciz
oldukları bir incelikle tartışılırdı. Bir mevzuda, ken­
disinden büyük birinden farklı mülâhazası olan, iti­
raz cümlesine, “Ellerinden öperim.” veya “Ben senin
hizmetçin olurum.” gibi bir ifadeyle başlardı. Çoğu,
ilkokulu bile yarım yamalak okumuş, elleri ayakları
tarlada çalışmaktan şerha şerha ayrılmış, belki de az
önce ahırda hayvanlarının bakımından çıkıp gelmiş
bu adamların ulaştığı incelik ufku, bugün kaç sözde
aydında vardır? Olanlar da zaten yine bu gelenekten
beslenenlerdir.
Her mecliste olduğu gibi orada da cehaletine al­
dırmadan, dedemin o çok sevdiğim ifadesiyle, apur
sapur konuşanlar olurdu. Rahmetli, onlara haddini
bildirmek istediğinde, bazen beni kullanırdı. Çok
basit, bir konuda cahilane sualler sorulduğunda -bu
konuyu daha önce öğretmişse- bana dönüp “Sen ne
diyorsun?” derdi. Ben cevap verince de misafire dö­
nüp şöyle bir bakardı sadece. “Bu sorduğun, çocukların bile bilmesi gereken bir şeydir.” mesajını alan
misafir, sohbetin geri kalanında sesini çıkarmazdı.
Böyle anlarda esirgemediği tebessüm ise, benim için
dünyalara bedel bir “aferin” mânâsına geliyordu.
Zîrâ o;“Evlât mı tatlıdır, torun mu?” sorusuna, “Evlât
ağaçtır, torun meyve; elbet torun tatlıdır.” cevabını ve­
ren benim dedemdi.
Ve misafir uğurlama… Her birinin oturdukları sü­
rece evin içine doğru bakan ayakkabılarını tek tek çe­
virme, birer birer hepsinin elini öpme ve misafir iyice
uzaklaşana kadar bekleme… Her biri ayrı bir ders.
Beni en çok etkileyen, birbirine sarılarak helâlleşen
yaşlıların gözlerindeki “Acaba bir daha görüşebilecek
miyiz?” sorusu olmuştur.
Ah dedeciğim! Elleri öpülesi dedelerimiz! Sizler
ne büyük bir mekteptiniz. Bugünün modern eğitimi,
sizlerin, yabancı bir evin kapısını çaldıktan sonra
kapının açılmasını arkasını dönerek beklemedeki
ufkunuza yetişmekten acizdir. Ama biz, sizleri yalnız
bıraktık. Bunu yaparken de kendimizi nelerden mah­
rum ettiğimizin farkına bile varmadık. Sizler sözde
“huzurlu evlerde” yalnız ve münkesirken, çocukla­
rımız köksüz yetişmekte. Aldatıcı ışıkların peşinde
pervaz edip duruyorlar. Hâlbuki onlar için en güzel
örnekler bir zamanlar yanıbaşımızdaydı.
Derin bir nefes alıp her evde bir dede odası hayal
ediyorum. Dalga dalga bir incelik yayılıyor memleke­
timin üzerine, içim ısınıyor.
Yanıbaşında bir ses: “Haydi, misafirler geldi.” di­
yor. Rahmetli dayımın, uzun kış gecelerinde bize oku­
duğu, eskimez yazılı bir Muhammediye’nin yıpranmış
cildini sevgiyle okşuyor bakışlarım, odadan çıkıyoruz.
Tam karşımızda henüz kapatılmış bir kabir…
Dedeciğim! İlk defa senden dinledi­
ğim bir hikâyenin sonundaki mısradır
şimdi dudaklarımdan dökülen: “İyi insanlar, iyi atlara binip gittiler…”
[email protected]
EKİM 2014
429 451
Âtıf Hoca, şapka kanunu çıkmadan yaklaşık bir buçuk yıl önce yazdığı kitaptan dolayı vatana ihanet
suçu ile yargılanıyordu. Âtıf Hoca mahkemede gayet sakin bir şekilde net cevaplar verdi. Hoca net ve
kendinden emin cevaplar verdikçe mahkeme heyeti
başkanı Ali Çetinkaya geriliyordu.
“B
Sedat YÜREKLİ
EKİM 2014
452 429
ugün Karadeniz vapuru ile İstanbul’a getirildim. İstiklâl
Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul’a geldi.
Giresun’da vukua gelen bir hâdisede kitap dolayısıyla beni
alâkadar zannettiler. Bilâhare alâkam olmadığı tebeyyün
eyledi. Orada olan sû-i zandan halâs oldum. İnşallah burada da halâs
olurum da yakında kavuşuruz.” Çileli bir hayat yaşayan Âtıf Hoca yazdığı son mektubunu bu cümlelerle noktalamıştı.
1876 yılında Çorum’un İskilip ilçesinin Toyhane köyünde dünyaya
gelen Mehmet Âtıf, ilk tahsilini köy camisinde yaptı; kısa sürede hafızlığını tamamladı. O günlerde İskilip, ilim-irfan merkeziydi. Dedesi Hasan
Efendi’nin maddî-mânevî desteği ile İskilip’e giden Mehmet Âtıf, Caca
Bey Medresesi’ne kayıt yaptırdı. Kısa sürede medrese hayatına alışan
Mehmet Âtıf, çalışkanlığı, başarı ve disiplini ile arkadaşlarına örnek olmuş, hocalarının takdirini kazanmıştı.
Mehmet Âtıf bir taraftan Arapça, hadîs, fıkıh,
kelâm dersleri görüyor, diğer yandan rüştiyeye devam
ediyordu. Nihayet medrese ve rüştiyeden başarılı bir
şekilde mezun oldu. Mehmet Âtıf İstanbul’a giderek
tahsiline devam etmek istiyordu. Henüz 19 yaşında
olan Mehmet Âtıf, bir sabah vakti hayalindeki şehir
İstanbul’a doğru yola çıktı.
İstanbul’a gelir gelmez Fatih Medreseleri’ne kayıt
yaptırdı, 26 yaşında Fatih Medreseleri’nden mezun
oldu. Vakit kaybetmeden Darülfünun’un İlâhiyat şubesine yazıldı. Bu arada medrese hocalığı için açılan
imtihanı kazanarak, Fatih Medresesi’ne müderris
oldu. 1904 yılında ise aslen Safranbolulu olan Fatma Zahide Hanım ile evlendi. 1905 yılında Darülfünun İlâhiyat şubesini bitiren Mehmet Âtıf, Kabataş
Lisesi’ne Arapça öğretmeni olarak atandı.
İttihat ve Terakki üyeleri, Âtıf Hoca’nın okul ve
medresede talebeler tarafından sevilmesinden, yaptığı sohbetlerin tesirlerinden rahatsız olmuşlardı. Kendisinden kurtulmak için Şeyhülislâm’a sürekli şikâyet
mektupları yazıyor, bu da yetmezmiş gibi yakından
takip ettiriyorlardı.
Hayatını bir kısım insanların gözetiminde yaşamak istemeyen Âtıf Hoca, bir arkadaşının daveti
üzerine Kırım’a gitti (1906). Arkadaşı ve Kırım halkı
tarafından çok sıcak karşılanan Âtıf Hoca’nın burada
yaptığı sohbet ve dersler yoğun ilgi görüyordu. Kırım
halkı tarafından çok sevilen Âtıf Hoca’ya Kırım Evkaf
Nazırlığı teklifi yapıldı. Fakat kendisi bu teklifi nazik-
çe geri çevirdi. Çünkü o, hep İstanbul’u özlemekteydi.
İstanbul’dan ayrı kaldığı günlerde ilim meclislerindeki münazaralı sohbetler gözünde tütmekteydi. Nihayet dönüş için yola çıktı. İstanbul’a geldikten bir hafta
sonra 2. Meşrutiyet ilân edildi (1908) ve Âtıf Hoca 1910
yılında Medaris müfettişliğine getirildi.
Âtıf Hoca aynı zamanda gazete ve dergilere makaleler yazıyordu. Yazdıkları hem ülke içinde hem de
Arap coğrafyasında büyük yankı uyandırıyordu.
Âtıf Hoca’nın yazıları en çok Beyanül’l-hak, Sebilürreşat, Mahfel mecmuaları ile Alemdar gazetesinde
çıkmıştır. Sebilürreşat mecmuasında Mehmet Âkif,
Bediüzzaman Said Nursî, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Sencer Kuşçubaşı ve Eşref Edip ile istişarelerde
bulunurdu.
Mehmet Âkif, İskilipli Âtıf Hoca’yı çok sever; ilmini, gayret-i diniyyesini ve ahlâkını takdir eder ve ayrılırken onu “biraderim” diyerek kucaklar ve alnından
öperek yolcu ederdi.
31 Mart Vakası’nda bir gazetede çıkan yazısından
dolayı tutuklandı ve bir hafta cezaevinde kaldı. Bu,
Âtıf Hoca’nın ilk cezaevi tecrübesidir. Âtıf Hoca daha
sonra Sinop’a sürgüne gönderildi.
Aksiyoner bir kişiliğe de sahip olan Âtıf Hoca arkadaşları ile “Teâli-i İslâm Cemiyeti”ni, 1920 yılında
ise Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Saffet Efendi ve
Bediüzzaman Said Nursi ile “Müderrisler Cemiyeti”ni
kurdu.
Âtıf Hoca makaleleri yanında yazdığı kitaplar ile
de sahasında otorite kabul edildi. 12 Temmuz 1924’e
kadar 9 kitabı çıkmıştı. O gün neşredilecek kitabının
adı ise “Frenk Mukallitliği ve Şapka” idi. Âtıf Hoca kitabında özetle “Gayrimüslimi taklit şeriat nazarında
caiz değildir.” diyordu.
Kitap neşredildikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra 1
Kasım 1925’te “Şapka İktisası” (şapka giyilmesi) kanunu çıkmıştı. Buna göre amir, memur, mebus, köylü, şehirli herkes şapka giyecekti. Kanuna muhalif duranlar
derdest edilip nezarete konuldu. Birçok resmi yetkiliye
göre Âtıf Hoca isyanların baş sorumlusuydu. Hâlbuki
kanun çıktıktan sonra ne kanuna muhalif bir beyanda
bulunmuş, ne de halkı isyana teşvik etmişti. Bilakis
kanunlara uyma ve asayişi bozmama konusunda insanlara telkinlerde bulunuyordu.
9 Aralık 1925 akşamı polisler Âtıf Hoca’nın Laleli’deki evine geldiler. Akşam ezanı henüz okunmuştu.
Âtıf Hoca akşam namazını kıldıktan sonra polisleri
eve buyur etti. Kütüphaneyi ve evi didik didik arayan
polisler, kanunî olmayan hiçbir doküman bulamadı.
Zaten “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabı da devletten izin alınarak basılmıştı. Birkaç kâğıt parçasıyla
İskilipli Âtıf Hoca’nın Tesettür-i Şer’i isimli
kitabının orjinal baskısının ön kapağı.
EKİM 2014
429 453
aşağıya inen polisler, Âtıf Hoca’yı ellerinde herhangi
bir belge olmadığı hâlde karakola götürdüler.
Âtıf Hoca’yı buz gibi soğuk ve rutubetli bir hücreye
koydular. Namaz kılmak için uygun bir yer aradı; fakat
ne yerler temizdi, ne de yanında seccadesi vardı. Elleri ile hücrenin taş parkelerini temizledi ve sırtındaki
paltosunu seccade yaparak yatsı namazını eda etti.
Âtıf Hoca hapishaneleri ceza yeri olarak değil, birer
medrese-i yusufiye olarak görüyordu. O geceyi ibadet
ü taat ile geçiren Âtıf Hoca, birkaç gün sonra Eser-i Cedid vapuru ile Giresun’a gönderildi.
İstiklal Mahkemeleri duruşmaları başlamıştı. Aynı
mahkemeden İstanbul’da da var olmasına rağmen
şehir şehir dolaştırılarak âlim bir zâta psikolojik işkence yapıyorlardı. Şapka kanununa muhalif bütün
sanıklar, duruşma salonuna getirilip Âtıf Hoca ile tek
tek yüzleştiriliyordu. Sanıkların tamamına Âtıf Hoca’yı
tanıyıp tanımadıkları ve hakkında neler bildikleri soruluyordu. Fakat hemen hepsinden aldıkları cevaplar
aynıydı: Dini bilgisi yüksek, gayretli bir dindar, âlim ve
yazar. Sonunda mahkemede beraat etti.
Âtıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyeti ile İstanbul’a
getirildi. Hanımı ile birkaç dakika da olsa görüşmek
için müsaade istedi; fakat beklediği cevabı alamadı.
Ancak Âtıf Hoca’nın kitaplarını okuyan ve derslerine
de katılan bir asker, birkaç dakikalığına da olsa hanımı ile ayaküstü görüşmesine yardımcı oldu. Bu, Âtıf
Hoca’nın refikasını dünya gözü ile son görüşü oldu.
İstanbul’da çok kısa kalan Âtıf Hoca beraat etmesine rağmen serbest bırakılmadı ve birkaç gün sonra
Ankara’ya gönderildi. Necip Fazıl’ın dediği gibi onu
mahkûm edebilmek için “Halis dindar olmak kabahati
yüzünden asılacaksın!” demekten başka çareleri yoktu. Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne konuldu. Burada bulunduğu süre zarfında hatm-i şerîfler indiriyor, namaz
sonrası uzun uzun âlem-i İslâm için dua ve tazarrularda bulunuyordu. Âtıf Hoca’nın koğuşu âdeta medreseye dönüşmüştü, her namaz sonrası mahkûmlar ile
sohbet yapıyor, kitaptan dersler okuyordu. Cezaevinde bulunduğu süreyi hizmet duygu ve düşüncesiyle
değerlendirmeye çalışıyordu.
Âtıf Hoca, şapka kanunu çıkmadan yaklaşık bir
buçuk yıl önce yazdığı kitaptan dolayı vatana ihanet
suçu ile yargılanıyordu. Âtıf Hoca mahkemede gayet sakin bir şekilde net cevaplar verdi. Hoca net ve
kendinden emin cevaplar verdikçe mahkeme heyeti
başkanı Ali Çetinkaya geriliyordu. Mahkeme heyeti,
sanıklara hakaretler yağdırıyor, onur kırıcı sözler söylüyordu. Sanıklar bugüne kadar hiç muhatap olmadıkları davranışlar ile karşılaşıyordu. Zaten sanıkların birçoğu din âlimiydi. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi
ve Adana Müftüsü Münir Efendi de aynı mahkemede
yargılanmış, birisi idam edilmiş, diğeri ise kürek cezasına çarptırılmıştı.
Mahkeme heyeti başkanı, Âtıf Hoca’ya; “Senin gibi
adamlara bir iki soru sorduktan sonra cezasını vermeEKİM 2014
454 429
Âtıf Hoca son gece sabaha kadar müdafaa yazdı, bir ara uyuyakaldı. Uyanır
uyanmaz müdafaasını yırtıp çöpe attı.
Kendisine bu davranışın sebebini soran
Darendeli Hafız Hüseyin Kihtir’e şunu
anlattı: “Hafızım, Efendimiz’i (sallallahu
aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm ve
bana şöyle seslendi: ‘Âtıf, ne oluyor?
Nedir bu müdafaa sevdan? Bize gelmek istemiyor musun?’”
li!” diyordu. Savcının hâkimlere verdiği iddianamede
idam cezası değil, Âtıf Hoca’nın kürek cezasına çarptırılması isteniyordu.
26 Ocak 1926 günü duruşmalar sona erdi. Âtıf Hoca
koğuşta derslere devam ediyordu. Bunları yaparken
cezaevi yetkililerinden azarlar işitiyordu. Fakat bunların hepsini imtihan olarak görüyor hepsine rıza gösteriyordu. Çünkü biliyordu ki, Hakk yolunda burada çekilen sıkıntı ve ızdırapların mutlaka bir karşılığı vardı.
Hele O’nun (celle celâluhu) rızasını düşündükçe hepsi
ona şeker şerbet geliyor, bu vazifeyi bir lütuf olarak
görüyordu.
Âtıf Hoca son gece sabaha kadar müdafaa yazdı,
bir ara uyuyakaldı. Uyanır uyanmaz müdafaasını yırtıp çöpe attı. Kendisine bu davranışın sebebini soran
Darendeli Hafız Hüseyin Kihtir’e şunu anlattı: “Hafızım, Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) rüyamda
gördüm ve bana şöyle seslendi: ‘Âtıf, ne oluyor? Nedir
bu müdafaa sevdan? Bize gelmek istemiyor musun?’”
4 Şubat 1926’da Ankara’da şafak sökerken, müezzinin o enfes sesine gardiyanın ürperten sesi karıştı:
“İskilipli Âtıf Hocaaaaaaa!” Hoca çok mütevekkildi, metanetini muhafaza ediyordu ve ağır adımlarla
“Sevgili”ye yürüdü.
İskilipli Âtıf Hoca’yla ilgili olarak Üstad Bediüz­
za­man’ın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey
şunları söylüyor: “Büyük Doğu dergisinde İskilipli Âtıf
Hoca’nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım Üstad gözyaşlarını siliyordu.
Bir zaman, Üstad’ın ziyaretine Abdulmecid Efendi
diye birisi gelmişti. Parmaklarında hiç tırnak yoktu.
Üstad bunun sebebini sordu: ‘Âtıf Hoca hakkında soruşturma yapılırken hepsini çektiler.’ dedi. Bunun üzerine Üstad hıçkırıklarla ağladı.”
Necip Fazıl’a göre İskilipli Âtıf Hoca, Türk engizisyon sürecinin adalet kisvesi altında işlediği cinayetin
çarpıcı örneklerinden biriydi.
Nureddin Topçu ise hâdiseyi, “İskilipli Âtıf Efendi
yazdığı bir kitap yüzünden idam edilmiştir. Âtıf Hoca
gibi Esat Erbilli ve Müftü Ali Rıza Efendi, millete gözdağı vermek ve sindirmek için zulmen idam edildiler.
27 Mayıs 1960 askerî darbesinde
Başbakan asanlar İstiklâl Mah­
kemesi’nin yanında yunmuş yıkanmıştır.” cümleleriyle anlatmıştır.
Âtıf Hoca idam edildikten sonra, yıkanmadan ve cenaze namazı
kılınmadan Mamak Kimsesizler
Mezarlığı’na defnedildi. Yıllar
sonra aile üyelerine Âtıf Hoca’nın
mezarının taşınması gerektiği
söylendi. Aile fertleri ise, devlet
yetkililerinden korktuklarından
bir cevap veremiyordu. Çünkü
Âtıf Hoca’ya uygulanan zulüm ve
işkence ile bütün akraba ve arkadaşları sindirilmişti. Âtıf Hoca’nın
idamından sonra eşi Zahide Hanım ve kızı Ayşe Melahat kimsesiz
kaldı. İstanbul’da bir gayrimüslim
topluluğun saldırısına uğrayan
aile, Âtıf Hoca’nın doğduğu köye,
Toyhane’ye döndü.
Âtıf Hoca’nın yeğenlerinden
Bahattin İmal Hoca anlatıyor:
“Âtıf Hoca’nın idamından sonra,
aile daha fazla zarar görmemek
için sürekli olarak devletten uzak
durdu. Tabir yerindeyse ailenin izi
kaybettirildi. Nüfus müdürlüğünde
bir memur biz sıkıntı çekmeyelim
diye kayıtları değiştirmiş. Soyadı
kanun çıktığı yıllarda bütün köyün
kütüğü değiştirilmiş. 1954 yılında
Ankara’daki mezarlığın yeri değişeceği zaman ‘Gelin mezarınızı taşıyın.’ diye köye zabit göndermişler.
Ancak hiç kimse korkudan gidip
mezarı alamamış. Çünkü İskilip
halkı ve bütün köylü sindirilmiş.”
Âtıf Hoca’nın Mamak Kimsesizler Mezarlığı’ndaki kabri, uzun
gayretler sonunda 2004’te bulunmuş ve bu mezarda yatanın kendisi
olduğu DNA testi ile belirlenmiştir.
Sonra da kemikleri İskilip’e taşınmıştır.
s.yurekli@sizinti com.tr
İşaretler farklı farklı şaşırıyor insan,
Rehbersiz yola çıkan aldanır bana inan;
Bugün binler, yüz binler rehbersizliğe kurban,
Ve keyfe gelip ziller takmış oynuyor şeytan...
Kaynaklar
- Mehmet Sılay, İskilipli Âtıf Hoca, Düşün Yayınları, 2010, İstanbul.
- Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din
Mazlumları, Büyük
Doğu Yayınları,
2007, İstanbul.
- M. Fethullah Gülen,
Fasıldan Fasıla–1,
1997, İstanbul.
EKİM 2014
429 455
Prof. Dr. Arif SARSILMAZ
Ortak Biçim, Plân Paylaşımı ve Fraktal Geometri
Alman matematikçi Johannes Kepler (1571–1630),
Allah’ın (celle celâluhu), mahlûkatı benzer geometrik şekil ve nesnelerin devamlı tekrarıyla yarattığını
düşünmüştür. Mahlûkatın inşasına bakıldığında,
bunlarda varlığın her formunun temelini teşkil eden
temel geometrik kaideler ve tekrarlanan desenler görülür. Ancak, icraatını kendi yarattığı kaide ve prensiplerle bile sınırlamayan Allah (celle celâluhu), her
zaman istisnalar yaratmaktadır. Bütün yarattıkları
mükemmel olsa bile O (celle celâluhu), bu mükemmellikleri, yakın plândan bakıldığında bazı sıra dışı
(fakat asla kusur olmayan) icraatlarla perdelemiştir. Resmin bütününe hikmet nazarıyla bakıldığında, devamlı zenginleşip yenilenen, sonsuz çeşitteki
formlarla ifade edilen, canlı-cansız bütün varlıklarda
kendini gösteren müthiş bir icraatın aksamadan işlediği görülür. Romalı bir tarihçi olan Gaius Sallustus
Crispus (MÖ 86–35), bu hakikati; “Harmoni, küçük
şeyleri büyük yapar. O olmazsa, büyük şeyler çöker.”
sözleriyle ifade etmiştir.
Altıgenimsi yapılarıyla kar taneleri, doğurgan 6 sayısı ile yaratılan sonsuz çeşitliliğin harikulâde
bir misâlidir.
Resim-1
EKİM 2014
456 429
Her seviyede paylaşma
Milyonlarca varlık formunu netice veren yaratma sürecindeki dinamik sistemde, spiral yapı veya düzenler genellikle ortaktır. Varlıkların alacağı nihai şekil,
kullanılan parçalardan tahmin edilebilir; enteresan
olan, geometrik şekillerin bir kombinasyonu gibi,
kendini tekrarlayan bir mantık içerisinde yaratılmasına rağmen, sınırlı prensip ve esaslarla sınırsız çeşitliliğin nasıl mümkün olduğudur? Yaratılış sürecinde,
varlıklardaki ortak biçim ve formların, atomların basit kombinasyonlarından başlayıp (molekül, organel,
hücre, doku vs.), daha kompleks kademelere geçmek
suretiyle, şu ânki çeşitlilik seviyesine geldiğini görüyoruz. Her varlık seviyesinde ve hakikatin her yüzünde, belli geometrik biçimleri ve matematikî ölçüleri
görebiliyoruz.
Dikkat edilirse, sosyal davranışlarda, ses frekansında, gezegenlerin hareketlerinde, hücre yapısında
ve anne rahmindeki yaratılışta geometrik desen ve
ölçüler görülebilir. İnsan yüzünde olduğu gibi, bir
çiçekte, bir kuşta, bir böcekte, velhasıl her mahlûkta
ölçülü şekil ve simetriyle vurulmuş Yaratan’ın (celle
celâluhu) mührü okunur. Mahlûkattaki
bu ölçü ve simetri, cetvel ve pergel ile çizilmiş gibi net değildir; daha karmaşık bir
görünüm arz eder. Bu tarz bir biçimlendirme, hem yaratılıştaki tercih ve iradeyi
imtihan sırrı olarak perdeler, hem de İlâhî
ilmin uzay ve zaman koordinatlarındaki
sınırsızlığını gösterir. Meselâ, insan yüzü-
Düzenli üçgen, kare ve altıgen mozaikler
Resim-2
nü ele alalım. Milyonlarca insanın alın bölgesi, kaş
çizgisi, burun uzunluğu, ağız ve göz yerleşim mesafeleri, çene genişliği, kulak hizaları vs. benzer bir
geometriye tâbi olduğu hâlde, her insanın yüzünün
farklı oluşu, bütün yarattıklarını bilen ve her birine
ayrı ayrı mühür vuran bir Yaratıcı’yı (celle celâluhu)
gösterir (Resim-1).
üçgenlerden (3), karelerden (4) veya altıgenlerden (6)
meydana gelir (Resim-2). Yarı-düzenli mozaiklerde
çeşitli düzenli çokgenler kullanılır, bunlar sekiz tanedir. Çokgenlerin tepe noktasındaki düzenlemeler birbiriyle aynıdır. Kenar kenara mozaikler daha az düzenlidir; yakın döşemeler ise, kenarlarda tamamen
paylaşılır (Resim-3).
Mozaiklerdeki basit biçimler
Ortak biçimler nasıl paylaşılıyor?
Mozaikler; tekrara ve periyodiğe dayanır. Mozaikler,
dört sayısına ve kare şekline bağlı en temel biçim
oluşturma sürecidir. Tek bir parça, kendinde bir değişme olmadan diğer parçalarla birleştirilir ve ikiye
katlanmış olur. Düzenli mozaikler son derece simetriktir. Sadece üç düzenli mozaik vardır, eşkenar
Tekrarlayan geometrik biçimlerin paylaşılmasıyla teşkil edilen desenlerin ortaya çıkışında, aynı geometrik
şeklin paylaşılarak farklı desen oluşturmasında dönme (rotasyon), yansıma, geçiş ve ölçeklendirme
olarak isimlendireceğimiz temel esaslar ve daha ziyade bunların kombinasyonları
Kelebek kanatları yansıyan
uygulanır. Meselâ, “kaydırma ortak biçim paylaşımına
yan­s ıması” bir doğru üzerinde bir örnektir.
kay­dırma ve yansımanın kombiResim-5
nasyonudur. Biçimler bir düzlem
veya katı bir cisim üzerinde iki
veya üç boyutlu görünebilir.
Dönme: Dönmenin merkezi
olarak adlandırılan sabit bir noktanın etrafında parçalar “döner”.
Her türlü dönme mümkündür;
ancak 900 ve 1800 dereceler en
yaygın olanlardır. Mekân içindeki üç boyuttaki dönmeler, kare
düzlemi ve bir dairenin merkezindeki, “bağlantı göbeği” olarak
adlandırılan dönmeyi ve spiral
teşkil edilmesini mümkün kılan
bir çizgide ilerler (Resim-4).
Resim-6
Yansımalar: Bir parçayı o­nun
aynadaki görüntüsüne dönüştüren simetridirler. İki boyutlu yansımanın görülmesi
için bir çizgi şeklinde yansıma
Resim-4 ekseni gerekir. Üç boyutlu yansımalar için ise bir düzlem gerekir (Resim-5).
Ölçeklendirme: Geometrik
bir biçime sahip parçalar, düzenli veya düzensiz bir şekilde
bütün yönlerde büyütülür veya
küçültülür.
Aynı mozaik biçimin 3 farklı misali
Dönme (rotasyon) ortak biçim paylaşımı
Resim-3
EKİM 2014
429 457
Paylaşma: Bu tarz biçimlendirmeye düzensiz ölçeklendirmenin bir
yan tesiri denebilir (Resim-6).
Öteleme: Desen kazandırır. Herhangi bir ölçekteki geometrik parça,
bir düzlem üzerinde hareket ettirilir
ve sonsuz kere tekrar edilebilir.
Ağaçlar; köklerinden,
yapraklarındaki damarlara,
ora­dan dallarına ve minik
sürgünlerine kadar ölçeklendirmiş fraktalları gösterir.
Simetri ve denge
Simetri (sym: ortak, aynı; metria:
ölçme); “birlikte ölçme” mânâsına
gelmektedir. Tersi, asimetridir. Simetriler hayatın her ölçeğinde görünür. Canlıların anatomilerinde, bitki
ve hayvanların organlarında, büyüme biçimlerinde
farklı simetri tipleri görülür. Hayatın düzenlenmesinde, içtimâî hâdiselerin birbirini tetiklemesinde, hareket biçimlerinde (sürü hâlinde bir yere akın eden
arılarda, göçen kuşlarda veya balık sürülerinde),
hattâ insanların haberleşme ve irtibat tarzlarında
bile simetrinin değişik tiplerini müşahede ederiz. Simetrinin, gerçeklik tecrübelerimize kararlılık, düzen
ve mükemmellik getirdiğine dâir bir idrakimiz vardır.
Bu sebepten, ölçülü biçimlerin ve simetrinin kullanıldığı çevrelerde kendimizi karar kılmış ve kontrol
altında hissederiz. Ahenksiz (yani asimetrik) çevreler
rahatsızlık vericidir. Bu yüzden insan, ortaya koyduğu eserlerde simetri ve düzen olması için gayret gös-
Ayçiçeği gibi ananas ve yıldız çiçeği de çift spiral oluşumların örneklerindendir.
Resim-7
terir. Simetriye olan temayülümüz ile simetrinin düzen ve denge sağlayıcı olduğuna dâir algımız; bizlerin neden sembollerde, mimaride ve estetikte simetri
kullanmaya çalıştığımızı izah eder mahiyettedir.
Fraktalların tanımı
Fraktal; “parçalara ayrılabilen ve her parçası bütünün küçültülmüş bir kopyası olan kabataslak veya
parçalı şekil” mânâsına gelir. Bu hususiyete özde
benzerlik de diyebiliriz. Lâtince, “kırılmış, çatlamış”
mânâsına gelen fractus kelimesinden türetilen fraktal; biçimlerde, büyütme veya ölçeklendirmede kullanılır. Fraktal, “ölçekleme değişmezi” olarak bilinen
bir tesirle görüntü verir.
Fraktal geometri, bir terim olarak ilk defa Fransız matematikçi Benoît Mandelbrot tarafından
1950’lerin sonlarında, Tabiatın Fraktal Geometrisi
adlı eserde kullanılmıştır. Mandelbrot; bulutlar, dağların kıvrımları, karnabahar, brokoli ve ağaç dalları
gibi düzensiz görülen varlıklar üzerinde çalışırken,
bunların ortak bir özelliğe sahip kılındığını fark etmiştir. Bu biçimler; küçülen ölçekler şeklinde, daha
aşağıdaki yukarıdakine, yukarıdaki de aşağıdakine
benzemektedir. Diğer bir ifadeyle “bütün parçaya,
parça bütüne benzer” prensibine uygun şekilde tekrarlanmaktadır. Meselâ, brokolinin küçük bir çiçek
dalı, brokolinin tamamına benzemektedir; küçük bir
taş, bir dağın küçük ölçekli bir versiyonudur; dalların uçlarındaki daha ince dallanmalar bir ağaca benzemektedir; kan damarları ile nehirlerin dallanması
arasında da bir benzerlik vardır. Formların daha düzensiz hatları oldukça, fraktal geometrileri de artar.
Geometri, tekrarlamaya uğrayan denklemlerden elde
edilmiştir. Çoğunlukla bütün büyütme seviyelerinde
benzer görünen fraktallar sonsuz derecede kompleks
olarak düşünülür.
Resim-8
Tabiattaki çift spiralli sarmallar
Zıt yönlerde hareket eden iki spiralden meydana gelen biçimler; tabiatta, bilhassa çiçeklerde yaygındır.
Bunun en tipik misâli zıt yönde hareket eden logaritmik eşit açılı ayçiçeğidir (Resim-7).
EKİM 2014
458 429
Mandelbrot serisi
Resim-9
Koch Eğrisi
Koch eğrisi
En basit fraktal şekillerden birisi, kar tanesi eğrisi
veya diğer adıyla Koch eğrisidir. Bir çizgi 3 eşit parçaya bölünür ve eşkenar üçgenin 2 kenarı, merkezî kısmı yeniden yerleştirmek için kullanılır. Bu süreç, kar
tanesi oluşuncaya kadar gittikçe küçülen ölçeklerde
devam eder (Resim-9).
Dönen simetri
Fraktalların mühim bir özelliği de, kendisinin
Dönen simetride, dönme ekseni boyunca bir geçiş
aynı deseni tekrarlamasıdır. Cismin şekli, onun hervardır. Bir parça, aynı ânda rotasyon ekseni boyunca
hangi bir parçasında mevcuttur. Fraktalı yakınlaştıbaşka bir hızda dönerken -yahut onu ötelerken- aynı
rıp uzaklaştırdıkça bu desenler sürekli birbirini tek­
ânda sabit açılı bir hızda da döner. Bu iki hareketin
rarlar. Bazı frak­ Resim-10
kombinasyonu sarmal açı meydana getirir. Eğer partallarda tekrarları
çayı hızlı hareket ettirir ve yavaş bir şekilde de ötelerarasındaki ben­
seniz, sarmal açı 0 dereceye yakın olur. Yavaş dönme
zer­lik ilk bakışta
ve hızlı öteleme ise 90 dereceye yakınlaşan sarmal
anlaşılmayabilir.
açı oluşturur.
Bu durumda matematikçiler frakJulia serileri ve Mandelbrot serisi
talın kaç boyutlu
Julia serileri; 1980’lerde Mandelbrot tarafından, eserolduğunu be­­lir­­le­
leri gün yüzüne çıkarılan Fransız matematikçi Gasmek için istatistik
ton Julia’dan ismini almıştır. Julia serileri, kompleks
bakımından teksayılardan meydana gelen fraktallardır. En üst sevirarlara bakarlar.
yedeki seri, Maldelbrot serisidir. Bunun birkaç basit
Basit fraktallar bir
kaideyle meydana getirilen en kompleks matematik
boyutlu olurken
objesi olduğu söylenir. Fraktalların çeper çizgilerini
karmaşık fraktaltakip etmek ve onların çevrelerinin büyümesini inceBir kaktüs, kendinin küçük versilar iki veya daha yonları şeklinde yayılmaktadır.
lemek büyüleyicidir. Çevre uzunluğu arttıkça, her zafazla boyutlu olur.
mankinden daha kompleks şekiller ortaya çıkar. SpiFraktallar sonsuza kadar büyüyebilir ve kendini tekrallerin içerisinde daha küçük spiral ve girdapların
rar
edebilir. Hepsi de aynı nesne veya sayılar kümeortaya çıkışı; nakış içindeki nakışlar; onların içinde
sinden
bir algoritmaya (kural ve kaidelere) bağlı olade ortaya çıkan daha küçük nakışlar… Bütün bunlar,
rak
teşkil
edilir.
her seviyede hükümferma olan sonsuz kudret sahibi
Resim
10’da gösterilen bitki, kendi içerisinde kenbir Nakkaş’ın (celle celâluhu) varlığını gösterir. Bu
dinin
daha
küçük versiyonlarını barındırır. Tabiatı
şekilde bütün Mandelbrot serisinin küçük kopyaları,
taklit etmek her kültürde vardır. Ana zemin içerisinbirbirleri içinde gizlenmiş olarak görünür (Resim-8).
deki basit geometrik biçimler de iç içe yerleştirilebilir. Sonsuz derecede küçültme ve büyütme oranları
Sonsuz komplekslik
kullanılarak ölçeklendirilebilir. Sayısız varyasyon ve
Bir dereceye kadar fraktallardan yaratılmış nesneler;
permutasyonda kullanılabilir ve hâlâ kendi hakikatibulutları, sıra dağları, yıldırımları, kıyı şeritlerini,
ni koruyabilir.
kar tanelerini, sebze ve bitkilerin yüzeyindeki biçimÖzetlersek; hiçbir varlık tek şekil, tek plân ve tek
leri kapsar.
motiften ibaret değildir. Canlı-cansız her mahlûk, iç
içe katlanmış, birbiri içinde gizlenmiş ve perdelenmiş sonsuz
Fraktal bir düzlem, karelerden meydana getirilmiştir ve daha sonra Pisagor olarak adlandırılmıştır.
sa­y ı­d a üretilebilecek nakıştan
Çünkü birbirine değen her üç kare, Pisagor teoremini açıklamak için geleneksel olarak kullanılan
iba­rettir. Allah’ın (celle celâluhu)
konfigürasyonda bir dik üçgen meydana getirmektedir.
sanatının, hikmetinin, ilminin ve
kudretinin sonsuzluğunu anlamak
i­çin fraktalların her
sahadaki bilim a­da­
mına kazandıraca­
ğı bakış açıları vardır.
[email protected]
EKİM 2014
429 459
SAĞLIK - BİLİM - TEKNOLOJİ
Hazırlayan: Prof. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, S. Rıza Sayın
[email protected]
Sağlıklı Alışkanlıklar, Yaşlanma Belirtilerini Yavaşlatabilir
E
gzersiz, sağlıklı diyet ve iyi uyku; vücudu, stresin menfî tesirlerine karşı koruyup,
yaşlanmayı hücre seviyesinde yavaşlatabilir. Kromozomlarımızın uçlarında bulunan
telomerler, hücrenin yaşlanma hızına tesir eder.
Telomerler kısalıp bütünlükleri zayıfladıkça, hücre
yaşlanır ve daha hızlı ölür. Bu tip hücre yaşlanması,
kalb hastalıkları, Alzheimer ve kanser gibi yaşlılıkla
alâkalı hastalıklarla da beraberdir.
Sigara içmeyen 239 yaşlı kadının katıldığı bir
çalışma, stresli hâdiselerin telomerlerin daha hızlı
kısalmasına yol açtığını gösterdi. Yaşlı kadınlar, aktif bir hayat tarzı içinde olup, doğru beslenip doğru
uyuduklarında ise, bu tesir büyük ölçüde ortadan
kalktı. Çalışmanın neticeleri Molecular Psychiatry
dergisinde yayımlandı. Araştırma sadece kadınlar
üzerine yapılmış olmakla beraber, telomer kısalmasının umumiyetle daha hızlı olduğu erkeklerde aynı
tesirin fazlasıyla ortaya çıkacağı tahmin edilebilir.
(HealthDay News ve WebMD News from HealthDay
29.07.2014))
K
Uyku Mahrumiyeti, Hafıza Kaybına Yol Açabilir
aliforniya Üniversitesi araştırmacılarının
yaptığı bir çalışmaya, yüzden fazla öğrenci
katıldı. Bu öğrencilere, bir cinayetle alâkalı
fotoğraflar gösterildi. Fotoğraf gösterilmeden önceki veya gösterildikten sonraki geceyi uykusuz geçiren öğrenciler, geceyi uyuyarak geçiren
öğrencilere nispeten, fotoğrafların detayları hakkında daha fazla hata yaptı. Meselâ fotoğrafta çalınan
cüzdanın ceketin cebine konulduğu görülmesine
rağ­men, pantolonun cebine konulduğunu söylediler.
Bu tespit, uyku mahrumiyetinin, şahitliğe de tesir ettiğini göstermektedir. Çalışmanın neticeleri Psychological Science dergisinde yayımlandı. (WebMD Health
News 24.07.2014)
EKİM 2014
460 429
Robotlarla İnşaat
Ş
ehir plânlama, mimarî ve inşaat çalışmaları
yakın bir gelecekte büyük ölçüde robotlarla
ve uzaktan kumandalı küçük hava araçlarıyla gerçekleştirilecek. Dijital tasarımla, üç
boyutlu baskıyla ve robotik uygulamalarla
hem daha az hata yapılacak, hem zamandan (dolayısıyla paradan) tasarruf sağlanacak, hem çevre daha
az işgal edilerek ve kirletilerek inşaat tamamlanacak,
hem de göz zevkini bozan unsurlar yapıların etrafını
kaplamayacak.
Zürih’teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nde
robot geliştiren araştırmacılar ile mimarların tasarladığı inşa teknikleri, sektöre yenilikler katacak. Bu
metotla, prefabrik hafif yapı elemanları (duvarlar,
tuğlalar, borular, kablolar) uzaktan kumanda edilen
örümcek ve arıya benzer insansız, küçük hava araçlarıyla monte edilecek ve yapı bu şekilde yükselecek.
İlk çalışmalarla gösterildi ki, sınırsız çalışma me­
kânına sahip uçan makineler hemen her yere malzeme götürüp yerleştirebiliyor. Vinç, makara, kepçeden
farklı olarak bu makinelerin yer ile fizikî bağlantıları
olmadığından yapı elemanlarını herhangi bir noktaya taşıyabiliyor. Uçan robotlar yeni bir kablo hattı döşemek, yapıda değişiklik ve tamirat yapmak ve yeni
bir unsuru monte etmek için mevcut binaların etrafında rahatlıkla uçabiliyor, çalışma öncesinde yakın
gözlem yapabiliyor.
Pennsylvania Üniversitesi’nde ve Massachusetts
Teknoloji Enstitüsü’nde de geliştirilen bu tekniklerle, yer seviyesinde veya iki gökdelenin yüksek katları
arasında bağlantı yolu kurmak, hattâ köprü inşa etmek mümkün.
Meselâ İsviçre’nin Fläsch şehrine yakın bir bağ
evi bu şekilde robot ve algoritmalarla inşa edilmiş.
Yapıda kullanılan 20 bin tuğlanın her biri bir robot
kol yardımıyla belli açı ve aralıkla yerleştirilmiş. Bir
saat mesafedeki Pfungen’de bir iş merkezinin tuğladan yapılı ön cephesi de aynı şekilde inşa edilmiş.
Dünyanın bu ilk dijital inşaatlarında bilgisayar destekli tasarımlar, otomatik makineler kullanılarak büyük ölçekli yapıya dönüştürülmüş.
Bu iş için Zürih’te geliştirilen hareketli robotik inşaat platformu, inşaat sahasına tekerlekler üstünde
taşınabiliyor ve müşteri isteğine göre çalışıyor.
Kaynak
- NewScientist, No:2913, 2014
EKİM 2014
429 461
DAMLALAR
"Damlalar" köşesinde yazı ve şiirlerin yayımlanmasını isteyen okurlarımız [email protected]
adresinden veya dergimizin web sayfasında bulunan "Damlalar" sayfasına girerek "Damlalar'a yazı
gönderin" bölümünden bize eserlerini ulaştırabilirler.
Hüzünlü Bayram
Mustafa Hakan Çimen
Hüzünlü Bayram
Mustafa Hakan Çimen
Bugün bayram ama, gül hâre düştü.
Âh, hem-dert kalmadı, dert yâre düştü.
Kaderin hükmüne elbet rıza var,
Gariplere Hakk’tan bu pâre düştü.
Bak haramzâdeler hân-ı yağmada,
Adalet meflûç, hak prangada.
Sanki sema ızdırap yağdırmada,
Namert rahat, mert dâre düştü.
En kudsî gecede açtılar zindan
Hani kardeştik biz, nerede vicdan!?
Dolaşır bir adam, meydan meydan,
Merdaneler bu dem bîçare düştü.
Analar vakur, çocuklar iftiharda,
Bilirler, bazen ayaz olur baharda,
Kazanan hep mazlumdur âhirde,
Sahur vakti hesap ağyare düştü.
Yunus, bil ki budur yolun esası,
EKİM 2014
462 429
Hazırlayan
A. Osman Dönmez
[email protected]
HÂL EHLİ
İbrahim Kuzi
Çileyle, ızdırapla harmanlanmış davamız
Nefis ve şeytanladır en amansız kavgamız
Kartopu gibi büyür dilden dile sevdamız
Tan yeri ağarırken çıktık nurlu yola biz
Ötelerin hasreti gözümüzde tütüyor
Kalbimiz Hak’tan başka sevgili istemiyor
Seherlerde dem tutup vuslat deyip inliyor
Yakayı kaptırmadık şan u şöhret, mala biz
Boynumuz kıldan ince Mevlâ’nın huzurunda
Candan, cânândan geçtik harcadık Hakk yolunda
Ücret nedir bilmeyiz hizmetlerin sonunda
Bu dünyada benzeriz gurbetteki kula biz
Rıza-yı İlâhî’dir bir ömür muradımız
Yıllara meydan okur aşk u iştiyakımız
Yüreğimizden akar billurdan gözyaşımız
Asırlar geçse bile yollardayız hâlâ biz
Tevazu, mahviyetle yüzlerimiz yerdedir
Dünya hizmet diyarı ötelere perdedir
Bülbül gibi inleriz dermanımız güldedir
Astık yüreğimizi en mukaddes dala biz
Rabb’imizin sayısız ihsanına mazharız
O’nun verdikleriyle hayat bulur, yaşarız
Gafletimiz sürekli, nefsimizden bîzarız
Sırattan ayrılmayız ne sağa ne sola biz
Sevgiyle, muhabbetle çarpar yüreklerimiz
Dâima hakkın yanı, doğruluktur yerimiz
Samimiyet gamzeder riyasızdır hâlimiz
Dünyaları bandırdık şeker-şerbet, bala biz
Yılmayız ne sarp yokuş, ne de azgın deryadan
Ne ölüm tehdidinden, ne insafsız düşmandan
Rabb’imize söz verdik dönmeyeceğiz yoldan
Ölümün hâricinde düşünmedik mola biz
IZDIRAP
Ercan Kurban
Şafak nurlu, garip, fecri bekliyor.
Süfyan, her yerde kussa da zehrini,
Abus çehrede, kem sözler pinekliyor.
Mazlum, Hakk’a anlatıyor derdini!
Işığa gebedir karanlık gece.
Âtimiz dualarla nurlanacak.
Zalimde yalan dolan ve işkence,
Garip, her ân Allah’a dayanacak!
Şeytan, şaklaban ve şakşakçıları,
Sükûtta sanırlar Hakk erlerini.
Oysa dilde dua ve sancıları,
Rabb’e anlatırlar kederlerini!
İfsat, şiddet, nifak, hiddet yalan…
Taçlandı şimdilik zulüm tahtında.
Yeise düşmez Yusuf yüzlü olan,
Yürüyüşümüz hakikat hattında!
İsmail olmadan kurbiyet olmaz.
İfrit, hoyratça aldatır insanı.
Eyyüp olmadan zulüm vakti dolmaz.
Şimdi Yakup’ça bekleyiş zamanı!
EKİM 2014
429 463
DÜNYA SANA
Yusuf Çatal
Ne çok bulaştık dünyaya
Harcadık mühletleri
Altın verdik tablacıya
Pahasız hançer aldık
Kendimize sapladık
Ne çok bulaştık, sorma
Ne çok gördük aynımızdan
Ne az baktık aynamıza
Beyhûde lâf, lâkırdı
Ne çok unuttuk susmayı
Ne çok bulaştık dünya sana
Dadandık lehviyyata
Ne ibretler gördük de
Kulak tıkadık feryada
Çok garip gördük, çok veda
Amansız onca imtihan...
Ne çok şükür ıskaladık
Kahkahayı yakaladık da
Ne çok unuttuk ağlamayı
Ne çok sevdik dünya seni
Buram buram sen kokuyoruz
Şarkıların çalıyor kulaklarda
Sensizlikten ne çok korkuyoruz
Ölüm dedik ayrılığa
Ne çok unuttuk vuslatı
Ne çok unuttuk…
Seyyiata bakan gözler
Yumuldu Hablullah’a
Nimetlerle hemdem eller
Açılmadı Rahman’a
Kapının bu sarhoşlukla
Nice vururuz tokmağına...
Ne çok bulaştık dünya sana
Tesmim eden meylerinden
Bir bardak bir bardak daha
Kana kana kandık düruğuna
Bâtıla bükülen boynumuza
Unuttuk Hakk’ı asmayı
Ne sandık bilmem seni
Ama ne çok bulaştık dünya sana.
KÖR ADAM
Emine Yılmaz Dereci
Bir gün, bir Cuma vakti, kör, sağır, dilsiz biri
Gözünden dökülürken yaşları iri iri...
Anlamamış kulları, neden imiş bu kavga
Hırsızlıkta çok geri, kalmışmış kara karga
Bir isyan rüzgârına kapılmış gafletinden
Şüpheye düşmüş sanki Hakk’ın merhametinden
Sevmeyi unutmuşlar, adı kalmış dillerde
Para, mal, mülk sevdası yer etmiş gönüllerde
Ey Yüceler yücesi, duyar mısın sesimi?
Ben de görmek isterim aynadaki cismimi...
Sanki, başka âleme açılmışmış gözleri
Taşa dönmüş kalblere, işlemezmiş sözleri
İşitsin kulaklarım, duysun cümle âlemi,
Konuşan bir dil eyle, bitir bende elemi
Tekrar açmış elini Cumayı beklememiş
Bin pişmanlık içinde, dileğini söylemiş
Yalvarıp yakarırken böylece saatlerce
Birden kayboluvermiş gözünden kara perde
Ey, yerleri, gökleri yaratan yüce Rabbim!
Sana isyan eyledim, günahım çoktur benim
Şaşkınlıktan o ânda ‘Ne oldu bana?’ demiş
Anlamış ki sonunda, gönlü murada ermiş.
Pişman olan bu kulu, affet yüce Allah’ım!
Karanlık dünyadayım, dinmez feryadım, âhım!
Sağa, sola bakınıp, yürürken yavaş yavaş
Görmüş ki, insanlarda hep hüzün hep bir telâş
Kendi dünyam güzeldi, renkleri görüyordum
Bu zindanın içinde, sefamı sürüyordum
Masmavi gökyüzünün, yemyeşil yeryüzünün
Farkında değillermiş, baharının, güzünün
Şimdi ise dileğim, kara perdemi bahşet
Gördüklerim üç günde vahşet üstüne vahşet
Dili bir açılmış ki dokuz köyden kovulmuş
Doğruyu söyledikçe, onuncuda dövülmüş
Bir de âsi dilime, istiyorum bir kilit
Açılsın bir kerecik, ölüm geldiği vakit.
Dilini tutamamış, ne kadar istese de
Gözleri görüyormuş, kapatayım dese de
La ilahe illallah, diyerek can vereyim
Sen’in rızanı alıp muradıma ereyim
Eline bastonunu alıvermiş tekrardan
Kalbinden zikrederek yürümüş kenarlardan
EKİM 2014
464 429
PERDE
Taner Koçak
Nurun zâtına perde
Rüyamın süsü en derinde
Hayallerimin de ötesinde
Her sanatında bin nükte
Ulvi bir aşk yatar gönlümde
O güzel isimlerin dilimde
İlhamlar var esen yelinde
Öteler yakın oldu gözümde
Nasıl görmeyeyim ki söyle
Baktığım her yerde
Tâ doğduğumdan beri
Hep Sen varsın göz önünde
İhtişamın da tatlı cemalin de
Zirvelerde Sen'in kemalin
İlmin de büyük Rahmetin de
Kuşatır bizi bunca nimetin
Galaksiler dürülür söner
Sen'i gören dağlar erir
Aşkınla pervane döner
Arz endamıyla Sana gider
İntizam var bu kâinatta
Kör olası görmez gene de
Düşer her yaprak emrinle
Ölümsüzleşir beşer Sen'inle
Kirli gözler nasıl görür
Sislerin ötesini, nur bürür
Zaten kir zayi olur çürür
İyilik fidanı ebedî büyür
Yürür Sen’den gelenler
Sonunda Sana dönerler
Yolcu yolunda gerek
Her ân ömrün silerler
Ne gerek bunca söze
Sessizlik anlatır Sen'i
Lâl olur bülbüller susar
Su susar görmese Sen'i
Ebetle ezel Sana akar
Ay ve yıldız Sana koşar
Âdem’den beri, insan seli
Katar katar Sana akar
Gün ve gece Sana akar
Arz dolanır Sana koşar
Kavuşmak için Sana
Güneş kendini yakar
Harun Bingöl
KIRKİKİNDİLER
Kırkikindiler yağıyor yüreğime,
Mevsimsiz derdiğim “çiçekler” elimde
Tadına alışık olmadığım bu tuzun
Dudağıma değdiği düşünceydi
upuzun.
Nedir ki bu vahşi koyak!
Önce 'isteyerek' boyun eğecek
Ardından hâk’e can vererek
Yüreğime yağacak, kırkikindi olacak.
Biliyorum bir ikindi vakti olacak
Vadiler suyla dolacak
Kurbanı olduğum Mevlâ’m
Canımı o vakit alacak.
Dünyada alnımı ak,
Ukba’da yüzümü pak edecek
Yalnız “ikindiler” olacak.
EKİM 2014
429 465
418
Ufku ve Beklenti418Buhranlar
lerimiz /
422Anestezi Nimeti
424Bin Kalemli Köy: Sav
Muhteşem Güzel428Kâinattaki
lik /
431Tarihte Bu Ay
432Su Hasadı
Karşı Mânevî
436Kendi Dilinden Su
446Bunamaya
Dinamiklerimiz /
Enfeksiyon Te438Virüslerle
449Dede Mektebi
davisi /
442Kalbin Zümrüt Tepelerinde 452İskilipli Âtıf Hoca
EKİM 2014 / 429. sayı
422
Sızıntı
Hacı Lüy
432
Murat Duman
Ruhi Eriş
Dr. Mehmet Hâleoğlu
Prof. Dr. Harun Avcı
Ali Yayladağ
Dr. Serdar Bozokluoğlu
(Ulvî Âlemler)
Dr. A. Hekim
M. Said Güven
Sedat Yürekli
Sosyal Medyamız: facebook.com/sizinti.com.tr
IŞIK YAYINCILIK TİCARET A.Ş
Adına Sahibi : M. Talat Katırcıoğlu
Genel Koordinatör : Dr. Kudret Ünal
Genel Yayın Yönetmeni: Prof. Dr. Arif Sarsılmaz
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Sedat Şentarhanacı
İDARÎ MERKEZ
Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No:1 Üsküdar/İSTANBUL
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL
Tel:(216)522 11 44 - Faks:(216 )522 11 78
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ
Mansuroğlu Mah. 1593/1 Sk. No: 30 Gültekinler Sitesi B Blok Kat: 5 Daire: 13 35020 Bayraklı/İzmir
Tel: (0232) 441 95 25; Faks: (0232) 441 52 38
E-posta: [email protected]
http://www.sizinti.com.tr
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ
Abone ve dağıtım problemleri için 0 850 222 0 361 numaralı Müşteri Hizmetleri hattımızı arayabilirsiniz. Bütün operatörler için aramanın dakikası 6 kuruştur.
Kısıklı Mh. Aydınoğlu Sk. No: 27 Seher İş Mrk.
P.K.:95 Üsküdar/İSTANBUL Tel: 08502220361 - Faks: (0216)522 11 78
Yurtiçi abone bedeli, 55 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 30
€; 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik
ülkeleri) 48 $; 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve Yeni Zelenda) ise 56
$’ dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini “Işık Yayıncılık
Ticaret A.Ş.” adına her PTT şubesinden 5568324 nolu Posta çeki
hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin: TL olarak
94-54053-40, IBAN TR870020800094000540530040 numaralı; $
olarak 94-54053-41, IBAN TR600020800094000540530041 numaralı; € olarak 94-54053-42, IBAN TR330020800094000540530042
numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres
ve telefon bilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını
belirten bir yazı ile abone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.
US Postal Service:
Sizinti issue March 2014, issue 422 (ISSN 1300-1566) is published
monthly for $38 per year. US Agent is The Light Inc., 345 Clifton
Ave. Clifton, NJ 07011-2618. Periodicals postage paid at Paterson,
NJ, and additional mailing offices.
POSTMASTER: Send address changes and return copies to SIZINTI, 345 Clifton Ave. Clifton, NJ 07011-2618.
AVRUPA ABONE - DAĞITIM
World Media Group Ag -İsmail Kücük
Adres: Sprendlinger Landstr.107-109
D-63069 Offenbach am Main
, twitter.com/Sizinticomtr
Müşteri Hizmetleri : 00 49 69 300 34 130 Fax :00 49 69 300 34 105
Mail: [email protected] - [email protected]
Fontäne için : [email protected]
Avusturya Dağıtım
Sürat HandelsgesmbH
Rotenturmstr. 1-3/3 ,1010 Wien Austria
Tel.:01 / 958 00 21
YAYIN TÜRÜ
Yaygın Süreli
YAYINA HAZIRLIK
Sızıntı: (0232) 441 95 25-Faks: (0232) 441 52 38
EDİTÖR
A. Osman Dönmez
Faruk Çetin
GÖRSEL YÖNETMEN
Engin Çiftçi
GRAFİK-TASARIM
Kaynak Kültür Yayın Grubu
(0216) 522 11 44 -Faks: (0216) 522 11 78
BASIM YERİ: Çağlayan A.Ş.
Sarnıç Yolu No: 7 35410 Gaziemir/İzmir
Tel: (0232) 274 22 15 Faks: (0232) 274 23 61
BASIM TARİHİ: 1 Ekim 2014
ISSN 1300-1566
BAYİ DAĞITIM: DPP A.Ş.
ABONE DAĞITIM: CİHAN MEDYA DAĞITIM A.Ş.
FİYATI: ¨ 5.50
YAZI KURALLARI
* Yazılar e-posta ile ([email protected] adresine) gönderilmelidir.
* Yazarın, e-posta dahil açık adresi ve telefon (varsa faks) numaraları
verilmelidir. * Yazılar en fazla dört sayfa olmalıdır. * Varsa, yazı ile
birlikte resimler (alt-yazılarıyla birlikte) gönderilmelidir. Yoksa, yazıda kullanılabilecek resimler hakkında bilgi verilmelidir. * Yazılar,
daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazı yeni
bir gelişmeyi ele almalı, orijinal bir özellik taşımalı veya daha önce
yayımlanmış bir konuya yeni bir bakış açısı getirmelidir. Dergimizde konu ile ilgili yayımlanmış önceki yazılara dikkat edilmeli, yazı
içinde atıfta bulunulan kaynaklar (kitap, makale) standart ölçülere
uygun olarak sonda dipnot veya kaynakça olarak verilmelidir. * Yayın kurulu, dergiye gelen yazılar üzerinde, gerekli gördüğü takdirde
değişiklik yapabilir. * Gönderilen yazılar iade edilmez.
* Dergimizde yayımlanan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.
Matematik ve Ge456Yaratılışta
ometri–6/
460Sağlık, Bilim Teknoloji
462Damlalar
Prof.Dr.A.Sarsılmaz
Prof. Dr. İ. H. İhsanoğlu, S. R. Sayın
A. Osman Dönmez
, youtube.com/sizinticomtr
Ağustos ayı “Dergim Yarışması”nda,
dereceye giren okurlarımız ve hediyeleri:
Ebru Özdemir - Erzurum
Umre
Rabia Avcı - Bahçelievler / İstanbul
Dizüstü bilgisayar
Tuğba Satılmış - Tuzla / İstanbul
Ipad Mini 16 Gb
Ayşegül Koyun - Malatya
Ipad Mini 16 Gb
Osman Seven - Karatay / Konya
Ipad Mini 16 Gb
Arzu Çetin Ermiş - Aksaray
Ipad Mini 16 Gb
Mehmet Danaoğlu - Şahinbey / Gaziantep
Samsung S3 Mini
Zeynep Teber - Palandöken / Erzurum
Samsung S3 Mini
Ayşegül Kurtulmuş - Derince / Kocaeli
Samsung S3 Mini
Hasan Başli - Aksaray
Samsung S3 Mini
Ayrıntılı bilgi için:
http://www.sizinti.com.tr
http://www.dergimyarismasi.com
İ’cazı, muhtevası ve O’nu insanlığa tebliğ eden Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını
ele alarak Kur’ân’ın mu’cizevî yönlerini açığa çıkaran, Kur’ân’ın Kaynağı konusunda ortaya atılan şüphe ve
tereddütlere Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşım, tespit ve ispat yöntemi ile cevap veren orijinal bir eser.
13.5x21 cm
270 Syf.
kitapkaynagi
www.isikyayinlari.com
¨ 5.50
Yürü ve her yanda bir mum tutuşturmaya bak,
Bu sayede tüllenecektir beklenen şafak;
Silinecektir bir bir yıllanmış karanlıklar,
Bir çağ gelecektir ki, pırıl pırıl ve apak...
DPP No: 112491-2014/10