SD Dergisinin Mart 2014 (52. Sayı)

sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Son Söz Milletin!
Türkiye’de siyaset, 30 Mart’ta yapılacak olan mahalli idareler seçimine odaklanmış durumda. Siyasi partiler, belediye
başkanlığı için adaylarını belirledi ve yurt sathında seçim
çalışmalarına başladı. Demokrasi açısından her seçim elbette ki önemlidir. Hatta bizatihi serbest ve adil seçimlerin
yapılıyor olması bile kendi başına önemli ve anlamlıdır. Bu
nedenle her seçim aynı zamanda bir demokrasi bayramı
olarak görülmelidir.
Ancak 30 Mart yalnızca yerel bir seçim olmaktan öte anlamlar da taşıyor. Birincisi, 17 Aralık operasyonlarına ilişkin
olarak Türkiye’de halka iki farklı hikâye anlatıldı. Başbakan
Erdoğan, olayı yargı ve emniyet içinde örgütlenmiş olan
paralel yapılanmanın siyasete yönelik bir komplosu ve
darbe girişimi olarak sunarken, cemaat medyası ise operasyonları yolsuzlukla mücadele olarak anlatmaktadır. 30
Mart seçimleri bu anlamda halkın hangi hikâyeye inandığının da bir göstergesi olacaktır. İkinci olarak, yaklaşan
seçimlerin sonuçları aynı zamanda Türkiye’de siyasetin geleceğine ilişkin ciddi ipuçları da verecektir. Yaz aylarında
yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ak Parti’nin
ve Tayyip Erdoğan’ın izleyeceği strateji büyük ölçüde 30
Mart’a göre belirlenecektir.
Her değişim toplumun genelinde kabul görse bile farklı
kesimlerden dirençle de karşılaşır. Türkiye’de AK Parti iktidarı döneminde siyasi olarak özgürlükleri ve demokrasiyi
güçlendiren, ekonomik olarak ise halkın refahını artıran
politikalar bazı kesimlerce takdir edilmemiş, hatta direnç
ile karşılaşmıştır. İç ve dış bağlantılı bazı grupların direnci oyun sahası dışına da taşmıştır. Çünkü sandık yoluyla
iktidara gelme ümidi olmayanlar, mücadeleyi siyaset
alanının dışına taşımaya çalışmaktadırlar. Aynı kesimler,
mümkünse 30 Mart seçimlerini kaybettirmek, değilse türlü yöntemlerle şaibe bulaştırarak seçimin hemen ertesinde
ülkeyi bir siyasi meşruluk krizine sokmak isteyebilirler. Bu
konuda hükümetin ve YSK gibi kuruluşların sandık güven-
liğini ve seçimlerin şeffaflığını sağlamak için azami gayret
göstermeleri gerekir.
Son yıllarda tüm dünyada bir istikrarsızlık hayaleti dolaşıyor. Modern dünyada insanların daha “barışçıl ve medeni” yöntemleri kullanması beklenirken, kitlesel şiddet
olaylarında ciddi bir artış gözleniyor. “Wall Street’i işgal
et” hareketlerinden, Arap dünyasındaki post-kolonyal düzeni yerle bir edecek yaygın sokak hareketlerine kadar,
dünya yeni ve histerik bir şiddet ve istikrarsızlık dalgasına
tutulmuş durumda. Ukrayna’daki gelişmeler, bu konuda oldukça öğretici. Daha kötüsü ise Suriye gibi iç savaş
yaşayan ülkeler konusunda, küresel yönetişim sisteminin
işlevsiz kalmasıdır. Cenevre-2 görüşmelerinin sonuçsuz
kalması, Suriye halkı için maalesef acıların devam edeceğini göstermektedir. Ancak ABD ve Batı, Suriye konusunu
daha fazla göz ardı edemeyeceklerdir.
Hükümet son aylarda dış dünya ile ilişkilerini yeniden canlandırma eğilimine girmiş görünüyor. Avrupa Birliği ile
yaşanan tıkanıklığın kısmen de olsa aşılmaya başlandığı
gözleniyor. Bu oldukça sevindiricidir. Kıbrıs meselesi aniden ivme kazanıyor. Umulmadık gelişmeler olabilir. İsrail
ile Mavi Marmara sonrasında yaşanan sıkıntıların aşılabileceğine ilişkin diplomatik alandan ciddi sinyaller geliyor.
İran’ın Batı ile yakınlaşması sonrasında, Türkiye-İran ilişkileri ise daha fazla gelişme potansiyeli gösterecektir. Irak’ta,
Nisan ayında yapılacak seçimler yakından izlenmelidir.
Ekonomik alanda ise Türkiye gibi yükselen ülke ekonomilerinde gerek dışarıdan gelen sinyaller gerekse iç politikadaki siyasi gerginlikler nedeniyle bazı ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Ancak Türkiye’nin mali yapısı ve makro ekonomik
tablosu krizleri tolere edecek kadar güçlü görünüyor.
Dergimizin içeriğinde tüm iç ve dış politika alanındaki gelişmelere ilişkin derinlikli analizler bulacaksınız.
Yeni sayımızda buluşmak üzere…
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 52 • Mart 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Alper Tan
Bülent Orakoğlu
Orhan Miroğlu
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukçu
90
Dr. M. Levent Yılmaz
6
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
10
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
Ekonominin Son Sınavı
17 Aralık
30 Mart 2014 Seçimlerinde
Türkiye Neyi Seçecek?
44
Yaklaşan Küresel Anarşi
Dr. Murat Yılmaz
50
Başbakan Erdoğan’ın İran Ziyareti
54
Kuzey Afrika Nereye?
Kim Kazanacak?
Siyaset mi? Vesayet mi?
60
Kıbrıs Müzakereleri: Yeni Bir Başlangıç
İbrahim Uslu Röportajı
64
2014 Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası
Yılı İki Devletli Çözümü Getirecek mi?
Seçimler Öncesi Son Viraja Girerken
Siyasi Partiler
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
16
24
26
32
38
Satır Arasına Değil Büyük Resme Bakalım
Alper Tan
Yeni Türkiye’ye Yeni MİT
Aydın Bolat
İmralı Süreci Gerçekleri
Orhan Miroğlu
Avrupa Birliği Ekonomisi
Toparlanıyor mu?
Dr. Dilek Yiğit
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Doç. Dr. Ahmet Uysal
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Sinan Tavukçu
70
Bosna’da Neler Oluyor?
74
ABD-Çin İlişkileri: John Kerry’nin Çin Ziyareti
80
Soçi Kış Olimpiyatları’nın Ötesi
Yeniden İstiklal Savaşı
Bülent Orakoğlu
Prof. Dr. Birol Akgün
94
84
Amine Yazıcı İleri
Doç. Dr. Erkin Ekrem
Zeynep Songülen İnanç
Son 10 Yılda Değişen Türk Dış Politikası
Mesut Özcan Röportajı
100
Biat Kültürü ve İstismarı
105
İslam’da Kadın: Sosyal Hayatta
ve İş Hayatında Kadın Hakları
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
112
“17 Aralık Süreci ve HSYK
Düzenlemesi” Çalıştayı
SDE Haber
30 Mart 2014 Seçimlerinde
Türkiye Neyi Seçecek?
Dr. Murat Yılmaz
Seçimler Öncesi Son Viraja Girerken
Siyasi Partiler
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Kim Kazanacak?
Siyaset mi? Vesayet mi?
İbrahim Uslu Röportajı
Satır Arasına Değil
Büyük Resme Bakalım
Alper Tan
Yeni Türkiye’ye Yeni MİT
Aydın Bolat
Yeniden İstiklal Savaşı
Bülent Orakoğlu
İmralı Süreci Gerçekleri
Orhan Miroğlu
İÇ POLİTİKA
30 Mart 2014 Seçmlernde
Türkye Ney Seçecek?
Dr. Murat YILMAZ
30 Mart seçmlernn sadece beledye seçm olmadığının, yen br rejm ve Yen Türkye’nn
oylandığı br seçm olduğunun seçmenler tarafından algılanmış olması, gayrmeşru syaset
kampanyalarının ve syas mühendslğn syaseten tasfyesnde tarh br eşk olacaktır. Türkye
syasetnn ve toplumunun rüştünü spat etmes, bu mthanı başarıyla geçmesne bağlıdır.
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı
Koordinatörü
mevzuat, kurumlar değil, aynı zamanda hayat tarzları, moral değerler, tarih, kültür, sanat, din, yani her
şey tartışılıyor.
T
ürkiye, 30 Mart 2014’te yerel yönetim seçimlerine gidiyor. 30 Mart, birçok bakımdan yerel
yönetimlerin seçildiği bir seçim olmanın ötesinde bir anlam taşımaya başladı. 12 Haziran 2011
genel seçimleri, 27 Mayıs’tan sonra ilk defa bürokratik vesayetin tahakkümü dışında bir dönemin
başladığını göstermişti. 30 Mart, vesayetin sona
erdiği bu dönemin konsolide edildiğini gösterecek
ve ilk defa halkın oy kullanacağı Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin hangi siyasi güç dengeleri içinde yapılacağını tayin edecek siyasi eşiği ifade ediyor.
Ülkemiz, 30 Mart seçimleri öncesinde, sadece AK
Parti’ye değil aynı zamanda bütünüyle siyasete yönelik bir müdahale karakteri taşıyan, yolsuzluk ve
rüşvet kisvesiyle başlayan, yargının da kullanıldığı
bir siyasi mühendislik planına sahne olmaktadır.
Bu plan, vesayetin sona erdiği bu dönemin, meşru
6
MART 2014
siyasi ve toplumsal mecralarda kendi halinde akmasından rahatsız olan kesimlerin inisiyatifidir. Bu
kesimler, içeride ve dışarıda vesayetin tasfiyesinden
rahatsız olanlarla, bu tasfiyeden sonra siyasete sofistike yöntemlerle müdahale etmek isteyen “paralel
yapı”dan oluşmaktadır. Bu bakımdan, 30 Mart seçimlerine giderken siyasi mücadelenin konusu, belediyelerin çok ötesinde, Yeni Türkiye’nin hangi güç
dengelerine ve yöntemlere göre kurulacağına ilişkin
temel bir tartışmadır.
Bürokratik vesayetin kalkması ve PKK ile müzakereler sonucunda şiddetin sona ermesiyle siyasi
rejim ve en geniş anlamıyla toplum adeta yeniden
kuruluyor. Daha doğrusu anayasal bir rejim ve toplum yeniden değil, yeni kuruluyor. Bu yüzden yaşanan tartışmalar anayasal bir rejimin kurulmasının
ötesindedir. Bu yüzden, sadece anayasa, kanun,
Baskı altına alınmış, yok olduğu sanılan, hatta gömüldüğü düşünülen konular ve insanlar da gündla
larr geri
geriri geliyor,
gel
eliy
iyyorr,
demde. Zorla değiştirilen kadim adlar
ama
a ha
hakk et
etti
titiği
ğ
ği
Aydınlar gidiyor, Tillo geliyor... Ölen am
ettiği
met Ka
me
met
aya
ya,, Cu
umm
usulde ve yerde defnedilmeyen Ahmet
Kaya,
Cumba
akan,
kan,
ka
n, kkeşke
eşşke
ke
hurbaşkanlığından ödül alıyor. Başbakan,
Ahmet Kaya da Diyarbakır’da, aramızda olsaydı diyor. Faili meçhuller
soruşturuluyor, toplu mezarlar kazılıyor, davalar Fırat’ın öte yakasına
geçiyor. Bütün bunlar sadece bir
rejimin değil, yeni bir toplumun kuru
ulu
uşu
um
üm
mkü
ün
ruluşunu ifade ediyor. Üstelik bu kuruluşu
mümkün
sel ve
v bölgesel
kılan Türkiye sınırları ötesinde, küresel
rank
ra
nkk’ıın de
eyi
ygelişmeler de var. Bu gelişmeler, A.. F
Frank’ın
deyiçind
çi
nde
e “g
““göreli
gör
örel
e i bi
el
b
şiyle, Türkiye gibi aktörlere sistem içinde
birr
e de
e’
d ki yyeni
e i re
en
ejijm
özerklik” veriyor. Bu özerklik, Türkiye’deki
rejim
att vve
erir yor.
yor
yo
ve yeni topluma uluslararası bir hasat
veriyor.
çalışıyor… Toplum, eski rejimin siyasi partilerini,
sosyolojisini ve kurumsallaşmış yapısını ancak bu
siyasi güçle değiştirilebileceğinin farkında. Bu yüzden de toplum, tartışmalarda ve siyasi müdahalelerde Başbakan Erdoğan’a ve AK Parti’ye ciddi bir
kredi açmış durumda. Toplumun buradaki hassa-
essay
e
sayet
ayet
etten
n kurku
ku
Siyaset, içerideki ve dışarıdaki vesayetten
anı ve
e sınırlarını
sınırrlarını
n
tulduğu ölçüde kazandığı yeni alanı
ni rejim
rejijm ve
re
e yeni
yen
ni
keşfetme arzusunda... Bu arzu, yeni
şiyor
iyor.r So
iy
Son
on dö
d
dö-toplum tartışmalarıyla beraber gelişiyor.
e ye
yyeni
ni ttoplumun
oplumun
nemde artan tartışmalar, yeni rejimle
liş
işşkkiilidi
işki
d r. T
arrtı
a
rt şş-kuruluşundaki rezonansla yakından iliilişkilidir.
Tartışa g
id
dip
p gelmesi
gel
e mesi
messii
me
maların siyasetle sosyoloji arasında
gidip
meşr
şru
şr
u yo
yyoldan
old
ld
dan
n
bu bakımdan manidardır. AK Parti,, me
meşru
yyiine meşru
meşşrru
u yol
olseçimlerle edindiği siyasi güçle ve yine
yoldaha
ale etmeye
larla, yeni rejime ve topluma müdahale
MART 2014
7
tedir. “Üçü bir arada” yapılmak istenen darbe
süreci, Başbakan Erdoğan’ın öngörülmeyen
tepkisiyle planlandığı gibi yürümemiştir. Ortaya
çıkan ses kayıtları, AK Parti’nin parçalanması
için şantaj kasetlerinin ve dava dosyalarının kullanılacağını gösteriyor. Dolayısıyla paralel yapının
ilk hamlelerinin savuşturulmasını kesin sonuç
olarak görmemek lazım. Paralel yapının neleri
göze aldığı düşünülürse, yeni kriz senaryolarına
hazırlıklı olunmalı.
siyeti, müdahalenin sınırlı olmasıyla ve hakların
ihlal edilmemesiyle bire bir örtüşüyor. AK Parti,
geçmişte siyasi rejim yoluyla bastırılan toplumsallığın bir sonucu olarak dışlanan bütün toplum
kesimlerinin de yeni toplumda meşru bir şekilde
var olmasına ve yeni rejimin toplumsallığı bastırmayacak şekilde tesis edilmesine çalışıyor. Başbakan Erdoğan, Weberyen anlamda risk alan bir
lider olarak, bu sürecin önünü açmaya çalışıyor.
Organik bir şekilde bu misyona kendisini adadığı
görülüyor. Bu hamlelerin basit bir seçim hesabının ötesine geçtiği, alınan siyasi risklerin boyutlarından anlaşılıyor.
Türkiye’de muhafazakârlık, siyasi güç kullanılarak bastırılmış hatta yer yer yok edilmiş bir
toplumsallığı ifade ediyor. Bu durum, bastırılmış
muhafazakârlığı siyasi bir kimlik olmaktan çıkararak kültürel, muğlak bir muhalefete dönüştürmüştür. Bürokratik vesayetin kalkması, bu
muğlaklığı kaldıracak ve siyasileşmenin önünü açacak tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Bu şekilde, tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi,
muhafazakârlığın da sınırlarını artık bürokratik
vesayet değil, siyaset ve dolayısıyla toplumun
kendisi belirleyecektir. Artık tartışmalar, bürokrasi marifetiyle toplumdan soyutlanmak yerine,
siyaset marifetiyle toplumsallaşmaktadır. Bu, siyasetin yanında toplumun da kendini keşfetmesi, kendini yeniden veya yeni kurmasıdır.
Yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin kuruluşunda, siyasi güçle yer açılan toplum kesimleri, muhafazakârlardan ibaret değildir.
Muhafazakârlığın kendi içindeki çeşitliliği; Kürt
siyasi kimliği, Alevi kimliği, eskiden devralınan
Kemalist ve milliyetçi kimlikler de yeni toplumun kurucu unsurları olarak ortaya çıkıyorlar.
Ancak yeni toplumun kuruluş sürecinde, siyasetin muhalefet kanadı, toplumsallıkların siyasi
güç ve temsillerinin zaafı ölçüsünde zayıflıyor...
Muhalefetin gücü azaldıkça, iktidardan, yani AK
Parti’den yeni rejim ve yeni Türkiye’nin kurulmasındaki beklenti düzeyi artıyor. Bu siyaset eksikliği, AK Parti’yi yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin
yegâne siyasi aktörü haline dönüştürüyor. Sadece muhafazakârlar değil, ona muhalif diğer
siyasi kimlikler de yeni rejimin ve yeni toplumun
kurulmasında, AK Parti’nin kendisini de temsil
etmesini veya temsil kanallarını tamamen açmasını bekliyorlar. Burada oluşan güç ve temsil
boşluğu, AK Parti’nin önünde kendi oy tabanını
aşan bir siyasi hareket alanı açıyor. Bu alan, AK
Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın kendi sosyolojisini aşan bir toplumsallıkta “göreli özerklik”
kazanmasına yol açabiliyor.
“Göreli özerklik” AK parti karşıtı cepheyi organize edecek “paralel yapı” için de geçerlidir. Bu
bakımdan “paralel yapı”nın temsil kabiliyeti ve
gücü sadece bir cemaatle sınırlı olarak düşü-
Vesayet sstemnn büyük sermayes le paralel yapının palazlanan sermayesnn şbrlğndek
cephenn, gayrmeşru br paralel yapının etrafında gayr meşru olarak yürüttüğü syas kampanyanın
hedef, yen rejm ve Yen Türkye’y kuracak syas radey kırmak ve syas lder tasfye etmektr.
8
MART 2014
nülmemelidir. Paralel yapı, tasfiye edilen sofistike vesayet sisteminin yerini alacak hamleleri,
önünde açılan bu göreli özerklik alanı ve müttefikleri sayesinde cüretkarca yapabilmektedir. Bu
bağlamda, paralel yapı, kayıt dışı siyaset ve kayıt
dışı ekonomi cephesinin vurucu gücü ve sıklet
merkezi olarak ortaya çıkmaktadır. Vesayet sisteminin büyük sermayesi ile paralel yapının palazlanan sermayesinin işbirliğindeki cephenin,
gayrimeşru bir paralel yapının etrafında gayri
meşru olarak yürüttüğü siyasi kampanyanın hedefi, yeni rejim ve Yeni Türkiye’yi kuracak siyasi
iradeyi kırmak ve siyasi lideri tasfiye etmektir.
Siyasi mühendisliğin yakın tarihteki modeli, Turgut Özal’ın tasfiye edilmesi sürecidir. Nasıl Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı’ndan tecrit edilerek
ANAP elinden alındıysa, aynı mantıkla Başbakan Erdoğan da tecrit edilmek ve AK Parti ile
arası açılmak istenmektedir. Burada projeyi zora
sokan Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilecek
olmasıdır. Bu bakımdan, son günlerde, Özal’ın
tecrit edilmesinin ve ANAP’la bağının kopartılmasının ardından hayata geçirilen 1993 darbesine benzer bir girişim, yolsuzluk, El-Kaide gibi
soruşturmalarla hayata geçirilmek istenmek-
Geziden sonra 17-25 Aralık paralel yapı operasyonlarının gelmesi siyasi bir aklın ve mahfilin varlığını gösteriyor. Bu irade kırılmadıkça yeni siyasi
mühendislikler ihtimal dâhilindedir. Bu hamleleri
engelleyecek idari ve hukuki mücadelenin kararlılıkla yürütülmesinin yanı sıra, siyasi mücadele de devam etmelidir. Bu siyasi mühendisliklerin temel hedeflerinden birinin, Başbakan
Erdoğan’ın ve AK Parti’nin siyaset yapmasını
engellenmek olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Karşı cepheyi dağıtmanın ve demokrasi cephesini güçlendirmenin yolu siyaset yapmaya devam etmektir.
Bu bakımdan AK Parti ve Başbakan Erdoğan,
12 Eylül 2010’da çıkan referandum sonuçlarındaki, kendi tabanlarını aşan bir %10’un varlığını
daima hesaba katmalıdır. Çünkü bu %10 büyüdüğü nispette eski rejimin ve Eski Türkiye’nin reaksiyonu zayıflayacak, yeni rejim ve Yeni Türkiye
daha geniş bir mutabakat zeminine oturacaktır.
AK Parti, bürokratik vesayetin tasfiyesinin iç ve
dış politikada kendine açtığı geniş siyasi alanları
muhakkak kullanmalıdır. Ancak bu alanlar, AK
Parti dışındaki aktörleri de oyuna dâhil ederek
kullanılabilir. Meşru siyasetin önünün açılması ve
medyadaki çoğulculuk, paralel yapının ve vesayet sermayesinin kayıt dışı siyaset, kayıt dışı
ekonomi ve kayıt dışı hukuktan oluşan adaletsizlik dairesini sona erdirecek ve hareket alanlarını sınırlayacaktır. 30 Mart seçimlerinin sadece
belediye seçimi olmadığının, yeni bir rejim ve
Yeni Türkiye’nin oylandığı bir seçim olduğunun
seçmenler tarafından algılanmış olması, gayrimeşru siyaset kampanyalarının ve siyasi mühendisliğin siyaseten tasfiyesinde tarihi bir eşik
olacaktır. Türkiye siyasetinin ve toplumunun rüştünü ispat etmesi, bu imtihanı başarıyla geçmesine bağlıdır.
MART 2014
9
İÇ POLİTİKA
30
SEÇİMLER ÖNCESİ SON VİRAJA GİRERKEN
SİYASİ PARTİLER
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
SDE Uzmanı
Mart 2014 tarihinde yapılacak olan yerel
seçimlere kısa bir süre kala partiler seçim kampanyalarına başladı. Yerel seçimler, Türkiye’de siyasetin yeniden düzenlenmeye
çalışıldığı bu son dönemde özellikle önem taşıyor.
Üstelik 2014 yılının yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yerel seçimlerde
ortaya çıkacak tablonun aday tercihleri başta olmak
üzere pek çok faktörü etkileyebilme potansiyeline
sahip olduğu görülüyor. Bu bakımdan, 30 Mart’ta
elde edilecek sonuçların siyasî partilerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izleyecekleri genel rotanın
çizilmesinde etkili olabileceği söylenebilir. Kuşkusuz
bunun yanında yerel seçim sonuçlarının farklı partilerin kendi içlerinde genel başkanlık başta olmak
üzere birtakım tartışma başlıklarını yeniden canlandırması güçlü bir ihtimal olarak görülebilir. Bundan
dolayı yerel seçim sonuçlarının yalnızca kazanılan
belediye sayısı ile sınırlı bir yönünün bulunmadığı ve
ülkenin genel siyasetini etkileme potansiyeli bulunduğunun altı çizilmesi gereken bir gerçektir.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) yerel seçimlerde 29 Mart 2009’da yaşadığı kazanın bir benzeri ile karşılaşmak istemiyor. 2004 yerel seçimlerinde il belediyelerinin büyük kısmını alan ve 2007
genel seçimlerinde neredeyse yüzde 50 oy sınırına
dayanan AK Parti’nin oylarında 29 Mart’ta belirli
bir düşüş yaşanmıştı. AK Parti, bu tür bir durumla karşılaşmamak için adaylarını erken belirleyerek
bir bakıma sahaya inmelerini sağladı. Parti’nin bu
seçimlerdeki öncelikli hedefinin Ankara ve İstanbul
başta olmak üzere çok sayıda il belediyesini yeniden almak olduğu söylenebilir. Bunun yanında AK
Parti, 2009’da CHP ve MHP’ye kaptırdığı Antalya
ve Adana büyükşehir belediyelerinde yeniden, daha
önce hiç kazanamadığı İzmir’de ise ilk kez seçimleri
kazanmak istiyor. Ayrıca Partinin 2004’te kazanıp
2009’da aynı başarıyı tekrarlayamadığı ve daha
sonradan büyükşehir statüsüne yükselen Manisa,
Balıkesir, Şanlıurfa ve Aydın gibi illere özel bir önem
verdiği anlaşılıyor.
Öte yandan AK Parti’nin 2009’da oylarında kısmî
bir azalma yaşadığı Ankara ve İstanbul’da aynı sorunla bir daha karşılaşmamak konusunda oldukça
dikkatli davrandığı anlaşılabiliyor. Zira çok sayıda
seçmenin bulunduğu bu illerde oylarda yaşanan
azalma Türkiye ortalamasını da önemli ölçüde etkileyebiliyor. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçimine
10
MART 2014
AK Part’nn 2009’da oylarında
kısmî br azalma yaşadığı
Ankara ve İstanbul’da aynı
sorunla br daha karşılaşmamak
konusunda oldukça dkkatl
davrandığı anlaşılablyor.
Zra çok sayıda seçmenn
bulunduğu bu llerde oylarda
yaşanan azalma Türkye
ortalamasını da öneml ölçüde
etkleyeblyor. Dolayısıyla
cumhurbaşkanlığı seçmne
güçlü grmek steyen ve bu
açıdan yüzde ell barajına
mümkün olduğunca
yaklaşmayı hedefleyen
AK Part’nn özellkle
büyükşehrlerde oylarını en üst
düzeye çıkarmak noktasında
hareket etmes oldukça gerçekç
br bakış açısı olacaktır.
güçlü girmek isteyen ve bu açıdan yüzde elli barajına mümkün olduğunca yaklaşmayı hedefleyen
AK Parti’nin özellikle büyükşehirlerde oylarını en
üst düzeye çıkarmak noktasında hareket etmesi oldukça gerçekçi bir bakış açısı olacaktır. Ancak AK
Parti’nin beklediği sonuçlara ulaşmasında muhalefetin performansının da önemli bir etmen olduğu
gerçeğini unutmamak gerekiyor.
Ana muhalefet partisi CHP’nin ise son dönemlerde
yüzde 25-30 arasında seyreden bir oy parantezine
sıkışmış olduğu ve mevcut tabloda, seçmenlerin
yaklaşık yarısının oyunu alan AK Parti karşısında iktidar alternatifi olma ihtimalinin bulunmadığını görülüyor. Bu nedenle, Parti, sağdan belirli ölçülerde oy
devşirip içinde bulunduğu dar parantezi genişletmek istiyor. Bunun yanında, göreve geldiği günden
MART 2014
11
itibaren somut bir başarı yakalayamayan Kemal
Kılıçdaroğlu’nun da genel başkan olarak bir zafere
ihtiyacı var. Hatta bu süreçte Partinin ideolojisi ile
söylemsel tutarlılığının bile göz ardı edilmesinden
kaçınılmıyor. CHP’nin “merkez sol”da adeta alternatifsiz kalması, bu nedenle, her koşulda belirli bir
seçmen kitlesinin oyunu alabilmesi Parti yönetimine
bu yaklaşımı hayata geçirebilmek için elverişli bir
zemin sunuyor. Buna karşılık, siyasette kimsenin
hiçbir zaman sonsuz bir kredisi bulunmadığını görmek gerekiyor. Nitekim aşağıda değineceğimiz gibi
CHP’nin denediği yeni taktiklerin bu kez de başarılı
olamaması durumunda Parti yönetiminde bir değişiklik yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Bu yılın yaz
aylarında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri de aslında bu tür bir değişikliğin nispeten sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesi açısından elverişli bir
araç olabilir.
CHP, seçimlerde belki de en az genel oy oranını
yükseltmek kadar 25 yıldır kazanamadığı (Sosyal
Demokrat Halkçı Parti 1989’da her iki ili de almıştı) İstanbul ve Ankara’da elde edilecek bir zaferin
peşinde. Ancak adayların belirlenme sürecindeki
tartışmalar bir kenara bırakılsa dahi bu illerde halen
işlerin istenildiği gibi gitmediği görülüyor. Bu bağlamda, 17 Aralık ile başlayan algı operasyonu sürecinin de CHP için amaçlanan sonuçları doğurmadığını söylemek mümkün. CHP’nin Gülen cemaati ile
zımni bir ittifaka girdiği yönündeki izlenim de sonucu değiştirmiyor. Her iki kesim de kendi tabanların-
Ana muhalefet parts CHP’nn
se son dönemlerde yüzde
25-30 arasında seyreden br oy
parantezne sıkışmış olduğu ve
mevcut tabloda, seçmenlern
yaklaşık yarısının oyunu alan
AK Part karşısında ktdar
alternatf olma htmalnn
bulunmadığını görülüyor.
dan gelecek tepkilerden çekindikleri için açıktan bir
işbirliği içerisine giremiyorlar. Zira Sarıgül ve Yavaş
gibi mutedil aday tercihlerine rağmen kurumsal olarak CHP isminin muhafazakâr seçmen için taşıdığı
anlamın kısa vadede değişmesi oldukça zor.
Öte yandan mevcut tabloya bakıldığında İstanbul’da
Sarıgül’ün Parti yöneticileri ile gayet iyi bir pazarlık yaptığı anlaşılıyor. Bu bakımdan, “CHP’nin kalesi” gibi görülen bazı ilçelerde Sarıgül’le bağlantılı
isimlerin aday gösterilmiş olması dikkat çekiyor.
Dolayısıyla Sarıgül’ün CHP adaylığından daha en
başta kazançlı çıktığı söylenebilir. Diğer taraftan,
Sarıgül’ün İstanbul’da CHP yöneticilerinin ve kendisine umut bağlayanların istediği etkiyi yaratamadığı
da açık. Ancak Sarıgül’ün seçimlerdeki asıl hedefinin, Kılıçdaroğlu’nun 2009’da aldığından daha
yüksek bir oy oranına ulaşmak olduğu görülebiliyor.
Özellikle İstanbul’da CHP’nin kazanma ihtimalinin
yüksek olduğu ilçelerde listeler üzerinde etkili olan
Sarıgül, seçimlerden sonra Parti için en etkili figürlerden biri durumuna gelecek. Bu bağlamda, seçimi kazanamasa da istediği oy oranlarına ulaşması
durumunda Sarıgül, 30 Mart sonrasında CHP ile
ilgili kurulan tüm denklemlerin en önemli değişkenlerinden biri olacak.
CHP açısından Ankara’da yaşanan sorun ise daha
büyük. Son birkaç ay içerisinde adı neredeyse tüm
sağ partilerle anılan Mansur Yavaş’ın CHP’nin adayı olarak açıklanmasından sonra yaşanan “doku
uyuşmazlığı” sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Nitekim Yavaş, adeta bağımsız bir aday gibi davranıyor;
katıldığı televizyon programlarında neredeyse ker-
12
MART 2014
hen CHP adayı olduğu mesajını veriyor. Aynı durumun CHP örgütleri için de geçerli olduğu söylenebilir. Yavaş’ın seçim çalışmalarını kendi ekibiyle yürüttüğü ve yerel CHP örgütlerinden yeterince destek
alamadığı anlaşılıyor. Bu açıdan, Yavaş’ın CHP içerisinde Sarıgül’e göre çok daha zayıf bir pozisyonda
olduğu söylenebilir. Muhtemelen 30 Mart’tan sonra
tarafların yolları ayrılacak ancak Yavaş’ın adaylığı
CHP yönetimine muhalif kesimler tarafından daha
uzunca süreler temel eleştiri noktalarından biri olarak kullanılacak. Sonuç olarak medyada estirilmeye çalışılan tüm olumlu havaya rağmen CHP’nin
İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediyelerini AK
Parti’nin elinden almasının oldukça zor olduğu söylenebilir.
Diğer taraftan 30 Mart’ta alınacak seçim sonuçlarına göre CHP’nin yeni bir liderlik tartışması yaşayabileceğinin işaretleri doğuyor. Partinin aday
belirleme sürecinde aldığı “radikal” kararların beklenen etkiyi doğuramaması, ulusalcılar başta olmak
üzere muhalif kanatları “şimdilik” kaydıyla susturan
Kılıçdaroğlu’nun işini oldukça güçleştirecek. Seçimlerin hayatî önemini gerekçe göstererek AK Parti dışındaki hemen her kesimle işbirliği yapabileceklerinin işaretlerini veren Kılıçdaroğlu, beklediği sonuca
ulaşamaması durumunda ortaya çıkan manzarayı
izah etmekte oldukça zorluk çekecek. Kaldı ki aday
listelerinin oldukça eklektik bir şekilde belirlenmesi
CHP tabanında da rahatsızlık doğuruyor.
CHP, aday tercihleriyle AK Parti’nin karşısında yer
alan tüm muhalif kesimlere belirli ölçülerde yer veren bir “koalisyon” görünümü çiziyor. Bir bakıma,
kendi çekirdek tabanı dışında CHP’ye destek veren
pek çok unsurun yegane ortak motivasyon kaynağı
AK Parti karşıtlığı. Burada gözden kaçırılan gerçek
ise koalisyonların geçici ve konjonktürel oluşu. Siyasetin doğası gereği, bir parti, bir ideolojinin beslediği
sağlam bir zemine oturamazsa kalıcı bir görünüm
sergileyemez. Tam tersine seçim kazanma odaklı
stratejilerin ve günübirlik politikaların uzun vadede
partiden götürdükleri ilk anda getirdiklerinden çok
daha fazla olabiliyor. Bu bakımdan, CHP’nin 30
Mart seçimleri sonrasında yaşayacağı tartışmaların yalnızca genel başkanın kim olacağı ile sınırlı
kalmayacağı öngörülebilir bir durum. CHP, ya Kemalist-ulusalcı çizgisine geri dönecek ya da söz
konusu koalisyon görünümünü bir süreliğine daha
sürdürecek. Bu durum, CHP’nin seçim sonrasında
yaşayacağı iç iktidar mücadelesini hangi kesimin
kazanacağı ile yakından bağlantılı. Parti içindeki ulusalcı kanadın Deniz Baykal benzeri bir lider üzerinde uzlaşması, CHP’nin aslî siyasal diline dönmesini
beraberinde getirecek. Sarıgül’ün iktidar mücadelesinden galip ayrılması ise sözünü ettiğimiz koalisyon
modelinin bir süre daha sürmesine neden olacak.
Kuşkusuz üçüncü bir seçenek daha var: CHP’nin
evrensel değerleri sahiplenen, özgürlükçü ve demokrat, gerçek bir sol parti olması. Ancak Parti
içindeki farklı kesimlerin iktidar mücadelelerindeki
dile bakıldığında halen CHP için en “uzak ihtimal”in
bunun olduğu da kolayca görülüyor.
Bir diğer muhalefet partisi olan MHP için ise farklı bir
manzara var. 2009 yerel seçimlerinde MHP, iddialı
olabileceği bölgeleri önceden belirleyerek adaylarının sahaya erken inmelerini sağlamıştı. Özellikle AK
Parti’nin aday belirleme sürecinde nispeten daha
ağır davranması MHP’ye avantaj sağlamış ve Parti,
biri büyükşehir olmak üzere on ilde belediye başkanlığını kazanmıştı. MHP’nin 30 Mart öncesinde
de benzer bir çizgi izlediği görüldü. Bazı merkezlerde MHP adayları aylar öncesinden açıklanarak
çalışmalara başlamalarının önü açıldı. Ancak muhtemelen 2012 Kongresinde ortaya çıkan tablonun
etkisiyle MHP yönetimi bu kez daha itidalli davranarak genel siyasette tanınan figürlerin çok fazla öne
çıkmasına izin vermedi. Bu durumun en belirgin
örneği olarak Ankara’da Mansur Yavaş etrafında
yaşanan tartışmalar gösterilebilir.
2009’da MHP iki dönem Beypazarı Belediye Başkanlığı yapan Mansur Yavaş’ı Ankara Büyükşehir
MART 2014
13
Belediye Başkanlığı için aday göstermişti. Başlangıçta kamuoyu tarafından tanınmayan Yavaş,
sessiz ama etkili bir seçim kampanyası yürüttü.
Basının önüne çok fazla çıkmayıp daha çok halkla
doğrudan temas kurmaya çalışan Yavaş, kampanya sürecinde ön plana çıkmaya başladı. Bu strateji
başlangıçta tüm enerjisini CHP’nin adayı ve kendi
geleneksel rakibi Murat Karayalçın’a yöneltmiş olan
Melih Gökçek’in de taktik değiştirmesine yol açtı.
Gökçek, kampanya sürecinin başlarında en yakın
rakibiyle arasında yirmi puan fark olacağını savunurken sona doğru yaklaşıldığında oyların bölünmesi
halinde başkanlığın sola geçeceği tezini işlemeye
başladı. Seçim sonuçlandığında Gökçek yüzde
38,5’lik bir oranla yeniden başkan seçildi. Ancak
belki de bundan daha fazla dikkat çeken sonuç,
Mansur Yavaş’ın ulaştığı yüzde 26,9’luk orandı. Dolayısıyla seçimi kazanamasa da Mansur Yavaş artık
ulusal bir siyasal figür haline gelmişti. Ancak aynı
durum, bir bakıma, MHP içindeki muhtemel yükselişinin de önünü kesti.
Hemen her seçimden sonra olduğu gibi 29 Mart
2009’un ardından da MHP içinde başlayan liderlik tartışmaları Mansur Yavaş’ın ismini öne çıkardı.
Ancak aynı durumun MHP yönetimi açısından bir
rahatsızlık kaynağı olması da kaçınılmaz bir durum
oldu. Böylece Yavaş, MHP’den giderek uzaklaştı; beklentilerin aksine 2011’de milletvekilliği için
aday gösterilmedi ama geçen senenin ortalarında MHP’den Ankara Büyükşehir Belediye başkan
aday adaylığını açıkladı. Ancak MHP, bu koltuğa
Yavaş yerine, kamuoyunca yeterince tanınmayan
14
MART 2014
Prof. Dr. Mevlüt Karakaya’yı aday gösterdi. Aslında
bu tercihle MHP’nin Ankara’da fazla iddialı olmadığına yönelik mesaj verdiğini söylemek çok da haksızlık olmaz.
30 Mart seçimleri öncesi Ankara’da görülene benzer durumlar, İstanbul ve İzmir’de de yaşandı.
İstanbul’da daha önce MHP’lilerce bile adları fazla
duyulmayan Rasim Acar, İzmir’de ise Murat Taşer
aday olarak belirlendi. Gerçekçi bir bakış açısıyla
yaklaşıldığında bu tercihlerin MHP’ye söz konusu
şehirlerde oy artışı sağlayamayacağı söylenebilir.
Daha doğru bir ifadeyle, MHP’nin İstanbul, Ankara ve İzmir’de 2011 genel seçimlerinde aldığı oy
oranlarına ulaşması başarı olacaktır. Ancak aşağıda
değineceğimiz gibi Ankara’da bazı ilçe belediyelerinde yaşanacak seçim yarışının MHP’nin genel oy
oranları açısından artı bir etki meydana getirebilme
ihtimali de var. Zira toplam seçmen sayısının önemli bir yekûnunu barındıran bu illerde yaşanan puan
artışları Türkiye ortalamasını da yükseltiyor. Nitekim
MHP’nin 2009 yılında yaşadığı oy artışında Ankara
ve Adana başta olmak üzere bazı büyükşehirlerde
doğru aday tercihleri nedeniyle oylarının yükselmesinin büyük etkisi bulunuyor.
Öte yandan MHP’nin seçimlerde asıl gücünü, Mersin Büyükşehir ile 30 Mart’tan itibaren bu sıfatı elde
edecek olan ve 2009’da zaten kazandığı Balıkesir
ve Manisa gibi illere aktaracağı iddia edilebilir. MHP,
Mersin’de üst üste dört dönemdir Tarsus Belediye
Başkanlığı yapan Burhanettin Kocamaz; Manisa’da
mevcut başkan Cengiz Ergün ve Balıkesir’de
2009’da aynı partiden seçilen İsmail Ok ile seçimlere girecek. Genel seçim sonuçlarına göre her üç
ilde de AK Parti birinci sırayı almasına rağmen MHP
yerel seçimin farklı dinamiklerinden yararlanarak
tabloyu kendi lehine çevirmeye çalışacak. MHP’nin
özellikle Türkiye ortalamasının iki katına yakın oy
aldığı Mersin’de büyükşehir belediye başkanlığını
kazanmak için oldukça şanslı olduğu söylenebilir.
Bu şehirde, AK Parti’den MHP’ye doğru bir oy kayması güçlü bir ihtimal olarak görülüyor. Balıkesir ve
Manisa’da ise MHP adayları, AK Parti’nin biri eski
biri de hâlihazırda genel başkan yardımcısı durumunda olan iki milletvekili başkan adayı (Ahmet
Edip Uğur ve Hüseyin Tanrıverdi) ile yarışacak. Bu
illerde MHP’nin seçimi kazanabilmesi için CHP’den
kendisine oy devşirebilmesi adeta zorunlu görünüyor. Ancak her iki ilde de MHP’nin iddiasını muhtemelen son ana kadar sürdüreceği ve seçim sonuçlarını küçük farkların belirleyeceği anlaşılabiliyor
Bu noktada, bir parantez de MHP’nin 2009’da kazandığı tek büyükşehir belediyesi olan Adana’ya
açmak gerekir. MHP’nin 2009’da Adana’da başarılı
olmasını sağlayan en önemli etken, hiç kuşkusuz,
AK Parti’den transfer edilen Aytaç Durak’tı. Ancak hakkındaki yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle
görevden alınan Durak, MHP’den de ihraç edildi.
MHP, Adana’da Ceyhan Belediye Başkanı Hüseyin
Sözlü’yü aday olarak gösterdi. Genel seçimlerde
AK Parti ile arasında 17 puan fark bulunan (yüzde
37,48’e karşılık yüzde 20,35) MHP, CHP’nin de iddialı olduğu Adana’da başarılı olabilmek için iktidar
partisinden oy almak zorunda. 2011 seçimlerinde
hiçbir partinin yüzde 40 sınırını geçemediği bu ilde,
büyük bir ihtimalle yarışı küçük farklar belirleyecek
ve yaklaşık olarak seçmenlerin üçte birinin oyunu
alan aday seçimleri kazanacak. Diğer büyükşehirler
açısından bakıldığında ise MHP’nin seçimi kazanma şansının giderek azaldığı görülüyor.
30 Mart’ta alınacak seçm
sonuçlarına göre CHP’nn
yen br lderlk tartışması
yaşayableceğnn şaretler
doğuyor. Partnn aday
belrleme sürecnde aldığı
“radkal” kararların beklenen
etky doğuramaması,
ulusalcılar başta olmak
üzere muhalf kanatları
“şmdlk” kaydıyla susturan
Kılıçdaroğlu’nun şn oldukça
güçleştrecek.
memleketi Osmaniye için de geçerli olduğu söylenebilir. MHP, Osmaniye il belediyesini 2004’e AK
Parti’ye kaybetmiş; 2009’da ise geri almıştı. 2011
genel seçimlerinde AK Parti il genelinde MHP’nin
yaklaşık beş puan üzerine çıktı. Seçim sonrasında
muhtemel bir liderlik tartışmasında elinin zayıflamaması için Bahçeli açısından Osmaniye’nin kazanılmasının özel bir anlam taşıdığı kolayca tahmin edilebilir. Seçim öncesi propaganda sürecinde miting
düzenlemeyi çok fazla tercih etmeyen Bahçeli’nin
özel önem atfettiği bu illere bizzat gitmesi daha önceki seçim deneyimlerinden hareketle beklenebilecek bir durum olacak.
MHP’nin bir diğer öncelikli hedefi de 2009’da kazandığı illerde aynı başarıyı tekrarlamak olacak. Bu
bağlamda, yukarıda sayılan büyükşehirler dışında,
Uşak, Osmaniye, Gümüşhane, Kastamonu, Karabük, Bartın ve Isparta MHP’nin öncelikli hedefleri
arasında sayılabilir. Bunun yanında 2011 genel seçimlerinde birinci parti olduğu tek il olan Iğdır’da belediyeyi BDP’nin elinden alabilmek de özellikle sembolik anlamı bakımından MHP için önem taşıyor.
Benzer bir sembolik durumun Devlet Bahçeli’nin
MART 2014
15
röportaj
KİM KAZANACAK
Siyaset mi
Vesayet mi
Röportaj: M. Kürşad BİRİNCİ
SDE Asistanı
İbrahm Uslu Kmdr?
30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn 19831987 yılları arasında İstanbul Ünverstes Syasal Blgler
Fakültes, Kamu Yönetm Bölümü’nde tamamladı. Yüksek
Lsanasını aynı ünverstede 1988-1991 yılları arasında
Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka
Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn bulundu.
1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında İstanbul
Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne yaptı.
1988-1999 İstanbul Ünverstes Araştırma Görevls , 19992003 İstanbul Ünverstes Öğretm Üyes , 1995-1996 YTM
(Yüksek Teknoloj Merkez) Proje Koordnatörü, 20022003 Bersay İletşm Danışmanlığı Danışman, 2003-2004
Bersay İletşm Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak
çalışmıştır.
2004 yılından tbaren Ankara Sosyal Araştırmalar
Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır.
Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye
Araştırmacılar Derneğ üyesdr.
Zeynep Karahan Uslu le evldr ve br kız çocuğu babasıdır.
16
MART 2014
İbrahm Bey merhaba. Önümüzdek dönemde sz yen
br test beklyor. Sadece br ay sonra 30 Mart yerel seçmler
yapılacak. Genel seçm atmosfer çnde geçmes beklenen
yerel seçmlere rengn verecek tartışma konuları szce neler
olacak?
17 Aralık operasyonundan yaklaşık 1 ay
kadar önce, önümüzdeki seçime rengini
verecek başlıkların neler olabileceği ile ilgili
geniş katılımlı arama toplantılarını başlatmıştık. 17 Aralık’ta bir şekilde bunun cevabını da almış olduk. Artık seçim atmosferinin hangi toplumsal psikolojik faktörlerin
etkisi ile gerçekleşeceğini merak etmiyoruz.
17 Aralık öncesinde 30 Mart sadece bir yerel seçimdi. Dolayısıyla yerel faktörlerin tercihlerimizi etkileyeceği yönünde bir beklenti
vardı. Ancak AK Parti iktidarları döneminde
gerçekleşen yerel seçimlere baktığımızda, sadece 2004 yerel seçimlerinin buna
uygun gerçekleştiğini görüyoruz. 2004’te
toplumu ayrıştıran ya da genel siyasi performansları tercih nedeni haline getiren bir
atmosfer yoktu. Sadece yerel faktörler seçmen tercihleri üzerinde etkiliydi. 2009 yerel
seçimlerinde ise elbette ki yerel gündemler önemini
korumaya devam etti. Ancak seçime rengini veren
temel tartışma konusu uluslararası ekonomik krizdi.
Seçmen davranışlarını en çok etkileyen konular da
bu merkez etrafında gerçekleşti ve tartışıldı. Bugün
de aslında 2009’a benzeyen bir süreç içindeyiz.
Yaşananlar, adayların, yerel politika ve kente dair
sorunlar etrafında tartışmalara girişmesine izin vermiyor. Yaz başında yaşanan Gezi Parkı olayları ve
arkasından gelen 17 Aralık operasyonu sadece genel politik gündemi değil, yerel gündemleri de ele
geçirmiş durumda.
Türkye’de 2013 yılında çok gerlml günler yaşandı. Szce bütün
bu yaşananlar ne anlama gelyor? Önce Gez sonrasında se 17 Aralık
süreçlernde seçmen terchler değşt m? Sosyolojk anlamda daha önce
var olduğu dda edlen ttfaklar dağıldı mı?
Aslında o kadar çok şey yaşanıyor ki belki de uzun
bir liste yapmak gerekiyor. Ancak bence en önemlisi Türkiye’nin bu anlamda dönüşümü 2013’te başlamadı. Hem ulusal, hem de uluslararası ve bölgesel birçok süreç uzun zamandır eş zamanlı olarak
yaşanıyor. Yeni ittifaklar kuruluyor, hatta birçoğunu
ancak yıllar sonra anlayabiliyoruz. Bu anlamda son
yaşananları 2012’de MİT’e yönelik operasyon ile
başlatsak, çok haklı nedenlerimiz olur. Hatta 12 Eylül referandumuna götürsek de çok anlamlı olabilir.
Biraz daha geriye gidip bu süreci cumhurbaşkanlığı
seçimlerine, 367 krizine kadar taşısak ya da cunta yargılamalarından başlatsak, o da olur. Hatta en
öteye, AK Parti’nin kuruluşuna kadar gitsek yine de
bugünü açıklayacak mesnetler bulabiliriz. Benim
düşüncem 2013’ü anlamak için bu karşılaşmaların
her birine bakmak gerektiği yönünde.
2002’de halk iradesi ve vesayetçi rejim arasında bir kopma yaşandı. Halk, vesayetçileri ve eski
Türkiye’nin temsilcisi partileri büyük ölçüde siyasetten tasfiye etti. Seçmen, bizzat operasyon çekerek
1990-2000 arasında yaşananlardan sorumlu gör-
düğü bütün yapıyı meclisin dışına itti. Halk, parodi
programlarına konu olan siyasetçi ve siyasi parti
profillerini siyasetten uzaklaştırdı. Seçmen, o günün şartlarında biri yeni kurulmuş, biri de TBMM’de
temsil edilmeyen iki partiyi TBMM’ye taşıdı. Her ne
kadar 2007 cumhurbaşkanlığı seçimine kadar direnmeye çalışsalar da bir dönemin siyasal anlayışı
tasfiye edildi.
2007’de seçmen bürokratik vesayetin hala etkili olduğunu gördü. 367 krizi, bürokratik vesayetin hala
sistemi tıkamak ve demokratik rejimi engellemek
konusunda ne kadar mahir olduğunu gösterdi. 27
Nisan Muhtırasını gören seçmen bunun rövanşını
Temmuz ayında yapılan seçimlerde aldı. Bir önceki
seçimde yüzde 34 ile iktidar olan AK Parti’yi yüzde
47 ile TBMM’ye taşıdı. Verilen bu destek vesayet ile
kavgada AK Parti’nin elini güçlendirdi.
2002-2007 vesayetin elinden gelen her şey ile direndiği bir dönemdi. Hatta sonrasında gördüğümüz
kadarı ile vesayet o dönemde siyaseti dizayn için bir
çok girişimde de bulundu. Ancak 28 Şubat’ı bilen
seçmen bu karşılaşmaya çok kristalize olmuş bir
şekilde cevap verdi. Vesayet/siyaset karşılaşmasında seçmen ısrarla ve cesaretle siyaset tarafında durdu. Vesayet tarafında duranlar ancak o gün
CHP’ye oy vermiş kişilerden ibaretti.
Pek, 2007 sonrasında bu vesayet/syaset kavgası btt m?
2007’den sonra gelen kapatma davası vesayet/
siyaset kavgasının bir başka dönüm noktasıydı ve
kavganın bitmediğini bir kez daha gösterdi. Vesayet, birinci açılım sürecinin yani AK Parti’nin hem
kavramsal hem de politika anlamında Kürt meselesinde bir paradigma değişimine gitmesinin ve AB
projesinin paralel yürümesi gibi büyük dönüşümlerin
hepsinin karşısında direnç göstermeye devam etti.
Ancak bu kez 12 Eylül referandumunda “vesayet
değil, siyaset” diyen halk gücünü gösterdi. Vesayet
karşısından siyaseti destekleyen insanların bir araya
MART 2014
17
Evet, 2013 yılı Türkiye için çok çalkantılı ve heyecanlı bir yıl oldu. Ancak Gezi ve 17 Aralık bazı hayırlı sonuçlara da neden oldu. Gelecek kurguları ve
hedefleri çok farklı olan ve asla bir araya gelemez
dediğimiz üç yapı bir araya geldi ve ortak bir tehdide karşı siyaseti savundular. Bu üç siyasi ekolün
farklı hedef ve farklı gelecek kurgularının olması ülke
adına bir zenginlik. Buna ek olarak demokrasiye yöneltilmiş bir tehdide karşı ortak bir tavır göstermeleri, ülkenin geleceği adına büyük bir güvence. Bu
ortak tehdide karşı bir araya gelen bu grup ülkenin
sigortası.
30 Mart syas dengeler 2011’de oluşan syas dengelere benzer
m olacak? Yoksa 2009 yerel seçm sonuçlarına daha uygun br denge m
oluşacak? Ayrıca 30 Mart’ta oluşacak muhtemel syas dengenn ortaya
çıkmasında AK Part ve Cemaat karşılaşmasının br etks olablr m?
geldiği yüzde 58’lik koalisyon çok önemli bir siyasi
ve toplumsal gösterge oldu.
Ayrıca bunların yanında bir başka süreç daha işledi.
Ergenekon, Balyoz gibi cunta davaları ile vesayeti
o gün temsil edenler güçlerini yitirdi. O dönemde
hepimiz bu gelişmeleri vesayetçilerin tasfiyesi olarak
okuduk. Ancak o dönemde yaşananların vesayetin
tasfiyesi değil, bir çetenin başka bir çeteyi tasfiyesi olduğunu yeni görmeye başladık. Vesayetin yok
olmadığını ancak el değiştirdiğini idrak ettik. Devlet içinde süre gelen kapalı örgütlenmelerin İttihat
Terakki’den beri yaşamaya devam ettiğini gördük.
Bu gelişmeler asla bir araya gelemez dediğimiz aktörleri bir araya getirdi. Bir kısım MHP’li ile İşçi Partililerin birbirlerine yaklaştığını gördük. MHP seçmeni
Orta Anadolu’da AK Parti ile yakınlaşırken, Ege ve
Akdeniz’de başka türlü hareket etti. Öte yandan
bunca zaman AK Parti Kürtlerin birinci partisi olmayı sürdürdü. Son çatışmada ise muhafazakâr seçmenin de bir miktar çatlamakta olduğu bir dönem
başladı.
Seçmlern hayl yaklaştığı şu günlerde syas manzara nasıl
gözüküyor?
Bir tarafta CHP seçmeni ve örgütü var. Gezi ile birlikte Alevilerin CHP içinde önemli bir görünürlük kazandığı, bir yandan da muhafazakâr dediğimiz bir
cemaatin desteklediği bir yapı olarak CHP cephesini görüyoruz.
18
MART 2014
Karşısında ise liberal, muhafazakâr, demokrat insanlardan oluşan AK Parti cephesi var. Ayrıca buna
ek olarak bu cephede yani siyaset tarafında durmaya özen gösteren cephede, Gezi’ye ve sonrasında vesayetçilere açık bir destek vermeyen MHP
var. Ha keza Gezi’de ve 17 Aralık operasyonunda
siyasetten yana olan BDP/PKK çizgisi var. Bunlar
bir ittifak içinde değiller. Sn. Bahçeli hem Gezi’ye
mesafeli durdu hem de 17 Aralık sürecinde “biz iktidarı okyanus ötesinde aramayız” diyerek konumunu çok net belirledi. Ha keza Abdullah Öcalan ve
Selahattin Demirtaş da 17 Aralık sürecinin bir darbe
girişimi olduğunu söylediler. Diğer tarafta CHP, Cemaat ve İşçi Partisi’nin bir araya geldiği bir yapı söz
konusu hale geldi. Bu durum bizlerin bütün ezberlerini derinden sarsıyor.
Ama ben bunların hepsinin ötesinde bu gelişmelerde
hayırlı bir yan görüyorum. Türklerin bir kısmı, Kürtler
ve muhafazakârların aynı blokta, yani siyaset yanında
yer almalarını ve temsil ettikleri bloğun oylarının yüzde
65-70’lik bir büyüklüğe sahip olmasını önemsiyorum.
Bu gruplar arasında güçlü bağlar yok. Ama ortak bir
tehdit algısı var. 17 Aralık’ı tehdit olarak görüyorlar.
Umarım gelecekte de ortak vizyon ve gelecek anlamında da bir yakınlaşma olur. Ancak olmasa da
dert değil. Siyaset farklı hedef ve idealler için var
zaten. Bu kitle, demokrasi ve sivil siyasetin yanında
durdukça, arkalarına ulusal ve uluslararası medya
desteği alan karşı kitlenin, Türkiye’de siyasi dengeleri
değiştirebileceğini düşünmüyorum.
Gezi’de Cemaat ve hükümet arasında bir çatışma
algılanmıyordu. Orada başka bir yapının hükümet
ile çatıştığı algısına sahiptik. Ancak aradaki bağlantıyı biz 17 Aralık süreci ile kurduk. Evet bu anlamda
2013 yılında yaşanan gelişmelerin siyaseti ve siyasi
dengeleri dizayn için yapıldığını söylemek mümkün.
Ancak her yerel seçimde olduğu gibi 2014 yerel seçimlerinin de kendi doğası olduğunu düşünüyorum.
Her ne kadar ulusal ve uluslararası konuların yerel
seçimler üzerinde etkisi olduğunu bilsek de, yerel
seçimlerin tıpkı genel seçimler gibi cereyan ettiğini
söylemek mümkün değil. Bu anlamda genel seçim
oyu ortalaması son iki seçimde yüzde 48-49 olan
bir AK Parti’nin yerel seçimlerde kazandığı seçmen
desteğinin ortalaması yüzde 40. AK Parti, 2004’te
yüzde 42 ve 2009’da yüzde 38 oy oranlarına sahipti. AK Parti’nin 2004’te aldığı yüzde 42, 1980
sonrasında alınmış en yüksek yerel seçim oranıdır.
Daha gerilere gidersek bu oranın üzerinde bir kez
AP’nin 1960’larda aldığı yüzde 45’lik yerel seçim
desteğini görüyoruz.
Ulusal ve uluslararası tartışmalardan etklenyor ve tepk veryor
olsa da yerel seçmlern kendne özgü br gündem ve denges olduğu
anlaşılıyor.
Evet, seçmen oy kullanmaya giderken partiye, dünyaya ve ülkeye bakıyor ve ona göre karar vermeye çalışıyor. Ancak bazı mahallî faktörlerin zaman
zaman yörede seçimin sonuçlarını güçlü partilerin
aleyhine olacak şekilde değiştirmesi bile mümkün
oluyor. Bu etkiyi asla unutmamak gerekiyor. Son
yerel seçimlerde o esnada TBMM’de olmayan hatta Türkiye genelinde çok küçük oranlar kazanabilmiş partilerin bazı illeri, büyük ilçeleri kazandığını
gördük. SP, DP ve DSP bazı kentler ve ilçelerde
sürpriz denilebilecek sonuçlara imza attılar. Yerel
seçimde baraj uygulanmadığı için her adayın bir şekilde seçilme şansı var. Normal şartlarda oy vermeyeceğiniz bir partiye, adayına duyduğunuz sempati
nedeni ile oy verebiliyorsunuz.
Bu nedenle 30 Mart 2014’ün bir yerel seçim olduğunu görmek ve yerel seçim standartlarında beklentiye sahip olmak gerekiyor. Partilerin dikkate
alınması gereken oy oranı tahminleri de buna göre
yapılmalıdır. Eğer AK Parti yüzde 40’ın üzerinde bir
Dolayısıyla AK Parti’nin yerel seçim oy ortalaması
ortada. Yüzde 43’e ulaşan bir AK Parti kendi rekorunu yenileyecek ve 1980 sonrası rekoru da biraz
daha geliştirmiş olacak. Bu anlamda AK Parti yüzde
43 aldığında “AK Parti 7 puan kaybetti” demek, bu
şekilde düşünmek yanıltıcı olacaktır. 2007’de yüzde
47 seçmen desteğine sahip AK Parti 2009’da yüzde 38 aldığında da benzer şeyler söylenmişti. Ancak AK Parti’nin 2011’de bu kez yüzde 50 seçmen
desteği aldığını biliyoruz.
MART 2014
19
oya sahip olursa seçmen desteğinin değişmediğini
söyleyebiliriz. Ben bu anlamda bir öngörü olarak,
seçmen desteğinin ve siyasi dengelerin de değişmediğini düşünüyorum. AK Parti yüzde 40’ın üzerinde kalacaktır. Ayrıca şuan yapılan araştırma ve
gözlemlerimiz de AK Parti’nin yeni bir yerel seçim
başarısı yaşayacağını gösteriyor. 17 Aralık’tan bu
yana birçok belediye seçim çevresinde (60’ın üzerinde) araştırma yaptık. Ve neredeyse tamamında
17 Aralık öncesi ile karşılaştırdığımızda, yerel seçimlerin doğasından kaynaklanan küçük hareketler
olsa da bir değişiklik görmedik. 2013 Mayıs ayından
beri düzenli çalışmalar yapıyoruz ve Mayıs-Ocak
karşılaştırmalarında, bazı çevreleri mutlu edecek
şekilde bir fark görmüyoruz. Hatta bazı seçim çevrelerinde AK Parti’nin oylarını daha da yükselttiğine şahit oluyoruz. Bu anlamda, 30 Mart’ta siyasal
dengelerin değişmeyeceğini, aksine seçmenin bu
tür manipülatif hareketlere de bir şekilde cevap vereceğini ve siyasal istikrarın güçlenmesi ve devam
etmesine destek vereceğini göreceğiz. Bunun sonucunda da, kanaatimce, bugün siyasal dengeleri
değiştirmeye çalışan bütün güç odakları, yapılan
onca toplum mühendisliği çalışmalarına, hatta darbe müdahalelerine rağmen bir şeyin değişmediğini
gördüklerinde, AK Parti ile yaşamaya mecbur olduklarını ve bu duruma alışmaları gerektiğini bir kez
daha göreceklerdir. Bu anlamda, 2002’den beri siyasal sistemi domine eden ve şekillendiren seçmen
bu kez de bu odaklara itibar etmeyecektir.
Gelelm AK Part le Cemaat arasında yaşanan olaylara… “Cemaat
AK Part’ye oy vermeyecek” ddaları sıkça duyulmaya başlandı. Cemaat,
her br aynı zamanda Ak Part seçmen olan üyelerne ne kadar etk
edeblr?
Bunun mümkün olduğunu söylemek fazla iddialı
olur. Birçok şey birbirine karıştırılıyor. Bu yorumu
yapanlar öncelikle cemaatin yapısını yakından bilmiyorlar. Çünkü cemaat homojen bir yapı değil. Cemaati birkaç köyde müridi olan, filmlere konu olmuş
şekli ile bir şıhın/şeyhin olduğu bir organizasyon
zannediyorlar. Gidip şıh ile anlaşıp o üç beş köyün
hangi partiye oy vereceğini belirleyebilirsiniz. Bu
durum bu ölçekte mümkündür. Seçmen gelir şıhın
işaret ettiği kişi ya da partiye oyunu verir, parmak
basar ve gider.
Ama cemaat böyle bir yapı değil. Cemaat kentsoylu, kozmopolit bir harekettir. Cemaat içinde her
toplumsal sınıftan, her sosyolojik maceradan, her
katmandan insanların olduğu bir yapı ve bunlar arasında esnek bir ilişki var.
Pek, cemaat çnde hyerarşk br yapı yok mu?
Mutlaka var. Ben bunları, belki çok uygun olmayabilir ama cemaat profesyonelleri olarak nitelendiriyorum. Dershanelerde, şirketlerde, okullarda
çalışan, evleri, medya kuruluşlarını ve sivil toplum
örgütlerini yöneten insanlar var. Bunlar hiyerarşik bir
yapı içinde hareket edebilirler. Bunlar siyasi kanaatlerini gelecek talimat ya da isteğe göre belirleyebilir.
Ama profesyonellerin dışına çıkıp, çocuğunu dershaneye gönderen, evlere bağış yapan, gazetelerine
abone olan, ara sıra sohbetlerine giden geniş kitleler var. Profesyonellerin sayısı, 55 milyon seçmenin
olduğu bir yerde yüzbinler olsa ne fark eder ki. Bu
grubun (profesyonellerin) varlığı hiçbir siyasi dengeyi
değiştirmez. Türkiye’de geniş halk kitleleri, hiyerarşik ilişkiler ve manipülasyon ile hareket etmediğini
defalarca gösterdi. Ayrıca, cemaat adına konuşabilen kimselerin, emir, talimat veya böyle bir beyanın
olmadığını, hizmet gönüllüleri ya da mensuplarının
kendi vicdanlarına göre hareket edeceklerini ifade
ettiklerini gördük. Ben de açıkçası bu fikre daha yakınım.
Bu durumda siyasi dengelerin değişmesini mümkün görmüyorum. Sandığa yansıyacak bir etkinin
olmayacağı açık. Zaten bu nedenle de cemaatte
bu karşılaşmanın tarafı olanlar kendi mensuplarını
etkileme peşinde değil, toplumun geri kalanını etkileme ve manipüle etme peşindeler. Sadece kendi
mensuplarını ve kendilerine karşı olumlu düşünce
besleyen kimseleri mobilize edebileceklerini ve bunun yeterli olduğunu düşünseler, bu kadar operasyon hazırlamalarına ve siyasi oyun içinde olmalarına
gerek yok.
Pek, szce 31 Mart sabahı Türkye nasıl br güne uyanacak?
Ankara, İstanbul, İzmr, Dyarbakır gb büyük ve temsl ettkler anlamlar
bakımında öneml kentlerde şaşırtıcı sonuçlar beklyor musunuz?
Aslında ben heyecan verici yarışların olacağı illerin bu sayılanların dışında olacağını düşünüyorum.
20
MART 2014
Mesela, Adana, Mersin, Van, Tekirdağ gibi illerde
çok heyecanlı geçecek bir seçim dönemi bekliyorum. İzmir’de de heyecanlı bir seçim yaşanmasını
bekliyordum ama orada çekilen bir operasyonla Sn.
Binali Yıldırım’ı zora sokacak bir ortam yaratılmak
istendi.
Ankara’yı neden heyecan yaşanacak ller dışında tutuyorsunuz?
Özellkle Mansur Yavaş’ın adaylığı le CHP artık Ankara’da daha ddalı br
konuma geldğn düşünüyor.
CHP bir strateji değişikliği yaptı ve sağdan adaylar gösterdi. Anadolu’da bir laf var “duymuş
Horasan’da halı dokunuyor, ama enine mi, boyuna mı?” diye. Mansur Yavaş hem MHP hem
de muhafazakâr seçmen açısından çok itibarlı ve
önemli bir siyasetçi. Ancak CHP’ye geçmesiyle birlikte kendi kendisi ile çelişen bir duruma düşüverdi.
Mansur Yavaş MHP’den ayrılırken, Bahçeli’ye mektup yazıp, MHP’yi CHP’lileştirmek ile suçlayan biri.
Bu aklımızda tutmamız gereken birinci realite.
İkincisi, CHP’nin Ankara’da sahip olduğu oy oranı.
Daha önceki seçimlerde gördük ki CHP yüzde 33’e
kadar çıkabiliyor. Ancak AK Parti ile aradaki makas
açık, çünkü AK Parti bir önceki seçimde Ankara’da
yüzde 50 seviyesine ulaşabilmiş bir siyasi hareket.
Ayrıca AK Parti ve CHP arasında bir oy geçişkenliğinin olmadığını görüyoruz. CHP’nin Mansur Yavaş’ın
adaylığı ile umut ettiği oy geçişkenliği (özellikle
Mansur Bey’in 2009’da ulaştığı yüzde 27 düşünülerek) MHP’den CHP’ye doğru. Ancak, Mansur
Bey 2009’da yüzde 27 oy aldı. Oysa partisinin oyu
MART 2014
21
Diyarbakır’da bir değişiklik beklemediğimi belirteyim. Diyarbakır’ı da İzmir gibi görüyorum. İlçe bazlı
bazı değişiklikler olsa da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın el değiştireceğini düşünmüyorum. Oysa Doğu’nun önemli illerinden Van’da çok
heyecanlı bir büyükşehir yarışı olacak.
Bu anlamda genel olarak bir değerlendirme yaparsak daha önce yaptığımız bir çalışmaya göre
AK Parti’nin kazanacağı il ve büyükşehir belediye
sayının 50’nin üzerinde olacağını beklediğimi söyleyebilirim. 2009’da bu 45’ti. Bugün kesinlikle 45’in
üzerinde olacaktır. Toplam 81 ilin olduğunu düşünülürse, bunun büyük bir başarı olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Son olarak, 30 Mart yerel seçmlernden sonra Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı konusunda nasıl br yol zlemesn beklyorsunuz? Bu konudak
düşüncelernz nelerdr?
yüzde 15 civarındaydı. Yani 12 puan gibi önemli bir
dış destek kazandı. Melih Gökçek ise yüzde 38 ile
AK Parti ortalamasına uygun bir oranla fakat 2011
ile karşılaştırılınca partisinin genel seçim oyunun 12
puan gerisinde kalarak seçimi kazandı. Aslında küçük bir matematik hesabı ile Mansur Bey o 12 puanı AK Partili seçmenden aldı.
CHP ve AK Parti arasındaki oy geçişkenliğinin
son derece sınırlı olduğunu biliyoruz. Bu durumda
CHP kazanabilmek için MHP’nin tüm oylarına (yani
geleneksel olarak aldığı yüzde 15’e) ihtiyaç duyacak gibi görünüyor. Peki, bu mümkün mü? Ege
ve Akdeniz’de mümkün olabilir ancak Ankara’da
o kadar kolay olabileceğini zannetmiyorum. Hele,
MHP’ye yakın bir gazetenin “Yavaş Yavaş Gelen
İhanet” manşetinden sonra tüm MHP’lilerin gidip
kolayca CHP’ye oy vermesini beklemek çok olası
değil. Bu anlamda ben her iki realiteyi de düşünerek
Ankara’da en güçlü adayın Melih Gökçek olduğunu
görüyorum.
Pek, İstanbul’da ne olacak? Szce Sarıgül, Topbaş karşısında seçm
kazanablr m?
CHP adayı Sarıgül’ün İstanbul’da başarılı olabilmesi için bir koalisyona ihtiyacı var, aynen Ankara’da
olduğu gibi. İstanbul’da MHP’nin yanı sıra bir aktör
daha var: BDP/HDP çizgisi. Çünkü BDP destekli
bağımsız adayalar İstanbul genelinde yüzde 5’lik bir
seçmen desteği kazandı. Bu ciddi bir oy. O yüzden
de hatırlanacağı gibi Sarıgül’ün aday adaylığı sürecin-
22
MART 2014
de HDP ile CHP arasında seçim ittifakı dedikoduları
etrafa dökülmüştü. Ama sonrasında HDP çok iyi bir
adayla ortaya çıktı: Sırrı Süreyya Önder… Böylece
Kürt oyları ile kurulması beklenen ittifak çöktü.
Geriye MHP kalıyor. MHP de İstanbul’da yüzde
9-10 gibi ciddi bir seçmen desteğine sahip. Ancak
Sarıgül MHP’nin tüm oyunu alsa bile Topbaş ve AK
Parti’nin sahip olduğu yüzde 50’lik desteğe yaklaşamıyor. Tabi burada bir parti seçmeninin neredeyse tamamen başka bir partiyi destekleyeceğini beklemek de çok makul değil. Bu yüzden İstanbul’da
da dengelerin değişmesini beklemiyorum.
Szce İzmr’de ve Dyarbakır’da seçm nasıl geçer?
Bir kere, bugüne kadar Sn. Başbakan’ın cumhurbaşkanı adayı olacağını bir kez bile ihsas etmediğini
göz önünde bulundurmalıyız. Bunu hep kamuoyu
yani bizler yakıştırıyoruz; malum, üç dönem kuralı
vs diye. Sn. Başbakan ise defaetle “Siyaset yapıyor
olmak bir koltuğu işgal etmek anlamına gelmiyor.
Partide belli işler yapabilirim, yurtdışında görev alabilirim veya bir STK’da çalışır, yine siyaset içinde
olurum. Ama illa ki aktif bir siyasi koltuk işgal etmek
zorunda değilim” diyor. Cumhurbaşkanlığı sorusu
sorulduğunda da “zamanı geldiğinde parti organları
konuşur ve en doğru kararı verir” cevabını veriyor.
Nitekim 2007’de Sn. Abdullah Gül’ün adaylığında
da benzer bir sürecin işlediğini hepimiz gördük. Bu
nedenle Sn. Başbakan aday olur mu, olmaz mı bir
şey söylemek biraz kehanet olur. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: AK Parti yüzde 40’ın üzerinde oy
alırsa, Başbakan’ın rahatça ilk turda seçileceğini ve
seçmeni ikinci kez sandık başına gitme zahmetinden kurtaracağını düşünüyorum. Aynı şekilde eğer
aday olursa çok sevilen bir cumhurbaşkanı olarak
Sn. Abdullah Gül’ün de birinci turda seçileceğini
düşünüyorum.
Ancak yerel seçim sonuçlarının alınacak ve verilecek kararlar üzerinde çok etkili olacağını düşünüyorum. 30 Mart seçimleri bu anlamda her şeyin
anahtarı. Bu seçimlerde AK Parti’nin kamuoyu desteğinin devam edip etmediği ortaya çıkacak ve AK
Parti buna göre bir cumhurbaşkanlığı stratejisi belirleyecek. Tabii ki AK Parti üst yönetimin zihninde
birçok politik senaryo vardır. Ancak 31 Mart sabahından itibaren artık bir strateji üzerinde çalışılmaya başlanır. 30 Mart seçimleri, sonrasındaki bütün
siyasal gelişmelerin kilididir bu anlamda. O aşamayı
geçtikten sonra herkes önünü çok daha açık olarak görecek. Ancak bugün hala çok bilinmeyenli
denklemler ile karşı karşıyayız. Bu durum sadece
AK Parti için değil, diğer partiler için de geçerli. Tüm
siyasi aktörler sonraki adımlarını 30 Mart’a bakarak
şekillendirecek.
İbrahm Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz.
Biraz önce bahsettiğim gibi, yapılan operasyon Binali Yıldırım’ın şansını biraz daha azalttı. Ancak ben
İzmir’de ilçelerde tablonun biraz değişeceğini düşünüyorum. AK Parti, bugün, otuz bir ilçenin sadece birinde belediye başkanlığına sahip. Ancak bu
seçimde AK Parti’nin İzmir’de kazanacağı ilçelerin
sayısının 10 kadar yükselebileceğini düşünüyorum.
Yaptığımız çalışmalarda 12-13 ilçede AK Parti adaylarının kazanabileceğini gördük. Biz çalışmalarımızı
yaptığımızda aday isimleri kesin olarak belli olmamıştı. O nedenle bugün adaylar belli olduktan sonra
çeşitli değişiklikler olabilir. Bu anlamda ilçe bazlı ve
isimler üzerinden yapılacak çalışmalar bu konuda
daha net fikrimizin olmasını sağlayacak ama her
şart altında ben AK Parti’nin İzmir’de 2009’un çok
üstünde bir sonuç alacağını düşünüyorum.
MART 2014
23
İÇ POLİTİKA
SATIR
ARASINA DEĞİL
BÜYÜK RESME
BAKALIM
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Bütün bunları detaydan çıkıp, büyük resmi görebilmek için hatırlatıyoruz. Bu söylediklerimiz “ortada
rüşvet veya yolsuzluk yoktur” anlamına gelmiyor. Böyle bir yargılama anlayışı ile adil bir kararın
verilemeyeceği kastediliyor. “Gizli emeller” uğruna yargı ve güvenlik kurumlarının kullanılmasına
müsaade edilemeyeceği anlamına geliyor.
O sebeple kafamızı detaydan kaldırıp büyük fotoğrafa bakmamız gerekir.
illet olarak aslında biraz detaycıyız.
Ama çoğu zaman detay, o kadar
önemli hale getirilir ki, “körün fili
tarifi” gibi tuttuğumuz veya gördüğümüz
yeri “her şey” olarak görür-gösterir, hadiseyi detaya indirger, bütünü, büyük resmi
ıskalar geçeriz. Böylece hem yanılır, hem
de yanıltırız.
Bakınız, çevremizde neler oluyor? 3 yılı aşkın süredir Suriye’de iç savaş yaşanıyor. Batılı-doğulu
güçler, diktatör Beşşar Esad’ın arkasında. Esad’ın,
resmen tespit edilmiş 150 bine yakın insanı öldürtmüş olması, “Medeni Batının” umurunda değil.
Ülke nüfusunun yarısının göç etmiş olması onlar için
önemli değil. 11 bin insanın sistematik işkence yöntemleriyle öldürülmesinin 55 bin fotoğrafla belgelendirilmesi bir anlam ifade etmiyor, Batı açısından…
Gezi olayları gibi, 17 Aralık süreci gibi
konularda da benzer gariplikler yaşanıyor. “Tamam da ayakkabı kutusu ne
olacak?”, “Tamam da rüşvet yok mu
diyorsunuz?”, “Öyle de kasalar neydi?”, “İyi de şu villalara ne diyeceksin?”, “Filanca işadamı şu kadar ihale
almış”, “Filan adam sövmüş…” Tepkiler devam ediyor.
Bütün bunlar yargının alanına giriyor. Yargı görevini yapacak. Gerçekler ortaya çıkacak. Ancak, yargı, adalet dağıtmak için
vardır. Siyaseti, siyasetçiler yapar. Yargının siyaseti dizayn etme yetkisi yoktur.
Ama siyasetin “millet adına” yargıyı dizayn etme kabiliyeti vardır. Siyaset, yargıyı dizayn ederken milletin değerlerine
aykırı hareket ediyorsa bunun faturasını
sandıkta öder. Yargı da adalet dağıtmak
için değil de siyaseti dizayn etmek için uğraşıyorsa bunun faturasını öder. “Siyaset
MART 2014
Savcılar, polise toplattırdıkları belge çuvallarının
mührünü bile açmadan gözaltı, tedbir ve tutuklama istiyorlar, mahkeme de yine çuvalların mührüne
dokunmadan tedbir ve tutuklama kararı veriyorsa,
orada hukuk bitmiş, siyaset, siyasi ve toplumsal
mühendislik işi başlamış demektir. Böyle bir yargı
asla savunulamaz. Böyle bir yargıdan asla adalet
çıkmaz…
“Satır arasında şunu anlatmak istedi.”, “Detaylarda şunlar var!”
M
24
hata eder de yargı hata etmez” diye bir kural
yok. İnsanın olduğu her yerde hata olur.
Mısır tarihi boyunca ilk defa halkın oylarıyla seçilmiş
cumhurbaşkanının kanlı bir askeri darbeyle devrilmesinin Batı açısından hiçbir mahzuru yok. Darbecilerin, 10 bin civarında darbe karşıtını katletmiş
olması Batı için sıradan bir hadise.
Libya’da geçen Şubat ayı içinde en az 2 askeri darbe girişimi yapılmış olması, Batı açısından sorun
değil.
Batı’ya göre Orta Afrika’da Fransız askerlerinin gözetiminde her gün ortalama 10 Müslümanın vahşice öldürülmesinde bir gariplik yok.
Batı’ya göre İsrail’in, Filistin’de insanlık dışı ambargoyu devam ettirmesi, oradaki Müslümanların aç
susuz, ilaçsız, çaresiz kalmaları olağan bir durum.
Batı’ya göre Afganistan’da ülkenin sahipleri Taliban
mensuplarının hak iddia etme yetkileri yok.
Arakan’da on binlerce Müslümanın barbarca öldürülmüş olmaları Batıyı hiç ilgilendirmiyor.
Doğu Türkistan’da devam eden Çin işkencesi ve
zulmü, Batı’nın insan hakları örgütlerinin hiç dikkatini çekmiyor.
Batı, Bosnalı Müslümanların elde ettikleri hakların
tekrar ellerinden alınması için Sırp zalimlerini destekliyor.
Ukrayna’da AB ve ABD, Rusya ile savaşıyor, savaşın faturasını Ukrayna halkı ödüyor. Ukrayna,
bölünmenin eşiğine getirildi. Dünya seyrediyor.
Ukrayna’da olan şeyler 2013’ün Haziran ayındaki
Gezi kalkışmasıyla Türkiye için de planlanmıştı. Çok
şükür ki başaramadılar.
Büyük bir küresel savaşın farklı cephelerinden söz
ediyoruz. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu
Cephesi, Batı Cephesi, Kafkas Cephesi, Yemen
Cephesi, Trablusgarp Cephesi gibi farklı farklı cepheler var idiyse, şimdi de benzer bir küresel savaşta
benzer cephelerde savaş devam ediyor. Sadece
bu defa şu aşamada sıcak savaş olarak değil de
postmodern bir savaş yöntemiyle yürütülüyor. Darbelerin postmoderni keşfedildiği gibi savaşların da
postmoderni icra ediliyor.
Sudan’da olanla Afganistan’da olanların, Arakan’da
olanlarla Bosna’da olanların, Doğu Türkistan’da
olanla, Ukrayna’da olanların, Tunus’ta olanla
Gezi’de olanların, Orta Afrika’da olanlarla, 17 Aralık
sürecinde olanların ilişkilerini kavrayamazsak düpedüz yanılırız. “Körün fili tarif etmesi” hatasına
düşeriz.
17 Aralık süreci, yargı eliyle yürütülmek üzere
planlanmış postmodern bir darbe girişimidir.
Tüm aşamaları planlanmıştır. 17 Aralık darbesini planlayanlar, Sisi darbesini, Libya’daki başarısız darbe girişimlerini, Bosna’daki
kargaşayı, Arakan’daki Müslüman katliamını,
Orta Afrika’daki Müslüman kıyımını, Gezi kalkışmasını planlayanlarla aynıdır.
17 Aralık darbe teşebbüsü çökmüştür. Deşifre olmuştur. 17 Aralık darbesini yapmaya çalışanların
arkasındakileri her geçen gün halkımız daha net
görecektir. Ama Müslümanlarla, kısaca Haçlı zihniyeti diyebileceğimiz güçler arasındaki savaş, görülüyor ki burada bitmeyecek ve şiddetlenerek devam
edecektir. O nedenle 17 Aralık darbesi atlatıldı diye
rehavete kapılmamak gerekir.
Her zaman her şeye hazırlıklı olmakta fayda var…
MART 2014
25
İÇ POLİTİKA
kanlığınca kurulan Tedkik Heyeti Amirlikleri’nden
sonra Fevzi Çakmak’ın direktifiyle istihbarat grupları
Müsellâh Müdâfaa-i Milliye (M.M.) adıyla birleştirilmiş ve resmileştirilmiştir (3 Mayıs 1921). Bu teşkilatın faaliyetleri de 1923’te İstanbul’un kurtuluşundan
sonra son bulmuştur. 1926 tarihine kadar haber
alma çalışmaları Ordu Müfettişlikleri İstihbarat Şubeleri tarafından yürütülmüştür. T.C.’nin çağdaş ilk
istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (M.E.H/MAH) 6 Ocak 1927 tarihi itibariyle şeklen İçişleri Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştur.
MAH, duyulan ihtiyaçlara bağlı olarak zaman zaman içerisinde birkaç kez yapısal revizyon geçirmiş
ve 1965 yılına kadar Türkiye’nin istihbarat çalışmalarını yürütmüştür.
YENİ TÜRKİYE’YE
YENi MiT
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
T
ürkiye’de sistemli ve kurumlaşmış nitelikte
istihbarat örgütü kurma girişimleri Osmanlı
Devleti’nin son yıllarında başlamıştır. Bunlardan ilki Sultan II. Abdülhamit Han’ın Yıldız Sarayı
bünyesinde oluşturduğu Yıldız Teşkilatı’dır. Daha
sonra, Siyasi birliğin korunması, ayrılıkçı hareketlerin
önlenmesi ve özellikle yabancı devletlerin Ortadoğu
üzerinde odaklaşan örtülü faaliyetlerinin izlenmesi
için istihbarat çalışmalarının bir merkezden organize yürütülmesi ihtiyatıyla, 17 Kasım 1913 tarihinde
İttihat Terakki döneminde Enver Paşa tarafından
Teşkilat-ı Mahsusa adlı bir istihbarat teşkilatı kurul-
26
MART 2014
muştur. I. Dünya Savaşı sırasında önemli görevler
ifa eden örgüt savaşın bitiminde imzalanan Mondros Mütarekesi’yle (1918) dağıtılınca, bu gelişmeyi
izleyen Milli Mücadele döneminde de pek çok istihbarat teşkilatı kurulmuştur. 1918 sonlarında kurulan
Karakol Cemiyeti’nin 1920’de dağılması üzerine
Zabitan, Yavuz, Hamza Grubu ve Felah Grubu gibi
değişik istihbarat grupları Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Daha sonra 18 Temmuz 1920’de Genel Kurmay Başkanlığı
tarafından Askeri Polis Teşkilatı (A.P.) kurulmuştur.
1921-1922 yılları arasında yine Genel Kurmay Baş-
Devletin Milli Güvenlik politikasının hazırlanmasıyla ilgili her konuda istihbaratın tek elde toplanması amacıyla, 25 Temmuz 1965 tarihinde TBMM
tarafından 644 sayılı kanunla kuruluşun adı Milli
İstihbarat Teşkilatı (MİT) olarak değiştirilmiştir. Kanun MİT’in bir müsteşar tarafından yürütülmesi ve
Müsteşar’ın Başbakan’a sorumlu olmasını öngörmüştür. 19 yıl sonra 12 Eylül darbe yönetimi tarafından 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve
Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” çıkarılarak 1 Ocak
1984 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
30 yıldır halen bu kanun ve gizli yönetmeliklerle yürütülen istihbarat faaliyetleri 2005-2006 yıllarına kadar TSK’nın gölgesinde kalmıştır. MİT Müsteşarlarının ve mensuplarının çoğunun Özal dönemine kadar asker kökenli olması, 1992’ye kadar bütün MİT
müsteşarlarının general olması kurumun TSK’nın
bir birimi gibi yönetildiğini gösteriyor. 1992’de ilk
sivil müsteşar olan Sönmez KÖKSAL ve 2005’e
kadar sonrakiler kurumun militarist yapısını değiştiremedi. Eski Türkiye’nin derin devlet statükosu içinde NATO ve CIA gibi dış etkilere açık olan teşkilat;
darbelere destek olan, sadece kendi halkına karşı
operasyonlara girişen, onları fişleyen ve hor görerek
“iç düşman” konseptiyle ezen bir yapıdaydı. Meşru
hükümete karşı darbe planları içinde yer alan MİT
12 Mart ve 12 Eylül’de Başbakan’a ve hükümete
bilgi vermedi hatta Başbakan’ın istifasını bile istemişti. Rahmetli Başbakanlar Menderes ve Ecevit
bu kurumla birlikte özel harp dairesinin maaşlarının ABD’den ödendiğini anladıklarında şaşkına
dönmüşlerdi. 2005 yılına kadar geçen uzunca bir
Emre Taner dönemnde ç sstemlerde güvenrlğ
artan MİT; Hakan Fdan dönemnde çerde ve dışarıda
etknlğ gderek artan br dönem yaşıyor. İşte bu
dönemler, değşen Türkye’de “Yen MİT”n adım adım
nşa edldğ br sürece tanıklık edyor.
dönem içinde, 1944’e kadar İngiltere, ondan sonra
da ABD istihbarat örgütleri ve diğer Batılı devletler
(Fransa, Almanya, İsrail) gizli servislerine bağımlı
kalan MİT; içe dönük, reaktif çalışmalarıyla soğuk
savaş döneminin tehdit algıları ve düşman tanımlarıyla, İKK (İstihbarata Karşı Koyma) konusunda
yetersizliği ile yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bu
dönemlerde, komünizmi ve irticayı önlemek, casusluk eylemlerini ortaya çıkarmakla görevlendirilen
MİT, dışarıdan gelen istihbaratı çoğu kez irdelemeden olduğu gibi kabullenmiş, esas misyonunu bir
türlü gerçekleştirememiştir.
MİT’in Bugünkü Durumu (2005-2014)
MİT, 2005’e kadar yerleşik statüko tarafından Derin Devletin ve dış istihbarat servislerinin yaptıkları
operasyonlara karşı susturulmuş ve fonksiyonsuz
bırakılmıştır. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren yaşanan derin siyasi, ekonomik operasyonlar, toplumsal
provokasyonlar, faili meçhul suikastlar bu tablonun
resmiydi. 2005 yılında MİT Müsteşarlığına Emre
Taner’in gelmesi kurum ve hükümet adına çok
önemli bir adım oldu. Emre Taner’in hükümetle kurduğu sağlıklı iletişim, halkın seçtiği iktidar nezdinde
kazanılması gereken güven ortamını sağlamış ve
MİT’e yepyeni bir hava getirmiştir. 2006 Mayıs ortalarında çökertilen derin yapı, Yeni Türkiye’nin inşası
ve demokratik değişim süreci için bir milat olmuştur. 2002’de iktidara gelen AK Parti çok badireler
atlatmış, darbe teşebbüslerine ve baskılarına maruz
kalmıştır. 2007’de askerin muhtırasına ve parti kapatma davasına direnirken de, 2009’da başlayan
Ergenekon operasyonlarında da MİT’i hep yanında
ve desteğinde bulmuştur.
Derin yapılar tasfiye olurken, ülke darbecilerden,
cuntacılardan kurtulurken ve Türkiye yeni dış politika vizyonu ile medeniyet havzasına açılırken başında Emre Taner’in bulunduğu MİT baş aktör durumundaydı. Kısa zamanda içindeki arazlardan kurtu-
MART 2014
27
ve dış dengeler ve şartlar bakımından MİT yasasının
güncellenmesi zorunluluk oldu. Yasal boşluklardan
yararlanarak MİT’i hedef yapan odaklar var. Bilişim
ve iletişim teknolojisi ile internetle ilgili gelişmelere
ayak uydurmak; bu alandaki gelişmelerin yabancı
istihbarat birimlerinin faaliyetleri ve casusluk için yarattığı tehditlere karşı koyabilmek ihtiyacı çok acil.
lan kurum, Şubat 2007’de 80. kuruluş yıldönümünde Yeni Türkiye’nin uluslararası vizyon ve harekat
planını kamuya açıklıyordu. Türkiye’nin sadece içe
dönük ve halkıyla uğraşan çizgiden kurtulması, dışa
dönük, proaktif, operasyonel, dışlayıcı değil kuşatıcı
ve öncü rolde, kendine ve köklerine güvenen iradesinin yansımasıydı bu belge... Şöyle diyordu Taner:
“Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol
oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok
farklı bir boyutta yeniden doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir. Kendini zamana, çağa
hazırlamayan sistemler, değerler ve ulus devletler
bu küresel fırtına karşısında tutunamayacaklardır.
Güçlü ekonomi, kusursuz bir dış politika, caydırıcı
bir askeri yapılanma ve çağa uygun bir istihbarata
ihtiyaç vardır.” Emre Taner’in ortaya koyduğu bu
hedef, hem 2010 yılına kadar yürüttüğü müsteşarlığı süresince hem de emekliliğinde uzunca bir
süre ülkemizde ve İslam Dünyası’nda önemli bir
misyonun ifası için fedakârca hizmet etmesini gerektirmiştir. Tarihi önemdeki bu hizmetler onun adını
altın harflerle yazdırmıştır. 2010 yılında yerine gelen
Hakan Fidan, aynı hizmetleri aynı rotada gençlik
dinamizmiyle sürdürmüştür. TİKA Başkanlığı, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı ve Oslo sürecine
Başbakan’ın özel temsilcisi olarak katılması önemli
bir referanstır. Müsteşar olunca ‘Çözüm Süreci’ni
başlatan İmralı görüşmelerine katılması ve buradaki
28
MART 2014
başarısı Fidan’ı içeride ve dışarıda gündemin odağına yerleştirmiştir.
İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın; “Hakan Fidan sırlarımızı İran’a verebilir” demesi ve Atlantik
ötesinden “Arabası bir gün havaya uçabilir” yollu
tehditlerle anılması “Yeni MİT’in kimleri rahatsız ettiğini anlatıyor. 7 Şubat 2012’de KCK soruşturması
kapsamında ifadeye çağırılması, Oslo sürecindeki
rolünün rahatsız ettiği odaklar tarafından kurgulandı. ‘Gezi’ ve bugünkü “17 Aralık Süreci”nin fitili işte
orada ateşlendi. Emre Taner döneminde iç sistemlerde güvenirliği artan MİT; Hakan Fidan döneminde
içeride ve dışarıda etkinliği giderek artan bir dönem
yaşıyor. İşte bu dönemler, değişen Türkiye’de “Yeni
MİT”in adım adım inşa edildiği bir sürece tanıklık
ediyor.
Yeni MİT Kanunu Neler Getiriyor?
Özel kanununda; “MİT, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzenine, varlığına,
bağımsızlığına, güvenliğine ve milli gücünü meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan
gelecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında
bilgi toplamak, önlem almak ve gerekli durumlarda
ilgili makamları uyarmakla görevlidir.” denmiştir. Bu
gün için MİT yasasının yenilenmesinin gerekçeleri
şöyle sıralanabilir: Yeni Türkiye’ye istihbaratta yeni
vizyon gerekiyor. 30 yıl öncesinin vesayet süreci,
darbe dönemi yasasıyla işler yürümüyor. Değişen iç
Gelşen, değşen Yen Türkye çn, gelşen,
değşen, yen MİT zarurdr. Son 10 yılda ‘sessz
devrm’ yaşayan, temel paradgmaları değşen
Türkye’nn MİT’ de değşmel ve Yen Türkye
vzyonuna göre yenden yapılandırılmalıdır. 2023
ve 2071 vzyonları çn, bölgesel güç ve küresel
aktör rolü çn MİT güçlendrlmeldr. İsthbarat
faalyetlernde başarı uluslararası şlerle ölçülür.
Teşkilatın yeni güvenlik ve dış politika ihtiyaçlarını
karşılaması, başından beri eksikliği sorgulanan “Dış
istihbarat” ile MİT’in operasyonel yetkilerle donatılması ve koruma zırhına alınması yeni bölgesel ve
küresel konjonktürde hayati bir ihtiyaç halindedir.
Arap Baharı üzerinden Mısır Darbesi, Suriye İç
Savaşı, Libya, Lübnan ve Irak’taki gelişmeler MİT
için dış istihbarata ilişkin kapsamlı bir ihtiyaç listesi oluşturuyor. İçeride Gezi kalkışması, Reyhanlı,
Yüksekova, Cilvegözü ve Gaziantep patlamaları ile
son olarak Hatay’da TIR baskınlarında yaşananlar
MİT’in operasyonel yetkisi ve koruma gereksinimini
apaçık ortaya koymuyor mu?
MİT mensuplarını, gizli bilgi ve belgeleri deşifre
edenlerin cezalandırılması sağlanıyor.
Peki Yeni MİT Yasası Neler Getiriyor?
15 Maddelik Değişiklik Paketinde Neler Var?
Önleyici istihbarat ve İKK’da (İstihbarata Karşı Koyma) yetki ve alan genişletiliyor.
MİT’in görev alanı netleştiriliyor, ağırlıkla dış istihbarat, savunma, terör ve casusluk alanlarına yöneliyor.
Savcılar; “MİT, görev gereği yaptılar” derse, MİT
mensuplarına karşı soruşturma açamayacak.
MİT’in bilişim teknolojilerine dayalı teknik alt yapısı
güçlendiriliyor; özellikle iletişim teknolojisi ve internet üzerinden yapılacak ‘siber casusluk’a karşı faaliyetlerin yasal altyapısı oluşturuluyor.
MİT her türlü elektronik dinleme ve izlemeyi yapabilecek.
MİT dünyadaki güçlü istihbarat kurumlarıyla aynı
teknik imkânlar ve yasal altyapıya kavuşturularak
rekabet yeteneği destekleniyor.
Gizli yönetmeliklerle yürütülen faaliyetler açık, meşru ve şeffaf olarak yasaya alınıyor.
Dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca verilen her türlü
görevi yerine getirmesi sağlanıyor.
Teknik istihbarat, siber saldırı, siber casusluk girişimlerine karşı ‘siber savunma’ da MİT’in çalışma
alanları arasına alınıyor.
MİT’in siber teknolojisi yabancı ülkelerdeki muadilleriyle eşit düzeye çıkarılıyor ve yasal altyapıya kavuşturuluyor.
Halen Emniyet ve Jandarma İstihbarat birimlerinin
sahip olduğu yasal izin ve imkanlar MİT’e de sağlanıyor.
İmralı görüşmeleri ve Çözüm Sürecine sigorta yaptırılıyor, hukuki güvenceler getiriliyor. MİT gerekli görürse terör örgütleriyle bile ilişkiye geçebilecek.
Devlet kurumları ile özel kuruluşların MİT’e bilgi verme zorunluluğu getiriliyor.
MİT hem mevcut elemanlarını, hem de yeni MİT’te
göreve başlayacak olanları ‘yalan makinesi’ne bağlayabilecek.
MİT, yabancılara ilişkin her türlü işlemde ‘talepte’
bulunabilecek.
MİT’e Savunma Sanayi Fonu’ndan kaynak aktarılacak.
MİT, devletin güvenliği ile ilgili sınır ötesi görevler de
yapabilecek.
Sonuç olarak, MİT, faaliyetleriyle ilgili olarak meşruiyet, şeffaflaşma, çağdaşlaşma, siber güvenlik
yetenekleri, iletişim güvenliği, teknik ve yasal referanslar ile dış politikaya uyum ve destek konularında güçlendiriliyor. Gelişen teknoloji siber istihbaratı
başat bir konuma taşırken sosyal medya ağlarında
algı operasyonları, her türlü propaganda, teknoloji
casusluğu, terör eylemleri ve para trafiği ile psikolojik savaş istihbarat çalışmalarına insan faktörüne
rağmen yepyeni bir boyut katıyor.
MART 2014
29
Yeni MİT yasa tasarısı ile ilgili eleştiri ve tartışmalar, özel hayatın gizliliği, muhaberat devleti, Baas
rejimi üzerinden yapılıyor. MİT yasasını tam bir felaket olarak görenler; dinleme merkezlerini, her türlü
kişisel bilgiye ulaşılabilmesini, banka hesaplarının
görülmesini tepkiyle karşılıyorlar. MİT’le ilgili belge
yayınlayanlara hapis cezası verilmesini, buna mukabil MİT mensuplarının yaptıkları işlemlerden dolayı
hukuken dokunulmazlık zırhına bürünmelerini demokrasi dışı görüyorlar.
Yetkilerle donatılan MİT’in yasal denetimi de özellikle sorgulanan önemli bir unsur. MİT’in Başbakan’ın
izniyle sorgulanabilir olmasını yeterli görmeyenlere
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, MİT’in parlamento tarafından denetimi için yasal bir çalışma da
yapıldığını açıkladı. “Kontrolsüz güç, güç değildir”
sözüyle birlikte, denetlenmeyen kurumların keyfiliğe
ve içten çürümeye sürüklenmesini göz ardı etmemek gerekir. Mesela ABD’de CIA Başkanı kongreye usulüne uygun hesap veriyor. Diğer eleştirilere
gelince; Dünyadaki önemli ülkelerin güçlü istihbarat
örgütlerinin tabi olduğu yasal çerçeveler incelenirse
yeni MİT yasası üzerinden Türkiye’ye çok haksızlık
yapıldığı görülecektir.
Bu arada yasa tasarısında iki değişiklik gerçekleşti: Bu değişikliklerin ilki, MİT’le ilgili haberlerde ceza
tavanının 12 yıldan 9 yıla çekilmesi, ikincisi ise, MİT
koordinasyon Kurulu’na Başbakan’ın başkanlık etmesi kuralından geri adım atılması oldu. MİT zaten
Başbakan’a bağlıdır, MGK’ya karşı sorumludur ve
MGK tarafından veriler görevleri yapar. Yeni düzenlemede ise aynı zamanda Bakanlar Kurulu tarafından verilen görevleri de yapacak. MGK’ya karşı
sorumlu olan MİT’ten rahatsız olmayanlar, seçilmiş
Başbakan’a karşı sorumlu olmasından rahatsızlar.
Bu tipik Erdoğan alerjisi, ancak unutulmamalıdır ki
devlet bakidir… Bu tepki yanlış oldu bence...
30
MART 2014
Dünya’daki Güçlü İstihbarat Örgütleriyle MİT
Yasasının Kıyaslanması
İngiltere, Hollanda, Fransa ve İspanya’da istihbarat
örgütünün istemesi halinde bilgi paylaşması zorunlu
olan kurumlar arasında, posta, kargo ve telekomünikasyon/internet hizmet sağlayıcıları öne çıkıyor.
ABD’de kapsam daha da geniş; ek olarak bankalar
ve finans kuruluşlarının da ellerindeki ‘mali ve finansal’ bilgi ve belgeleri vermeleri zorunlu. MİT yasa
teklifinde ‘bilgi-belge verme zorunluluğu’na örnek
olarak İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda ve ABD
yasaları gösterilebilir.
MİT’in personelini ‘mahkeme kararı olmadan dinlemesi’, ABD ve Hollanda yasalarında; ‘tek mahkemede yargılama’, Rusya, İsrail, İngiltere, Hollanda ve ABD yasalarında açık bir şekilde yer alıyor.
Ayrıca, ‘MİT personelini veya gizli belgeleri ifşaya
ceza’; ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Kanada ve
Romanya’da aynen geçerlidir.
Görüldüğü gibi yeni MİT yasası dünyadan kopuk değildir. Yukarıda adı geçen ülkeler de ‘Baas
Rejimi’yle yönetilmiyor ve hiç biri de ‘muhaberat
devleti’ olarak eleştirilmiyor. Oralarda da özel hayatlar var ve demokrasi işliyor, o halde bu eleştiriler
samimi, meşru ve adil değil. Dünya standartlarında
güçlendirilmiş ve onlarla rekabet edecek yapıdaki
bir MİT bu milleti ancak gururlandırır, onurlandırır ve
kendilerini daha güvenli hissetmelerini sağlar.
Operasyonel Bir MİT’in Yeni Türkiye
Hedefleri, Uluslararası Vizyonu, Rekabet
Gücü Açısından Olması Gereken Konum
Nedir?
Dünya bilgi çağında... Çağın savaşı hızla gelişen
teknolojiyle ‘bilgi savaşı’. Bu savaşta aktör ise istihbarat teşkilatı… ‘Soğuk Savaş’tan (1990) sonra
dünya sisteminde kurulmaya çalışılan denge, eski
tip doğrudan saldırılarla değil, örtülü psikolojik operasyonlar ve bilgi/veri/teknoloji/sanayi casusluğu
ile kuruluyor. İstihbarat önemli hale geliyor ve kullanabildiği teknoloji ile gücü artıyor. Ülkelerin sahip
oldukları topyekûn güç o ülke istihbaratının gücüyle
doğru orantılıdır. İstihbaratın güçlü olması ülkenin
gözü, kulağı, duyuları ve beyninin kuvvetli olması
demektir. ABD’yi süper güç yapan ve dünyanın her
noktasında nüfuz sahibi kılan en önemli unsur CIA
değil midir? Ortadoğu gibi terör, savaş, kan ve gözyaşının cehenneme çevirdiği bir coğrafyada, İsrail,
MOSSAD olmadan düşünülebilir mi? İsrail (Yahudi) Lobisi ABD’de ve Dünya’da MOSSAD’la etkin
değil mi? Almanya’nın BND’si, İngiltere’nin M16’sı
asırlardır bölgemizde ve küresel ölçekte her yerde
cirit atmıyor mu? ‘Gezi’ eylemleri için bile bu istihbarat örgütleri tartışılmadı mı? Bölgemizde istihbarat örgütleri cirit atarken, kendi topraklarımızda MİT
TIR’larına operasyon yapılırken, Suriye muhaberatı
Reyhanlı’da bombalı eylem yaparken, içeride devlete paralel yapılar oluşurken ve binlerce kişiyi sorumsuzca dinlerken biz hala MİT dış istihbarat yapsın
mı, operasyonel yetki kullansın mı diye tartışıyoruz.
Gelişen, değişen Yeni Türkiye için, gelişen, değişen, yeni MİT zaruridir. Son 10 yılda ‘sessiz devrim’
yaşayan, temel paradigmaları değişen Türkiye’nin
MİT’i de değişmeli ve Yeni Türkiye vizyonuna göre
yeniden yapılandırılmalıdır. 2023 ve 2071 vizyonla-
Büyük ülke olmak demek; büyük ekonom,
güçlü ordu, uzay teknolojs, sağlam demokras
ve genş sthbarat ağı demektr. Doğru dürüst
yasası olmayan, gzl yönetmelklerle çalışan
br sthbarat teşklatı bu yükler taşıyamaz.
rı için, bölgesel güç ve küresel aktör rolü için MİT
güçlendirilmelidir. İstihbarat faaliyetlerinde başarı
uluslararası işlerle ölçülür.
MİT, iç meselelerde Emniyet ve Jandarmayı anında
bilgilendirecek, dışta ise milli menfaatler ve dünya
barışı, huzuru ve güvenliği adına sahadan bilgi alacak, gerektiğinde operasyon yapacak, uluslararasında ağırlığını ve gücünü hissettirecek bir istihbarat
teşkilatı olmalıdır. Elbette MİT’in önceliği yurtdışı
olmalı. Temel fonksiyonu oluşabilecek tehditleri öngörüp engellemek olan MİT’in, operasyon kabiliyeti
ve istihbarata karşı koyma yeteneği olmalıdır.
Türkiye artık kabuğuna çekilen kaplumbağa, höt
deyince sinen bir tavşan değildir. İç tehditlerle boğuşuyor olsak da, onlar hem dışarıyla ilgili hem de
dış tehditler çok daha yoğun. Büyük ülke olmak demek; büyük ekonomi, güçlü ordu, uzay teknolojisi,
sağlam demokrasi ve geniş istihbarat ağı demektir.
Doğru dürüst yasası olmayan, gizli yönetmeliklerle
çalışan bir istihbarat teşkilatı bu yükleri taşıyamaz.
İstihbarat, ehliyete/liyakata/vasfa/niteliğe/bilgiye en
çok gereksinim duyulan bir alandır. MİT bu kalitedeki eleman sayısını da süratle arttırmalıdır. “Ekonomik istihbarat” çok hayati bir öneme sahiptir. Ekonominin güvenliği, güvenliğin ekonomisi, ekonomi/
sanayi/teknoloji casusluğu/borsa manipülasyonları/
finans spekülasyonları ihmal edilemeyecek konulardır. Paranın izini sürebilirseniz her şeyi çözersiniz.
Para nerede toplanıyor ve hangi kanallardan nerelere akıyor bilebilirseniz operasyon kolaylaşır.
MİT yasası sadece yetki artırımı olmamalı. Özellikle
dış istihbarat, siber istihbarat ve ekonomik istihbaratta istihbarî gelişim ve genişleme getirmelidir.
Siyaset dışı odaklarla iş tutan, kontrol dışı ve yabancı istihbarat örgütlerinin partneri olan değil, tüm
demokratik ülkelerde olduğu gibi parlamentonun,
ülke siyasetinin kontrolünde ve hizmetinde olan bir
MİT Türkiye’nin ihtiyacıdır.
Yeni Türkiye’de Yeni MİT inşa ediliyor...
MART 2014
31
İÇ POLİTİKA
YENİDEN
İstiklal Savaşı
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
17
“
Aralık saldırısının hedefi sadece hükümete yönelik değildir,
millet’e ve Yeni Türkiye’ye yönelik bir saldırıdır. Türkiye dışarıdan yönetilecek bir ülke değildir. Bunlar artık tarih
oldu. Bu saldırıda bir kısım yargı ve bir kısım
emniyet güçlerimiz kullanılıyor. Saldırıda ses
kayıtları, ortam dinlemeleri, kara propaganda, en önemlisi de paralel yapı kullanılıyor.
CHP ve MHP kasetleri de bunların işi. Bizim
karşımıza mertçe çıkmıyorlar, hesaplarını
sandıkta görme gibi bir dertleri yok. Milletle aynı yolda yürümüyorlar. Aynı istikamete
bakmıyorlar. Millet bunların arkasında değil
karşısında. Bakın biz 17 Aralık’tan sonrası
mücadelemizi yeni bir istiklal mücadelesi
olarak ilan ettik.’’
Başbakan Erdoğan’ın, parelel yapının, 17
Aralık darbe girişimi nedeniyle çeşitli platform ve toplantılarda yaptığı konuşma ve
değerlendirmelerde öne çıkan başlık, şüphesiz, Türkiye’nin son defa yeniden İstiklal
Savaşı ve bağımsızlık mücadelesi verdiğine
yönelik değerlendirme ve tespitleri olmuştu.
Paralel Yapının Yurt Dışı Merkezi
Medya’ya yansıyan iddialara göre, paralel yapı; 2010 yılında, Türkiye’de siyaseti
dizayn etmek, ekonomik vesayet ve kaos
yaratmak ve Türkiye aleyhindeki bu faaliyetlerinin deşifre olmaması için, güvenlik
kuvvetlerinin takip ve denetiminden kaçmak
amacıyla yaklaşık 40 yıllık istihbarat arşivini
32
MART 2014
paralel imamlar vasıtasıyla iki seferde okyanus ötesine taşıdı. İlk operasyon, 5 paralel imam aracılığıyla
büyük bir gizlilik içinde gerçekleşti. Fişlemeler ve
binlerce gizli kamera kaydından oluşan birinci derece öneme haiz arşiv Fransa üzerinden Kanada’ya
götürüldü. İkinci derecede öneme haiz örgüt içi
arşiv de ABD’nin Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia kentine taşındı.
Paralel yapı, merkezinde Pensilvanya’nın bulunduğu Virginia, Philadelpiha ile Detroit üçgeninden
oluşan istihbarat ağını faaliyete geçirdi. Türkiye’nin
uluslararası itibarına zarar verecek PR çalışmalarına hız veren paralel yapı, tek merkezden gelen talimatlarla birbiriyle koordineli olarak çalışan 3 ayrı
şubede hizmet vermeye başladı. Faaliyete geçen
bu merkezlerde ülke ve bölgesine göre görev dağıtımı yapıldı. Türkiye’yi kontrol altında tutarak yeni bir
vesayet mekanizması oluşturma çabasındaki örgüt
Philadelphia şubesini kendine merkez olarak seçti.
Arşiv dağılımı da buna göre ayarlandı. Türkiye ile ilgili tüm bilgiler bu şubeye aktarılarak Türkiye masası burada oluşturuldu.
İnternette yayınlandığında, Türkiye’de büyük tartışmalara yol açan kasetlerin paralel yapının Philadelphia merkezinde tutulduğu iddia edildi. Bazı siyasilerin ve iş adamlarının ses ve görüntü kayıtlarının
tutulduğu bu merkezde, paralel yapı elemanlarınca,
Türkiye’den ABD’ye gönderilen tüm bilgilerin depolandığı iddia edildi .
Türkiye’nin, 12 Eylül ve 28 Şubat Darbelerine yargı
yolunu açan 12 Eylül 2010 referandumunda, ileri
standartlarda demokrasiye kavuşma özlemi içinde
sandığa koşması, askeri vesayet’ten boşalan illegal
alanı hukuk ve demokrasinin arkasına dolanarak
doldurmaya çalışan paralel yapının, yargı’nın son ve
en önemli kalesi olan HSYK’ya sızma ve ele geçirme operasyonuna alet edilmişti.
12 Eylül 2010 yılı referandumundan birkaç gün
önce CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve CHP
Ankara Milletvekili Nesrin Baytok’a ait kasetin internete sızdırılması sonrasında, Baykal istifa etmiş, Kılıçdaroğlu CHP’nin Genel Başkanlığı’na getirilmişti.
Bu kez 2011 Genel seçimleri öncesinde, MHP’nin
üst karar organı olan MYK (Merkez Yönetim Kurulu) üyesi bazı milletvekillerine ait kasetlerin internete
sızdırılması neticesinde MHP’nin üst düzey yöneticileri de milletvekili adaylıklarından çekilmişlerdi.
17 Aralık’tan günümüze kadar yapılan kamuoyu
araştırmalarında, AK Part’nn 2011 Genel
seçmlerndek oy oranını koruduğunun anlaşılması,
operasyonun arkasında uluslararası güçlern
olduğuna nananların oranının % 70.6 olması ve
ankete katılanların % 63.3’nün son hadselern,
büyüyen Türkye’nn önünü kesmek çn yapıldığına
nandıklarını belrtmeler mllet radesnn,
darbeclern hedef ve amaçlarının aksne Erdoğan ve
Ak Part’ye sahp çıktığının öneml br göstergesdr.
Oslo Görüşmelerini Kim Sızdırdı? Hedef
Mit’in Tamamen Ele Geçirilmesi miydi?
PKK ile MİT arasında Oslo’da 2006 yılında başlayan müzekkere ve görüşmelere ait ses kasetlerinin,
2011 yılında Dicle Haber Ajansı tarafından sızdırılması sonrasında çözüm süreci sonlandırılmıştı. PKK
ve paralel yapı birbirlerini çözüm sürecinin görüşmelerini deşifre etmek ve sızdırmakla suçlamışlardı.
Sabah Gazetesinin 2014 yılında 7 Şubat MİT krizi
ile ilgili kaleme aldığı yazı dizisinde, Oslo’daki görüşmenin ses kayıtlarının, yabancı bir istihbaratçının
getirdiği hard disk içinde paralel yapıya teslim edildiği, bu disk’in Diyarbakır BDP İl Başkanlığı’nda yapılan aramada bulunmuş gibi gösterilerek provoke
edildiği iddia edilmişti.
7 Şubat 2012 tarihinde özel yetkili savcılar Bilal
Bayraktar ve Sadrettin Sarıkaya, aralarında Hakan
Fidan’ın da bulunduğu 5 üst düzey MİT görevlisini, PKK-KCK terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya
dâhil olmamakla birlikte örgüte bilerek, isteyerek
yardım etme ve soruşturmanın gizliliğini ihlal etme
suçlaması ile ifadeye çağırıyordu.
T.C. Başbakanı’nın bilgisi ve kontrolü dâhilinde
Oslo’da başlatılan çözüm süreci üzerinden MİT ve
Başbakan’ın hedef alınması, paralel yapının MİT’i
ele geçirmeye ve millet iradesinin gaspına yönelik
ilk deneme hamlesiydi diyebiliriz.
Üstelik MİT görevlilerinin ifadeye çağrılması ile ilgili
zamanlama da oldukça manidardı. Başbakan Erdoğan, bağırsaklarındaki bir sorun nedeniyle Şubat
ayı başında ikinci kez ameliyata girme hazırlığı için-
MART 2014
33
Bu nedenle Türkiye’yi içine kapatmak Ortadoğu ve
dünyada söz sahibi olmasını engellemek amacıyla
yerel işbirlikçilerini de harekete geçirerek, kutuplaşma, kamplaşma ve kardeş kavgası çıkarmak amacıyla Oslo’da olduğu gibi, çözüm sürecini hedefe
koymuş görünüyorlar.
Barış ve kardeşlik projesinin ikinci önemli ayağını
oluşturan Öcalan’a yönelik olarak, sürece olan güvenini sarsmak amacıyla yapılan ajite eylem ve dezenformasyonlara rağmen, Öcalan’ın çözüm süreci
iradesi devam etmişti.
Bu kez değişik bir strateji ve taktik izlenerek, PKK
içinde ve Kürt halkı nezdinde nüfuz ve otoritesini
kırarak Öcalan’ı itibarsızlaştırmak suretiyle bertaraf
etmeye yönelik komplo ve kara propaganda içeren
psikolojik harp yöntemlerini uygulamak amacıyla,
derin yapının legal unsurları öne sürüldü.
deydi. Ameliyatı birkaç gün erteleyen Başbakan,
2937 sayılı MİT Kanunu’nun 26. maddesinde, MİT
personeli ile ilgili yapılacak tüm adli soruşturmalarda
Başbakan’lıktan izin alma şartını getiren değişiklik
sonucu bu girişimi önlemişti.
Taşeron, parelel yapının küresel merkezli 17 Aralık
darbe girişiminin devlet tarafından deşifre ve tasfiye edilmesi neticesinde başarısızlığa uğraması,
Türkiye’nin birlik ve beraberliğinin bozulmasına,
kaos ortamı ve kardeş kavgası yaratılmasına yönelik senaryo ve provokasyonları gözler önüne serdi.
Hedef’in ise, Oslo görüşmelerinden sonra başlatılan yeni ve yerel “Çözüm Süreci’’ ve bu sürecin
arkasındaki Başbakan Erdoğan’ın siyasi iradesi ve
Öcalan olduğu ortaya çıktı.
Yolsuzluk ve rüşvet kılıfı altında, Başbakan Erdoğan ve AK Parti’nin kamuoyunda itibarsızlaştırılması
ve seçimlerde oy oranının düşürülerek iktidardan
uzaklaştırılması amacıyla, birçok ilde eş zamanlı ve
Devlet’ten gizli bir şekilde hukuka aykırı yapılan soruşturmalar ve darbe girişimleri, hükümet tarafından
alınan idari ve hukuki tedbirlerle engellenmişti.
Paralel yapının polis ve yargı başta olmak üzere tüm
devlet kurumlarında “devlet gücünü’’ kullanarak
34
MART 2014
millet iradesinin gaspına yönelik illegal faaliyetleri,
istihbarat birimlerince kısmen deşifre edilerek ortaya
çıkarıldı. İllegal yapının devlet gücü ve yetkisini
kullanmasının önünü kesmek amacıyla bir dizi acil
kod’lu güvenlik önlemleri tespit edilerek hayata
geçirildi.
17 Aralık’tan günümüze kadar yapılan kamuoyu
araştırmalarında, AK Parti’nin 2011 Genel seçimlerindeki oy oranını koruduğunun anlaşılması, operasyonun arkasında uluslararası güçlerin olduğuna inananların oranının % 70.6 olması ve ankete
katılanların % 63.3’nün son hadiselerin, büyüyen
Türkiye’nin önünü kesmek için yapıldığına inandıklarını belirtmeleri millet iradesinin, darbecilerin hedef
ve amaçlarının aksine Erdoğan ve AK Parti’ye sahip
çıktığının önemli bir göstergesdir.
Öcalan Neden Hedef Alındı?
Barış ve Kardeşlik projesinin başarıya ulaşmasını,
Türkiye’nin Ortadoğu’da ve dünyada bölgesel ve
küresel aktör olması yönünde önemli bir parametre
olarak gören, Batı’lı ve küresel güçler, bu durumu
kolonyalist politikaları açısından bir tehdit olarak algılamışlardı.
Bu amaçla, Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak
Türkiye’ye teslim edildiği 1999 yılına ait, JİTEM’ci
H. Atilla Uğur tarafından yapılan sorgu görüntüsü
ve ses kayıtlarını, 15 yıl sonra İşçi Partisi’nin kamuoyuna açıklaması, Öcalan üzerinden çözüm sürecini
sonlandırmak ve seçimler öncesi ülkede çatışma
ortamı yaratmak gayesi güden açık bir provokasyon niteliği taşıyor.
Ancak görüntü ve ses kayıtlarının kurgulanmış ve
montaj olma ihtimali çok yüksek. Zira Atin.org sitesinde, Ergenekon hükümlüsü Perinçek’in ürettiği
yalan haberler sebebiyle Mehmet Eymür’ün ‘Fabrikatör’ lakabı ile yaftalanmasına dair birçok delil yer
alıyor.
Aynı şekilde, Kılıçdaroğlu’nun 27 Eylül 2012 tarihinde yaptığı basın toplantısında, Başbakan Erdoğan’a
“Hain’’ demesine sebep olan belgenin sahte çıkması üzerine Aydınlık kaynak gösterilmiş, ancak yapılan araştırmada gazetedeki çevirinin belgenin Wikileaks’teki orijinal haline uymadığı anlaşılmıştı.
Erkam Tufan Aytav’ın kaleme aldığı ‘Aydınlık’tan
Kaçanlar’ kitabında, Cengiz Çandar’ın Perinçek
hakkındaki, üst düzey bir istihbaratçıya dayandırdığı
‘JİTEM’in sözleşmeli personeli’ iddiası da oldukça
ilginç!
Mit’e Ait Tırlar Devlet Görevi mi?
Son günlerde ve yıllarda MİT’e yönelik saldırıların
adresi açık… Batılı İstihbarat örgütleri, bağımsız bir
Başbakan Erdoğan’ın, paralel yapının 17 Aralık darbe
grşm nedenyle çeştl platform ve toplantılarda
yaptığı konuşma ve değerlendrmelerde öne çıkan
başlık, şüphesz, Türkye’nn son defa yenden İstklal
Savaşı ve bağımsızlık mücadeles verdğne yönelk
değerlendrme ve tesptler olmuştu.
politika izleyen Yeni Türkiye ve MİT’i, yerel işbirlikçi etki ajanları kanalıyla deşifre ederek, Türkiye’nin
uluslararası kamuoyu nezdinde itibar ve prestij kaybetmesi için propaganda amaçlı psikolojik harp faaliyetlerine hız vermiş görünüyorlar.
Türkiye’nin, insan kasabı Esed’e karşı, Özgür Suriye
Ordusu’nu desteklemesi karşısında, El-Kaide uzantısı örgütlere silah yardımı yaptığına yönelik kara
propaganda içerikli iddialar, Esed rejimi tarafından
dile getirilmekte ve bu iddialar işbirlikçi neocon çetesi ve İsrail lobileri tarafından da uluslararası kamuoyunu etkilemeye yönelik olarak desteklenmektedir.
Ne hazindir ki, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu
başta olmak üzere Türkiye’deki Esed muhiplerinin,
kendi ülkesinde etnik kimliği nedeniyle 11 bin insanı
sistematik işkencelerle, 120 bin insanı konvansiyonel ve kimyasal silahlarla katleden ve katliamlara
devam eden eli kanlı diktatörü destekler mahiyetteki açıklamaları kamuoyu tarafından hayret ve ibretle
izleniyor.
Kılıçdaroğlu’na göre MİT silah kaçakçılığı yapıyor.
Bu nasıl bir devlet anlayışı! Siyasi menfaat uğruna
bir insan kendi ülkesinin milli kurumlarını bu kadar
aşağılayabilir mi? Ülke menfaatlerini bu derece göz
ardı edebilir mi? Yazıklar olsun.
Hatay ve Adana’da Suriye’ye giden MİT’e ait
TIR’ların El-Kaide uzantılı terör örgütlerine silah yardımı yapıldığı iddiası ile savcıların kontrolünde polis ve jandarma tarafından durdurularak kanunsuz
bir şekilde aranmak istenmesi, MİT Kanunu’nun 4.
maddesi f fıkrasına ve 26. maddeye aykırı bir duruma işaret ediyor. 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilat’ı Kanunu’nun 4.
Maddesi f bendi, MİT’in görevleri arasında, Milli Güvenlik Kurulu’nda belirlenecek diğer görevleri yapmak olduğunu açıkça belirtiyor. Kanaatimce MİT’in
Suriye’ye gönderdiği TIR’lar, MGK’da alınan kararların uygulanmasına yönelik bir devlet görevidir.
MART 2014
35
MİT’e Surye’ye gden TIR’lar üzernden operasyon
çekmeye çalışanlar, Ortadoğu ve Surye’ye
müdahale eden, Batılı ülke gzl servslernn,
hang uluslararası hukuk kuralına göre faalyet
gösterdklern, on bnlerce ajanı nasıl elde
ettklern, bölge ülkelerne hang örtülü sthbarat
operasyonlarını gerçekleştrdklern neden merak
etmezler? En önemls de Esed rejmne legal ve llegal
konvansyonel ve kmyasal slahları hang ülkelern
sattıklarını neden araştırmaz ve neden sormazlar?
MİT’e Suriye’ye giden TIR’lar üzerinden operasyon
çekmeye çalışanlar, Ortadoğu ve Suriye’ye müdahale eden, Batı’lı ülke gizli servislerinin, hangi uluslararası hukuk kuralına göre faaliyet gösterdiklerini,
on binlerce ajanı nasıl elde ettiklerini, bölge ülkelerine hangi örtülü istihbarat operasyonlarını gerçekleştirdiklerini neden merak etmezler? En önemlisi
de Esed rejimine legal ve illegal konvansiyonel ve
kimyasal silahları hangi ülkelerin sattıklarını neden
araştırmaz ve neden sormazlar?
İnanın ki Ortadoğu’da ve Suriye’de en hukuki, masum ve insancıl gizli servis, Türkiye’nin istihbarat
teşkilatı MİT’tir.
Son Gelişmeler ve Seçimler Öncesi Türkiye’yi
Bekleyen Tehlike
Paralel yapı tarafından MİT’e ait TIR’lara Hatay ve
Adana’da (Ceyhan) yapılan müdahale nedeniyle
Adana Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ‘Karşı
casusluk ve MİT’i zafiyete düşürmek’ suçlarından
soruşturma başlatıldı. Savcılık TIR’larda görevli MİT
mensuplarının kanuni görevlerini yaptığını açıkladı.
MİT’e ait olup Suriye’de Türkmenlere insani yardım
malzemesi taşıyan TIR’ların paralel yapı tarafından
güzergâh ve plakalarının nasıl öğrenildiği konusu MİT’in içinde ayrıca araştırılıyor. MİT’in, ülkenin
çıkarları ve teşkilatın hedefleri dışında çalışan tüm
yapılardan arındırılması konusunda kararlılık olduğu
görülüyor. Bu yöndeki soruşturmaların MİT’in üst
düzey kadrosundan önemli isimlere uzanma ihtimali
güçlü bir olasılık olarak değerlendiriliyor.
Başbakan Erdoğan’ın Almanya dönüşünde evi ve
çalışma ofisinde bulunan dinleme cihazları (Böcek)
36
MART 2014
ile ülke güvenliği ve dış politika stratejilerine ilişkin
devlet sırrı niteliğindeki bilgilere ulaşıldığı ve bu bilgilerin yabancı istihbarat örgütlerine servis edilerek
“Casus’luk’’ suçu işlendiği iddia edilmişti. Casusluk
suçunu oluşturan bilgi ve kanıtların böcek soruşturmasını yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na
verildiği öğrenildi.
Başbakan’ın evinde ve çalışma ofisinde sınırlı sayıda kişi ile gerçekleşen toplantılarda konuşulan
ayrıntılar, aralarında ABD’nin de bulunduğu, Batı’lı
bazı ülkelerle yapılan ikili ve heyetler arası görüşmelerde yabancı devlet yetkilileri tarafından örtülü
ifadelerle ima edildiği belirtilmişti.
Siyasetin kasetlerle, illegal telefon ve ortam dinleme
yöntemleri ve şantajla dizayn edilmesi ve itibarsızlaştırılması amacına yönelik operasyonların CHP ve
MHP’den sonra 2010 yılından başlayarak Başbakan ve hükümeti hedef aldığı anlaşılıyor. Hükümeti iktidardan uzaklaştırmak amacıyla; yolsuzluk ve
rüşvet operasyonları kılıfı altında darbe girişimi planlandığı, yaratılacak kaos ortamında şantaj ve tehdit
ile 78 milletvekilinin AK Parti’den istifa ettirileceği,
Başbakan başta olmak üzere birçok bakan, milletvekili ve partililerin illegal olarak telefonlarının dinlemeye alındığı, makam odalarında ve ikametlerinde
ortam dinlemesi yapıldığı, içte 28 Şubat medyası ve
sermaye gruplarının, STK’ların da kotarıldığı, dışta
ise gezi eylemlerine destek veren dış medyanın kullanıldığı bugün tüm ayrıntıları ile ortaya çıkmış görünüyor.
17-25 Aralık’ta yolsuzluk ve rüşvet kılıfı altında
İstanbul’da başlatılan ve diğer illere de sıçraması
planlanan darbe girişimi, Hükümetin büyük bir kararlılık ve dirayetle yerinde aldığı idari ve hukuki tedbirler ve milli iradenin sağduyusu ile önlenmişti. Hükümeti hukuk darbesi ile düşüremeyen NEOCON
ve AIPAK (Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi)
çeteleri ve yerel işbirlikçileri bu kez seçimler öncesi,
ülkenin birlik ve beraberliğine yönelik kamplaşma
ve kutuplaşma yaratacak sansasyonel suikastlar
ve toplumsal olaylar ile çözüm sürecini bozmak,
Türkiye’yi geçmişte olduğu gibi terör kıskacı içine
almak ve kardeş kavgası başlatmak amacıyla harekete geçmiş görünüyorlar.
Bu gaye ile doğu ve güneydoğu’da PKK-HizbullahDevlet çatışması meydana getirecek provokasyonel eylemlerin planlanması yapılırken, Batı’da ise
Türkiye’nin en kanlı ve gizemli örgütü, Ergenekon
ve Batı’lı ülke gizli servislerinin taşeronu DHKP/
C’nin devreye sokulmasını planladıkları anlaşılıyor.
DHKP/C (Eski ismi Dev-Sol) 1978 yılından günümüze yüzlerce devlet görevlisine suikast düzenledi.
Örgüt, Alevi-Sünni çatışması ve kamplaşması yaratılmasına yönelik sansasyonel provoke eylemler
ve toplumsal olaylarda kışkırtıcı ajan misyonunu
benimsedi. DHKP/C Terör örgütü, 1 Şubat 2013
tarihinde Ankara ABD Büyükelçiliğine yönelik canlı
bomba saldırısını üstlendiği açıklamasında, eylemin
iki temel amacı olduğunu belirtmişti. Açıklamada,
Türkiye’nin Suriye politikası ile yeni ve yerel İmralı
süreci hedef alınmıştı. Örgüt açık açık PKK’nın silah
bırakmasına karşı çıkıyordu.
Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı 2013 yılında
DHKP/C militanlarının gerçekleştirdiği önemli saldırıları mercek altına almıştı. Yapılan detaylı ve titiz
çalışmalar sonucu, örgütün Türkiye’de büyük ve
sansasyonel bir suikast ve eylem hazırlığı içinde olduğuna yönelik önemli bilgiler elde edildi. Emniyet
İstihbarat Daire Başkanlığı ve MİT koordinesinde bu
durum Yunanistan gizli servisi EYP ve CIA ile paylaşılarak, Atina’da düzenlenen bir operasyonla 4 ör-
güt elemanının hücre evinde silah ve mühimmatları
ile birlikte yakalanmaları sağlandı.
Yakalanan militanların kimlikleri ve eylemleri ise bir
hayli ilginç! 18 yıldır kırmızı bültenle aranan Sabancı
suikastı tetikçisi İsmail Akkol, Örgütün derin yapılar
ile bağlantısını sağlayan Askeri Kanat sorumlusu
Hüseyin Fevzi Tekin, AK Parti Genel Merkezine
lav silahlı saldırı zanlısı Murat Korkut ve Bilgehan
Karpat.
ABD ve Yunanistan’ın, Almanya başta olmak üzere
Avrupa ve Türk Gladio’sunun en önemli taşeron örgütü olan DHKP/C’nin üst düzey kadrosunun tasfiye edilmesine yönelik yapılan operasyona destek
vermeleri, Türkiye’de haklı olarak şüphe ile karşılandı.
ABD derin devleti NSA’nın eski ajanı John Perkins’in,
Akşam Gazetesine yaptığı, ‘derin operasyonun arkasında faiz lobisi ve CIA’nın olma ihtimali çok yüksek’ açıklaması da gösteriyor ki, DHKP/C’nin seçimler öncesinde Türkiye’de yapabileceği suikast
ve eylemlerde ABD’nin parmağı olmadığına yönelik
kontra bir istihbarat operasyonu ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Seçimler öncesine çok dikkat!
MART 2014
37
İÇ POLİTİKA
de oldu. İmralı sürecinde 4 bin insan hayatını kaybetti. Ergenekon’un istediği oldu. Şimdi de aynı
stratejiyle hareket ediliyor: Öcalan’ı PKK’dan ayırmak ve çözüm sürecini bitirmek. İmralı’ya getirildiğinde kendisine, ‘daha şiddetli savaşmazsanız
devlet sizi ciddiye almaz’ tavsiyesinde bulunan ve
daha sonra Ergenekon’dan yargılanıp ceza alanlarla karşılaşmalarını anlatan Öcalan şunları söylüyor:
Orhan MİROĞLU
SDE Başkan Danışmanı
P
KK lideri Abdullah Öcalan’ın mahkûm olarak
tutulduğu İmralı adasında, hükümetin inisiyatifi ele aldığı 2009’a kadar neler oldu sorusuna
cevap vermek çok kolay değildir.
Öcalan İmralı’ya getirildiğinde, Kürt sorununda belirlenecek yeni tutum bakımından, devletin istihbarat kanadı ile güvenlik birimi arasında tam bir mutabakat yoktu. Öcalan’ın asılmasını isteyenler de vardı, mümkün olabilecekse onu devletin çıkarları için,
kullanmaktan yana olanlar da… Kalıcı ve gerçek bir
çözüm isteyen yoktu. Öcalan da, PKK üzerindeki nüfuzunu kaybetmek istemiyor, bunun için onu
İmralı’ya getirip koyanlarla işbirliğine hazır olduğunu
gösteren bir tavır sergiliyor ve PKK için geliştirdiği
bütün paradigmaları terk etmiş görünüyordu. Hak
temelli bir anlayışı savunuyor ve silahlı mücadelenin
sonuna gelindiğini ilan ediyordu.
‘Öcalan’sız PKK’, Kürt sorununda birer aktör olarak görülen iç ve dış güçlerin temel hedefleri arasındaydı ve Öcalan bu gerçeğin kuşkusuz farkında
olarak hareket ediyor, PKK’yı kaybetme korkusu
taşıyordu.
Çözüm sürecine gelinceye kadar Öcalan ve karşıtları arsındaki mücadele bu yönüyle devam etti. Aradan geçen zaman içinde, İmralı’da ve kısmi tecrit
koşullarında olmasına rağmen, kazanan hep Öcalan oldu. Osman Öcalan’ın PKK’yı bölme ve örgüte
egemen olma çabaları bile sonuç vermedi. Kardeş
Öcalan, Ağabey Öcalan’a karşı yenilgiye uğradı.
Öcalan’ın zaman içinde PKK üstündeki siyasi nüfuzu azalmadı, tersine daha da güçlendi. Eğer bu
38
MART 2014
güçlenme olmasaydı, hükümetin İmralıyla yeni bir
çözüm süreci başlatması çok mümkün olmazdı.
Çözüm süreci AK Parti hükümetine karşı güçlü
toplumsal direnişlerin meydana geldiği bir zamanda oldu. Gezi olayları bu toplumsal zemini daha da
güçlendirdi. Ama bu zeminde yer alan siyasi aktörlerin, Kürt siyasetinin Gezi ve 17 Aralık’ta Öcalan’ın
aldığı tavırdan çok da memnun kalmadığı görülüyor.
Öcalan’ı itibarsızlaştırma kampanyaları işte bu koşullarda meydana geldi. Öcalan’ı İmralı’da sorgulayanlardan H. Atilla Uğur ile Öcalan arasında geçtiği
söylenen konuşmaların kaydedildiği bir takım kasetler internette servis edildi. Aslında bu kasetlerde yeni bir şey yoktu. Öcalan eğer fırsat verilirse,
PKK’yı sisteme entegre edeceğini, silahlı mücadeleyi bitireceğini ifa ediyor, bunun için destek istiyordu. Öcalan’ın bu tavrı ne Kürtler ne de örgütü PKK
için yeni ve bilinmedik bir tavırdı aslında. Peki, o halde, İmralı’da çekilen bu kasetlerin medyaya servis
edilmesinin sebebi neydi?
Kasetleri basın toplantıları yaparak duyuran İşçi
Partisi’nin sözcüleri çok net ifadelerle amacın, çözüm sürecini durdurmak olduğunu söylüyorlar. En
azından bu tür itibarsızlaştırma faaliyetleriyle çözüm
sürecini durdurabileceklerine inanıyorlar. Öcalan’ı
ve İmralı sürecini on yıl kontrol eden güçlerle çözüm
sürecini baltalamak isteyen güçler aynı güçler.
Öcalan’ı sorgulayanlar -Hasan Atilla Uğur dâhildaha sonra Ergenekon’la bağlantılı olarak yargılandılar ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. İmralı’da
Öcalan’dan istedikleri daha sıkı savaşmasıydı. Öyle
‘2000’in başında buraya sorguya da katılan bazı
askerler gelmişti. Bu askerlerin bir kısmı komutandı,
yetkili olarak konuştu. Bana, ‘Siz güçlerinizi sınır dışına çektiniz, tek taraflı adım attınız, bundan sonra
da tek taraflı adım atacaksınız. Aksi takdirde ordu
da devlet de sizi dikkate almaz. Savaşı tırmandırın,
daha ciddi bir savaş verin o zaman dikkate alınırsınız, sizi dikkate almak zorunda kalırlar’ diyorlardı.’
Öcalan, Bekaa’dan çıktıktan ve hayatında yeni bir
sayfa açıldıktan sonra, Türkiye’ye getirilirken uçakta
başlayan, sonrasında da mahkemede devam eden
savunmalarında ve Kandil’e gönderdiği mektuplarda ne düşündüğünü açıklamıştır. Bu açıklamaları,
kayıtlar ve kamuoyuna yapılan duyurular sebebiyle
herkes biliyor. Ama PKK’nın silahlı gruplarına karşılıksız olarak ülke topraklarını terk etme çağrısı yapan Öcalan’a karşı devletin nasıl davrandığını, silahsız bir PKK mı yoksa silahlı mücadele yürüten bir
PKK mı istendiğini kamuoyunun ekseriyeti maalesef
bilmiyor. Kamuoyu bu konudaki her ayrıntıyı bilseydi, bir zamanlar Bekaa’da kırmızı güllerle karşılanıp,
gerilla birliklerini Öcalan’la beraber resmi törenle
denetleyenler bugün ellerindeki o kasetleri servis
edip, bunlardan bir fayda umarlar mıydı?
Öcalan, İmralı’ya getirildiğinde, karşısında bulduğu
‘İmralı’daki Devlet’ acaba ona nasıl davrandı?
O yıllarda, Öcalan’ın PKK’yı sınır ötesine çekip,
silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan ettiğinde,
mensupları bugün Silivri’de yatan ‘İmralı’daki Devlet’, Abdullah Öcalan’a gidip, ‘çoğu gitmesin, beş
yüzü burada kalsın’ diyen devlettir.
Bu devletin mensuplarından biri, Öcalan’a daha şiddetli savaşmazsa, bu yoğunlukta bir savaşla devletin kendisini muhatap almayacağını söylemiştir.
Ve bütün bu bilgiler, Öcalan’la görüşen avukatların
ajandasına yazılarak İmralı’dan dışarıya ulaşmıştır.
Dikkatinizi çekerim, Güney Afrika’da, beyazların
devletini temsil eden hiç kimse Mandela’ya gidip,
Afrika Ulusal Kongresinin daha sıkı savaşması tavsiyesinde bulunmamıştır. Yine hiç kimse İngiliz devleti
Acaba, Ergenekon sanıklarının
Doğu ve Güneydoğu’da görev
yaptıkları yıllarında işlenen
suçlara ışık tutulabilseydi,
Ergenekon davasının, JİTEM
davalarıyla birleşmesi mümkün
olacak mıydı? Böylelikle, Türkiye
geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma
imkanı bulacak mıydı?
adına Belfast zindanlarında yatan İRA gerillalarına
gidip, ‘İngiltere’ye karşı daha şiddetli savaşın, yoksa
bağımsızlık bir hayal’ dememiştir.
Gerçek şu ki, devlet, karşısında savaşı bitirecek
güce sahip bir Öcalan -ki dikkat edilirse servis edilen tapelerde bile Öcalan bu gücünü sık sık sorgucularına ya da sohbet ettiği kişilere hatırlatıyor- değil, savaşın yoğunluğunu arttırabilecek bir Öcalan
görmek istemiştir.
İki yıl önce yayınlanan ve ‘Silahları Gömmek’ ismini
verdiğim kitabımda şu soruyu muhataplarına sormuştum, şimdi yeniden soruyorum:
“Demokratik bir mecrada akması muhtemel olan,
ama bastırılmış etno-kültürel talepler ve dinamikler nedeniyle şiddet potansiyeli de taşıyan bir toplumsal ve siyasi sorun karşısında, devletin görevi
demokratik alanı açmak ve hareketin bu mecraya
akmasını sağlamak mıdır, yoksa kanı kaynayan ve
dağı, isyanı yeniden denemeye kararlı gençleri provoke etmek, onlara dağlara giden yolları yeniden ve
sonuna kadar açmak mıdır?
Kürtlere 12 Eylül askeri darbesinden sonra reva görülen zulmün eseridir PKK... Çok trajik olsa gerektir:
O yıllarda bu zulmü bir halka reva görenlerle, bu zulme başkaldıran gençlerin lideri Öcalan’ı Bekaa’da
sık sık ziyaret edenler, yakalanıp İmralı’ya getirildiğinde sorgulayanlar ve ondan daha sıkı savaşmasını isteyenler aynı güçlerdir.
Öcalan’ı İmralı’da sorgulayan ekibin içinde yer alan
Hasan Atilla Uğur’un Qoser’e (Kızıltepe) geldiği
1992 yılı sonlarında, Mehdi Aslan DEP Mardin il
Başkanıydı. Atilla Uğur, Kızıltepe Alay komutanı olduktan sonra, faili meçhul cinayetler ve köy yakmaların sayısında hızlı bir artış oldu. DEP İl Başkanı Aslan, “Atilla Uğur geldikten sonra köy yakmalar, ortadan kaybolmalar ve direkt infazlar bir anda Mardin
MART 2014
39
Öcalan, İmralı’ya getirildiğinde,
karşısında bulduğu ‘İmralı’daki
Devlet’ acaba ona nasıl davrandı?
O yıllarda, Öcalan’ın PKK’yı sınır
ötesine çekip, silahlı mücadele
döneminin bittiğini ilan ettiğinde,
mensupları bugün Silivri’de yatan
‘İmralı’daki Devlet’, Abdullah
Öcalan’a gidip, ‘çoğu gitmesin, beş
yüzü burada kalsın’ diyen devlettir.
bölgesinin günlük hayatının bir parçası haline geldi”
diye hatırlıyor.
Qoser’de Atilla Uğur döneminde katledilenlerden
4 kişinin kemiklerine ulaşılmasına değinen Aslan,
Bûqetêr köyünde bulunan kuyunun daha derin ve
geniş kazılması halinde onlarca kişinin kemiklerine
ulaşılabileceğini belirterek şunları söylüyor:
“Ortaya çıkarılan kemikler Uğur’un emri ve onayı ile
gerçekleşen infazların çok az bir kısmını yansıtabiliyor ancak. Kuyu en son infaz edilenlerin cesetleri
atıldıktan sonra kuvvetli bombalarla çökertildi, derin
ve geniş kısımlarının üstü kapatıldı. Kuyu çökertildiği
için, bulunan kemiklerin kuyunun yüzeyinde kalan
kemikler olabileceğini düşünüyorum. O kuyu Atilla
Uğur’un ceset kuyusudur. Kuyudan sadece 4 kişiye ait kemikler çıkarıldı, bu çok az bir sayı, o kuyuda
onlarca kişinin kemikleri bulunuyor.”
“Qoser- Wêranşar yolu üzerinde, Qoser’e 5-6 kilometre uzaklıktaki 10-15 haneli Elîdizkê köyünde
sabah saatlerinde askerlerce evlerinden alınan, çoğunluğu ‘Yiğit’ soy isimli tamamı akraba olan köylüler, köyün üst kısmında kalan İpekyolu’na yakın bir
bölgede elleri, kolları bağlanmış, ağızları kapatılmış
ve kafalarına birer, ikişer kurşun sıkılarak infaz edilmiş vaziyette bulundular.”
1993 Eylül ayı başlarında Stewr ilçesine bağlı Bakustan köyünde bir çatışma çıktığı haberini aldıklarını ve bunun üzerine bir heyet olarak çatışmadan
hemen sonra köye gittiklerini söyleyen Aslan, “Köye
vardığımızda tanık olduğum manzarayı asla unutmayacağım. 13 yaşındaki bir kız çocuğu erkekleri
görünce eteğini sıkı sıkıya tutarak avazı çıktığınca
bağırıyordu. Çatışma bittikten sonra korucular ve
özel timler o kız çocuğuna annesinin gözleri önünde defalarca tecavüz etmişlerdi. O kız çocuğunun
40
MART 2014
çığlıkları ve korku dolu bakışlarını asla unutamayacağım.”
lüdür. Öcalan’ı sorgulayan kişi olarak elinde tuttuğu
kayıtlar şimdilerde medyaya servis ediliyor.
Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı
fezlekede, Hasan Atilla Uğur, “Silahlı örgüt kurma
ve yönetme, kasten adam öldürme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, işkence” suçlamasıyla birinci
şüpheli olarak yer alıyor.
Kızıltepe ve Mardin’de meydana gelen birçok ölüm
olayı Uğur’un yargılandığı Ergenekon davası iddianamesinde yer almış ve gizli tanıklar olaylar hakkında kapsamlı ifadeler vermişlerdir.
İçerden biri, koruculuk yapmış ve JİTEM’de görev
almış bir korucu olan Bedran Akdağ da aynı dönemi şöyle anlatıyor:
‘Yaklaşık olarak 18 senemi terörle mücadeleye
vermiş biri olarak çok sayıda kanunsuz işe şahit oldum. Örneğin, bir köylünün eline devletin silahını,
gücünü ve yetkisini verdiğinde neyle karşı karşıya
kalacağınızı görmek istiyorsanız bölgedeki koruculuk sistemine bakmalısınız.
Albay Rıdvan Özden’in -Mardin’de öldürüldü- yardımcısı Yarbay Celal Kısa ve dönemin Kızıltepe İlçe
Jandarma Komutanı Atilla Binbaşı (Şu an Ergenekon tutuklusu Emekli Albay Hasan Atilla Uğur) ile
ilgili bölgede sürekli şikâyetler vardı. Yarbay Kısa ve
Binbaşı Uğur tarafından kurulan ve yasadışı faaliyet
gösteren korucuların da aralarında bulunduğu timler, bölge halkına terör estirip, para karşılığı gözaltılar yapıyorlardı.
Bu illegal yapılanmalara şiddetle karşı çıkan Albay
Özden, sınırda kaçakçılık ve uyuşturucu sevkiyatını
ortaya çıkardı ve bazı görevliler hakkında dava açılmasını sağladı.
Albay Uğur ve Veli Küçük, Özden’le ölümünden bir
gün önce tartışmışlar ve ertesi gün Albay Özden’i
teröristlerin yoğun olduğu bölgeye çekerek, orada
öldürmüşlerdir. Daha sonra da PKK ile girdiği çatışmada şehit oldu diye açıklamışlardır.
Genel Kurmayın PKK ile girdiği çatışmada öldürüldü
diye kestirip attığı Albay Rıdvan Özden de, 24 Kasım 1994’te, görevden dönerken, Mardin girişinde
kimliği belirsiz kişiler tarafından, resmi aracındayken silahlı saldırıya uğramıştı. Eşi Tomris Özden,
silahlı saldırı olayıyla ilgili eşine yönelttiği ‘Bunu PKK
mı yaptı?’ sorusuna, Rıdvan Özden, ‘Deli misin,
PKK’nın Mardin’in merkezinde ne işi var?’ cevabını
vermişti. (Dağın ardındaki Gerçekler)
Hasan Atilla Uğur’un adı kurduğu Bıçak Timi’yle
de anılıyor. Bu tim kendisine bazen PKK süsü vermekte ve katliamlar, toplu cinayetler işlemekteydi.
Hasan Atilla Uğur Ergenekon davasından hüküm-
Durum o kadar ilginçtir ki, Atilla Uğur kendisini
mahkemede savunurken, bu olayların Ergenekon
davasıyla ilgisinin olmadığını savunmuş ve şunları
söylemiştir:
‘Bu davanın Güneydoğu’da görev yaptığım 1990’lı
yıllarla ne ilgisi vardır? Kimliği çoktan ortaya çıkmış
itirafçı bir şahsın uydurmalarını iddianameye koydunuz. Peki, neden cinayet suçundan da cezalandırılmamı talep etmediniz? Madem terörle mücadele
içinde geçen yıllarımı karalamak isteyen yalancı ve
besleme bir tanığın ifadesini ciddiye aldınız, neden
delillerin değerlendirilmesi bölümünde bu ifadeyi es
geçtiniz? Gerçek niyetiniz nedir?’
H. Atilla Uğur bu sorularında haksız sayılmaz.
Ergenkon’u soruşturan emniyetçiler ve savcılar,
acaba neden Fırat’ın öte yakasında Ergenekon tarafından işlenen suçları tasnif edip bir kenara koydular?
Bu siyaset mühendisliği kimin veya kimlerin işine
yaradı ve en çok kimi mağdur etti dersiniz?
Acaba, Ergenekon sanıklarının Doğu ve
Güneydoğu’da görev yaptıkları yıllarda işlenen suçlara ışık tutulabilseydi, Ergenekon davasının, JİTEM
davalarıyla birleşmesi mümkün olacak mıydı? Böylelikle, Türkiye geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma
imkanı bulacak mıydı?
Bu sorulara cevabım evettir benim.
Bu suçların en azından bir kısmının iddianamelere
girmiş olmasına rağmen, Ergenekon soruşturmalarının iddianameye dönüştüğü safhada, ne yazık
ki, bu suçlar es geçilmiş ve Ergenekoncular sadece darbe suçundan yargılanmışlardır. Başta Hrant
Dink cinayeti olmak üzere suçla dolu bir geçmişin
üstü itinayla örtülmüştür.
H. Atilla Uğur, sadece Kızıltepe’deki görev yılları itibariyle tanınan bir isim değildir. H. Atilla Uğur,
Suriye’de, Şam elçiliğinde askeri ateşe olarak da
çalışmış biridir… Öcalan’ı da İmralı’dan değil, Suriye’deki görev yıllarından tanıdığı ve aynı apartmanda kaldığı bilinmektedir.
Öcalan’ı sorgulayanlar -Hasan Atilla Uğur dâhildaha sonra Ergenekon’la bağlantılı olarak yargılandılar ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.
İmralı’da, Öcalan’dan istedikleri daha sıkı savaşmasıydı. Öyle de oldu. Öcalan İmralı’ya getirildikten sonra, çeşitli ateşkes girişimlerine rağmen, 4
bin insan hayatını kaybetti. Ergenekoncular şimdi
de Öcalan’ı itibarsızlaştırmaya ve PKK’yı yeniden
şiddet zeminine çekmeye çalışıyorlar. Ama bu defa
yalnız değiller. Öcalan’ı Erdoğan’la işbirliği yapıp
Kürtleri ve Türkleri satışa getirmekle suçlayan liberaller ve ‘Kürt mahallesinin gülleri’ olmakla övünen
etki ajanları, kaleme aldıkları yazılarıyla Ergenekoncuların Öcalan’ı itibarsızlaştırma mücadelesine katkı
sunmaya devam ediyorlar.
Türkiye’nin yakın geçmişini, ölüm kuyularını,
Ergenekon’un Bekaa’daki ve Fırat’ın öte yakasındaki faaliyetlerini, İmralı sürecini araştıracak bir ‘Hakikat Komisyonu’na ihtiyacımız var.
Biz Kürtlerin de, öyle ucuz suçlamalara filan başvurmadan, şunu bunu hain ilan etmeden, İmralı sürecini ve olup bitenleri tartışmamız gerekir. Bunun
zamanıdır diye düşünüyorum.
Kemalizm, PKK’yi ve kurucusu Öcalan’ı neden bu
kadar etkilemiştir?
Bugün Ergenekon’dan tutuklu olan Kemalistler’in,
ta Ankara’dan başlayarak Bekaa’ya, oradan da
İmralı’ya uzanan bir tarihi süreç içinde, PKK içinde
oynadıkları rolün mahiyeti, amacı ve yarattığı sonuçlar nedir?
KDP ve YNK’nin siyasi mücadele tarihi, bir çeşit
Arap Kemalizm’i olan Baasçılığı reddetmenin ve
ona karşı mücadele etmenin tarihiyken, Türkiye
Kürtlerinin PKK’yla özdeşleşmiş siyasi mücadele
tarihleri neden Kemalizm’in bekaası için mücadele
eden ve bugün Silivri cezaevinde yatan Kemalist siyasi figürlerle bu kadar iç içe geçmiştir?
MART 2014
41
DIŞ POLİTİKA
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
YAKLAŞAN
KÜRESEL ANARŞİ
Türkye’dek gez parkı olayları, Brezlya’dak ktlesel eylemler, Ukrayna’dak “AB
m? Rusya mı?” tartışmalarının sokağa yansımaları; Tayland’dak sokak gösterler;
Surye’dek btmeyen ç savaş ve Orta Afrka Cumhuryetndek çatışmalar acaba küresel
güç dengelerndek syas depremlern yansımaları olarak da okunamaz mı?
U
luslararası ilişkilerin en temel sorularından
biri küresel barış ve düzenin nasıl kurulacağı
ve eğer istikrar sağlanmışsa bunun nasıl ve
hangi araçlarla sürdürüleceğidir. Son yıllarda tüm
dünyada bir istikrarsızlık hayaleti dolaşıyor. Özellikle
11 Eylül olaylarının tetiklediği gelişmeler bugünlerde zirveye ulaştı. Modern dünyada insanların daha
“barışçıl ve medeni” yöntemleri kullanması beklenirken, kitlesel şiddet olaylarında ciddi bir artış gözleniyor. “Wall Street’i işgal et” hareketlerinden Arap
dünyasındaki post-kolonyal düzeni yerle bir eden
yaygın sokak hareketlerine kadar dünya yeni ve
histerik bir şiddet ve istikrarsızlık dalgasına tutulmuş
durumda. Bunların geçici siyasi hıçkırıklar olmadığı,
olayların küresel düzlemde birbiriyle ilişkisi olmayan
farklı ülkelere yayılma eğiliminden daha iyi anlaşılıyor. Üstelik bu siyasi dalga çarptığı ülkelerde kalıcı siyasi tesirler de bırakıyor. Tehlikeli bir bilgisayar
virüsü gibi sürekli farklı şekil ve içerik kazanıyor ve
kendi kendini klonlayarak yayılıyor.
2013 yaz aylarında Türkiye’yi ve Brezilya’yı vuran toplumsal huzursuzluk dalgaları, bugünlerde
44
MART 2014
Karadeniz’in Kuzeyindeki Ukrayna’yı, Balkanlar’da
Bosna-Hersek’i, Güneydoğu Asya’da Tayland’ı ve
Latin Amerika’da Venezüella’yı ve Orta Afrika’yı kasıp kavuruyor. Ortadoğu’da Mısır ve Suriye’de süregiden düşük yoğunluklu iç çatışmaları ve Irak ve
Lübnan’da artık sıradanlaşan bombaları da unutmamak gerekiyor. Dünyanın gerçekten çivisi mi çıkıyor? Toplumsal çatışmalar konjonktürel ve geçici/
tesadüfi olaylar mıdır, yoksa daha derindeki dip dalgaların dışa vurumu mudur? Dünya yeni bir şiddet,
belirsizlik ve anarşi dönemine mi giriyor? Eğer böyleyse istikrarsızlığı besleyen sosyo-politik dinamikler
nelerdir?
Küresel Yönetişim Sistemi İşlevsizleşiyor
Dünyanın farklı bölgelerinde artan istikrarsızlığın temel nedenlerinden biri küresel yönetişim sisteminin
giderek anlamsız ve işlevsiz kalması ve meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesidir. 20. yüzyılın ortalarında kurulan ABD merkezli küresel hegemonik düzen,
son otuz yılda gözlenen bir dizi ekonomik, siyasi ve
sosyolojik gelişmenin etkisiyle giderek çözülmeye
başladı. Soğuk savaşın bitmesi uluslararası politi-
kada askeri, moral ve ideolojik anlamda Amerikan
tek kutupluluğunun yolunu açtı. Baba Bush dönemi
askeri anlamda, Clinton dönemi ise ekonomik ve
liberal değerler açısından ABD hegemonyasının altın çağını ve zirve yıllarını temsil ediyordu. ABD’nin
karşısında başkaldırmayı düşünecek ne bir güç
kalmıştı ne de direnecek bir ideoloji. Fukuyama’nın
zafer naraları ancak on yıl sürebildi. 11 Eylül olayları bir dönüm noktası oldu. Artık hiçbir şey eskisi
gibi olmayacaktı. ABD, geleneksel askeri yöntemler kullanarak terörle mücadele adına maliyeti çok
yüksek olan Afganistan ve Irak savaşlarını başlattı.
Meşruluğu tartışmalı olan bu savaşlarda ABD gücünü, enerjisini ve kendine güvenini kaybetti. ABD’nin
desteği ile kurulan BM sisteminin Irak işgalinde hiçe
sayılması ve Pakistan’dan, Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’ya kadar geniş bir alanda gerçekleşen Drone
saldırıları ile BM ve özellikle Amerika tüm insanlığın
gözünde ciddi bir değer ve güven kaybına uğradı.
Suriye’de 130 bin kişinin hayatını kaybetmesine,
kimyasal silahların kullanılmasına ve insanlığa karşı suç oluşturan işkenceye bağlı kitlesel katliamlara
rağmen, BM güvenlik konseyinin vetolar nedeniyle
kilitlenmesi, karar alamaz duruma düşmesi küresel
yönetişim(sizliğ)in en son ve somut örneğini oluşturmaktadır. Başarısız olan Cenevre-2 görüşmeleri
BM’nin ve sözde hegemonik güçlerin içine düştüğü
trajediyi göstermektedir. Artık dünya halkları arasında adaletsizlik, mağduriyet ve maduniyet algısı
giderek derinleşmektedir.
MART 2014
45
ABD’nn küresel sstemden eln çekmeye başlaması ve BM’nn şlevsz kalması nedenyle,
dünyanın kırılgan jeopoltk fay hatları olarak tanımlanablecek olan bölgelernde
devletlerarası rekabet kesknleşmekte ve çatışma rskler gderek artmaktadır.
Liberal Değerlere Güven Sarsılıyor
Öte yandan 2008’de başlayan küresel mali kriz
ABD’yi ve Batılı ülkeleri daha da sarstı. G-20 gibi
oluşumlar yükselen güçlerin taleplerini ve beklentilerini karşılamaya yetmiyor. Yeni arayışlar ve farklı
gruplaşmalar oluşmaya başladı. Liberal değerlere
dayalı serbest piyasa ekonomisinin içine sürüklendiği derin krizler, soğuk savaş sonrası dönemde adeta fetişize edilen piyasa kapitalizmine dayalı
ekonomik gelişme ve istikrar modeline yönelik inancı derinden sarstı. Çin ve Rusya gibi otoriter siyasetin kontrolüne dayalı yönetim, gelişme ve kalkınma
modelleri siyasi ve ekonomik istikrarı sağlama bakımından daha güvenli bulunmaya başladı. Başka
bir deyişle, artık gelişmekte olan ülkeler için Washington Konsensüsü’nün dışında farklı ekonomi
politikaları geliştirmenin ve denemelerin yolu açıldı.
Bu arada kriz ve ekonomik belirsizlik ortamında kitleler başarılı karizmatik liderlere de yöneldi. Bugün
Rusya’da Putin’e, Almanya’da Merkel’e Türkiye’de
Erdoğan’a yönelik güçlü halk desteğinin arkasındaki temel nedenlerden biri de bu olsa gerektir. Çin’de
ise bu destek daha çok komünist partiye destek
olarak tezahür ediyor.
46
MART 2014
Artan belirsizlik ve kriz ortamında güven kaybeden
bir diğer değer ise siyasi liberalizmdir. Burada özellikle vurgulanması gereken şey halkların bir yönetim
biçimi olarak demokrasiyi arzu etmeleridir. Ancak,
gerek batılı ülkeler gerekse gelişmekte olan ülkelerdeki siyasi elitler, güvenlik, düzen ve istikrarı koruma
ihtiyacı adına bu demokrasinin mutlaka liberal olması gerektiği konusunda eskisi kadar ısrarcı değillerdir. Batının Mısır’da askeri darbeyi kabullenmesi,
Arap Baharı sürecinde demokrasiye yönelik gönülsüz desteği ve Ukrayna ve Ermenistan gibi batı ile
bütünleşmek isteyen ülkelerdeki hükümetlere destek verme anlamında geçmiş yıllara göre sergilediği duyarsızlık bu tutumun tipik örnekleridir. Kaldı ki
Freedom House gibi batılı kuruluşlar da, son yıllarda
küresel düzlemde liberal demokrasinin ivme kaybettiğini ve demokrasinin bir daralma periyoduna
girdiğini raporlarında vurgulamaktadırlar.
Küresel Güç Dengeleri Değişiyor
Küresel düzlemde artan belirsizliklerin ve gerginliklerin bir başka nedeni ise güç dengelerindeki
değişimin hızlanmasıdır. Devresel tarih anlayışının
öncülerinden olan İbni Haldun gibi düşünürler, dev-
letlerin yükseliş ve düşüşlerinin sosyolojik dinamiklerini “asabiyet bağı” ile açıklar. Göçebe kavimlerin
dinamizminin yerleşik hayata geçişle zayıflamaya
başladığını ve birkaç nesil sonra dışarıdan gelen
saldırılarla devletlerin dağıldığını anlatır. İbni Haldun
devletin hayatının ortalama yüz yıl sürdüğü sonucuna da ulaşır. Paul Kennedy gibi tarihçiler ise büyük
güçlerin yükselişini ve düşüşünü ekonomik temelli
yaklaşımlarla açıklarlar. Toynbee ve Braudel gibi düşünürler ise tarihin akışını medeniyet perspektifinden okuma eğilimindedirler. Uluslararası ilişkiler alanında da, uluslararası sistemde düzen (istikrar) ve
değişimin (order and change) uzun dönemde nasıl
açıklanabileceğine ilişkin ciddi çalışmalar yapılmıştır. Hatta denilebilir ki, son yıllarda siyaset bilimi ve
uluslararası ilişkilerin en sıcak tartışma konularından
biri küresel sistemin geleceğinin nasıl şekilleneceğidir. Güç kaymasını açıklayan ve geleceği öngörmeye çalışan pek çok kitap ve makale yazılmaktadır.
Zira küresel sistemde birkaç yüz yıldır başat rol oynayan Avrupa ve ABD’nin içinden geçmekte olduğu
derin siyasi/ekonomik kriz bu ülkelerin küresel rollerini ciddi biçimde sarsarken, diğer yandan yükselen
güçlere ise önemli bir manevra alanı sağlamaktadır.
Bu bağlamda, BRICS ve MİTKA (Meksika, Endonozya, Türkiye, G. Kore ve Avustralya) gibi oluşumlar, batının küresel hegemonyasındaki çözülmenin
küresel sistemde yarattığı güç boşluğu ve belirsizlik ortamında oluşan dayanışma platformları olarak
okunabilir.
Gerçekten de Obama gibi liderler, küresel sistemdeki güç kaymasının farkındadırlar ve bu geçiş
sürecinde nasıl bir dış politika izlenmesi gerektiği
konusunda ABD siyasi elitleri arasında bugünlerde
ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Örneğin ABD-İran
yakınlaşması ve ABD-İsrail ilişkilerinin geleceği gibi
konular, ABD kongresini ve güvenlik elitlerini bölmüş durumdadır.
Güç Kayması Belirsizlikleri Artırıyor
Üzerinde durulması gereken esas konu ise küresel
sistemdeki değişim sürecinin yarattığı belirsizliklerin ve gerginliklerin bölgesel güçlerin iç ve dış politikalarına nasıl yansıdığıdır. Türkiye’deki gezi parkı
olayları, Brezilya’daki kitlesel eylemler, Ukrayna’daki
“AB mi? Rusya mı?” tartışmalarının sokağa yansımaları; Tayland’daki sokak gösterileri; Suriye’deki
bitmeyen iç savaş ve Orta Afrika Cumhuriyetindeki
MART 2014
47
BRICS ve MİTKA (Mekska, Endonozya, Türkye, G. Kore ve Avustralya) gb oluşumlar,
batının küresel hegemonyasındak çözülmenn küresel sstemde yarattığı güç boşluğu
ve belrszlk ortamında oluşan dayanışma platformları olarak okunablr.
çatışmalar acaba küresel güç dengelerindeki siyasi
depremlerin yansımaları olarak da okunamaz mı?
Bizce okunabilir ve bu konu ciddi bir analizi gerektirmektedir.
Uluslararası ilişkilerde hegemonik dönüşümleri
açıklamak için Gilpin gibi akademisyenler genelde
dönüştürücü savaşlardan söz ederken, Holsti gibi
yazarlar ise değişimin habercileri olarak kritik önemdeki teknolojik ilerlemeleri veya bazı büyük olayları
önemserler. Günümüzde de gerçekten iletişim teknolojilerindeki değişmeler iletişim alanında büyük bir
devrime sebep olmuştur. Sosyal medya küresel bir
fenomene dönüşmüş ve siyasi anlamda yeni katılım
ve etkileşim imkânları yaratmıştır. Tersinden okunduğunda, iktidarlar için vatandaşlarının özel hayatlarını kontrol etme anlamında yeni güç imkânı sağlasa da, iletişimin gelişmesi iktidarların meşruluğunu
ve yönetme gücünü ciddi biçimde zayıflatmakta,
gezi parkı olayında gözlendiği gibi kitlesel manipülasyonlara imkân vermektedir. Arap dünyasındaki
ani sosyal patlamalardaki twitter ve facebook gibi
yeni, TV gibi (CNN ve El Cezire etkisi) eski medyanın
etkilerini hatırlatmak yeterlidir.
Diğer yandan, hegenomik zayıflama ve küresel güç
dengelerindeki akışkanlık ise özellikle siyasi, kültürel,
etnik ve sekteryan bölünmelerin yaşandığı ülkelerdeki siyasi istikrarı zayıflatmakta ve kırılganlıkları artırmaktadır. Zira küresel sistemde ekonomik-politik
belirsizliklerin artması, kendi siyasi-ekonomik kurumları zaten zayıf olan gelişmekte olan ülkelerin dışsal
şokları absorbe etme yeteneklerini felce uğratmakta;
dolayısıyla toplumsal fay hatları da hızla harekete geçebilmektedir. Bugün hala Türkiye siyasetinin üzerinde dolaşmakta olan “gezi hayaletinin” toplumda yarattığı ideolojik ve sekteryan kutuplaşmaları bu gözle
bir kez daha okumak gerekir. Hükümetin internet
üzerindeki kontrolü sağlamaya yönelik yasal düzenlemeler, yargı ve emniyet bürokrasisindeki paralel
yapılanma türü örgütlü grupların siyaset üzerindeki
öngörülemez operasyonlarına karşı tedbir olarak yapılan HSYK düzenlemesi ve nihayet MİT’in yetkilerini
48
MART 2014
artırmaya yönelik yasal düzenlemeler artan belirsizliğe karşı Türkiye’nin aldığı tedbirler olarak görülebilir.
Söz konusu düzenlemeler demokratik özgürlükler
açısından eleştirilse de, bunları küresel düzlemde
artan belirsizliklere ve Türkiye’nin çevresinde artan
güvenlik risklerine karşı siyasetin bir cevabı olarak
okumak gerekir.
Hegemonik Çözülme Jeopolitik Fay Hatlarını
Tetikliyor
Küresel hegemonik çözülmenin yarattığı gerginlik
ve çatışmaların bölgesel yansımaları ise uluslararası
barış ve güvenliği etkileme bakımından çok daha
ciddi sonuçlar doğuracak boyutlardadır. Burada
altını çizmeye çalıştığım asıl konu şudur: ABD’nin
küresel sistemden elini çekmeye başlaması ve
BM’nin işlevsiz kalması nedeniyle, dünyanın kırılgan
jeopolitik fay hatları olarak tanımlanabilecek olan
bölgelerinde devletlerarası rekabet keskinleşmekte
ve çatışma riskleri giderek artmaktadır. Realistlerin
deyimiyle, uluslararası sistem bugün düne göre
çok daha anarşik bir duruma doğru evrilmektedir.
Normlara bağlılık azalmakta, güç mücadelesi çok
daha acımasız ve ahlaksız bir hal almaktadır. Dahası, batının zayıflaması batı kaynaklı siyasi değerler
olan demokrasi ve insan hakları gibi değerleri de
zayıflatmaktadır. Çin, Rusya ve İran gibi otoriter ülkelerin kaba güce dayalı yönetim anlayışları ne yazık ki devletler arasındaki ilişkilerde sonuç almada
daha başarılı olmaya başlamıştır. Suriye’deki diktatör Esed’in ayakta kalması, Rusya ve İran gibi güçlü
otoriter dostlarının dünya kamuoyunu, uluslararası
hukuku ve diplomatik teamülleri yok sayan politikaları olmasaydı mümkün olabilir miydi? Kimyasal
silahla yapılan katliamlar başka türlü nasıl görmezden gelinebilirdi? Çin, tek taraflı olarak ilan ettiği
yeni hava savunma konseptini komşularının itirazlarını hiç umursamadan uygulamaya sokabilir miydi?
Rusya’nın “güç politikası” olmadan Ukrayna ve Ermenistan gibi ülkelerde hükümetler bu kadar kolayca Avrupa öncelikli politikalarından vaz geçip, Rusya ile eski SSCB’yi andıran Avrasya Birliği projesine
evet diyebilirler miydi? Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
Müslüman azınlık Fransız ordusunun gözü önünde
bu kadara acımasız saldırılara uğrayabilir miydi?
Şunu söylemek mümkün; gelecek yıllarda en keskin
mücadeleler, jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu
bölgelerde, çevresini kontrol ederek kendi değerlerine ve çıkarlarına göre düzen ve istikrar sağlamaya çalışan güçler arasında olacak gibi görünüyor.
Kırılgan ve sıcak çatışmaya dönüşme riski taşıyan
bölgeler ise şunlardır: 1) Karadeniz’in kuzeyi ve kuzey doğusu, 2) Balkanlar, 3) Ortadoğu, 4) Güney
Asya (Afganistan-Pakistan), 5) Kuzey Çin ve Orta
Asya, 6) Kuzey Afrika ve 7) Körfez bölgesi. İlginçtir
ki, çoğu zaman bu bölgeler aynı zamanda tarihsel
ve sosyolojik olarak farklı medeniyetleri ve kültürleri
temsil eden halkların/ulusların karşılaştığı coğrafyalardır. Batı dışı medeniyetlerin yeniden küresel düzlemde meşru rol arayışlarının artacağı önümüzdeki
yıllarda, ne yazık ki bölgesel ve küresel barışı kurmak ve korumak o kadar kolay olamayacaktır. Bu-
gün Türkiye’nin açılım ve reform politikaları vasıtasıyla Anadolu’yu ve çevresini çoğulculuk ve adalet
ruhuyla yeniden inşa etme çabalarını bu bağlamda
yeniden okumak çok daha anlamlı olacaktır.
Maalesef dünya 21. yüzyılın ikinci on yılına belirsizlikler ve gerginliklerle girmiş durumdadır. Küresel
yönetişim sisteminin işlevini yitirmesi, meşruiyetini
kaybetmesi; ekonomik dalgalanmaların artması ve
liberal siyaset ve ekonomi idealinin temel varsayımlarına yönelik sarsılan güven ve artan şüpheler,
insanlığı topyekûn bir belirsizliğe doğru sürüklemekte ve zihinsel, ekonomik ve siyasi anarşi riskini artırmaktadır. Yine de bu kriz ortamından iyi bir
sonuç çıkarmak gerekirse eğer, o da şudur: Batı
kaynaklı düşüncelerin tekelini kaybetmesi belki de
batı-dışı diğer medeniyetlerin sahip olduğu siyasi
ve ekonomik değerlerin tarih sahnesine yeniden
dönüşünü hızlandıracaktır. Ama her hâlükârda gelecek on yıllarda dünya her alanda ciddi bir rekabete sahne olacaktır. Bizler böyle bir gelecek için
hazırlanmalıyız.
MART 2014
49
DIŞ POLİTİKA
mından dolayı İran’a uygulanan yaptırımlar, iki ülke
arasındaki ticaret hacmini de etkilemiştir. Başbakan
Erdoğan, son İran ziyaretinde 2015’te iki ülke arsındaki ticaret hacminin 30 milyar Dolara çıkarılmasını
temenni ettiklerini belirterek, ilişkilerin daha ileri noktalara taşınacağını vurgulamıştır.
İki ülke arasında ekonomik alandaki ilişkilerin artacağını tarafların açıklamalarından rahatlıkla anlamak
mümkündür. Nitekim Başbakan Erdoğan’ın Tahran
ziyaretinde, ikili ilişkilerde sorunsuz alan olan ekonomik ilişkiler ön plana çıkmıştır. Her iki taraf da
ekonomik alandaki ilişkinin daha ileri bir noktaya
taşınmasını kendi çıkarı açısından faydalı görmektedir. 2000’li yıllarda Türk Dış Politikasının önemli bir
işbirliği aracı olan ve bugüne kadar birçok komşu
ülkeyle imzalanan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi
anlaşmasının İran’la da imzalanacağı ifade edilmiştir. Bunun yanında, ziyaretten önemli somut sonuçlar da çıkmıştır. İki ülke arasında “Ortak Ticaret Komitesi”nin kurulmasına dair “Tercihli Ticaret
Anlaşması” imzalanmıştır. Ayrıca iki ülkenin haber
ajansları (Anadolu Ajansı&İRNA) arasında işbirliğinin
yapılması kararı da alınmıştır.
BAŞBAKAN ERDOĞAN’IN
İRAN ZİYARETİ
28
-29 Ocak 2014 tarihlerinde Başbakan
Erdoğan Tahran’a önemli bir ziyaret
gerçekleştirdi. Hem ikili ilişkilerde önemli işbirliği ve anlaşmazlık konularının mevcudiyeti,
hem Ortadoğu’da başta Suriye’de yaşanan iç savaş olmak üzere acil çözüm bekleyen konuların varlığı, hem de İran-ABD/Batı yakınlaşmasının devam
etmesi Başbakan Erdoğan’ın Tahran ziyaretini ziyadesiyle önemli kılmaktadır.
50
MART 2014
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
İki Ülke Arasındaki İkili İlişkiler
Son on yılda iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerde, geçmiş yıllara nazaran önemli ilerleme
sağlandığı rahatlıkla söylenebilir. Siyasi alana nazaran, ekonomik alanda -enerji ağırlıklı- kayda değer
bir artış olduğu görülmektedir. 2000’li yılların başında iki ülke arasında yok denecek kadar düşük
olan ticaret hacmi, 2012 yılında yaklaşık 22 milyar
Dolar seviyesini yakalamıştır. Fakat nükleer progra-
İki komşu ülke olan Türkiye ve İran, ekonomik ilişkileri ilerletmede kararlı adımlar atarak bu doğrultuda
yeni anlaşmalar imzalasalar da, siyasi ve bölgesel
konularda aynı ortaklığı yakalayamamaktadırlar.
2011 yılın başında başlayan ve Arap Baharı diye
adlandırılan Arap Halk Hareketlerinin gelmiş olduğu nokta, iki ülke arasında bölgesel konularda farklı
bakış açılarının olduğunu ortaya koydu. Özellikle,
Suriye’de yaşanan iç savaşta, iki ülkenin aldığı tavır,
söz konusu bölgesel rekabetin en çarpıcı örneğini
oluşturmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, iki ülke arasında
ekonomik ilişkiler artış gösterse de bölgesel rekabet
devam edecektir. Fakat bu rekabetin yönetilebilir bir
rekabet olduğunu da görmek gerekir. Bu ilişki türü
Türk Dış Politikası için yabancı olunan bir ilişki türü
değildir. Türkiye-Rusya ilişkilerinde de benzer bir
durumun olduğu görülmektedir. Aynı İran’la olduğu
gibi, Rusya ile de Suriye konusunda farklı bakış açıları varken, farklı taraflara destek verilirken, ekonomik ilişkilerin artarak devam ettiğine şahit olmaktayız. İki ülkenin karar alıcılarının, bölgesel konularda
farklı noktalarda dursalar da, sıcak gündemi oluşturan konuların bölge istikrarı açısından çok önemli
Suriye’de yaşanan iç
savaşta, iki ülkenin
aldığı tavır söz konusu
bölgesel rekabetin
en çarpıcı örneğini
oluşturmaktadır. Öyle
anlaşılıyor ki, iki ülke
arasında ekonomik
ilişkiler artış gösterse
de bölgesel rekabet
devam edecektir.
olduğunu bildikleri anlaşılmaktadır. Son yıllarda gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerin sıklığı, bu gerekçelerle daha rahat izah edilebilir.
İlişkileri Zorunlu Kılan ve Kolaylaştıran
Etkenler
İran’la Türkiye arasında ilişkilerin ileri noktalara taşınmasının önünde çok önemli engeller vardı. Hâlâ
bunlar önemli oranda devam etse de iki ülke arasında ilişkilerin artmasını hem zorunlu kılan hem de
kolaylaştıran faktörler mevcuttur. İran, Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi yaptırımlarının yanında,
ABD ve AB’nin tek taraflı yaptırımları sebebiyle ciddi sorunlar yaşamaktadır. Yakın çevre ülkelerinin
içinde bulundukları kötü durum dikkate alındığında, Türkiye ile ilişkilerin İran için çok önemli olduğu
görülecektir. Türkiye ise her geçen gün artan enerji
ihtiyacını en uygun şekilde karşılamak zorundadır.
Bunun için İran önemli bir alternatif olarak ortaya
çıkmaktadır. Bunlar iki ülke arasındaki ilişkileri zorunlu kılan faktörlerdir.
Söz konusu faktörlerin yanında iki ülke arasındaki
ilişkileri kolaylaştıran önemli gelişmeler de yaşanmıştır/yaşanmaktadır. 14 Haziran 2013 tarihinde
yapılan İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimini Hasan
Ruhani’nin kazanması, akabinde ABD-İran yakınlaşması ve nükleer meselede İran ile P5+1 ülkeleri arasında anlaşmaya varılması, Türkiye’nin İran
MART 2014
51
İran-Türkiye
ilişkilerinin iyi olması,
istikrara su kadar,
ekmek kadar ihtiyacı
olan bölge için faydalı
olacak, ilişkilerin kötü
olması da sadece iki
ülkeyi değil, topyekûn
bölgeyi huzursuz
edecektir.
ile ilişki kurmasını kolaylaştırmaktadır. Ruhani’nin
Batı’ya karşı yeni bir söylemle gelmesi ve Batı ile
ilişki kurma konusunda attığı adımlar, Türkiye’nin
de İran ile ilişki kurmasının önünü açan bir etki yapmaktadır. Çünkü bugüne kadar Türkiye İran ile ilişki
Başbakan Erdoğan,
son İran ziyaretinde
2015’te iki ülke
arsındaki ticaret
hacminin 30 milyar
Dolara çıkarılmasını
temenni ettiklerini
belirterek, ilişkilerin
daha ileri noktalara
taşınacağını
vurgulamıştır.
52
MART 2014
kurarken, Batı engeliyle karşılaşmaktaydı. Batı İran
ile ilişki kurmaya başlıyorsa, Türkiye neden İran’la
ikili ilişkilerini ileri noktaya taşımasın? Nükleer meselede İran ile P5+1 ülkeleri arasında anlaşma sürecinin başlaması da İran’la rahat ilişki kurma konusunda Türkiye’nin elini güçlendirecektir. Bu konuda en
önemli gelişmenin Türkiye ile İran arasındaki ticarette olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında
bölge ve dünya ile barışık bir İran, bölge meselelerinde yapıcı bir tutum takınabilir ki, bunu en fazla
isteyecek ülkelerin başında Türkiye gelecektir. Gelişmekte olan her ülke gibi Türkiye de, yanı başında
istikrarlı bir alanın olmasını arzulamakta ve ona göre
hareket etmektedir.
nin yapıcı tutum takınmasının önemi büyüktür. Hem
Irak’ta hem de Suriye’de, İran ve Türkiye’ye rağmen
bir çözümün oluşması ihtimal dışıdır. Aynı zamanda, her geçen gün siyasi istikrarsızlığa bağlı olarak
bölgede etkisini artıran radikal gruplara karşı ortak
hareket etmek iki ülke için de önemlidir. Bölgenin
kontrol edilemez bir sürece doğru sürüklenmesi iki
ülkenin de zararına olacaktır. Bunun için bölgesel
konularda zaman zaman işbirliği yapmanın gereği
ortadadır.
Son söz; iki ülke ilişkilerinin iyi olması, istikrara su
kadar, ekmek kadar ihtiyacı olan bölge için faydalı
olacak, ilişkilerin kötü olması da sadece iki ülkeyi
değil, topyekûn bölgeyi huzursuz edecektir.
İki Ülke İlişkilerinin Bölge Açısından Önemi
Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler sadece ikili ilişkiler açısından değil, aynı zamanda bölge açısından
da çok büyük bir önem arz etmektedir. Üç yıldır
Ortadoğu’da tüm yakıcı hızıyla devam eden siyasi
türbülans düşünüldüğünde, iki ülke arasındaki yakın işbirliğinin önemi anlaşılacaktır. Bugün kirli bir
iç savaşın ortasında olan Suriye ile her geçen gün
siyasi çıkmaza doğru hızla ilerleyen Irak’ta, iki ülke-
MART 2014
53
Nereye?
DIŞ POLİTİKA
Kuzey Afrika
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
2
013 yılı Ortadoğu için tam bir kaos yılı olmuş
ve özellikle bölgedeki Arap Baharı ülkeleri yıl
içinde oldukça olumsuz gelişmeler yaşamıştır. 2011 başında Tunus’ta kıvılcımı atılan demokratik Arap isyanları ilk iki yılında demokratik gelişme
konusunda umut verirken, geçtiğimiz yılda giderek
tartışma, çatışma ve krize dönüşmüştür. Suriye’de
eli kanlı Baas rejimi hala ayaktadır. Mısır’da darbe ile
seçilmiş Hükümet düşürülmüş ve kan dökülmüştür.
Diğer Arap Baharı ülkelerinde de durum çok farklı
değildir. Burada, Kuzey Afrika ülkeleri için durum
analizi yapılırken, 2013 yılı değerlendirilerek 2014
yılı için de ipuçları sunulacaktır.
Mısır
Ortadoğu’nun en büyük ve önemli ülkesi Mısır,
Hüsnü Mübarek’in düşmesinden sonra ciddi bir
kaos yaşamıştır. Aradan geçen üç yıl içerisinde eski
rejim güçlü bir şekilde geri dönmeyi başarmıştır.
Geçen yıl, ülke tarihinin seçilmiş ilk devlet başkanı
olan Muhammed Mursi silahlı müdahale ile düşürülmüştür. Bunda iç ve dış statüko güçlerinin rolü
olduğu kadar, İhvan yönetiminin tecrübesizliği ve
taktik hatalarının da ciddi payı olmuştur. Özellikle geçiş sürecini sivillerin yerine, devletin temsilcisi
olan ve statükonun değişmesini istemeyen ordunun
yönetmesi belirleyici olmuştur. Mısır askeriyesi, zaman içinde devrimi yapan laik ve lidersiz gençlerle, devrime destek veren İslamcılar ve Nasırcılar’ın
arasını açmayı başarmıştır. Darbeciler, parlamentoyu feshederek ve toplumsal itibarını yıkarak, 2012
54
MART 2014
ortasında seçilen Muhammed Mursi yönetimini yalnızlaştırmış ve ülkeyi yönetemez hale getirmiştir.
Bir yandan muhalefet İhvan Yönetimi’ne karşı birleştirilerek Tahrir’de devrimden sapıldığı fikri yayılmış, diğer taraftan yeni devrim talebi ile Tahrir’de
toplanan muhalifleri kullanan asker harekete geçmiştir. Ciddi zorlama ve teşvikle organize edilen
Mursi karşıtı gösteriler sonucunda, 2013 yılının Haziran ayında Mursi askeri darbe ile görevden alınmış, parlamento fesh edilmiş ve daha sonra İhvan-ı
Müslimin yasaklanarak ciddi şekilde bastırılmaya
çalışılmıştır. İhvan yöneticileri başta olmak üzere
binlerce darbe karşıtı kişi öldürülmüş veya tutuklanmıştır. Aradan geçen sürede İhvan ve darbe karşıtları direnmeye devam etmekle beraber, Darbeciler
tarafından ortaya konan yol haritası ilerlemektedir.
Yeni anayasa, Ocak 2014 ortasında referandumda
“Hayır” demenin yasak olduğu, darbe karşıtlarının
boykot ve protesto ettiği bir ortamda, düşük katılımla onaylanmıştır.
Darbeciler ülkeyi yönetememekte, karşıtları da direnseler de darbe sürecini geri çevirememektedirler. El-Sisi’nin yolunu açmak için geçici hükümet
de istifasını vermiştir. Bu arada, Mursi’nin rakibi
ve eski Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmed Şefik de
başkanlığa ilgisini belirtmiştir. Darbeyi destekleyen
Birleşik Arap Emirlikleri’nden Şefik hakkında destek
açıklamaları geldiyse de General El-Sisi, uğruna kan
döktüğü başkanlığı Şefik’e teslim etmeyecektir. Bahar aylarında yapılması planlanan başkanlık seçim-
2014, Kuzey Afrka ülkeler çn
krtk br yıl olacaktır. Mısır’da slahlar
gölgesnde referandum yapıldı
ve nezh olmasa da onaylandı.
Yapılacak başkanlık seçmlernde
General Ss’nn başkan olması
muhtemeldr ve Mübarek
dönemne ger dönülecektr.
Lbya’da se stkrarsızlığın
devam edeceğ ve güvenlğn
sağlanamayacağı görülmektedr.
Tunus’ta zor da olsa demokratk br
anayasa yazıldı ve anayasa le lgl
referandum sürec başlayacak; daha
sonra sıkıntılı da olsa seçmlern
yapılacağı öngörüleblr. Cezayr’de
mart ayında yapılacak olan
başkanlık seçm, ülkenn gelecek on
yılını belrleyecektr. Gelşmelern
demokras ve kalkınma
yolunda daha olumlu olacağı
öngörülmektedr. Fas’ta se çok cdd
br değşm beklenmemektedr.
Adalet ve Kalkınma Parts
üzerndek statüko baskısının ve
ekonomk sıkıntıların artacağı
düşünülmektedr.
MART 2014
55
lerinden hemen sonra yaz veya sonbahar aylarında
da parlamento seçimlerinin yapılması öngörülmektedir. Bu şekilde Mubarek dönemindeki sisteme
dönülmesi planlanmaktadır. Böyle bir rejimin başarı
şansı zor olsa bile yıkılması iki üç yıl alacaktır.
Tunus
Tunus, Arap Baharı’nın beşiği ve sembolü olmuştur. Seyyar meyve satıcısı, eğitimli işsiz bir gencin
kendisini yakmasıyla başlayan süreçte otuz yıllık
başkan Bin Ali devrilmiştir. Ülkede demokrasiye
geçiş sürecini siviller yönettiği için Mısır’a göre nisbeten başarılı olsa da süreç zor ilerlemiş, ama yol
alınmıştır. Aradan geçen 3 sene içinde parlamento
seçimleri gerçekleştirilmiş, El-Nahda öncülüğünde
koalisyon hükümeti kurulmuş ve başkanlık seçimi
yapılmıştır. Hükümet, henüz ikinci yılına girerken,
demokrasiye geçişin getirdiği bir takım sıkıntılarla,
iç çalkantılarla, sosyal adalette ve ekonomik alanda
yaşanan sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin
en önemli gündem maddesi, yeni bir anayasa yazılması ve demokrasiden dönüş olmadan parlamento seçimlerine gidilmesi olmuştur.
ve Mohamed Brahmi gibi laik siyasi figürler, Selefi
gruplarca öldürüldüğü için ülkede gerginlik ve kutuplaşma çok artmıştır. Bu süreçte eskiden beri
güçlü olan laik eğilimli sendikalar, entellektüeller ve
eski rejimin adamları ile El-Nahda Hükümeti arasında ciddi gerilimler yaşanmıştır. Bu ortamda Mısır
darbesinin verdiği motivasyon ile Tunus’ta hareketlenmeler olmuştur. Siyasi kriz tırmandıkça sorunlar
artmış, sonunda El-Nahda teknokrat bir hükümetin
kurulmasına ikna olmak zorunda kalmıştır. Ancak
Aralık ve Ocak aylarında Anayasa konusunda uzlaşma sağlanarak kriz aşılabilmiştir. Burada özellikle
El-Nahda’nın sabırlı ve yapıcı rolü dikkat çekmiştir.
İdeolojik tutumdan daha çok demokrasi çarkının
dönmesine odaklanmıştır.
2014 yılına girilirken Tunus’ta demokratik süreç biraz örselense de yoluna devam etmektedir. Anayasa yapımından sonra yıl içinde planlanan parlamento seçimlerinin sağ salim yapılabilmesi çok kritiktir. Seçimlerin yapılabilmesi, demokrasinin ülkede
yerleşmesi açısından çok kritik önem taşımaktadır.
Teknokrat Hükümeti’nin becerisi henüz test edilmemiştir. Parlamento oluştuktan sonra demokratik
hükümet kurulabilecek ve başkan seçilebilecektir.
Demokrasinin başarısını tehlikeye atacak girişimler ve özellikle Körfez ülkeleri destekli demokrasiyi
geri çevirme çabaları bilinmektedir. Tunus’u daha
istikrarlı ve demokratik bir yapıya kavuşturmak için
2014 yılı kritik bir yıl olacaktır. Mısır ve Libya’ya göre
Tunus çok daha umut verici bir durumdadır.
2014’ün hemen başında Tunus’un en büyük başarısı, siviller eliyle yeni anayasa taslağını yazabilmesi olmuştur. Uzun tartışmalar ve çıkan krizlerden
sonra, uzlaşı ile yazımı tamamlanan anayasada, ElNahda’nın özellikle ideolojik konularda önemli tavizler verdiği görülüyor. Ancak burada önemli olan,
başta El-Nahda olmak üzere konunun taraflarının
demokrasi vurgusu yapmış olmalarıdır. Bundan
sonra referanduma gidilerek halkın onayı alınacak.
Libya
Arap Baharı’nın ilk kanlı devrimi Libya’da olmuştur.
Çünkü halk Kaddafi yönetimini devirecek güçte olmadığı için dış destekle rejim devrilmiştir. Kaddafi
yıkıldıktan sonra Libya’da yeni bir düzen kurulamamış ve istikrar sağlanamamıştır. Bunun bir nedeni,
Muammer Kaddafi’nin düzen kurmayarak, yönetimi
kendi kişiliği etrafında şekillendirmiş olmasıdır. Diğer
bir neden, ülkede hâkim olan kabilecilik ile DoğuBatı veya Bingazi-Trablus arasında oluşan tarihsel
farklılaşmadır. Bir diğer neden ise, Kaddafi’nin silahlarını ele geçiren eski devrimcilerin ve kabilelerin
silahlı çetelere dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca, istikrarsızlık ortamında güç kazanan El-Kaide’ye bağlı
radikal grupların faaliyetleri de artmıştır.
Birçok zorluk yaşanmasına rağmen, Libya’da da
demokrasinin kesintiye uğramamasının sebebi,
geçiş sürecinin siviller eliyle yürütülmüş olmasıdır.
2012 yazında parlamento seçimleri yapılmış ve hükümet kurulmuştur. Ancak daha önce hiçbir sivil
2013 yılında Tunus’un tam bir
istikrara kavuştuğu söylenemez, çünkü laik ve İslamcı
gruplar arasında ciddi bir
güvensizlik ve kamplaşma yaşanmaktadır.
Yıl içinde Chokri Belaid
56
MART 2014
MART 2014
57
siyasi tecrübe bulunmamasından ve topluma yön
verebilecek kişilerin çoğunun ya hapiste ya da sürgünlerde ezilmiş olmasından dolayı ciddi bir liderlik
sorunu yaşanmaktadır. İç savaşta derin yaralar açılması, terörist ve çete faaliyetlerinin istikrarı ve petrol
üretimini engellemesi sebebiyle Libya’nın ekonomik
ve siyasi açıdan toparlanması zaman alacaktır. Kabilecilik ve bölgecilikten dolayı ülkede ciddi federalizm tartışmaları yaşanmaktadır. Federalizm tartışmaları da bölünme korkularını artırarak her kesimin
daha fazla silaha sarılmasına yol açmaktadır.
Ülkedeki güvenlik eksiliği hem adi suçları hem de
terör eylemlerini artırmaktadır. Son dönemde silahlı grupların karıştığı birçok silahlı saldırı ve suikast
yaşanmıştır. Bazı silahlı gruplar ile kabile ve çetelerin aktiviteleri petrol üretimine zarar vermekte ve
bazı kuyularda petrol üretimini engellemektedir.
Azalan petrol gelirleri istikrarsızlığı artırmakta ve
böylelikle kırılması zor bir kısır döngü oluşmaktadır.
Türkiye’nin hem demokratik kaygıları hem yapılan
yatırımlar hem de eski dönemden kalan alacakları sebebiyle, Libya’nın istikrarı, refahı ve gelişmesi
için elinden geleni yapmasında ciddi yararları vardır.
Mısır’dan başlayarak bölgenin tamamında yaşanan
kargaşa düşünüldüğünde, Libya’nın yakın zamanda toparlanması zor görünmektedir.
Cezayir
Türkiye’nin gerektiği kadar ilgi göstermediği Cezayir, Kuzey Afrika’nın Mısır’dan sonra en önemli ülkesidir. Cezayir, ekonomik potansiyeli, petrol ve doğal gazı, Türkiye’ye olumlu bakışı ve bölgede aktif
politika uygulaması bakımından bölgedeki önemli
ülkelerden birisidir. Kuzey Afrika’yı toptan sarsan
Arap Baharı süreci Cezayir’i çok etkilememiştir.
Bunun nedeni, bugün Suriye ve Mısır’da yaşanan
sürecin Cezayir’de 1990’larda yaşanmış olmasıdır.
İslami Selamet Cephesi (FİS)’nin seçimleri kazanma ihtimali ortaya çıkınca, ordu siyasete müdahale
etmiş ve ülke 1990’lar boyunca iç savaşa sürüklenmişti. İç savaşta 200 bin kişinin hayatını kaybettiği ülke, büyük bedel ödemiş ve ciddi şekilde içine
kapanmıştı.
1999’da Abdülaziz Bouteflika’nın başkan seçilmesiyle ülke yeni bir kulvara girmiştir. Bu yeni süreçte
yaygın terörü bitirmek için mali destek yanında genel af uygulanarak toplumsal barışın önü açılmıştır.
Bugün terör bitmese bile güvenlik büyük ölçüde
58
MART 2014
rinde uzlaştıkları bir başkan seçilecektir. Bugünkü
durumda Cezayir’de değişim treni yavaş da olsa
ilerlemektedir. Nisan 2014’te yapılacak seçimler bu
treni hızlandırabilir. Ayrıca, 2013 ortasında Başbakan Erdoğan’ın ülkeye gerçekleştirdiği ziyaret başarılı geçmiş, bu ziyaret, ülkede var olan Türkiye’ye
sempatisini ve işbirliği imkânlarını arttırmıştır. 2014
yılında Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan
Cezayir’e daha fazla ilgi göstermelidir.
Fas
sağlanmış ve ülke dünyaya açılmaya başlamıştır.
Fransız lobisinin ciddi etkisine rağmen Cezayir giderek kendinden daha emin ve daha bağımsız dış
politika uygulamaktadır. Arap Baharı’nın Cezayir’de
siyasi bir değişime yol açacağı öngörülmüştü ancak beklenen olmadı. 2012 yılındaki parlamento
seçimlerinde hâkim partiler konumlarını korudular
ve İslami hassasiyetleri ile bilinen muhalefet partileri
fazla varlık gösteremediler. Cezayir’in genel olarak
muhafazakâr bir toplum olduğu dikkate alındığında
bu konu daha ilginç bir durum arz etmektedir.
Cezayir’de şaşırtıcı gelişmeler 2012 sonbaharında gerçekleşmeye başladı. Başkan Bouteflika,
muhafazakâr bir lider olan Abdelmalek Sellal’ı başbakan atadı ve sivilleşme eğitimleri arttı. 2013 yılında Cezayir’in başını ağrıtan en önemli konu Mali
Krizi olmuştur. Mali’de yaşanan çatışma ve güvenlik
eksikliği Cezayir’i de etkilemiş, Fransa’nın Mali’ye
operasyonu ve Cezayir’in Ein Amenas petrol tesislerine yapılan terör saldırısı ülke içinde ciddi endişe
ve tartışmalara yol açmıştır. Fransa’nın gerçekleştirdiği bu operasyonun iyi niyetli olmadığı ve özellikle
güney çöl bölgelerinde Cezayir’in doğal kaynaklarının sömürülmesine yönelik olduğu konusunda yaygın bir inanç vardır.
2013 yılında hastalanan Başkan Bouteflika, Fransa’daki uzun tedavisinden sonra ülkeye döndü.
Rejimin sivilleşmesi yönünde daha ileri tasarruflarda bulundu. Örneğin, dokunulmaz denen İstihbarat Şefi Bou Medién’i değiştirebildi. Bouteflika’nın
yaşından dolayı yapılacak seçimlerde yeniden aday
olma ihtimali azdır. Ancak ülkede siyaset yapan
büyük partiler, aday olması halinde Bouteflika’yı
destekleyeceklerini de ilan etmiştir. Başka bağımsız
adaylar olsa da asker ve hâkim siyasi güçlerin üze-
Fas, Arap Baharı’nın yumuşak geçişle yaşandığı
bir ülkedir. Bölgedeki tek krallık olan Fas’ta, 2011
ayaklanmaları sonucunda rejim demokrasiye geçişe izin vermiş ama Kral kritik yetkileri elinde tutmuştur. Kral Abdullah, Maliye, İçişleri ve Dışişleri
bakanlıkları gibi kritik mevkilere atama yetkisini bırakmamıştır. Anayasa revizyonundan sonra yapılan
seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi birinci olmuş
ve koalisyonla başa gelmiştir. Hem dünya ekonomisinin tam olarak düzelmemesinden hem de fazla
etkili olamamasından dolayı (2013 yılında Mısır ve
Tunus’ta olduğu gibi) hükümetin gücü zayıflamıştır.
Kral’a yakın İstiklal Partisi koalisyondan çekilince,
Adalet ve Kalkınma Partisi daha zayıf bir koalisyona
razı edilmiştir.
2013 ortalarında Başbakan Erdoğan Fas’a resmi
ziyaret yapmıştır. Gezi protestolarının sürdüğü ortamda gerçekleşen bu ziyarette, rejim ile hükümet
arasındaki çekişmeden ve Fransa baskısından dolayı Kral etrafında şekillenen yönetim ziyarete fazla
ilgi göstermemiştir. Özellikle Krallık ve Fransa lobisinin direnci yüzünden ziyaretin etkisiz kalması,
ülke kamuoyunda ciddi eleştiri konusu olmuştur.
Yine 2013 yılında, Fas ile Cezayir ilişkileri oldukça
gerilmiş ve kopma noktasına gelmiştir. Batı Sahra
Sorunu, Fas’ın dış politikasını etkileyen ve komşusu Cezayir ile ilişkilerini geren en önemli konudur.
Cezayir’in bağımsız gördüğü Batı Sahra Bölgesi’ni,
Fas kendi toprağı saymaktadır. Akdeniz’in batısında ve Afrika’nın Kuzeybatısındaki konumu ile dünya jeopolitiğinde önemli bir yere sahip olan Fas’ta,
ekonomik sıkıntılar devam etmekte ve rejim sivil hükümetin başarısız olması için ciddi bir direnç göstermektedir.
Sonuç olarak, Arap Baharı’nın önemli ölçüde etkilediği Kuzey Afrika’da, 2013 yılında ciddi karışıklıklar
ve krizler yaşanmıştır. Demokrasi, insan hakları, istikrar ve refah konularında ilk iki yıla göre geriye gidildiği söylenebilir. Mısır’da Mursi Yönetimi’ne karşı
yapılan askeri darbe kanlı bitmiştir. Libya’da sivil bir
yönetim bulunmakla beraber, yönetimin etkisizliği
sebebiyle sıkıntılar sürmektedir. Fas ve Tunus’taki İslami partiler, hükümeti bırakmasalar da ciddi
ölçüde güç kaybetmişlerdir. Tunus’ta El-Nahda,
teknokrat hükümetine razı olmak zorunda kalmış,
Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurduğu koalisyon zayıf bir koalisyon haline gelmiştir. Sınırlarında güvenlik sıkıntıları yaşamakla birlikte Cezayir,
sivilleşme ve dışa açılmayı kısmen de olsa başarmaktadır.
2014 yılı da Kuzey Afrika ülkeleri için kritik bir yıl
olacaktır. Mısır’da silahlar gölgesinde referandum
yapıldı ve gerçekçi olmasa da onaylandı. Yapılacak
başkanlık seçimlerinde General Sisi’nin başkan olması muhtemeldir ve Mübarek dönemine geri dönülecektir. Libya’da ise istikrarsızlığın süreceği ve
ülkede güvenliğin sağlanamayacağı öngörülmektedir. Tunus’ta zor da olsa demokratik bir anayasa
yazılarak referandum süreci tamamlanacaktır; daha
sonra sıkıntılı da olsa seçimlerin yapılacağı öngörülebilir. Cezayir’de mart ayında yapılacak olan başkanlık seçimi, ülkenin gelecek on yılını belirleyecektir. Bu gelişmelerin demokrasi ve kalkınma yolunda
daha olumlu olacağı öngörülmektedir. Türkiye siyasi, ekonomik ve kültürel olarak ülke ile ilişkilere
daha fazla önem vermelidir. Fas’ta ise çok ciddi
bir değişim beklenmemektedir. Adalet ve Kalkınma
Partisi üzerindeki statüko baskısının ve ekonomik
sıkıntıların artacağı düşünülmektedir.
MART 2014
59
DIŞ POLİTİKA
AB, adanın yarısını üye yaparak çözümsüzlüğü
pekştren oyuncu olmuş; almadığı yarısını da
Türkye le pazarlık konusu halne getrmştr.
Dolayısıyla Kıbrıs’a uluslararası hukuk
kapsamında çözüm üretecek br yapı, doğrudan
uluslararası hukuk dışına çıkmıştır.
KIBRIS MÜZAKERELERİ:
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
K
ıbrıs’ta yaklaşık 20 ay sonra müzakerelerin yeniden başlamış olması,
yeni bir dönemin işareti olarak kabul
edilebilir.
Bilindiği gibi Annan Planı ile başlayan
umutlar, Plan’da öngörülen hükümlerin
farklı zamanlarda halkoylarına sunulmasıyla sönmüştü. Rum tarafı, AB adaylığı belli
olduktan sonra yapılan halkoylamasında
birleşik Kıbrıs’ı kuran anayasa taslağını reddetmiş, sürecin bu aşamaya kadar
gelmesine neden olan KKTC’de ise öneri
kabul edilmişti.
Bu gelişme sonrasında da taraflar defalarca bir araya gelmiş, Annan Planı’nın bir dizi
versiyonu gündeme alınmış, ancak ilerleme kaydedilememişti. Görüşmeler tarihi
boyunca, liderlerin yüz yüze görüşmesinden mekik diplomasisine kadar hemen her
yol denenmiş, kullanılmadık yöntem bırakılmamıştı. Görüşmeler genel olarak BM
Genel Sekreterliği’nin gözetiminde yürüse
de, Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle birlikte konu AB
bünyesine taşınmıştı. AB ise, yeni çözüm
önerileri geliştirmek yerine, sorunun taraflarının genişlemesine yol açmış, Kıbrıs
giderek Türkiye-AB ilişkileri sorunu halini
almıştı. Söz konusu durum, sorunun çözümünü daha karmaşık hale getirmiş, iki
toplumla birlikte Türkiye-Yunanistan ve
Birleşik Krallık’ı ilgilendiren ada, AB ile
60
MART 2014
Türkiye arasına sıkışmıştı. Ancak Kıbrıs’ı bünyesine
katan AB, yaşadığı ekonomik krizi Kıbrıs sorununa
taraf olan Yunanistan ve Rum kesimine taşımış ya
da başka bir ifadeyle bu ülkelerden kaynaklanan
krizleri Brüksel’e taşımak zorunda kalmıştı.
ABD’nin Oyuna Girişi
Kıbrıs’ın AB üyeliği sonrasında ortaya çıkan AB
ekonomik krizi, en fazla Türkiye-Yunanistan ilişkilerini etkiledi. Türkiye’deki deprem felaketiyle başlayan olumlu ilişkiler, Yunanistan’ın savunma harcamalarını kısmak zorunda kaldığı kriz döneminde
pekişti. Ege’nin iki yakasında sağlanan güven ilişkisi, bir yandan iki ülke arasında Kıbrıs konusunu
büyük bir kriz nedeni olmaktan çıkartırken, öte yandan ekonomik kriz nedeniyle Yunanistan’ın AB’ye
olan güveninin sarsılmasıyla da pekişti. Kabul etmek gerekir ki, Yunanistan’ın AB içindeki pozisyonu zayıfladıkça, Yunanlı siyasiler Akdeniz’deki ABD
müttefikleriyle daha yakın ilişkilere girmeyi tercih etmişlerdi. Bu da, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde, en
azından global anlamda, kriz ihtimallerinin aşağıya
çekilmesine neden oldu.
Söz konusu koşullar, zaten Doğu Akdeniz’de gücünü yeni ve eski müttefikleriyle korumayı, bu gölgedeki Rusya varlığını en aza indirmeyi ve Güney
eksenindeki enerji yol ve kaynaklarını başkasının
denetimine vermemeyi ilke edinen ABD’yi harekete
geçirdi. Tarihte hiç olmadığı kadar etkin bir rol oynayarak ABD, Kıbrıs sorununa taraf oldu.
ABD’nin Kıbrıs’taki rolü, geçmişteki Johnson Mektubu Krizi’nde olduğu gibi bir duruma değil, tam
tersine çözüm getirici nitelikte bir girişime karşılık
gelmekte. ABD açısından BM’nin Kıbrıs konusunda oynayabileceği rol, gelebileceği en üst noktaya
gelmiş, birkaç Genel Sekreter tüketmiş ve sınırına
ulamış durumda. BM’nin yeni bir girişime nezaret
etmesi için, yeni bir girişime ihtiyaç duyulmuş ve bu
da ABD’den gelmiştir.
ABD’nin Kıbrıs konusuna, neden şimdi bu denli
dâhil olduğu sorusuna yanıt aramak için ise, haritaya biraz uzaktan bakmak yeterli olacaktır. Gürcistan, bıçak sırtı bir bölünmüşlük içindedir, Ukrayna
bölünmenin eşiğine gelmiştir. Rusya buralardaki
elini çekmediği gibi, Mısır’la yeni ilişkiler kurmakta,
Suriye’deki varlığını sürdürmektedir. Tam bu ortamda Balkanlar’da, özellikle de Bosna’da grevlerin ve
tedhiş hareketlerinin ortaya çıkması, kuşku verici
bulunmuş olmalıdır. ABD’nin en önemli müttefiki İsrail, uyguladığı politikalarla ABD’yi zora sokmakta,
Suudi Arabistan terörle mücadele konusunda kuşku yaratmakta, Körfez ülkeleri de İran’ı kazanma
siyasetine fren uygulamaktadır.
Söz konusu panoramanın ABD açısından yeni
adımlara ihtiyaç anlamına geldiğine şüphe bulunmamaktadır. Dolayısıyla bugüne kadar göz ucuyla
izlenen Kıbrıs sorunu, artık ABD’nin himayesi altında bir BM sorunu olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Yedek Kulübesinde Beklemesi
Kıbrıs konusunun taşındığı aşama, AB’nin bir miktar oyun dışına itilmesi anlamına gelir. Bu durum,
bir açıdan olumludur; zira AB işin içine doğrudan
taraf olduğunda, tam da Kıbrıs sorununu büyüten
meseleler kilitlenmelere neden olmaktadır. Sorunu büyüten meseleler, adanın statüsü belirlenmeden Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılması, buna karşın AB
müktesebatının kuzeyde uygulanmamasıdır. Yani
MART 2014
61
sadece Yunanistan ile Türkiye’yi kapsaması, ama
bu sorunun esasen tam ortasında bulunan Birleşik
Krallık’ın bulunmaması. Şu an sanki Kıbrıs, iki halkı
ve iki devleti ilgilendiriyormuş gibi gözüküyor. Oysa
bugün adada hem epeyce İngiliz nüfusu var, hem
de Birleşik Krallık hâlâ önemli bir oyuncu, ama onlarla kim görüşüyor belli değil.
Netleşmesi Gereken Kurallar
AB, adanın yarısını üye yaparak çözümsüzlüğü pekiştiren oyuncu olmuş; almadığı yarısını da Türkiye
ile pazarlık konusu haline getirmiştir. Dolayısıyla
Kıbrıs’a uluslararası hukuk kapsamında çözüm üretecek bir yapı, doğrudan uluslararası hukuk dışına
çıkmıştır.
AB’nin bir miktar oyunun dışına çekilmesindeki bir
diğer etmen ise, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarıdır. Söz konusu kaynakların miktarı ve kapasitesi
konusunda farklı veriler bulunmakla birlikte, AB’nin
enerji konusundaki Rusya bağımlılığını azaltmaya ve
kaynak çeşitliliği aradığına kuşku bulunmamaktadır.
İran, Irak ya da Doğu Akdeniz’den sağlanacak her
enerji kaynağı, bir biçimde Türkiye’ye dokunmakta,
dolayısıyla AB’yi de Türkiye ile gerilim yaşamamaya
teşvik etmektedir. Üstelik özellikle Doğu Akdeniz’de
İsrail ile Türkiye arasında kurulabilecek bir ittifakın
AB’yi tümüyle dışarıda bırakacak stratejik bir rekabete yol açma ihtimali de bulunmaktadır.
İhtimaller ileri götürülebilir. Türkiye, İsrail ve Yunanistan, pekâlâ bir alt bölge ittifakı kurabilir; bu yolla
AB ile arası bozuk olan Yunanistan’ın eli güçlenirken, Türkiye pazarlık imkânını artırır, İsrail de eski
müttefikiyle yakınlaşma imkânı bulur.
AB’yi bir miktar dışarıda tutmanın, ama tümüyle de
oyundan çıkartmamanın tek yolu, Kıbrıs sorununu
iç oyuncuları ve garantörleri ile çözmek ve adayı bir
bütün olarak AB’ye dâhil etmek olarak görülmüştür.
Oyunun Kuralları
Görüşme yöntemlerine bakılırsa, bu kez masadan
kalkma gibi bir sürece izin verilmeyecek. Anlaşmazlıklar olursa, süreç uzayacak, anlaşılamayan
konular atlanacak, anlaşmaya varılan konularda yol
alınacak. İki kesimin liderleri, müzakereleri başlatan
ortak bir deklarasyon yayınladılar. Bu, bir anlamda
prensipte anlaşmaya varıldığını gösteren yemin belgesi olarak kabul edilebilir.
62
MART 2014
Üzerinde anlaşmaya varılan konu ise, iki eşit toplumlu konfedere bir yapı. Nüfusu daha az olan Türk
kesiminin azınlık değil, eşit statüde olması kabul
ediliyor. Yaşamsal tüm kararlar, iki tarafın da onayıyla hayata geçecek. Bu yaşamsal kararlara örnek
olarak, adanın silahlandırılması gösterilebilir. Kısacası adanın kaderi, iki tarafın da elinde olacak; Kıbrıs BM üyesi yeni bir devlet olarak ortaya çıkacak.
Muhtemelen AB müktesebatında da bir dizi değişiklikler yapılacaktır.
Güney enerjinin, Kuzey de suyun taşınmasında görev alacak, bu görev dağılımı sonucunda elde edilenler de eşitler arasında bölüşülecek. Her bir kesimin yurttaşları, iki kesimin de vatandaşı sayılacak,
bir kantonla diğeri arasında sınır olmayacak, kısacası yeşil hat tarihe karışacak. Muhtemelen başlangıçta Rumlar Rum tarafında, Türkler Türk tarafında
yaşamaya devam edecekler ancak, zamanla ortak
yerleşim alanları gelişecek. Malların ve toprakların
paylaşımı gibi maliyetli konular ise, muhtemelen ada
herkesin olacağından, önceki dönemlerdeki kadar
büyük krizlere neden olmaksızın ele alınacak.
Kabaca bu çerçeveye sığdırılan müzakerelerin ayrıntıları ise, müzakereciler tarafından yürütülecek.
Rumların temsilcisi Türkiye ile Türklerin temsilcisi
Yunanistan ile görüşecek. Böylece, anlaşmazlık
halleri için bir tür hava yastığı sistemi uygulandığı,
söze ve diplomasiye fırsatlar yaratacak zaman kazanmalara izin verildiği söylenebilir. Uzlaşılan metin
de adanın iki yakasında eş zamanlı referanduma
sunulacak, diğer bir ifadeyle tarafların birbirlerinin
tutumuna göre pozisyon almalarına izin verilmeyecek. Taraflardan ikisi de onaylarsa yeni tek bir
devlet kurulacak, orası açık. Ancak biri onaylamaz
ise ne olacağı ile ilgili ancak tahminde bulunmak
mümkün ki bu da muhtemelen iki ayrı devlet senaryolarıyla ilgili olur. Bu biçimde düzenlendiği anlaşılan oyunda, oyuncularla ilgili açık olmayan bir konu
olduğu belirtilmeli. Sorun, çapraz görüşmelerin
Birleşik Krallık ile ilgili soru, esasen yeni düzenlemede garantör ülkelerin konumunu ilgilendiren bir
soruna işaret ediyor. Kıbrıs, bağımsız ve yeni bir
devlet olacaksa, garantöre ihtiyacı olmayacaktır.
Yani taraflar askeri varlıklarını geri çekeceklerdir.
Muhtemelen başta Birleşik Krallık olmak üzere taraf
devletler üslerini tamamen boşaltmak istemeyeceklerdir. Bu durumun ikili anlaşmalarla sürdürülmesi
muhtemel…
Ada’nın askeri yapılanması, üçüncü ülkelerin askeri
varlıkları, silahlanması gibi konular muhtemelen Türkiye açısından en kritik konular. Bu çerçevede yeni
Kıbrıs’ta her iki kesimin de onayladığı ikili anlaşmalar yapılabilir. Ancak Kıbrıs Türk tarafı ile Türkiye’nin
her durumda paralel beklentilere sahip olacaklarını
öngörmek yanıltıcı olabilir. Diğer bir ifade ile Rum ve
Türk tarafları Kıbrıs ile bir başka ülkenin savunma
anlaşması yapmasını onaylayabilirler ama Türkiye
bu anlaşmaya karşı çıkabilir.
Türkiye açısından iki konunun, birisi güvenlik diğeri
serbest geçiş konularının düzenlenmesi muhtemelen yaşamsal önemdedir.
daha ileri götürülerek kişilerin serbest dolaşım hakkına taşınabilirse, Kıbrıs için de sorun kalmaz.
Tıpkı Sırbistan’a uygulandığı gibi, Türkiye AB üyesi
olmadan, Katma protokol gereği, serbest dolaşım
hakkı kazanabilir; Schengen Anlaşması’na taraf
edilir ve bu anlaşma kapsamındaki ülkelerde serbestçe dolaşabilir. Dolayısıyla Türkiye-Kıbrıs ilişkilerinin stratejik olmayan her alt başlığı, AB-Türkiye
ilişkilerinde atılacak adımlarla aşılabilir.
Türkiye’nin sorunun çözümü konusunda gösterdiği
irade, Rum kesiminde ve hatta Yunanistan’da bulunmuyordu; daha ziyade onların çözüm yoluyla kazanacakları bir durum bulunmadığından, Türkiye’ye
AB engeli çıkarması bakımından işlevsel bir sorun
olarak kullanmaları söz konusuydu. Anlaşılan o ki,
ABD Rum tarafına ve muhtemelen Yunanistan’a
da baskı uygulamış ve geri adım atmaları sağlanmış. Bu, aynı zamanda ABD’nin AB’ye de yaptığı
bir baskı olarak görülebilir. Kıbrıs konusunu sorun
olmaktan çıkardığımızda, Türkiye’nin AB üyeliğini
engelleyecek kritik bir konu bulmak AB ülkeleri için
zor olacak.
Görüşme sürecinin bizzat kendisi, bir yandan Akdeniz’deki yeni stratejik alt bölge oluşumuna işaret
ediyor, bir yandan da Türkiye-AB ilişkilerini ivme
kazanmaya zorluyor. Dolayısıyla bugüne kadar
Türkiye-AB ilişkilerinde engel olan Kıbrıs, bugünden
sonra Türkiye’yi AB’ye taşıyacak bir değişken haline gelebilir. Yeter ki tüm taraflar uzun vadeli hesaplar yapsınlar ve bu fırsatın kullanılamaması halinde
karşılaşacakları riskleri iyi hesaplasınlar.
Güvenlik-savunma konularında çıkabilecek krizlere ABD merkezli iki öneri gelmesi mümkün olabilir. Bunlardan birisi, Kıbrıs’ın NATO üyesi olması
ve tüm tarafların askeri gücünün NATO karargâhı
bünyesinde faaliyet göstermesidir. Buna itiraz fazla olursa, o zaman adanın silahlardan arındırılmış
bölge olmasıdır ki bu Birleşik Krallık’ın da eşyalarını
toplayıp evine dönmesi anlamına gelir.
Güvenlik-savunma konusunun NATO çerçevesinde ele alınması yüksek olasılıkken, serbest geçiş
ve dolaşım konusunun AB ilkeleri çerçevesinde
ele alınması muhtemel gözüküyor. Türkiye’den
Kıbrıs’a nüfus kâğıdıyla geçebiliyor olmak demek,
esasen kişilerin serbest dolaşımı ilkesi demek. Eğer
Türkiye-AB arasında imzalanan geri alım anlaşmasının karşılığı olarak bahsedilen vize kolaylıkları,
MART 2014
63
DIŞ POLİTİKA
Türkye, 2006 yılında meşru
seçmler kazandığı halde,
terörst suçlaması le ktdardan
uzaklaştırılan Hamas’ın, Flstn
halkının meşru temslcs olarak
kabulü ve Hamas le Feth
arasındak problemlern çözümü
çn gayret edyordu. Gazze
bombardımanını takp eden
2009’dak Davos zrves le brlkte
İsral le lşkler kopma noktasına
geld. Mayıs 2010’da gerçekleşen
Mav Marmara saldırısı, lşkler
tamr mkânsız br noktaya taşıdı.
Sinan TAVUKÇU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
2014 Flstn
Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı
İk Devletl Çözümü Getrecek m?
Arap Barış Girişimi
Yazımızın brnc bölümünde, Brleşmş Mlletler
Genel Kurulu’nun 2014 yılını “Flstn Halkıyla
Dayanışma Uluslararası Yılı” lan etmş olması
dolayısıyla, 2014 yılında k devletl çözüm
çabalarının yoğunlaşacağına dkkat çekmş, Flstn
meselesn çözmeye yönelk müzakerelern tarhn
ele alarak, El-Aksa ntfadasına kadar olan sürec
değerlendrmştk.
Yazımızın bu bölümünde, El-Aksa ntfadasından
sonrak gelşmeler ve barış müzakerelernn
geleceğ konu edlecektr.
64
MART 2014
İ
ntifadanın devam ettiği süre içindeki çatışma ve saldırılarda Filistin tarafından 1.238, İsrail tarafından 366 olmak üzere toplam
1.604 kişi öldü.
2 Aralık 2001’de Kudüs’te ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıyı Hamas üstlendi.
İsrail hükümeti, Arafat’ı saldırıdan sorumlu tuttu. Ertesi gün İsrail,
Gazze’ye ve Batı Şeria’ya saldırdı. Batı Şeria’da birçok eve füze
isabet ederken, Gazze’deki hedef Arafat oldu. İsrail Güvenlik Kabinesi, 13 Aralık’ta Arafat’la tüm ilişkilerini kesme kararı aldı ve
Arafat’ı saldırı dalgasının doğrudan sorumlusu olmakla suçladı.
İntifadanın dünya kamuoyunda meydana getirdiği etki ve Filistin’in
gündemden inmemesi sebebiyle, çatışmaları sona erdirme ve bir
barış imkânı bulma yolunda çabalar yoğunlaştı. İki
Devletli çözümü öngören barış planı ilk defa, şümullü olarak, Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından
2002 yılında Beyrut’ta Arap Birliği zirvesine sunuldu
ve Arap Birliği tarafından benimsendi. Bundan sonra bu plan “Arap Barış Girişimi” olarak isimlendirildi.
Arap Barış Girişimi; İsrail’in 1967 savaşında işgal
ettiği tüm topraklardan çekilmesini, BM Güvenlik
Konseyi’nin 194 sayılı kararı çerçevesinde Filistinli mülteciler sorununa adil bir çözüm bulunmasını,
1967 sınırlarında kurulacak ve başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmekteydi. Bu barış planına göre Filistin
tarafı, Yahudi bölgesinin ve Batı Duvarı’nın Ağlama
Duvarı kısmının hâkimiyetini İsrail’e devredecek,
eski şehrin kalan kısmındaki hâkimiyetini koruyacaktır. Yine bu plana göre; kurulacak Filistin devleti
savunma amaçlı olarak silahlanabilecek, kendi hava
sahası ve karasularına sahip olacak, bunun karşılığında Arap ülkeleri Arap-İsrail çatışmasını bitmiş
kabul edecekler ve kapsayıcı bir barış süreci çerçevesinde İsrail ile normal ilişkiler kuracaklardır.
Arap Barış Girişimi’nin öngördüğü toprakların paylaşılması, Kudüs’ün statüsü, mültecilerin dönüşü
ve tam bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına
ilişkin bu plan gündeme geldiğinde, İsrail tarafından kabul görmedi. 1967’de işgal edilen tüm top-
raklardan İsrail’in çekilmesini öngören maddenin
İsrail’in milli güvenliğini tehlikeye atacağı, mülteci
meselesinin Arap Girişimi doğrultusunda çözülmesi
halinde demografik olarak devletin Yahudi karakterinin bozulacağı gerekçesiyle bu plana itiraz ettiler.
Yine, 1980 yılında kabul ettikleri Kudüs Yasası ile
Kudüs’ün bir bütün olarak İsrail’in ebedi başkenti
olduğunu, bu nedenle Kudüs’ün statüsünün tartışılamayacağını iddia ettiler. Arap ülkeleri ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda ise, İsrail’in varlığına
muhalif İslamcı hükümetlerin iktidarı ele geçirmeleri
ihtimaline karşı, güven ortamının oluşabilmesi için
zamana ihtiyaç olduğunu öne sürdüler.
2003 Dörtlü Görüşmeleri
Ortadoğu Dörtlüsü (ABD, Rusya, AB ve BM) 30 Nisan 2003 tarihinde, 2005 yılına kadar Ortadoğu’daki çatışmaya iki devlet prensibi çerçevesinde son
vermeyi amaçlayan bir yol haritasını açıkladı. “İsrail- Filistin Çatışmasına İki Devletli Bir Çözüm İçin
Performansa Dayalı Yol Haritası”, Madrid Konferansında ortaya sürülen “barış karşılığı toprak” ilkesi
esas alınarak ve taraflar ile Arap Barış Girişimi’nin
daha önce anlaşmaya varmış olduğu Güvenlik
Konseyi’nin 242 (1967), 338 (1973) ve 1397 (2002)
sayılı kararlarına dayanan ve ölçülebilir adımların uygulanacağı üç aşamalı bir plandı.
MART 2014
65
tasfiye etmek ve bu süreçte Arap
devletlerinden destek almak hedeflenmişti.
2007 Annapolis Konferansı
ABD yönetimi, yeni bir Filistin başbakanı atanana
kadar planı yayınlamayacağı konusunda ısrar etmiş, Arafat’ı, Mahmud Abbas’ı başbakan olarak
atamaya icbar etmişti. Nitekim düzeltilmiş yol haritası 30 Nisan 2003’te Abbas’ın meclisten güvenoyu
almasının ardından aynı gün, taraflara sunuldu.
Yol Haritası’nın hayata geçirilmesi ile alakalı olarak
ilk görüşme, 3-4 Haziran 2003 tarihinde Mısır’ın
Şarm el-Şeyh kasabasında W. Bush, Filistin’in yeni
başbakanı Mahmut Abbas, Mısır, Ürdün, Bahreyn
ve Suudi Arabistan yetkilileri arasında gerçekleşmiş, bu görüşmede Suriye ve Lübnan dışlanmıştır.
5 Haziran’da ise Ürdün’ün Akabe kentinde yapılan
toplantıya W. Bush, Ariel Şaron, Mahmud Abbas
ve Kral Abdullah katılmıştır. Arafat’ın yerine sürece
Mahmud Abbas’ın monte edilmesiyle başlayan süreci müteakip yapılan bu zirvelerde Filistin direnişini
Üç yıldır İsral ve Flstn
arasında tamamen duran
görüşmeler, 2013 yılının
Temmuz ayında tekrar başladı.
Bölgede mekk dplomass
yürüten ABD Dışşler bakanı
John Kerry’nn grşmyle, 29
Nsan 2014 tarhne kadar nha
statü anlaşması çn dokuz aylık
br müzakere sürec planlandı.
66
MART 2014
27 Kasım 2007’de, Amerikan Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın
ev sahipliğinde Annapolis’te kırkı
aşkın ülke temsilcisinin katılımıyla
bir konferans düzenlendi. İsrail’i
tanımayan Suriye ve Suudi Arabistan gibi pek çok Arap ülkesi de ilk
defa bu kadar yüksek düzeyli bir
toplantıda, İsrailli yetkililerle aynı ortamda bulunmayı
kabul etti.
Bu konferansta konuşan ABD Başkanı George W.
Bush, Filistin ve İsrail’in barış görüşmelerini derhal
yeniden başlatacağını ve 2008 yılının sonuna kadar,
Kudüs’ün sahipliği, mültecilerin yurtlarına dönmesi,
sınırın çizilmesi ve yerleşim merkezlerinin geleceği
gibi çekirdek sorunlar üzerinde barış anlaşmasına
varmaya çalışacaklarını ilan etti. Konferans’tan sonra İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Filistin Devleti
Başkanı Mahmud Abbas, konferansta çizilen yol
haritasını ve ayrıntılarını yaptıkları direkt görüşmelerde ele aldılar.
İsrail yine kuralı değiştirmedi, barış sürecinin inisiyatifi dışına çıktığı her dönemde olduğu gibi bu
defa da süreci sabote etti. 27 Aralık 2008 tarihinde
başlayan ve 22 gün süren bir Gazze saldırısı yaptı.
Saldırılar sonucu, 347’si çocuk 1.393 Filistinli hayatını kaybetti, 19.400’den fazla Filistinli de yaralandı.
Dünya gündemini sarsan İsrail’in Gazze saldırıları ile
Annapolis süreci çökmüş oldu. 2006 Kasım ayından 2008 Eylül’üne kadar, İsrail Başbakanı Ehud
Olmert ile Mahmud Abbas’ın 36 kez bir araya gelmesine rağmen bu görüşmelerden beklenen sonuç
alınamadı.
Gazze saldırısı, Annapolis Konferansı’nın ardından
Filistin-İsrail problemine aracılık etme konusunda
inisiyatif alan Türkiye’nin İsrail’le ilişkisinin tamamen
değişmesine sebep oldu ve yerini sertleşen politikalara bıraktı. Türkiye, 2006 yılında meşru seçimleri
kazandığı halde, terörist suçlaması ile iktidardan
uzaklaştırılan Hamas’ın Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul edilmesi ve Hamas ile Fetih arasındaki problemlerin çözümü için gayret ediyordu.
Gazze bombardımanını takip eden
2009’daki Davos zirvesi ile birlikte
İsrail ile ilişkiler kopma noktasına
geldi. Mayıs 2010’da gerçekleşen
Mavi Marmara saldırısı, ilişkileri
tamiri imkânsız bir noktaya taşıdı.
Türkiye bu yeni dönemde, önde
gelen ülkelerin İsrail’e sağladığı
dokunulmazlık zırhının Filistin meselesini çözümsüzlüğe mahkûm
ettiğini seslendirmeye başladı.
Bölge ülkelerinde başlayan Arap
baharı ile birlikte, Türkiye’nin İsrail karşısındaki politikası ve duruşu Arap halkları tarafından da desteklenmeye başladı. Ekonomik krizlerle başı dertte
olan batı ülkelerinin kendi içlerine dönmeleriyle İsrail
yalnızlaşmıştı.
Obama’nın Ortadoğu Barış Planı
ABD Başkanı Barack Obama, 2009 yılında başlattığı “Ortadoğu Barış Planı” konusunda Ortadoğu
Özel Temsilcisi George Mitchell’i görevlendirdi ve
ardından 4 Haziran 2009 tarihinde tüm İslam dünyasına mesaj vermek için Kahire’ye gitti, burada
bir konuşma yaptı. Konuşmasında İsrail ile ülkesi
arasında güçlü bağların bulunduğunu ve İsrail’in
Yahudi anavatanı özleminin haklı olduğunu dile getirdikten sonra, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleri
genişletmesine karşı olduğunu, bunların uluslararası hukuka aykırı olduğunu, genişlemenin durması
gerektiğini vurguladı, Amerika’nın, Filistinlilerin devlet özlemine duyarsız kalamayacağını belirtti.
Ancak, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin
inşası konusundaki vazgeçmez tutumu, Hamas ve
El-Fetih arasındaki anlaşmazlık, Obama’nın Ortadoğu barışına yönelik girişimlerinin tıkanmasına neden oldu.
İsrail Barış Girişimi
2011 yılına gelindiğinde, İsrail’in önde gelen siyasetçi ve devlet adamlarından yaklaşık 40 kişilik bir
grup Araplarla barış için yeni bir girişim başlattılar.
Aralarında Mossad ve Şin Bet (İsrail iç güvenlik teşkilatı) eski başkanları ve askerlerin yer aldığı grup,
İsrail’in uluslararası kamuoyunda yalnızlaştırıldığını
ve barışa karşı olarak gösterildiğini, İsrail’in bir barış
inisiyatifi göstermesinin vaktinin geldiğini açıklaya-
rak, Arap Ligi tarafından 2002 ve 2007 yıllarında
hazırlanan “Arap Barış İnisiyatifi”nden esinlenerek
“İsrail Barış İnisiyatifi” adlı bir belgeyi 31 Mart 2011
tarihinde imzaladılar.
Belge; esas olarak 1967 sınırlarına dönülmesi, başkenti “Doğu Kudüs” olan, Batı Şeria’nın hemen hemen hepsine ve Gazze’ye hâkim bir Filistin Devleti
kurulması ve İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmesi
planını teklif ediyordu. Bu planda, Batı Şeria’da en
fazla %7’lik bir toprak değişimi teklif ediliyor, söz konusu değiş tokuşta Kudüs’teki Yahudi mahallelerin
İsrail tarafında, Arap mahallerin de Filistin tarafında
kalması, Mescid-i Aksa’yı bulunduran tepenin hiçbir
ülkeye ait olmaması öngörülüyor, Ağlama Duvarı ve
Eski Şehrin Yahudi mahallesini bulunduran kısımları
İsrail’e bırakılıyordu. Ayrıca, her iki devletin güvenliği
için bölgesel güvenlik mekanizmaları ile ekonomik
işbirliği projeleri öngörülüyordu.
Belgede; mülteciler konusunda, Filistinli mültecilere
ancak yeni Filistin Devleti’ne göç etmeleri durumunda maddi tazminat verilmesi teklif ediliyordu. Filistin
Devleti’nin Filistinli bir ulus-devlet, İsrail’in de içinde
barındırdığı Arap azınlığın Yahudilerle eşit haklara
sahip olduğu bir Yahudi ulus-devlet olması benimseniyordu.
2012 Gazze Saldırısı
İsrail, 14 Kasım 2012’de Gazze’ye yönelik bir saldırı
başlattı. “Savunma Sütunu” adı verilen ve 7 gün süren saldırıda, Türkiye-Mısır-Katar üçlüsünün çabaları sonucunda 21 Kasım 2012 tarihi itibari ile ateşkes sağlandı. Bu saldırılarda yarısı çocuk, yaşlı ve
kadın olmak üzere 167 Filistinli hayatını kaybetmiş,
1.200’den fazla Filistinli de yaralanmıştı.
MART 2014
67
Bu saldırı, Filistin Devleti’nin BM’deki statüsünü
“gözlemciden”, “üye olmayan gözlemci devlete”
taşıyacak 29 Kasım’daki Genel Kurul oylaması öncesine denk gelmesi bakımından dikkat çekiciydi.
Diğer taraftan Tunus, Libya, Mısır ve diğer Müslüman ülkelerde Müslüman Kardeşler ve benzeri İslami hareketlerin iktidara gelmesi sebebiyle güvenlik
endişesi duyan İsrail’in bu saldırıyı gözdağı amaçlı
yaptığı kanaati yaygınlaştı.
Nitekim saldırının hemen ardından İsrail’i kınayan
Mısır, büyükelçisini bu ülkeden çektiği gibi Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de BM Güvenlik
Konseyi’ni ve Arap Birliği’ni acil toplantıya çağırmış
ve Gazze’yi yalnız bırakmayacaklarını söylemişti.
Yine Gazze’ye giden Tunus Dışişleri Bakanı Refik
Abdülselam’ın “İsrail dünyanın ve aynı zamanda
Arap ülkelerinin değiştiğini ve köprünün altından
çok sular aktığını bilmelidir. İsrail kuvvet kullanma-
ya devam edemez, uluslararası hukukun üstünde değildir ve ayrıcalıklı bir
konumu yoktur. İsrail’i kınıyoruz” demişti. Mısır, Arap Birliği’ni de harekete
geçirmiş, Birlik 17 Kasım’da Dışişleri
Bakanları düzeyinde acil olarak toplanmış ancak kınama dışında bir karar
alamamıştı. Özellikle Türkiye’nin tenkitleri karşısında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi başkanlığında Mısır,
Tunus, Fas, Irak, Sudan, Lübnan, Filistin yönetimi,
Kuveyt ve Suudi Arabistan dışişleri bakanlarından
oluşan Arap Birliği heyeti 20 Kasım’da Gazze’yi ziyaret etmişti.
Yeniden Başlayan Görüşmeler
Üç yıldır İsrail ve Filistin arasında tamamen duran
görüşmeler, 2013 yılının Temmuz ayında tekrar
başladı. Bölgede mekik diplomasisi yürüten ABD
Dışişleri bakanı John Kerry’nin girişimiyle, 29 Nisan
2014 tarihine kadar nihai statü anlaşması için dokuz aylık bir müzakere süreci planlandı.
Barış sürecinin en zorlu konusunun Yahudi yerleşim
yerleri meselesi olacağı açıktır. 1980’de İsrail meclisinin kabul ettiği yasa ile de Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak ilan eden İsrail, halen Doğu
Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ni uluslararası
hukuka aykırı olarak işgali altında tutmaya devam
etmektedir.
1946’dan 2000’e Filistin toprakları
BM Güvenlik Konseyi 22 Mart 1979’da
aldığı 446 sayılı kararla, Yahudi yerleşimlerinin hukuki geçerliliğinin olmadığını ilan
etmiş ve İsrail’i 1967’den itibaren işgal
altında tuttuğu topraklara kendi nüfusunu yerleştirmekten, toprakların yasal statüsünü, fiziki coğrafyasını ve demografik
yapısını değiştirmekten men etmiştir. BM
Güvenlik Konseyi, 1980 yılında aldığı 465
sayılı kararla İsrail işgali altındaki Filistin
topraklarında yer alan Yahudi yerleşimlerinin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini, dolayısıyla yasa dışı olduğunu tekraren ilan etmiştir.
Uluslararası hukukun yasaklamasına rağmen işgal
topraklarında Yahudi yerleşim yerleri kurulmaya ısrarla devam edilmiştir. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Filistinlilerin özel mülkiyeti niteliğindeki
arazilere gerek İsrail devleti gerekse bizzat Yahudi
yerleşimciler tarafından zorla ve şiddet kullanılarak
el konulmaya başlanmıştır. Doğu Kudüs dâhil Batı
Şeria bölgesinde bulunan yerleşim birimlerinde ikamet eden Yahudi yerleşimcilerin nüfusu hâlihazırda
600,000’i geçmiş durumdadır. İsrail Batı Şeria,
Gazze ve Doğu Kudüs’te yerleşim yerleri inşasına
devam ederek bir yandan Filistin’in tarım arazilerini
ve su kaynaklarını kendi kontrolüne alıp Filistinlileri
ekonomik olarak kendisine bağımlı kılmayı, bir yandan da gelecekte kurulabilecek bir Filistin devletinin
temelini oluşturacak bu toprakları denetim altında
tutmayı hedeflemiştir.
Sonuç
2013 yılı Haziran başıyla birlikte, başta Türkiye olmak üzere Arap Baharı’nın etkilediği Mısır, Tunus
ve Libya’da İslamcı-muhafazakâr hükümetlerin
devrilmesine yönelik bir sürecin başlatıldığı görülmektedir.
İsrail’in 2012 Gazze saldırısı sırasında, kendisine
karşı ittifak kuran ve birlikte hareket eden bu yönetimleri birer birer ortadan kaldırmak istemesi, ABD
neoconları ve İsrail’in planlaması dâhilinde yürütülen ve bölgenin siyasi haritasının yeniden dizayn
edilmesini hedefleyen bir proje olarak değerlendirilmektedir.
Kaynak: İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya, SETA Yayınları XIX, Aralık 2012, s.181
68
MART 2014
Nitekim Mısır’da, seçilmiş Müslüman Kardeşler iktidarının askeri bir darbeyle devrilmesinden sonra
Camp David çizgisinin temsilcisi olan odaklar tek-
BM Güvenlk Konsey 22 Mart
1979’da aldığı 446 sayılı kararla,
Yahud yerleşmlernn hukuk
geçerllğnn olmadığını lan
etmş ve İsral’ 1967’den tbaren
şgal altında tuttuğu topraklara
kend nüfusunu yerleştrmekten,
toprakların yasal statüsünü,
fzk coğrafyasını ve demografk
yapısını değştrmekten men
etmştr.
rar işbaşına geçmiştir. Türkiye’de de 2013 yılında
Gezi Olayları ile başlayan iktidar karşıtı gösteriler,
17 Aralık’ta yeni bir boyut kazanmış, bu defa devlet
içindeki “paralel devlet” adı verilen unsurlar aracılığıyla hükumetin seçimleri kaybetmesine yönelik
bürokratik hamleler peş peşe gelmiştir. Başbakanın “Dost-modern darbe” diye tabir ettiği bu darbe
teşebbüsüne destek verenlerin ortak şikâyeti, AK
Parti hükumetinin İsrail’i eleştiren politikaları olmuştur. Tunus ve Libya’da da siyaseti kaos içinde tutma ameliyesi başarıyla yürütülmektedir.
İsrail ve işbirliği içinde hareket ettiği ABD neoconları, 2014 yılında İslamcı iktidarları uzaklaştırmak,
Hamas’ı müzakereler dışında tutmak suretiyle,
Mahmud Abbas yönetimiyle birlikte 2014 Filistin
Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı’nda arzularına
uygun şekilde Filistin meselesini çözmek istemektedirler.
Ancak, halkların iradesine rağmen bölge devletlerinin siyasetini tayin etmeye yönelik bu teşebbüslerin
kalıcı bir barış tesis etme kabiliyetinin olmayacağı
açıktır.
MART 2014
69
DIŞ POLİTİKA
Çalışır durumdak fabrkaların yaklaşık
yüzde 80’nn kapalı olduğu, şszlğn
resm rakamlara göre yüzde 50 ama
gerçekte yüzde 70’lere ulaştığı özellkle
genç nüfusta bu oranın daha da yüksek
olduğu blnyor. Eşt gelr dağılımının
olmadığı, emekl maaşlarının 450 TL
cvarında olduğu ve maaşların düzgün
ödenemedğ ülkede toplumsal br tepk
gelşmes zaten beklenyordu.
Bosna’da
Neler Oluyor
Amine YAZICI İLERİ
SDE Asistanı
B
osna Hersek’in kuzeyindeki Tuzla kantonunda 4 Şubat’ta başlayan olaylar, ülkede “Bosna Baharı” ya da “Dayton Revizyonu” girişimi
şeklinde yorumlara neden oldu. Ağır bir siyasi ve
ekonomik krizin içinde olan Bosna Hersek’te yaşananlar bölgeyi izleyenler açısından sürpriz olmadı.
Çalışır durumdaki fabrikaların yaklaşık yüzde 80’inin
kapalı olduğu, işsizliğin resmi rakamlara göre yüzde 50 ama gerçekte yüzde 70’lere ulaştığı, özellikle
genç nüfusta bu oranın daha da yüksek olduğu biliniyor. Eşit gelir dağılımının olmadığı, emekli maaşla-
70
MART 2014
rının 450 TL civarında olduğu ve maaşların düzgün
ödenemediği ülkede toplumsal bir tepki gelişmesi
zaten bekleniyordu.
Tuzla’da bir fabrikanın özelleştirilmesi sonucu kapanmasının ardından 10 bine yakın işçinin, işsiz
kalmalarına ve maaşlarını alamamalarına tepki olarak başlattıkları protestolar ülkeye yayıldı. Tuzla’da
hükümet binası, tramvay durakları ve iş yerleri ateşe
verildi. Tuzla’dan sonra başkent Saraybosna’da da
protestolar kontrolden çıktı. Mostar’da Hersek-Neretva Kantonu Meclisi ve Mostar Belediyesi’ne ait
binaların yanı sıra bazı siyasi partilerin il başkanlıkları binaları da ateşe verildi. Gösterilerde ayrıca
Saraybosna Kanton Parlamentosu ve Saraybosna
Merkez Belediyesi’nin bulunduğu binalar ve savaş
zamanında bile korunmuş olan Cumhurbaşkanlığı
binası ateşe verildi.
Neden Tuzla Kantonu?
Ülkede en kalabalık nüfusa sahip olan ve özellikle savaştan sonra başta Srebrenitsa olmak üzere
Bosna’nın doğusundan çok fazla göç alan Tuzla kantonu, elektrik, tuz, kömür, deterjan, gübre,
odun işleme ve mobilya üretimi ile ülkenin en büyük madencilik ve sanayi bölgesi olarak biliniyor.
Tuzla Kantonu bölgesinde linyit rezervleri, önemli
miktarda kaya tuzu ve diğer minerallerin bulunması nedeniyle Yugoslavya döneminde bu bölgede
elektrik ve kimyasal imalat şirketleri kurulmuştu.
Bosna Hersek’te 1992-1995’de yaşanan savaşın
ardından bu bölgedeki fabrikaların çoğu kapandı, yerel verilere göre, Tuzla bölgesinde savaştan
sonra 66 fabrika kapatıldı. Savaştan sonra kapanmayan fabrikaların bir kısmı ise özelleştirildi. Başarısız özelleştirme, yatırımcıların çekilmesi, maaşların
ve sigortaların aylarca yatırılmaması, çalışanlarda
memnuniyetsizliği artırdı. Fabrikalarda çalışanların
birçoğu sigortaların yatırılmamasından dolayı ne
emekli olabiliyor ne de devlet hastanelerinde tedavi
görebiliyorlar. Uzun yıllardır içinde bulundukları durumu kamuoyuna yansıtmaya çalışan vatandaşlar,
sonuç alamayınca Şubat ayı başında gösterilerini
sıklaştırmışlardır.
Dayton Anlaşması İşlevini Yitirdi mi?
Bosna Savaşı’nı 14 Aralık 1995’de sona erdiren
Dayton Anlaşması, temelde iki amaca hizmet ediyordu. Birincisi, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana
Avrupa’nın göbeğinde yaşanan en kanlı savaşı durdurmak, ikincisi ise ülkede kalıcı barış ve istikrarı
tesis etmekti. Bu hedeflerden ilki gerçekleşmiş olsa
da ikincisi hâlâ tam anlamıyla sağlanabilmiş değil.
Dayton Anlaşması etnik temelli, bürokratik ve işlevsiz bir devlet yapısı ortaya çıkardı. Üç kurucu halkın
(Boşnak, Sırp, Hırvat) ülke idaresinde, uzlaşarak
ortak karar almasını şart koşan ve her birine bu anlamda veto hakkı tanıyan siyasi yapı uygulamada
pek çok sıkıntıyı beraberinde getirmiştir. Dayton
Anlaşması’nın özünden kaynaklanan yapısal sorunlar olsa da, ülke de yaşayan Sırpların uzlaşmadan
uzak tutumları ve Hırvatların özellikle son dönemde
artan ayrılıkçı davranışları ülkede diyalog ortamının
oluşmasını zorlaştırmaktadır. Dayton Anlaşması’nın
son derece başarılı bir barış anlaşması olduğunu
söyleyebiliriz, ancak anayasal bir anlaşma olarak
MART 2014
71
Bosna Savaşı’nı 14 Aralık 1995’de sona erdren
Dayton Anlaşması, temelde k amaca hzmet
edyordu, brncs II. Dünya Savaşı’ndan bu yana
Avrupa’nın göbeğnde yaşanan en kanlı savaşı
durdurmak, kncs se ülkede kalıcı barış ve
stkrarı tess etmekt. Bu hedeflerden brnc
gerçekleşmş olsa da kncs hâlâ tam anlamıyla
sağlanablmş değl.
karmaşık bir yapıya sahip olması, aynı ölçüde başarılı olmasını engellemiştir.
Sırplar ve Hırvatlar
Sırp siyasetçiler, Sırbistan Başbakan Yardımcısı
Aleksandar Vuçiç, Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı
Milorad Dodik ve Bosna Sırp Demokrat Partisi Genel Başkanı Mladen Bosiç olayların başladığı günlerde Belgrad’da bir araya geldiler. Bosna Hersek’deki gelişmelerin değerlendirildiği toplantı sonrasında
Bosna Sırp Cumhuriyeti Başkanı Dodik, Yugoslavya
örneğini vererek Bosna Hersek’in bu krizi aşamayacağını, bölünmeye doğru gittiğini ve bu sonunun
kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. Yine aynı dönemde Hırvatistan Başbakanı Zoran Milanoviç’in Mostar ziyareti akıllarda soru işaretleri bırakmıştır. Sırp
ve Hırvat bölgesindeki bu hareketlenmeler ülkenin
diğer kurucu unsurlarından biri olan Boşnaklar tarafından eleştirilmiştir. Üçlü konseyin Boşnak üyesi
Bakir İzzetbegoviç, toplumsal ayaklanmanın kötüye
kullanıldığını, Bosna Sırp Cumhuriyeti’nde şartların
Boşnak tarafına göre daha kötü olmasına rağmen
olayların büyük çoğunluğunun Boşnak bölgesinde
cereyan ettiğini bu durumun bir provokasyon niyeti
taşıdığını belirtmiştir.
na için daha iyi olacağını söylemiştir. Ayrıca, Davutoğlu, topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmış
Boşnakların ülkelerine geri dönmeleri ve Bosna
ekonomisinin canlandırılması için Türkiye’nin destek verdiğini, bu kapsamda, Doğu Bosna’da yatırım
yapacak yatırımcılara, yatırımın özellikleri ve çalıştırdıkları Boşnak personel sayısı göz önüne alınarak
kredi desteği verildiğini ifade etmiş, bu durumun da
çok olumlu geri dönüşlerinin olduğunu söylemiştir.
Dünya’da var olan istikrarsızlık dalgasının yeni bir
durağı da Bosna Hersek oldu. Üç yılı aşkın süredir devam eden Arap Baharı’nın olumlu etkileri ortadan kalkmakta, Libya’da, Mısır’da ve Suriye’de
karmaşa devam etmektedir. Güneydoğu Asya’da
Tayland’da, Karadeniz’in kuzeyinde Ukrayna’da ve
Türkiye’nin doğu komşusu Ermenistan’da benzer
toplumsal olaylar yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Birbirinden uzak coğrafyalarda yer alan bu ülkelerin
ortak özellikleri kırılgan toplumsal yapılara sahip
olmalarıdır. Jeopolitik fay hatlarının kırılgan olduğu
ve küresel güç dengelerinde göreli olarak kaymaların yaşandığı bir dönemde, toplumsal hareketliliğin
etkili olduğu bu bölgelerde güven ve istikrarın kısa
sürede tesis edilebilmesinin kolay olmayacağını
söyleyebiliriz.
Dayton Anlaşması’nın özünden kaynaklanan
yapısal sorunlar olsa da, ülke de yaşayan Sırpların
uzlaşmadan uzak tutumları ve Hırvatların özellkle
son dönemde artan ayrılıkçı davranışları ülkede
dyalog ortamının oluşmasını zorlaştırmaktadır.
Tuzla’da br fabrkanın özelleştrlmes sonucu
kapanmasının ardından 10 bne yakın şçnn, şsz
kalmalarına ve maaşlarını alamamalarına tepk
olarak başlattıkları protestolar ülkeye yayıldı.
Tuzla’da hükümet bnası, tramvay durakları ve ş
yerler ateşe verld.
Davutoğlu’nun Bosna Ziyareti
Bosna Hersek’te yaşanan olaylar üzerine Bosna’ya
giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ziyareti, en başta Boşnak halkına yalnız değilsiniz mesajı vermesi bakımından çok büyük bir önem arz
ediyordu. Davutoğlu, Bosna için Dayton modelinin
sürdürülebilir olmadığını, bunun yerine entegrasyonu daha kolay sağlayacak ve şimdi olduğu gibi bölünmüş bölgelerin olmadığı Lübnan modelinin Bos-
72
MART 2014
MART 2014
73
DIŞ POLİTİKA
Çinli uzmanlara göre,
ABD’nin, taraflı bir
tutum ile Çin-Japonya
arasındaki gerilimi
gidermeye çalışması
veya arabulucu rolünü
icra etmesi, Çin-ABD
ilişkilerinin gelişmesine
ve bölgenin istikrarına
zarar vermektedir.
ABD-Çin İlişkileri:
John Kerry’nin
Çin Ziyareti
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
nizi ile Güney Çin denizi kapsamında Çin’in komşu ülkeleri ile ilişkileri ve üçüncüsü de Kuzey Kore
nükleer sorunu, İran nükleer sorunu, Afganistan
sorunu ve Suriye sorunu kapsamında uluslararası
sıcak noktaların görüşülmesidir. Çin Sosyal Bilimler Akademisi ABD Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
Huang Ping, ziyaretin zamanlamasına dikkat çekerek şunları söylemiştir: “Ziyaretin Çin’in geleneksel
Bahar Bayramının hemen sonrasına rastlaması ve
yeni yılın hemen başında gerçekleşiyor olması iki
ülkenin de Çin-ABD ilişkilerine verdiği önemi göstermektedir. Aynı zamanda, ziyaretin sene başında
yapılması Çin-ABD ilişkileri kapsamında bir yıllık
faaliyetlerin değerlendirilmesine de önemli katkıda
bulunacaktır.”
A
BD Dışişleri Bakanı John Kerry 13-18 Şubat
2014 tarihlerinde Güney Kore, Çin, Endonezya ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret
etmiştir. 14-15 Şubat tarihlerinde Çin ziyaretini gerçekleştiren John Kerry’nin bu ziyareti, beşinci Asya
ziyareti ve ikinci Çin ziyaretidir. Bu ziyaret, Başkan
Barack Obama’nın Nisan 2014’te yapacağı Çin ziyareti için hazırlık amacı ile yapılmıştır. John Kerry
de son on yıldan beri ABD Dışişleri Bakanlarının ilk
yarıyıl içerisinde Çin’i ziyaret etme geleneğini devam ettirmiştir. Bu ziyaretin, ABD’nin Çin’i stratejik
hedefe aldığı ve 2020 yılına kadar silahlı güçlerinin
% 60’ını Asya Pasifik’te konuşlandırma politikasının
uygulamaya geçtiği, Çin-Japonya geriliminin arttığı
ve Çin-Filipinler arasındaki sınır anlaşmazlıklarının
gidererek şiddetlendiği bir dönemde yapılması oldukça anlamlıdır.
Kerry’nin Çin Ziyaretinin Amacı
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jennifer Psaki, 9
Şubat 2014’te yaptığı basın toplantısında, Bakan
Kerry’nin Çin’e yapacağı ziyarette, ABD’nin Çin ile
pozitif, işbirlikçi ve kapsamlı ilişkilerin geliştirilmesin-
74
MART 2014
de kararlı olduğunu, barışçıl ve müreffeh bir Çin’in
uluslararası ilişkilerde oynayacağı olumlu rolün ABD
ve dünya tarafından memnuniyetle karşılanacağını
Çin makamlarına bildirileceğini beyan etmişti. Ayrıca Kuzey Kore nükleer sorunu, iklim değişikliği ve
temiz enerji üzerinde ABD-Çin işbirliğinin önemine
de vurgu yapılacağını açıklamıştı. 10 Şubat’ta Çin
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying yaptığı basın toplantısında, ABD Dışişleri Bakan John
Kerry’in Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin davetlisi
olarak 14-15 Şubat tarihlerinde Çin’e bir ziyaret
gerçekleştireceğini ve bu ziyarette Çin-ABD ilişkileri
ve ortak sorunlar üzerinde görüş alış verişinde bulunulacağını beyan etmişti.
Çin Halk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
Müdür Yardımcısı Jin Canrong, son dönemde ÇinABD arasında üst düzey temasların azaldığını, böyle
bir dönemde Dışişleri Bakanı Kerry’nin Çin’i ziyaret
etmesinin, bu eksikliği tamamlama rolü oynayacağını ve bilinenlerin dışında, Kerry’nin Çin-Japonya
ilişkilerini de gündeme getireceğini belirtmişti. Jin
Canrong’a göre, Kerry’nin Çin ziyaretinin üç önemi
vardır: İlki Çin-ABD ilişkileri; ikincisi Doğu Çin De-
Aslında John Kerry’nin Çin ziyareti bir rutin faaliyettir, ancak, önemli bir rutin faaliyettir. Bu konuda,
Çin Halk Üniversitesi ABD Araştırmaları Merkezi
Başkanı Shi Yinhong: “Düzenli ziyaretler, ÇinABD ilişkilerinin istikrarlı olduğunun en önemli
göstergesidir. Çin-ABD arasındaki ilişkiler anlık olaylarla sınırlı değildir.” diyerek ikili ilişkilerin
önemine açıklık getirmiştir. Çin Uluslararası Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü’nde (IISS) misafir araştırmacı
olarak görev yapan Jia Xiudong, Çin-ABD arasında
sadece liderler düzeyinde görüşme yapılmadığını,
aynı zamanda, 90’dan fazla diyalog ve işbirliği mekanizmasının bulunduğunu ve ikili temasların gerçekleştirildiğini ifade ederek, Kerry’nin Çin ziyareti-
MART 2014
75
ABD’nin, taraflı bir tutum ile Çin-Japonya arasındaki
gerilimi gidermeye çalışması veya arabulucu rolünü
icra etmesi, Çin-ABD ilişkilerinin gelişmesine ve bölgenin istikrarına zarar vermektedir.
Mart 2014’te, Hollanda’nın Lahey kentinde düzenlenecek olan nükleer zirvede Başkan Obama
ile Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in görüşmeleri beklenmektedir. Ayrıca, Nisan ayında, Başkan
Obama’nın Çin’i ziyaret etmesi de gündemdedir.
Yaz aylarında Çin-ABD Stratejik ve Ekonomik Diyalogu Pekin’de düzenlenecektir. Bütün bu konuların
Bakan Kerry’nin Çin ziyaretinde gündeme geldiği ve
bu ziyaretin en önemli boyutunu oluşturduğu düşünülmektedir.
ABD’li uzmanlar,
yükselen Çin’in
komşularına ya ABD’yi
ya da kendisini tercih
etmeleri hususunda
baskı yaptığını
düşünmektedirler.
Bazıları ise, Çin’in ABD’yi
Asya’dan atacağına dair
endişe taşımaktadırlar.
John Kerry’nin Çinli Liderler ile Görüşmeleri
nin Çin-ABD ilişkilerinin istikrarlı ve tempolu olduğunu açık bir şekilde gösterdiğini ileri sürmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Çin ziyaretinin
amacı hakkında Jia Xiudong, bu ziyarette, siyasî,
ekonomik ve ticarî konulara mutlaka değinileceğini, iki ülke arasındaki önemli konuların müzakere
edileceğini ve diyalog mekanizmasının işletileceğini
belirtmektedir. İki ülke arasında, Kuzey Kore nükleer sorunu, İran nükleer sorunu ve Suriye sorunu
gibi konular üzerinde işbirliğinin kesintisiz bir şekilde
ilerlediğini ifade eden Shi Yinhong, iki ülkenin uluslararası güvenlik sorunu üzerinde de işbirliğinin belirgin bir şekilde ilerlediğini ifade etmiştir. Bu duruma
örnek olarak, Japonya Başbakanı Shinzõ Abe’nin
Yasukuni şehitliğini ziyaret etmesine hem ABD’nin
hem de Çin’in tepkilerini göstermek mümkündür.
ABD, Başbakan Abe’nin Çin ve Güney Kore gibi
ülkeleri kızdırabilecek bu eylemini önlemek için bazı
tedbirler almıştı. Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, Shi Yinhong, Doğu Çin Denizi ile Pasifik’teki çıkarları yüzünden Çin-ABD arasında bir takım
çatışmaların devam ettiğini göz ardı etmemek gerektiğine dikkat çekmektedir. Çinli uzmanlara göre,
76
MART 2014
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 14 Şubat’ta, Çin
Devlet Başkanı Xi Jinping, Başbakan Li Keqiang ve
meslektaşı Wang Yi ile bir dizi görüşmeler gerçekleştirmiştir. Çin Devlet Başakanı Xi Jinping, Kerry’yi
kabulünde, ABD ile yeni model büyük ülke ilişkilerinin oluşturulması ve diyaloğun güçlendirilmesi,
karşılıklı güvenin arttırılması, anlaşmazlıklara uygun
çözüm önerilerinin getirilmesi ve ikili ilişkilerin sağlıklı
ve istikrarlı ilerletilmesi konularında kararlı olduklarını
açıklamıştır. Başkan Xi Jinping, Çin-ABD üst düzey
ilişkilerinin ve stratejik diyaloğun sıkılaştırılarak devam ettirilmesi gerektiğini vurgulayarak, Çin-ABD
Stratejik ve Ekonomik Diyaloğu, Çin-ABD Kültürel
Değişim ve Üst Düzey İstişareler ve Çin-ABD Ortak
Ticaret Komisyonu gibi diyalog mekanizmalarının
korunması ve geliştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Ticaret, yerel yönetim, kültürel, askerî, enerji ve diğer işbirliği alanlarının güçlendirmesinin gerektiğini
ifade eden Xi Jinping, iki ülkenin uluslararası ve bölgesel sorunlar üzerinde diyaloğu, işbirliğini ve istişareyi arttırmasının önemine işaret etmiştir.
John Kerry de, iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin tesis edildiği günden bu güne, 35 yıl içerisinde, Çin’in hızla geliştiğini ve uzun zamandan beri
ABD-Çin arasında yeni model büyük ülke ilişkilerine
önem verildiğini ifade ederek, dünyanın en büyük iki
ekonomisi olan ABD ve Çin’in pragmatik işbirliğinin
güçlendirilmesi, anlaşmazlıkların iyi kontrol edilmesi
ve ikili ilişkilerin geliştirilmesi için itici gücün artırılması gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca iklim değişikliği,
ekoloji, enerji tasarrufu ve Kore Yarımadası sorunları da gündeme gelmiştir.
Çin Başbakanı Li Keqiang, John Kerry ile yaptığı
görüşmede, kalkınmakta olan ülkelerin en büyüğü
Çin ile en gelişmiş ülke ABD arasındaki stratejik
diyalog ve işbirliğinin, Çin-ABD yeni model büyük
ülke ilişkilerinin ilerleme sürecine önemli katkılarda
bulunacağını ifade etmiştir. Li Keqiang, söz konusu
olumlu ilişkilerin bölgesel barışa, hatta dünya barışına, kalkınmasına ve refahına yararlı olacağını belirtmiş, iki tarafın, karşılıklı saygı, eşitlik ve çıkarları
koruma konularında kararlı olmalarının önemini dile
getirmiştir. John Kerry ise, iki ülke arasındaki yapıcı
diyaloğun ve işbirliğinin fevkalade önemli olduğunu
belirtmiş, ticaret alanında pragmatik birlikteliğin, ikili
yatırım anlaşmalarının, iklim değişikliği gibi küresel
sorunlara karşı işbirliğinin güçlendirilmesinin ve bu
alanlarda etkin bir iletişim sağlanmasının, ABD-Çin
yeni model büyük ülke ilişkilerini ilerleteceğini ifade
etmiştir. Ayrıca, Başbakan Li Keqiang, iki ülke ticaret hacminin 500 milyar dolara ulaştığını belirtmiş ve
bunun da ikili ilişkilerin güçlenmesinde önemli bir rol
oynadığını vurgulamıştır. ABD-Çin ticaret dengesi,
ABD’nin aleyhine gelişmektedir. ABD’nin 2013 yılında 301 milyar dolar açığı bulunmaktadır.
her alanda pragmatik işbirliğinin arttırılması, anlaşmazlıklara uygun çözüm önerilerinin getirilmesi ve
yeni model büyük ülke ilişkilerinin sürdürülmesi gibi
konuların, Çin-ABD ilişkilerinin ilerlemesi için önemli
olduğunu da ifade etmiştir.
Çinli yetkililerin, Çin-ABD arasında yeni model büyük
ülke ilişkilerini bütün görüşmelerde vurguladıkları
görülmektedir. Söz konusu ilişkiyi, ilk defa Haziran
2013’te Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, ABD ziyareti
sırasında Başkan Obama’ya önermişti. ‘Yeni model büyük ülke ilişkilerinin içeriği ise; çatışmamak ve
karşı koymamak; karşılıklı saygı göstermek; işbirliği
yapmak ve birlikte kazanmaktır. Ancak bu ilişkinin
uygulanması ve içeriğinin doldurulması kolay olmamaktadır. John Kerry, Çin ziyareti sırasında büyük
ölçüde anlaşmazlıkları azaltmaya çalışmış ve daha
çok anlaşmazlıkların nasıl kontrol altına alınacağı ile
ilgilenmiştir.
ABD, Çin’in Bölgedeki Etkisinden Endişeli
İnsanoğlunun son 500 yıllık tarihinde, yeni yükselen
güçler çoğu zamanda mevcut hegemonya güce
meydan okumuştur. Çin’in ekonomik büyümesine
dayalı askerî modernizasyonu da hızlı gelişmekte-
John Kerry, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile de bir
görüşme gerçekleştirmiştir. Bu görüşmede Wang
Yi, ABD ile ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve iki ülke liderleri arasında varılan ortak anlaşmaların hayata geçirilmesi için çaba göstereceğini dile getirmiştir. Ayrıca, karşılıklı temel çıkarlara saygı gösterilmesi, her
düzeydeki diyalog ve temasların güçlendirilmesi,
MART 2014
77
dir. Çin’in siyasî ve askerî alanlarda şeffaf olmayışı,
ABD gibi küresel güçler başta olmak üzere, dünya
ülkelerini ve özellikle de komşularını rahatlatacak
hedefler göstermeyişi ve menfaat alanında baskıcı
bir dış politika sürdürmesi endişeleri artırmaktadır.
Çin’in büyümesi güvenlik alanında ülkeleri ikilemde bırakmış, bu ikilem bölgede silahlanma yarışının
giderek artmasına sebep olmuştur. Bu durumda
ABD’nin Çin’den endişe duyması ve askerî kuvvetlerinin % 60’ını Asya Pasifik bölgesine kaydırması
da doğal bir gelişme olarak görünmektedir. Nitekim
Unbalanced: The Codependency of America and
China kitabının yazarı Stephen Roach, bu durumu
‘ABD-Çin arasındaki zorunlu evlilik sona ermiştir’
diye kayda geçmiştir.
1 Şubat’ta, Washington, Çin’in Güney Çin
Denizi’nde Hava Savunma Kimlik Bölgesi (ADIZ)
uygulamasından vazgeçmesi gerektiğini beyan etmiştir. Japonya basınında yer alan bu ifadeye karşı
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei de, egemenlik hakkına sahip olan Çin’in özgürce politika
belirleme ve bu politikaları hayata geçirme yetkisinin
olduğunu açıklamıştır. 5 Şubat’ta, ABD’nin Doğu
Asya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny
Russel, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde
tanıklık yaparken, Çin’in, Güney Çin Denizi’ndeki
egemenlik hak iddiasının uluslararası hukuka uymadığını ve Çin’in bölgedeki girişimlerinin komşularını
endişeye soktuğunu, bölgede belirsizlik, güvensizlik ve istikrarsızlık oluşturduğunu ifade etmiştir. Çin
tarafı buna karşı tepki gösterdiyse de, bu hamley-
78
MART 2014
le ABD’nin Güney Çin Denizi’ndeki temel çizgisini
Pekin’e bildirmeye çalıştığı aşikârdır.
ABD’nin Heritage Foundation kuruluşunun Çin uzmanı Kim R. Holmes, 5 Şubat’ta, ABD’nin Asya’daki etkisini koruyabilmesi için, Çin’e karşı daha sert
önlemler alması gerektiğini belirtmiştir. ABD’li uzmanlar, yükselen Çin’in komşularına ya ABD’yi ya
da kendisini tercih etmeleri hususunda baskı yaptığını düşünmektedirler. Bazıları ise, Çin’in ABD’yi
Asya’dan atacağına dair endişe taşımaktadırlar.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Lei, daha
önce 1 Şubat’ta, Çin’in Güneydoğu Asya ülkeleri
ile ilişkilerinin parlak olduğunu ve komşu ülkelerden
güvenlik tehdidi ile ilgili bir şikâyetin gelmediğini ifade etmişti. Çin Halk Üniversitesi ABD Araştırmaları
Merkezi Başkanı Shi Yinhong, Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Russel’in ifadesine atıfta bulunarak,
6 Şubat’ta Global Times gazetesine verdiği röportajında, ABD’nin hâlâ Güney Çin Denizi ile Güneydoğu Asya’ya önem verdiğini ifade etmiş, bölgenin
özellikle stratejik güvenlik ve ekonomi alanlarında
ABD için önemini kaybetmediğini, Soğuk Savaş
döneminde olduğu gibi bugün de bu ilgisinin hiç
değişmediğini ortaya koymuştur. Shi Yinhong’a
göre, ABD’nin Güney Çin Denizi’ne önem vermesi,
Çin askerî kuvvetlerinin bu bölgede etkisini artırarak
dışa yayılması ve bu konuda ABD ile rekabet edecek bir güce ulaşması ihtimali sebebiyle önemlidir.
Çin, Kasım 2013’te, Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kimlik Bölgesi (ADIZ) uygulamasını başlatmış, böylelikle bölgede ciddi risk ve beklenmedik
çatışma ihtimali meydana çıkmıştır. ABD Pasifik Komutanı Amiral Samuel Locklear, 5 Şubat’ta yaptığı
Japonya ziyareti sırasında, Çin’in ADIZ uygulamasını tanımadığını, mevcut durumun değiştirilmesi ile
ilgili herhangi bir girişimi kabul etmeyeceklerini ifade
etmiştir. ABD daha önce Çin’in ADIZ uygulamasını provokasyon olarak nitelemişti. ABD, Güney Çin
Denizi’ndeki ADIZ uygulamasına da karşı olduğunu
bildirmişti. Buna karşı Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, 10 Şubat’ta bir basın toplantısı yapmış ve Çin’in bu konudaki görüşünü beyan
etmişti. Hua Chunying, yaptığı basın toplantısında:
“İlk olarak, Çin daima bölgenin barışı ve istikrarını korumaya çalışmıştır, bölgenin refahı ve
kalkınması için önemli katkılarda bulunmuştur. Çin, diğer ilgili ülkelerle birlikte diyalog
ve istişare yoluyla ilgili sorunlara çözüm getirecektir, bölgenin barışı ve istikrarını birlikte
koruyacaktır. İkincisi, Çin tarafı ilgili duruma
yönelik kendi tutumunu kapsamlı olarak defalarca beyan etmiştir. ADIZ uygulaması, bir
egemen devlet olarak Çin’in meşru hakkıdır.
Herkes bilir ki, dünyada 20’den fazla ülke ADIZ
uygulamaktadır, ABD ise 60 yıl önce ADIZ uygulamaya geçmiş, dünyada ilk ADIZ uygulayan ülkedir. Herkes uygular da neden sadece
Çin bunu uygulayamaz? Bazı ülkelerin yetkilileri bu konudaki görüşlerini beyan etmeden
önce bir vicdan muhasebesi yapsınlar, onlar
ne hakla Çin’in meşru hakları üzerinde safsata
yapabilirler? Çin tarafı olarak, ilgili tarafların
bu tür sorumsuzca ifadelerden kaçınmasını istiyoruz.” Ancak bu açıklamalar ABD’nin geri
adım atmasını sağlayamamış, nitekim John Kerry,
Çin ziyareti sırasında Pekin’in Güney Çin Denizi’nde
ADIZ uygulamasından vazgeçmesini istemiştir.
ABD, Güney Çin Denizi’nde gerginliği tırmandıran tarafın Çin olduğunu ileri sürmektedir. Washington’da
faaliyet gösteren Center for Strategic and International Studies kuruluşunun Çin uzmanı Bonnie Glaser,
Obama yönetiminin, Çin’in Güney Çin Denizi’nde
yani Paracel Adaları ile Spratly Adalarının bulunduğu denizde uygulamaya çalıştığı Dokuz Tireli Çizgi
haritasını (The nine-dash line) illegal bulduğunu ve
bu sebeple de Çin’e yönelik baskıyı artırmaya çalıştığını açıkça ifade etmektedir. Washington’un bu
tutumu oldukça önemlidir, çünkü geçmişte ABD bu
sorun üzerinde görüş beyan etmekten sürekli kaçınmıştı.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf’in 10
Şubat’ta düzenlediği basın toplantısında, Bakan
Kerry’in Çin tarafı ile görüşmesinde, Bakan Yardımcısı Danny Russel’in daha önce dile getirdiği Doğu
Çin Denizi’ndeki ihtilaflar hakkındaki ABD görüşünü
tekrarlayacağını açıklamıştır. Danny Russel’in sözlerine karşı Çin’in gösterdiği tepkileri eleştiren Marie
Harf, tarafların anlaşmazlıkları kışkırtıcı eğilime girmemeleri, silah gücü ile birbirlerini tehdit etmemeleri
ve sorunların uluslararası hukuka dayanılarak barışçı
yollarlar çözülmesi gerektiğini düşündüklerini ifade
etmiştir. Marie Harf’a göre, Güney Çin Denizi’nde
hak talepleri uluslararası hukuku esas almalıdır.
ABD, sadece Çin’in yayılmasını eleştirmekle ve bu
konuda baskı yapmakla kalmıyor, aynı zamanda,
bölgede Çin ile toprak davası olan eski ve yeni
müttefiklerini Çin’e karşı desteklemeye de söz veriyor. Japonya Dışişleri Bakanı Fumio Kishida’nın
7 Şubat’ta yaptığı ABD ziyaretinde, Bakan Kerry,
Çin’in bazı adalar üzerinde egemenlik hakkı iddia
ederek Japonya’ya karşı bir saldırıda bulunması
halinde ABD’nin Japonya’yı koruyacağını belirtmişti. Bakan Kerry’ye göre, ABD-Japonya Güvenlik
Antlaşması henüz yürürlükte ve Japonya’nın güvenliği bu antlaşma çerçevesinde gerçekleşecektir. ABD Deniz Operasyonları Şefi Amiral Jonathan
Greenert, 13 Şubat’ta, Filipinler Ulusal Savunma
Üniversitesi’nde öğrencilerin bir sorusu üzerine,
Çin’in, Filipinlere saldırması durumunda ABD’nin
Filipinlere destek vereceğini bildirmişti.
Çinli ve yabancı araştırmacılar, benzer problemlere yönelik farklı yorumlar yapmaya başlamışlardır.
Örneğin, Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Çin
Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Zhang Weiwei ile
Singapur National University Lee Kuan Yew School of Public Policy Müdürü Kishore Mahbubani’nin,
The Security Times’te (January 31, 2014) yayınlandıkları makalelerinde; Zhang Weiwei, Çin’in barışçıl kalkınma yolunda ilerlerken, Japonya ile ilgili
tarafların Çin’in kırmızı hattını görmelerinin zamanının geldiğini belirtmektedir. Kishore Mahbubani ise,
Çin’in ortaya koyduğu yeni sert tavrın uzun vadede
Çin’in çıkarlarına zarar vereceği görüşündedir. Yükselen Çin’in giderek sertleşen dış politika tavrıyla bu
tür görüş farklılıkları daha çok artacak ve ABD-Çin
arasındaki anlaşmazlıklar da bu tavırlar sebebiyle
ortadan kalkmayacaktır.
MART 2014
79
DIŞ POLİTİKA
Rusya ve Putin de oyunları bir vesile olarak gördü.
Rusya’nın olimpiyatları bu ölçüde önemsemesinin
altında Putin’in buz hokeyine çok düşkün olmasının ötesinde bir amaç bulunuyor. Putin bu amacın,
SSCB’nin çökmesinin Rus milletinde yarattığı moral
bozukluğunu giderme, ona özgüvenle birlikte itibar
kazandırma olduğunu ifade ediyor. Rusya olimpiyat oyunlarını Soçi’de düzenleyerek hem Karadeniz
coğrafyasındaki hâkimiyet arayışını gözler önüne
seriyor hem de uluslararası ilişkilerdeki görünürlüğünün artmasını hedefliyor. 300 yıl önce Çar Büyük
Petro’nun başkenti St. Petersburg’a taşımasının
altında yatan neden Rusya’yı Avrupa’ya yaklaştırmaktı. Günümüzde ise Rusya’nın, Avrupa’ya ve
batıya yaklaşmaktan ziyade güneye inmeyi hedeflediği ve bu doğrultuda Karadeniz havzasını çıkış
noktası olarak gördüğü anlaşılıyor. Rus liderlerin bu
tür semboller üzerinden politikalarını açık etmeleri,
liderlik üzerinden yürütülen ve güce dayanan siyaseti hatırlatıyor.
Olimpiyatlarla ilgili ve olimpiyatlar vesilesiyle güvenlik, insan hakları, yolsuzluk gibi konularda pek çok
kaygı dile getiriliyor. Rusya, Kuzey Kafkasya’nın
Rusya olmpyat oyunlarını Soç’de düzenleyerek
hem Karadenz coğrafyasındak hâkmyet
arayışını gözler önüne seryor hem de uluslararası
lşklerdek görünürlüğünün artmasını hedeflyor.
Bu arada, Çerkezler, kendlerne uygulanan
soykırımın unutturulduğunu ve üzernn oyunlarla
kapatıldığını fade edyorlar. Rusya se Soç
topraklarında Çerkezlern varlık göstermedğn ve
yaşamadığını çeştl veslelerle vurgulamak sted.
batısında yer alan Soçi kentinde olimpiyatları düzenleyerek Karadeniz havzasındaki baskın ve vazgeçilmez rolünü tüm dünyaya tekrar duyurma fırsatı
yakalarken, Çerkezler için bu tür bir keyiften söz
etmek mümkün değil. Çerkezler için 2014 yılı yas
yılı olarak nitelendiriliyor. Zira 2014, 1864’te yüz
binlerce kişinin öldüğü katliamın 150’nci yıldönümü
olması açısından önem taşıyor. Çerkezlerin başkentleri olarak gördükleri ve sürüldükleri bu coğraf-
Soç Kış Olmpyatları’nın Ötes
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
2
014 Kış Olimpiyatları, 7-23 Şubat tarihleri arasında Rusya’nın Soçi kentinde gerçekleştiriliyor. Karadeniz’in kıyısında yer alan bu şehir
Sovyetler Birliği döneminde üst düzey bürokratların
ve yöneticilerin popüler tatil yöresiydi, günümüzde
ise ultra lüks bir sayfiyeye dönüşmüş durumda.
Olimpiyat oyunlarının altyapısı yetersiz bulunan bu
turistik kentte düzenlenmesi çok eleştirildi. Bu eleştiriler güvenlik sorunlarından, yolsuzluğa kadar pek
çok alanda dile getiriliyor.
1980 Moskova Olimpiyatları’nın ardından, Rusya’nın
uluslararası arenadaki imajını yenilemek ve Putin’in
80
MART 2014
popülerliğini güçlendirmek için 2014 olimpiyatlarını
Rusya bir fırsat olarak gördü. Uluslararası Olimpiyat
Komitesi’nin kış olimpiyatlarının gerçekleştirilmesi
için beklenmedik şekilde, kayak merkezi bulunmayan bir şehri seçmesi ve Soçi’nin olimpiyatlara
uygunluğu uzun süre tartışılsa da Rusya bu fırsatı
değerlendirmekte kararlı davrandı. Olimpiyatların
düzenlenmesi bir şehir ve ülke için yalnızca spor
oyunlarının oynanmasına ev sahipliği yapmak anlamına gelmez. Olimpiyatlar uluslararası seviyede
itibar kazanmaktan, kalkınmanın desteklenmesine
kadar pek çok konuda değişim ve yenilik yaratır.
MART 2014
81
Olmpyat oyunları her zaman syaset le lgldr.
Ancak konu Rusya ve Karadenz kıyısında gerçekleşen
oyunlar olduğunda syaset brkaç adım daha öne
çıkıyor ve oyunların yerne devletlern faalyetlern
anlamaya çalışmak kaçınılmaz hale gelyor.
ni” ileri sürüyorlar. Ancak evlerinden edilen insanların, inşaatlarda çalışan işçilerin şikâyetleri veya yerel
halkın yaşadıkları göz önüne alındığında Rus yetkililerle aynı fikirde olmayanların sayısı artıyor.
yada olimpiyatların gerçekleştirilmesi söz konusu
halk için kırıcı ve incitici bir anlam taşıyor. Çerkezler,
kendilerine uygulanan soykırımın unutturulduğunu
ve üzerinin oyunlarla kapatıldığını ifade ediyorlar.
Rusya ise Soçi topraklarında Çerkezlerin varlık göstermediğini ve yaşamadığını çeşitli vesilelerle vurgulamak istedi. Ancak pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Olimpiyat oyunlarının bir halkın
acılarının tanınmasına hizmet edip etmeyeceği ise
henüz bilinmiyor.
1980 yılında Moskova’da düzenlenen yaz olimpiyat
oyunları ile 2014 Soçi oyunlarının ortak yönlerinden
biri her iki organizasyonun da boykot edilmesi olarak gösterilebilir. Sovyetler Birliği’nin, 1979 yılında
Afganistan’ı işgal etmesini gerekçe göstererek,
ABD önderliğinde 60’tan fazla devlet, oyunları boykot etmişti. Her ne kadar aynı boyutlarda olmasa
da Soçi ise Rusya’nın eşcinsel karşıtı düzenlemeleri ve insan hakları ihlalleri gerekçeleriyle boykot
ediliyor. ABD Başkanı Barack Obama’nın yanı sıra
İngiltere Başbakanı David Cameron ile Almanya
Cumhurbaşkanı Joachim Gauck ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande açılış törenine katılmayacaklarını duyurdular. Ayrıca Almanya Başba-
82
MART 2014
kanı Angela Merkel de Soçi’ye gitmedi. Rusya’da
düşünce, inanç, ifade özgürlüklerini sınırlandıran,
yargıyı ve medyayı baskı altına alan, insan haklarını
hiçe sayan uygulamalara sıkça rastlanıyor. Bu olaylara batılı liderlerin tepki göstermelerinin yanı sıra 30
ülkeden 217 (Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın da içerisinde bulunduğu) entelektüel ve yazar, Putin’e açık
bir mektup yayınladılar ve politikalarından duyulan
rahatsızlığı dile getirdiler. Buna ek olarak olimpiyatlara önceden katılmış eski sporcuların öncülüğünde
eşcinsel karşıtı yasalar protesto edildi.
Rusya’nın, Soçi kış olimpiyatlarıyla ilgili en fazla
eleştirildiği konuların arasında yolsuzluk yer alıyor.
2004 olimpiyatlarının Yunanistan’a 11 milyar dolara, 2008 Pekin olimpiyatlarının 40 milyar dolara mal
olmasının yanında, Soçi olimpiyatları için 51 milyar
dolar harcanması yolsuzluk söylentilerini beraberinde getirdi. Üstelik 2016 Rio yaz oyunlarının 14
milyar dolara mal olmasının planlanması dahi Brezilyalıları sokağa dökmüştü. Rus yetkililer, Soçi’de yol,
elektrik, turizm, su, doğalgaz altyapılarının yetersiz
olmasından dolayı bu kadar büyük harcamalar yapıldığını ve Soçi’nin yalnızca olimpiyatlar için değil;
yatırım ve daha fazla turist çekmek için “yenilendiği-
Soçi olimpiyatlarına rekor para harcanmasının yanı
sıra Soçi’de güvenliğin sağlanması için Rusya “rekor” önlemler aldı. Putin’in totaliter politikalarına
ve Kuzey Kafkasya’daki gerginliklere dikkat çekmek için oyunlar sırasında gerçekleşebilecek terör
eylemlerinin engellenmesi amacıyla Rusya azami
çaba harcıyor. Rus polisine yardımcı olması için
Putin’in çelik çemberler olarak adlandırdığı Rus kazaklar, polis ile birlikte güvenlikten sorumlu kılındılar
ve kente 70 bin güvenlik görevlisi getirildi. Kafkasya
Emirliği lideri Doku Umarov, 2013 Temmuz ayında
olimpiyatları hedef alacaklarını duyurmuştu. Bu arada, Umarov’un 2012 yılında verdiği, sivillere zarar
verilmemesini öngören emrini iptal ettiğini hatırlatmak gerek. Aralık 2013’te Volgograd’da meydana
gelen üst üste intihar saldırıları, olimpiyat oyunları
için duyulan haklı endişeyi artırmıştı. Bu endişe
Rus yetkilileri daha katı ve kapsamlı önlemler almaya itti. Bu nedenle Rusya, polisiye güçleri, askeri
güçlerle takviye etme yoluna gitti. Rusya sporculara, sponsorlara, vatandaşlara yönelebilecek bir
güvenlik tehdidini bertaraf etmek için önlemleri tek
başına almayı tercih etti ve ortaklarla yakın işbirliğinden sakındı. Bununla birlikte işbirliği tekliflerinin
geri çevrilmesi üzerine ABD, bir güvenlik sorunu
doğduğunda Amerikan vatandaşlarını korumak ve
tahliye etmek üzere tıbbi müdahaleye imkân veren,
helikopter pisti bulunan, kapsamlı donanıma sahip
iki askeri gemisini Karadeniz’e gönderdi. Gemiler
olimpiyatlar süresince Karadeniz’de kalacaklar. Bir
anlamda ABD, bölgesel denetimi, bölge ülkelerine
bırakan politikasının bir yansıması olarak Rusya’nın
benimsediği bölgesel politikaların uygulanmasını
engellemiyor. Ancak kendi çıkarlarıyla ve bölgedeki
güç dengeleriyle ilgili bir değişimde doğrudan müdahil olacağını ortaya koyuyor.
3000’den fazla sporcunun 90’ı aşkın madalya için
yarışacağı Soçi olimpiyatları, oyunlardan daha fazla
güvenlik, siyaset, yolsuzluk gibi konularla gündeme geldi. Olimpiyat oyunları her zaman siyaset ile
ilgilidir. Ancak konu Rusya ve Karadeniz kıyısında
gerçekleşen oyunlar olduğunda siyaset birkaç adım
daha öne çıkıyor ve oyunların yerine devletlerin faaliyetlerini anlamaya çalışmak kaçınılmaz hale geliyor. Aslında Rusya da biraz bunun için uğraşıyor.
Rusya, yeniden uluslararası siyasetin merkezine
yerleşme ve kendisine tanımladığı etki alanlarında
başka aktörlere hareket imkânı vermeme niyetlerini ve gayretlerini Soçi’deki oyunlar aracılığıyla ortaya konuyor. Putin hiçbir eleştiriye aldırmadan ve
hatta üzerinde dahi durmadan Soçi’ye ve Soçi’nin
temsil ettiklerine dikkat çekiyor. Basında sıkça yer
aldığı gibi Rusya’nın ve kendisinin imajını tazeliyor.
Putin’in bu tavrının ciddi bir meydan okuma ile karşılaştığını söylemek ise mümkün değil.
Batılı liderler, Rusya’nın ve Putin’in çabalarını bir
tehdit veya çatışma nedeni olarak görmüyorlar.
Üstelik belirli bölgelerin paylaşımında ve politika
sınırlarının belirlenmesinde Rusya ile ortak hareket
edildiği dahi söylenebilir. Orta Asya buna örnek olarak verilebilir. Ancak aktörlerin paylaşmakta zorlandıkları veya paylaşmak istemedikleri bölgelerde tıpkı
Ukrayna’da olduğu gibi güç oyunları devam ediyor.
Bu güç oyunları ise değerler üzerinden ifade buluyor. Batılı liderlerin olimpiyatları boykot etmelerinin
altında insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı
duyulmaması yatıyor. Oysa şimdiye kadar herhangi
bir liderin Çerkez katli nedeniyle Soçi’ye gitmekten
vazgeçtiğini duymadık. Rusya ile sürdürülen reel
politik mücadele ve rekabet, aktörlerin benimsedikleri siyasi kimlikler üzerinden yürütülüyor. Rusya’ya
bırakılan alanda, Rusya’nın özgürce hareket etmesine izin verilirken diğer alanlarda, Rusya’nın görünürlüğü kısıtlanmaya çalışılıyor. Rusya elbette buna
pek razı değil. Libya deneyiminden sonra aynı hatayı tekrarlamamak için dikkatli davranıyor. Hatta
bunun ötesinde Suriye konusunda gelinen nokta
göz önüne alındığında ipleri elinden bırakmıyor. Bu
güç çekişmesine dayalı hava olimpiyat oyunlarına
da yansıdı. Oyunlar geçmişteki heyecanı yaratmadı
ve daha az takip edildi. Dünyanın her yerinden toplumların birbiriyle karşılaşmasına fırsat yaratan ve
aslında insanları aynı “oyun” üzerinde bir araya getiren olimpiyatlar, güç mücadelesinin ortasında kaldı.
MART 2014
83
röportaj
SON 10 YILDA
DEĞİŞEN
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Röportaj: M. Fatih SEZGİN
SDE Uzmanı
Mesut Özcan Kmdr?
Mesut Özcan, lsans eğtmn 2000 yılında Marmara
Ünverstes Syaset Blm ve Uluslararası İlşkler
Bölümü’nde tamamlamıştır. Yüksek lsans eğtmn
aynı bölümde 2002 yılında btrmştr. Doktora eğtmn
2007 yılında Boğazç Ünverstes Atatürk Ensttüsü’nde
tamamlamıştır. Doktora eğtm sırasında Jean Monnet
Master Bursu le 2005-2006 yıllarında Oxford Ünverstes
St. Antony’s College’da br yıl eğtm almıştır.
2000-2005 yılları arasında Beykent Ünverstes
Uluslararası İlşkler Bölümü’nde araştırma görevls olarak
çalışmıştır. 2009 yılında Kuveyt Ünverstes Syaset
Blm Bölümü’nde kısa sürel msafr öğretm üyes olarak
bulunmuştur. 2007-2011 yılları arasında İstanbul Tcaret
Ünverstes Uluslararası İlşkler Bölümü’nde öğretm
üyes olarak çalışan Mesut Özcan, 2011 yılının Eylül
ayından bu yana Dışşler Bakanlığı Stratejk Araştırmalar
Merkez’nde Başkan Vekl olarak çalışmaktadır. Mesut
Özcan aynı zamanda Dışşler Bakanı’nın danışmanıdır.
84
MART 2014
Son on yıl çersnde, Türk Dış poltkasındak
en öneml değşklklerden brs de Türkye’nn yakın
çevresyle etkleşmnn artmış olmasıdır. Öncek zamanlarla
mukayese edldğnde Türkye’nn Dış Poltkasını nasıl
değerlendryorsunuz?
Son dönemde, Türkiye’nin dış politikasındaki en önemli gelişmelerden birisi,
Türkiye’nin yakın çevresiyle daha ciddi bir
etkileşime girmiş olmasıdır. Belli bir bölgeyle sınırlı olmaksızın Türkiye’nin Balkanlar,
Ortadoğu, Kafkaslar gibi bölgelerle siyasi,
ekonomik ve kültürel araçları kullanarak
bu alanlarda ciddi bir etkinlik sağlamaya
çalıştığını görürüz. Yeni Türkiye vizyonunda, yeni kuruluşların ortaya çıkması, yani
TİKA’nın daha da güçlenmesi, Yunus Emre
Enstitüsü’nün kurulması, Yurt Dışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB)
kurulması ve bu kuruluşların asırlardır ilgilenilen coğrafyaların yanında özellikle Sahra
Güneyi Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya
gibi yeni alanlara açılmaları önemli gelişmelerdir. Bu bağlamda Türkiye, şu anda dünya üzerinde en fazla temsil edilen yedinci
ülke konumundadır. Bu durum, Türkiye’nin
daha ciddi bir şekilde dünyanın farklı yer-
lerinde kendini aktör olarak hissettirmesini beraberinde getiriyor. Bütün bu gelişmelerle birlikte bir
yandan da geleneksel dış politika çizgisinin araçlarının ve kavramlarının da kullanıldığını görüyoruz.
NATO ittifakının önemli bir üyesi olarak genel dış
politikasını devam ettiren Türkiye’nin, aynı zamanda AB adaylık sürecini ciddi bir şekilde takip ediyor
olması dikkate almamız gereken bir konudur. Önceden Türk dış politikasının gündeminde olmayan
bölgeler ile sağlıklı bir etkileşim kurulamamış yerlerle artık yakından ilgilenildiğini görüyoruz. Örneğin,
Güney Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya Türk
Dış Politikasında daha önce çok aktif olunamayan
alanlardı. Şimdilerde buralarda siyasi ve ekonomik
alanlarda etkinlik sağlanmaya çalışılıyor. Türkiye, bu
coğrafyalarda, siyasi etkinliği diplomatik temsille,
ekonomik etkinliği ise çeşitli ticari araçlarla sağlamaya çalışıyor. Afrika ve Latin Amerika’nın yanında
Uzak Asya’ya da aynı şekilde bir açılım başlatılmış
durumda.
Türk dış poltkasında bölgemz ve yakın çevremzle etkleşm
hang araçlarla ve nasıl gerçekleştrlmeye çalışılıyor?
Elbette öncelikle siyasi araçlar kullanılmaya çalışılıyor. Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve
bunun dışındaki genel coğrafyada çeşitli ülkelerle
stratejik işbirliği ve diyalog mekanizmaları kuruldu.
Yılda en az bir defa o ülkelerle, devlet başkanlığı
ya da başbakanlık düzeyinde yapılan ortak kabine
toplantılarıyla stratejik diyalog kurulmaya ve geliştirilmeye çalışılıyor. Bütün bu faaliyetler, ülkeler arası
siyasi diyaloğu geliştirmek, iş adamları ve akademisyenlerin bu ülkelerde rahat hareket etmelerinin
önünü açmak için yapılmaktadır. Bu sebeple Türkiye, bu türden mekanizmaları her ülke ile kurmaya
çalışmaktadır.
Rusya, Ukrayna, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Bulgaristan, Yunanistan, Irak, Mısır, Suriye,
Ürdün ve Tunus gibi ülkelerle bu ilişkiler kuruldu.
Ancak, ne yazık ki her ülkede aynı ölçüde verim alınamadı. Bazı ülkelerde çok daha verimli bir şekilde
işleyen işbirliği süreci, bazı yerlerde, özellikle henüz
kargaşa ortamından kurtulamamış Ortadoğu’daki geçiş sürecindeki ülkelerde beklenen seviyeye
ulaşamadı. Her şeye rağmen bu sürecin en önemli
faydası, diyalog mekanizması kurularak, özellikle algılardaki sıkıntıları azaltmak ve bir araya gelerek çeşitli sorunları karşılıklı olarak yüz yüze konuşmaktı.
Türkiye-Rusya arasındaki ilişkilere bakıldığı zaman,
çok önemli bir dönüşüm sağlandığını rahatlıkla görebiliriz. Osmanlı-Rus savaşları ve Soğuk Savaş döneminde farklı kamplarda yer almış olmak sebebiyle
Türklerin ve Rusların zihninde karşılıklı bir olumsuz
algı söz konusuydu. Son zamanlarda gerçekleştirilen diyalog ve toplantılar, Suriye meselesi gibi
bazı konularda farklı tutumlara rağmen Türkiye ve
Rusya’yı birbirine yakınlaştırmış, doğalgaz ticareti,
nükleer santral projesi ve ekonomik işbirlikleri sebebiyle Rusya, Türkiye’nin bir numaralı ticaret partneri
haline gelmiştir.
Bu dönemde hayata geçirilen ekonomik etkileşim
mekanizmalarına bakacak olursak; Türkiye’nin
özellikle yakın çevresiyle serbest ticaret anlaşmaları
imzaladığını görürüz. Bu kapsamda, Ortadoğu da
Suriye’yle, Ürdün’le, Lübnan’la ve Tunus’la anlaşmalar imzalandı. AB ülkelerinden söz etmeye gerek
görmüyorum, çünkü zaten gümrük birliği söz konusu olduğu için böyle bir şeye gerek yok. Bunun dışında başka ülkelerle de serbest ticaret anlaşmaları
imzalandı. Son dönemde ekonomik araçlar da dış
politikada daha fazla kullanılmaya başlandı.
2013 yılı ekonomk verlerne göre, dış tcaret potansyelmzn her
geçen gün artmakta olduğu görülüyor. Szce hracat rakamlarındak artış
le dış poltka lşklendrleblr m?
Bildiğiniz gibi 2013 yılında ihracatımız tarihi bir rekor kırarak, 152 milyar dolara ulaştı. Şayet az önce
bahsettiğim siyasi diyalog mekanizmaları geliştirilmemiş olsaydı, ülkeler arasında serbest ticaret anlaşmaları imzalanmamış olsaydı ve dış ticareti destekleyici bazı düzenlemeler yapılmamış olsaydı böylesi bir ticaret rakamına ulaşmak mümkün olmazdı.
MART 2014
85
Özellikle 2008-2009’daki küresel ekonomik krizin
etkilerini azaltmak için yeni alanlara açılmış olması,
Türkiye’nin krizden nispeten daha az etkilenmesini
de beraberinde getirmiştir.
Bir diğer boyut ise sosyal-kültürel çalışmalardır. Bir
takım ülkelerle vizelerin bütünüyle kaldırılması veya
kolaylaştırılmasıyla, bu ülkelerde sosyal ve kültürel
alanlarda birçok çalışma yapılmasının önü açılmış
oldu. Türk Hava Yollarının da buna benzer bir politika izlemesiyle beraber daha fazla ticaret erbabının,
öğrencinin, akademisyenin farklı ülkelere gitmesi
söz konusu oldu. Bu gelişmeleri desteklemek üzere
az önce bahsetmiş olduğum aktörlerin devreye girmeleri olumluya giden süreci hızlandırmıştır. Kamu
Diplomasi Koordinatörlüğü bu aktörlerden birisidir.
Yunus Emre Enstitüsü daha çok bu işin kültürel boyutunu üstlenmektedir. Günümüzde diplomasinin
sadece diplomatlar veya devlet adamları tarafından
yapılmadığını, kültür diplomasisinin de çok etkili olduğunu düşünecek olursak, Türk kültürünü daha iyi
tanıtmak ve Türk diline olan ilgiye cevap vermek için
çeşitli ülkelerde toplamda 36 enstitü açılmış olmasının önemini daha iyi anlarız.
Burada iki temel hedeften bahsedebiliriz: Birincisi,
Türklerin yoğun olarak yaşadığı başta Avrupa ve
Amerika olmak üzere, soydaşımızın ve vatandaşımızın olduğu yerlere aktif aktif hizmet götürülmesidir.
İkincisi ise, 2. ve 3. nesil Türk çocuklarına Türkçeyi
daha iyi öğretmek ve Türkiye’ye ve Türk kültürüne
ilgi duyan yabancılara kültürümüzü tanıtmaktır.
Bu kapsamda, Türk dilini öğretmek, sinema günleri ve çeşitli festivaller düzenleyerek Türk kültürünü tanıtmak yapılan faaliyetlerden bazılarıdır. Bu
faaliyetleri yumuşak güç unsuru olarak görmek
gerekir. Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar
Başkanlığı’nın kuruluşunda da buna benzer bir
strateji söz konusudur. Bütün bu çalışmalarla, bir
yandan farklı ülkelerde yaşayan Türk topluluklarının
toplumsal statülerini yükseltmek, eğitim seviyelerini
ve ekonomik durumlarını üst düzeye çıkarmak, diğer taraftan da onları Türkiye için daha önemli birer
aktör haline getirerek ülkelerini gerektiği gibi temsil
etmelerini sağlamak hedeflenmiştir.
Ayrıca, koordinasyonu YTB tarafından yapılan ve
Türkiye getirilerek eğitim görmeleri sağlanan birçok
yabancı öğrenciye burs imkânı sağlayan ‘Türkiye
Bursları’ isimli proje ile de bu öğrencilerle Türkiye
arasında etkileşimin sağlanması amaçlanmıştır. Bu
da adı geçen kurumların dış politika kapsamında ne
kadar faydalı faaliyetler yürütüyor olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bölgeselleşme ile çeşitli aktörlerin ortaya çıkması,
yeni alanların açılması söz konusu. Türkiye aslında
daha önceki dönemlerde de Latin Amerika, Asya
ve Afrika’ya yönelik açılım politikaları geliştirmiş bu
türde planlamalar yapmıştı. Ancak, 1990’lı yıllarda,
Türkiye’nin yaşadığı art arda gelen siyasi ve ekonomik krizler, uzun vadeli bir politika izlemesini çok
da mümkün kılmadı. Unutulmamalıdır ki, bu türden
bir açılım gerçekleştirmenin bir de ekonomik maliyeti var... Bu maliyeti karşılayacak gücünüz yoksa
bunu gerçekleştiremiyorsunuz. Ama son dönemlerde bu noktada çok ciddi adımlar atıldı. Türkiye’nin
ekonomisi belli bir ölçüde bunu destekleyebilir hale
geldiği için bu sağlandı. Yeni alanlara açılmak ekonomik olarak da kısa vadede geri dönüşümü olan
bir politika. Avrupa’da büyükelçilik açmanın maliyetiyle Afrika’da büyükelçilik açmanın maliyeti oldukça
farklı... Afrika’da çok daha uygun bir bedelle büyükelçilik açma imkânı olduğu için kısa süre içerisinde
o ülkeyle yapılan ticaretle masrafı karşılamak mümkün oluyor. O bakımdan buralara büyükelçilik açılması bir yandan siyasi temsili sağlıyor, diğer taraftan da ekonomik açılım ve dönüşüm fırsatı sunuyor.
Türkye’nn AB adaylığı, Batı le olan ttfakının devam etmes
ve Türkye’nn bağımsız, kend öncelklern dkkate alan br aktör
olarak poltka zlemeye çalışması gb lk bakışta brbrleryle
çelştğ düşünülen brçok konu gündemmzde. Bu sürec nasıl
değerlendryorsunuz?
Bağımsız bir aktör olarak hareket ettiğiniz zaman,
ister istemez, bundan rahatsız olan çeşitli aktörlerin
dengeleme çalışmaları ile karşı karşıya kalırsınız. Tabii ki her davranışınız mükemmel olmayabilir, hata
da söz konusu olabilir. Hata yaparım endişesiyle bir
kenarda durup hiçbir şey yokmuşcasına beklemenin de bir anlamı yoktur. Bir şekilde sürece dâhil
olduğunuz zaman, yanlış yapma ihtimaliniz olmakla beraber bir aktör olarak bir konumlanma, bir rol
oynama durumunuz da ortaya çıkmaktadır. Bir
yandan AB ile üyelik sürecini ilerletmeye çalışırken,
öte yandan diğer bölgelerle ilişkilerinizi geliştirmeniz
gayet doğaldır. Siyasi anlamda işbirliği dediğimiz
86
MART 2014
zaman ilk olarak Orta Asya’da birkaç ülke ön plana
çıkıyor. Azerbaycan ile stratejik işbirliği konseyi kurulmuş durumda, ciddi manada karşılıklı etkileşim
var. Benzer şekilde Kırgızistan ve Kazakistan’la da
bugün stratejik düzeyde işbirliği kurulmuş durumda.
Özbekistan’la bazı sorunlar var. Türkmenistan’la
ilişkilerde ciddi bir ilerleme gerçekleşti, son dönemde karşılıklı ziyaret oldu. Ancak, Orta Asya’ya yönelik politikaların son zamanlarda daha gerçekçi bir
zemin üzerinde yürümesine ve ilişkilerin her geçen
gün iyiye gitmesine rağmen, aradaki coğrafi mesafenin büyüklüğü nedeniyle istenen etkileşim ortaya
çıkmıyor.
Uzakdoğu’ya bakacak olursak; Çin’de birtakım çalışmalar var. Çin, şu anda dünyanın en büyük ikinci
ekonomik gücü konumunda ve kısa bir süre sonra
da dünyanın en büyük ekonomik gücü olması bekleniyor. Çin sadece ekonomik olarak büyümekle
kalmıyor, aynı zamanda siyasi alanda da etkisini
arttırıyor. Bu sebeple, Türkiye’nin Çin’e muhakkak
ve muhakkak ağırlık vermesi gerekiyor. Bu kapsamda karşılıklı iş birliği anlaşmaları ve ziyaretler
gerçekleştiriliyor. Çin her alanda dikkate alınması
gereken bir aktör…
Efendm bu keyfl röportaj çn teşekkür ederz.
MART 2014
87
Ekonominin Son Sınavı
17 Aralık
Dr. M. Levent Yılmaz
Avrupa Birliği Ekonomisi
Toparlanıyor mu?
Dr. Dilek Yiğit
EKONOMİ
Grafik 1: Dolar, Euro, BIST Gelişmeleri (Nisan 2013, Şubat 2014)
95000
90000
Son Sınavı
17 ARALIK
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
G
eçtiğimiz yıl nisan ayında Stratejik Düşünce
Enstitü’nden yayınlamış olduğumuz “Ekonomi Güvenliği” başlıklı raporumuzda1,
ekonominin sadece rakamlardan ibaret olmadığını,
günlük hayattaki diğer pek çok gelişmenin ilk olarak ekonomiye yansıdığını anlatmaya çalışmış ve bir
ekonominin güvende olabilmesi için siyasi istikrara
vurgu yapmıştık.
Rapor yayınlandığında gerçekten ekonomide hiçbir
sıkıntı yoktu ve borsamız ardı ardına rekorlar kırıyor, kredi derecelendirme kuruluşları birbiri ardına
Türkiye’nin notunu yükseltiyordu. Ancak çok kısa
bir süre sonra Türkiye tamamen ekonomi dışı ancak
ekonomiye çok ciddi zararlar veren “Gezi Parkı2”
olaylarına bağlı olarak çalkantılı bir süreç yaşamaya başladı. Oldukça uzun süren toplumsal olaylar,
ekonomide onarımı zor ve oldukça maliyetli yaralar
açtı. Söz konusu döneme kadar uzun süre yatay
seyreden Dolar kuru, olayların başlaması ile beraber
aniden yukarı yönlü hareket etti, 100.000 seviyesini
zorlayarak yeni bir rekor kıracağı konuşulan Borsa
İstanbul (BIST) ciddi bir düşüş yaşadı ve önemli bir
miktarda yabancı sermaye ülkemizden çıktı.
Sürekli yükselen kura Merkez Bankası döviz satarak ve ek parasal sıkılaştırma (EPS) uygulaması
90
MART 2014
yaparak defalarca müdahale etti. Nihayet ardından
gelen ve yine ekonomi dışı bir olay olan “17 Aralık
Süreci” ile beraber, faiz oranlarında oldukça ciddi
bir düzeyde artış yapmak zorunda kaldı3. Bu olayın ardından çok kısa bir süre sonra da uluslararası
kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s,
Türkiye’nin not görünümünü “negatif” seviyesine
düşürdü. Gezi Eylemleri ile başlayan ve ardından 17
Aralık süreci ile devam eden olaylar, her ne kadar
farklı gibi görünse de, neticede Türkiye ekonomisine kısa sürede çok ciddi zararlar verdiği için ekonomik açıdan birbirinden farklı değildir. Bu olaylar, her
ne kadar başlangıç itibari ile ekonomik olmasalar da
hedef olarak ekonominin seçildiğini söyleyebilecek
oldukça fazla done de elimizde bulunmaktadır.
Sonuçta, görüldüğü üzere yukarıda belirtilen olayların hiçbirisinin sebebi ekonomi ile ilgili olmasa da,
sonuçları ekonomi üzerinde ciddi tahribatlar oluşturdu. 2002 yılından bu yana özellikle siyasi istikrar
desteği ile ciddi bir ivme yakalayan ve 2008 Küresel
Finansal Krizi’nin bile etkilerini en kısa sürede üzerinden atan ekonomilerden birisi olan Türkiye, bu
kez tamamen siyasi istikrarına yönelik bir süreç ile
baş başa kaldı. Grafik 1, yukarıda kısaca özetlenen
sürecin ekonomideki yansımalarını göstermektedir.
631RW'úú
*H]L3DUNÕ
2OD\ODUÕ0D\ÕV
7&0%)DL]
$UWÕUÕP.DUDUÕ
2,4
2,3
%,67¶LQøúOHPH
.DSDWÕOPDVÕ
85000
2,2
$UDOÕN6UHFL
%DúODQJÕFÕ
80000
2,1
75000
2
70000
1,9
65000
1,8
60000
1,7
%ø67
Dolar
01.04.2013
04.04.2013
09.04.2013
12.04.2013
17.04.2013
22.04.2013
26.04.2013
02.05.2013
07.05.2013
10.05.2013
15.05.2013
20.05.2013
23.05.2013
28.05.2013
31.05.2013
05.06.2013
10.06.2013
13.06.2013
18.06.2013
21.06.2013
26.06.2013
01.07.2013
04.07.2013
09.07.2013
12.07.2013
17.07.2013
22.07.2013
25.07.2013
30.07.2013
02.08.2013
07.08.2013
14.08.2013
19.08.2013
22.08.2013
27.08.2013
02.09.2013
05.09.2013
10.09.2013
13.09.2013
18.09.2013
23.09.2013
26.09.2013
01.10.2013
04.10.2013
09.10.2013
14.10.2013
23.10.2013
28.10.2013
01.11.2013
06.11.2013
11.11.2013
14.11.2013
19.11.2013
22.11.2013
27.11.2013
02.12.2013
05.12.2013
10.12.2013
13.12.2013
18.12.2013
23.12.2013
26.12.2013
31.12.2013
06.01.2014
09.01.2014
14.01.2014
17.01.2014
22.01.2014
27.01.2014
30.01.2014
04.02.2014
07.02.2014
12.02.2014
Ekonominin
0RRG\
V1RW
$UWÕUÕPÕ
27 Mayıs 2013’te Gezi Parkı eylemleri başlamadan
hemen önce aslında Türkiye için oldukça önemli
ekonomik bir olay yaşanmıştı. Moody’s Türkiye’nin
uzun vadeli yabancı sermaye kredi notunu
“BA1”den “BAAA3”e yükseltmişti. Piyasalarda bu
olumlu durumun yansımalar devam ederken, Türkiye ekonomisi, ekonominin tamamen dışında ama
ilk olarak ekonomiyi etkileyen “Gezi Parkı” eylemleri
ile baş başa kaldı. Bu sürecin ardından Dolar kurunun aniden yukarı hareket ettiği ve BIST’in oldukça ciddi kayıplar verdiği uzun bir türbülans dönemi
ekonomiyi etkisi altına aldı. Bu uzun süreç boyunca
Merkez Bankası, içeriden ve dışarıdan sürekli faiz
artırımı baskısına rağmen piyasaya döviz enjekte
ederek, EPS uygulayarak ve bazen de “forward guidance” yani algı yönetimi ile müdahalelerde bulunarak süreci kontrol altında tutmaya çalıştı.
mana denk gelmesinin basit bir tesadüf olup olmamasıdır. Zira bizim gibi gelişmekte olan ekonomiler
FED’in bu kararını uzun süredir bekliyorlardı. Piyasalarda ve kurda negatif etkisi olacağı öngörülmekteydi ve hatta uzun süredir de bu durumun piyasa
tarafından fiyatlandığı düşünülmekteydi. Ancak FED
kararlarına ilave olarak içeride yaşanacak olan ekonomi dışı bir olayın etkisini tahmin etmek mümkün
değildi.
Her ne kadar bazı piyasa aktörleri TL’nin değer kaybını sadece bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin tamamında Dolar’ın değerlenmesine bağlasa da, bu
dönemde TL çoğu zaman içerideki toplumsal olayların etkisi ile negatif ayrışma yaşadı. Yani, TL’deki
değer kaybı sadece FED’in tahvil alımını azaltacağı beklentisinden değil, onunla beraber toplumsal
olaylardan da önemli ölçüde etkilendi.
Tüm bu süreç, zaten uzun süredir kırılgan bir ekonomiye sahip olduğumuz algısını dillendiren kredi
derecelendirme kuruluşları tarafından hemen rakamlara yansıtıldı. CDS (Credit Default Swap) adı
verilen ve ülkelerin risk algısını gösteren oranımız
Piyasalar bu ilk şokun etkisine alışmaya çalışırken,
17 Aralık günü Türkiye 2. şok dalgasının etkisi altına girdi. Aynı gün gelen ve FED’in tahvil alımını 85
Milyar Dolar’dan 75 Milyar Dolar’a düşüreceği haberi ile beraber Doların önlenilemez artışı ve BIST’in
kontrolsüz düşüşü başlamış oldu. Bu noktada altı
çizilmesi gereken ve belki de irdelenmesi gereken
durum, FED’in kararı ile 17 Aralık Süreci’nin aynı za-
17 Aralık süreci ile Doların karşı konulamaz yükselişine Merkez Bankası 28 Ocak günü faiz artırımı
yaparak cevap vermek zorunda kaldı. Her ne kadar
bir gün sonra FED’in tahvil alımını 10 milyar Dolar
daha azaltacağını açıklaması kuru çok az yukarı
hareket ettirse de nihayet zamanla Dolar/TL 2,20
seviyesinin altına yeniden geriledi.
2002 yılından bu yana özellkle
syas stkrar desteğ le cdd br
vme yakalayan ve 2008 Küresel
Fnansal Krz’nn etklern
ble en kısa sürede üzernden
atan ekonomlerden brs olan
Türkye, bu kez tamamen syas
stkrarına yönelk br süreç le baş
başa kaldı.
MART 2014
91
Grafik 2: Türkiye CDS Oranları (Nisan 2013, Şubat 2014)
CDS
280
260
'ĞnjŝWĂƌŬŦKůĂLJůĂƌŦ
ϮϳDĂLJŦƐ
Duran Adam
LJůĞŵůĞƌŝ
ϭϳƌĂůŦŬ
Süreci
240
220
200
180
&'6
160
140
100
01.04.2013
04.04.2013
09.04.2013
12.04.2013
17.04.2013
22.04.2013
26.04.2013
02.05.2013
07.05.2013
10.05.2013
15.05.2013
20.05.2013
23.05.2013
28.05.2013
31.05.2013
05.06.2013
10.06.2013
13.06.2013
18.06.2013
21.06.2013
26.06.2013
01.07.2013
04.07.2013
09.07.2013
12.07.2013
17.07.2013
22.07.2013
25.07.2013
30.07.2013
02.08.2013
07.08.2013
14.08.2013
19.08.2013
22.08.2013
27.08.2013
02.09.2013
05.09.2013
10.09.2013
13.09.2013
18.09.2013
23.09.2013
26.09.2013
01.10.2013
04.10.2013
09.10.2013
14.10.2013
23.10.2013
28.10.2013
01.11.2013
06.11.2013
11.11.2013
14.11.2013
19.11.2013
22.11.2013
27.11.2013
03.12.2013
06.12.2013
11.12.2013
16.12.2013
19.12.2013
30.12.2013
03.01.2014
08.01.2014
13.01.2014
16.01.2014
21.01.2014
24.01.2014
29.01.2014
03.02.2014
06.02.2014
11.02.2014
120
tüm bu süreç boyunca yukarı yönlü hareket etti.
Grafik 2, Türkiye’nin CDS rakamlarını göstermektedir.
Grafiğe baktığımızda, yabancı yatırımcılar tarafından oldukça fazla dikkate alınan CDS’lerin, olaylar
başlamadan önce 110-120 seviyesinde olduğunu
ve hem Gezi eylemleri hem de 17 Aralık süreci ile
beraber 270-275 seviyelerine çıktığını gözlemleyebiliyoruz. 16 Aralık 2013 günü BİST’teki yabancı pay değeri 113,7 milyar TL iken, 31 Ocak 2014
günü aynı değer 111,2 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Bu süreçte toplam yabancı çıkış miktarı 22,5
milyar TL’ye ulaşmıştır. 17-27 Aralık 2013 tarihine
ait halka açık şirketlerin toplam değer kaybı ise 49,3
milyar Dolara ulaşmıştır.4
Grafik 3, açık bir şekilde göstermektedir. En son
2012 Haziran ayında 61,000 puan seviyelerinde
olan BİST Endeksi, tekrar 61,000’li seviyeleri görerek yaklaşık 1,5 yıllık kazancını birkaç ay içerisinde
kaybetmiştir.
CDS’lerdeki düşüşün BİST’e nasıl yansıdığını ve
halka açık şirketlerin değerinin nasıl düştüğünü
Neredeyse ekonomdek tüm
enstrümanları etkleyen bu
sürecn br ekonomk krze
dönüşmeden mümkün olan
en az zararla atlatılması, tüm
gelşmekte olan ülkelern çnde
bulunduğu olumsuz dönemde
ekonomnn gücünün test
açısından oldukça öneml br
sınav olmuştur.
Grafik 3: Türkiye CDS Oranları ve BİST Endeks Değeri (Nisan 2013, Şubat 2014)
*H]L3DUNÕ2OD\ODUÕ
0D\ÕV
95000
'XUDQ$GDP
(\OHPOHUL
85000
Konunun siyasi ve toplumsal kısmı bir tarafa, ekonomik sonuçlarının bütün Türkiye’ye mal olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. 1,70 seviyelerinde
olan Dolar/TL’nin 2,35’lere kadar çıkması, BİST’in
aşırı değer kaybı, yükselen CDS’ler yüzünden yabancı sermaye çıkışı ve bunları engellemek adına
alınan faiz artırım kararı, Türkiye’nin 2001 Krizi’nden
bu yana elde ettiği kazançlarına yönelik oldukça
ciddi bir risk oluşturmuştur.
Görülmektedir ki, siyasi istikrara yönelik yaşanan
ekonomi dışı olayların faturasını Türkiye ekonomisi ödemektedir. 2002 yılından bu yana elde edilen ekonomik kazanımlarla yapımına başlanan ve
Türkiye’yi dünyada söz sahibi yapacak bazı projelerin (3. Havaalanı, 3. Köprü, Kanal İstanbul vb.)
gündeme gelmesinin ardından ortaya çıkan ve ekonomiye önemli zararlar veren olayların oldukça ciddi
bir şekilde irdelenmesi gerekmektedir.
Her ne kadar 2002 yılından bu yana Türkiye ekonomisinde elde edilen çok ciddi kazanımlar olsa
da halen atılması gereken bazı adımlar vardır. Cari
açığın azaltılması, toplam tasarrufların artırılması ve
dış ticaret dengesinin lehimize gelişmesi gibi bazı
alanlarda atılacak adımlar, Türkiye’nin benzeri olaylar karşısındaki kırılganlıklarını azaltacak ve siyasi
istikrara destek verecektir.
Sebebi ve kaynağı ne olursa olsun 17 Aralık Süreci son dönemde Türkiye’nin yaşadığı en önemli
ekonomik sınavlardan bir tanesidir. Neredeyse ekonomideki tüm enstrümanları etkileyen bu sürecin
bir ekonomik krize dönüşmeden mümkün olan en
az zararla atlatılması, tüm gelişmekte olan ülkelerin
içinde bulunduğu olumsuz dönemde ekonominin
gücünün testi açısından oldukça önemli bir sınav
olmuştur.
270
$UDOÕN
6UHFLQLQ
%DúODQJÕFÕ
1
250
230
75000
210
190
65000
2
Gezi Olaylarının ekonomik sonuçlarına ilişkin detaylı bilgi için,
SD Dergi’nin 2013 Temmuz sayısındaki “Gezi Parkı Eylemlerinin Ekonomik Sonuçları” Başlıklı yazıyı inceleyebilirsiniz.
3
Merkez Bankası’nın 17 Aralık sonrası almış olduğu faiz kararına ilişkin değerlendirme için SD Dergi Şubat sayısında
yayınlanan “Merkez Bankası’nın Faiz Kararı ve Yansımaları”
başlıklı yazıyı inceleyebilirsiniz.
%ø67
170
55000
150
&'6
45000
92
01.04.2013
04.04.2013
09.04.2013
12.04.2013
17.04.2013
22.04.2013
26.04.2013
02.05.2013
07.05.2013
10.05.2013
15.05.2013
20.05.2013
23.05.2013
28.05.2013
31.05.2013
05.06.2013
10.06.2013
13.06.2013
18.06.2013
21.06.2013
26.06.2013
01.07.2013
04.07.2013
09.07.2013
12.07.2013
17.07.2013
22.07.2013
25.07.2013
30.07.2013
02.08.2013
07.08.2013
14.08.2013
19.08.2013
22.08.2013
27.08.2013
02.09.2013
05.09.2013
10.09.2013
13.09.2013
18.09.2013
23.09.2013
26.09.2013
01.10.2013
04.10.2013
09.10.2013
14.10.2013
23.10.2013
28.10.2013
01.11.2013
06.11.2013
11.11.2013
14.11.2013
19.11.2013
22.11.2013
27.11.2013
03.12.2013
06.12.2013
11.12.2013
16.12.2013
19.12.2013
30.12.2013
03.01.2014
08.01.2014
13.01.2014
16.01.2014
21.01.2014
24.01.2014
29.01.2014
03.02.2014
06.02.2014
11.02.2014
130
35000
MART 2014
“Güvenlik Kavramında Yeni Bir Boyut; Ekonomi Güvenliği,
Türkiye Ne Kadar Güvende?, Stratejik Düşünce Enstitüsü,
ISBN: 9786055386061, Nisan, 2013, Ankara.” Raporun tamamına www.sde.org.tr adresinden ulaşılabilir.
110
4
31 Aralık 2013 günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından açıklanan resmi veriler.
Ne oldu da böyle oldu?
5 Nisan 2013 – S&P 6 tane Türk finansal kuruluşun
notunu yükseltti.
16 Mayıs 2013 – Moddy’s uzun vadeli yabancı sermaye
kredi notunu BA1’den BAA3’e yükseltti.
27 Mayıs 2013 - Gezi Parkı Olayları başladı.
31 Mayıs 2013 - Borsa kapatıldı. (2 gün sonra açılan,
güne yüzde 7’lik sert bir düşüşle başlayan İMKB, son 10
yılın en büyük düşüşünü yaşadı ve günün sonunda %
10.47 değer kaybetti.)
12 Haziran 2013 - Gezi Parkı Olayları sakinleşmeye
başladı.
21 Haziran 2013 - Duran Adam eylemleri başladı
26-27 Temmuz 2013 - Gezi Parkı olayları Temmuz
sonuna kadar devam etti.
29 Ekim 2013 - Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan
metro hattı “Marmaray” açıldı.
22 Kasım 2013 – S&P, Türkiye’nin BB+ olan kredi
notunu “durağan” olarak açıkladı.
29 Kasım 2013 – S&P, Türkiye Euro Bölgesini resesyona
sokabilir şeklinde bir rapor yayımladı.
29 Kasım 2013 – S&P, Türkiye’nin notunu, yatırım
yapılabilir düzeyin bir kademe altı olan BB+’da tutmaya
devam edeceğini ve görünümünün ise durağan devam
edeceğini açıkladı.
17 Aralık 2013 – 17 Aralık süreci başladı.
17- 18 Aralık 2013 – FED, ekonomiye destek amacıyla
yürüttüğü aylık 85 milyar dolarlık tahvil alım miktarını
2014 yılı Ocak ayından başlayarak 75 milyar dolara
düşürme kararı aldı.
28 Ocak 2014 – Dolar tarihi bir seviye olan 2,35’e kadar
çıktı.
28 Ocak 2014 – TCMB faiz artımı kararı aldı.
29 Ocak 2014 - FED tahvil alım miktarını 75 milyar
dolardan 65 milyar dolara indirdi.
7 Şubat 2014 – S&P, Türkiye’nin not görünümünü
“negatif” seviyesine düşürdü.
MART 2014
93
EKONOMİ
ye başlanmıştır. Diğer taraftan bütçe açığı, kamu
borcu gibi Birliğin yapısal ekonomik sorunlarını derinleştiren kriz, zaten mevcut olan bu sorunlara çözüm üretilmesini “çok acil” hale getirmiştir. Dördüncüsü, küresel ekonomik krizin Birlik açısından siyasi
yansımaları olmuş, Avrupa bütünleşme hareketinin
geleceği ve nihai hedefine ilişkin tartışmalar yoğunlaşmış, Avro alanının ve hatta Birliğin dağılacağına
yönelik söylemler ifade edilmiştir. Kısaca ekonomik
kriz Birlik için siyasi bir krizin de kapısını aralamıştır;
bu kapsamda üye devletlerin Birliğin ekonomik ve
siyasi mimarisinde oynadıkları aktif ve pasif roller
tekrar sorgulanmaya başlanmıştır.
AVRUPA BİRLİĞİ EKONOMİSİ
TOPARLANIYOR MU?
Dr. Dilek YİĞİT
Hazine Müsteşarlığı
2
008 yılında başlayan küresel ekonomik kriz
Avrupa Birliği için çeşitli açılardan anlam ve
önem taşımaktadır. Birincisi, küresel kriz Avrupa Birliği üyelerinin, 1930 yılındaki Büyük Buhran
sonrası yaşadıkları en derin krizdir; dolayısıyla üye
devletlerin 1930 krizindeki tecrübeleri masaya yatırılırken, yeni küresel krizin Büyük Buhran’a benzerlikleri ve farklılıkları analiz edilmiştir. İkincisi, küresel
kriz Avrupa entegrasyon tarihinin ilk derin ekonomik
krizini işaret etmektedir; zira entegrasyon hareketi-
94
MART 2014
nin başladığı 1951 yılından sonra ilk kez bu derece
büyük bir ekonomik krizle karşılaşılmış, kriz sadece Birlik üyelerinin değil, bizzat Birlik kurumlarının
yüzleşmek zorunda kaldığı bir kriz olmuştur. Kısaca
2008 ekonomik krizi ulus-üstü oluşumun tecrübe
ettiği ilk büyük ekonomik krizdir. Üçüncüsü, küresel
kriz Avrupa ekonomik entegrasyon hareketinin geldiği noktanın tekrar sorgulanmasına sebebiyet vermiş, özellikle Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği’nin
mimarisi şiddetli bir şekilde tartışılmaya/eleştirilme-
Ne olmuştur da Avrupa Birliği kendisini ABD’de
başlayan krizin ortasında buluvermiştir? ABD’de
başlayan kriz, başlıca üç kanaldan Birliğe yansımıştır. İlk kanal, ABD ve AB mali piyasaları arasındaki
güçlü bağlardır. İkinci kanal küresel ticaret, üçüncü
kanal ise piyasalarda oluşan güvensizlik ve küresel
talep üzerinde oluşan olumsuz baskıdır. Kriz karşısında Avrupa Komisyonu’nun Birliğin ekonomik büyümesinin yavaşlayacağının altını çizmesi ile Birliğin
uzun dönemli ekonomik büyümesinin sürdürülmesi
amacıyla kısa-dönemli talep yönlü politikalardan,
arz yönlü yapısal önlemlere geçilmiştir. Bu süreçte
Birliğin genelinde kamu borcu ve bütçe açığının Birliğin gayri safi iç hasılasına1 oranları hızla artmıştır.2
Dolayısıyla Birlik küresel krizin etkisiyle mücadele
etmeye, ekonomik büyüme potansiyelini korumaya
çalışırken, Avro alanında borç krizi patlak vermiştir.
Kısaca Birlik kriz içinde krize sürüklenmiştir.
Kriz içinde kriz yaşayan Avrupa Birliği, bu koşullarda
“ekonomik büyüme” ve “kemer sıkma politikaları”
ikilemi ile karşılaşmıştır. Ekonomik büyüme potansiyelinin korunması amacına itiraz eden yoktur; ancak
büyüme stratejisinin başlıca unsurları, işgücü piyasasında reform, iç pazarın sağlıklı işleyişinin temini,
Avrupa Yatırım Bankası’nın küçük ve orta ölçekli
işletmelere yönelik kredi kapasitesinin artırılması,
alt-yapı yatırımlarına daha fazla kaynak aktarılması
olarak sıralanmakta olup; özellikle son iki unsurun
harcamaları artırıcı etkisi olduğu açıktır.3 “Ne yardan
geçerim, ne serden” anlayışıyla Birlik hem ekonomik büyüme odaklı politikalara hem de kemer sıkma politikalarına yönlenmiş; bir başka deyişle üye
devletleri her iki tercihe aynı anda yönlendirmiştir.
Bu kanıya varmamızın nedeni, Birliğin, bir taraftan
Altılı Paket, İkili Paket ve Mali Antlaşma aracılığıyla
Avrupa Brlğ ekonoms, 2006 yılında başlayan
büyüme hızındak yavaşlama devam ederken
küresel krz le yüzleşmek durumunda kalmıştır.
2006 yılında %3,4, 2007 yılında %3,2 büyüyen
Avrupa Brlğ ekonoms 2008 yılında %0,4
büyürken, 2009 yılında krzn etksyle % 4,5
daralmıştır. 2010 ve 2011 yılları Brlk çn
ekonomk toparlanma sürecnn başladığı yıllar
olarak ntelendrleblrken, 2012 yılında Brlk
ekonoms yne % 0,4 daralmıştır.
üye devletlerde bütçe harcamalarını ve kamu borcunu kontrol etmeye çalışırken, diğer taraftan Avrupa 2020 Stratejisi ile büyüme odaklı hedefler belirleyerek, her ülkenin Strateji kapsamındaki hedefleri
ulusal hedeflere dönüştürmesini gerekli kılmış olmasıdır. Gros Birliğin bu tutumunun ilk kez karşılaştığımız bir tutum olmadığını belirtmek amacıyla “İstikrar
ve Büyüme Paktı”nı örnek olarak göstermektedir;
önce mali disiplinin sağlanması için planlanan “İstikrar Paktı”, 1995 yılında yaşanan ekonomik resesyon neticesinde “ekonomik büyüme” hedefine
yönelerek “İstikrar ve Büyüme Paktı” olmuştur.4 Aslında bu örnekler, “Birlik içinde “borçlu” ve “kreditör”
ülke ayrımı yapılarak, borçlu ülkelerde kemer sıkma
politikalarına, kreditör ülkelerde büyüme yönlü politikalara odaklanılmasını sağlayacak farklı düzenlemelere gidilebilir mi?” sorusunu da şahsen benim
aklıma getirmiştir; ancak bu tür ayrıştırmanın hem
ekonomik hem de siyasi yansımalarının -mutlaka
olacaktır- özenle tartışılması gereken bir mesele
olacağı açıktır.
Hem hukuki tasarruf araçları ve Mali Antlaşma
kapsamında “kemer sıkma” politikalarına, hem de
“Avrupa 2020 Stratejisi” kapsamında “ekonomik
büyüme” odaklı politikalara yönelen Avrupa Birliği
ekonomisi küresel kriz sonrası toparlanmış mıdır?
Bu yazıda anılan soruya, Birliğin ekonomik büyüme
performansını ve potansiyelini tartışarak yanıt vermeye çalışalım.
Avrupa Birliği ekonomisi, 2006 yılında başlayan
büyüme hızındaki yavaşlama devam ederken küresel kriz ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. 2006
MART 2014
95
yılında %3,4, 2007 yılında %3,2 büyüyen Avrupa
Birliği ekonomisi 2008 yılında %0,4 büyürken, 2009
yılında krizin etkisiyle % 4,5 daralmıştır. Zira krizle
birlikte 2009 yılında AB’de özel tüketimin, kamu
harcamalarının ve yatırımların gayri safi iç hasıla içindeki payı hızla azalmıştır. 2010 ve 2011 yılları Birlik
için ekonomik toparlanma sürecinin başladığı yıllar
olarak nitelendirilebilirken, 2012 yılında Birlik ekonomisi % 0,4 daralmıştır. Grafik 1’de, 2006-2012 döneminde Avrupa Birliği ve Avro alanında ekonomik
büyüme seyri gösterilmektedir.
devam edeceğini, zira uluslararası ekonomik koşulların iyileşmeyeceğini, ekonomik aktiviteler kısmen artarken küresel ekonomik ticarette beklenen
artışın gerçekleşemeyeceğini tahmin ederken, bu
koşullarda Avrupa ekonomisinin çok yavaş da olsa
büyüme eğilimine gireceğini öngörmektedir.5 2013
yılında özel tüketimin ve sabit sermaye yatırımının
gayri safi iç hasıla içindeki payında azalma beklenirken, 2014 ve 2015 yıllarında anılan kalemler dahil
kamu harcamaları ile mal ve hizmet ticaretinin gayri
safi iç hasıla içindeki paylarında artış olacağı tahmin
edilmektedir.
Grafik 1- AB ve Avro alanında reel ekonomik büyüme (%)
Grafik 2’de Avrupa Komisyonu’nun, AB’nin tümü
ve Avro alanı için 3 yıllık büyüme tahminleri verilmektedir. Grafik 2’de görüleceği gibi, AB yavaş da
olsa ekonomik büyüme sürecine girerken, 2013
yılında Avro alanında ekonomik daralma devam etmektedir.
4
3
2
1
0
AB (27)
2007
2008
2009
2010
2011
2012
$YURDODQÕ
-2
-3
-4
-5
Yazar tarafından Eurostat verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
2009 yılındaki ekonomik daralmayı takiben 2010
ve 2011 yıllarındaki ekonomik büyümenin yarattığı
olumlu beklentiler 2012 yılındaki daralma ile sarsılmıştır; tabi bu durum sadece Birliğin meselesi değil,
küresel ticaret ve finans kanalları aracılığıyla olumsuz etkilenme durumları söz konusu olan, bir başka
deyişle küresel piyasalara entegre olmuş ve olmaya
çalışan diğer bölge ekonomileri için de ciddi bir risk/
mesele teşkil etmiştir ve hala etmektedir.
Avrupa Komisyonu, küresel krizin büyüme üzerindeki olumsuz etkilerinin önümüzdeki dönemde de
Grafik 2- AB ve Avro alanında ekonomik büyüme tahminleri (%)
Yukarıda verilen her iki Grafik, AB’nin tümü ve Avro
alanında ekonomik büyüme oranlarını ve tahminlerini göstermektedir. Ancak her iki Grafik’te yer alan
verilere istinaden yorum yapılması, Birliğe üye devletler arasındaki ekonomik büyüme ve büyüme potansiyeli arasındaki farklılıkların göz ardı edilmesine
sebep olmamalıdır; zira küresel krizin altını çizdiği
gibi, Birlik ekonomisi heterojen bir ekonomidir ve
alınan önlemler sonuç vermediği takdirde heterojen kalmaya devam edecektir. Bu yazıda Grafik 3
ile 2013 yılında üye devletlerde beklenen ekonomik
büyüme oranları, Birliğin heterojen ekonomik yapısını büyüme performansı açısından gösterebilmek
amacıyla yer verilmiştir. 2015 yılında üye devletlerin
hiç birinde ekonomik daralma beklenmemektedir;
ancak 2013 ve 2014 yıllarında bazı üyelerde ekoGrafik 3- AB’ye üye devletlerde 2013 büyüme tahminleri (%)
2,5
6
2
4
2
1,5
0
1
AB (27)
$YURDODQÕ
0,5
-2
Bel.
Alm.
Est.
øUO
Yun.
øVS
Fr.
t.
*.ÕE
Let.
Lük.
Mal.
Hol.
Avu.
Por.
Slo.
Slova.
Fin.
Bul.
Çek.
Dan.
+ÕU
Lit.
Mac.
Pol.
Rom.
sveç
%LUOHúLN
2006
-1
-4
0
2013
2014
-0,5
-8
-1
-10
Yazar tarafından hazırlanmıştır.
96
2015
-6
MART 2014
Yazar tarafından hazırlanmıştır.
2013
ekonomik
E\PH
(%)-tahmini
Avrupa Komsyonu, küresel krzn büyüme
üzerndek olumsuz etklernn önümüzdek
dönemde de devam edeceğn, zra uluslararası
ekonomk koşulların yleşmeyeceğn, ekonomk
aktvteler kısmen artarken küresel ekonomk
tcarette beklenen artışın gerçekleşemeyeceğn
tahmn ederken, bu koşullarda Avrupa
ekonomsnn çok yavaş da olsa büyüme
eğlmne greceğn öngörmektedr.
nomik daralma yaşanırken, diğerlerinde ekonomik
büyüme yaşanmasının beklenmesi, Birlik ekonomisinin yavaş ilerleyen iyileşme sürecinin “iki-vitesli”
bir süreç olduğu sonucunu vermektedir. Ekonomik
büyüme ve daralma oranları arasındaki farklılıkların
aslında “iki-vitesli” değil “çok-vitesli” bir iyileşme/
toparlanma sürecini işaret edip etmediği de ayrıca tartışılabilir. Diğer taraftan en ciddi ekonomik
daralmaların Avro alanında yaşanmış ve yaşanıyor
olması, Avro alanı mimarisine yönelik eleştirilerin, en
azından kısa vadede sonlanmayacağı izlenimi vermektedir.
2013 yılından itibaren Birlik ekonomisinin çok yavaş da olsa toparlanma sürecine girdiği görülmektedir; ancak “Birlik ekonomisi ne zaman iyileşmiş
sayılacaktır?” sorusu da akla gelmiyor değildir. Bu
soruya, Birliğin büyüme performansının artarak
devam ettiği süreç, ya da hiçbir üye devlette ekonomik daralmanın yaşanmadığı dönem, ya da belli
bir büyüme oranının üzerine çıkıldığı dönem, hatta Birliğin ekonomik büyümesinin ABD ve Japonya’daki ekonomik büyümeyi, ya da küresel büyüme
oranlarını aştığı dönem gibi çeşitli yanıtlar verilebilir
sanırım. Ancak şahsen Birlik ekonomisi iyileşmiştir denilebilmesi için, Birliğin küresel kriz öncesindeki büyüme oranlarını yakalaması gerektiğini, bir
başka deyişle Birlik küresel kriz öncesi ekonomik
büyüme oranlarını yakaladığında ekonomisi en
azından büyüme göstergeleri açısından iyileşmiştir
denilebileceğini -tartışmaya açık olmakla birliktedüşünüyorum. Bu açıdan bakılırsa, Komisyon’un
ekonomik tahminleri, Birlik ekonomisinin 2015 yılı
da dâhil, kısa dönemde iyileşmiş/toparlanmış sayılamayacağını göstermektedir.
1
AB ve Avro alanı için kullanılan “EU (27-28)- EU (17) gross
domestic product- GDP” kavramının, AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından “gayri safi yurtiçi hasıla” olarak değil,
“gayri safi iç hasıla” olarak tercüme edilmesinin daha uygun
olacağı düşüncesiyle, makalede AB (27) ve Avro alanı için
“gayri safi iç hasıla” kavramı kullanılmıştır.
2
European Commission, Economic Crisis in Europe:
Causes, Consequences and Responses, 2009.
3
Daniel Gros, Europe’s Misguided Search for Growth,
CEPS Commentary, 7 May 2012.
4
Ibid.
5
European Commission, European Economic Forecast
Autumn 2013.
Makalede ifade edilen görüşler yazarın değerlendirmeleri olup,
görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez.
MART 2014
97
Biat Kültürü ve İstismarı
Prof. Dr. Talip Özdeş
İslam’da Kadın: Sosyal Hayatta
ve İş Hayatında Kadın Hakları
Prof. Dr. Ali Şafak
“17 Aralık Süreci ve HSYK
Düzenlemesi” Çalıştayı
SDE Haber
GENEL
BİAT KÜLTÜRÜ ve
İSTİSMARI
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
B
iat kelimesinin aslı, Arapça’da bey´at veya
mubâya´a olup, bir veya daha fazla kimsenin, biate taraf olan diğer bir kimse ile itaat,
sadakat, teslimiyet ve ahde vefa üzerine anlaşıp el
sıkışarak veya ellerini birbirlerinin elleri üzerine koyarak sözleşmeleri anlamına gelir. Bu biat gerçekleştiğinde, biat edenlerin biat edilen kimseye karşı
her iki tarafın da bildiği birtakım kurallar üzerinden
itaat ve teslimiyet sorumluluğu terettüp eder. Biat
kavramının, Hz. Peygamber’e yapılan biatlerden
hareketle, Müslüman toplumlarda tarihi süreç
içerisinde özellikle devlet başkanı (halife/imam/
siyasi lider) ile tebaa (halk) arasında itaat, teslimiyet ve ahde vefa üzerine gerçekleşen bir
sözleşme olarak anlaşılıyor olması, söz konusu kavramın din ve siyasetle yakından
bağlantılı olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber’e Yapılan Biatin
Mahiyeti
İslam tarihinde ilk biat Hz. Peygamber’le Medineli bir grup arasında gerçekleşmiştir. Hz.
Peygamber’in, çevresine İslam’ı tebliğ ederken
Mekkeli müşriklerin baskılarına, eza, cefa ve işkencelerine muhatap olması, hac mevsiminde
Zülmecâz ve Ukaz mevkilerinde kurulan serbest
ticaret merkezlerine Mekke dışından gelen kabilelerle ilişkiye geçerek, onlara İslam’ı tebliğ etmesine
ve böylece bir çıkış yeri aramasına vesile olmuştur.
Bu tebliğ ve arayış faaliyeti içerisinde Hz. Peygamber, peygamberliğinin 11. yılında Akabe denilen
yerde bir kısım Medineli Araplarla bir araya gelmiş,
birer yıl arayla üç defa onlarla görüşerek onlardan
biat almıştır. Birinci görüşmede Medine’den 6 kişi,
100
MART 2014
ikinci görüşmede 12 kişi, 3. Görüşmede ise ikisi
kadın 73 Medineli hazır bulunmuşlar, İslam’ı kabul
etmişler, Hz. Peygamber’e bağlılık, itaat ve teslimiyet üzerine biat etmişlerdir. Yapılan bu biatlerin
metinlerine dair haberler esas alındığında, biat
edenlerin başta Allah’ın birliğine ve O’ndan başka
ilah olmadığına, Hz. Peygamber’in Allah’ın elçisi
olduğuna tanıklık ettikleri görülmektedir. Medineli
bu kimseler Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık
ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftira etmeyeceklerine, iyiliği emredip
kötülükten sakındıracaklarına, Hz. Peygamber’i
otorite olarak kabul edip meşru hiçbir işte ona
muhalefet etmeyeceklerine, onu canları, kadınları ve çocukları gibi koruyacaklarına dair söz verip
biat ederek onu kendi yurtlarına davet etmişlerdir.1 Nitekim mensup oldukları müşrik toplumdan
kaçarak, Müslümanlara sığınan kadınların biatlerinin kabul edilmesine dair Mümtehine suresinde geçmekte olan ayet-i kerime de Hz.
Peygamber’e olan biatin mahiyetini göstermektedir:
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, hayırlı işler yapmakta sana karşı
gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri
zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır,
çok esirgeyendir.”2
Fetih suresinde, Hz. Peygamber’in Hicret’in altıncı yılında ashabıyla beraber umre yapmak için
Mekke’ye doğru hareket edip, Mekke’den dokuz
mil uzakta Hudeybiye denilen yerde konakladığında, Mekkelilerin kendilerine barış elçisi olarak gönderilen Hz. Osman’ı şehit ettikleri haberi geldiğinde ashabından aldığı biate işaret edilmektedir. Hz.
Peygamber’in ashabını bir ağacın (Rıdvan Ağacı)
MART 2014
101
altında toplayıp ellerini birbirinin elleri üzerine koyarak onlardan aldığı bu biatin konusu da Allah’a ve
Resulüne kesin itaatle hiçbir şekilde savaştan kaçılmayacağına dairdir.3 Mekke’nin fethinden sonra
Müslüman olanlardan alınan biatin konusu ise yine
Allah’a ve Resulüne itaat bağlamında İslam, cihat
ve hayır işlerde koşturmak üzerinedir.4
Bu biatler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Hz.
Peygamber’e yapılan biatlerin konusunun Allah’ın
birliğini, onun peygamberliğini, İslam’ın temel
esaslarını itiraf ve tasdik etmeye yönelik iman biati
olduğu açıktır. Bu biat üzerine Müslüman olanların,
müşrik ve inkârcıların düşmanlık, ihanet ve saldırılarına karşı yapılan mücadelede Hz. Peygamber’e
itaat etme ve onunla kader birliği yapma sorumlulukları vardır. Biat etmeden vefat eden kimselerin
ölümlerinin cahiliyet (müşrik) ölümü üzerine olacağı
mealindeki hadisleri5 de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Biatin Dini, Sosyo-Politik ve Kültürel Bir
Olgu Olarak Gelişmesi ve Mihverinden
Kaydırılması
Elbette ki Hz. Peygamber’in tebliği karşısında,
Allah’ın birliğine, O’nun Allah’ın elçisi olduğuna,
şirk koşmayacağına, hırsızlık ve zina etmeyeceğine, çocuklarını öldürmeyeceğine, meşru her işte
ona itaat edeceğine dair biat etmeden ölen kimsenin ölümünün cahiliyet ölümü üzerine olduğu kabul
edilmelidir. Ancak bu mealdeki hadislerin, özellikle
Emevi dönemi ve sonrasında hanedanlık üzerine
kurulan saltanatlar ve birtakım siyasi hareketler tarafından Müslüman toplumu kendilerine biat etmeye ikna edip bazen de zorlayarak iktidarlarına meşruiyet kazandırma amacına matuf kullanıldığı da bir
Biat anlayışı içerisinde, siyasi lidere, tarikat veya cemaatin
liderine biat edenler, kendilerini biat ettikleri kimselere
karşı mutlak itaat sorumluluğu içerisinde telakki ederek
hiçbir şekilde onları eleştirememekte, onların her
yaptıkları işte bir hikmet aramakta, onlardan hiçbir hata
veya yanlışın çıkabileceğini kabul etmemektedirler.
vakıadır. Yine söz konusu bu hadisler, birtakım dini
cemaat ve tarikat yapılanmalarında, tarikat veya
cemaatin başında bulunan, çoğunlukla da veli olduğuna iman edilen kimselere mutlak itaatin sağlanması için kullanılmış ve ne yazık ki kullanılmaya
da devam edilmektedir. Böyle bir biat anlayışı içerisinde, siyasi lidere, tarikat veya cemaatin liderine
biat edenler, kendilerini biat ettikleri kimselere karşı
mutlak itaat sorumluluğu içerisinde telakki ederek
hiçbir şekilde onları eleştirememekte, onların her
yaptıkları işte bir hikmet aramakta, onlardan hiçbir
hata veya yanlışın çıkabileceğini kabul etmemektedirler. Onların ilhamlar veya rüyalar üzerinden
kendilerine anlattıkları şeyleri, Allah’ın peygamberlerine olan ilahi vahiy gibi telakki etmektedirler.
Hâlbuki hangi dini motifler ve söylemler kullanılarak
meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, İslam’ın üzerine dayandığı tevhit inancı açısından insanın insana mutlak itaati ancak şirk kategorisi içerisinde değerlendirilebilir. Siyasi liderlere, tarikat veya cemaat
büyüklerine yönelik meşru zeminde yapılacak itaat
problem olmamakla beraber, söz konusu itaatin
sorgulanmaksızın mutlaklaştırılması, mensupların
akıl ve iradelerine ipotek konularak siyaset, cemaat ve tarikat yapısı içerisinde bireysel akıl ve iradenin yok edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez.
Hz. Peygamber’in 632 yılında Medine’de vefatından sonra, Hz. Ebubekir’in Müslümanların halifesi
olarak seçiminde Müslüman toplumun ona yaptığı
biat, tevhide imanın yanında Hz. Muhammed’in
peygamberliğini itiraf ve tasdik biati olmayıp, halifeyi Müslümanların meşru siyasi lideri olarak tanımaya, idare ile ilgili meşru her işte ona itaat
edileceğine dair bir oy verme işlemidir. Yani Hz.
Peygamber’e yapılan biat ile Hz. Ebubekir’e yapılan biat aynı kategoride değildir. Nitekim sahabeden bazı kimseler kendilerince birtakım nedenlerden hareketle Hz. Ebubekir’e biat de etmemişler,
102
MART 2014
ancak çoğunluğun oylarına (biatlerine) saygı duyarak onun halifeliğini kabul edip itaat etmişlerdir. Hz.
Ebubekir de kendisinin Müslümanların en hayırlısı
(iyisi) olmadığı halde onlara başkan seçildiğini söyleyerek başladığı tarihi konuşmasında, kendisine
biat eden toplumdan doğru ve meşru işlerde kendisine yardımcı olmalarını, Allah’a ve Elçisine itaat
ettiği müddetçe kendisine itaat edilmesini istemiş,
yanlış ve gayr-i meşru işlerde kendisine itaatin olamayacağını belirtmiştir. Ayrıca, kendisinin Allah’ın
halifesi değil, Allah’ın Elçisi’nin halifesi olduğunu
ifade etmiştir.6 Nitekim Kur’an’da müminlerden
emanetlerin ehillerine verilmesi, hükmedince adaletle hükmedilmesi, bu bağlamda Allah’a, Elçisine
ve kendilerinden olan ulu’l-emre (yetki sahiplerine)
itaat etmeleri; herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüklerinde ise konuyu Allah’a ve Elçisi’ne
(Kur’an ve Sünnet’e) götürerek çözmeleri istenmiştir.7 Yani böyle bir durumda, ulu’l-emr makamında olanların yapacakları şey de kendi keyf ve
hevalarına göre hükmetmek değil, meseleyi dinin,
ahlakın ve hukukun temel kaynaklarına götürerek
çözmektir. Tebaanın (halkın) da ulu’l-emr konumunda olan kimselere mutlak itaati caiz değildir.
Hz. Osman’ın isyancılar elinde şehit edilmesinden
sonra Medine’de, Müslümanların meşru oylarıyla
Halife seçilen Hz. Ali’ye karşı kabileciliği öne çıkararak kıyam eden Şam valisi Muaviye’nin ihtilal
girişimi, Cemel ve Sıffin olayları gibi müessif hadiselere, Haricilik ve Şia gibi siyasî-mezhebî hareketlerin ortaya çıkmasına, Hz. Ali’nin şehit edilmesine
ve böylece Müslümanların birliğinin bozulmasına
neden olmuştur. Hilafeti ihtilal yoluyla saltanata dönüştürmek için IV. Halife Hz. Ali’ye karşı başlatılan
bu kıyam hareketinde, ne yazık ki Kur’an sahifeleri
mızrakların ucuna asılmış, Kur’an ayetleri ve hadisler yanlış tevil edilip çarpıtılarak din ve hukuk araçsallaştırılmıştır. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra
MART 2014
103
GENEL
Hangi dini motifler ve söylemler kullanılarak meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, İslam’ın üzerine dayandığı tevhit inancı açısından insanın insana mutlak itaati
ancak şirk kategorisi içerisinde değerlendirilebilir.
Şam’da saltanatını ilan eden Muaviye, kendisinden
sonra sultanlık tahtına oturması için oğlu Yezid b.
Muaviye’ye zorla biat alma yönüne gitmiştir. Bu
şekilde alınan bir biatin meşru olmadığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz.
Ebubekir’e ve ondan sonra gelen üç halifeye yapılan biatin mahiyeti ile Yezid b. Muaviye’ye yapılan biati aynı kategoride değerlendirmek mümkün
değildir. Muaviye’nin ölümünden sonra onun yerine sultanlık makamına oturan Yezid de babasının
isteği doğrultusunda, valilere mektup göndererek
kendisi adına halktan zorla biat alınmasını istemiştir. Sonuçta Temelinde çıkarcılığa, asabe ve kabileciliğe dayalı saltanatın inşası ve devamı için din
araçsallaştırılmış, iradelere ipotek konulmuş, Müslüman toplumlar siyasi yönden irade ve etkinliği olmayan yığınlara dönüştürülmüştür. Böylece, siyasi
anlamda orijinalliğini Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Dört Halife’nin seçiminde gördüğümüz biat
geleneği, mihverinden kaydırılarak daha sonraki
Müslüman nesiller ve devletler için yanlış bir gelenek oluşturulmuştur. Bütün bunlar yapılırken,
İslam’ın siyasette emanetlerin ehillerine verilmesini, şura’yı, adaletle hükmedilmesini, müminlerin
kardeşliğini, müminlerin aralarının ıslah edilmesini,
mutlak itaatin ancak Allah’a yapılabileceğini, hangi
isim ve makam altında olursa olsun insanlara mutlak itaat edilemeyeceğini, zalime itaatin olmayacağını öne çıkaran prensipleri devre dışı bırakılmıştır.
Sonuç olarak, Müslüman toplumlarda biat konusu, dini mahiyeti ve bağlamından dolayı siyasi kültür içerisinde önemli yer işgal ettiği gibi, tasavvufi
kültür içerisinde, tarikat ve cemaat yapılanmaları
içerisinde de kendisine yer bulmuştur. Ancak şu
var ki, biat geleneğinin siyasi zeminde mihverinden kaydırılması sonucu ortaya çıkıp kurumsallaşan yapı, Emevi hanedanlığı döneminden sonra
Müslüman toplumlarda ortaya çıkan sosyo-politik
ve kültürel yapılanmalarda, örgütlenme ve liderlik
anlayışlarında da model oluşturmuştur. Bu model
yapılanma içerisinde takipçileri tarafından kendilerine mutlak itaat ve bağlılık üzerinden biat edilerek
104
MART 2014
lider konumuna gelen kimselerin eleştirilip sorgulanmalarının zemini ortadan kaldırılmış; sorgulama
yönüne gidenler de, haklılık payları ne olursa olsun, bir şekilde mensubu bulundukları hareketten
(hizip, tarikat veya cemaatten) dışlanılarak tasfiye
edilmişlerdir. Bu tip bir liderlik anlayışı ile önderlere
mutlak itaat edilmesi, onların kibir ve gururunu artırarak büyüklenmelerine, birtakım yanlış işlere sapmalarına, yaşadıkları toplumda siyasi alan dâhil her
şeyi rakipsiz olarak kendi kontrolleri altına almak
istemelerine ve dolayısı ile tefrikaların, çatışmaların
ve otoriter rejimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böyle bir liderlik ve lidere bağlılık anlayışı
üzerine kurulan yapılanma, her an istismar edilmeye ve müdahalelere de açık hale gelebilmektedir.
Nitekim günümüzde İslam dünyası bunun sıkıntılarını çekmektedir. Çözüm, şirki nehyederek Allah’ın
birliğini, O’nun eş ve ortağının bulunmadığını öne
çıkaran; kula kulluğu, her türlü tiranlık ve zulmü, insanların Rabb haline getirilmelerini reddeden dinin,
asli kaynaklarına uygun olarak topluma ve gelecek
kuşaklara doğru anlatımındadır.
1
Fazla bilgi için bk. Kasım Şulul, İlk Kaynaklara göre Hz.
Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul 2011, s. 361-376; İbn Hanbel, Müsned 3/322;
6/357, Buharî, Sahih, Tefsiru Sureti’l-Mumtehine, 2-3,
Müslim, Sahih, İmâre 88; Nesâî, Sünen, Biat 18; İbn Mace,
Sünen, Cihad 43.
2
Mümtehine, 60/12
3
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim
ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim
de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük
bir mükâfat verecektir… Andolsun ki o ağacın altında
sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur.
Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve
onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Feth, 48/10,
18); Müslim, Sahih, İmare 67-71
4
Müslim, Sahih, İmare 83-84
5
Bk. Müslim, Sahih, İmare 58; İbn Hanbel, Müsned, 3/111
6
Bk. Kasım Şulul, a.g.e., s. 1052-1053
7
Nisa, 4/58-59
İSLAM’DA KADIN
SOSYAL HAYATTA ve İŞ HAYATINDA KADIN HAKLARI
Prof. Dr. Ali ŞAFAK
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Çalışma Hayatı ve Kadın
İ
İslâm; ndğ günden ber,
kadına ve erkeğe değer
vermştr. Yan dünyanın,
henüz hak ve ödevlerde kadınerkek eştlğn kavramaya
hazır olmadığı br zamanda,
bundan on beş asır önce
İslâm bunu gerçekleştrmştr.
Modern zamanlarda hâlâ
kadın-erkek eştlğnn tam
gerçekleştrlemedğ toplumlar
vardır.
slâm tarihi boyunca ve günümüzde, Müslüman
toplumlarda kadının ev dışında, tarım ve ticaret
alanında çalışması veya çalışmaması hiçbir zaman
tartışılmamıştır. Kadın da başkasına bağımlı olmaksızın ya kendi kendisine iş yapmış ya da eşiyle, diğer
aile bireyleriyle birlikte çalışmıştır. Kadın, her zaman
günlük hayatın bir parçası olarak telakki edilmiş ve
kendi kendisine yeter bir varlık olarak algılanmıştır.
Medenî hakları kullanma ve medenî haklardan yararlanma bakımlarından kadınla erkek arasında bir
fark gözetilmemiştir. Ancak İslâm dininin kendi sistemi içerisinde ve kadının da cinsiyeti bakımından
özel durumları gözardı edilmemiştir. Bugünkü çalışma ve sağlık mevzuatının getirdiği bazı sınırlamalara
ya da pozitif ayrımcılığa İslâm hukuk sisteminde de
rastlanır. Bunlardan birkaçının kısa açıklaması aşağıda yapılacaktır.
İlke olarak Kur’ânda şu hüküm yer alır: “Bir de
Allah’ın kiminize, kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da daha hayırlı şeyleri Allah’ın
fazlından isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”1 Kadın-erkek arası ilişkilerin genelde eşitliği ve iyi niyetle sürdürülmesi konusunda ise, “… Eşleriniz sizin
elbiseleriniz, siz de eşlerinizin elbiselerisiniz. Allah
nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için yüzünüze
bakıp, size bu lütufta bulundu. Artık bundan böyle
onlara yaklaşıp Allah’ın sizin için takdir buyurduğu
neslin arayışı içinde olun…”2
Kur’ân’ın çalışma hayatıyla ilgili hükümlerine gelince; “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka
şey elde edemez. Bu gayretinin meyvesi ve ürünü
MART 2014
105
de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir….”3 İşte burada din
ve cinsiyet ayırımı yapılmaksızın herkesin çalışma
hakkı olduğu ve bunun da yeterli karşılığını yakında göreceği vurgulanmıştır. Nitekim fakihlerin çoğu;
“Kadının yaptığı iş dolayısıyla aldığı ücret veya ticaretten kazandığı para, erkekten bağımsız olarak
müstakilen kendisinindir, içtihadını sıklıkla vurgulamışlardır.4 O nedenledir ki, İslâm miras hukukuyla
aile hukukunda mal rejimi bakımından; mal ayrılığı
sistemi benimsenmiştir. Kadın, kocasının borçları
için açıkça kefâlet, güvence vermedikçe kendi malı
ile kocasının borcundan sorumlu değildir. Günlük
hayatta kadın bir obje değil bir süjedir, erkekle eşdeğer bir konuma sahiptir.
Bir diğer âyette; “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri
teşvik edip kötülükleri menederler. Namazı hakkıyla
yerine getirir, zekâtı verir, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar
edecektir. Çünkü Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir.”5 buyurulur. Hz. Peygamber toplumdan biat aldığında, o
toplumda bulunan kadın ve erkekleri eşit ve aynı
oya sahip tutmuştur. Onlara da görüşlerini sormuş-
106
MART 2014
tur. Ne cinsiyeti ne de dindeki yeri ve inancı bakımından kadın için bir ayrım yapılmıştır.
Aile hayatı, iki farklı cinsin birlikteliği olunca elbette
burada da taraflar arasında bir uyum ve âhenk aranacaktır. Türkçemizde güzel bir söz vardır; “Yuvayı
dişi kuş yapar.” Gerçekten çok doğrudur. Yuvanın
yapılışı sadece materyal bakımından değil, moral
ve çocukların eğitimi bakımından da önemli ve gereklidir. Toplumdaki bozulmaların en temel sebebi,
yavruların anne-baba sevgi ve şefkatinden, ilgisinden mahrum kalmalarından, aile içi eğitimlerin tam
olarak yerine getirilmeyişidir.
İslâm’ın getirdiği örtünme kurallarına ve kendisine
nikâhı düşen bir yabancı ile tek başına baş başa
kalınmaması emrine uymak koşuluyla, kadın da erkek de günlük hayatta şahsına ve cinsiyetine uygun
her işte çalışabilir. Anılanın dışında herhangi bir sınırlama da yoktur. Elbette bu, aile içi sorumlulukları
paylaşma ve masraflara katılma kadının ödevi değildir, anlamına gelmez, getirilemez. Aile içi masraflar
tamamen erkeğe ait, onun sorumluluğu altındadır
da denilemez. Aile hayatı her zaman müşterektir.
Günlük hayatta kadın çalışmak için başkasının izin
ve icâzetine muhtaç değildir. İslâm hukukçuları ta-
rafından tartışmaya açılan iki konu vardır; kadının
devlet başkanı olabilmesi ve kadının hâkim olabilmesi. Devlet reisinin gerektiğinde savaşlara komuta
etmek ve ibadetlerde öne geçip imamlık yapmak
gibi sorumlulukları olduğundan ve bu görevleri de
ancak erkeklerin yapabileceğinden hareketle, kadınların Devlet reisi olması olumlu karşılanmamıştır.
Ama tarih boyunca Müslüman toplumlarda hatunlar
hep hakan ya da sultanların yanında olmuş, devlet yönetimine bizzat katılmışlar, sultanları yönlendirmişlerdir. Diğer taraftan, hukuk davalarının çözümünde tek hâkimli ya da heyet halinde çalışan
mahkemelerde kadının hâkimlik yapabileceği ifade
edilmiş, ancak, ceza (cinâyet) davalarında, ceza
yargılamasında böyle bir görevi üstlenemeyeceği
kanaati belirtilmiştir.6
İslâm Hukukunda Kadın-Erkek Eşitliği İlkesi
Bu ilke, genel eşitlik ilkesinin bir parçası, bir bölümüdür. Bir başka ifadeyle bu ilke, eşitlik ilkesinin,
günlük hayatta uygulanış türüdür. Kadın-erkek eşitliği görüşü, İslâm’da kanun koyucunun genel ilkeleri
rastgele değil de bir yararı gerçekleştirmek veya bir
zararı önlemek, gidermek için koyduğunun açık bir
kanıtıdır.
İslâm hukuk sisteminde genel kural şudur: Hak ve
ödevlerde kadınla erkek eşittirler. Kadın da erkeğin
sahip olduğu her türlü hakka sahiptir ve erkek kadar sorumluluğu vardır. Müslüman toplum erkek
ağırlıklı bir toplum da değil, kadın ağırlıklı bir toplum da değildir. Aile hayatında erkeğin kadına karşı
yükümlülükleri olduğu gibi, kadının da erkeğe karşı yükümlülükleri vardır. Kadının erkek üzerindeki
hakkı karşılığında, erkeğe karşı bir kısım görevleri,
ödevleri vardır. Erkeğin de kadının üzerindeki hakkı karşılığında, kadına karşı bir kısım yükümlülükleri
ve görevleri vardır. Bu konu “… Erkeklerin hanımları
üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları
üzerinde meşru çerçevede hakları vardır. Şu kadar
ki, erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece
daha fazladır...”7 Burada geçen bir derece fazlalık
ve farklılık İslâm hukukçularının çoğu tarafından ev
reisliği, erkeğin sorumluluğu ve çocukların nesebi,
nafakalarının temini bakımındandır. Kadın-erkek
arasındaki eşitliği, İslâm hukuku genel kural şeklinde saptamakla birlikte, erkeğe kadın karşısında
bir özellik tanımış durumdadır. Erkeğe sağlanan bu
özelliğin sınırını Kur’ân şu âyetle çizmiştir: “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebepledir ki,
Allah onlardan kimini (kimi erkekleri) kiminden (ka-
MART 2014
107
İslâm hukuk sstemnde genel
kural şudur: Hak ve ödevlerde
kadınla erkek eşttrler. Kadın da
erkeğn sahp olduğu her türlü
hakka sahptr ve erkek kadar
sorumluluğu vardır. Müslüman
toplum erkek ağırlıklı br toplum
da değl, kadın ağırlıklı br
toplum da değldr.
dınlardan) üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından infak etmektedirler.”8 İslâm’a göre, erkek, hiç
kuşkusuz, kadının ve çocukların yetiştirilip eğitilmelerindeki masraflarını karşılamakla yükümlü ailenin
ilk sorumlu kişisidir. Bu durum, İslâm hukukundaki
“Külfet nimete, nimet külfete göredir.”, “Ganimet
garamete göredir.”8 ilkelerinden kaynaklanır. Erkek
başkanlığa ve ailenin ortak işlerini idareye daha çok
hak sahibidir, bu durum da erkeğe büyük sorumluluk yüklemektedir. Erkeğin sorumluluğuna karşılık
olarak, ona bu üstünlük tanınmıştır.
Nitekim özel hukukta, medeni ilişkiler ve borç ilişkilerinde de durum böyledir. Bir şeyin yararına erişmek isteyen kişi, o konudaki zarara ve külfete de
katlanmak zorundadır. Mesela paydaşlardan her
biri ortak maldaki hisselerine göre kâr aldıkları gibi,
malın gerektirdiği masraflara da ona göre katlanırlar. Paydaşlıkta ortaklar evin kirasından paylarına
göre yararlanabildikleri gibi evin tamirine de hisseleri oranında katlanırlar. Taşınmaz malın tapuya tescil
edilmek suretiyle satışında müşteri tescil masrafını
öder. Çünkü tescil iş ve işlemlerinde onun yararı
bulunup, masraflarına da onun katlanması gerekir.9
İşte bu genel ilke, İslâm’da yetki sahiplerinin, başkalarıyla olan ilişkilerini düzenlemekte, yetki ve sorumluluklarını belirlemektedir. Hz. Peygamber (sav)
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden,
idare ettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet reisi çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve idare ettiklerinden sorumludur.
Kadın, kocasının evinde çobandır ve idare ettiklerinden sorumludur.”10 buyurmakla bu bireysel ve ortak sorumluluklara değinmiştir. Ailede karı-kocadan
her birinin özel mesele ve işlerinde kendi aralarında
böyle bir üstünlükleri sözkonusu değildir. Yani bu
108
MART 2014
gibi durumlarda, her ikisi birbirlerine eşittirler. Erkek, hanımını kendi özel işlerini yürütmekten men
edemez. O konularda kadın, kocasının izin ya da
icâzetini almak zorunda değildir. Meselâ kadın, bir
takım mülkler edinebilir, şirket kurabilir ve bunlardan doğan haklarını kullanabilir. O kadını; babası ya
da kocası bu işlerinde kısıtlayamaz, ona müdahale
edemezler. Böyle bir hakları da yoktur.11
İslâm; indiği günden beri, kadına ve erkeğe bu düzeyde bir değer vermiştir. Yani dünyanın, henüz hak
ve ödevlerde kadın-erkek eşitliğini kavramaya hazır
olmadığı bir zamanda, bundan on beş asır önce
İslâm bunu gerçekleştirmiştir. Modern zamanlarda
hâlâ kadın-erkek eşitliğinin tam gerçekleştirilemediği toplumlar vardır. Günümüzde bile bazı yerlerde
yürürlükte bulunan seküler kanunlarda kadınlara;
kocalarının izni olmaksızın özel işlerinde tam bir fiil
ehliyeti tanınmadığı gibi gelenekçi toplumlarda da
kadının toplumdaki yerine ve konumuna bakış geleneğe göredir ve daha bir geridir.
İslâm ve birden fazla kadınla evlilik sorunu: Bu sorun hem gayr-ı Müslimlere hem de kendi nefsine
düşkün Müslümanlara göre sanki Müslümanlıkta
genel ve baskın-yaygın bir ilke imiş gibi algılanır.
Birden çok kadınla evlilik, çoğu zaman istisnâî bir
uygulama olarak karşılanır. Bu durum İslâm’da sanki genel bir kural ve uygulama şeklinde düşünülüp
algılanmakta, dolayısıyla Müslümanlara da öyle bakılmaktadır. Kişisel ve cinsel duygularını öne çıkaran
bilgi eksikliği sahibi Müslümanlar da böyle algılayıp
uygulamaya kalkışmaktadırlar. Bir diğer ifadeyle kuralı istisna, istisnayı da kural haline getirmektedirler.
Konuyla ilgili âyet; “… Size helâl olup arzu ettiğiniz
diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti
gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla …
yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en
uygun olanıdır.”12 Burada erkek için dörde kadar eş
ile nikâhlanma ruhsatı (istisnası) verilmektedir. Fakat
eşler arasında adaleti gerçekleştiremeyen, âhirette
olacağı gibi, dünyada da perişan olur. İndiği günden beri İslâm, erkeğin, maddî güç ve kuvvetinden,
adâletli davranmasından emin olması şartıyla birden
fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir. Eğer
erkek, eşleri arasında âdil olamayacağını biliyor ve
âdil olamayacağından korkuyorsa, ancak bir kadınla (kuralı) evlenebilir. Böyle bir durumdaki erkeğe
birden fazla kadınla evlenme yasağı konulmuştur.
İslâm, kendi özel hukuk mantığına ve beşerî yaratılışa uygun olarak, birden fazla kadınla evlenmeyi
kabul ederken, evliliğin amacıyla bağdaşan kurallar
koymuştur. Zira İslâm, zinayı kesinlikle yasaklamış,
en ağır cezalar koymuştur. Bir taraftan zina yasaklanırken, diğer taraftan da insanlar zinâya yönlendirici
eylemlerden vazgeçmeye çağrılmıştır. Kişiler, hukuk
dışı cinsel ilişki kurmaya yönlendirici sebeplerle karşı karşıya bırakılmamıştır. Tek kadınla evlilik kuralı,
insanları; başka kadınlarla veya başka erkeklerle bir
bakıma yasadışı yollarla cinsel ilişki kurmaya yönlendirici olabilmektedir. Dünyada kadın nüfusunun
erkek nüfusundan fazla olduğu savaşlar sonrasında, kadın nüfusun sayıca erkek nüfusundan fazla
olması, insanları yasadışı yollara yönlendirebilmektedir. Birden fazla kadınla evliliği yasaklamak, birçok
kadının önünde evlenme imkânı varken evlilikten
mahrum kalmalarına, yaratılışı ve duygularıyla savaşmalarına yol açmakta, zorlamaktadır. Bu türlü
bir nefis mücadelesinde birçokları genellikle başarısız kalmakta, sonunda zina fiiline razı olur durumlara düşmektedirler. Cinsel saldırı suçlarında artış,
yabancılarca kirletilen hayâ duyguları ve namuslar,
toplumun yüz karası ve de kanayan yarasıdır.13
İslâm cinsel duyguların kuvvetini, hakkaniyetle takdir etmiştir. Erkek ve kadını, beş on kişinin başardığı
fakat pek çoğunun başaramadığı bir imtihana tâbi
tutmamıştır.
Çalışan Kadınlar, İşyerinde
Taciz Olayları ve Hukukî
Sorunlar
vermektir. Bunun sistemli uygulanmasına, ileri götürülmesine ise psikolojik savaş denilir.
a) Psikolojik tacize uğrayanların genel
özellikleri şöyle özetlenebilir:
• İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan kişiler,
• İlişkileri olumlu ve çevresindekilerce sevilenler,
• Çalışma ilkelerinden ödün vermeyenler,
• Bağımsız ve buluşçu olanlar,
b) İşyerinde tacize (mobbinge)maruz kalan
çalışanların karşılaşmaları muhtemel olaylar
da kısaca şöyledir;
• Çalışanların şerefi, doğruluğu, güvenirliği ve
meslekî yeterliliğine saldırılar başlar. Bazan bunun
tersi de olabilir; meslekî yeterliliği sorgulandığında
bu o kişiye güvenilemeyeceği anlamını ifade eder,
• Olumsuz, küçük düşürücü, yıldırıcı, taciz edici
davranışlar şeklinde olur Mesela, verilen süre içinde
başarılması zor görevler vermek, diğer çalışanlardan izole edilmek, kendisinden bilginin saklanması,
çalışma kurallarının sıkça değiştirilmesi gibi.
• İşyerinde oluştuğu ileri sürülen hatalı durumların,
tacize maruz kalanca oluşturulduğu kanısının yaygınlaştırılması, başarılı bir kişinin birdenbire yetersiz
gösterilmesi gibi.
Sosyal bilimlerde, özellikle de çalışma hayatında son zamanlarda
bir teknik terim olarak kullanılan
mobbing kelimesinin dilimizdeki
karşılığı; tacizde bulunmak, rahatsız etmek, suç hukuku noktasından cinsel ve psikolojik rahatsızlıklarda bulunmak anlamlarındadır. Mobbing, bazılarının ifadesiyle
bir psiko-terördür; düşünce ve
inanç ayrılığından tutun da, kıskançlık ve cinsiyet ayrımına kadar
uzanan bir alanda rahatsız edici
eylemler olabilir. Günümüzün büyük bir kısmının geçtiği işyerlerinde “mobbing”in en basit anlamı;
duygusal taciz etmek, rahatsızlık
MART 2014
109
le gerçekleştirilmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara
göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.” Yine
TCK “Cinsel taciz” kenar başlığını taşıyan md.
105’de “(1) Bir kimseyi cinsel amaçlı olarak taciz
eden kişi hakkında, mağdurun şikâyeti üzerine, üç
aydan iki yıla kadar hapis cezasına veya adlî para
cezasına hükmolunur. (2) Bu fiiller; hiyerarşi, hizmet veya eğitim ve öğretim ilişkisinden ya da…..
aynı işyerinde çalışmanın sağladığı kolaylıktan
yararlanılarak işlendiği takdirde, yukarıdaki fıkraya göre verilecek ceza yarı oranında artırılır. Bu
fiil nedeniyle mağdur; işi bırakmak, okuldan veya
ailesinden ayrılmak zorunda kalmış ise, verilecek
ceza bir yıldan az olamaz.”
• Taciz kurbanın itibarını kaybetmesine, yıldırılmasına, onu yanıltmaya yönelik olması ve kendisine
karşı utandırmaya yönelik eylemler şeklinde ortaya
çıkabilir.
İşte tüm ihtimallere binaen son zamanlarda sendikalar TİS taslaklarına “Sendika Üyeliğinin Güvencesi” başlığı altında; işyerinde tacize (mobbinge) de yer vermeye başlamışlardır.
Çalışma hayatında çok yaygın hale gelen; işyerlerinde psikolojik tacizin önlenmesi amacıyla;
19/03/2011 tarih ve 27879 sayılı RG’de yayımlanan 2011/2 sayılı Başbakanlık “İşyerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenmesi Genelgesi” yayımlanmıştır. Yukarıya özet olarak çıkarılan ve işyeri
barışını olumsuz etkileyici her nevi girişimler yasaklanmıştır. Bunlar, her kim olursa olsun, kişinin verimliliğini azaltır, psikolojisinin bozulmasına ve sağlığının
kaybına neden olur. Genelgeyle çalışanlar arasında
“Eşit Davranma Yükümlülüğü” zorunlu hale getirilmiştir.
Yakın zamanlara kadar işyerinde psikolojik tacizle
ilgili engelleyici yasal doğrudan düzenlemeler bulunmamaktaydı. 4857 sayılı İş Kanunu’nda dolaylı
tarzda düzenlemeler bulunuyordu. Psikolojik tacize
maruz kalan işçiler İş Kanunu’nun 5’inci maddesinde öngörülen; ı. İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siya-
110
MART 2014
sal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağı; ıı. İşverenin,
biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu
kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında
ve sona erdirilmesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamayacağı; ııı. İşçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu
hükümlerin uygulanmasının daha düşük bir ücretin
uygulanmasını haklı kılmayacağı, vb. sınırlamalar
getirilmiş ve uyulmama durumunda işçinin, 4 aya
kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan
başka yoksun bırakıldığı haklarını da talep edebileceği vurgulanmıştır. Konunun isbatı ve diğer sorumluluk boyutları için de İş Kanunu’nun 20’inci ve
24’üncü maddelerinde kurallar yer alır. Şayet, çalışanın cinsel tacize uğraması ve bu durumu işverene
bildirmesine rağmen gerekli önlemlerin alınmaması
gibi ahlâk ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve
benzerleri söz konusu ise işçi, süresi belirli olsun
veya olmasın iş sözleşmesini, sürenin bitiminden
önce veya bildirim süresini beklemeksizin feshedebilecektir.
Durumun TCK boyutuna gelince; Kanun “Çocukların cinsel istismarı” kenar başlığını taşıyan md.
102/3. fıkrada; “Cinsel istismarın…. hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiy-
Buraya kadar verilen bilgiler ışığında şunları ifade etmek mümkündür: Bu tür suçların mağdurları, maalesef çoğu kez bayanlardır. Eski Türk filmlerinde
ofislerde veya fabrikalarda çalışan kadınların maruz
kaldıkları taciz olayları filmin ana konusunu oluşturuyordu. Sonunda ya zoraki evlilikler, aile yuvası
perişanlıkları oluyor ya evlilikler yıkılıyor vs. vs. Şimdilerde bu türden olaylara toplum nerede ise kanıksadığından o konular rafa kalkmış vaziyettedir. Ama
gerçek hiç de öyle değildir ki, Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin Başbakanı konu hakkında GENELGE çıkarma lüzumunu hissediyor. Burada, psikolojik tacize maruz kalanlara Çalışma ve Sosyal Güvenlik
İletişim Merkezi Alo 170 üzerinden psikologlar vasıtasıyla yardım ve destek verilmesi bir ödev haline
getirilmiştir.
İslam hukuku açısından konuya göz atıldığında şunlar ifade edilebilir: Kur’an’da “... Kim Allah’ın sınırlarını aşar, tecavüz ederse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir...”15 buyurulur. İslâm’ın izin vermediği sahalarda hukukî işlemler yapma ve şartlar ileri sürmeyi
yasaklayan hadisler bulunmaktadır. Meselâ “Kim
emrimizin olmadığı (İslam ilkelerine uymayan) bir
işi işlerse o iş kabul görmez, geçersizdir.”16; “İnsanlara ne oluyor ki, Allah’ın Kitabı’nda bulunmayan şartları ileri sürüyorlar. Kim Allah’ın Kitabı’nda
olmayan şartları ileri sürerse, (bu şartlar yüz tane
de olsa) geçerli değildir.”17; “Müslümanlar arasında sulh anlaşması caizdir. Ancak helali haram,
haramı helâl hale getirenler yasaktır. Müslümanlar
arasında her türlü şart geçerlidir, yerine getirmek
mecburîdir. Ancak helâlı haram, haramı helâl kılan
şartlar yerine getirilmez”18. Demek oluyor ki, örf
ve âdet anlaşmazlığı giderici olduğunda ve temel
ilkelere de ters düşmediğinde, iş hayatında da olsa
kabul edilen şartla iş sözleşmesi yapmak geçerlidir.
Osmanlı dönemi hukuk uygulamasında özel hukuk
alanındaki uygulamaları ve hukukî sorunları düzenleyen Mecellede “Kitabü’l-İcâre” (kira ve insan
istihdamı konularını içeren Kitapta) ve diğer borç
ilişkilerinde hâkim ilkeler az önce anılanlardır. Pek
tabiî Osmanlı toplumu daha çok tarımcı bir toplum olduğundan toplu işçi istihdam edilen yerler,
iş merkezleri yok denecek az idi. Tarım sektöründe
de çoğu kez aile ziraatı ve imece usulü uygulanıyor,
bırakınız tacizi herkes birbirlerine fedakârlık gösteriyor, yardımda bulunuyordu. Ama siz günlük hayatta
hukukun etik kurallarla, tabiî hukukun temel ilkeleriyle ilişkisini keserseniz, sonunda daha çok psikolojik taciz olayları ortaya çıkar, önlemek için de nice
genelgeler yayımlanır…
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
Kur’ân, en-Nisa 4/32.
Kur’ân, el- Bakara 2/187.
Kur’ân, en-Necm 53/39-41.
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bak Akşit, M. Cevat; “Kadının İş
Hayatında İslâma Göre İstihdam”, I. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi Kitabı s.
65, Konya 1997.
Kur’ân, et-Tevbe 9/71.
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak Akşit; a.g.m., s. 56 vd.
Kur’ân, el-Bakara 2/228.
Kur’ân, en-Nisâ 4/34.
Mecelle, md. 88.
Müşterek mülkiyetle ilgili MK md. 694-697, Âriyetle ilgili BK
md. 301 v.s. hükmü de Mecellenin bu 88. maddesindeki
prensipten ortaya çıkmaktadır.
Buharî, cuma 11, cenâiz 32. Müslim, imare 20. Ebû Davud,
imare 1. vs.
Bugünkü modern hukuk sistemlerinde kadınlar, bazı konularda hâlâ sınırlı tam ehliyetlilerden sayılır. Kadın, günlük
hayatta mutadın üstünde işler yaptığında, işlemin geçerliliği kocasının açık iznine bağlanmıştır. Bu tür yaptığı işlerde
kocasının iznini alması gerekmektedir. O nedenledir ki, bir
şirkete sınırsız sorumlu ortak olması, bir otomobil alması...
gibi işlerde kocasının iznine gerek duyulur.
Kur’ân, en-Nisâ 4/3.
Son zamanlarda zengin batı ülkeleri ve zenginleri, toplumlarında tek kadınla evlilik esasını benimseyen ve bunu emreden kuralları uygularlarken, sekreterleriyle sürdürdükleri
hukukdışı ilişkileri gazetelerde yer aldığı gibi, Uzak Doğu ülkelerine düzenledikleri şehvet turizmleri de yine gazetelerde
boy boy yer almaktadır. Uzak doğunun ve diğer kıtaların fakir
ülkelerinin büyük bir gelir kaynağı, maalesef, bu tür şehvet
turizmi olmaktadır.
Kur’ân el-Bakara 2/229.
Müsnedü Ahmed, c. 6/s. 146, 180.
İbnü Teymiye, Nazariyetü’l-Akd, s. 15, Medine 1949; Ebu
Zehra; el-Mülkiyye ve Nazariyetü’l-Akd, , s. 245-246, Kahire
1939; Senhûrî, Masâdıru’l-Hak li’l-Fıkhi’l-İslâmî, c. 3/187,
Mısır 1967.
Şevkani; Neylü’l Evtâr, c. 5/225, Mısır 1357 h.; el Aclûnî,
Keşfü’l Hafa, c. 2/ s. 209, nu: 2303, Beyrut 1351 h.
MART 2014
111
haber
“17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi” Çalıştayı
SDE Genel Merkezi’nde 17 Aralık Süreci ve HSYK Düzenlemesi çalıştayı yapıldı. Türkiye’de 17 Aralık süreci ile başlayan “paralel devlet” yapılanması, halka hesap verme yükümlülüğü olmayan bürokratik güçlerin halkın tercihleriyle
oluşan meşru siyasi iktidarı düşürmeye çalışması, örneği
az rastlanan yeni bir vesayetçi anlayışı yansıtmaktadır. Bu
süreç Türkiye’deki darbe ve vesayet tartışmaları açısından
yeni bir vak’a olarak incelemeyi ve üzerinde düşünmeyi
hak etmektedir.
ile bazı iş adamlarının da aralarında bulunduğu tutuklama
dalgası, üç ayrı dosya kapsamında yapıldığı halde kamuoyuna tek dosya halinde yapılıyormuş gibi yansıtıldı.
SDE Genel Merkezinde, moderatörlüğünü SDE İç Politika ve demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat
Yılmaz’ın yürüttüğü çalıştaya, SDE Başkanı, Program Koordinatörleri ve SDE uzmanlarının yanı sıra diplomasi uzmanı, gazeteci, yazar ve akademisyenler katıldılar. Son dönemde yolsuzluk ve rüşvet görüntüsü altında yürütülmeye
çalışılan operasyonun bütün yönleriyle masaya yatırıldığı
çalıştay 18 Şubat 2014 tarihinde yapıldı.
Süreç, önemli sayılabilecek bir kabine değişikliğini de beraberinde getirdi. Bu arada, 25 Aralık günü yapılmak istenen operasyon son anda engellendi. Öncekine göre
daha kapsamlı olduğu sonradan anlaşılan operasyonun
engellenmesi belki de ülkeyi uçurumun sınırından kurtaran bir hamle oldu. Kamuoyu tarafından yakından takip
edilen operasyon süreci, daha önce duyulmayan yeni
kavramların da gündeme gelmesine sebep oldu. ‘Paralel
Devlet’, ‘Paralel Yapı’ gibi kavramlar ülke gündemine girdi.
Emniyet’ten, adli mekanizmalara, TÜBİTAK’tan TİB’e varana kadar birçok yerde paralel yapılanmalardan bahsedildi.
Ortaya çıkan dinlemeler, ses ve görüntü kayıtları olayın ahlaki zeminden kaydığını ve kazanmak için her şeyin meşru
olarak gösterildiği paylaşıldı.
Bilindiği üzere, 17 Aralık 2013 günü yolsuzluk ve rüşvet
gibi toplumun hassas olduğu iki konu ön plana çıkartılarak,
bakan çocukları başta olmak üzere birçok kişinin tutuklandığı bir operasyon başlatıldı. Halkbank Genel Müdürü
Çalıştay’da; 17 Aralık Süreci ve HSYK düzenlemesindeki
tespitler ve öneriler (öncelikli öneriler – orta vadeli öneriler
– uzun vadeli öneriler) rapora dönüştürülerek kamuoyu ile
paylaşılacak.
112
MART 2014