MUHYİDDİN-İ ARABÎ

MUHYİDDİN-İ ARABÎ
Muhyiddin-i İbn Arabî
560/1165’te Endülüs’te, Mürsiye’de dünyaya gelmiştir. Sekiz yaşında ilim tahsili için
İşbiliye’ye gitmiştir. Burada İbn Beşküval ve ünlü hadis bilgini Ebu Muhammed gibi
bilginlerden ilim tahsil etmiştir. Yirmi yaşında tasavvuf yoluna girmiştir. İbn Arabî’nin
ilk hanımı Meryem adını taşımaktaydı. İbn Arabî daha sonra doğuya seyahate çıkmıştır.
Kuzey Afrika, Tunus ve Mısır’a uğrayarak Mekke’ye gitmiş, oradan Bağdat ve Musul’a
uğramış, oradan da Anadolu’ya geçmiştir. Konya’ya yerleşmiş ve burada Sadreddin
Konevi’nin dul annesiyle evlenmiş, Sadreddin Konevi’yi yetiştirmiştir. Sonra Malatya’ya
uğramış, burada tekrar evlenmiştir. Daha sonra Şam’a gitmiş ve 638/1240’ta Şam’da
vefat etmiştir. Şam’ın Salihiyye bölgesine, Kasyon Dağı eteğine defnedilmiştir.
Önsöz
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a-c.c hamd olsun. Ve selam olsun, âlemlere rahmet olarak
gönderilen O’nun sevgili resulü Muhammed Mustafa-s.a.s Efendimize, bütün
peygamberlere, evliya ve şehitlere. Ehl-i Beyt, Al-i Aba, Şehid-i Kerbela’ya.
Ben bir Fusus hastasıyım. Onunla tanışmam kırk yıl evveline rastlar. Bir arkadaşım
önermişti. Aldım, ama ancak birkaç sayfa okuyabildim. Sıkıldım ve kütüphanemin
bir köşesinde unuttum. Yıllar sonra tekrar karşıma çıktı. Yine okumayı denedim;
ama kitaptaki cümleler bir saç yığını gibi kafamın içinde kümelendi. Bitirmeden yine
bıraktım. Zaten okuduğum eserin çevirisini yapan Sayın M. Nuri Gençosman beyin
önsözünde belirttiği “Şurası muhakkak ki bu gibi eserlerden muayyen bir kültür
seviyesine erişmemiş olanların faydalanması imkansızdır…” ve yine “…Fususu’lHikem’den yarınki nesle bir şey verebilmek çaresizdir…” sözleri moralimi bozmuştu.
Zannedersem 1980 yılı Ramazan ayı idi. Bu defa büyük bir kararlılıkla kitaba yeniden
başladım ve bir ramazan boyu okuyup bitirdim. Bir şeyler anladım mı? Zannetmiyorum.
Çünkü cümleler o kadar karmaşık ve o kadar çözülmesi zor kelimelerden oluşuyordu ki,
bir öğretmen olmama karşın, önünde diz çökmekten başka çarem kalmıyordu. Takip
eden yıllarda defalarca ve defalarca okudum. Her okuyuşumda anlayışım daha da
gelişti. Sonra anladıklarımı küçük notlar halinde yazmaya başladım ve onları bir dosyada
muhafaza ettim. Son yıllarda yazdığım eserin konularıyla ilgili bilgi edinmek için
titizlikle sakladığım o notlara başvurdum. Aldığım notları ve kurduğum cümleleri
okuyunca, Nuri Gençosman beyin yukarıdaki sözlerinin tam tersini düşünmeye başladım.
Neden aydın insanlarımız ve özellikle gençler bu eseri kolaylıkla ve rahatlıkla okuyup
faydalanmasın? Bu fikir beni tetikledi ve üç yıl süren bir çalışma sürecim başladı. Ve en
sonunda bu eşsiz eseri, bugün için anlaşılır duruma getirebildim. Bu eser nasıl hazırlandı?
Fusus, bugüne kadar elliden fazla kişi tarafından incelenerek çeşitli dillere çevrilmiştir.
Bunlardan tahminen on kadarı da Türkçedir. Ancak en son yazılmış bir eserde bile,
cümlelerin çoğu anlaşılır olmasına karşın, verdiği bilginin anlaşılması açık ve net değildir.
Biz Fusus’u Arapça aslından kelime kelime tercüme edip, sonra o kelimeleri birleştirip,
anlaşılması zor ve çözülmeyen cümleler haline de getirerek benzerleri gibi bir kitap
yazmadık. Biz eserin orijinal metnini Türkçeleştiren bütün yazarların eserlerini
inceleyerek verilmek istenilen bilgiyi değerlendirdik. Ve sonra da bu bilginin özünü ve
anlamını bozmadan ve değiştirmeden sizlere temiz ve anlaşılır bir anlatımla sunduk. Bunu
yaparken, ESERİN ORİJİNAL MANASINA VE VERMEK İSTEDİĞİ BİLGİ VE
MESAJA TERS DÜŞECEK HİÇBİR ŞEY YAPMADIK.
Hamza KILIÇ
Giriş
Bismillahirrahmannirrahim-Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla
Toplumlar arasındaki farklılıklar nedeniyle, dinler ve mezhepler farklı farklı
olsa da, Yüce Zat’ın sonsuz kaynağından yansıyan hikmetleri yaratılmışların
kalbine indiren Allah’a hamd olsun. Ve esenlik ve selam olsun, O’nun ikram
hazinelerinden aldığı emir ve hikmetlerini sağlam ve cömertçe insanlığa
ulaştıran Hz. Muhammed’e ve O’nun yakınlarına.
Hicri 627. yılının Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da bir rüyada Allah’ın
Resulü Hz. Muhammed efendimizi gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana;
“Bu Fususu’l-Hikem/Hikmetlerin Özü kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat ki
bu hikmetlerden herkes yararlansın.” dedi.
Ben de, “Allah ve Resulü’nün emirlerine uymak, emir sahibi olanların emirlerine
itaat etmek gerekir” diye düşündüm. Yüce Peygamber’in bana bildirdiği gibi HİÇBİR
EKLEME VE ÇIKARMA YAPMADAN bu kitabı insanlara ulaştırmak umudumu
gerçekleştirdim. NİYETİM KARŞILIKSIZ VE ARI, AMACIM TEMİZDİ.
Yüce Allah’tan dilerim ki bu hikmeti insanlara ulaştırmakta ve DİĞER TÜM
İŞLERİMDE ŞEYTANIN TUZAĞI BENDEN UZAK OLSUN. PARMAKLARIMIN
YAZDIĞI, DİLİMİN SÖYLEDİĞİ VE KALBİMİN KUŞKU DUYDUĞU
DURUMLARDA BENİ YÜCE KUDRETİ, SONSUZ GÜCÜ VE MANEVİ
İLHAMLARIYLA NEFSİMİN KUŞKU VE KURUNTULARINDAN KORUSUN.
KENDİSİNDEN GELEN ÖZ BİLGİ İLE DESTEKLESİN Kİ BU UĞRAŞIMDA
BAŞARILI OLAYIM. BU UĞRAŞIMDA, KENDİ YORUMLARINI AKTARAN
BİRİ DEĞİL, YALNIZCA BİR ÇEVİRMEN OLAYIM. BÖYLECE BU ESERİ
OKUYAN ALLAH DOSTLARI, ONUN SIRLARINA ULAŞMAK İSTEYENLER
GERÇEK BİLGİYE ULAŞABİLSİN. ÇÜNKÜ BU ESER, NEFSİN ARZULARINDAN
ARINMIŞ VE İÇİNE HİÇBİR KÖTÜLÜĞÜN KARIŞMADIĞI TANRISAL BİR
MAKAMDAN İNDİRİLMİŞTİR. UMARIM Kİ YÜCE TANRI SESİMİ İŞİTİP
DUALARIMI KABUL EDER. ÇÜNKÜ BEN, ANCAK BANA İLHAM EDİLEN
BİLGİYİ AKTARDIM; ANCAK BANA İNDİRİLMİŞ HAKİKATLARI DİLE
GETİRDİM. OYSAKİ BEN NEBİ DEĞİLİM, RESUL HİÇ DEĞİLİM. BEN
YALNIZCA NEBİ’NİN MİRASÇISI VE AHİRET BİLGİSİNİ İLETEN BİR KULUM.
Allah’tan dinleyiniz,
Allah’a dönünüz.
Benden dinlediklerinizi hatırda tutunuz.
Sonra bu sözleri anlayın ve anlamını genişletip toplayın.
Daha sonra bunları istediklerinize verin, YASAKLAMAYIN.
Bu sizin için bir rahmettir. Siz de bunu genişletip arttırın.
Alah’tan isteğim, O’nun yardımının gücü ile başkalarını da güçlendirmektir. Kardeşlerimi
Hz. Muhammed’in getirdiği dine bağlamak ve HZ. PEYGAMBER’İN TOPLUMU
ARASINDA YENİDEN DİRİLTMEKTİR. Mülk âleminin sahibi olan Allah’ın, bu eserde
bana İLK İLHAM ETTİĞİ HAKİKAT, “Adem kelimesindeki İLAHLIK HİKMETİ”DİR.
Âdem Kelimesindeki İLAHLIK HİKMETİ
Hikmet: Allah’ı, kâinattaki her şeyle beraber görmektir.
Yüce Allah, sonsuz sayıdaki kendi isimlerini, onlarla ilgili tüm suretleri ve suretlerdeki
mana ve eylemleri GÖRMEK DİLEDİ.
Suret: Biçim, dış görünüş. Bu eserde, özellikle yaratılmış tüm varlıkların dış görünüşleri
için kullanılan bir kelimedir.
Başka bir ifadeyle Allah, isimleri ve sıfatlarını ve onlardaki son derece atak ve yaratıcı
güçleri toplayıp kuşatan bir varlıkta KENDİSİNİ, KENDİ SIRLARINI GÖRMEK İSTEDİ.
KISACA ALLAH, VARLIK ÂLEMİNDE KENDİSİNİ GÖRMEK İSTEDİ.
Bir varlığın kendisini, kendi vasıtasıyla ayrıntılı ve tam olarak görmesi; örneğin, kendisini
bir ayna vasıtasıyla görmesine benzemez. Çünkü ayna, karşısındaki sureti olduğu gibi
yansıtır. Şayet aynaya bakan kişi ya da ayna olmasaydı ve ayrıca Allah’ın ona tecellisi
olmasaydı, böyle bir yansıma da gerçekleşmezdi. Böylece Yüce Allah, âlemleri kusursuz
ve örneksiz, ama ruhsuz bir beden gibi yarattı. Yarattığı âlemler parlak olmayan, cilasız
bir aynadan yansıyan görüntü halindeydi. İlahi yasa şöyle söyler: “Yaratılan her şey,
Yüce Yaratan’ın İlahi nefesi olan ruhunu zorunlu olarak kabul eder.” Bu kabul edişin
gerçekleşmesi için de âlemin, Allah’ın tecellisini kabul etme yeteneğinde olmasıyla
mümkündür ki zaten yaratılanlar da ilahi ruhu kabul edecek yetenek ve kabiliyette
yaratılmışlardır. Ve bu tecelli ile YARATILIŞ SÜREKLİ VE KESİNTİSİZDİR.
Tecelli: Allah’ın her türlü özellik ve niteliklerinin varlıklarda belirmesi/açığa çıkması.
Şu halde bu tecelli ile suret ve şekil kazanan varlıklar, başlangıç ve sonu gereği bütünüyle
HAKK’TAN MEYDANA GELMİŞTİR VE O’NDAN BAŞKASI DEĞİLDİR. Öyleyse
her şey O’NDAN GELDİ ve yine ancak O’NA DÖNER.
Allah’ın emir ve isteği; Âlem aynasının SIRLANMASIYDI. Böyle olunca, insan yani Âdem,
Allah’ın GÖRÜNTÜSÜNÜ YANSITAN AYNANIN SIRRI/CİLASI GİBİ OLDU.
Bazı melekler, tasavvuf bilgisinde “insan-ı kebir” denilen DIŞ ÂLEMİN/EVRENİN
KUVVETLERİDİRLER. (Tasavvufta insanın kendisine insan-ı sagir/küçük âlem, insanın
dışındaki aleme de insan-ı kebir/büyük alem denir. Evrendeki 4 temel kuvvet; 1- Çekim
kuvveti. 2- Elektromanyetik kuvvet. 3- Zayıf nükleer kuvvet. 4- Güçlü nükleer kuvvet. Ve
daha bunun gibi evrende sayısız güçler bulunur. BUNLARIN TAMAMI MELEKLER
TARAFINDAN YÖNETİLİR.)
Bunun gibi, bazı melekler de insanın yaratılışındaki RUHİ GÜÇLER VE DUYGULAR
OLDULAR. (Akıl gücü, hayal gücü, düşünme gücü, hafıza gücü ve beş duyumuz gibi.
Bunlara “MELEKE” de denilir.)
Şüphesiz Allah’tan kaynaklanan ve insana da yansıyan bu güçler, İNSANI KENDİ
NEFSİYLE PERDELENDİĞİNDEN, KENDİLERİNDEN DAHA ÜSTÜN BİR
MELEKEYİ KABUL ETMEZLER. Böylece bu güçler, kendi yeteneklerini üstün
gördüklerinden, başkalarının yeteneklerini beğenmez ve bu konuda alemde söz sahibi
olduğunu iddia edip başkaları üstünde hakimiyet kurarlar. İnsanların kendilerini
diğerlerinden üstün görmesinin nedeni, Yüce Allah’ın her birine verdiği kendi özel
nitelikleridir. Bu niteliklerin birinci kaynağı, BİZZAT YÜCE ALLAH’IN KENDİSİDİR.
Ve kendisinden kaynaklanan bu özel nitelikler, ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARIDIR
Kİ her var olan VASITASIZ OLARAK BU KAYNAKLARDAN BESLENİR.
İkincisi; güç, iktidar ve yetki için; AKIL, İRADE, HAYAL, BİLİNÇ gibi yeteneklerle
donatılmış olması.
Üçüncüsü ise; TABİATIN ASLINA TAM UYAN MÜKEMMEL BİR BEDENE
sahip olmasıdır.
Ancak bu hakikat ilmine akıl, nazari/teorik düşünce yoluyla ulaşamaz. Böyle bir konu
“ilahi keşif” yolu ile anlaşılabilir. Bu keşif sayesinde kişi, ALLAH’IN İLAHİ RUHUNU
GİYİNEN BU ÂLEMİN ASLINI, ancak bu şekilde anlar.
Hakikat: Bir şeyin aslı, gerçeği. Bir şeyi o şey yapan nitelik, özellik.
İlahi Keşif: Allah’tan kaynaklanan düşünce/ilham.
Yukarıda sözü edilen varlığa, İNSAN VE HALİFE adı verildi. Bu isimle anılmasının
sebebi, yaratılışının mükemmel ve genel olmasından, AYRICA TOPLAYICI VE
KUŞATICI OLMASINDANDIR. YANİ ALLAH’IN İSİMLERİNİ VE
SIFATLARINI KENDİSİNDE TOPLAMASINDANDIR.
Halife: Vekil, temsilci.
Bu nedenle insan Hakk nazarında, gözdeki görmeyi gerçekleştiren GÖZBEBEĞİ
GİBİDİR. Çünkü Allah, YARATTIKLARINA ONUN VASITASIYLA BAKAR
VE MERHAMET EDER. O, Hakk’ın varlığını taşıdığı için EZELİ/ÖNCESİZDİR.
Maddesiyle ölümlü, fakat manası bakımından EBEDİ VE DAİMİDİR. Yani Yüce
Allah, EZELİ VE EBEDİ YÖNLERİNİ Onun vücudunda BİRLEŞTİRMİŞTİR. (Böylece
insan, HAKK’IN VARLIĞINDA SONSUZA KADAR DA VAR OLACAKTIR.)
Böylece âlem, insanın varlığıyla tamamlandı. Bu nedenle ona halife ismi verildi. Bu
değerle insan aleme göre yüzükteki kaş gibidir. Kaş ise padişahın hazinelerine vurduğu
mühürdür. Nasıl ki mühür hazineleri koruyorsa, Allah da İNSAN VASITASIYLA
ÂLEMLERİ KORUR. Sultanın mührü o hazinenin üzerinde oldukça, hiç kimse sultanın
izni olmadan bu hazineleri açmaya cesaret edemez. Böylece Allah, kendisine ait olan
alemin korunmasında Adem’i, kendisine halife yaptı. İşte âlemlerin içinde bu “kâmil insan”
bulunduğu sürece, alem biteviye korunacaktır.
Allah’ın her ismi, insanda tecelli edip açığa çıkmıştır. Böylece insan, mertebesi ve varlığı
ile her şeyi kendinde toplama ve kapsama seviyesine ulaştı. Allah meleklere, işte bu insan
hakkında bilgi verdi ve: “…Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi…”-Bakara, 2/30
O halde sakın! Çünkü Allah sana, senden başkasıyla-yani meleklerin durumuyla öğüt
vererek uyarıyor. İYİ DÜŞÜN. Allah’ın uyarısına muhatap olan insana bu ikaz nereden
geldi? Melekler bu halifenin yaratılışının gereğini anlayamadıkları gibi, kendi ibadetlerinin
EKSİKLİKLERİNİ DE ANLAYAMADILAR. Çünkü meleklerde, ÂDEM GİBİ BÜTÜN
İSİMLERİN TECELLİSİ YOKTUR. ONLAR KENDİLERİ İLE İLGİLİ OLAN İLAHİ
İSİMLERDEN BAŞKASINI BİLMEZLER VE ANCAK HAKK’A BİLDİKLERİ
İSİMLERLE İBADET EDERLER. Böyle olunca onlar, yaratılışları gereği “Yeryüzünde
bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın?”-Bakara, 2/30 diyerek şikayette bulundular.
Oysaki onların bu hali, ALLAH İLE AYRILIĞA DÜŞMEKTEN BAŞKA BİR ŞEY
DEĞİLDİ. Çünkü, Âdem hakkında söyledikleri söz, ASLINDA ALLAH HAKKINDA
SÖYLENMİŞ BİR SÖZDÜ. Aslına bakarsanız, meleklerin yaratılışı bu şekilde olmasaydı,
Âdem hakkında böyle konuşmazlardı. ÇÜNKÜ MELEKLERDE BİLİNÇ YOKTUR.
Eğer onlar kendi yaratılışlarını bilselerdi, bu gerçeği anlarlar ve böyle konuşmaktan
kaçınırlardı. Oysaki melekler bununla kalmadılar; “Bizler seni hamd ile takdis ve tesbih
ederken yeryüzünde…” diyerek İBADETLERİNİ DE İDDİALARINA KATTILAR.
Buna karşın Âdem, meleklerin bilmedikleri ilahi isimleri de biliyordu. Dolayısıyla melekler,
o isimleri bilmedikleri için Rablerine Adem’in yaptığı gibi ibadet edemiyorlardı. İş böyle
olunca Allah, katındaki mertebe ve derecemizi anlamamız ve karşısında saygıyı öğrenmemiz
için meleklerle arasında meydana gelen bu olayı bize bildirdi. O halde, Kendisiyle aynı
olduğumuz bilgisine sahip olarak elde etmiş olduğumuz fazileti, KAYIT VE ŞARTA
BAĞLAYIP-VARLIĞIMIZIN, KENDİMİZDEN KAYNAKLANDIĞINI ZANNEDEREK
BİR DAVA DA BUKUNMAYALIM. Durumumuza uymayan ve bilgimize sığmayan böyle
bir konumu neden iddia edelim? Sonuçta bu yüzden niçin rezil olalım? İşte bu ilahi tanım,
EDEP SAHİBİ, İMAN SAHİBİ VE HALİFE OLAN KULLARIN SAYGIYA DAVET
EDİLDİĞİ NOKTADIR.
Asıl konumuza, hikmet bahsine dönersek;
Umur-ı Külliye; hayat, ilim, irade, akıl, düşünce ve ruh gibi melekelerdir. Bunlar akılda var
olan bütünlük kavramlarıdır. Bu gibi kavramların var olduklarını akıl kabul eder; ancak
dışarıda gözle görülür, elle tutulur bir vücutları yoktur ve bölünmez bütünlerdir. Onlar
batın/içseldir. Batın olmaları, kendilerinin dışarıdaki somut varlıklardan ayrı olmalarını
gerektirmez; tersine, varlık olan her şeye hükmeder ve etkide bulunur. HATTA ONLARIN
AYNIDIRLAR. Bu vücudu olmayan, fakat akılda var olan meleke dediğimiz bütünlük
kavramları akılla algılanır ve fakat dışarıda görünür bir vücudu olmadığından, SOYUT/
GİZLİDİRLER. Buna karşın, varlıkların aynı olmaları yönünden ise SOMUT/
AÇIKTIRLAR. Kısaca, bu bütünlük arz eden kavramlar, mevcut varlıkların kendilerinden
başka şeyler değildirler. Görünen dış varlıklardan her biri, akılla kavranabilir olmaları
ortadan kaldırılacak olursa, dışta ve görünür varlık olmaktan da çıkarlar. (Yani belirten
olmayınca, belirtilenin görünmesi de mümkün değildir.) Geçici olan veya geçici olmayan
her görünür varlık için bu durum aynıdır. Görünen varlığın görünmeyen varlığa nispeti/
bağlantısı, her iki durumda da bir ve aynıdır.
Hakk, her ne kadar kendi nitelikleriyle bizi donatmış olsa bile, zorunlu olarak Hakk ile âlem
arasında ayırıcı bir özelliğin olması şarttır. Bu özelliklerden en önemlisi, VAR OLMADA,
KENDİSİNE MUHTAÇ OLMAMIZ VE VARLIĞIMIZIN O’NA DAYANMASIDIR.
ÇÜNKÜ YARATILAN, YARATANA MUHTAÇ VE BAĞIMLIDIR. Yaratan ise böyle
bir muhtaçlıktan ve bağımlılıktan arınmıştır. Böylece Hakk için, başlangıcı olmamak
anlamındaki ezel ve öncesizlik geçerli olmuştur. Başlangıç deyince; kendisinden varlığın
belirdiği anı kastediyoruz Varlığın yokluktan açılımı BU BAŞLANGICIN İÇİNDEDİR.
İşte bu nedenle Hakk, Evvel/ilk olduğu gibi O’na aynı zamanda Ahir/son da denildi.
ASLINDA YARATILANLAR İÇİN SON, SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Şayet Allah’ın
evvelliği, sonradan yaratılan VARLIĞIN BAŞLANGICI OLSAYDI, biz varlıklar için
GERÇEKTEN BİR SON OLURDU. Oysaki Allah’ın evvelliği, EVRENİN
YARATILIŞIYLA BAŞLAMAZ. Bu nedenle Allah’ın vücudunda ezelden beri var olanın,
başlangıcı ve sonu olmadığı gibi VAR VEYA YOK OLMASININ DA BAŞLANGICI
VE SONU YOKTUR. İşte varlığı Allah’ın varlığına bağlı olan tüm evrenin ve içindekilerin
var olma ve yok olma ayrıntıları bile ezeli ve ebedidir. Belki, her şeyin kaynağı başlangıcı
ve tüm vasıfları Hakk olduğundan, kendisine “Evvel” ve yine bütün bunların Kendisine
geri döneceği için, “Ahir” denildi. Şu halde Hakk, ilk olduğu yönünden Ahir, son olduğu
yönünden Evvel’dir. Bilmemiz gerekir ki Hakk, kendisini “açık ve gizli/Zahir ve Batın”
diye nitelendirdi. Bu nedenle gizli yönümüzle Batıni, görünen yönümüzle zahiri anlayalım
diye ALEMİ DE “GÖRÜNÜR VE GÖRÜNMEZ” OLARAK YARATTI. Allah, âlemin
hakikat ve ayrıntılarını kendisinde topladığı İnsan-ı Kâmili yaratmayı dileyince, bu iki
karşıt niteliğini (Celal ve Cemal sıfatlarını) “iki el” diye ifade etti. Buradaki o “iki el”den
birisi EVRENİN MADDE YAPISI diğeri EVRENİN RUHUDUR. (Ya da şöyle de
diyebiliriz: Bu iki elden biri “alemin sureti” bir diğeri ise “Hakk’ın sureti”dir.) Bundan
dolayı alem görünür, ama ruh yani ona can veren görünmez. Bu nedenle SULTAN/Allah,
HALKTAN GİZLENMİŞTİR. Çünkü Allah kendisini, tabiattaki cisimlerin dış
görünüşleriyle PERDE PERDE ÖRTMÜŞTÜR. Ayrıca latif ruhlar/meleklerle de Kendi
arasında NURANİ PERDELER VARDIR. Bu duruma göre âlem, “latif” ile “kesif”
(görünmeyen ile görünen) arasındadır ve âlem de BİZZAT KENDİSİYLE HAKK’TAN
PERDELİDİR. Âlem ve içindekiler Hakk’ı, O’NUN KENDİLERİNİ BİLDİĞİ KADAR
KESİN VE DOĞRU BİLEMEZ. Ne var ki âlem kendi yaratıcısına bağımlı olduğundan,
O’NDAN AYRI OLDUĞUNU BİLİR. Ama bu bilgisi yeterli değildir Ve Hakk’ın zatı/tam
kendisi hakkında da bilgi sahibi olamaz. Çünkü zatına yaklaşmak imkânsızdır. Bundan
dolayı, O’NU EBEDİYEN KAVRAYAMAZ. Hatta hakikat yönünden herhangi zevk ve
şühud yoluyla da bilinmez. Çünkü sonradan yaratılmışlar için sonsuzu kavrama yeteneği
yoktur. ŞU HALDE ÂLEM HİÇ KALKMAYACAK PERDELERLE ÖRTÜLÜDÜR.
Şühud: Gözle görüyormuş gibi düşünebilme yeteneği/ilahi görüş.
Bu yüzden Allah Adem’i, ancak onurlandırmak için iki eli arasında yarattı. Bu iki elden biri
“alemin sureti” ve diğeri ise, “Hakk’ın suretidir.” Bu yaratılıştan sonra Yüce Allah, İblis’e
sordu: “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?”-Sad, 38/75
Şayet ÂDEM, Hakk’ın suretinde yaratılmasaydı, halife olamazdı. HALİFESİ OLDUĞU
KİMSELERİN isteklerini karşılayacak yetenekler Âdem’de bulunmasaydı ve İSTEK
SAHİPLERİNİN isteklerinin tümü O’NDA VAR OLMASAYDI, İNSANLAR ÜZERİNDE
HALİFE OLAMAZDI. Çünkü bütün insanların ve tüm âlemin O’na ihtiyacı vardır.
Öyleyse halifelik, ancak İnsan-ı Kamil için geçerlidir. Bunun için Allah, İnsan-ı Kamil’in
dış/görünen suretini, alemin gerçek suretine ve iç/görünmeyen suretini de kendi suretine
göre yarattı. Bu nedenle onun hakkında Yüce Hakk, “Ben o’nun İŞİTME VE GÖRME
DUYGUSU OLURUM” dedi; “Ben o’nun GÖZÜ VE KULAĞI OLURUM” demedi.
Böylece görünür ve görünmez suretleri birbirinden ayırdı. Hakk’ın âlemlerdeki tecellisi,
tecelli ettiği varlığın isteği ve istidadına göredir. Ama hiçbir varlık HALİFEYE VERİLEN
YAPICI VE TOPLAYICI ÖZELLİKLERE SAHİP DEĞİLDİR. İşte bu nedenle insan halife
seçildi VE DİĞER VARLIKLARDAN ÜSTÜN OLDU. Şayet Hakk, âlemlere sureti ile tecelli
etmeseydi, onların var olması imkânsızdı. Aynı şekilde, akılla bilinen, fakat soyut olan
kavramlar/hakikatler yani Allah’ın isim ve sıfatlarındaki AKTİF MANALAR
OLMASAYDI, DIŞ VARLIKLARDA HERHANGİ BİR ETKİLENME/HAREKET/İŞ/OLUŞ
ORTAYA ÇIKMAYACAKTI. Bütün bu nedenlerle âlemin, var olması/varlığını sürdürmesi
için Hakk’a ihtiyacı vardır.
Bütün âlem O’na muhtaçtır,
Hiçbiri bağımsız değil.
İşte bu söz gerçek sözdür kapalı değil.
Eğer hiçbir şeye ihtiyacı olmayandan söz ediyorsan,
İyi bil ki O, kimseye muhtaç değil.
O halde neyi kastettiğimizi anla.
Şu halde her şey birbirine bağlıdır.
Hiçbiri Hakk’tan ayrı değil.
Benim bildiğimi benden dinleyin.
Böylece Âdem’in “Zahiri” yani görünür suretinin yaratılışındaki hikmetini ve yine
onun “Batıni” yani ruhunun yaratılışındaki hikmeti anladın. Şu halde Âdem hem
“Hakk”, hem de “Halktır”.
Ayrıca Âdem’in toplayıcılığı ve özel yetenekleriyle halifeliği hak etme hususunda
gerçeği ve o gerçeğin kaynağının da ne olduğunu bildin. Öyleyse Âdem, kendisinden
insan türünün yaratıldığı tek bir nefistir.
Bu durumu Allah şöyle ifade etmiştir: “Ey insanlar! Sizi tek bir neftsen yaratan, ondan eşini
yaratan, bu ikisinden de pek çok erkek ve kadın yaratan Rabbinizden sakının.”-Nisa, 4/1
Allah’ın bu emri şöyle açıklanır: “Zahirinizden kaynaklanan şeyi Rabbinize karşı ve
Batınınızdan kaynaklanan şeyi ise Nefsinize karşı koruyun. O BATIN İSE SİZİN
RABBİNİZDİR.” Burada verilen emir zem ve hamd’dır. Yani siz başınıza gelen kötülükten
dolayı Hakk’ı zemmetmeyin/kötülemeyin ve iyiliklerden dolayı da nefsinize hamd etmeyin/
övmeyin. (Bu açıklama “İyilikleri Allah’tan, kötülükleri ise nefsinizden bilin”
ayetiyle örtüşür.) EDEPLİ VE İLİM SAHİBİ OLUN.
Sonra Allah, Âdem’e bağışladığı her şeyi kendisine bildirdi. Bağışladıklarını iki avucu
içerisine aldı. Bir elinde âlem ve öbür elinde ise Âdem ve mertebeleri ile birlikte O’NUN
SOYUNDAN GELENLER VARDI. BUNLARI ÂDEM’E GÖSTERDİ. Yüce Allah,
BU “EN BÜYÜK BABAYA” BAHŞETTİĞİ GERÇEĞİ BANA GÖSTERİNCE, bende
kitapta çizilen sınırlar içinde olan şeyleri yazdım. Yoksa bana öğretilen gerçekleri değil.
ZİRA YAZMAYA KALKSAM; NE KİTAP, NE DE BUGÜN MEVCUD OLAN ÂLEM
YETER. Bu kitapta söz ettiğimiz, ancak görüp anlattığımız şeylerdir. İşte bu bölüm “Âdem
Kelimesindeki (İlahlık) Hikmeti” Allah Resulü’nün, ilahi hikmetin hudutları içersinde bana
bildirdiği Adem kelimesinde gizlenen hakikatlerdir.
Her hikmetin özü, kendisine ayrılmış olan sözcüğün içerisindedir. Bu kitaptaki konuları
“Ana Kitap”ta belirtilmiş olduğu gibi açıklamaya çalıştım. BANA İLHAM EDİLEN
NEYSE ONA UYDUM. BUNUN ÜZERİNE BİR ŞEYLER EKLEMEK İSTESEM BİLE
BUNU YAPAMAM. ÇÜNKÜ KULLUK SIFATIM BUNA ENGEL OLUR. BAŞARIYI
ANCAK YÜCE ALLH VERİR. O’NDAN BAŞKA RAB YOKTUR.
Şit Kelimesindeki HİBE HİKMETİ
Hibe: Bağış, ikram, ihsan, hediye.
Bil ki, şu dünya âleminde Yüce Allah’ın bizlere sunduğu hediyeler elimize geçsin ya da
geçmesin iki yönden gelir. Birincisi, Allah’ın Zatı tarafından; ikincisi, isimleri tarafından
gelen nimet ve hediyelerdir. Bunlar farklıdır ve bu fark ancak ilahi anlayış sahipleri
tarafından bilinir. Bu ihsan ve bağışların bir kısmı belirli bir istekle karşılanırken, bir kısmı
da belirli bir istek olmadan kendiliğinden gelir. Bu bağışlar, ister Allah’ın Zatından gelsin,
ister isimlerinden gelsin, arada fark yoktur.
Allah’tan bağış ve ihsan dileyenler de iki kısımdır. Birincisi ACELECİDİR. Dileğinin hemen
kabul edilmesini ister. Zira, “İnsan aceleci yaratılmıştır”-Enbiya, 21/37
İkincisi ise, istediklerinin YÜCE ALLAH’IN İSTEMESİNE BAĞLI OLDUĞUNU
BİLİRLER. Kul, dilediği şeye ancak istedikten sonra ve Allah’ın dileyip istemesinden sonra
kavuşur. Bu durumda derler ki: “Allah’tan istediklerimiz O’nun dilediği şekilde olsun.”
Böyle olunca, onların isteği, ALLAH’IN İSTEDİĞİNE DÖNÜŞÜR. Bununla birlikte,
istekte bulunan kul, Allah’ın istemesinin ne zaman ve ne şekilde olacağını bilemez. Çünkü
bu tür bilgiye sahip olmak, en zor bilgilerden biridir. Eğer kul, böyle bir bilgiye sahip
olsaydı, belki de hiç istekte bulunmazdı. Kul kendi yeteneklerinin farkında değildir.
Ancak, kendi halinin farkındadır. Çünkü kul, kendi halini ve kendisini dua etmeye
yönelteni bilir. Durum böyle olunca, yönelten duanın önüne geçer. “Bu insanların
Hakk’tan bir şey istememelerinin altında yatan gerçek nedir?” diye sorarsanız, biz
deriz ki: Bu gerçek, Allah’ın kendileri ile ilgili yazgı kararlarını bilmeleridir. Bundan
dolayı bu gibi insanlar kendi nefsi istek ve arzularından arınarak Hakk’tan gelecek
her şeyi kabul ederler.
Allah’ın böyle bir kul ile ilgili bilgisi, BÜTÜN DAVRANIŞLARININ DAHA
YARATILMADAN ÖNCE ALLAH’IN EZELİ BİLGİSİNDE SABİT
OLMASINDANDIR. (A’YAN-I SABİTE)
KUL DA, A’YAN-I SABİTESİNİN HAKK’A VERMİŞ OLDUĞU BİLGİNİN,
ANCAK EZELDE VERMİŞ OLDUĞUNU VE BU BİLGİNİN DIŞINA
ÇIKILAMAYACAĞINI BİLİR. ALLAH’IN DOSTLARI İÇİNDE BÖYLE
KULLARDAN DAHA ÜSTÜN VE KEŞİF SAHİBİ BAŞKA KULLARI
YOKTUR. ONLAR KADER SIRRININ NE OLDUĞUNU DA BİLİRLER.
Kader sırrını bilenler de iki kısımdır. Birincisi, kader sırrını yüzeysel ve özet olarak
bilir. Diğeri ise derin ve ayrıntılı olarak bilir. Ancak, ayrıntılı olarak bilen, özet
olarak bilenden üstündür. Çünkü kaderi ayrıntılı olarak bilen kul, bu bilgisini ya
Allah’ın ilmindeki bilgiden yani ALLAH’IN EZELİ BİLGİSİNDE KAYITLI
OLAN KENDİ A’YAN’I SABİTESİNDEN YA DA DOĞRUDAN ALLAH’TAN
ALIR. Böyle olunca, kulun ilahi keşif sayesinde öğrendiği bilgi, Allah’ın bilgisinin
aynısı olur. Çünkü bilgi aynı kaynaktan alınmıştır.
İlahi Keşif: Allah tarafından ilham edilen bulgu/buluş.
Şunu da söylemek gerekir ki, kul tarafından bilinen o bilgi, KENDİSİ İÇİN
TAKDİR EDİLMİŞ BİR HAYIR, BİR İHSANDIR. Bu ihsan da o keşif sahibi
kulun a’yan-ı sabitesinde kayıtlıdır. İşte bütün bunları Allah kuluna göstermiştir.
Ancak kul, edindiği bu bilgileri nasıl öğrendiğini bilemez. Çünkü bu bilgiler
DOĞRUDAN ZAT’TAN GELİR VE GELEN BİLGİNİN HERHANGİ BİR
SURETİ/BELİRTİSİ YOKTUR. Bu bilgi ile deriz ki:
ALLAH’IN İLAHİ VE SONSUZ BİLİNCİNDE MEVCUT OLAN
a’yan-ı sabitelerdeki bilginin kula aktarılması ile kulun keşif sayesindeki edindiği bilgi
aynıdır. Bu nedenle Kur’an’da “…TA Kİ BİZ BİLELİM…”-Muhammed, 47/31
ayeti kesin bir sözdür ve bilelim kelimesinin anlamı, kendisinde bu meşrep yani tevhid
bilgisi olmayan kişinin sandığı gibi değildir. (Bilelim kelimesinin anlamı, “kesinleşmiş
bir yargı” demektir. Çünkü bilmeyi isteyen ve bilinmek istenen aynı varlıktır.)
Yüce Peygamber, gerek açık yönü olan resullükle ilgili, gerekse gizli yönü olan velilikle
ilgili tüm bilgilerin içeriğini DOĞRUDAN ALLAH’TAN ALIR. Öyle ki, Peygamber’e
vahyi getiren melek de AYNI KAYNAKTAN ALIR. Bütün bunları ANLADINSA
FAYDALI BİLGİLER ALDIN DEMEKTİR.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e varıncaya dek bütün nebiler ne almışlarsa, aldıkları
ilimlerin tamamını son peygamber’in ışığından almışlardır. ÇÜNKÜ O’NUN
YARATILIŞI SONRADAN OLSA BİLE, HAKİKATİYLE EZELDEN BERİ
MEVCUTTU. Bu durum “Âdem henüz suyla toprak arasındayken BEN
PEYGAMBERDİM” hadisiyle sabittir. O’nun dışındaki peygamberler ise ancak
peygamber olarak gönderildiklerinde peygamber olmuşlardır. Böylece Son Peygamber’in
hem velilik hem de resullük yönü, Adem’in yaratılmasından evvel devam edip gelmektedir.
Diğer velilere gelince; onlar velilik mertebesine ancak Allah’ın ahlakıyla ahlaklanıp ve bu
ahlakları gereği Allah’ın onları, veli/dost ve hamid/övülen isimleriyle isimlendirildiklerinde
erişebilirler. Şu halde son peygamber’in veliliği yönü ile diğer veliler karşısındaki durumu,
daha evvel gelen peygamber ve resullerin son peygamber karşısındaki durumlarına benzer.
Bu nedenle son peygamber; hem veli, hem nebi, hem de resuldür. Son evliya ise,
hakikatleri görebilen ve bilgisini kaynağından alan bir mirasa sahiptir. Bu nedenle,
şefaat kapısını açmada Ademoğullarının efendisi, toplumunun öncüsü olan, o son
peygamber Hz. Muhammed güzelliklerden bir güzellik örneğidir. O, kuşkusuz
şefaat konusunu özelleştirdi, BİR GENELLEME YAPMADI. Böyle olunca O;
Rahman/esirgeyen ve Müntakim/suçluları adaletli olarak cezalandıran isimleri ile
yargılanan suçlulara, Allah’ın şefaatinden sonra YARDIMLARINA KOŞARAK
hepsinden ileri geçti. Hz. Muhammed bu özel makamı EFENDİLİĞİ İLE
KAZANDI VE BU MAKAMDA “EFENDİ” OLDU. Mertebe ve makamları
anlayan kimse için, bu sözleri anlamak güç gelmez.
Nuh Kelimesindeki TENZİH HİKMETİ
Bilmelisin ki, gerçekleri bilenlere göre Yüce Allah’ın katında “tenzih” O’nu sınırlamak
ve kayıt altına almaktır. Ancak bu şekilde Allah’ı tenzih eden kimse YA ÇOK CAHİL
YA DA EDEBİ/TERBİYESİ EKSİK KİMSEDİR.
Tenzih: Hakk’ı varlıklardan ayrı tutma.
Teşbih: Hakk’ı varlıklara benzetme.
Böylesi cahil ve edepten yoksun kişiler, TENZİHİ MUTLAKLAŞTIRMAKTAN BAŞKA
ÇIKAR YOL BULAMAZLAR. Ve yine bunlar gibi, ŞERİATI KABUL EDEN MÜ’MİNLER
DE YALNIZCA HAKK’I TENZİH EDİP, BUNDAN BAŞKA ÇIKAR
YOL BULAMAZLARSA, TÜMÜ ALLAH’I VE PEYGAMBERİ YALANLAMIŞ
VE BÖYLECE EDEP DIŞI DAVRANMIŞ OLURLAR.
Buna karşın, Allah’ı tanımak yolunda tenzih ile teşbihi birleştiren en doğrusunu yapar.
Ve Allah’ı bütün isimleri ve sıfatlarıyla ayrıntılı olarak değil, ama genel olarak tanır. Bu
tanımanın genel olmasının nedeni, isimlerinin ve alemdeki suretlerin sonsuz olması ve
onları tanımlamanın imkansızlığıdır. Bu imkânsızlığa karşın Hz. Peygamberimiz, Hakk’ı
tanıyıp bilmeyi nefsi bilmeyle eş tutarak; “NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR” dedi.
Yüce Allah da; “Yakında Biz ayetlerimizi onlara ufuklarda gösteririz. Ve Biz ayetlerimizi
onlara NEFİSLERİNDE GÖSTERİRİZ. TA Kİ ONLARA AÇIKÇA GÖRÜNSÜN Kİ
ŞÜPHESİZ O HAKK’TIR…”-Fussılet, 41/53 diyerek bizlere yol göstermişlerdir. Bu
ayette “Ufuklardan” maksat, senin dışında olan alemdir. “Nefislerden” maksat ise, senin
kendindir ve “Ta ki açıkça görünsün ki” yani varlıkların içine ve dışına bakanlara, şeksiz
şüphesiz ve açık olarak görünsün ki AYET DEDİĞİMİZ YARATILMIŞLARIN TÜMÜ
HAKK’TIR. Bu durumda sen, Allah için MADDİ BİR SURET GİBİSİN, O’da madde
varlığını YÖNETEN VE İDARE EDEN RUH GİBİDİR. Bu tanım senin, HEM DIŞ
VARLIĞINI HEM DE İÇ ÂLEMİNİ KAPSAYIP İÇİNE ALIR. ÇÜNKÜ BEDENİ
YÖNETEN RUH AYRILDIĞINDA, GERİYE KALAN CESEDE ARTIK İNSAN
DENEMEZ.
Şu halde âlemlerde yaratılanların hepsi Hakk’ın Hakk’ı öven dilleridir ve sürekli O’nu
överler. Onun için Kur’an’da, “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” diyerek
övgünün yine kendisine yönelik olduğunu bildirir. O HALDE, ÖVEN DE, ÖVÜLEN DE
KENDİSİDİR.
“Ne yöne dönerseniz dönün Allah’ın yüzü/zatı oradadır.”-Bakara, 2/115 BUNUN BÖYLE
OLDUĞUNU BİLEN BİLİR, BİLMEYEN DE BİLMEZ. Oysaki Yüce Allah,
Muhammedilere, “Senin Rabbin, yalnız ve ancak kendisine ibadet etmenize karar verdi.”İsra, 17/23 diye emretti. Bu konuda bilgi sahibi olan, kime kulluk ettiğini, ibadet olunanın
kim olduğunu bilir. Bu bilgi nedeniyle, HANGİ NESNEYE TAPILIRSA TAPILSIN, O
TAPILANDA ALLAH’IN BİR ÖZELLİĞİNİN OLDUĞUNU VE DOLAYISIYLA
KİME YA DA NEYE İBADET EDERSE ETSİN, ALLAH’A İBADET ETTİĞİNİ
BİLİR. VE YİNE ALLAH BİLGİSİ ÜST DÜZEYDE OLAN KİŞİ BİLİR Kİ;
görünen farklılık, çokluk ve ayrılık, insan bedenindeki, manevi güçlerin çokluğu
gibidir. Bu nedenle âlemlerdeki farklılıklar ve çokluklar, O’NUN TEK İLAH
OLDUĞUNA ASLA ZARAR VEREMEZ. İŞTE BU NEDENLE, HANGİ PUTA
YA DA İLAHA İBADET OLUNURSA OLUNSUN, ASLINDA YİNE DE
HAKK’A İBADET EDİLMİŞ OLUNUR. Şimdi çeşitli putlara tapan kimselere
“Kime ibadet ettiniz?” diye sorulsa, “ilaha” taptık diye cevap verirlerdi. Yoksa
mutlak olan ilaha yani Allah’a taptık demezlerdi. Oysaki Allah bilgisi üst seviyede
olan bir kul, ALLAH’I SURETLERDE KAYITLAYIP HAPSETMEZ. Yani
putlarda, tanrılık olduğu hayaline asla kapılmaz. O, tapınılan putlarda Allah’ın
tecellisini GÖREBİLEN BİR GÖRÜŞE SAHİPTİR. İşte bu görüşünden dolayı
“putları da yüce tutmak gerekir” diyebilir. BU KONUDA HAYALE KAPILAN
BİLGİSİZ KULLAR, “Biz putlara bizleri Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz”-Zümer,
39/3 demelerine karşın, ÜSTÜN BİLGİ SAHİBİ KULLAR İSE, “İlahımız tek bir
Allah’tır…”-Nahl, 16/22 O, nerede kimde belirirse, O’na teslim olunuz derler.
(Hakk’ın tecellilerinin çokluğu, sizi Hakk’ın zatından perdelemesin.)
ÖYLE İSE BENLİKLERİNDE KİBİR VE GURUR ATEŞİ SÖNMÜŞ OLANLARA
MÜJDE VER.-Hac, 22/34 Çünkü onlar, (yaratılmışların sahibine, onları sevk ve
idare edene) “tabiat” demediler, “ilah” dediler. (Tabiat, yöneten değil yönetilendir.)
KENDİ NEFİSLERİNİ KENDİLERİNE RABB TAYİN EDENLERİN
YAPACAKLARI YENİ BİR ŞEY YOKTUR. Onlar ancak ÖRTÜLMÜŞ OLAN
ŞEYİ AÇAR, AÇILMIŞ OLANI DA ÖRTERLER. YA DA KAPALI OLAN ŞEYİ
AÇIKLARLAR, AÇIKLANMASI GEREKEN ŞEYİ DE ÖRTERLER. BUNLARIN
HALLERİNİ GÖREN şaşırır. NE FACİR/GÜNAHA SAPANLARIN, NE DE
KÂFİR/GERÇEKLERİ ÖRTENLERİN MAKSATLARININ NE OLDUĞUNU
anlayamazlar. OYSAKİ HER İKİ İŞİ YAPAN DA YİNE KENDİLERİDİR.
(Hz. Nuh dedi ki) “Rabbim bana mağfiret et.” Yani, beni ört ve bana ait şeyleri gizle!
Nasıl ki senin “ALLAH’IN KADRİNİ HAKKIYLA BİLMEDİLER”-En’am, 6/91
sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!
“…Ve ana-babamı da ört…” ki ben onların mahsulü ve sonucuyum VE ONLAR
ASLINDA ‘AKIL’ VE ‘TABİAT’TIR. (Baba akıl/etken, Anne tabiat/edilgendir.)
“…Ve benim evime giren KİMSEYİ DE MÜ’MİN OLARAK ÖRT…” Yani benim
evim kalbimdir. Kalbime gelen ilahi haberlere İNANARAK BANA TABİ OLANLARI
DA ÖRT! Ayrıca AKIL MERTEBESİNDE OLAN “İMANLI erkekleri…” ve NEFS
MERTEBESİNDEKİ “…İMANLI kadınları…” da ört! VE KARANLIK ÖRTÜLERİN
ARKASINDA SAKLANIP GİZLİLİKLERE GÖMÜLEN “…ZALİMLERİN ANCAK
YOK OLMALARINI ARTTIR.”-Nuh, 71/28 Onlar, HAKK’IN YÜZÜNÜ KENDİ
VARLIKLARININ DIŞLARINDA GÖRDÜKLERİNDEN KENDİLERİNİ/GERÇEK
KİMLİKLERİNİ DE TANIYAMADILAR.
Zalim; zulmeden demektir. Yukarıdaki cümledeki zalim; zulmet/karanlık anlamındaki
kelimeden türemiştir. Buradaki anlamı; karanlıklara gömülmüş, GERÇEKLERDEN
HABERSİZ anlamındadır. (HAKK’IN YÜZÜNÜ HER VARLIKTA SEYREDEN)
Muhammediler hakkında ise şu ayet geldi; “…O’NUN ZATINDAN BAŞKA HER
ŞEY YOK OLACAKTIR…”-Kasas, 28/88 Hz. Nuh’un sırrını anlamak isteyen bir
kimse Güneş Gezegeninin Bulunduğu Yere Yükselmesi Gerekir. Biz bu konuyu
Tenezzülat-ı Mavsıliyye adlı kitabımızda açıkladık. ALLAH DOĞRUYU SÖYLER.
İdris Kelimesindeki TAKDİS HİKMETİ
Takdis: Sözlük manası kutsal sayma, kutsamadır. Konuyla ilgili manası; Hakk’ı
her türlü noksanlıklarda arıtmaktır.
İki türlü yücelik vardır. Birincisi mekân/yer yüceliği, ikincisi mekanat/manevi
düzeydeki mertebe ve makam yüceliğidir. Mekân yüceliğine, “Onu yüce mekâna
yükselttik”-Meryem, 19/57 ayetiyle işaret edilmiştir. Mekânların en yücesi,
ÜZERİNDE GÖKLERİN BİR DEĞİRMEN GİBİ DÖNDÜĞÜ MEKÂNDIR,
YANİ GÜNEŞ GÖĞÜDÜR. İdris Peygamber’in ruhani makamı da işte buradadır.
Güneş göğünün altında yedi gök, üzerinde de yine yedi gök vardır ve kendisi
on beşincidir. Bunun üstünde; Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin bulunduğu
gök), Müşteri/Jüpiter, Zuhal/Satürn göğü, Menziller/Yıldızsız gök, Atlas göğü,
Burçlar göğü, Kürsi ve Arş göğü bulunur.
Altında ise; Zühre/Venüs, Utarit/Merkür ve Ay göğü, Esir Küresi, Hava Küresi,
Su Küresi ve Toprak Küresi vardır. Bu sıralamaya göre Güneş göğü, göklerin
merkezi olması yönünden en yüce mekandır.
Makam/manevi düzeydeki yüceliğe gelince; o bize yani Muhammedilere aittir.
Yüce Allah, “Sizler yüce olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.”Muhammed, 47/35 diye buyurdu.
İçimizdeki (ilahi hakikatleri bilmeyen) güzel eylem sahipleri; “Sizler yüce
olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.” ayeti ile YÜCELİĞİ
YALNIZCA MERTEBE YÜCELİĞİ SANARAK DAVRANIŞLARININ
BOŞA GİDECEĞİNDEN KORKTULAR. Çünkü Allah, mekâna muhtaç
değildir; ama mertebe/makam sahibidir. Buna karşın KUL, GÜZEL
DAVRANIŞLARI NEDENİYLE MEKÂN/YER YÜKSEKLİĞİNİ,
BİLGİ NEDENİYLE DE MERTEBE YÜKSEKLİĞİNİ ELDE EDER.
Bunun üzerine Allah, “…O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz”-Muhammed,
47/35 diye buyurarak, KULLARI İÇİN İKİ YÜKSEKLİĞİ BİRLEŞTİRDİ.
Daha sonra ayetin “ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.” bölümü ile
şirkten korunmaları için “Yüce Rabbini (bu manevi ortaklıktan) tespih ve
tenzih et.”-A’la, 87/1 diye buyurdu.
“İnsan-i Kamil” VARLIKLARIN EN ÜSTÜNÜDÜR. BUNA ŞAŞIRMA!
Onun bu üstünlüğünün nedeni, BÜTÜN İLAHİ MERTEBELERİ kendinde/
kendi nefsinde toplamasıdır. Bunu da mekân ve mertebe yüksekliği için
yaptığı çalışma ile elde eder; dolayısıyla insanın yüceliği kendiliğinden/
doğuştan değildir. O ancak (kendi çalışmasıyla elde ettiği) mekân ve
mekanat yüceliği ile varlıkların en üstünü olabilir. Yücelik de zaten bu iki
şeyle izah edilir.
Zahir ismi kendisini ispat edip “Ben” dediğinde, bunun zıddı olan Batın
ismi “Hayır” der. Batın ismi “Ben” dediğinde, bu defa Zahir ismi “Hayır”
der. Zira zıt zıttı olumsuz hale getirir ve bütün zıtlar böyledir. Oysa Zahir
ve Batın olarak “Ben” kelimesi ile konuşan tek hakikat Hakk olduğu gibi,
bu sözü işiten de Hakk’tır. YANİ SÖYLEYEN DE DİNLEYEN DE
AYNIDIR. Hz. Peygamber bu konu da şöyle demiştir: “Allah, söz ve
eylemle ortaya çıkmadıkça, İÇİNİZDEN GEÇENLERDEN SİZİ SORUMLU
TUTMADI.” Bu hadisle yukarıdaki konu ile şu şekilde bağlantı kurulur.
İnsan, kendi içinden geçirdiklerini kendisi düşünür; düşündüklerini işitir
ve bunların ne olduğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da,
düşünen, işiten ve bilen birdir, yani kendisidir. Bu durumun bilinmemesi
söz konusu olamaz. ÇÜNKÜ HER İNSAN KENDİ DENEYİMLERİYLE
BUNU BİLİR. İNSAN İSE HAKK’IN SURETİDİR.
Sayılar, bilinen basamaklarda “BİR”den ortaya çıkmıştır. Böylece “Bir”
KENDİSİNİ TEKRAR EDEREK DİĞER SAYILARI OLUŞTURMUŞ,
dolayısıyla sayılar zenginleşip, genişlemiştir. Sayı ise ancak sayılanla
ortaya çıkmıştır. Bazı durumlarda sayı ile ifade edilen şeylerden bir
kısmı (somut olarak) yoktur bir kısmı da vardır. Bu durum BİR ŞEY
ORTADA YOKKEN AKIL BAKIMINDAN VAR OLMASINA
BENZER. Ancak sayı ve sayılanın varlığı gereklidir. Böyle olunca
“Bir” rakamının sayı üretmesi gerekir. Sonuç olarak diyebiliriz ki,
DİĞER SAYILARIN TÜMÜ “BİR’DEN” MEYDANA GELİR (ve
yalnızca “Bir” rakamı BÜTÜNDÜR BÖLÜNÜP PARÇALANAMAZ.)
Sayılarla ilgili bu açıklamalarımızı anlayan kişi, GİZLİ OLAN HAKK’IN,
AÇIKÇA GÖRÜNEN HALK OLDUĞUNU ANLAR. Başka bir deyişle;
HAKK’TAN AYRIYMIŞ GİBİ GÖRÜNEN HALK/YARATILMIŞLAR,
AYNI ZAMANDA, YARATILMIŞLARA BENZEMEKTEN ARINMIŞ
OLAN HAKK’IN AYNIDIR.
Gerçek hakikat şudur ki; YARATILAN YARATAN’DIR YAHUT
YARATAN YARATILANDIR. İKİSİ DE TEK BİR VARLIKTIR.
Ve yine o yüce Hakk, ÇOKLUK HALİNDE TEKTİR, TEKLİK
HALİNDE İSE ÇOKLUKTUR. Şu halde aşağıda vereceğimiz ÖRNEĞE
BİR BAK! Bütünü/Hakk’ı, tek bir varlık mı yoksa (sayılarda olduğu gibi)
birçok varlık halinde mi göreceksin.
“VE O, ONDAN EŞİNİ YARATTI”-Nisa, 4/1 ayetidir.
Eğer kadın, ERKEKTEN YARATILDIYSA BU DEMEKTİR Kİ, ÂDEM,
KENDİ NEFSİNDEN BAŞKASIYLA EVLENMEDİ VE ÂDEM’E
VERİLEN EŞ VE ÇOCUKLAR DA ÂDEM’İN BİZZAT KENDİSİDİR.
Sayıların “Bir”den çıkması ve sayıların ancak “Bir”in toplamından oluşması
gibi. Çünkü rakamlar ve dolayısıyla varlıklar, sayı olarak “Bir”dir. Şu halde
tabiat/doğa nedir ve ondan açığa çıkan çokluk nedir? Doğa, kendisinden
meydana çıkan bir şeyle artmaz yahut kendisinden bir şeyin kaybolmasıyla
eksilmez. Eksilme ve artma izafidir. Bu durumda meydana çıkan şey de,
eksilen şey de doğadan başkası değildir. (Ne gariptir ki 1200 yıllarında
İbn Arabî tarafından ileri sürülen bu kuralı, 1700’lü yıllarda Lavoisier
adında batılı bir kimyager çıkıyor, belki de bu eserden kopya ederek
kendi fikriymiş gibi bütün dünyaya “Lavoisier kanunu” olarak sunuyor.
“Dünyada hiçbir şey eksilmez ve artmaz”.)
Tabiatta görünen her şey zatı, özü bakımından tabiatın kendisidir. “Yani TEK
HAKİKATTIR”. Ancak tabiat, kendisinden ortaya çıkan suretlerin aynı değildir.
Çünkü suretler farklı farklıdır. Örneğin bir şey hakkında karar verdiğimizde, “Bu
soğuk ve kurudur, şu da sıcak ve kurudur” deriz. İşte bu iki hükümde tabiat,
“kuruluğu” kendinde topladı; fakat “soğuk ve sıcaklığı” ayırdı. Böylece tabiatla,
tabiattan çıkan şeylerin aynı olmadığı anlaşıldı. Oysaki tabiat (yaş-kuru, sıcaksoğuk, katı-sert gibi) bütün zıt unsurları birleştirir. Belki de bu zıt unsurlar tabiatın
kendisidir. Şöyle de söyleyebiliriz: TABİAT ÂLEMİ, TEK BİR AYNADAN
YANSIYAN SURETLERDİR. YA DA TABİAT ÂLEMİ, FARKLI AYNALARDAN
YANSIYAN TEK BİR SURETTİR.
Söylediğimiz bu gerçekleri ANLAYAN ARİF KİŞİ, HAYRETE DÜŞMEZ.
Bu gerçekler izah ettiğimiz konuyu kapsar. Bu konu ise a’yan-ı sabite, YANİ
EŞYANIN ALLAH KATINDAKİ BİLGİSİDİR. Bu nedenle Hakk, açığa
çıktığı varlıkta, o varlığın a’yan-ı sabitesinin istidat ve yeteneklerine göre çok
ve çeşitli görünür. Böyle olunca da HAKK BÜTÜN HÜKÜM VE YARGILARI
KABUL EDER. Oysaki kabul ettiği, VARLIĞIN A’YAN-I SABİTESİNİN
HÜKÜMLERİDİR.
Öyleyse Hakk,
Bir yönüyle halktır, ibretle bak.
Bir yönüyle halk değildir, düşünerek bak.
Kalp gözü aldanmaz söylediklerimden,
Bakışları sağlam, görüşleri tam,
İster ayır, ister birleştir fark etmez,
Çünkü aslı tam.
O çokluktur varlığından
Ancak, birliği ile belirince,
Eser kalmaz çokluğundan.
Özü ve benliği gereği yüce olan varlık ancak O’dur. O’nda; varlığın ve yokluğun
nispetlerini/bağlantılarını içine alan bir yetkinlik ve mükemmeliyet vardır, Öyle ki
HİÇBİR ŞEY, HİÇBİR VARLIK O’NUN DIŞINDA KALMAZ. Kİ BUNLAR
İSTER AKLIN VEYA DİNİN İLKELERİNE UYGUN OLSUN, İSTER
OLMASIN (iyi-kötü, güzel-çirkin, akıllı-akılsız, ahlaklı-ahlaksız… gibi) HEPSİ
EŞİTTİR. İŞTE BÖYLE BİR YETKİNLİK VE MÜKEMMELLİK, ANCAK
“ALLAH” ADI İLE ANILAN ZAT’A ÖZGÜDÜR.
Şayet biri çıkar da, “Bütün bu güzel ve çirkin, iyi ve kötü şeylere nasıl bir bakışla
bakalım? Örneğin bir pisliği, bir leşi gördüğümüzde, ONA ULU TANRI MI?
DİYELİM” diye bir soru sorarsa, biz ona deriz ki: “Hiç şüphesiz Yüce Allah
bunların hiçbiri değildir. O, bütün bunlardan arınmış temiz ve yücedir. Bizim
yukarıda söylediğimiz sözler, PİSLİĞİ PİSLİK, LEŞİ LEŞ OLARAK GÖRMEYEN
KİMSELEREDİR. BELKİ SÖZÜMÜZ, GÖNÜL GÖZÜ AÇIK OLANLARA,
KÖR OLMAYANLARADIR.
Ancak, Allah’ın açığa çıkıp belirdiği ya da göründüğü yer olan suretlere/varlıklara
“Bu Allah’ın aynıdır/bu Allah’tır” denmez. (Zira bir şeyin sureti/tecelli ettiği
yerdeki görüntüsü, her yönü ile o şeyin aynı değildir.) Buna karşın yine o varlıklara,
“Bu Allah’tan başkadır/Bu Allah değildir” de diyemeyiz. (Çünkü varlıklar, Allah’ın
bütün vasıflarını taşımasalar da birçok isim ve sıfatlarını taşırlar.)
Ebu Kasım İbn Kasiyy, Halü’n-Naleyn adlı kitabında; “HER İLAHİ İSİM ALLAH’IN
BÜTÜN İSİMLERİYLE BAĞLANTILIDIR” diyerek bu konuya dikkat çeker. Bu
cümle şöyle izah edilir: Allah’ın her ilahi isminin iki manası vardır. Bunlar birbirine
sıkıca bağlıdır. Bu manalardan ilki, Allah’ın zatı yönüyle diğeri kendisinin konu
olduğu ismin özel manasıdır.
Ancak er-Rezzak ismi tek başına eylem gerçekleştiremediği için, diğer isimlerle
bağlantı kurması gerekir. Yani, Rezzak’ın rızk verebilmesi için, Halık/yaratan,
Hayy/canlı, Âlim/ilim sahibi, Semi/işiten, Basir/gören, Rab/terbiye eden,
Musavvir/düzenleyen, Ganiyy/zengin… vesaire bunlar gibi gerekli ne kadar
isim varsa, hepsine sahip olması gerekir ki rızık verebilsin. Böylece Rezzak
ismine sahip olan, diğer isimlere de bağlantı kurar.
Şu halde her ismin, özel manasıyla genel manası başka başkadır. Eğer yukarıda
sözünü etmiş olduklarımızdan, Ali/yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunların,
Hakk’ın mekân ya da mekanat/makam, rütbe yüksekliği olmadığını anlarsın.
Çünkü mekân veya mekanat yani yer ve mevki yüceliği sultanlar, vezirler,
kadılar ve BU MEVKİ İÇİN YETERLİLİĞİ OLSUN YA DA OLMASIN
YÖNETİCİLERE AİTTİR. OYSAKİ ÖZELLİK VE NİTELİKLERLE ELDE
EDİLEN YÜCELİK, MEKÂN VEYA MEKANAT VASITALARIYLA
KAZANILAN YÜKSEKLİKLE AYNI DEĞİLDİR. (Zira, nitelikler çalışmakla
elde edilir; alimler gibi. Ama mevki ve makam babadan oğla geçebilir.)
Çünkü hükmetme mevkiinde bulunanlar, HALKIN EN CAHİL TABAKASINDAN
OLSALAR BİLE, EN ÂLİM, EN GÜÇLÜ İNSANLARA BİLE HÜKMEDERLER.
BÖYLECE RÜTBE VE MAKAM YÜKSEKLİĞİ SIFAT/NİTELİK YÜCELİĞİNDEN
ÜSTÜN OLUR. Aslında o amirin yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi
bakımından rütbe, makam yüceliğidir. DOLAYISIYLA, BULUNDUĞU MEVKİDEN
ALINDIĞINDA, YÜCELİĞİNİ DE KAYBEDER. AMA ÖZEL NİTELİKLERE
SAHİP OLANLAR, BU NİTELİĞİN SAĞLADIĞI ÜSTÜNLÜĞÜ HİÇBİR
ŞEKİLDE YİTİRMEZLER. ÂLİMİN, İLMİNİ YİTİRMEMESİ GİBİ.
İbrahim Kelimesindeki SEVGİ HİKMETİ
Hz. İbrahim Peygambere, “Halil” (Dost, sevgili) isminin verilmesinin sebebi,
Allah’ın Zatına ait bütün niteliklerin kendisinde toplanmış olmasındandır.
Tıpkı rengin, boyanmış bir nesneye geçip her tarafına yayılması gibi. Veya
Hz. İbrahim’e “Halil” denmesinin sebebi, Hakk’ın, onun varlığını kuşatıp
kapsaması nedeniyledir. Her iki hüküm/anlatım şekli de doğrudur. Çünkü
bu iki hüküm de belirli bir mertebe ve makam gerektirir ve bu mertebe ve
makamın dışına çıkılamaz.
(Hakk’ın varlıklara nüfuz etmesine, onlardan açığa çıkıp belirmesine
şaşırıyorsan), görmez misin ki Hakk, sonradan olma yaratılmışlarda
belirince onların sıfatlarıyla/özellik ve davranışlarıyla nasıl açığa çıkar.
HATTA BU DAVRANIŞLAR KUSURLU, KÖTÜ VE ÇİRKİN OLSUN
FARK ETMEZ. ÖYLEYSE SEN YARATILMIŞLARIN DOĞUMUNDAN
ÖLÜMÜNE KADAR BÜTÜN İŞ VE EYLEMLERİNİN HAKK’IN
ÖZELLİKLERİYLE AÇIĞA ÇIKTIĞINI VE YARATILMIŞLARIN
ÖZELLİKLERİYLE HAKK’IN ÖZELLİKLERİNİN AYNI OLDUĞUNU
NASIL GÖRMEZSİN?
Nitekim Yüce Allah “Hamd Allah’a mahsustur”-Fatiha, 1/2 diye buyurdu.
İşte burada “hamd eden” ve “hamd edilen” de KENDİSİDİR.
ÇÜNKÜ HER İŞ ALLAH’A DÖNER. Bu hüküm, iyi ve kötü olsun aynıdır.
Zaten varlıkta bu “iyi” ve “kötü” MUTLAKA BULUNUR. (Yukarıda
“Yüce Allah yarattıklarında tecelli etti, onları kapsayıp kuşattı” dedik; ama)
bilmek gerekir ki HİÇBİR ŞEY DİĞER BİR ŞEYE HULUL EDEREK/
DIŞARIDAN GİREREK BİRLEŞMEZ. ANCAK, O ŞEYLE PERDELENMİŞ
OLARAK BİRLEŞİR. Yani bir şey, bir şeye nüfuz edince/ içine girip etkin olunca;
İÇİNE GİREN, İÇİNE GİRDİĞİ ŞEYİ YÜKLENİR VE PERDELER. TIPKI YÜNLE
BİRLEŞEN SU GİBİ. (Burada su GİREN, yün GİRİLENDİR.) SU YÜNE GİRİNCE
AÇIKÇA GÖRÜNMEZ, YÜN ONU YÜKLENMİŞ VE PERDELEMİŞTİR. (Hal böyle
olunca yün, dışta görünür olduğundan zahir/görünen; su, içte, görünmeyen olduğu için
batın/görünmeyen olur.)
Şu halde; Hakk zahir, kul O’nda batın ise, KUL HAKK İLE PERDELENİR.
Böylece kul HAKK’IN, BÜTÜN İSİM VE SIFATLARI HATTA HAKK’IN
İŞİTMESİ, GÖRMESİ, BİLGİSİ VE O’NUN BÜTÜN NİSPET VE
KAVRAYIŞLARI OLUR. (Cem’ makamı)
Ama eğer kul zahir, Hakk o’nda batın olursa, BU DEFA HAKK KUL İLE
PERDELENİR. Bu durumda da Hakk, KULUN BÜTÜN İSİM VE
SIFATLARI, NİSPET VE KAVRAYIŞLARI OLUR. Yani Hz. Peygamber’in
bildirdiği gibi “Hakk KULUN GÖZÜDÜR, KULAĞIDIR, ELİ, AYAĞI VE
TÜM KUVVETLERİDİR.” (Hazretü’l-Cem’ makamı) Eğer Allah’ın Zatı,
SÖZ KONUSU OLAN BU NİSPETLERDEN/ETKİNLİKLERDEN ARINMIŞ
OLSAYDI “İLAH” OLMAZDI. BU ETKİNLİKLER BİZİM VARLIĞIMIZ
İÇİN DE GEREKLİDİR. BÖYLECE BİZ, KULLUĞUMUZLA ALLAH’I
“İLAH” KABUL EDERİZ; ALLAH DA BİZİ İLAHLIĞIYLA “KUL” EDİNİR.
BİZ YARATILMASAYDIK, ALLAH DA BİLİNMEZDİ. BU NEDENLE,
ALLAH’I EN MÜKEMMEL BİR ŞEKİLDE BİLEN HZ. PEYGAMBER,
“NEFSİNİ BİLEN KESİNLİKLE RABBİNİ BİLDİ” DEMİŞTİR.
Allah’ı kulluğun ile bildikten sonra, ikinci bir keşifte daha bulunursun.
Bu da sana ALLAH’IN KENDİSİNİN, KENDİSİNE DELİL/KANIT
OLDUĞUNU ÖĞRETİR. ÇÜNKÜ ÂLEM DENİLEN VARLIK,
HAKK’IN TECELLİSİNDEN/AÇIĞA ÇIKIP BELİRMESİNDEN
BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR. VE VARLIKLAR DA “A’YAN-I SABİTE”
YANİ ALLAH’IN EZELİ BİLGİSİNDEKİ SURETLERİDİR. ANCAK
BU SURETLERİN DE ALLAH’IN ONLARA TECELLİSİ OLMADAN
BELİRMESİ/VAR OLMASI İMKANSIZDIR. Ve bu var oluşlarda Hakk
Kendisini, bu suretlerin hakikatlerine ve hallerine göre çeşitli ve birbirinden
farklı suretlerde açığa vurur. (Ancak şuna dikkat etmemiz gerekir ki) Hakk’ın
BİZİM İLAHIMIZ OLDUĞUNU BİLMEMİZ, HER ŞEYDEN ÖNCE
GELİR. Bundan sonra, son bir keşifte daha bulunursun. Bu keşif, HAKK
OLAN YA DA HAKK’IN TECELLİSİ OLAN ÂLEM DE, BİZİM
SURETLERİMİZİN HAKK İLE BELİRMESİDİR.
Farklı görünüşlere sahip oluruz; bu durumda birbirimizi görür ve tanırız.
Bizden bazılarımız yukarıda verilen bilgileri; a’yan-ı sabitelerimizin
özelliğinden dolayı Allah bilgisi olarak bilir; BAZILARI İSE BİLMEZ.
BU KONUDA BİLGİSİZ OLMAKTAN ALLAH’A SIĞINIRIM.
Bu iki keşif ile birlikte Allah, BİZLERE ANCAK BİZİMLE, BİZİM
YARATILIŞ ÖZELLİĞİMİZE GÖRE HÜKMEDER, KARAR VERİR
YA DA BİZ, KENDİ KENDİMİZE HÜKMEDERİZ; AMA YAPILAN
BÜTÜN İŞLER, KARARLAR YİNE HAKK’TANDIR.
Bu durumda inanmayanlar, aşağıdaki ayetin belirttiği gibi şöyle bir iddiada
bulundular. “…diyecekler ki; Allah dileseydi, ne biz ortak koşardık, ne de
atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık…”-En’am, 6/148
Böyle emrediyorsan, bizim suçumuz günahımız ne?
Yüce Allah’ın, böyle söyleyen insanlara “De ki; kesin delil/kanıt ancak
Allah’ındır.”-En’am, 6/149 diyerek onlara, kesinleşmiş bir karara konu
olan “a’yan-ı sabite”lerimizi gösterir. A’yan-ı sabitenin NE OLDUĞUNU
BİLENLER MESELEYİ ANLARLAR.
ALLAH DOSTLARI/ARİFLER, BU KONUDA BİLGİDEN NOKSAN
OLANLARIN ALLAH HAKKINDA İDDİA ETTİKLERİ ŞEYİ
KENDİLERİNE ALLAH’IN YAPTIRMADIĞINI; AMA BUNUN
KENDİLERİNDEN KAYNAKLANDIĞINI BİLİRLER. BÖYLECE
BİLGİSİZLERİN BU KONUDAKİ İDDİALARI GEÇERSİZ,
ALLAH’IN EMRİ İSE KESİNLEŞİR.
Bize, “…Allah dileseydi elbette herkesi doğru yola iletirdi.”-En’am, 6/149
ayetinde anlatılmak istenilen nedir? diye soracak olursan, şöyle cevap
veririrz: Allah bu ayetle, “dileseydi” demek suretiyle, bir imkânsızlık
kaydı koymuştur. Her şey O’nun istek ve iradesine bağlıdır. (Kulları,
melekler gibi tam itaat edecek şekilde yaratmadı. Dileseydi yaratabilirdi.
Ama o zaman insan olmazlardı.) O, olmayacak şeyi dilemez. Ancak akıl,
bazen verilen mesajların aslını anlamayıp çelişkiye düşebilir. Akla uygun
olan şey, çelişkiye düşmeden Allah’ın ayette ne demek istediğini anlayıp
bulmasıdır. Sözü geçen ayette, “Hepsini doğru yola iletirdi” cümlesinin
anlamı, “Eğer dileseydi size bildirirdi” demektir. Fakat her kul, kendi
hakkında Allah’ın istek ve iradesinin nasıl tecelli edeceğini bilmez. Çünkü
Allah HER KULUN BASİRET GÖZÜNÜ AÇMAMIŞTIR. BUNDAN
DOLAYI, KULLARIN BAZISI BU KONUDA BİLGİLİDİR. ÇOĞU
İSE BİLGİSİZDİR. Şu halde anladık ki Allah bütün kulları doğru yola
iletmedi ve iletmez de. “Eğer dileseydi” sözü bunun kanıtıdır. Hiç diler mi?
Bu olmayacak bir şeydir. O halde Allah’ın iradesi, TEK BİR ŞEYLE
İLGİLİDİR; O DA, EZELİ BİLGİSİDİR. (Kulun a’yan-ı sabitesindeki
gerçek bilgisidir.) Bu ezeli bilgi ise, KULLARIN YARATILIŞ ŞEKLİ,
NİTELİKLERİ VE DAVRANIŞ BİÇİMLERİDİR. BU DURUMDAN
KULLARIN BİLGİSİ YOKTUR. (Yani kul gelecekte ne yapacağını,
nasıl davranacağını bilmez. Ama Allah bilir.) BELKİ BU KONUDA
(Basiret gözleri açık olan) ÂLİMLERİN BİLGİSİ VARDIR. Şu halde KUL
EZELDE NASIL VE HANGİ NİTELİKLERLE YARATILMIŞSA, ALLAH’A
O BİLGİLERİ VERİR VE ONU GERÇEKLEŞTİRMESİNİ İSTER.
Allah ayetlerini, KULLARIN HALLERİNE VE AKLIN YARGILAMALARINA
UYGUN OLARAK BELİRLEYİP GÖNDERMİŞTİR. YOKSA BASİRET
GÖZLERİ AÇIK KEŞİF SAHİBİ BİLGİNLER İÇİN DEĞİL. BU NEDENLE
MÜ’MİNLERİN SAYISI FAZLA, KEŞİF EHLİ BİLGİNLERİN/ARİFLERİN
SAYISI AZDIR.
Bütün insanların, bilinen belli bir makamı vardır. Ve hiç kimse bu makamın dışına
çıkamaz. Çünkü belirlenmiş ve takdir edilmiş olan bu makam senin Allah’ın ezeli
ilmindeki halindir. BU HALİNE BÜRÜNMÜŞ OLARAK YARATILDIN. Eğer
senin varlığın senin değil, Hakk’a ait olursa, o zaman hakikat yönü ile bu makam
sana ait değildir. Çünkü bu durumda vücut sana ait değil, Hakk’ın vücududur. (Cem’/
fena/yokluk makamında bu böyledir. Ama kul yoklukta sürekli olarak kalamaz.
Çokluk alemine dönüp yaşaması gerekir.) Yok eğer böyle olmayıp da senin
varlığın sabit olursa (çokluk aleminde yaşıyorsan), o halde hüküm kesin olarak
senindir. Her iki durumda da Hakk’ın SENİN VARLIĞINA VÜCUT VERMEKTEN
BAŞKA ÇIKAR YOLU YOKTUR. BU HALE GÖRE SEN, NE İSEN ONA GÖRE
YARATILDIN. ÖYLEYSE SEN, ANCAK KENDİNİ ÖV VE ANCAK KENDİNİ
KINA. (Yani senin a’yan-ı sabiten; “Bende mutluluk, erdemlik, inanç, bilgi var” diye
Hakk’ı bilgilendirmişse Hakk da onu o şekilde yaratır. Bundan dolayı sen kendini öv.
Yok, eğer a’yan-ı sabiten bunun tam tersini söylemiş ve dünyaya mutsuz, erdemsiz,
inançsız olarak gelmişsen, bundan dolayı yine sen kendini kötüle. Çünkü her iki
durumda da emir senden çıkmıştır. Şu halde doğru yolu bulmanın ya da yanlış yola
düşmenin sebebi Allah değildir. Nitekim Allah ayetinde; “…Biz onlara zulmetmedik,
fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.”-Nahl, 16/118 diyerek uyarır.
Artık vücut bağışlanıp dünyaya geldiğinde, Yüce Allah’a hamd etmekten başka bir şey
kalmaz. Çünkü bu eylem O’na aittir, sana değil. (Yani, varlık bulup dünyaya gelmende
senin hiçbir etkin ve gayretin yoktur. Ve aslında sendeki her şey, vücudun ve ondaki
manalar, özler, hakikatte Allah’a aittir.) Şu halde sen verdiğin hükümlerle O’nu beslersin.
O da senin varoluşunla seninle beslenir. (Çünkü Hakk, sende gizlidir, sen de Hakk’ta
gizlisin. Tıpkı yediklerimizin vücudumuzda gizlendiği gibi. Birisi olmayınca diğeri de
olmaz. Şöyle de söyleyebiliriz; a’yan-ı sabitemizin gıdası Hakk, Hakk’ın gıdası da
bizim vücudumuzdur.) Böyle olunca, sende bulunan ve görünen her şey Hakk’a da
görünür. Hüküm Allah’ındır. Bir farkla ki sen eylem ve hareketlerinden sorumlu
tutuldun. Ve bu sorumluluğu ezelde/geçmişte, başlangıcı olmayan zamanda kendi halin
ve istidadın ile “Beni sorumlu tut” diye sen istedin. HAKK İSE HİÇBİR ŞEYDEN
SORUMLU TUTULAMAZ.
O beni över, ben de O’nu,
O bana kulluk eder, ben de O’na.
Bir halde ben O’nu kabul ederim,
Ve eşyadaki çokluğu ve değişikliği görünce O’nu inkâr ederim.
O benim neden inkâr ettiğimi bilir.
Çünkü ben o bilgiye sahibim.
Bu nedenle (hem teklik hem de çokluk nazarıyla)
O’nu seyrederim.
O bizden nasıl vazgeçebilir ki?
Ben O’nun açığa çıkıp görünmesine izin veririm.
O’nu bileyim diye beni yarattı,
Ben de O’nu kendi bilgimle anladım.
Ve (“Ben gizli bir hazineydim Bilinmek istedim…” şeklindeki)
Hadis bize bu mana ile geldi
Ve O’nun bu isteği benim ile gerçekleşti.
Öyleyse “Biz Hakk için yaratıldık”
Sözümüzü kanıtladık.
Şu halde biz, bizim için yaratıldık.
Hakk’ın benim varlığıma ihtiyacı vardır.
Bu nedenle biz O’nun için var olduk,
Tıpkı biz, kendimiz için var olduğumuz gibi.
O halde benim için iki yön vardır,
“Hüve/O” ve “Ene/Ben”.
Oysaki Hakk’ın benliğinin belirmesi için
“Ben” sözü yoktur.
Hakk’ın bilinmesi için benim varlığım gereklidir,
Bu nedenle biz Hakk’ı taşıyan bir kap gibiyiz.
Şüphe yok ki Allah doğruyu söyler ve doğru yola iletir.
İshak Kelimesindeki DOĞRULUK HİKMETİ
Ne olur bilseydim,
Bir koç, küçücük bedeniyle
Allah’ın halifesinin yerini nasıl alır?
Bilmiyor musun ki fedakârlık işinde,
Çok kar, az zarar vardır.
Şu halde (Allah’a boyun eğip teslim olma yönüyle)
Cansız cisimlerden daha üstünü yoktur.
Ondan sonra sırasıyla bitkiler gelir.
Bitkilerden sonra his sahibi hayvanlar gelir.
Bunların hepsi yaratıcısını keşif yoluyla bilirler.
Âdem ismiyle anılan varlığa gelince,
O, akıl, fikir ve iman bağı ile bağlıdır.
Sehl bin Abdullah Tüsteri,
Ve bizim benzerlerimiz olan tahkik ehli kimseler hep böyle söyledik.
Çünkü bizler, ihsan makamındayız.
Şu halde hakikati benim gördüğüm gibi görenler,
Gizli ve açık olarak benim söylediğimi söylerler.
Bizim söylediklerimizle uyuşmayan sözlere aldırma,
Buğdayı verimsiz tarlaya ekme.
Onlar ( O bitki ve hayvanlardan daha aşağı olan insanlar)
Kur’an’ın açık ifadesiyle, masun Peygamberimizin bize bildirdiği
Sağırlar ve dilsizlerdir. (Hakikatleri kavramaya yetenekleri olmayanlar
Kur’an-ı Kerim’in; Bakara, 2/171, Hacc, 22/46 ve Araf, 7/179 ayetlerinde
belirtildiği gibi SAĞIR, DİLSİZ, KÖRDÜRLER.)
Ey nefsinde varlıkları yaratan,
Yarattıklarının tamamı Sen’sin.
Varlığı sonsuz olanları, Sen varlığınla yaratırsın.
O halde Sen, darsın ve genişsin.
Eğer Allah’ın kendi vücudunda yarattığı şey
Benim kalbimde olsaydı,
O nur sahibinin yükselen ışığı kalbime düşmezdi.
Hakk’ı anlayıp kavrayan, halktan daralmadı.
Ey okuyucu bu nasıl olur? (Eğer bir kalp, bütün varlıkları kendinde toplamış
olan Hakk’ı anlamışsa ve içine alacak kadar da genişse ey okuyucu; nasıl olur
da böyle bir kalbin sahibi YARATILMIŞLARA KARŞI DARLIK GÖSTERİP
TAHAMMÜLSÜZ OLUR.)
HER İNSAN HAYAL ÂLEMİNDE, MADDE BEDENİ OLMAYAN, AMA
HAYAL GÜCÜYLE VARLIK KAZANAN BİR ŞEYLER YARATIR. AMA
ARİF; HİMMETİYLE DIŞARIDA MADDE BEDENİ OLAN VARLIĞI DA
YARATIR. Himmet; etkin eylem ve yapabilme gücü. Bir şeyin vücuda
getirilmesi hususunda ruhen ve kalben gösterilen gayret/kuvvetli istek.
Ve arifin gücü, yarattığı varlığın canlı kalmasını sağlar. Bu onun için
kolaydır. (Çünkü arif, bütün varlığıyla o canlıya yoğunlaşmıştır.) Ancak,
arif bu gücü az da olsa kaybettiğinde, yaratılan o canlı da yok olur. Ama
arif bütün yaratılış mertebelerini kavramışsa, gaflete düşüp yaratılan canlının
yok olması söz konusu değildir. Gaflet; aymazlık, dikkatsizlik, dalgınlık,
bilinçsizlik. Şu halde yaratılan şey, bütün yaratılış âlemlerini kuşatmış olan
Arifin himmetiyle yaratılmış ise, BU VARLIK DİĞER MERTEBELERDE
DE GÖRÜNÜR. BÖYLECE SURETLER BİRBİRİNİ KORUR HALE
GELİR. Ve Arif Hazarat-ı Hamse’den/beş âlemden birinde YARATTIĞI
O VARLIĞI HİMMETİYLE KORURSA, DİĞER ÂLEMLERDEKİ
SURETLERİN DE HEPSİ KORUNMUŞ OLUR; BAŞKA ÂLEMLERİN
FARKINDA OLMASA BİLE. ÇÜNKÜ GAFLET/BİLİNÇSİZ OLMAK
BÜTÜN ÂLEMLER İÇİN GEÇERLİ DEĞİLDİR. KUL, BİR ÂLEMDE
HAZIRSA, O ÂLEM KENDİSİ İÇİN GERÇEKTİR; AMA DİĞER
ÂLEMLERDEN HABERSİZ OLUR. Ben burada size bir sır açıkladım ki
Allah’ın dostları bu gibi sırları kıskançlık gösterip açıklamaktan sakınmışlardır.
Yukarıda sizlere aktardığım bu sır, (“Bizim vücudumuzda Hakk’tan başka bir
şey yoktur ve bizim yaptığımız iş Hakk’ın yaptığı iştir”; kısaca “Ben Hakk’ım”
diyen ariflerin) bu iddialarını reddeder ve çürütür. Çünkü Hakk, hiçbir şekilde
hiçbir şeyden gafil/bilinçsiz, habersiz değildir. Oysaki kul bir konuda bilinçliyken
diğer konudan habersiz/bilinçsiz olabilir. Kulun yarattığı şeyi koruması/canlı
tutması bakımından “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) diyebilir. Ancak onun
yarattığı şeyi koruyup muhafaza etmesi, Hakk’ın koruyup muhafaza etmesi
gibi değildir. Ve kul, herhangi bir suretten ve bu suretin bulunduğu âlemden
habersiz olması nedeniyle, mutlak suretle Hakk’tan ayrılır.
Bizim bildiğimiz bilgileri, ancak kendisinde Kur’an bulunan kimse bilir. Çünkü
Allah’tan sakınan kimseye “Furkan” verilir. Yani halk ile Hakk’ı ayırma melekesi
verilir. O da bu meleke sayesinde kulun Rabbinden ayrıldığı noktaları yukarıda
anlattığımız şekilde bilir. Bu ayırma/Furkan en üst bilinçtir.
Bir zaman gelir ki Kul şüphesiz Rab olur,
Başka bir zaman da kulluk düzeyine iner.
Kul, kulluk seviyesine inerse Hakk ile genişler.
Rab olursa yaşantısı kısıtlanır.
Kul oluşundan dolayı kendi nefsinin ne olduğunu görür,
Bu nedenle Hakk’tan istedikleri çoğalır, genişler.
Rab oluşundan dolayı mülk ve melekût âlemlerindeki
Bütün varlıkların kendisinden bir şeyler istediklerini görür.
Oysaki onların isteklerini yerine getirmekten acizdir,
Bu nedenle bazı arifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen Rabb’ın kulu ol.
Onun kullarının Rabbi olmaya kalkışma.
Sonra bu ilgin ve isteğin nedeniyle
Ateşe ve erimeğe mahkûm olursun.
İsmail Kelimesindeki YÜCELİK HİKMETİ
Bilmelisin ki Allah denilen varlık Zatı yönüyle tek ve benzersizdir. Ama isim ve sıfatları
yönüyle bir topluluktur. Her varlığın kendisine özel bir Rabbı (Terbiye edicisi) vardır. Bu
nedenle isimlerin bütününe sahip olmak her varlık için imkânsızdır.
Sehl bin Abdullah Tusteri şöyle der: “Rububiyetin/Tanrılığın bir sırrı vardır. O SIR
SENSİN VE EĞER O SIR OLMASAYDI TANRILIK DA GEÇERSİZ OLURDU.
(Şayet varlık olmasaydı Tanrı’yı kim tanırdı; O’nun varlığı, senin varlığındır.)
Sehl, burada “sensin” sözüyle, BÜTÜN VARLIKLARI KASTEDER. Ayrıca “olmasaydı”
kelimesi ile bir imkansızlık kaydı koymuştur. YANİ KULUN VARLIĞI MEVCUT VE
SÜREKLİ OLDUKÇA, TANRILIK DA VAR OLACAK DEMEKTİR. BUNA KARŞIN
VARLIKLAR DA ANCAK ALLAH İLE VAR OLABİLİR. (Kısaca; biri olmasa, diğeri
de olmaz.) Rabbin rızasına uygun olan her şey sevgilidir ve sevgilinin yaptığı her şey de
güzeldir. Çünkü varlıklarda herhangi bir fiil (iş, hareket, eylem ve o eylemi gerçekleştiren
güç, kuvvet, irade vesaire) yoktur; bütün fiiller, o varlığın Rabbinin fiilleridir ve fiiller ise
rızaya uygundur. Bu nedenle varlık, YAPTIĞI İŞLERİN KENDİSİYLE BAĞLANTI
KURULMASINDAN KURTULUR. Böylece her varlık, KENDİ RABBİNİN İŞ VE
EYLEMLERİNDEN RAZI OLUR. BU RIZA AYNI ZAMANDA HAKK’IN DA
RIZASIDIR. ÇÜNKÜ HER SANATÇI, SANATININ HAKKINI VERİR. Nitekim
ayette, “Allah, her şeyi kendi özellik ve istidadına göre yarattı ve sonra da ona doğru
yolu gösterdi” der.-Taha, 20/50
Bu demektir ki, Allah her yaratılmışa, KENDİ YARATILIŞI İLE İLGİLİ NE VARSA
HEPSİNİ VERDİ. NE FAZLA, NE DE EKSİK.
Bir kulun, yukarıda açıkladığımız şekilde kendi Rabbi tarafından beğenilmesi, BAŞKA
BİR KULUN RABBİ TARAFINDAN DA BEĞENİLMESİNİ GEREKTİRMEZ. Zira
her kul kendi Rabbini, ilahi isimlerin içinde bulunduğu “esma/isim mertebesinden” alır;
ZAT MERTEBESİNDEN ALMAZ. (Yani “bütünden” alır “tek”ten almaz.) Ve bütünden
aldığı, onun için kararlaştırılmış ve onun istidadına uygun olan ilahi isimdir. Ve bu ilahi
isim de onun Rabbi/terbiyecisidir. HİÇBİR KİMSE BU İLAHİ İSMİ YANİ RABBİNİ
HAKK’IN MUTLAK VE EŞSİZ BİRLİĞİ YÖNÜNDEN ALAMAZ. (Çünkü Rububiyet/
Rablık bir sıfattır; Ehadiyyet/tek olan biricik zat ise, bütün isimlerden ve sıfatlardan
arınmıştır, temizdir.) İşte bu sebepten dolayı Allah’ın dostları, “Ehadiyyet’te tecelli yoktur”
dediler. Sen (fena/yokluk makamında) HAKK’I HAKK İLE SEYRETTİĞİNDE;
O’NU SEYREDEN SEN OLMAZSIN. O KENDİSİNİ SEYREDER. O HER ZAMAN
KENDİSİNİ, KENDİSİYLE SEYREDENDİR. Eğer sen, kendi nefsinle O’nu seyredersen
Ehadiyyet/ TEKLİK DENİLEN YÜCE MAKAM ORTADAN KALKAR. Çünkü “Sen
O’nu seyredersen” sözünde, SEN O’NUNLA AYNI OLMADIĞINA GÖRE, İKİLİK
VARDIR: SEN VE O. BU DURUMDA EHADİYYET ORTADAN KALKAR.
ASLINDA HAKK, KENDİSİNDEN BAŞKASINI GÖRMEZ. BU DURUMDA
SEYREDENLE SEYREDİLEN ARASINDA BİR FARK KALMAZ. HER
İKİSİDE HAKK’TIR.
Şu halde her varlık, kendi Rabbi/terbiyesi altında bulunduğu ilahi isimle yaptığı
iş ve eylemler kendisi ve dolayısıyla kendi Rabbi için güzeldir ve beğenilir.
Ancak, başka bir ismin terbiyesinde bulunanlar için güzel değildir. Ama iş ve
eylemler, kulun değil de kendi Rabbi/terbiyesi altında bulunduğu ilahi isime
ait olursa, YANİ KUL ARADAN ÇIKARSA, HER İSİM TARAFINDAN
BEĞENİLİR. İşte bu ilahi hakikatleri bilen, yaşayan ve iman edip huzura kavuşan
her kul, Allah’ın, “Ey huzura kavuşan insan! Sen O’ndan hoşnut, O senden hoşnut
olarak Rabbine dön…”-Fecr, 89/27-30 emrini duyar. Burada Allah, huzura kavuşup
da teslim olan insana, kendisini çağıran Rabb-i Has’sına yani terbiyesi altında
bulunduğu ilahi isme dönmesini emretti. O DA KENDİ RABB-İ HAS’SININ,
RABB-İ MUTLAK DENEN BÜTÜNDEN OLDUĞUNU BİLDİĞİNDEN, KENDİ
RABBİNDEN HOŞNUT OLARAK DAVETİNİ KABUL ETTİ. Ayetin devamında
“…seçkin kullarımın arasına katıl.” “Seçkin kullar” olarak sözü edilenler, Rabbini
bilen ve O’nunla yetinen, O’nun terbiyesi altında yetişmiş ve ondan başka bir Rabb
tanımayan kullardır. “…Ve cennetime gir.” Bu cennet, onların mülküdür. (Burada
kastedilen cennet, halkın anladığı gibi yenilip içilecek ve hurilerle zevk edilecek bir
yer değildir. Seçkin kulların cenneti, kendi manası ve hakikatidir ve seçkin kul, kendi
hakikatine girerse, ancak orada Hakk’ı bulur ve O’nu seyreder.) Yüce Allah, “Ey
huzura kavuşmuş olan insan… Cennetime gir” sözüyle şunları demek istiyor: EY
SEÇKİN KUL! BENİM CENNETİM SENDEN BAŞKA DEĞİLDİR; ZİRA SEN
ZATINLA BENİ ÖRTERSİN, GİZLERSİN. BEN ANCAK SENİNLE BİLİNİRİM,
SEN DE BENİMLE VAR OLURSUN. ŞU HALDE, SEN KENDİNİ BİLİRSEN,
BENİ DE BİLİRSİN. OYSA BEN DE BİLİNEMEM, SEN DE. (Benim zatımın
hakikatini hiç kimse bilemez. Dolayısıyla senin hakikatin de bilinmez.)
ŞUNU ANLA Kİ SEN, RABBİNİN CENNETİNE GİRDİĞİN ZAMAN KENDİ
NEFSİNE GİRMİŞ OLURSUN.
Sen kulsun ve sen Rabb’sın;
Kulluğun, kimin kulu olduğunu bilmendendir.
Sen Rabb’sın;
Ve sen Rabbin ile sözleşme yaptığın için kulsun.
Şu halde herkesin bir inancı vardır,
Başkasının inancı ona göre geçersizdir.
Bu şekilde olunca, Allah kullarından razı oldu ve beğendi.
Kullar da Allah’tan razı oldu ve O’nu beğendiler.
Hakk’tan başka kalıcı olan yoktur,
Alem ise kalıcı değildir,
Şu halde birleşen ve ayrılan bir şey yoktur.
Bu apaçık kanıt oluşunca,
Ben, gözlerimle bakıp gördüğümde,
Ancak O’nu görürüm,
O’ndan başkasını görmem.
Evvel, Ahir, Zahir, Batın O’dur.
O, her şeyi kapsamıştır.
Sen Hakk’ı halktan ayırma,
Ama yine de Hakk nazarıyla bakma.
Halka Hakk’tan başka elbise giydirerek,
Halk nazarıyla da bakma.
Ve sen Hakk’ı hem (halktan ayır) tenzih et,
Hem de (halkla birleştir) teşbih et.
Böylece sadakat makamında ol.
İster “cem” (birlik) makamında,
İster “fark” (ayrılık) makamında ol.
Eğer “birlik” makamında isen, hemen “ayrılık” makamına geç ki,
İkisiyle birlikte zafer senin olsun.
Sen ne ölümlüsün ne de ölümsüz,
Sen ne öldürürsün ne de yaşatabilirsin.
Sana gelen ilham başkasından gelmez (senden sanadır).
Sen de başkalarına veremezsin.
Ya’kub Kelimesindeki RUHANİLİK HİKMETİ
İki tür din vardır: Biri; peygamberlerin getirdiği ve bugün halkın bildiği dindir. Allah
işte bu dini saygın ve gerekli kıldı. Diğeri ise, peygamberlerin getirdiği dinin dışında
(Buda, Konfüçyüs… gibi) filozoflar/düşünürler tarafından konulmuş ahlak kurallarıdır.
Bu düşünürler, Allah’ı AKLI VE DÜŞÜNCE YOLUYLA ALGILAYAN AKIL
SAHİPLERİDİR. Allah’ın katında saygın olan din, düşünürler tarafından konulan
dinlerden çok yücedir. O din, Kur’an’ın belirttiği gibi İslam’dır ve şu anda kendi dinindir.
“Allah katında geçerli ve saygın olan din İslam’dır…”-Al-i İmran, 3/19 Bütün dinler
Allah’a mahsustur. Resul vasıtasıyla gönderilen din Allah’a aittir; ama kullar tarafından
getirilen dinler Allah’tan değildir. Ancak özü, kaynağı nedeniyle Allah’tan gelir. Allah
Kur’an’da,“Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah’ın
rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar…”-Hadid, 57/27
diye buyurur. Hüküm ve kanunlar, âlim ve düşünürlere Hakk tarafından ilham edildiği için
KENDİLİĞİNDEN HAKK’IN HÜKÜM VE KANUNLARI OLUR. DOLAYISIYLA
O ÂLİM YA DA DÜŞÜNÜRE TESLİM OLMAK, HAKK’A TESLİM OLMAKTIR.
HAKK’A TESLİM OLMAYIP O KANUN VE HÜKÜMLERE UYMAYANLAR,,
ZİYANDADIRLAR.
Emir ve hükümler itaat gerektirir. Bunu da şöyle açıklayabiliriz: Emir ve hükümler ile
sorumlu olanlar, ya o hükümlere uyarlar ya da karşı gelirler. Kendi isteğiyle itaat eden
kulun durumu açık olduğundan, onun hakkında söze gerek yoktur. Karşı çıkan kimseye
gelince; bu kişi, kendisine egemen olan bu “karşı geliş” nedeniyle Allah’tan, şu iki
şeyden birini ister: bağışlanmak veya cezalandırılmak. Ama ne çare ki kendi yaratılışı
bunlardan hangisini hak ediyorsa, ancak onu almak zorundadır. Öyleyse kulun yaratılışı
neyi gerektiriyorsa, Hakk tarafından ona o verilir. Yani belirleyici olan kuldur. Eğer kul
teslim olup gerekli kurallara uyuyorsa, Hakk’a uymuş olur. Hakk da o kulunu ödüllendirmek
suretiyle kula uymuş olur. Bunun tersi de aynıdır. Bu görüş açısından bakıldığında din,
ceza (karşılığını görmek, almak) anlamına gelir. Diğer bir anlatımla din, kulun yaşam
tarzı karşılığında ceza ve ödül almasıdır. Ya da Hakk katında hoş olan şeyler karşılığında
ödül, hoş olmayan şeyler karşılığında ceza almasıdır. Şimdi meselenin biraz daha derinine
inip, bir sırrı daha açıklayalım.
Sonradan yaratılmış varlıkların KENDİLERİ YANİ VÜCUTLARI YOKTUR.
YOKLUKTAKİ ASLİ VARLIKLARI İLE VARDIRLAR. YANİ KULUN,
A’YAN-I SABİTESİNİN HAL VE SURETİNE BÜRÜNEN HAKK’IN
VÜCUDUNDAN BAŞKA VARLIKLARI YOKTUR.
Eğer sen, yukarıda izah etmeye çalıştığımız sırrı anlayabildiysen;
ZEVK ALANIN VE ACI ÇEKENİN, CEZALANDIRILANIN VE ÖDÜLLENDİRİLENİN
KİM OLDUĞUNU DA ANLARSIN.
Aynı şekilde, bir yönden bakıldığında, karşılık/ceza vardır ve bir diğer yönden bakıldığında
da karşılık yoktur. Çünkü karşılık da, yaratılan varlıktaki bu yaratılışın hallerinden bir
haldir. Bu meseleyi bilenler, bu meseleyi gereğince açığa kavuşturmadılar. Bu konuda cahil
olduklarından değil; YARATILANLAR ÜZERİNDE EGEMEN OLAN KADER SIRRINA
İLİŞKİN OLDUĞUNDAN, BU MESELEYİ AÇIKLAMAKTAN KAÇINDILAR. Herkes
doktoru, varlıklara hizmet eden, onların huylarını, tabiatlarını düzeltmek maksadıyla
çalışan biri olarak bilir. Oysaki doktorlar VARLIKLARIN DURUMLARINA GÖRE
HİZMET EDERLER. Ve doktorun maksadı hastaların rahatsızlıklarını tedavi etmektir.
Ancak bazen tedavi, YARATILIŞLARINA UYMADIĞINDAN, BU TEDAVİ SÜRDÜKÇE
HASTALIĞI AZALACAĞINA ARTAR. (Çünkü o, bu hastalıkla ölüme programlanmıştır.)
İşte bunun gibi insanlar, peygamberleri ve onların mirasçıları olan velileri de, genel olarak
Allah’ın emirlerini yayan, insanların inançlarını düzeltmeye çalışan doktorlar olarak bilir.
Oysaki ONLAR DA VARLIKLARIN DURUMUNA GÖRE HİZMET EDERLER.
Peygamber ve mirasçılarının maksatları, insanların iç âlemlerindeki manevi rahatsızlıklarını
iyileştirmektir. Ancak KİŞİLERİN YARATILIŞI, YETENEK VE İSTİDATLARI YETERLİ
OLMADIĞINDAN YAPILAN TELKİN VE NASİHATLAR, ONLARIN, DOĞRU YOLDAN
DAHA ÇOK SAPMALARINA NEDEN OLUR.
ŞU İŞE BAKIN; DOKTOR TEDAVİ ETSİN, AMA HASTA DAHA KÖTÜ OLSUN; YA DA
PEYGAMBER DOĞRU YOLU GÖSTERSİN, AMA KUL DAHA DA ÇOK SAPSIN.
ACAİP, ŞAŞILACAK ŞEY DEĞİL Mİ?
Öyleyse her ikisinin de çalışmaları, BU KONUDA İSTİDAD VE YETENEĞİ OLAN
KİMSELER İÇİNDİR. Böyle olunca, onları rahatlıkla tedavi edebilirler. Ancak şu var
ki doktor hizmet veren bir görevlidir. Fakat onun hizmeti, HİZMET ETTİĞİ KİMSENİN
A’YAN-I SABİTELERİNDEKİ GİZLİ YETENEKLERİNE BAĞLIDIR. Demek ki
doktorun hizmeti, hastanın istidadına bağlıdır. Şu halde doktor, “her hastaya hizmet
vermez”. Ancak hastalık dediğimiz hal, kulun tabiatı gereğidir. Zira tabiat, hastanın
bedeninde onun tabiatına uymayan bir hale sebep olur ve bu nedenle hastalanır. Bundan
dolayı, şayet hasta ölüme meyilliyse ya da ölmesi gerekiyorsa, doktor, tedavisi ile ölüme
hizmet verir. Yani hangi tedaviyi uygularsa uygulasın, hastanın ölümüne sebep olacak
şeyler yapar. Böylece “her hastaya hizmet verir durumuna girer”.
Bununla birlikte, ister kabul etsinler isterlerse etmesinler, tebliğ hizmeti eşittir. (Yani
tebliğ herkese aynen eşit olarak yapılır.) Ve tebliğ edilen kural ve hükümler, Hakk’ın
iradesinde mevcuttur ve Hakk’ın iradesiyle oluşmuştur. Ve eğer görevlendirilen
peygamberin tebliğ ettiği hükümlere uyup itaat etmek ilahi iradeye bağlı değilse, böyle
bir eylem gerçekleşmez. Yani insanların bazıları emir ve hükümlere uymazlar. Çünkü
UYMALARI İLAHİ İRADEYE UYGUN DEĞİLDİR. Böyle olunca onların bu
eylemlerine muhalefet/karşı çıkma veya ma’siyet/isyan denir. Şu halde resulün görevi,
tebliğden başka bir şey değildir.
Bu durumdan dolayı Hz. Muhammed, “ ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol’ ayetinin
içinde bulunan hakikatler, Hud Suresi ve benzeri sureler beni ihtiyarlattı” diye buyurdu.
Evet, onu ihtiyarlatan “EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL” hitabıydı.
Ve hiç kimse, Allah’ın iradesinin neye hükmettiğini bilemez. Bunu ancak irade ettiği
şeyin gerçekleşmesinden sonra bilir. Ama Allah’ın basiret gözünü açtığı kimseler
bunun dışındadır. Böyle kimseler, insanların a’yan-ı sabitesindeki asli yaratılışlarının
değişmez hallerini bildiklerinden onların ne durumda olduklarını bilirler. Bu hal bazı
seçkin kimselerde (peygamber ve büyük veliler) zaman zaman görünür. Her zaman
olmaz. Tıpkı ayette Hz. Resulün “… bana ve size ne yapılacağını bilmem…”-Ahkaf,
46/9 dediği gibi; zira bu konu ile kullar arasında perdeler vardır.
Yusuf Kelimesindeki NURANİLİK HİKMETİ
Nur; mutlak hayal âleminin karşıtıdır. Hayal âlemi; (rüya görme, uyanıkken görme ve
hayal kurma ile) yayılıp genişler. Buna en güzel örnek, resul ve nebilere ihsan ve lütuf
olarak gönderilen “vahiy”dir. Hz. Aişe der ki: “Peygamberimize gelen ilk vahiy gerçek
bir rüya ile başladı. O peygamberin rüyası sabah aydınlığı kadar görünür ve gerçekti.”
Ve yine Hz. Aişe diyor ki: “O’nun rüyasında yorum gerektirecek kapalı bir taraf yoktu.”
Hz. Aişe’nin bu konudaki bilgisi, ancak bu kadardı. Ama ayrıntılarını bilemedi. Sonra
yine dedi ki: “Bu rüyalar altı ay sürdü; bundan sonra da melek gelmeye başladı.”
Hz. Aişe, Hz. Peygamberin “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakit uyanırlar” sözünün
gerçek manasını kavrayamadı. Oysaki Hz. Peygamber, bu sözü ile İNSANLARIN
YAŞADIĞI SÜRECE HAYAL ÂLEMİNDE OLDUKLARINI; ÖLDÜKLERİNDE
HAYAL ÂLEMİNDEN UYANARAK GERÇEK BİR HAYATA BAŞLAYACAKLARINI;
BÖYLECE GERÇEKLERİ VE HAKİKATLERİ GÖRECEKLERİNİ ANLATMAK İSTEDİ.
Her ne kadar uyku ve uyanıklık halleri değişik olsa da Hz. Peygamber’in uyanıklık halinde
gördüğü her şey, RÜYADA GÖRÜLEN HAYALİ SURETLER GİBİYDİ. Ve Hz. Aişe’nin
bahsettiği altı ay, RÜYA İÇİNDE RÜYAYDI. İŞTE YAŞADIĞIMIZ HER ŞEY HAYALDİR
VE BUNA DA “HAYAL ÂLEMİ” DENİR.
Vahyi getiren melek, O’na insan kılığında göründüğünde, onu ancak hayalen, hayal
mertebesi ile görürdü. Çünkü o insan değil, insan suretine bürünmüş melekti. O’na
bakan arif/algılaması üstün bilgi yüklü zat, yani Peygamber, şekilden ve suretten
geçerek gerçeğini gördü. Ve “Bu Cebrail’dir. Ve o size din kurallarını öğretmek
için gelmiştir.” diye buyurdu. Oysaki (Peygamber’in arkadaşlarından bazıları,
Cebrail’i insan şeklinde görüp O’nu, sevgili Peygamberimizin huzuruna girmekten
alıkoydukları zaman) onlara; “O adamı bana getirin” demişti. Böylece Peygamberin
arkadaşlarına insan şeklinde görünmesinden dolayı, ona “adam” ismini verdi.
Sonra da “Bu Cebrail’dir” dedi. Bu sözleriyle, bu “hayal adamın” gerçek suretini
izah ve yorumlamış oldu ki o yüce insanın her iki sözü de doğrudur. Sizlere bu
hayal alemi hakkındaki bilgileri, bir de Yusuf-i Muhammedi diliyle ya da
Muhammed’in zevk ve anlayışıyla açıklayacağım. Umarım ki anlarsınız. Hiç
kuşkusuz, Yüce Allah dilerse.
ŞU AÇIK OLARAK BİLİNMELİDİR Kİ; HAKK’IN DIŞINDA KALAN
ÂLEMLER VE İÇLERİNDEKİ VARLIKLARIN TÜMÜ, HAKK’A GÖRE,
BİR ŞAHSIN GÖLGESİNE BENZER. (Gölgenin var olup belirmesi için bir
varlığa ihtiyacı vardır.) ŞU HALDE, SONRADAN YARATILANLAR YANİ
ALLAH’IN DIŞINDA KALAN HER ŞEY ALLAH’IN GÖLGESİDİR. VE BU,
TÜM ÂLEM İÇİN GEÇERLİDİR. (Çünkü hiçbir varlığın kendine özgü özel bir
vücudu yoktur ki gölgesi de olsun. Âlem, Hakk’ın isimlerinin ve sıfatlarının
göründüğü yerdir. Varlıklarda görünen vücut ise, “aslında olmayıp var sayılan”
gölge şeklinde bir vücuttur.)
(Yukarıda verilen örnek, varlığın âlem ile olan bağlantısına da işaret eder.) ÇÜNKÜ
GÖLGE, HİÇ KUŞKUSUZ HİSLE GÖRÜNÜP ALGILANAN BİR ŞEYDİR. AMA
GÖLGENİN GÖRÜNMESİ, ANCAK GÖLGENİN ÜZERİNE DÜŞTÜĞÜ YER
BULUNURSA ANLAŞILIR. EĞER BU GÖLGE, GÖRÜNMEK İÇİN ÜSTÜNE
DÜŞECEĞİ BİR YER BULAMASAYDI, DUYGULAR YOLUYLA ALGILANMAZ,
GÖLGENİN SAHİBİ OLAN KİŞİ DE AÇIĞA ÇIKMAMIŞ GİZLİ BİR KUVVET
OLARAK KALIRDI. BÖYLE BİR GÖLGE DE ANCAK AKILLA ALGILANABİLİRDİ.
ŞU HALDE, ÂLEM İSMİNİ VERDİĞİMİZ ALLAH’IN GÖLGESİNİN DÜŞTÜĞÜ
YER, YİNE ÂLEMDİR/YARATILMIŞ VARLIKLARDIR. DOLAYISIYLA ALLAH’IN
GÖLGESİ, VARLIKLAR VE VARLIKLARIN ÜZERİNE DÜŞEN GÖLGE İLE
ALGILANIR. BU ALGI DA, O’NUN “EN-NUR” İSMİYLE (IŞIK KAYNAĞI İLE)
GERÇEKLEŞİR. (NASIL OLUR DA IŞIK GÖLGEYİ OLUŞTURUR?) BU SORUNUN
CEVABI BİZİM İÇİN BELİRSİZ VE ÖRTÜLÜDÜR. BELKİ DE CEVABI ŞUDUR:
IŞIĞIN GÖLGEYİ OLUŞTURMASI; TA EZELDE ALLAH’IN İLMİNDE BİZİM
BİLMEDİĞİMİZ GİZLİ BİR ŞEKİLDE GERÇEKLEŞMİŞTİR. (Ama şunu biliriz:
Gölgenin yaşadığımız alemde belirmesi için üç şart gerekir. 1: Gölgeyi meydana
getirecek bir cisim. 2: Gölgenin düştüğü, görüldüğü yer. 3: Gölgenin meydana
çıkmasını sağlayan ışık kaynağı/nur.)
GÖRMEZ MİSİN? (Gölge her ne kadar şahsın biçimine göre görünse de), HEP
SİYAHTIR. HATTA GÖLGENİN SAHİBİ BEYAZ OLSA BİLE, GÖLGE YİNE
SİYAHTIR. GÖLGENİN BU SİYAHLIĞI GÖLGEYE GİZEMLİLİK VERİR.
ÇÜNKÜ GÖLGENİN SAHİBİNDE OLAN HER ŞEY GÖLGEDE GİZLİDİR.
BU SİYAHLIK VE DOLAYISIYLA GİZEMLİLİK KİŞİ İLE GÖLGE
ARASINDAKİ İLİŞKİNİN UZAKLIĞINDAN İLERİ GELİR. Aynı şekilde,
dağlar da bize uzak olduklarından siyah görünürler. Oysaki dağlar çok çeşitli
renktedirler ve böyle siyah görülmelerinin tek nedeni aradaki uzaklıktır. Ve
gökyüzünün maviliği de tıpkı bunun gibidir. Bu durum, uzaklığın ışıklı olmayan
cisimlerde yarattığı bir sonuçtur. Yaratılmış âlemdeki cisimler de ışıklı değildir.
Çünkü onlar “yokturlar/yok” konumundadırlar. Işık olmasaydı, renklerin oluşması
asla mümkün olmazdı. Ve her ne kadar (yaratılanlar Allah’ın ilminde) kesin olarak
var olsalar da “vücut” ile ilgileri yoktur. Çünkü mutlak vücut “nur”dur; gölge
değildir. Bu nedenle açıkça görünür. (Gerçek vücut, Allah’ındır. Örneğin, bir ağacın
tohumu MUTLAK VÜCUD’A, dal ve yaprakları YARATILANLARA BENZER.
Tohumun içinde HAZIR OLDUKLARI HALDE henüz açığa çıkmadıklarından
VÜCUTLARI YOKTUR.)
Bununla birlikte, ışıklı, parlak olan cisimler uzaklık sebebiyle, parlak olmayan cisimler
gibi siyah görünmezler, aksine ışık saçarlar. Biz onları küçük görürüz; ama aslında,
onların madde bedenleri gördüğümüz kadar küçük değildir. Bu da uzaklığın diğer bir
etkisidir. Örneğin; güneş, dünyadan çok daha büyük olduğu kanıtlanmış olduğu halde,
gözle bakıldığında bir kalkandan daha büyük değildir. Bu da uzaklığın bir etkisidir.
Böyle olunca, bizim âlem hakkında bildiğimiz şey, gölge hakkında bildiğimiz kadardır.
Bu uzayıp kısalan gölge, sahibi hakkında ne kadar bilgiye sahipse, Hakk’ın gölgesi
varsaydığımız alem de Hakk hakkında o kadar şey bilir. İşte bundan dolayı biz deriz ki:
Gerçekte Hakk, bizim için bir yönüyle bilinir ve bir yönüyle de bilinmez. “Sen Rabbinin
gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Dileseydi, onu sakin kılardı…”-Furkan, 25/45
(Bu ayette Yüce Allah şöyle diyor): Ey sevgili Resulüm! Sen Rabbine bakmaz mısın;
kendi isim ve sıfatlarıyla alemde gölgenin uzaması gibi nasıl tecelli etti? Eğer isteseydi,
KENDİSİNDEKİ İSİM VE SIFATLAR AKTİF HALE GELMEZ, “sakin kılardı…”
KENDİSİNİ, KENDİSİNDE TUTARDI. VE BÖYLECE GİZLİ GÜÇLER OLARAK
KALIRDI. VE O ZAMAN ÂLEMLERİ VE İÇİNDEKİLERİ YARATMAZ.
KENDİSİ DE HİÇ BİLİNMEZDİ.
“…Sonra Biz, güneşi gölgeye delil kıldık…” Ve güneş, Allah’ın Nur ismidir. Beş duyu
ona tanıklık eder. Çünkü nur/ışık olmasaydı, gölge de olmazdı. (Bir cismin gölgesinin
oluşması nasıl ki güneş gibi bir ışık ile gerçekleşir ise, Hakk’ın gölgesi olan alemlerin
anlaşılması da Hakk’ın Nur ismi ile gerçekleşir.) “…Ondan sonra, gölgeyi Kendimize
kolaylıkla çektik.”-Furkan, 25/46 diye buyurdu. Çünkü o gölge, KENDİ GÖLGESİDİR.
VE ONU KOLAYLIKLA KENDİSİNE ÇEKMESİ, KENDİSİNDEN DOLAYIDIR.
ÇÜNKÜ O GÖLGE, HAKK’IN GÖLGESİDİR. KENDİSİNDEN KAYNAKLANDI
VE YİNE KENDİSİNE DÖNDÜ. O HALDE ÂLEM, O’DUR. SENİN ÂLEMDE
ALGILAYIP GÖRDÜĞÜN HER ŞEY HAKK’IN VÜCUDUDUR. O’NDAN OLUŞTU
VE YİNE O’NA DÖNECEKTİR. ŞU HALDE TEKRAR EDELİM Kİ GÖLGE, O’DUR;
O’NDAN BAŞKASI DEĞİLDİR.
Şu algılanan eşyanın gölge kavramıyla birleşmesi, tek bir hakikat olması koşulu ile
değerlendirilirse, gölge Hakk’tır. Çünkü Hakk, tek ve eşsizdir ve Kendisinden başka
varlık yoktur. Buna karşın suretlerinin çokluğu ve çeşitliliği yönüyle değerlendirilirse,
gölge alemdir. (Sayın okuyucu! Âlemlerde gördüğün her şeyin; Hakk’ın Zatı yönüyle
bakarsan, onun “Hakk” olduğunu; ama suretlerinin farklı ve çeşitli olmaları yönünden
bakarsan, “Hakk’tan başka” olduklarını sana anlattım.) ARTIK GERÇEĞİ BULMAK
İÇİN ZEKİ, KAVRAYIŞLI OL VE SANA ANLATMAK İSTEDİĞİM KONUYU
DİKKATLİCE ARAŞTIR. Ve gerçek, benim sana söylediğim gibi olunca; ÂLEM,
KUŞKUYLA BAKILAN HAYALİ BİR ŞEY OLDU. ONUN KENDİNE AİT GERÇEK
BİR VARLIĞI YOKTUR. DOLAYISIYLA KENDİ KENDİNE VAR OLAMAZ. VE YİNE
SEN ZANNETTİN Kİ ÂLEM, HAKK’IN DIŞINDADIR VE KENDİ BAŞINA
VARLIĞINI DEVAM ETTİRİR. AMA ASLINDA, HİÇ DE ÖYLE DEĞİLDİR.
BAKIP DA GÖRMEZ MİSİN Kİ, AYAKTA DURAN KİŞİNİN KENDİSİNE
BİTİŞİK OLARAK UZANMIŞ OLAN GÖLGESİ KENDİ KENDİNE
OLUŞAMAYACAĞI GİBİ; GÖLGENİN, O KİŞİNİN GÖLGESİ OLMAMASI
VEYA KENDİNDEN AYRI OLMASI DA MÜMKÜN DEĞİLDİR.
O HALDE VARLIĞINI BİL: SEN KİMSİN?
(Sen, Allah’ın ilminde sabit olan ilk yaratılışındaki halinsin. O senin aslın ve özündür
ve yine sen, Hakk’ın zatına ait işlerden bir iş, görünüşlerinden bir görünüş ve onun
bilinen suretlerinden bir suretsin.)
ASLIN NEDİR?
(Senin aslın, hakikatin Hakk’tır.)
HAKK’LA OLAN İLİŞKİN NEDİR?
(Gölgenin sahibiyle ilişkisi neyse, senin de Hakk’la ilişkin odur.)
VE SEN NE YÖNDEN HAKK’SIN VE NE YÖNDEN ÂLEMSİN. VEYA NEDEN
HAKK’SIN YA DA NEDEN HAKK’TAN BAŞKASIN?
(Sen; özün, cevherin, hakikatin yönüyle Hakk’sın. Suretin şeklin, çeşitliliğin ve sonlu
olman yönüyle alemsin. Hakk’tan başkasın.)
VE YUKARIDAKİ SORULARIN BENZERİ OLAN SORULARI KENDİNE
SOR VE ARAŞTIR. BU KONUDA ÂLİMLERİN ANLAYIŞLARI BİRBİRİNDEN
FARKLIDIR. ÇÜNKÜ ALLAH BİLGİSİ, HER ÂLİMDE FARKLI FARKLIDIR.
HAKK’IN KÜÇÜK, BÜYÜK, SAF VEYA RENKSİZ YA DA ÖZEL
GÖRÜNÜMLERİ, CAM BARDAK İÇİNDEKİ NUR/IŞIK GİBİDİR.
O CAMA BAKAN, IŞIĞI BARDAĞIN RENGİ İLE GÖRÜR. OYSAKİ
IŞIK RENKSİZDİR. CAMIN RENGİ, BAKANIN BAKIŞINA,
DOLAYISIYLA O IŞIĞIN ASLINA PERDE OLUR. İŞTE BU, RABBİN
İLE SENİN HAKİKATİNİN NE OLDUĞUNA DAİR BİR ÖRNEKTİR.
Şu halde, camın yeşilliğinden dolayı “Işık yeşildir” dersen, bu doğrudur.
Çünkü gözlerin buna şahitlik eder. AMA AKLINI KULLANARAK
“Hayır ışık yeşil değildir; gerçekte ışık renksizdir” dersen, bu da doğrudur.
Burada da şahidin KENDİ AKLINDIR. Ve cam ile renklenen bu ışık,
camdan, yansıyan bir ışıktır. (Daha doğrusu ışığın gölgesidir.) Eğer cam,
saf ve şeffaf olursa ışık ile aynı olur. İşte cam kabın saf, temiz ve renksiz
olmasından dolayı ondan yansıyan da nurlu, ışıklı bir gölgedir. Nasıl ki
içimizden Hakk ile beliren (Hakk’ın zatında fani olan) bazı Allah dostlarında,
Hakk’ın sureti başkalarına göre daha net, daha saf ve saydam görünür. Bunun
gibi öyle ulu zatlar vardır ki Allah onların işitme duyusu, görme duyusu ve
bütün uzuvları olur. Böylesi bir kul, Allah’a diğerlerinden daha yakındır.
Bunun böyle olduğunu bize, sevgili Peygamberimiz haber verir. “Ve Hakk,
kulun; BÜTÜN MELEKİ GÜÇLERİ VE UZUVLARIDIR.” der. Bütün
bu meleki güçler ve uzuvlar, HAKK’IN GÖLGESİ DEDİĞİMİZ
KULLARDA DA VARDIR. Çünkü hadisteki “O” zamiri ile kulu kastetmiştir.
Ve Hakk, bu kul gibi (fiilleri, sıfatları ve vücudu ile Hakk’ın zatında yok
olmayan) diğer kullarının işitmesi, görmesi kısaca meleki güçleri ve uzuvları
değildir. (Daha doğrusu onlar bu gerçeğin bilincine sahip değillerdir.) Bu
bilince sahip olanlar Hakk’ın varlığına daha yakındırlar. Sorun sana anlattığım
gibi olunca (yani tüm alem nasıl Allah’ın gölgesi ise ve gölge de ancak bir
hayal ise) ANLAMAN GEREKİR Kİ SEN; (aslında olmayan ama var
zannettiğin) BİR HAYALSİN. AKIL EDİP ANLADIĞIN VE “BU BEN
DEĞİLİM, BU BENDEN BAŞKADIR” DEDİĞİN HER NE VARSA,
HAYALDİR. HATTA SENİN KENDİ BAŞINA BAĞIMSIZ OLARAK
DÜŞÜNDÜĞÜN, HAYAL ETTİĞİN ŞEYLERİN TÜMÜ HAYAL
İÇİNDE HAYALDİR. GERÇEK VARLIK, YALNIZ VE SADECE
ALLAH’TIR. (Ama insanların çoğu, bu anlayışta değildir. Onlar kendilerini,
Hakk’ın dışında kendileriyle var olan varlıklar olarak düşünürler. Bu ise,
ancak hayali bir kavramdır.) ŞU HALDE, SENDE MEVCUT OLAN VÜCUT,
YALNIZ VE SADECE ALLAH’IN VÜCUDUDUR. BUNUN BÖYLE OLMASI,
ONUN ZAT’I VE HAKİKATİ YÖNÜYLEDİR, İLAHİ İSİMLERİ YÖNÜYLE
DEĞİLDİR. Zat-ı Ehadiyyet denilen (yani tek, eşsiz denilen) Hakk’ın hakikati/
gerçeği ya da vücudu, ister açığa çıkarak görünsün isterse gizli kalsın fark etmez.
O yine “öz” bir varlık olması nedeniyle gerçek ve tek bir vücuttur. (Yani O’nun
vücudu, vücut olmak için herhangi bir şart gerektirmez. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur.) O, Zat (tam, katkısız, salt vücut) olması nedeniyle sıfatlardan, isimlerden
münezzehtir. (Tenzih edilmiştir, temizdir, arıdır.) Bu nedenle O’nun için isim,
sıfat, resim yoktur. O’nda saklı olan çokluğun da pek değeri yoktur. ANCAK,
KENDİ İSİMLERİYLE İSİMLENMİŞ OLAN ÇOKLUĞUN DEĞERİ VARDIR.
Çünkü Allah’ın isimlerinde çeşitli işaretler vardır. Bunlardan birisi, “Zat” ismidir
ki Hakk, BU İSİMLE ANILAN VARLIĞIN AYNIDIR. İkincisi de, ismin ifade
ettiği manadır. BU MANA VE ÖZELLİKLERLE, DİĞER İSİMLERDEN AYRI
VE FARKLI OLUR. (Şimdi, isimlerin her biri kendi özellikleriyle meydana çıkıp
birbirinden ayrılmasına karşın her isim aynı Hakk’tır.) Ancak örneğin; Gafur/
yargılayıcı ismi ile Zahir/açıkta ve Batın/gizli isimleri ya da Evvel/önce ismiyle
Ahir/son isimleri arasında ne ilişki olabilir ki? BU DURUMDA, HERHANGİ
BİR İSMİN, NE SEBEPLE DİĞER İSMİN AYNISI OLDUĞUNU VE BİR
İSMİN NE SEBEPLE DİĞER İSİMDEN BAŞKASI OLDUĞUNU ANLADIN.
ŞU HALDE, BİR İSİM DİĞER İSMİN AYNISIDIR DERSEK, O İSİM
MUTLAK HAKK OLUR.
YİNE BİR İSİM DİĞER İSMİN GAYRISIDIR/BAŞKASIDIR DERSEK, BU
DEFA O İSİM, BİZİ TERBİYE EDEN ARADIĞIMIZ HAKK’TIR. (Çünkü
isimler mertebesinde ayrılık vardır. Yani her isim diğerinden nitelik ve
özellikleriyle ayrılır. O zaman o isim bizim Rabb-i Has’sımız olur.) SONUÇ
OLARAK; KENDİSİNİ KENDİSİYLE KANITLAYAN MUTLAK HAKK’I
HER ŞEYDEN TENZİH EDERİM. ZİRA O’NUN VARLIĞI YİNE VE ANCAK
KENDİSİDİR. DEMEK Kİ TÜM MADDE ÂLEMİNDE, O’NUN EŞSİZ
BİRLİĞİNE ARACILIK ETMEYEN TEK BİR ŞEY YOKTUR. HAYALDE
İSE, ANCAK ÇOKLUĞA ARACI OLAN GÖLGELER VE HAYALİ
VARLIKLAR VARDIR. ÇOKLUK ÂLEMİNDE KALIP DIŞINA ÇIKAMAYAN
KİMSE, ÂLEM İLE ÂLEMİN AYRINTILARIYLA UĞRAŞIR. Ama Allah’ın
zatını, eşsizliğini kavramış olanlar, O’nu sureti yönüyle değil, ancak alemlere hiç
ihtiyacı olmayan Zatı yönüyle (hem de sonsuza dek) Hakk ile birlikte olurlar.
Hakk’ın âlemlere ihtiyacı asla yoktur. O’nun bu ihtiyaçsızlığı, isim ve sıfatlara
ihtiyaçsızlığı gibidir. (Allah’ın âlemlere ihtiyacı olmadığı gibi, kendi isim ve
sıfatlarına da ihtiyacı yoktur.) Çünkü ona ait isimler, kendisine aracılık ettiği
gibi, o isimle adlandırılmış başka şeylere de aracılık eder. Hakk’ın bu
ihtiyaçsızlığı İhlas Suresinde belirtilmiştir. “Deki: O Allah, Tektir.”-İhlâs, 112/1
Yani O, Zatı yönüyle tek ve benzersizdir. “Allah Samed’dir”; bizim var olup
yaşamamız, O’na bağlıdır. Bu nedenle O, ancak Kendisine ihtiyaç duyulandır.
Kendi kimliğinde ve bizimle olan ilişkisinde “O doğurmadı ve doğmadı.” ve
yine, “O’na denk, eşit, benzer; tek bir şey bile yoktur.” diyerek Kendi özellik
ve niteliklerini belirtmiş ve böylece Kendi benliğini, Kendi kimliğini “Allah,
Tektir” sözü ile tek kılmıştır. Çokluk ise, O’nun bilinen isim ve sıfatlarıyla
YALNIZ BİZİM İÇİN VARDIR. BU NEDENLE BİZ, DOĞAR VE
DOĞURURUZ. HAKK’A İHTİYAÇ DUYARIZ. BİRBİRİMİZE
BENZERİZ. Oysaki o eşsiz ve tek varlık olan Allah, bu vasıflardan
münezzehtir. O’nun bizlere ihtiyacı olmadığı gibi, kendi vasıflarına da
ihtiyacı yoktur. Şu halde Hakk’ı gerçek manada anlatan, İhlâs Suresinde
belirtildiği gibi “ahad”lık/teklik/eşsizlik sıfatıdır. Bu sıfattan başka hiçbir
sıfat O’nu yeteri kadar anlatamaz. İşte bu sure bu hakikati açıklamak
için indirildi. Ve Yüce Allah’ın eşsizliği, BİZLERİN VARLIĞINA
NEDEN OLAN İLAHİ İSİMLERİN ÇOKLUĞU İLE BİRLİKTE
BİR TEKLİKTİR. AYNI ZAMANDA BİZLERDEN VE KENDİ
İSİMLERİNDEN ARINMIŞ BİR TEKLİKTİR.
ÖYLEYSE ŞUNU BİL Kİ; ALLAH GÖLGEYİ SANA VE KENDİ
VARLIĞINA BİR KANIT OLARAK YARATTI VE ONU SAĞA
SOLA DÖNDÜREREK SECDE ETTİRDİ Kİ KİM OLDUĞUNU
BİLESİN. SEN KİMSİN VE SENİN HAKK’LA İLİŞKİN, BAĞINTIN
NEDİR VE HAKK’IN SENİNLE İLİŞKİSİ, BAĞINTISI NEDİR?
BUNLARI ANLAYASIN. İşte bunları bilmen için, “Allah’ın yarattığı
herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgesi küçülerek ve Allah’a
secde ederek sağa sola döner.”-Nahl, 16/48 ayetini örnek göstererek,
(yaratılmış olan cismin gölgesinin, güneşin doğuş ve batışı esnasında,
sağa sola dönerek, uzayıp kısalarak Allah’a nasıl secde ettiklerini örnek
gösterip) gölgelerin vücutlar ve vücutların gölgeler arasındaki ilişkilerini
sana bildirdi. EĞER DİKKAT EDERSEN, BU GÖRÜLEN VÜCUTLAR,
HAYALİ GÖLGELERDİR. VE SEN DE, O GÖLGELERDEN BİRİSİSİN
VE SENİN HAKK’LA İLİŞKİN, GÖLGENİN SAHİBİYLE İLİŞKİSİ
GİBİDİR. ÇÜNKÜ SENİN KAYITLI, ŞEKİLLENMİŞ VÜCUDUN,
MUTLAK VARLIKTAN UZAMIŞTIR VE SEN ONUNLA VARSIN.
HAKK’IN, SENİNLE OLAN İLİŞKİSİ DE, ŞAHSIN GÖLGEYLE OLAN
İLİŞKİSİ GİBİDİR. VE ŞAHIS GÖLGESİNDEN BİLİNDİĞİ GİBİ,
HAKK DA KENDİSİNİN GÖLGESİ OLAN ÂLEM İLE BİLİNİR.
Gölgenin hareket etmesi ya da durması, gölge sahibinin hareket ve
durmasıyla uyumludur. Tabiidir ki var olan bir vücut yoksa gölge de
olmaz. Böylece “Hakk’tan ayrı şeyler” dediğimiz bu yoğunlaşmış
suretler, tüm varlıklar, ne sebeplerden dolayı Allah’a tam bir ihtiyaçla
bağlandığını ve tüm varlıkların da birbirlerine nasıl ihtiyaçları
olduğunu ÖĞRENMİŞ OLDUN. Kuşkusuz ki âlem; ilahi isimler yönü
ile Hakk’ın aynıdır. Ancak asli bir varlığı olmayıp, yokluk üzere
olduğundan tümüyle sebeplere muhtaçtır. Sebep olmayınca, onun
varlığı da olmaz. Ve âlemin muhtaç olduğu en büyük sebep ise,
Hakk’ın varlığıdır. (Yani, yaratılanlar yaratana muhtaçtır.) Bu nedenle
alemin muhtaçlığı, kendi zatı ile var olan kayıtsız, salt, tek olan
Mutlak Zat’ın belirmesi ve O’nun ilahi isimleriyle gerçekleşir.
VE BİZLER, İLAHİ İSİMLERİN AÇIĞA ÇIKMIŞ GÖRÜNTÜLERİYİZ.
Bu ilahi isimler, âlemin ihtiyaç duyduğu isimlerdir. Ve âlem, ihtiyaç
duyduğu isimleri ister. Âlemin istediği isim, ister kendisine benzeyen bir
varlıktan olsun, isterse yaratma ve şekil ve suret verme özelliğine sahip
Hakk’ın hakikatinden olsun; bütün bu isimlerin hepsi birdir. ÇÜNKÜ
KENDİSİNE İHTİYAÇ DUYULAN İSİM, YALNIZCA ALLAH’TIR;
O’NDAN BAŞKASI DEĞİLDİR. Bunun için Yüce Allah buyurdu ki:
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye layık olan
ancak O’dur.”-Fatır, 35/15 Bizler, birbirimize ihtiyacı olan varlıklarız.
Bizim birbirimize olan ihtiyaçlığımız Hakk’a olan ihtiyacımızdır. Ve
yine hiç şüphe yoktur ki ancak Allah bizim ihtiyacımızı giderir.
ÇÜNKÜ BİZDE MEVCUT OLAN HER ŞEY, GERÇEKTE ALLAH’IN
GÖLGESİDİR. BİR ŞEYİN GÖLGESİ İSE SAHİBİNİN AYNIDIR.
İŞTE BU NEDENLE ALLAH, BİZİM ASLIMIZDIR, HAKİKATİMİZDİR;
(ama dikkatini çekerim; bir şeyin gölgesinin, gölge sahibinin aslı olmadığını
düşünürsen) HEM DE DEĞİLDİR.
ŞU HALDE EY OKUYUCU! BİZ SANA, SENİ HAKK’A ULAŞTIRAN
GAYET GENİŞ BİR YOL AÇTIK. ONA GÖRE DÜŞÜN!
Hud Kelimesindeki MUTLAK BİRLİK HİKMETİ
Hz. Hud peygamberin hikmeti, “Hiçbir hayat sahibi yoktur ki, ALLAH ONU
ALNINDAN YAKALAYIP HÜKMÜ VE YÖNETİMİ ALTINDA TUTMASIN.
Benim Rabbim hiç kuşkusuz doğru yol üzerindedir/doğrusunu yapar.”-Hud, 11/56
mealindeki ayete dayanır. Bu ayete göre YÜRÜYEN, EYLEM GERÇEKLEŞTİREN
HER YARATILMIŞIN YAPTIKLARI DOĞRUDUR. DOLAYISIYLA, DOĞRU YOL
ÜZERİNDE YÜRÜMEKTEDİR. İŞTE BU NEDENLERLE, HİÇBİR VARLIK,
YANLIŞ BİR İŞ YAPIP DOĞRU YOLDAN SAPMIŞ, DOLAYISIYLA RABBİNİN
GAZABINA/ÖFKESİNE/KIZGINLIĞINA UĞRAMIŞ DEĞİLDİR. SAPKINLIK,
NASIL GEÇİCİ BİR ŞEYSE, YÜCE ALLAH’IN ÖFKE VE HİDDETİ DE ÖYLECE
GEÇİCİDİR. (Bu geçicilik; ilahi tecellilerin, belirmesi sayılan varlıkların, hayatlarının
sona ermesiyle kendi asıllarına/Allah’a geri dönmelerinden dolayıdır.) ASIL OLAN,
HER ŞEYİ TÜMÜYLE KAPLAYAN ALLAH’IN RAHMETİDİR. RAHMET İSE,
ÖFKE VE HİDDETİ ÖRTMÜŞTÜR. Hakk’ın dışında olan her şey (insan, hayvan,
bitki ve cemad/taş, toprak, maden her şey) canlı türündendir. ÇÜNKÜ TÜMÜ RUH
SAHİBİDİR. BUNA KARŞIN, KENDİ OLANAKLARIYLA HAREKET EDEN
HİÇBİR VARLIK YOKTUR. ANCAK KENDİ OLANAKLARI DIŞINDA (RABBİ
İLE) HAREKET EDEBİLİR. Şu halde hareket edip iş yapan her varlık (KENDİ
RABBİ OLAN O ÖZEL İSMİN TERBİYESİ ALTINDA OLDUĞUNDAN) DOĞRU
YOL ÜZERİNDEDİR. ÇÜNKÜ YOL, ÜZERİNDE YÜRÜNMÜYORSA YOL OLMAZDI.
Halk sana uyunca, Hakk da sana uyar,
Ve eğer Hakk sana uyarsa, bazen halk sana itaat edip, uymaz.
O halde, ne dediğimizi, hakikatini iyi anla!
Çünkü benim sözüm Hakk’tır.
Ve varoluşta, dilsiz/konuşmayan hiçbir varlık yoktur.
(Yaratılanlar, canlı cansız kim ve ne olursa olsun, mutlaka
konuşur. Zira, her yaratılmışta tecelli edip görünen Hakk’tır.
Konuşma, Hakk’tan perdeli olanların zannettikleri gibi
yalnızca ses, harf ve harflerden meydana gelen kelime ve
cümleler değildir. Çoğu konuşma “hal” lisanıyladır. Örneğin;
çekim, dönüş, hareket, ısı, ışın, renk, ses, koku birer konuşma
lisanıdır. Bunların dışında varlıkların “özel halleri” ile konuşmaları
vardır ki bu konuşmalar öncelikle tıp alanında duyulur. Kan ve idrar
tahlilleri, elektroların, tomografilerin nasıl konuştuklarını herkes bilir.)
Gözünle gördüğün her varlık da Hakk’ın zatının aynısıdır.
Fakat bu sır yaratılmış olanlarda gizlenmiştir.
Bundan dolayı eşyanın suretlerinin hakikatleri bilinmez.
Bil ki, Allah dostlarının sahip olduğu ilahi bilgiler, zevkler/mistik deneyimler
farklıdır. Bu farklılık onların yeteneklerinin birbirinden farklı olmasından
kaynaklanır. Buna karşın her bilgi ve her zevkin kaynağı Hakk’tır; Hakk’tan
gelir ve yine Hakk’a döner. Yüce Allah, kutsi hadisinde şöyle buyurur: “Ben
KULUMUN GÖREN GÖZÜ İŞİTEN KULAĞI, TUTAN ELİ, YÜRÜYEN
AYAĞI OLURUM.” BU SÖZÜYLE HAKK, KENDİ HÜVİYETİNİN, KULUN
KENDİSİ OLAN UZUVLARIN TA KENDİSİ OLDUĞUNU SÖYLER.
OYSAKİ HÜVİYET BİR, ORGANLAR İSE (GÜÇLERİ, HİSLERİ FARKLI
OLMASINDAN DOLAYI) ÇEŞİTLİ ŞEKİLLERDE GÖRÜNÜR. VE BU
ÇEŞİTLİLİK, HER ORGANA VERİLEN VE KENDİSİNE YAKIŞAN
ÖZELLİK VE NİTELİKLERDEN KAYNAKLANIR.
Tıpkı su gibi. “Su” sudur, yani tek bir hakikattir. Ancak aktığı yerlerin değişik
olmasından lezzetleri de değişik olur. Bazısının tadı hoş, yumuşak ve lezzetli,
bazılarının da tadı sert ve acıdır. Oysaki su, tatları değişse bile, her yerde ve
her durumda sudur. Bu bilgiye “İlm-i Ercül” yani Hakk’a doğru yürüme bilgisi,
ayaklar bilgisi denir. (Yazar, manevi yolda ilerlemeyi/bedenin yürümesine
benzetip bu ilme “ayaklar bilgisi” demiştir.) Ve bu ayaklar bilgisi, O’nun
kitaplarına uyan kavimlerin beslenmelerine ilişkin olarak Allah’ın “…ayaklarının
altından beslenirlerdi.”-Maide, 5/66 sözünden alınmıştır. Yol, üzerinde yürümek
içindir. Yürümek de ancak ayakla (o konu hakkında çalışıp yol almakla) olur.
Her Rabb-i Has’sın/terbiye edici güçlü ilahi ismin, kendisine teslim olan varlığı
KENDİ DOĞRU YOLU ÜZERİNDE YÜRÜTEBİLMESİ İÇİN ONLARI
“ALINLARINDAN YAKALAYIP SEVK VE İDARE ETMESİ”, İŞİN HİKMETİ
VE HAKİKATİDİR. BU HAKİKAT VE HİKMETLERİ, ANCAK GÖRÜŞ VE
ANLAYIŞLARI AÇIK İLİM SAHİPLERİ BİLİRLER.
“Günahkârları cehenneme sürdüğümüzde…” ayetinde kastedilen günahkârlar, Allah’ın,
kendi nefsi tutkularından dolayı cezalandırdığı kavimdir. Allah, onları itaatsizlikleri ve
nefisi tutkularından dolayı yok etti. Öyle ki onları adeta kendi nefislerinin fırtınasıyla
yok etti. Şu halde Rabb, onları alınlarından yakalayıp “nefis fırtınasıyla” cehenneme
gönderdi. Bu nefis fırtınası da onların nefsi tutkularıyla aynıdır. Cehennem ise, onlar
için uzaklık demektir. Onlar da cehennemi uzakta zannettiler. Ne vakit ki suçlu olanlar
cehennem yurduna gönderildi, (orada nefisleri temizlendi.) İşte o zaman hakları olan
yakınlık cennetine ulaşırlar. Ve böylece hem uzaklık aradan kalkar, hem de cehennemin
manası. Oysaki Hakk, onlara bu yakınlık nimetinin zevkini kendilerinden hoşnut olduğu
için vermedi. Onlar, ancak kendi amellerinin karşılığını, yaratılışlarıyla uyuşan iş ve
eylemlerinin karşılığını aldılar. ÇÜNKÜ ONLAR KENDİ RABB-İ HAS’LARININ
GÖSTERDİĞİ DOSDOĞRU YOL ÜZERİNDE YÜRÜDÜLER. VE YÜRÜYÜŞLERİ
RABLERİNİN EMİRLERİ ALTINDAYDI. ŞU HALDE ONLAR, KENDİ İSTEKLERİ
İLE YÜRÜMEDİLER. BELKİ DE TANRI YAKINLIĞINA ERİNCEYE KADAR
ZORLA YÜRÜTÜLDÜLER.
“Biz, ölüm halinde olan kimseye sizden daha yakınız. Ama siz göremezsiniz.”-Vakıa, 56/85
ayeti, yakınlığın başka bir yönünü bize anlatır. Allah ölüm esnasında, herkese yakındır.
İYİ-KÖTÜ, İNANÇLI-İNANÇSIZ, BÜTÜN BUNLAR FARK ETMEZ. Buna karşın ölüm
halindeki bir kul da, ALLAH’IN BU YAKINLIĞINI GÖRÜR. ÇÜNKÜ ONUN GÖRMESİ
NORMAL İNSANIN GÖRMESİNE BENZEMEZ. GÖZÜNDEKİ PERDELERİN TÜMÜ
KALDIRILMIŞTIR. BU NEDENLE ONUN GÖRÜŞÜ ÇOK NETTİR.
Yine yakınlığı anlatmak için, “Biz insana şah damarından daha yakınız”-Kaf, 50/16 diye
buyurdu. Bu ayette de İNSANLAR ARASINDA AYIRIM YAPMAMIŞ VE HER KULUNA
OLAN YAKINLIĞINI APAÇIK BİR ŞEKİLDE ANLATMIŞTIR. Bütün bunlara karşın
Hakk’ın, kulunun duyuları ve organları olmasından daha üstün bir yakınlık yoktur. Bu
nedenle, VÜCUT BİRLİĞİNE İNANAN MÜ’MİNLER VE KEŞİF EHLİ KİMSELER
NAZARINDA “HALK” AKILLA ANLAŞILAN BİR KAVRAM; “HAKK” İSE
GÖRÜNEN, HİSSEDİLEN BİR VARLIKTIR. BU İKİ SINIFIN DIŞINDA KALANLARIN
NAZARINDA İSE, TAM TERSİ, HAKK, AKILLA ANLAŞILAN BİR KAVRAM; HALK
İSE, GÖRÜNEN, HİSSEDİLEN VARLIKLARDIR. İşte bu topluluktan olanlar, tuzlu suya
benzerler. (Hakikate susamış kimseyi TATMİN ETMEZLER.) Birinci grup (yani iman
sahipleri ve keşif ehli) ise tatlı ve lezzetli su gibidirler. İnsanlar da iki kısma ayrılırlar.
Bazıları, üzerinde yürüdüğü yolu ve o yolun son durağını bilirler. Böylece bu yol, kendileri
için doğru bir yoldur. DİĞERLERİ İSE, NE YÜRÜDÜĞÜ YOLU, NE YÜRÜDÜĞÜ
YOLUN HAKİKATİNİ VE NE DE O YOLUN SONUNU BİLİR. OYSAKİ BU YOL DA
AYNI YOLDUR. Şimdi, Allah bilgisine sahip bilirkişi, basiret üzere Allah’a davet ederken;
ARİF OLMAYANLAR İSE, TAKLİT VE CEHALET (ZANLAR VE YANLIŞLAR)
ÜZERE ALLAH’A DAVET EDERLER.
Bu keşif sahiplerinin ilmi, özel bir ilimdir. Bu ilim, en aşağıdan çıkar. Çünkü ayaklar,
bir şahsın en alt uzuvlarındandır. Ve ayaklardan daha aşağısında ise YOLUN TA KENDİSİ
VARDIR. DOLAYISIYLA BİLİRKİŞİ, İŞİN GERÇEĞİNİ DE BİLİR. VE O BİLİR Kİ;
YOL DA, YOLDA YÜRÜYEN DE HİÇ KUŞKUSUZ HAKK’TIR. ÂLEMLERDE HAKK’IN
VARLIĞINDAN BAŞKA BİR VARLIK YOKTUR.
ŞU HALDE SEN KİMSİN? KENDİ HAKİKATİNİ VE KENDİ YOLUNU ÖĞREN.
BU İŞİN GERÇEĞİ, SANA PEYGAMBER’İN DİLİYLE AÇIKLANDI. ŞAYET
ANLADINSA O DİL, HAKK’IN DİLİDİR. O DİLİ DE BİLGİ VE ANLAYIŞI EN
ÜST SEVİYEDE OLANLAR ANLAR. Çünkü Hakk’ın birçok özellikleri ve birbirinden
farklı yüzleri vardır. Sen Hz. Hud’un peygamber olarak gönderildiği “Ad” kavminin
başına gelenleri duymadın mı? Onlar, “Bu gelen bulut, bize yağmur yağdıracak”-Ahkaf,
46/24 dediler. Böyle diyerek, Hakk’a iyi zan ve iyi duygularla yaklaştılar. Çünkü Allah,
“kulunun zannettiği gibidir.” Bu isteklerine cevap olarak Allah da onlara “yakınlığın” en
üstünü ile karşılık verdi. (Onlar yağmur beklerken karşılarına ölüm çıktı. Çünkü ölüm,
en üstün yakınlıktır.) Eğer Allah, yağmur yağdıracak olsaydı, bu yağmur toprağa faydalı
olacak ve taneler sulanmış olacaktı. Böylece onlar yağmurun sonucuna (yani, ekinlerin
bitmesine) uzun zaman sonra kavuşacaklardı. Oysaki Allah onlara; “…Hayır! O acele ile
istediğiniz şey, içerisinde elemli azap olan bir rüzgardır”-Ahkaf, 46/24 dedi. Böylece Hakk,
fırtına ve rüzgar manasına gelen “reyh” kelimesini, rahatlık verici olarak vasıflandırdı.
Çünkü bu rüzgârla Hakk onları, karanlık beden suretlerinden, zor yollardan ve karanlık
örtülerden kurtarıp rahata kavuşturdu. (Dünya alışkanlıklarından çekip aldı.) Bu rahatlık
ise, azap ile elde edilir. Çünkü alışkanlıklardan ayrılmak bir tür azaptır. Azap gelip çatınca
iş, hayallerinde kurdukları hayırdan daha yakın oldu. Fırtına, Allah’ın emriyle her şeyi alt
üst etti. Meskenlerinden başka hiçbir şey görmediler ve öylece sabahladılar. Oysaki onların
mesken dedikleri şey, Hakk’ın bir parçası olan ruhlarının hakim olduğu bedenleriydi. Böyle
olunca, ruhları ile olan özel bağlantılarını (görmek, işitmek, hareket etmek vesaire gibi
yeteneklerini) kaybettiler. (Ruhları asıllarına geri döndü; kısaca öldüler.) Ancak Hakk’ın
KENDİLERİNE ÖZEL OLARAK VERDİĞİ BİR HAYAT TARZI İLE CANLI
KALDILAR. BU ÖYLE BİR HAYATTIR Kİ; DERİLER, ELLER, AYAKLAR VE DİĞER
ORGANLAR İŞTE BU HAYAT İLE KONUŞURLAR. VE BUNLARIN GERÇEK
OLACAĞINI BİLDİREN, MANASI AÇIK VE KESİN AYETLER GELMİŞTİR.
“O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da
şahitlik eder.”-(Yasin, 36/65, Fussilet, 41/21 gibi)
Yüce Allah’ın bir özelliği de “gayret”tir. (Buradaki “gayret” kıskançlık, Hakk’ın kendi
hakikatinin açığa çıkartılmasındaki kıskançlığıdır. Ancak yazar, biraz aşağıda “gayret”i;
kök anlamından yola çıkarak “gayr” yani Allah’tan başkası anlamını da kullanır.)
Bu kıskançlığından dolayı Kendisine ait hakikatlerin açıktan açığa açıklanmasını ve bu
konuda haddi aşmayı, taşkınlık yapmayı yasakladı. Oysaki yasak ettiği gerçekler gün
gibi açıktadır. Zira gizlediği, yasakladığı her neyse, YİNE KENDİSİNİN AYNI OLAN
VARLIĞA, YİNE KENDİSİ İLHAM ETMİŞTİR. Hakk, gerçeklerin açığa çıkmasını
yasakladı. Yasakladığı gerçek ise KENDİSİ İLE VARLIKLARIN AYNI OLMASI
GERÇEĞİDİR. EY OKUYUCU! YÜCE ALLAH, YUKARIDA BELİRTTİĞİMİZ GİBİ
KENDİSİNİN, KENDİ HAKİKATİNİN AÇIĞA ÇIKMAMASI İÇİN BU HAKİKATİ
YARATILMIŞLARIN VARLIĞI İLE ÖRTTÜ. BU YARATILMIŞLARDAN BİRİ DE,
KİM OLDUĞUNU BİLMEDİĞİN, YABANCISI OLDUĞUN KENDİ VARLIĞINDIR.
BU NEDENLE YARATILMIŞLARIN PEK ÇOĞU BU HAKİKATİ BİLMEZ. İşte sana
bir örnek: Allah bilgisinden habersiz olan yani kim olduğunu bilmeyen biri, “işiten benim”
der. Buna karşın kim olduğunu bilen arif ise, “Benim işitmem Hakk’ın işitmesidir” der.
Bu durumda biri Hakk’ı tanır/bilir, diğeri tanımaz. VE TANIMAYANLAR ELBETTE
ÇOĞUNLUKTADIR. BU NEDENLE İNSANLAR, ALLAH’I BİLME KONUSUNDA
BİLGİ VE BİLGİLERİNİN KALİTESİNE GÖRE, BİRİ DİĞERİNE GÖRE DAHA
ÜSTÜN OLDULAR. NETİCEDE; AŞAĞI, ÜSTÜN VE DAHA ÜSTÜN İNSANLAR
OLUŞUR. Bilmeni isterim ki Allah, Âdem peygamberden Hz. Muhammed efendimize
kadar gelmiş geçmiş bütün resul ve nebilerin a’yan-ı sabite alemindeki hallerini bana
gösterdi. Bu olay, hicri 586 yılında Kurtuba şehrinde oldu. Bu resul ve nebiler arasında,
Hud peygamberden başka kimse benimle konuşmadı. Hz. Hud, TOPLANTILARININ
NEDENİNİ BANA BİLDİRDİ. Ben, peygamberler arasında Hz. Hud’u, sağlıklı, güler
yüzlü, tatlı dilli, zor meseleleri bilen ve çözen keşif sahibi (yani bilgileri aracısız olarak,
doğrudan Allah’tan alan) bir zat olarak tanıdım. Onun bilge ve keşif sahibi bir zat
olduğunu, Allah’ın onu diliyle söylediği “Hiçbir varlık yoktur ki Allah onun alnından
yakalayıp yönetmesin. Muhakkak ki benim Rabbim doğru yol üzerindedir.”-Hud, 11/56
anlamındaki ayetten anladım. (Hakk, varlıklardan her birisinin alnından tutup, kendi
Rablerinin doğru yolu üzerinde yürütür. “Alnından yakalamak” ise, onu her şeyi ile
kontrolü altına almaktır. Öyleyse;) İNSANLAR İÇİN BUNDAN DAHA BÜYÜK,
BUNDAN DAHA GÜZEL BİR MÜJDE OLABİLİR Mİ? VE ALLAH’IN,
HZ. HUD’UN BU SÖZÜNÜ KUR’AN İLE BİZE AKTARMASI, O’NUN BİZE
EN BÜYÜK HEDİYESİDİR. Bütün ilahi sırları kendinde toplayan Hz. Muhammed
efendimiz de, bu müjdeyi şu kutsi hadisle bildirmiştir. “HAKK’TAN BİZE
BİLDİRDİĞİ ŞEYLE TAMAMLADI. HAKK, KULAĞIN, GÖZÜN, ELİN,
AYAĞIN VE DİLİN AYNIDIR. YANİ DUYULARIN, HİSLERİN KENDİSİDİR.”
Biliyoruz ki (akıl, şuur, düşünce, hayal gibi) ruhi melekeler (içerikleri ve sınırları
bilinmediği için) Hakk’a, duyu organlarından daha yakındır. İçeriği ve sınırları
bilinmeyen güçler, Hakk’a daha yakın olmalarına karşın, sevgili Peygamberimiz
Hakk’tan daha uzak ve sınırlı olan duyu organlarından söz etmekle yetindi. Yüce
Hakk burada, Hz. Hud peygamberin kavmine söylediği bu sözü, bir müjde olarak
bize açıkladı. Ve Allah’ın Resulü de, Hud peygamberin bu sözünü bize bir müjde
olarak Hakk’ın sözleriyle açıkladı. Böylelikle bilgi, kendilerine ilim verilenlerin
kalplerinde olgunlaştı ve bu bilginin doğru bilgi olduğu kesinleşti.
(Buna rağmen), BAZILARI BU BİLGİNİN DOĞRU OLDUĞUNU BİLSELER
BİLE, NEFİSLERİNDEKİ HASET, KISKANÇLIK VE ZULÜM YÜZÜNDEN
O BİLGİYİ İNKÂR EDERLER. “Bizim ayetlerimizi ANCAK KÂFİRLER BİLE
BİLE İNKÂR EDERLER.”-Ankebut, 29/47 Yüce Allah, gerek kitapları vasıtasıyla
indirdiği ayetlerde ve gerek resulleri vasıtasıyla bize ulaşan bilgilerde, KENDİ
ÖZELLİK VE NİTELİKLERİNİ TAM OLARAK ANLAŞILMAYAN
SINIRLANDIRILMIŞ BİLGİLER HALİNDE BİLDİRMİŞTİR. Bu bilgilerden
birisi, Peygamberimizin Allah hakkında söylediği; “Altında ve üstünde hava
olmayan ama’daydı” sözüdür. Bu söz gibi, “Rahman Arşı kapsayıp kuşatmıştır”-Taha,
20/5 ayeti de kısıtlanmış, sınırlanmış bilgilerle anlaşılır. Diğeri; Resulünün ifadesiyle,
“Allah HER GECE DÜNYA SEMASINA İNİP BUYURUR Kİ: TÖVBE EDEN VAR
MIDIR Kİ, TÖVBESİNİ KABUL EDEYİM VE BAĞIŞLANMA DİLEYEN VAR
MIDIR Kİ, ONU BAĞIŞLAYAYIM.” sözüdür. Bunlar ve buna benzer ifadeler yine
tam anlaşılmayan sınırlandırılmış ifadelerdir. Bir diğeri, Yüce Allah’ın Kur’an-ı
Kerim’de buyurduğu “O öyle bir Allah’tır ki GÖKLERDE DE ALLAH’TIR; YERDE
DE ALLAH’TIR.”-Zuhruf, 43/84; bir başkası da, “NEREDE OLUR İSENİZ, O
SİZİNLE BERABERDİR”-Hadid, 57/4 ayetleridir. Bütün bu ayetlerde, Kendisini
net ve açık olmayan ifadelerle sınırlandırmıştır. Bu zor anlaşılan ifadelerden birisi
olan, “Nerede olur iseniz, O sizinle beraberdir” ayeti; KENDİSİNİN, BİZ DE DAHİL
OLMAK ÜZERE TÜM ÂLEMİN “AYNISI” OLDUĞUNUN VE DOLAYISIYLA
BİZLERLE BİRLİKTE OLDUĞUNUN ÜSTÜ KAPALI VE SINIRLI İFADELERLE
ANLATIMIDIR. Gerçekleri bütün açıklığıyla bileceğimiz zamana kadar (ölümle bütün
perdeler kalkıncaya kadar), alacağımız bilgi bu kadardır. Bir şeyin sınırı belirlendiği
zaman, o sınır Hakk’ın sınırı olur. Bu nedenle Hakk bütün varlıkların sınırlarıyla
sınırlanmış demektir. Şu halde Yüce Hakk’ı kayıt ve sınırlamaktan kurtarmak bile bir
şekilde kayıt altına alıp sınırlamaktır. Çünkü sınırsız ve kayıtsız olarak kabul ettiğiniz
her şeyi Hakk’la ilişkilendirdiğiniz anda, O’nu sınırlamış olursunuz. Buna göre Hakk,
zaman ve mekanla, kayıtlı veya kayıtsız olarak yaratılmış tüm aleme yayılmıştır. Eğer
böyle olmasaydı, YARATILMIŞ OLANLAR İÇİN ASLA VARLIK DİYE BİR ŞEY
OLMAZDI. (Çünkü bir varlıkta RUH YOKSA O VARLIĞIN AÇIĞA ÇIKMASI DA
İMKÂNSIZDIR.) DOLAYISIYLA HAKK, VARLIĞIN TA KENDİSİDİR. Ve durum
böyle olunca da, HAKK, HER ŞEYİ KENDİSİYLE/KENDİ ZATI İLE KORUR. VE
BU KORUMA ŞEKLİ O’NA HİÇBİR ŞEKİLDE AĞIR GELMEZ. ÇÜNKÜ
VARLIKLARI KORUMASI KENDİSİNİ KORUMASIDIR. BUNUN ASLI BUDUR.
ÇÜNKÜ O, HER GÖRENLE GÖRÜR, HER GÖRÜNENLE GÖRÜNÜR. İŞİTEN DE
O’DUR, SÖYLEYEN DE. DOLAYISIYLA ÂLEM O’NUN BEDENİ/SURETİ VE
O’DA ÂLEMİN YÖNETİM VE İDARESİNİ SAĞLAYAN RUHUDUR. İŞTE BU
NEDENLE ÂLEM, “İNSAN-I KEBİR”/BÜYÜK İNSANDIR.
Âlemlerin tümü Hakk’tır.
Ve O, tek bir mutlak vücuttur ki,
Benim, kayıtlı vücudum O’nun kayıtsız, sınırsız vücuduyla ayaktadır.
İşte bunun için benim vücudum O’nun gıdasıdır.
O da bizim gıdamızdır.
O’nun vücudu ile beslenmekteyiz.
Şu halde sen, yaratan ve yaratılan yönüyle bakarsan,
Benim sığınmam O’ndan O’nadır.
(Acaba âlemler ve içindekiler nasıl oluştu? Varlıkların a’yan-ı sabiteleri, Hakk’ın ilmi
vücudunda hazırdılar. Ancak bunlarda daha henüz bir belirti/ maddeleşme yoktu.) Hakk’ın
kendisinde gizli olan varlıkların açığa çıkıp maddeleşme isteği ve bunun yarattığı sıkıntı,
İlahi nefesinin Rahman ismiyle vasıflanmasını gerektirdi. Böylece Hakk, Rahman ismi ile
onlara vücut verdi. Çünkü Hakk’ın zahiri/dış görünüşü dediğimiz âlemin suretleri
yaratılmayı diledikleri için Hakk da Rahman ismiyle onlara rahmet edip vücut verdi. İşte
bütün âlem böyle oluştu. Şu halde Hakk, Evvel/ilktir; çünkü âlemin suretleri yokken O
vardı. Ve Hakk, Ahir/sondur; çünkü âlemin açığa çıkması Hakk’ın açığa çıkmasıdır.
ÖYLEYSE EVVEL VE AHİR AYNIDIR. YİNE, AÇIĞA ÇIKAN ÂLEM HAKK’IN ZAHİRİ/
DIŞ GÖRÜNÜŞÜ VE HAKK DA, ÂLEMİN BÂTINİ/GÖRÜNMEYEN YÖNÜ, RUHUDUR.
DEMEK Kİ ZAHİR VE BATIN DA AYNIDIR. Şu inkâr edilemez bir gerçektir ki Hakk, her
şeyi bilir. Şüphesiz ki kendi nefsini/özellik ve niteliklerini de bilir. Hakk, kendi zatının aynı
olan Nefes-i rahmanisinden/Kendi nefesinden “isimler” olarak adlandırılan ve her şeyin
özü, cevheri sayılan ilk maddeyi yarattı. VE BÖYLECE YARATILMIŞLARIN
TÜMÜ, RAHMANİ NEFESİN BİR GÖRÜNTÜSÜ OLDUKLARINDAN ALLAH İLE
OLAN BAĞLANTILARI KESİNLEŞTİ. Nitekim Hz. Resul, Allah’tan aldığı bilgiyle şöyle
buyurur: Yüce Allah kıyamet gününde der ki: “(Ta başından beri Benim olan, ancak)
KENDİNİZİN OLDUĞUNU ZANNETTİĞİNİZ BÜTÜN ÖZELLİK VE
NİTELİKLERİNİZİ (ve bunlarla ilgili tüm varınızı; vücudunuzu, duyu organlarınızı,
yaptığınız iş ve eylemlerinizi) SİZDEN ALIR, KENDİME BAĞLARIM. BÖYLECE
BENDE YOK OLUR, BENİMLE SONSUZA DEK KALICI OLURSUNUZ. ÇÜNKÜ
SİZLER BANA AİT VE BENİM BİRER TECELLİMSİNİZ. TAKVA EHLİ (Allah’ı
gerçek manada tanıyan ve O’ndan korkup çekinen ve yukarıdaki gerçekleri bilen
kimseler) NEREDEDİR?” O takva sahipleri, kendi benliklerini Hakk’ın benliğinde
yok etmişler, bu suretle kendilerini Hakk’a siper etmişlerdir. Bu nedenle takva sahipleri,
İNSANLARIN EN BİLGİLİSİ, EN ERDEMLİSİ VE EN GÜÇLÜSÜDÜR. İşte bundan
dolayı, kul denilen varlık HAKK DENİLEN VARLIĞIN ARACI OLDU. TA Kİ
BİLEN BİLMEYENDEN AYRILSIN. Nasıl ki ayette “…De ki: Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? Ancak AKIL SAHİPLERİ BUNLARI HAKKIYLA
DÜŞÜNÜRLER.”-Zümer, 39/9 denmektedir. Bunu, ancak akıllı irfan sahipleri bilir.
Onlar gerçeklerin iç yüzünü görürler ve zaten onlardan da beklenen budur. Bu bölümde
geçen konuları ANCAK KARARLI VE AZİMLİ ARİFLER ANLAR. DİĞER
CAHİLLER, HATTA BİLGİNLER ANLAYAMAZ. Nasıl ki ücretli çalışanlarla
köleler bir değildir. Aldıkları ödül de aynı değildir.
(Yukarıda da bahsedildiği gibi) irfan sahibi bir kul, kendini (noksanlıklarını,
beğenilmeyen şeyleri kendisine bağlaması gerektiğini bilip, kendi nefsini) Hakk’a
siper ederse ve Hakk da ona kalkan olursa (YANİ HAKK DA İYİ KÖTÜ HER
ŞEYİ KENDİ ÜSTÜNE ALIRSA VE SENDE BÖYLE BİR BİLGİ VE YETENEK
VARSA); Artık sen, kâinat hakkında dilediğin kararı vermekte hürsün.
İstersen; yaratılmış bu âleme (yaratılış yönüyle bakıp, görülen noksanlıklarından
dolayı) HALK YAHUT VARLIK DERSİN.
İstersen; özüne, gerçeğine bakıp (Hakk’ın kemal sıfatlarını ve ilahi isimlerini
taşıdıklarından) YALNIZCA HAKK DERSİN.
İstersen; âleme, (Hakk’ın gizli ve açık, tam ve noksansız sıfatları kendinde toplaması
nedeniyle) HAKK OLAN VARLIKTIR DERSİN.
Hatta istersen; (dış görünüşü, madde yapısı yönüyle) HİÇBİR ŞEKİLDE HAKK
DEĞİLDİR DEDİĞİN GİBİ, (iç görünüşü, özü ve cevheri yönüyle) BÜTÜNÜYLE
HAKK’TIR DERSİN.
Ve yine istersen; bu âleme, (yaratılmışların güçsüz, yetersiz, ölümlü hallerine)
BAKIP BUNLAR HAKK OLAMAZ ya da (Hakk’ın sıfatıyla donanmış,
isimlerindeki manayı uygulayan yeteneklerine bakıp) BUNLAR YARATILMIŞ
OLAMAZ DEYİP HAYRETE DÜŞERSİN.
Böylece sınırlanmış mertebe ve makamların anlayışları ortaya çıktı. Eğer bu
sınırlamalar, değişik anlayışlar olmasaydı resuller insanlara, Hakk’ın çeşitli
görünümlerini bildirmezdi ve ayrıca O’nu bütün suretlerden, sınırlanmadan
arınmış olarak da nitelemezlerdi.
Göz O’ndan başkasına bakmaz,
Hüküm de O’ndan başkasına verilmez.
Şu halde biz O’nun içiniz,
Ve O’nun iki eliyle O’nunla birlikteyiz.
Ve bulunduğumuz bütün hallerde O’nunlayız.
İşte bu nedenle,
O, bilinir, inkâr edilir, benzetilir ya da benzetilmez.
Şu halde Hakk’ı gerçek manada bilenler; Hakk’ı Hakk’tan, Hakk’ın gözü ile gören
kimselerdir. Bunlar da ariflerdir. Hakk’ı Hakk’tan, Hakk’ın gözü ile görmek nasıl
olur? BU DÜNYADA HAKK’I, HAKK’TAN, HAKK’IN GÖZÜYLE GÖRMEYİP
DE AHİRETTE KENDİ GÖZLERİYLE GÖRMEYİ UMAN KİMSE İSE CAHİLDİR.
“Bu dünyada KÖR olan kimse ahirette de KÖRDÜR…”-İsra, 17/72 Hâsılı, her bir kişi
kendi Rabbini kendisine has bir inanç ile zihninde canlandırıp hayal etmesi lazımdır ki
bu inançla O’na dönsün ve O’nu, o inançla arasın. Bir kula Hakk, (küçük yaşlarından
beri, işittikleri ve okudukları ile) zihninde tasarlayıp hayal ettiği gibi tecelli ederse,
O’nun Hakk olduğunu bilir ve O’nu doğrular. Ama hayal ettiği şeklin dışında tecelli
edecek olursa, O’nu inkar edip O’ndan sakınır. Bu inkâr ile Hakk’a karşı edepli
davrandığını zanneder. İşte bu şekilde bir inanca sahip olan yalnızca kendi inancına
uyan Allah’a inanır. Şu halde onun taptığı ilah, hayalinde kurup tasarladığı, kendi
yarattığı bir ilahtır. Demek ki bu şekilde inanca sahip olanlar, ancak kendi nefislerini
ve nefislerinin yarattığı Hakk’ı görebilirler. ŞİMDİ SEN İNSANLARIN, ALLAH
BİLGİSİ İLE İLGİLİ MERTEBELERİNİ BİR DÜŞÜN!
İnsanların kıyamette Allah’ı görmeleri, ONLARIN ALLAH HAKKINDAKİ
BİLGİLERİNİN KALİTESİNE GÖREDİR. NASIL BİR BİLGİYE SAHİPLERSE,
ANCAK O BİLGİ NİSPETİNDE GÖRÜRLER. Ben size (kıyamette Hakk’ı görmek
için) mertebelerin birbirinden farklı olmasını gerektiren sebebi açıkladım. Bunları
anladıktan sonra, SAKIN HA! Sen de bu şekilde kendi inancın ile ürettiklerine
BAĞLANIP KALMA ve bunun gibi hayalinde ürettiğin şekle kapılıp DİĞER
SURETLERİ İNKÂR ETME! Kendi aklının ürettiklerini gerçek kabul edip, bu
inancının dışında kalan Hakk’ın tecellilerini inkar edersen, BİRÇOK HAYIRDAN
MAHRUM KALIRSIN. Böylece Hakk’ı anlayabilme bilgin DAR BİR SAHAYLA
SINIRLI KALIR. Öyleyse, sen BÜTÜN İNANIŞLARIN ASLINI ANLA! (Hakk’ı
inandığın şekille sınırlama; aksine O’nu bütün suretlerde gör, seyret.)
Çünkü Yüce Allah, o kadar geniş, o kadar büyük ve görkemlidir ki, O’NU HİÇBİR
İNANIŞ TARZI SINIRLAYAMAZ. Bunun için yüce Hakk, kendisi için “Yüzünüzü
nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.”-Bakara, 2/115 diye buyurdu. Yoksa
“ALLAH’IN YÜZÜ ŞU YÖNDEDİR” deyip kayıtlamadı; aksine genel olarak her
yerde olduğunu bildirdi. BİR ŞEYİN YÜZÜ İSE ONUN KENDİSİ/HAKİKATİDİR.
Hakk, bu sözü ile inananların kalbini rahatlattı. Böylece dünya hayatında geçici
zorluklar onları, Hakk’ı anmaktan alıkoymasın. Kul ne zaman öleceğini bilmez.
Bazıları beğenilmeyen şeylerle meşgul iken, gaflet içinde ölür. Böyle bir kimse,
“Hakk’ın huzurunda olduğunun” BİLİNCİNE SAHİP KİMSE GİBİ DEĞİLDİR.
Elbette ki aralarında fark vardır. (Hakk ile beraber ölmekle, O’ndan habersiz,
O’nsuz ölmek arasındaki farkı anlayabilenler, gaflet halindeki ölümden nefret
ederler ve Allah’a sığınırlar. Zira Hz. Peygamber, “HANGİ HAL İLE ÖLÜRSENİZ,
O HAL İLE DİRİLİRSİNİZ” demiştir.)
Salih Kelimesindeki AÇILIŞ HİKMETİ
Yürüyen bineklerde (bedenlerimizde) görünen belirtiler
O’nun ayetlerindendir. (Hakk’ın varlığını kanıtlayan iz ve işaretlerdir.)
Yolların çeşitliliğinden kaynaklanır.
Bu bineklerle binenlerden bazıları (sahip olduğu bedenini Hakk’a ulaşmak
için kullanıp) doğru yolda yürürken,
Bazıları da ıssız çöllerde (şaşkın ve çaresiz) gezinip dururlar.
Dosdoğru yürüyenler, hakikat bilgisine sahip olanlardır. (O’nu gören, seyreden kimseler.)
(Akılları hakikat bilgisinden perdeli olup madde karanlığında amaçsız)
Gezinip duranlar ise, (hakikatten) uzaklaşanlardır.
Bunlardan her ikisine de ne gelirse, Hakk’tan gelir.
Allah sizlere başarılar versin. Bilmelisiniz ki YARATILIŞ ASLINDA “TEKLİK”
ŞEKLİNDEDİR; ANCAK İÇİNDE “ÜÇLEME” KURALI VARDIR. Bölünmeyen
tek sayıların ilki üçtür. Âlem ve bütün yaratılmışlar da, işte bu üçlemeyi içeren
teklikten oluşmuştur. Yüce Allah; “Biz bir şeyin olmasını dilediğimizde, ona sadece
‘Ol’ deriz, hemen olur”-Nahl, 16/40 diye buyurmuştur. Bir şeyin yaratılması için, bu
üç unsurun bir arada bulunması gerekir. Bunlar;
1: Yaratmak isteyenin KENDİSİ.
2: O’nun İRADESİ.
3: O’nun SÖZÜ dür.
Şu halde, bu üç unsur olmasaydı, hiçbir şey yaratılmazdı. Bunlar birleşince
“üçlü bir birlik” oluştu ve böylece yaratılmak istenilen yaratılır. (Ancak
yaratılanda da var olabilmesi için)
Yaratılanın var olabilmesi için de ayrı bir üç unsura sahip olması gerekir:
1: Yaratılacak şeyin Allah bilgisindeki SURETİNİN VAR OLMASI.
2: Bu suretin “OL” EMRİNİ İŞİTMESİ.
3: İşittiği emre İTAAT ETMESİDİR.
Böyle olunca, Yaratanın üçlü birliği, Yaratılanın üçlü birliği ile örtüşür.
(Nasıl olur bu örtüşme?)
1: YARATANIN ZATI İLE YARATILANIN ALLAH’IN EZELİ İLMİNDEKİ
ZATI ÖRTÜŞÜR.
2: YARATANIN YARATMA İRADESİ İLE YARATILANIN “OL” EMRİNİ
İŞİTMESİ ÖRTÜŞÜR.
3: YARATANIN SÖZÜ, YARATILANIN BU SÖZE İTAAT ETMESİ İLE
ÖRTÜŞÜR.
Böylece yaratılma işlemi tamamlanır. Demek ki Allah’ın “feyekün/hemen olur”
sözü, yaratılmayı VARLIĞIN KENDİSİNE BAĞLAMIŞTIR. Zira, eğer o varlık
Allah’ın “ol” emrini işittiğinde kendisinde VAR OLMA KUVVETİ olmasaydı,
yaratılamazdı. Şu halde, YOKLUKTA OLAN VARLIK, YARATILIŞ EMRİNİ
DUYUNCA KENDİ KENDİSİNİ YARATTI. Bu izaha göre, yaratma işleminde
Hakk’a düşen görev, SADECE EMİR VERMEKTİR. Yaratmanın üçlü teklik
üstüne dayalı olması, başka bir takım mantıklı fikirlerin oluşmasını da sağlar.
Şöyle ki; yaratılma üçlü tekliklerin belli bir düzende ve belli şartlarda birleşmesiyle
oluşur. Mantıklı fikirlerle yapılan karşılaştırma da, mutlaka üçlü teklikte oluşan belli
bir düzende ve belli şartlarda olması gerekir. Böylece zorunlu bir sonuç ortaya çıkar.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Örneğin; varlıkların sonradan yaratıldığını ifade eden bir
cümle kurmak istediğimizde, iki öneri ileri süreriz.
VARLIKLAR DEĞİŞKENDİR.
DEĞİŞKEN YARATILMIŞTIR.
Sonuç; öyle ise VARLIKLAR YARATILMIŞTIR, deriz.
İleri sürülmüş olan iki mantıklı cümleden, bir netice çıkar: (Varlıklar yaratılmıştır.) Bu
öneride iki cümle vardır. Dolayısıyla dört tek kelime ortaya çıkar. Bu dört kelimeden
birisi, birleştirici olarak iki cümleyi birbirine bağlamak içindir ve her iki cümle içinde
de vardır. (Değişken) İşte bu tekrarlanan kelimeden birini çıkartırsak, geriye manayı
tam ifade eden üç kelime kalır. Bu işlem belirli ve mantıklı bir yaklaşımla gerçekleşirse,
sonuca varılır. Bu mantıklı yaklaşımın özel şartı, önerilen iki cümlede varılmak istenilen
fikrin, ileri sürülen sebepten daha genel ya da eşit olmasıdır.
İşte yukarıda belirtilen belirli ve mantıklı bir yaklaşım gerçekleşmezse, sonuç yanlış olur.
Bu belirli ve mantıklı yaklaşımın eksikliği sonucunda, Allah ve kul hakkında verilen
hükümler de yanlış olur. Buna örnek olarak; “fiillerin yani iş ve eylemlerin KUL
TARAFINDAN YAPILDIĞI, yaratmanın ise yalnızca HAKK TARAFINDAN
GERÇEKLEŞTİĞİ” YANLIŞLARINI VEREBİLİRİZ.
Kainatın aslı üçlü tekliğe dayandığı için Yüce Hakk, (bir örnek olarak) Salih peygamberin
halkını verdi. Onları yok etmek için üç gün bekledi. Böylece nasıl ki yaratmak üçlü tekliğin
üzerine kurulmuş ise ÖLDÜRMEK DE AYNI ŞEKİLDE ÜÇLÜ TEKLİK ÜZERİNE
GERÇEKLEŞTİ.
Şuayb Kelimesindeki KALP HİKMETİ
Bilmelisiniz ki kalp denilince, Allah konusunda en üst düzeyde bilgi sahibi olan
ariflerin (insan-ı kamilin) kalbi akla gelir. Çünkü böyle bir kalp, Allah’ın rahmetidir
ve Allah’tan o kula verilen en yüce ve en saygın bir hediyedir. Hatta ilahi rahmetten
DAHA GENİŞ VE KAPSAYICIDIR. Çünkü Yüce Allah, ANCAK BÖYLESİ BİR
KALBİN İÇERİSİNE SIĞAR. Oysaki Allah’ın rahmeti bile, ALLAH’I KENDİ İÇİNE
ALACAK KAPASİTEDE DEĞİLDİR.
Yukarıdaki anlayış, genelde her insanın ve zahir bilginlerinin görüşüdür. (Yani yukarıdaki
bilgi, ALLAH İLE KULU AYRI AYRI GÖRENLER İÇİNDİR.) Bu anlayışta olanlar için
Hakk, rahmet edendir, RAHMET OLUNAN DEĞİLDİR. Yani onlara göre, HAKK’IN
RAHMETİ KABUL ETMESİ ASLA SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Ancak seçkinler ve
arifler için Hakk, HEM “RAHİM”DİR, HEM DE “MERHUM”DUR; YANİ RAHMETİ
KABUL EDENDİR. Öyleyse Hakk, ANCAK KENDİ KENDİNE RAHMET EDER.
Çünkü Allah kendisini “NEFES ALIP VEREN” OLARAK NİTELEMİŞTİR. Bu nedenle
ÂLEMLER O’NUN İLAHİ NEFESİDİR. İlahi isimler, İSİMLENDİRİLDİĞİ VARLIĞIN
AYNIDIR, YANİ O İSMİN KENDİSİDİR. DOLAYISIYLA VARLIK DA HAKK’IN
KENDİSİ OLUR. Ve isimler; kendi özellik ve niteliklerini, GİZLİ GÜÇ ŞEKLİNDE
BENLİKLERİNDE TAŞIYAN VARLIKLARI İSTERLER. (Çünkü âlem, cisimsiz ve
şekilsiz görünmez.) Böyle olunca, Allah’ın sıfatlarının ve isimlerinin belirmesi için
KULLARA/VARLIKLARA İHTİYACI DOĞAR. Aksi halde, ilahi isimlerin ve sıfatların,
AÇIĞA ÇIKMASI MÜMKÜN OLMAZDI. DOLAYISI İLE ÂLEM DE VAR OLMAZDI.
Yüce Hakk, zatı bakımından alemlere hiç ihtiyacı olmasa da, RABLIĞI BAKIMINDAN
İHTİYAÇ SAHİBİDİR. (Çünkü zat mertebesinde cisim, şekil ve nitelik yoktur. Ancak
ilahi isimler mertebesinde, Rablık işini yapacağı, görüneceği bir mekan ve varlık ister.)
Öyleyse Hakk, zatı bakımından ihtiyaçsız; ama isimleri yani Rabb olması bakımından
ihtiyaç sahibidir. Buna karşın Rablık da kendi vasıfları ve hakikati nedeniyle HAKK’IN
AYNIDIR. Böyle olunca, Hakk’ın kullarına olan rahmeti, YİNE KENDİ İLAHİ
İSİMLERİNE OLUR.
Bu durumda “her varlık HAKK’TIR ya da her varlık VARLIKTIR” dersin. Veya “Varlık,
bir yönüyle HAKK’TIR; bir yönüyle HAKK DEĞİL, VARLIKTIR” dersin. HER İKİSİ
DE DOĞRUDUR.
İnsanoğlu, Allah’a olan yolculuğunda her an ilerleme halindedir. Ama biz, bu gelişim ve
ilerlemeyi zaman içinde fark edemeyiz. Çünkü bu gelişimin arasındaki zaman çok kısa
ve birbirine benzerdir. Bu benzeyiş, cennette yenilen meyvelerin dünyadaki meyvelere
benzemesi gibidir. “Cennet ehline bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiğinde,
‘Bu önceden dünyada bize verilenlerdendir’ derler”-Bakara, 2/25 Oysaki yenilen bu
meyve, dünyadaki meyvenin aynı değildir. Bilgi sahibi kişi için, birbirine benzeyen iki
şey benzerliklerinden dolayı aynı olmaz.
Yüce Allah, TÜM ÂLEMİ HER AN YENİDEN YARATTIĞINI; AMA HALKIN PEK
ÇOĞUNUN BU KONUDA BİLGİ SAHİBİ OLMADIKLARINI ayetiyle bildirmiştir.
“…Hayır, onlar YENİ YARATILIŞ KONUSUNDA şüphe içindedirler.”-Kaf, 50/15
Dolayısı ile bu kimseler, ÂLEMİN HER NEFESTE YENİLENDİĞİNİ BİLMEZLER.
OYSAKİ ÂLEM SÜREKLİ DEĞİŞİM VE YENİLENME İÇİNDEDİR. (Bu sürekli
değişim ve yenilenme, sanki ölüm ve yeniden yaratılıştır. Öyle ki en küçük zaman
diliminde bile, kainattaki her şey ölür ve yenisi yeniden yaratılır. Düşününüz ki; bir
salise sonrasında bile hiçbir şey aynı değildir. Öncelikle dünya, güneş, güneş sistemi
uzay da aynı konumda değildir. Bu nedenle güneşimiz, yaratıldığından beri her gün
başka bir noktadan doğar. Çevremizde ısı, nem, hava, su, radyasyon… aynı değildir;
hepsi her an değişir. Yani ölür, yenisi anında yeniden yaratılır. Her nefes verişimiz
ölümdür ve her nefes alışımız yeni bir diriliştir; ama bu zaman dilimi içinde, yani
nefes alırken milyarlarcası çok kısa bir zaman diliminde yeniden yaratılarak can
bulur; nefes verirken de bir o kadarı ölür. Deriniz yeni, saçınız, kirpiğiniz, tırnaklarınız
yeni, teneffüs ettiğiniz hava yeni, damarlarınızda dolaşan kan yenidir. Öyle bir yaratılış
ve ölüştür ki, insan vücudundaki HÜCRELERİN TÜMÜ, BİR ANDA ÖLÜR; AMA
AYNI ANDA DA YENİDEN DOĞAR. Canlılığını devam ettiren her şey, sonsuz
çeşitlilikte bir yaratılış ve değişim içindedir. Öyle ki, kullanılan o kısacık zaman dilimi
bir daha tekrar edilip kullanılmaz. Her şey, ama her şey, o kısacık zaman diliminde ölür;
yenisi anında yeniden yaratılır. VE HİÇ KİMSE BU İKİ OLAY ARASINDAKİ
ZAMAN FARKINI HİSLERİYLE İDRAK EDECEK GÜCE SAHİP DEĞİLDİR.
Çünkü yaratılan/yenilenen her şey, GEÇMİŞ ANDAKİNİN AYNISI GİBİ
GÖRÜNÜR. AYNISIDIR AMA “YEPYENİ, İÇERİĞİ TÜMÜYLE DEĞİŞMİŞ
OLAN AYNISIDIR.” Hava aynı havadır; ama ısısı, nemi… tüm içeriği değişmiştir.)
Bütün bu yenilenmeler, HAKK’IN SÜREKLİ TECELLİSİNDEN KAYNAKLANIR.
ÇÜNKÜ ÂLEMİN KENDİNE AİT BAĞIMSIZ BİR VÜCUDU YOKTUR. ANCAK
HAKK’IN VARLIĞI İLE MEVCUTTUR. Fakat insanların pek çoğu, âlemin bu
gerçeğinden yani her an sürekli yaratılıştan şüphe içindedirler. Eş’ari mezhebinde
olanlar, yaratılmışların bazılarının bu sürekli değişim ve yenilenme içinde olduklarına
inandılar. Bunlara da “araz” dediler. (Araz; kendiliğinden var olmayan, var olabilmesi
için bir cevhere ihtiyacı olan varlık/eşya/nesne ya da bunlarla ilgili özellik ve nitelikler
demektir. Araz’ın madde ve mana şeklinde olması önemli değildir. Örneğin; akıl, irade,
kuvvet vesaire gibi hissi kuvvetler araz olduğu gibi, yeryüzünde gözle görünen, elle tutulan
her şey de arazdır.) Müslüman bilim adamları ise, bütün âlemin, sürekli yaratılış içinde
olduğunu sezdiler. Buna karşın akılcılar yani diğer düşünürler, bu fikre katılmadılar.
Gerçeği kısmen kavrasalar bile, her iki gurubun da yanıldığı noktalar vardır. Müslüman
bilim adamlarının yanılgısı; bütün alemin her an sürekli değişim ve yaratılış halinde
olduğunu anlamalarına karşın, VARLIKLA HAKK’IN AYNI CEVHER OLDUĞUNU
BİLMEDİLER. SURET, ANCAK BİR CEVHER İLE VAR OLUR VE ANCAK ONUN
SAYESİNDE BİLİNİR. İŞTE BU GERÇEĞİ KABUL ETSELERDİ, BİLGİLERİ TAM
OLURDU. (Çünkü bunlardan bir bölümü, eşyanın cevherden/Hakk’tan kaynaklandığına
inanırken, bir bölümü inkar ederler. Diğer bir bölümü ise, her ikisinden de şüphe ederler.)
Eş’arilerin yanılgısı ise; onlar, BÜTÜN ÂLEMİN ARAZLARIN TOPLAMI OLDUĞUNU
ANLAYAMADILAR. Araz denilen âlemin yapısı, bir an sonra aynı değildir. Ancak
cevherleri yani onları meydana getiren ana madde değişmez. Varlıkları tarif ederken,
bunların tümünün araz olduğu açıkça anlaşılır. Çünkü hiçbir varlık kendiliğinden var
olmaz. Var olabilmek için bir öze/cevhere ihtiyaç vardır ve varlık ancak bir cevher ile
gerçekleşir. Böyle olunca, ARAZ CEVHERİN AYNI OLUR. Demek ki kendi kendine
varlık bulamayan nesneler, varlık buldukları anda cevheri meydana getirirler.
“Cevher”i tarif etmek istediğimiz zaman, “kendi kendiyle mevcut olan ve boşlukta bir yer
işgal eden şeydir” deriz. Ancak cevher de KENDİ HAKİKATİ YÖNÜYLE ARAZDIR.
O DA KENDİ KENDİNE VARLIK BULAMAZ. Bu durumda, kendi kendine mevcut
olmayan arazlar, TOPLANIP KENDİ KENDİNE VAR OLAN ŞEYİ MEYDANA
GETİRİRLER. (Tıpkı birtakım arazların/özellik ve niteliklerin toplanıp insanı meydana
getirmesi gibi.) Nitekim kendisiyle var olan bir cevheri tarif ederken, onun boşlukta bir
yer kapladığını söyleriz. OYSAKİ BOŞLUKTA BİR YER KAPLAMAK DA BİR
ARAZDIR. Çünkü boşlukta yer tutma da varlığın kendisinden değildir. (Onu tutan,
kabul eden bir cevher vardır.)
(Örneğin insanı cevher, aklını da araz olarak düşünürsek); cevherin arazları kabul etmesi,
onun için zati bir zorunluluktur. (Çünkü insan, AKLI İLE İNSANDIR.) Ancak cevherin
arazları kabul etmesi, kendisi için gerekli olmasına karşın, BU DEFA İNSAN DA
CEVHERLİKTEN ÇIKAR, BİR TÜR ARAZ OLUR. Çünkü arazlar ancak kendini
kabul edenle var olabilir, başka türlü olamaz. Şu halde, kendi nefsiyle mevcut olmayan
araz/özellik ve nitelikler toplanıp kendi nefsiyle var olan cevheri/özü meydana getirirse,
O ZAMAN ARAZ CEVHERİN AYNI OLUR. Durum bu şekilde olunca Eş’ariler,
“Araz, iki zamanda sürekli kalmaz; cevher ise, ikiden fazla zamanda sürekli kalır” derler.
Sonra da cevheri, arazlar ile tarif edip, onun sınırını, değerini bu arazlar ile belirlerler.
(Yani araz ile cevheri ayrı ayrı düşünürler.) Ve böylece çelişkiye düştüklerinin farkına
varmazlar. Onlar, yeniden yaratılıştan şüphe içindedirler.
Keşif sahibi ariflere gelince; onlar, Allah’ın HER NEFESTE TECELLİ ETTİĞİNİ VE
BU TECELLİNİN BİR DAHA TEKRARLANMADIĞINI GÖRÜRLER. Ve yine onlar,
HER TECELLİNİN YENİ YARATILIŞ OLDUĞUNU VE BU TECELLİNİN BİR
ÖNCEKİ YARATILIŞI ORTADAN KALDIRDIĞINI GÖZLEMLERİYLE İZLERLER.
Şu halde, bir varlığın yok olması, BİR TECELLİNİN ORTADAN KALKMASI ve aynı
zamanda YENİ BİR VARLIĞIN YARATILMASI DA yeni bir tecellinin ortaya çıkmasıdır.
İYİ ANLA!
Lut Kelimesindeki GÜÇ HİKMETİ
“Melk” güç ve şiddet, “melik” ise güçlü kümse (kral, hükümdar) demektir. (ikisi de
aynı kökten gelir.) Nitekim hamur iyice yoğrulduğunda, “Hamuru şiddetle yoğurdum”
derler. Kays bin el-Hatim ise, savurduğu mızrağın darbesini şöyle anlatır: “Mızrağı
elimle öylesine sıkı tutup sapladım ki, açılan yarığın genişliğinden, karşı tarafta bulunan
kimse ancak mızrağın arkasını görür.” Ve Yüce Allah, Kur’an’da, Lut peygamberin şu
sözlerini de bu konuyla ilgili bir örnek olarak aktarır: “Keşke benim size karşı koyacak
bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim…”-Hud, 11/80 Ve Allah’ın
Resulü de, “Allah kardeşim Lut’a rahmet etsin ki o güçlü bir kaleye sığındı.” demiştir.
Bu demektir ki Allah, güç ve kuvvet bakımından Hz. Lut peygamber ile birlikteydi. Ve
Lut peygamberin “güçlü bir kale” derken kastettiği, kabile yani aşiretidir. “Eğer size
karşı gücüm yetseydi” sözüyle anlatmak istediği ise, kavmine karşı bir “direnme” ve
“karşı koyabilme” gücüdür. Ve direnmeden kastettiği güç, özellikle insanın bu konudaki
çalışma ve gayretidir. Yine Allah’ın Resulü, başka bir hadisinde şöyle buyurdu: “Hz. Lut
peygamberin, ‘Size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim’
dediği o zamandan bugüne kadar gönderilen bütün peygamberler, kendisini kollayan bir
topluluk içerisinde peygamber oldular.” Tıpkı Ebu Talib’in Hz. Muhammed’i kollayıp
koruması gibi. Hz. Lut peygamberin, “Size karşı koyacak bir gücüm olsaydı” demesi;
“Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından size kuvvet veren ve sonra da
kuvvetin ardından güçsüzlük, ihtiyarlık veren Allah’tır…”-Rum, 30/54 ayetindeki insanın
durumuyla ilgilidir. Şu halde kuvvet insana, sonradan verilmiş geçici bir güçtür. Kuvvet
geçici olunca, ihtiyarlık olagelir. Ve böylece yaratılanın sonu ihtiyarlıkla noktalanır.
Bu süreç ise, yaratılanın aslına geri dönmesidir. Yani ihtiyarlık bir nevi çocukluk
dönemine geri dönmektir. Bu da insanın zayıf/güçsüz yaratıldığının kanıtıdır.
“… İçinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına dek götürülür, öyle ki bilen bir kimse
olduktan sonra, bir şey bilmez bir hale gelir…”-Hac, 22/5 Kırk yaşını doldurmadan,
hiçbir kişiye peygamberlik görevi verilmedi. Bu yaş, insanın güçsüzlük döneminin
başlangıcıdır. İşte bu nedenle Hz. Lut peygamber, “…Keşke benim size karşı koyacak
bir gücüm olsaydı…” demiştir. Bu sözüyle, zayıf ve güçsüz olduğunu kabul etti ve
Allah’tan kuvvetli bir himmet istedi.
Himmet: Manevi güç, kalben, ruhen gösterilen gayret ve kuvvet ile bir işi gerçekleştirmek.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu himmet denilen güç ya da yetenek, Lut
peygamberde yok muydu? Oysaki bu himmet denilen kuvvet peygamberlere uymuş
ve velilik mertebesine yükselmiş olan kullarda bile vardır. Öyleyse bir peygamber
olan Hz. Lut’ta daha fazlasıyla bulunması gerekmez mi?” Cevap olarak derim ki;
sözün doğrudur. Ancak bu konuda BAŞKA BİR İLİM DAHA VAR Kİ O SENDE
EKSİKTİR. (Bu ilim ise, ALLAH’I ALLAH İLE BİLME İLMİDİR/MA’RİFETTİR.)
Evet, öyle ilahi bilgiler vardır ki himmet sahibi olsanız bile, bu ilahi bilgi sizin, himmeti
kullanmanızı engeller. Zira arif bir kişinin ma’rifeti ne kadar yüksek olursa, himmetle
tasarrufu (yani yönetme, idare etme arzusu) o nispette az olur. Bu da iki sebepten ileri gelir.
Tasarruf: Sahiplilik, kullanma hakkı. Yönetme, idare etme.
Birinci sebep; arifin kulluk makamında gerçekleri bilecek duruma gelmesi ve böylece
kendi yaratılışı ve aslı hakkında bilgi sahibi olmasıdır. İkinci sebep de; tasarruf edenle
tasarruf olunan şeyin ne/kim olduğunu bilmesidir. (Tasarruf edenle tasarruf edilen
aslında aynı ve mutlak varlık olan Hakk’ın varlığıdır.) Bunları bilen arif, üzerine
himmetini ulaştıracak hiçbir kimseyi ve nesneyi göremez. ( O ancak kayıtsız ve sonsuz,
bölünmez bir tekliği, Allah’ı görmektedir.) İşte bu görüş, onun tasarruf etme kudretine
engel olur. (Böylece, onun nazarında her şey yerli yerindedir. Beğenilmeyecek bir şey
bulamaz ki arif onu düzeltmek için himmette bulunsun.) O, bu görüşü ile, ilgilendiği
kimsenin ilahi bilgide mevcut olup da varlık alemine çıkmadan önceki hakikatini/
a’yan-ı sabitesini görür. Çünkü bir kulun ezelde yaratılan hakikati/a’yan-ı sabitesi
ne ise VARLIK ALEMİNE ÇIKTIKTAN SONRAKİ HALİ VE VASIFLARI
AYNIDIR DEĞİŞMEZ. (Bu nedenle, onunla ilgili bir durumu DÜZELTMEK
İÇİN TASARRUFTA BULUNMAK BOŞUNA GAYRETTİR.)
HİÇBİR ŞEY, KENDİ HAKİKATİNİ AŞAMAZ VE YOLUNU ŞAŞIRMAZ.
BÖYLE BİR DURUMU HALK, GÖZLERİNE PERDELER GERİLMİŞ
OLMASI NEDENİYLE GÖRMEZLER. Onlar hakkında Allah, “…Lakin
halkın çoğu bilemediler.”-A’raf, 7/187 buyurdu. Yine başka bir ayette,
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler, AMA İŞLERİN SONUNDAN
GAFİLDİRLER…”-Rum, 30/7 diye buyrulmuştur. Burada “gafil” tabiri,
çevirme bir kelimedir. Çünkü bu tabir, gafil kimselerin Kur’an’da bahsi geçen
“Bizim kalbimiz gılaf içindedir.” sözlerindeki gılaf yani perde kelimesinden
çevrilmiştir. Gılaf ise, İŞİ OLDUĞU GİBİ ANLAYABİLMESİNE ENGEL
OLAN BİR PERDEDİR. İşte bu gibi haller (yani halkın çoğunun GAFLET
HALİNDE BULUNMALARI), arifi tasarruftan alıkoyar.
Gafil: AKILSIZ, AHMAK. Gaflet: BİLİNÇSİZLİK, AYMAZLIK.
Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Kaid, Şeyh Ebu Suud bin Şibli’ye şöyle
sordu: “Niçin tasarrufta bulunmuyorsun?” Bunun üzerine eş-Şibli şöyle cevap
verdi: “Ben tasarrufu, HAKK’A BIRAKTIM. O, BENİM HAKKIMDA
DİLEDİĞİ GİBİ TASARRUF EDER.” Onun bu sözleri, Allah’ın “… ÖYLEYSE
YALNIZ O’NU VEKİL EDİN.”-Müzzemmil, 73/9 emrine uygundur. Şu halde
tasarrufu vekile bırakmak en doğrusudur. Ebu Suud, Allah’ın şu emrini de biliyordu:
“…Sizi, ÜZERİNDE TASARRUFA YETKİLİ KILDIĞI şeylerden harcayın…”Hadid, 57/7 Bundan dolayı Ebu Suud ve arifler, ellerinde bulunanların kendilerine
ait olmadığını, yalnızca bu mülke halife tayin edilmiş olduklarını bilirler. Böyle
olunca, Ebu Suud, Allah’ın, “Seni halife edindiğim ve sana mülk olarak verdiğim
şeyler için BENİ VEKİL TUT!” emrine uyarak O’nu vekil tayin etti. Bu ve buna
benzer hakikatleri bilen, gören kimsede “himmet” nasıl kalır ki onunla tasarruf
etsin. Oysaki himmetin gerçekleşebilmesi için tasarruf edilecek kişi ya da nesne
üzerinde, başka hiçbir şey düşünmeden büyük bir güçle yoğunlaşmak gerekir.
İşte yukarıda anlatılan ma’rifet yani Allah hakkındaki gerçek bilgi, böylesi bir
yoğunlaşmaya engel olur. Dolayısıyla, ma’rifeti tam ve eksiksiz olan tüm arifler,
himmet ve tasarruf konusunda, son derece düşkün ve kuvvetsiz görünürler. Ve
Allah’ın Resulü Hz. Muhammed, bu makamda, kendisine yönelik ilahi emri şu
şekilde ifade eder: “Ben, bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben ancak bana,
vahiy yoluyla bildirilenlere uyarım.”-Ahkaf, 46/9 Bu nedenle Allah’ın Resulü,
kendisine ne emredilmişse onun hükmüne uyar; çünkü O’nun için, İlah emirlere
uymaktan başka çıkar bir yol yoktur. O’na açıkça tasarrufta bulunması emredilirse
tasarrufta bulunur. Ve eğer böyle emir yoksa tasarrufta bulunmaz. Ola ki tasarrufta
bulunma konusunda serbest bırakılırsa tasarrufta bulunmamayı tercih eder. Çünkü
ma’rifet konusunda en üst bilgiye sahip olanlar peygamberlerdir. Bağdatlı Şeyh
Şibli’nin oğlu Ebu Suud, öğrencilerine şöyle demiştir: “On beş yıl oluyor ki,
Yüce Allah bana tasarruf etme yetki ve yeteneğini verdi; ama ben bu yeteneği
zarafet icabı hiç kullanmadım.” Bu söz gerçekten naz ehline yakışan bir dille
söylenmiştir. Ama biz, tasarrufu zarafet icabı olarak terk etmedik. Çünkü
tasarrufu zarafet için terk etmek, onu boşa harcamaktır. Bizim tasarrufta
bulunmayışımız, ancak ma’rifetimizin kusursuz olmasından dolayıdır.
Marifet, tasarrufta bulunma işini tercihe bırakmaz. Dolayısıyla arif olan kişi,
himmetiyle alemde tasarrufta bulunduğu zaman bunu, kişisel tercihiyle değil,
ancak ilahi emirle ve zorunlu olarak yapar. Bizim hiçbir kuşkumuz yoktur ki,
peygamberlik makamı tasarrufta bulunmayı gerektirir. Çünkü peygamberlik,
o kula Allah tarafından verilen bir görevdir. Bu görevin yerine getirilmesi,
kullar tarafından kabul görmesi ve Allah’ın dininin kabulü için gereklidir
(çeşitli mucizeler gibi). Ne var ki bu durum, veli için böyle değildir. Resul de
tasarrufu açık olarak talep etmez. Çünkü kavmine karşı merhametlidir. Onların
yok olmasına neden olacağından, apaçık mucize şeklindeki tasarruflardan
kaçınır. Böylece onların hayatta kalmalarını sağlar. Çünkü peygamber, bir
mucizeyi bir topluluğa apaçık gösterdiklerinde, bazı kimselerin bu mucizeye
inanacaklarını; bazılarının ise, gördükleri mucizeyi, zulüm, büyüklenme ve
çekememezlik nedeniyle açıktan açığa doğrulamayıp inkar edeceklerini ve
hatta bir kısmının bu mucizenin sihir ve büyü olduğunu söyleyeceklerini
bilir. Peygamberler, Allah’ın, ancak kalbini iman nuruyla aydınlattığı
kimselerin mü’min olduğunu ve bir kimse iman denilen bu nur ile bakmadıkça,
mucizenin bir yarar sağlamadığını bilirler. İşte bu nedenledir ki peygamberler,
mucize göstermek istemezler. Gerçekten Yüce Allah, yaratılmışların en bilgilisi,
peygamberlerin en kamili, hal, mevki ve makam olarak en üstünü olan sevgili
peygamberimize Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Ey Habibim! Sen sevdiğin
kimseye hidayet edemezsin; dilediğine hidayet edecek olan ancak Allah’tır.”Kasas, 28/56 Ve eğer himmet, herkes için etkili olsaydı, öncelikle Allah’ın
Resulü Hz. Muhammed’in himmeti etkili olurdu. Çünkü hiç kimse olgunluk,
makam ve mevki itibarıyla O’ndan daha üstün ve kudretli değildir. Buna rağmen
Hz. Peygamberin himmeti, amcası Ebu Talib’e etki etmedi. Yukarıdaki ayette
Ebu Talib hakkında indirildi. Bu nedenle Yüce Allah, sevgili peygamberi
hakkında şöyle buyurdu: “Onun görevi ancak bildirmektir…”-Maide, 5/99
Ve yine şöyle buyurdu: “Onlara hidayet etmek senin işin değildir; Allah
dilediğine hidayet eder…”-Bakara, 2/272 Ve Yüce Allah şunu da ekledi:
“…Allah hidayet olunanları bilir.”-Kasas, 28/56 Bu demektir ki onlar henüz
yokluk halinde iken onların hidayet edilip edilmeyeceklerine dair bilgi,
a’yan-ı sabitelerinin Allah’a verdiği bilgiden ibarettir. Bu ayetlerden de
anlaşılacağı üzere ilim, maluma tabidir. (Yani, bilgi, bilene boyun eğmiş
ve uymuştur.) Dolayısıyla a’yan-ı sabitelerinin yaratılışı sırasında daha
varlık alemine gelmeden mü’min olanlar, varlık alemine geldiklerinde de
mü’mindirler. Yüce Allah onların bu durumlarını a’yan-ı sabitelerinden
bilir. İşte bu nedenle “Allah hidayet olunanları bilir.”-Kasas, 28/56 buyurmuştur.
Ayrıca, “Benim katımda hüküm/karar değişmez…”-Kaf, 50/29 yani, Benim
sözüm ve hükmüm yarattıklarımın hakkındaki ilmime ve bilgime bağlıdır.
“Ve Ben kullarıma asla zulmedici değilim.”-Kaf, 50/29 Yani onları mutsuz
eden imansızlığı Ben belirlemedim. Onlardan, güçleri yetmeyeceği bir şeyi
yerine getirmelerini de istemiş değilim. Biz onlara, ANCAK ONLARIN
KENDİLERİ HAKKINDA BİZE VERDİKLERİ BİLGİ İLE İSTEDİKLERİNİ
VERDİK. BİR ZULÜM VARSA, ZALİM OLAN KENDİLERİDİR. “ONLAR
KENDİLERİNE ZULMEDİYORLAR.”-Bakara, 2/57 Ve yine Allah, bu konuda
buyurdu ki: “Bizim onlarla olan bilgimiz, ancak Zatımızın bize verdiği bilgidir.
Zatımız ise, ne vermek isteyeceğini bilir. Şu halde Biz, ancak bildiğimiz şeyi
söyledik. Söylemek Bizden, dinlemek ve dinlediklerine uymak veya uymamak
onlardandır.”
Her şey hem bizden, hem onlardandır.
Kabul etmek de hem Bizden ve hem de onlardandır.
Eğer onlar Bizden değilse,
Şüphesiz Biz onlardanız.
Şu halde ey Allah’ın dostu!
Bu Lut kelimesindeki “melki/güç” kelimesini dikkatle incele,
Çünkü ma’rifetin özüdür.
Şimdi sana bir sır açıklandı,
İş de meydana çıktı.
Şüphe yok ki tek denilen Zat, (isim ve sıfatlarıyla tecelli edince)
Çift olarak açığa çıktı.
Üzeyr Kelimesindeki KADER HİKMETİ
Bilinmelidir ki kaza; Yüce Allah’ın tüm eşya hakkında verilmiş hükmüdür/
kararlarıdır. Allah’ın eşyadaki hükmü ise, O’nun eşyada ve eşya ile ilgili
ilahi bilgisiyle ölçülür. Bu bilgi de varlıkların verdikleri bilginin değeri
kadardır. Eşya: Tüm yaratılmışlar.
Yaratılmışların ilmi suretleri, kendi istidatlarıyla Hakk’ı ne ölçüde
bilgilendirmişlerse Hakk da onları verdikleri o bilgilerle bilir. Kader ise;
kendileri hakkında hükümleri belli olan suretlerin, varlık aleminde belirip
açığa çıkma olayında, zaman ve mekanın Hakk tarafından belirlenmesidir.
Şu halde kazanın eşya üzerindeki hükmü, yine eşyanın istidat ve kabiliyetine
bağlıdır. (Bu durumda kader, kazanın teferruatı, detayı ya da açılımıdır.)
İşte bu şekilde “kaza”nın eşya üzerindeki hükmü, eşya üzerinde hâkimiyet
kuran kader sırrının kendisidir. Ve bu kader sırrına vakıf olmak, bu hakikati
bilmek; ANCAK GÖRÜNEN SURETLERİ HAKK’IN NURU İLE GÖREBİLEN,
SALİM BİR KALBE SAHİP OLUP İLAHİ ÖĞÜTLERE KULAK VEREN
KULLARINA AİTTİR. ÇÜNKÜ ALLAH İÇİN YETERLİ BİLGİ VE KANIT VARDIR.
Hüküm veren hâkim, aslında meselenin aslına bağlıdır ve bu meselenin delillerine,
özellik ve niteliklerine göre gerekli hükmü verir. Hükme konu olan kimse ise, yapmış
olduğu iş ve eylemlerle hakimin hükmüne etki eder. Durum böyle olunca hüküm veren
hakim karar verdiğinde (suçun gereği ne ise, ona göre karar verdiği için) önce kendisi
bu kararı vermeye mahkum olur. (Daha sonra suçluyu mahkûm eder.) ÖYLEYSE, BU
MESELEYİ TAM OLARAK ÖĞREN. ÇÜNKÜ KADER SIRRI, ÇOK AÇIK OLDUĞU
İÇİN BİLİNMEMİŞ VE ANLAŞILMAMIŞTIR. Bu nedenle, onu araştırma ve öğrenme
isteği artmıştır. Allah’ın selamı üzerlerine olsun; peygamberler, peygamber olmaları
nedeniyle ümmetlerinin/toplumlarının durumu ve düzeyinde bulunurlar. Yoksa irfan
sahibi velilerden olmaları nedeniyle değil. Bu yüzden onlara verilen peygamberlik bilgisi,
ümmetlerinin ihtiyaç duydukları kadardır. Ümmetler ise (ilim, bilgi ve inanç olarak)
farklı düzeydedir. Böyle olunca peygamberler de ümmetlerinin istidat ve kabiliyetlerine,
kapasitelerine göre gönderilir. Dolayısıyla PEYGAMBERLER DE PEYGAMBERLİK
BİLGİSİNDE BAZISI BAZISINDAN ÜSTÜN OLUR. Bu düzey farkı Hakk’ın, “BİZ,
O PEYGAMBERLERİN BİR KISMINI DİĞERLERİNE ÜSTÜN KILDIK.”-Bakara,
2/253 ayetiyle kesindir. Yine peygamberler, kendilerinden kaynaklanan bilgi ve
hükümlerinde, özellik ve yeteneklerine göre derece derecedir. Bu fark, aynı ayette
dile getirildiği gibi şu ayet ile de belirtilir: “…Gerçekten biz, peygamberlerin kimini
kiminden üstün kıldık…”-İsra, 17/55 Allah genel olarak yarattıkları hakkında ise,
“Allah, kiminize kiminizden daha bol rızık verdi…”-Nahl, 16/71 diye buyurmuştur.
Rızkın bir kısmı RUHSALDIR. (İlahi ilimler, ruh ile ilgili manevi bilgiler gibi) Bir
kısmı da MADDİ rızıklardır. (Bedenle ilgili çeşitli gıdalar gibi.) Allah (varlıkların
istediği) bu rızkı, belirli bir miktar üzerine indirir. Belirli miktar ise, halkın talep
ettiği kadardır. (Bu miktar onların istidat ve kabiliyetiyle orantılıdır.) Çünkü “Allah,
HER ŞEYE YARATILIŞININ HAKKINI VERDİ.”-Taha, 20/50 (Yani Allah, ezelde/
başlangıcı olmayan geçmiş zamanda her varlığa kendi özellik ve nitelikleri neyi
gerektiriyorsa ona, hak etmiş olduğu her şeyi verdi.) Şu halde Allah, dilediği ölçüde
rızık verir. Onun dileği ise, BİLDİĞİ VE SAYESİNDE HÜKÜM VERDİĞİ
BİLGİDİR. Ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah, bildiği şeyi, o şeyin
Kendisine verdiği bilgi ile bilir. O halde, belli zaman ile vaktin belirlenmesi
aslında vaktin belirlenmesini isteyene (a’yan-ı sabiteye) ait bir durumdur. Şu halde
KAZA, ALLAH’IN İLMİNE BAĞLIDIR. Buna karşın KULUN İRADESİ, DİLEK
VE İSTEĞİ İSE KADERE BAĞLIDIR.
Kader sırrını bilmek, BİLGİLERİN EN ÜSTÜNÜDÜR. Allah, onu YALNIZCA
“TAM MA’RİFET” SAHİBİ KULLARINA BİLDİRİR. Çünkü kader sırrını bilmek,
SAHİBİNE TAM BİR RAHATLIK VE HUZUR VERDİĞİ GİBİ, ŞİDDETLİ BİR
AZABIN DA KAYNAĞIDIR. Bu nedenle kader sırrını bilmek, SAHİBİNİ BİR
ÇELİŞKİ İÇİNDE BIRAKIR. Bu çelişki, bu zıtlık nedeniyle Allah kendisini, “…Allah
onlara gazap etmiş, lanetlemiş ve cehennemi kendileri için hazırlamıştır.”-Fetih, 48/6
ayeti gereğince gazap/öfke ile ve “…Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı
olmuşlardır…”-Maide, 5/119 ayeti gereğince de, rıza/razı olma nitelikleriyle
vasıflandırmıştır. Ve bundan dolayı İLAHİ İSİMLER KARŞILIKLI VE BİRBİRİNE
ZITTIR. Böyle olunca, KADERİN MUTLAK VE DEĞİŞMEZ OLDUĞU BİLİNİR.
(Kendisinin hakikati olan a’yan-ı sabitesi, önceden Hakk’a ne vermiş ise, ONUN
ASLA DEĞİŞMEYECEĞİNİ BİLİR. Kendisi için takdir edilen şeyin ARKASINDAN
KOŞMAK ZAHMETİNDEN KURTULUR ve takdir edilmeyen şeyi de İSTEMEKTEN
VAZGEÇER.) Ve bu hüküm, yaşadığımız âlemde ve Allah’ın ezeli ilmindeki ASLİ
VARLIĞIMIZA AİTTİR. ASLA DEĞİŞMEZ. İşte bu nedenle kader denilen sırdan
DAHA TAM, DAHA SAĞLAM VE DAHA KUSURSUZ BİR GERÇEK YOKTUR.
Peygamberler, ilimlerini melek vasıtasıyla Hakk tarafından aldıklarından, akli
görüşlerini kullanmazlar. Çünkü aklın elde ettiği bilgilerle gerçek anlaşılmaz.
Onların kalpleri bu akli görüşten ARINMIŞ KATIKSIZ VE SAFTIR. Bu nedenle
melek vasıtasıyla aldıkları ilahi ilmi, bilgi ve hükümleri HALKLARINA AYNEN
AKTARDILAR. BU HALKIN ANLADIĞI DİLDİR. Çünkü onlar bilirler ki
kusursuz bilgi (yani ilahi keşif ve zevkle anlaşılan gerçek, gizlenmiş bilgi), ancak
Hakk’ın o kula tecelli edip, kulundan, GERÇEKLERİ GÖRÜP ALGILAMALARI
İÇİN KALP VE BAŞ GÖZLERİNDEKİ PERDELERİ KALDIRMASIYLA
ANLAŞILIR. BÖYLE KİŞİLER, ÖNCESİZ OLANLA SONRADAN OLAN,
VARLIK İLE YOKLUK, İMKÂNSIZ İLE ZORUNLU GİBİ KARŞILIKLI VE ZIT
GERÇEKLERİ, ASILLARI NASILSA, O HALE GÖRE GÖRÜP ALGILARLAR.
İşte Üzeyr peygamber de, Allah’tan özel yoldan yani vahiy yoluyla bir konunun
bilgisini istedi. Bu bilgiyi, vahiy yoluyla istediğinden, kendisine Allah tarafından
bir uyarı gelmiştir. Bu uyarı, hadiste, “Eğer bu isteğinden vazgeçmezsen, adını
peygamberler defterinden silerim.” diye geçer. Oysaki Hz. Üzeyr peygamber,
isteğini vahiy yoluyla değil de, bizim söz ettiğimiz ilahi keşif yoluyla isteseydi,
ona böyle bir uyarı gelmezdi. Onun bu konuda yüreğinin saflığının kanıtı, “Allah,
ölümünden sonra bunları nasıl diriltir acaba?”-Bakara, 2/259 sözüdür. Bize göre,
Hz. Üzeyr peygamberin ifadeleri, Hz. İbrahim peygamberin “Ey Rabbim! Ölüyü
nasıl dirilttiğini bana göster.”-Bakara, 2/260 ifadesindeki durum gibidir. Bu sorunun
cevabı, “Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti ve ona ‘Şimdi sen
kemiklere bir bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz…”-Bakara,
2/259 şeklinde gerçekleşti. Böylece Allah ona, yeniden dirilmenin nasıl oluştuğunu
gösterdi. Hz. Üzeyr de, ölülerin nasıl dirildiğini doğrudan inceleme fırsatını buldu.
Ancak Hz. Üzeyr, bu bilgiyi isterken; eşyanın, yokluk âlemindeki hali ve gerçekleri
hakkındaki bilgiyi yani KADERLERİNİ DE ÖĞRENMEK İSTEMİŞTİ. Ama bu sır,
ona açıklanmadı. Böyle bir sır Allah’a ait bir bilgidir ve bu anlamdaki kader sırrını,
Allah’tan başkası bilmez. Çünkü bu işin anahtarı, (eşyanın yokluk âlemindeki)
A’YAN-I SABİTELERİN BİLİNMESİDİR. Bu da BİLİNMEZLİK ÂLEMİNİN
ANAHTARIDIR. Bunu bilmek ise, yalnızca Yüce Allah’a aittir. Buna karşın,
DİLERSE BU SIRRI İSTEDİĞİ KULUNA GÖSTERİR. Bilmelisin ki a’yan-ı
sabiteler, onların varlık aleminde açılma ve belirmelerini sağlayan anahtarlardır.
Zaten açılım olmayınca onlara anahtar da denmez. Açılma ve belirme hali ise o
a’yanın/varlığın yoklukta olan ilk suretini vücuda getirme ile ilgili bir haldir.
Yani yaratma sıfatının işlevidir. İstersen buna, Kudretin varlık ile olan ilişkisi
diyebilirsin. Ancak Allah’tan başka kimsenin bu ilişkiden haberi ve bilgisi
yoktur. Ayrıca hiçbir kimseye bu işlerle ilgili ilham, feyiz ve keşif gibi açılımlar
verilmez. Zira bu konuda kudret de, kudreti gerçekleştirmek de Allah’a aittir.
Çünkü O, hiçbir şeyle kayıtlanmayan ve hiçbir şeye bağlı olmayan mutlak bir
vücuda sahiptir. Zira kaderin nasıl gerçekleşeceğini bilmek ANCAK ZAMANI
GELDİĞİNDE TADILARAK/YAŞANARAK VEYA ZEVKLE ELDE EDİLİR.
Bilinmelidir ki velayet, yani velilik ilahi bir nitelik olarak geniş kapsamlı bir
kavramdır. Bu nitelik, her peygamber olan kulda bulunduğu gibi peygamber
olmayan kullarda da bulunur.
Veli/Velayet: Dost, Allah dostu. Noksansız ve tam mükemmellikteki bir kul.
Peygamberler, veliliğin bütün özelliklerini taşırlar. (Her peygamber velidir;
ama hiçbir veli peygamber değildir.) Peygamberlik görevi Hz. Muhammed
efendimizle son bulmuştur. AMA VELİLİK SON BULMAMIŞTIR. Nebilik
ve resullük ismi artık kullar için kullanılan makamlar/isimler olmaktan çıktı,
geriye yalnızca velilik kaldı. Kul ise, ismi Allah olan efendisinin Veli
ismine ortak olmak istemez. Buna karşın Veli ismi, dünya ve ahrette Allah’ın
KULLARINA VERDİĞİ VE SONSUZA KADAR KALICI BİR İSİMDİR.
Çünkü nebilik ve resullük işinin sona ermesi nedeniyle KULUN, KENDİSİYLE
BAĞLANTI KURACAĞI HAKK’TAN BAŞKA KİMSENİN İSİM VE SIFATI
KALMADI. Allah, bizzat nebi ve resul adıyla kendisini adlandırmadı. Ancak
veli adını takındı ve bununla vasıflandı. “Allah iman edenlerin VELİSİDİR…”Bakara, 2/257 Diğer bir ayet; “…O, GERÇEK BİR DOSTTUR/VELİDİR,
ÖVÜLMEYE LAYIKTIR…”-Şura, 42/28 Böylece Allah, kullarına lütfetti de
onlara ŞERİAT/YENİ BİR DİN KURMA YETKİSİ OLMAYAN GENEL
PEYGAMBERLER BIRAKTI. Yüce Allah, kulları için, hükümlerinin
değişmezliğini korumaları şartıyla ile içtihat/yorumlama yoluyla yöntem
ve kararlar getirmeyi kaldırmadı. Bu nedenle Hz. Peygamberimiz “ÂLİMLER,
NEBİLERİN VARİSLERİDİR.” dedi. Bu veraset/miras, ancak müctehidlerin/
yorumcuların din hükümlerini yorumlaması ve kural haline getirmesi ile
ilişkilidir. Şu halde, bir resulün ya da bir nebinin son dayanağı velilik ve İLİMDİR.
Bu nedenle Yüce Allah, Hz. Muhammed’e YALNIZCA İLMİNİ ARTTIRMASINI
EMRETTİ. İLİMDEN BAŞKA BİR ŞEYE FAZLACA GÖNÜL KOYMASINI
İSTEMEDİ. Bundan dolayı ona: “De ki, Rabbim İLMİMİ ARTTIR.”-Taha, 20/114
diye emir buyurdu. Bundan amaç şu olmalıdır; Şeriat, belirli ve özel eylemleri yapmak
ve belirli davranışlardan kaçınmak şeklinde emir ve kurallardır. Uygulama alanı dünya
hayatıdır. Dünya hayatı ise geçici ve sonludur. Bunlara karşın velilik, gerçek yönüyle bu
şekilde geçici ve sonlu değildir. Eğer geçici ve sonlu olsaydı, o da tıpkı resullük gibi sona
ererdi ve Yüce Allah’ın “veli” ismi kalıcı olmazdı. Oysaki veli ismi, Allah için sonsuz ve
kalıcıdır. Veli ismi; kulun, ilahi ahlaka sahip olması, ilahi bilgilere ulaşabilmesi ve Hakk ile
ilgisinin ve bağının kopmaması için gerekli olan bir ismidir ve Allah’ın bir ismi olmasına
karşın, KULLARINA DA AİTTİR.
İsa Kelimesindeki ÜSTÜNLÜK HİKMETİ
Ruh,
Meryem’in suyu (yumurtası)
Cebrail’in nefesi vasıtasıyla
Balçıktan yaratılmış ama ateşten korunmuş, arınmış
(Nefisten ileri gelen kirliliklerden temizlenmiş)
İnsan suretindeki tertemiz bakireye yerleşti.
Bu sebeple onun doğumu bin yıldan fazladır.
O ruh, Allah’tan geldi, başkasından değil.
Bundan dolayı ölüleri diriltti
Ve çamurdan kuş yaptı (canlandırdı).
Böylece Rabbiyle bağlantısı gerçekleşti
Ve bu bağ ile göklerde ve yerde etkili oldu.
Allah onun bedenini temiz ve ruhunu saygın kıldı
Ve yaratma eyleminde onu Kendisine benzetti.
Bil ki ruhun özelliği, HERHANGİ BİR ŞEYLE İLGİLENDİĞİNDE ONU
CANLANDIRIP HAYAT BULMASINA NEDEN OLMASIDIR. Bunun için
“Samiri’nin” (Hz. Musa’nın topluluğuna buzağı heykeli yapan ve o heykele
tapınmalarının sağlayan kişi) yaptığı iş, meleklerin peygamberi CEBRAİL’İN
ESERİDİR. Çünkü Samiri, Cebrail’in ruh olduğunu ve ruhun dokunduğu yerde
hayatın başladığını biliyordu. Bu nedenle Cebrail’in izinden bir miktar toprak
aldı ve onu buzağı heykelini yaptığı madenin içine kattı. BUZAĞI CANLANDI VE
BÖĞÜRMEYE BAŞLADI. Çünkü her hayvan, kendine özgü bir ses ile bağırır.
Sığır suretinden çıkan ses böğürmedir.
Yukarıdaki gibi, eşyada meydana gelen bu canlılığa lâhut ve bu ruhun var olduğu,
ruhun yüklendiği birime de nasut denildi.
Lâhut: Tanrı âlemi. Konuyla ilgili anlamı; Allah’ın “hayat” sıfatının sembolü olan
ruh. Varlıklarda hayatı gerçekleştiren cevher.
Nasut: Dünya âlemi. Konuyla ilgili anlamı; insanın ya da tüm yaratılmışların
madde yapısı.
Şu halde “lahut/ruh” (görünmez olduğu halde) “nasut’ta/Hz. İsa’nın bedeninde”
göründü ve İsa’ya ruh, Ruhullah/Allah’ın ruhu denildi.
Cebrail’in bizzat kendisi olan Ruhu’l-Emin, Meryem’e kusursuz bir insan suretinde
göründü. Meryem onu kendisiyle birleşmek isteyen bir erkek sanarak, bunun uygunsuz
bir hareket olduğunu bildiğinden, kendisini bu adamdan kurtarması için bütün varlığıyla
Allah’a sığındı. Böylelikle ona Rabbinden manevi bir hal olarak tam bir huzur ve sükûnet
geldi. Eğer Cebrail, Meryem’e (kendisinden korkmuş olduğu halde) ruhu üflemiş olsaydı;
Hz. İsa, (annesinin o anki halinden dolayı) çirkinliğine kimsenin tahammül edemeyeceği
bir yaratılışla doğardı. Ve Cebrail, Meryem’e, “Ben yalnızca Rabbinin bir elçisiyim; sana
tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak için geldim.”-Meryem, 19/19 dediğinde, Meryem’in
sıkıntısı geçti ve içi rahatladı. İşte tam o anda Cebrail, İsa’yı ona, bu neşeli ruh halindeyken
üfledi. Böylece Cebrail, Allah’ın KELİMESİNİ Meryem’e aktardı. Gerçekleşen bu harika
olay, Hz. Muhammed’e gönderilen, “O, ALLAH’IN, Meryem’e ulaştırdığı KELİMESİDİR
ve O’NDAN BİR RUHTUR.”-Nisa, 4/171 ayetiyle kesinleşti. (Bu üflemenin ardından)
Meryem’in bedeninde olanlar oldu. İsa’nın bedeni, Meryem’deki gerçek sudan(yumurta
hücresiyle), Cebrail’in üfleme anında ağzından nefes halinde çıkan buhar halindeki suyun
birleşmesinden yaratıldı. Çünkü canlı bedenlerin nefesi, zaten suyun buhar halindeki
şeklidir. Bu nedenle, İsa’nın bedeni, insandaki gerçek su (yumurta hücresi) ile aslı su olan
Cebrail’in nefesinden yaratıldı. Ve doğacak çocuğun insan türünde olabilmesi için, nasıl ki
bir anne ile bir babaya ihtiyaç varsa, bunun gibi nefesi üfleyenin de insan şeklinde olması
gerekti. Hz. İsa, ölülere hayat verecek şekilde dünyaya geldi. Çünkü O, İlahi bir Ruh’tur.
Ruh olunca da hayat verme Allah’a, üfleme ise Hz. İsa’ya ait oldu. Tıpkı üflemenin
Cebrail’e ve üflenen şeyin/ruhun/kelime’nin de Allah’a ait olması gibi. Şu halde, Hz. İsa’nın
ölüleri diriltmesi, Allah’ın üflemesiyle gerçekleştiğinden, bu gerçek bir dirilmeydi. Ve bu
diriltmeyi Hz. İsa’nın bir mucizesi sandılar. Oysaki dirilten, hayat veren yalnızca Allah’tır.
Bu diriltmeye başka bir yönden bakarsanız; üfleme İsa’ya, diriltme Allah’a ait olduğu için,
ölüleri diriltmesi hayali bir diriltme olur. Hz. İsa kadının gerçek yumurtasından ve hayali
bir sudan yaratıldığı için, onun hem gerçek, hem de hayali yaratma özelliği vardır. Gerçek
yaratması Kur’an’da, “…Ölüleri diriltirim…” cümlesiyle belirtilirken, hayali yaratmayı da,
“…Size çamurdan bir kuş yapar, ona üflerim de, Allah’ın izniyle o bir kuş olur…”-Al-i
İmran, 3/49 cümlesiyle belirtilir. Ve aynı şekilde, Kur’an’da geçen; “Benim iznimle, anadan
doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun.”-Maide, 5/110 ayetinde de durum böyledir ve
Kur’an’da buna benzer “iznimle” ve “Allah’ın izniyle” şeklinde geçen ne varsa, hepsi
böyledir. (Yani bunlar, hakikat ve hayal yönünden söylenmiştir.)
Hz. İsa’nın, son derece alçakgönüllü bir yaratılışı vardı. Öyle ki Hz. İsa, halkına; vergiyi
itirazsız ödemelerini, kendilerine bir tokat atılacak olursa, tokat atan kimseye karşılık
vermemelerini, hatta öbür yanaklarını da çevirmelerini tavsiye etmiştir. Bu alçakgönüllülük,
ona annesinden kalmıştır. Çünkü kadının yaratılışında alçakgönüllülük ve tevazu vardır. Ve
kadın, fiziksel ve HÜKÜMSEL YÖNDEN erkekten daha zayıftır; ama DUYGUSAL YÖNÜ
ÇOK AĞIR BASAR. Diğer taraftan, Hz. İsa’nın ölüleri diriltme ve hastaları iyileştirme
yeteneği ise, insan suretinde görünen Cebrail’den geçmiştir. Eğer Cebrail, insan suretinin
dışında, hayvan, bitki veya cansız bir cisim suretinde görünmüş olsaydı; Hz. İsa, o
göründüğü VARLIĞIN SURETİNE GİRMEDEN ÖLÜLERİ DİRİLTEMEZDİ.
Belki her insan görünüş olarak babasına benzer. Ama kendi ruhunu insan suretine üfleyen
Allah’la İNSANIN GÖRÜNÜŞ OLARAK BİR BAĞLANTISI YOKTUR. Çünkü Allah,
İNSAN BEDENİNİ DÜZENLEDİĞİNDE; “…Ona şekil verdiğimde ve ona ruhumdan
üflediğimde…”-Hicr, 15/29 dediği gibi, insanın beden yapısını düzenlemiş ve kendi
ruhundan üflemiştir. Bu sözleriyle de insanın yaratılışının da ruhun üflenmesinin de
KENDİSİNE AİT OLDUĞUNU BELİRTMİŞTİR. Ama bu yaratılış, Hz. İsa’nın
yaratılışına benzemez. Zira onun insan suretinde düzenlenmesi, ruhun üflenişinde
gizlenmiştir. (Yani Allah, Âdem’i yarattığında ÖNCE ONA ŞEKİL VE SURET
VERMİŞ, sonra ruhundan üflemiştir. Hz. İsa’nın yaratılışında ise, şekil ve sureti,
RUHUN ÜFLENMESİYLE GERÇEKLEŞMİŞTİR.) Ve Hz. İsa’nın yaratılışı gibi
bir yaratılış, HİÇBİR İNSANDA GÖRÜLMEMİŞTİR. Yaratılmışların tümü,
Allah’ın SONSUZ KELİMELERİDİR. Çünkü onlar “KÜN/OL!” emrinden
yaratılmışlardır. “Kün!” ise, Allah’ın KELİMESİDİR. (Şu halde bu “Kün/Ol!”
kelimesi, nasıl Allah’a nispet edilir/bağlanır?) Bu kelime, Hakk’ın Mutlak Zatı
yönüne mi, yoksa MUTLAK ZATIN YERLEŞTİĞİ BİR VARLIĞIN SURETİNE
Mİ NİSPET EDİLİR?
Eğer Zat’a nispet edilirse, “Ol!” kelimesinin mahiyeti/içyüzü bilinmez. (Çünkü
Hakk’ın zatı, mutlak tekliktir ve bu seviyede herhangi bir isim veya sıfat yoktur.
Bu nedenle KENDİ ZATI İLE MUHATAP OLAMAYIZ.)
Eğer Hakk’ın özelliklerinin “OL!” DİYEN BİR VARLIĞIN SURETİNE
YERLEŞTİĞİNİ DÜŞÜNÜRSEK; bu takdirde “Ol!” kelimesi, Hakk’ın KENDİSİNE
YERLEŞİP GÖRÜNDÜĞÜ VARLIĞA AİT OLUR.
Bu konuda ariflerin bir kısmı bu görüşü savunurken, diğer bir kısmı da diğer görüşü
savunmuşlardır. Bazıları da BU KONUDA ŞAŞIRIP HAYRETE DÜŞMÜŞLERDİR.
Aslında bu durum manevi “keşif” ve mistik deneyim yoluyla anlaşılabilecek bir
konudur. Bayezid Bestami, işte bu manevi keşif ve deneyim yoluyla, öldürdüğü
karıncayı, ÜFLEYEREK DİRİLTMİŞTİR. Ancak o, kimin nefesiyle üflediğini ve
üfleyenin kim olduğunu biliyordu. Bu nedenle Bestami, Hz. İsa’nın ZEVK VE
GÖRÜŞÜNE SAHİPTİ. (Yani o, üfleyenin ALLAH OLDUĞUNU, nefesin ALLAH’IN
NEFESİ OLDUĞUNU BİLEN bir arifti.
Manevi olarak diriltmeye gelince; burada söz konusu olan diriltme, İLİM YOLUYLA
OLUR. Böylesi bir dirilmede, dirilendeki hayat; ALLAH’IN ZATINA, İLMİNE VE
NURUNA SAHİP OLARAK DİRİLMİŞ BİR HAYATTIR. İlahi, zati, ilmi ve nurani
bir hayattır ve bununla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Ölü iken dirilttiğimiz
ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği BİR IŞIK VERDİĞİMİZ KİMSE,
KARANLIKLAR İÇİNDE KALIP ORADAN HİÇ ÇIKMAYACAK DURUMDA
OLAN KİMSE GİBİ OLUR MU?...”-En’am, 6/122
ÖYLEYSE BİLGİSİZ BİR KİMSEYİ, Allah’ı bilmeyle ilgili özel bir konuda ya da
bilmediği herhangi bir konuda İLİM İLE BİLGİLENDİREN her arif kişi, ONU
İLİMLE DİRİLTMİŞ OLUR VE ONUN ELİNE ÖYLE BİR MEŞALE VERİR Kİ
O KİŞİ ONUN IŞIĞI İLE İNSANLAR ARASINDA KORKUSUZCA YÜRÜR.
(Hz. Peygamber efendimizin; “İLİMLE DİRİ OLAN ASLA ÖLMEZ.” sözü bu
konuya örnektir.)
Şayet O olmasaydı ya da biz olmasaydık,
Olanlar da olamazdı.
Gerçek şu ki,
Biz kuluz, Allah da kuşkusuz bizim Mevla’mızdır.
Ama insan denildiği vakit, (Bu insan, “İnsan-ı Kamil”dir.)
Biz O’nun aynı oluruz.
Yani insan kılığına giren belirtisi oluruz.
Öyleyse sen, insan sıfatıyla perdelenme,
Sana delil gösterildi.
İster “Hakk” ol,
İster “halk” ol.
Allah ile Rahman olursun.
O’ndan aldıklarını,
O’nun yarattıklarıyla paylaş.
Böylece rahatlık verici ve güzel koku saçıcı olursun.
Ve biz, O’nunla bizde açığa çıkanı,
O’na verdik. Ve İlahi Emir,
O’nunla bizler arasında taksim edildi.
Ve O bize (ruh üflemekle) hayat verdiğinde,
Kalbimi bilen isim ile hayat bulduk.
(Ki bu isim bütün isimleri kendisinde toplamış
“Allah” ismidir. O’nunla hayat bulduk.)
Ve biz (kâmil insanlar) O’nda,
Âlem, a’yan-ı sabite, zaman ve mekân idik.
Ama bu hallerde sürekli kalınmaz. Zaman zaman böyleyizdir.
(Cebrail’in) insan suretine girerek ruhun üflenmesi konusunda, yukarı da
bahsettiğimiz gerçeklere ilave edeceğimiz bir husus da; Hakk’ın, kendisini
“Rahmani Nefes” ile nitelendirmesidir. Eğer bir varlık (Örneğin nefes alıp
verme gibi) bir özelliğe sahipse, bu özelliğin KENDİSİNDE AKTİF HALE
GEÇEBİLMESİ İÇİN, o özellikle ilgili TÜM SİSTEMİN HAZIR OLMASI
GEREKİR Kİ bu özelliğe TAM OLARAK SAHİP OLABİLSİN. Sen soluk
alıp veren kişide bu nefeslenme işleminin nasıl gerçekleştiğini bilirsin.
(Yani, soluk alıp verebilmek için o vücutta o nefesi alıp verebilme yeteneğinin
bulunması, kısaca bir solunum sisteminin bulunması gerekir. Çünkü nefes
almak yeterli değildir; alınan nefesin boşaltılması da önemlidir.)
İşte bu örnekte olduğu gibi, ilahi nefes de, NEFES VERMEYİ GEREKTİRİR.
RAHMANİ NEFESİN BOŞALMASI; HAKK’IN, ÂLEMİN SURETLERİNİ
KABUL EDİP ONLARI VARLIK ÂLEMİNE ÇIKARTMASI DEMEKTİR.
Rahmani nefes; Allah’ın Rahman isminin nefesi.
Rahmani nefesin boşalması; İlahi isimlerinin serbest bırakılması ve
dolayısıyla BÜTÜN EVRENİN VE İÇİNDEKİ VARLIKLARIN
YARATILMASI DEMEKTİR.
Bu nedenledir ki, Hakk’ın ilahi nefesi (var eden, yaratan olduğu için) Âlemin
varlıklarını yarattı. Ve böylece Hakk’ın nefesi, ÂLEM İÇİN, HAYALET GİBİ/
GÖRÜNMEYEN; AMA OLMAZSA OLMAZ BİR CEVHER7ÖZ/ANA
MADDE OLDU. O halde İlahi Nefes, TABİAT DEDİĞİMİZ ÂLEMİN TA
KENDİSİDİR. Yaratılanlar da, TABİATIN TA KENDİSİDİR.
DÜNYA VARLIKLARINDAN DAHA ÜST DÜZEYDE OLAN VE YEDİ
GÖĞÜN ÜSTÜNDE BULUNAN “YÜCE RUHLAR” VE BUNLARDAN
DOĞANLAR DA, YİNE TABİAT DENİLEN KOCA ÂLEMİN ÜYELERİDİR.
Göklerin özlerine (yani alaşım ve karışımlarına) gelince; bunlar “anasır” denilen
unsurlar/elementlerdir.
Anasır: Kimyada gördüğümüz, yaratılmış her şeyin ana maddesi olan; hidrojen,
oksijen, azot, demir, bakır, çinko… gibi çeşitli elementlerin ve bu elementlerin
birleşmesinden oluşan hava, su, toprak ve ateş gibi unsurlardır.
Bu elementlerin aslı ise, Kur’an’da da bahsi geçen “duman”dır. (Yani gaz, bilimin
keşfettiği esir/ince gaz ya da bilimin son tespiti olan ve tüm madde ve mananın
aslı sayılan “KUANT”TIR.)
“…Sonra duman halindeki göğe yöneldi…”-Fussılet, 41/11 Bütün unsurlar (bütün
güçler, kuvvetler, dünyamız ve içindekiler, yedi gökler/uzaydaki her şey) İŞTE BU
DUMANDAN OLUŞMUŞTUR. Ve her gökte oluşan melekler de BU DUMANDAN
OLUŞMUŞTUR.
Melek (Meleke de denir): Bu kelime burada KUVVET manasında kullanılmıştır. Bu
kuvvetlere “TABİAT GÜÇLERİ/KUVVETLERİ” de denir. Bunlar, doğanın dört
temel kuvveti olan, güçlü nükleer kuvvet, zayıf nükleer kuvvet, elektromanyetik
kuvvet ve çekim kuvveti ve bunların yan ürünlerinden olan, buhar gücü, rüzgar gücü,
ateş gücü, elektrik gücü, motor gücü… gibi güç ve kuvvetlerdir. Ve aslında bütün bu
kuvvetler/melekeler, Allah’ın kudret sıfatının, tabiatla ilgili olan görüntüleridir.)
İşte bu melekler tabiatla ilgili kuvvetlerdir. Bu nedenle Yüce Allah ONLARI BİRBİRİNE
ZIT/KARŞIT KARAKTERDE YARATTI. (Biri negatif ise, diğeri pozitiftir; biri çeker,
diğeri iter; biri ısıtır, diğeri soğutur; biri hızlandırır, diğeri yavaşlatır.) Bu zıtlıklar, İlahi
isimlerde de vardır. (Mukbi/ağlatan, Mudhik/güldüren, Muhyi/dirilten, Mumit/öldüren
isimlerinde olduğu gibi.) Bütün bu zıtlıklar, Rahmani Nefes’ten kaynaklanan özelliklerdir.
Ancak Allah’ın, Zat yani sadece Allah konumunda ne âlemlere, ne de isimlerine ihtiyacı
vardır. Şu halde âlem, kendisini yaratanın özellikleriyle ortaya çıkmıştır ve yaratılanlar
Rahmani Nefes’ten başka şeyler değildir. Bu ilahi nefes, içerdiği sıcaklık nedeniyle
yükselir (havayı ve gazları/atmosferi oluşturur). İçindeki soğukluğu ve nemi nedeniyle
aşağı iner (yoğunlaşır, canlı ve sıvı maddeleri oluşturur ve dünyada, hararetin etkisi ile
nem/rutubet meydana gelmeseydi su ve organik canlı yaratıklar oluşmazdı) ve kuruluğu
sebebiyle de sabit hale gelir (katı madde; taş, toprak, maden gibi hareketsiz kalır);
hareketsiz olan şey ise (sıcak-soğuk ve kuruluk-ıslaklık nedeniyle aşınır) tortu üretir.
Şişedeki idrarın tortu bırakması gibi.
İlahi nefes, BU ŞEKİLDE ÂLEMİ YARATTIKTAN SONRA Allah, insan denilen
yaratığın çamurunu iki eliyle yoğurdu. Ona “insan” ismini verdi. Bu iki el ise,
KARŞILIKLI VE BİRBİRİNİN ZITTIDIR. (Kastedilen iki el; biri aktif/etken
diğeri pasif/edilgen İlahi isimlerdir. Aktif isimler; sağ el vahdet/teklik mertebesine
ve pasif isimler; sol el kesret/çokluk mertebesine aittir.)
(Birbirlerine karşılıklı ve zıt olan) bu iki el, (biri sağ diğeri sol el gibi görünse de)
İKİSİ DE AYNIDIR. (Çünkü “iki el”, aktif ve pasif kuvvet manasına gelir. Dolayısıyla
Allah’ın isimleri, etken ile edilgen/aktif ile pasif kuvvetlerden başka şeyler değildir.)
Ve insanın yaratılışına iki el ile başlaması, Allah’ın, insan ırkına bir lütfudur. Çünkü
insan bu sebeple (tek el ile yaratılmış olan) DİĞER VARLIKLARDAN FAZİLETLİ/
ÜSTÜN OLDU. Bu nedenle Allah, Âdem’e secde etmekte direnen Şeytana şöyle
seslendi: “…İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü
taslıyorsun! Yoksa yücelerden misin?...”-Sad, 38/75 Oysaki sen böyle değilsin. (Çünkü
sen, tek el ile yaratıldın. Ve sende, Âdem gibi bütün isimlerin toplamı yoktur. Bu nedenle
sen, onun alt derecesindesin.) Allah’ın bu konuşmadaki “yücelerden misin?” kelimesiyle
kastettiği; NURUNDAN YARATILMIŞ BÜYÜK MELEKLERDİR Kİ BUNLAR
İNSANDAN DAHA ÜSTÜNDÜR. Bu nedenle Âdem’e secde etmek için DAVET
EDİLMEMİŞLERDİR.
İnsan, balçıktan ve Allah’ın iki eliyle yaratılmış olması nedeniyle, KENDİ DIŞINDA
KALAN DİĞER BÜTÜN VARLIKLARDAN ÜSTÜNDÜR VE BUNLARDA
TASARRUF SAHİBİDİR. Ayrıca insan, rütbe ve derece olarak YERDE VE GÖKTEKİ
MELEKLERDEN DE ÜSTÜNDÜR. Ancak “yüce melekler” bunların dışındadır.
İlahi Nefes’i bilmek isteyen kimse ÂLEMİ VE İÇİNDEKİLERİNİN NE/KİM
OLDUĞUNU ÖĞRENMELİDİR. Çünkü nefsini bilen, GERÇEKTE KENDİSİNDE
TECELLİ EDİP AÇIĞA ÇIKAN RABBİNİ BİLİR.
Nitekim âlem, Rahmanın nefesiyle yani ilahi isimlerini serbest bırakmasıyla ortaya
çıkmıştır. Böylece Allah bu ilahi isimlerini ORTAYA ÇIKARMAKLA ÖNCELİKLE
YİNE KENDİSİNE BAĞIŞTA BULUNDU. ÇÜNKÜ NEFESİN İLK ETKİSİ YİNE
KENDİSİNDE BELİRDİ; DAHA SONRA, VAR OLAN EN SON VARLIĞA
KADAR GENİŞLEYEREK KESİNTİSİZ BİR ŞEKİLDE SÜRDÜ.
Nefesin içinde ne varsa,
Gece karanlığının içindeki aydınlık (yıldız) gibidir.
Akli delile dayanan bilgi,
Gün sonunda uykuya dalan kimseye özgüdür.
Bu kimse, söylediğimiz gerçekleri,
Rahmani Nefes’le ilgili bir rüya sanır.
Ve Abese Suresi’ni okuyarak,
Her sıkıntıdan kurtulur.
(Abese; yüzünü ekşitti, somurttu. Ve tevella; yüz çevirdi demektir.
Hz. Peygamber Efendimizin, Mekke ileri gelenlerinin yanında
bulunduğu sırada, sözünü kesmesinden dolayı kör bir kişiye yüzünü
çevirmesi sonucu, Allah tarafından azarlandıkları suredir.)
Ateş isteyen Musa’ya,
Ateş olarak göründü.
Gören zat da O’nu ateş olarak gördü.
Oysaki O, yerlerin ve göklerin nurudur.
Anladıysan eğer söylediklerimi,
Sen, fakir ve iflas etmiş bir varlıksın.
Eğer Musa’nın ateşten başka bir şeye ihtiyacı olsaydı,
Elbette O’nu o şekilde görür ve geri dönmezdi.
Süleyman Kelimesindeki RAHMET HİKMETİ
Hz. Süleyman, mektubunda Allah’ın “genel” rahmetiyle “özel” rahmetini birlikte
anmıştır. Bunlar Rahman ve Rahim’dir. Allah’ın zatından/bizzat kendisinden
kaynaklanan “Rahman’ın rahmeti” (Rahmet-i itminan) bağışı geneldir. Varlıkların
tümünü içine almış ve kuşatmıştır. (Yaşam için gerekli olan her şey bu rahmetin
içindedir.) Sıfatlarının bağışı olan “Rahim’in rahmeti” ise (Rahmet- vücut) özeldir.
İyi işler ve çalışmalar karşılığında kazanılır. Bu nedenle Rahman ve Rahim isimleri
iç içedir. Çünkü GENEL RAHMET OLMAZSA, ÖZEL RAHMETE SAHİP OLMAK OLASI
DEĞİLDİR. (Yani kul, genel rahmet sayesinde özel rahmete kavuşur.) Genel
Rahmet Allah’ın kendisine aittir. Ama özel rahmet, kula aittir ve kul, bu rahmeti hak
ederek kazanır. Ancak amellerinin karşılığı olan bu özel rahmeti hak eden kimse,
KENDİSİNDE İŞİ İŞLEYENİN KİM OLDUĞUNU BİLİR. (Bütün iş ve eylemleri yapan
yani GERÇEK FAİL ALLAH’TIR.) Yapılan bütün iş ve eylemler, insanın sekiz organı
vasıtasıyla gerçekleştirilir (göz, kulak, el ayak… gibi). Allah, BU ORGANLARIN HER
BİRİSİNİ ÇEŞİTLİ SİSTEMLERLE DONATMIŞ VE BÖYLECE YAPACAKLARI İŞLERİ
KENDİLERİNE BİLDİRMİŞTİR. BU NEDENLE, FAİL OLAN/İŞ VE EYLEMLERİ
GERÇEKLEŞTİREN HAKK’TAN BAŞKASI DEĞİLDİR. Oysa suret/görünüş kula
aittir; AMA VÜCUT VE İÇİNDE İŞ YAPAN BÜTÜN ORGANLAR/SİSTEMLER,
HAKK’A AİTTİR VE O’NUN İSİMLERİNİN BİRER TECELLİSİDİR. BU NEDENLE,
“YARATILMIŞ” DİYE İSİMLENDİRİLEN ŞEYLERİN AYNISIDIR.
İnsanın, tasarruf/istediğini yapabilme konusunda cinlerden daha üstün bilgiye sahip
olduğu zaman ölçüsüyle bilinir. Örneğin, herhangi bir şeye bakan bir kimsenin,
baktığı şeye gözünü çevirmesi için kullandığı zaman, yerinden fırlayıp kalkan
kimsenin kullandığı zamandan daha azadır. (Ya da şöyle söyleyebiliriz.) Görüşün
gerçekleşmesi için; bakışın, o nesneyi algılaması için geçen zaman, yerinden
fırlayıp o nesnenin yanına giden kişinin kullandığı zamandan daha kısadır. Çünkü
görme anında gözle, görünen nesne arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun,
zaman sıfırdır. Hatta gözün açılması için harcanan zaman, yıldızlara gitmek için
harcanan zamanla aynı olduğu gibi, gözün kapanması için geçen zaman da yıldızdan
dönmek için geçen zamanla aynıdır. Oysaki insanın yerinden fırlayıp kalkması, bu
kadar kısa sürede olmaz.
Bizim düşüncemize göre, Belkıs’ın tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede
Sebe şehrinden Hz. Süleyman’ın HUZURUNA TAŞINMADI. (Çünkü bir şeyin
nakledilmesi için kısa da olsa bir zaman gerekir.)
BU ANCAK, BİR ŞEYİN YOK EDİLİP ZAMANSIZ BİR SÜREDE TEKRAR
YARATILMASI İLE GERÇEKLEŞEBİLİR Kİ TAHTIN GELMESİ DE BU
ŞEKİLDE OLMUŞTUR. (Yani Belkıs’ın tahtı Sebe ülkesinde yok olmuş, daha
sonra zamansız bir sürede Hz. Süleyman’ın huzurunda tekrar yaratılmıştır.)
ALLAH’IN BİR ŞEYİ, ZAMANSIZ BİR SÜREDE YOK EDİP TEKRAR
YARATMASININ NASILLIĞINI ÇÖZEN YANİ YENİDEN YARATILMAYI
GÖREN, SEYREDEN ÇOK AZ KİŞİ VARDIR. BU GERÇEK DE “…ONLAR,
YENİDEN YARATMA HAKKINDA ŞÜPHE İÇİNDEDİRLER.”-Kaf, 50/15
ayetiyle belirtilmiştir.
Öyleyse görülen bir şeyin görülebilmesi için bir zaman gerekmez. Böyle olunca tahtın,
bulunduğu yerden yok olması ve Hz. Süleyman’ın huzurunda anında var olması, varlıkların
ilahi nefesle yenilenmesi gibidir. Aradan geçen zaman o kadar kısadır ki BU ZAMANI
HİÇ KİMSE ALGILAYAMAZ. BU NEDENLE İNSAN, HER AN YOK OLUP SONRA
YENİDEN YARATILDIĞININ FARKINDA DEĞİLDİR.
Yukarıdaki “yok olur, sonra var olur” cümlesindeki “sonra” kelimesinin bir zaman ifade
ettiğini sanmayın. “Sonra” kelimesi, Araplar tarafından özel durumlarda kullanılan bir
kelimedir ki, BİR ŞEYİN ÖNCELİĞİNİ BELİRTMEK İÇİN KULLANILIR. Tıpkı şairin
şu sözleri gibi: “Mızrak öne doğru fırladı, sonra titreşti.” ASLINDA ÖNE DOĞRU
FIRLAMA İLE TİTREŞME AYNI ANDA GERÇEKLEŞİR VE İKİSİ ARASINDA
BİR ZAMAN GEÇMEZ. Şairin burada, ifadedeki bir kurala uyarak “sonra” kelimesini
kullanmıştır. İşte bu örnekte olduğu gibi varlıkların, ilahi nefes yoluyla her an
yenilenmesinde, “yokluk” anı ile “varlık” anı arasında geçen bir zaman yoktur.
Böyle bir durum Eş’arilerin, “Yaratılanlar her an yenilenir.” demeleriyle aynı şeydir.
Belkıs, tahtını gördüğünde, aradaki uzaklığı ve bu kadar kısa bir sürede gelmesinin
imkansız olduğunu bildiğinden, “…Sanki o dedi…”-Neml, 27/42 Bu bizim,
“Varlıklar, ilahi nefes yoluyla her an yenilenir.” fikrimize uygun olarak söylenmiş
bir sözdür. Çünkü taht aynı tahttır. Bizler de yenilendiğimizde, önceki halimizin
aynısı olarak yenileniriz. Hz. Süleyman’ın, saraya girerken Belkıs’a yaptığı uyarı
onun bilgisinin kusursuz ve üstün olduğunu gösterir. “Ona ‘köşke gir’ denildi. Ve
melike onu gördüğünde, su sanarak, (ıslanmasın diye elbisesinin) eteklerini kaldırdı…”
Belkıs, suya benzeyen bu şeyin bir hayal olduğunu zannetti ve tahtını da bu türden sandı.
Süleyman ise, “Bu gördüğün CAMDAN YAPILMIŞ ŞEFFAF BİR ZEMİNDİR DEDİ.”Neml, 27/44 İşte bu, doğru bilginin SON DÜZEYİDİR. Çünkü Hz. Süleyman bu
sözleriyle Belkıs’ın “sanki o” sözüne destek verdi.
Hz. Muhammed, “İnsanlar uykudadır, ÖLDÜKLERİ ZAMAN UYANIRLAR” diye
buyurmuştur. Şu halde, dünya hayatında görüp yaşadığımız şeyler, UYUYAN KİMSENİN
GÖRDÜĞÜ RÜYAYA BENZER. (Rüya ve gerçek sandığımız dünya hayatı) HER İKİSİ
DE YALNIZ VE YALNIZCA HAYALDİR. Bu nedenle ikisinin de YORUMLANMASI
GEREKİR.
Varlıkların tümü kuşkusuz ki hayaldir,
Ama gerçekte onlar da Hakk’tır.
Bunu anlayıp çözen kişi,
Gerçeğin sırrına ermiştir.
Şu halde kul, Allah’ın emriyle değil de kendi isteğiyle O’ndan bir şey istemiş ve karşılığını
almışsa, takdir Allah’a aittir. DİLERSE VERDİĞİNİN HESABINI SORAR, DİLEMEZSE
SORMAZ. Ben ise Allah’tan ÖZELLİKLE İLİM İSTİYORUM Kİ VERDİĞİ BU
NİMETİN HESABINI BANA SORMASIN. Çünkü Hz. Muhammed’e bu konuda verilen
emir, MÜSLÜMANLARIN TAMAMINA VERİLMİŞ BİR EMİRDİR.
Davud Kelimesindeki VARLIK HİKMETİ
Hz. Davud’la ilgili de; “Biz Davud’a kendi katımızdan üstünlük verdik”-Sebe, 34/10 diye
buyurdu. Bu üstünlüğü ona, çalışma ve şükür gibi bir hizmet karşılığında vermedi. Allah bu
hizmeti Hz. Davud’dan istemedi de. Ancak O’nun ailesinden, yakınlarından ve milletinden
istedi. Çünkü peygamberler, kendi ailesi, yakınları ve toplumu içinde yolunu şaşırıp
karanlıkta kalanlar için bir ışık ve bir nimettir. Öyleyse şükretmek, peygamberlerden ışık
ve nimet alan toplumlarına düşen bir görevdir. Zaten o ışığı yakan Yüce Allah’a teşekkür
etmek gerekir. Sonra Davud’a verilen nimet ve üstünlükten bahsederken; “Doğrusu Biz,
akşam ve sabah onunla birlikte tespih eden dağları ve toplu halde kuşları onun emri altına
verdik…”-Sad, 38/18-19 diyerek dağları, kuşları onun emrine verdiğini ve birlikte tespih
ettiklerini söyledi. “Biz ona demiri yumuşattık.”-Sebe, 34/10 diyerek O’na kuvvet ve kuvveti
kullanma yeteneği ve yine; “O’na hikmet ve güzel konuşma verdik.”-Sad, 38/20 diyerek de,
O’na üstün bir bilgi ve güzel konuşma yeteneği verdiğini açıkladı. Bütün bunların dışında,
ona verilen en üstün meziyet halifeliktir. “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık…”Sad, 38/26 Her ne kadar diğer peygamberlere de halifelik verilmiş olsa bile, Hz. Davud’un
halifeliği gibi değildir. Çünkü hiçbirine bu kadar açık ve net bir şekilde halifelik
verilmemiştir. Davud peygambere verilmiş halifeliğin başka bir özelliği ise, Allah’ın
onu “hüküm halifesi” olarak seçmesidir. Hüküm ise (Allah’ın isimlerinden biri olan
“el-Hakem/adaletli karar veren” isminin Hz. Davud’da bir tecellisidir ve) yalnızca
Allah’a aittir. Bu nedenle ona “…İnsanlar arasında adaletle hükmet…” denmiştir.
Oysa Âdem’e böyle bir görev de verilmemiştir. Bu nedenle Âdem’in halifeliğini,
tüm varlıklara Allah’ın hükmü ile hakim olan Allah’ın vekili olması şeklinde değil;
KENDİSİNDEN ÖNCE HALİFE OLMUŞ BİR KİMSENİN YERİNE GEÇMESİ
GİBİ DÜŞÜNMEK BİR OLASILIKTIR. Aslında Hz. Âdem, Allah’ın yeryüzündeki
halifesi olduğu gibi, yeryüzüne gönderilen her peygamber de O’nun halifesidir. Bizim
bu konuda anlatmak istediğimiz, Davud peygamberin halifeliğinin net ve kesin olduğudur.
Bugünkü halifelik ise, ALLAH’TAN DEĞİL, PEYGAMBERLERDENDİR. ÇÜNKÜ
BUGÜNÜN HALİFELERİ, PEYGAMBERİN KENDİLERİNE BIRAKTIĞI DİNİN
İLKELERİ/EMİR VE KURALLARINA GÖRE DAVRANIRLAR VE BUNLARIN
DIŞINA ÇIKAMAZLAR. BURADAKİ İNCELİĞİ, SADECE BİZİM GİBİLER
ANLAYABİLİR. BU DA HZ. MUHAMMED’İN GETİRDİĞİ DİN KURALLARININ
GERÇEK MANALARINI ANLAMAKLA OLABİLİR. Buna göre, bugünkü halifeler,
emir ve kuralları ya doğrudan Hz. Muhammed’den alır ya da Hz. Muhammed’den
aktarılan bilgilerden alır.
Şunu iyi bil ki; dini hüküm ve kararlara uymamız ya da uymamamız ilahi iradenin
sonucudur. Yani yaratılışımız neyse öyle hareket ederiz. Eğer Allah, HERKESİN DİNİN
HÜKÜMLERİNE UYMASINI İSTEMİŞ OLSAYDI; HİÇ KİMSE İTİRAZ ETMEZ,
İTAAT EDERDİ. ÇÜNKÜ İNSANIN, ALLAH’IN İRADESİYLE GERÇEKLEŞEN,
İŞLERE VE OLUŞLARA, KARIŞMAK, DEĞİŞTİRMEK, KARŞI GELMEK GİBİ BİR
GÜCÜ YOKTUR. BU KONUDA HİÇ KİMSE ALLAH’IN İSTEK VE İRADESİNE KARŞI
GELEMEZ. BU NEDENLE ALLAH’A KARŞI GELME ANCAK PEYGAMBERLER
VASITASIYLA GELEN EMİR VE HÜKÜMLERE KARŞI GELMEKTİR. BUNU İYİ ANLA!
Allah’ın iradesiyle gerçekleşen emir, hareketin işlenmesine aracı olan kula değil, aslında
kulun, ezeli istidadının gerektirdiği hareketin yaratılmasına yöneliktir. BUNUN AKSİNİN
OLASILIĞI YOKTUR. DOLAYISIYLA KUL İLAHİ İRADEYE UYARAK HAREKETİ
GERÇEKLEŞTİRİR. Ama bu hareket, bazen ilahi emirlere uygundur, bazen de uygun
değildir. Bu nedenle, İYİ-KÖTÜ, GÜZEL ÇİRKİN YARGISI İLAHİ İRADEYE GÖRE
DEĞİL, KULLARIN YARGISINA GÖREDİR. (Yani yaratan her şeyi güzel ve temiz
yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin; kulların yaratılışına, içinde yaşadığı toplumun
anlayışına, alışkanlıklarına, adetlerine göre değişir.)
Şu halde iş bizim yukarıda izah ettiğimiz gibi (İlahi iradeye karşı gelmek imkânsız) olunca
HER KUL DOĞRU YOLDADIR. BUNDAN DOLAYI DA HER KUL SONUNDA,
TÜRLERİ DEĞİŞİK VE ÇEŞİTLİ OLSA DA MUTLULUĞA KAVUŞUR. İŞTE BU,
“…RAHMETİM HER ŞEYİ KUŞATIR…”-A’raf, 7/156 AYETİNİN ANLAMIDIR.
ÖYLEYSE KUL, HERHANGİ BİR ŞEKİLDE AZABI HAK ETMİŞSE ALLAH’IN
RAHMETİ O AZABI İÇİNE ALIR. BÖYLECE O AZAP ONA RAHMET OLUR.
BU DA “RAHMETİM GAZABIMI GEÇMİŞTİR.” KUTSİ HADİSİNİN MANASIDIR.
Çünkü rahmetten daha üstün ve daha kapsayıcı hiçbir şey yoktur.
Düşünce sahibi olan,
Söylediklerimizi görerek anlar.
Eğer böyle bir anlayışı yoksa bunları bizden öğrensin.
İşin gerçeği, bizim söylediğimiz gibidir,
Buna inan ve bizim hal ve düşüncemizde ol.
Çünkü size armağan ettiğimiz bilgi,
Bize Hakk’tan gelir.
Davud’un demiri yumuşatması, şiddet ve korku ile katı kalplerin yumuşatılmasının
sembolüdür. Demiri ateşle yumuşatmak kolaydır; AMA KATILIKTA TAŞTAN
BETER OLAN KALPLERİ YUMUŞATMAK HİÇ DE KOLAY DEĞİLDİR.
Çünkü ateş taşı çatlatır, patlatır, hatta toz haline getirebilir; ama asla yumuşatamaz.
Ayrıca bu ayetle Allah, Hz. Davud’dan vücudu, delici ve kesici aletlerden korusun diye
zırhlar, kalkanlar yapması için demiri yumuşatmasını istemiştir. Böylece demir demire
kalkan olur. Tıpkı Hz. Peygamber Efendimizin, “SENDEN YİNE SANA SIĞINIRIM”
demesi gibi.
Bu izah, konunun dış yüzüdür. ÖYLEYSE BU SÖZLE VERİLEN MESAJI ANLA.
(İç yüzü ise; taştan, demirden daha sert olan kalbin YİNE SERT VE KORKUTUCU
HABERLERLE/CEHENNEM VE ÇEŞİTLİ AZAPLARLA YUMUŞAMASIDIR.)
YÜCE ALLAH, RAHMET EDİCİ, BAŞARI VERİCİ VE İNTİKAM ALICIDIR.
Yunus Kelimesindeki NEFES HİKMETİ
Bilmelisin ki Allah, insan denilen varlığı, kusursuz bir şekilde ruh, beden ve nefis
olarak Kendi suretinde yarattı. Ve bu insanın tertip ve düzeninin bozulup çözülmesi,
Allah’ın dışında hiç kimsenin elinde değildir. Yüce Allah, bunu ya kudret eliyle yapar
ki her zaman böyle olur, ya da yine Kendi emriyle gerçekleşir. Kendi emri olmaksızın
bunu gerçekleştiren kişi, şüphesiz ki Allah’ın sınırlarını çiğnemiş ve kendine yazık
etmiştir. Çünkü o, Allah’ın yarattığı ve yaşamasını istediği bir varlığı öldürmüştür.
Yine bilmelisin ki Allah’ın yarattıklarına SEVGİ VE ŞEFKAT GÖSTERMEK,
ONLARI ALLAH İÇİN ADAM ÖLDÜRMEKTEN DAHA İYİDİR. Hz. Davud,
Beyt-i Mukaddes’i defalarca tamir edip yeniden yaptı; ama yeniden yapılan bina her
defasında yıkıldı. Bu durumu Yüce Allah’a şikâyet edince, O’ndan şu cevabı aldı:
“Benim evim, KAN DÖKEN BİR İNSANIN ELİYLE YAPILAMAZ.” Hz. Davud,
“Ya Rabbi! Benim insan öldürmem SENİN EMRİNLE OLMADI MI?” Allah bu söze
şu karşılığı verdi: “Evet, ama onlar BENİM KULLARIM DEĞİLLER MİYDİ?”
Bunun üzerine Hz. Davud, “Öyleyse Rabbim, onun yapımını benim soyumdan gelen
birisine ver” dedi. Ve Allah da o binanın yapımını oğlu Hz. Süleyman’a verdiğini bildirdi.
Bu olayda anlatılmak istenen, insana verilen değerdir. Ve şüphesiz insanı korumak ve
yaşatmak, onu öldürüp yok etmekten çok daha üstün ve hayırlıdır. Bu konuda Allah,
çeşitli örnekler vererek insanları, SAVAŞMAYA, ÖLDÜRMEYE DEĞİL; BARIŞA,
YAŞATMAYA TEŞVİK ETMİŞTİR. Bu örneklerden birisi; Yüce Allah, “…Eğer onlar
BARIŞ İSTERLERSE, sende onlarla BARIŞ YAP…”-Enfal, 8/61 buyurarak KENDİ
DÜŞMANLARININ BİLE YAŞAMASINA İZİN VERMESİ VE BARIŞI, SAVAŞA
TERCİH ETMESİDİR. Diğer örnek ise; öldürülen kişinin sahibi ısrar ederse, karşılığında
katilin de öldürülmesi hükmüdür. Bu hüküm, “…Öldürülenler hakkında size kısas farz
kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür)…” ayetidir ve bu da Allah’ın
emridir. Buna rağmen Allah, yine de öldürmeyi değil, barışmayı teklif eder. Bu konuda
diğer emri şöyledir: “…Ancak her kimin cezası, öldürülenin velisi tarafından BİR
MİKTAR BAĞIŞLANIRSA (Öldürülenin sahipleri birkaç kişi olup bunlardan biri
bile diyete razı olursa, artık KISAS YAPILMAZ.) artık taraflar HAKKANİYETE
UYMALI ve öldüren ona gereken diyeti güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler,
RABBİNİZDEN BİR HAFİFLETME VE RAHMETTİR. HER KİM BUNDAN
SONRA HADDİ AŞARSA MUHAKKAK ONUN İÇİN ELEM VERİCİ BİR
AZAP VARDIR.”-Bakara, 2/178 Anlaşılan odur ki Allah AFFETMEYİ ÖLDÜRMEYE
TERCİH ETMİŞTİR. Başka bir örnek, Hz. Muhammed’in sözleridir; zamanında iple
öldürülen bir insanın katilini öldürmek isteyenlere; “Katili öldürmek, ÖLENİ BİR DAHA
ÖLDÜRMEK GİBİDİR” demiştir. Diğer bir örnek de Kur’an’da şu ayetle belirtilir:
“Bir kötülüğün cezası, ONA BENZER BİR KÖTÜLÜKTÜR…” (Yani bir kötülüğün
cezasını vermek için ona benzer bir kötülük yapmanız gerekir. Şu halde “KISAS” DA
BİR KÖTÜLÜKTÜR.) “KİM BAĞIŞLAR VE BARIŞI SAĞLARSA, ONUN
MÜKÂFATI ALLAH’A AİTTİR. DOĞRUSU ALLAH ZALİMLERİ SEVMEZ.”Şura, 42/40 Bu ayetle “kısası” yasal kılmasına karşın, bir “fenalık” olarak nitelemiştir.
Âlemlerde, ez-Zahir ismi ile ortaya çıkan ne varsa, O’nun varlığıdır. Şu halde insanı
koruyup gözeten kimse şüphesiz ki Hakk’ı gözetip korur. Allah, insanı Kendi suretinde
ve KENDİSİ İÇİN YARATMIŞTIR. Kendisi için yarattığı varlık üzerinde daha çok hak
sahibi olan da şüphesiz ki yine Kendisidir. Öyleyse kim barışı tercih edip affederse onun
mükafatını vermek Allah’a düşer. Zira affetmek, Allah’a yakışan bir üstünlüktür. Biz,
insanın öz varlığından bahsediyoruz. Öyleyse siz insanın öz varlığını, onun yaptığı iş ve
eylemle bir tutamazsınız. Zaten onun yaptığı bütün iş ve eylemlerin tümü Allah’ın işleridir.
Buna karşın insanın İYİ HAREKETLERİ ÖVÜLÜR, KÖTÜ OLANLARI İSE
AYIPLANIR. Bu nedenle insan, İNSAN OLUŞUNDAN DOLAYI KÖTÜLENMEZ;
ama onun yaptığı iş ve eylemler kötülenir. Bu da ancak şeriatın kötü dediği işleri
yapmasıyla oluşur. Ve aslında şeriatın kötü dediği şeylerden başka ayıplanacak bir kötülük
de pek yoktur. Şeriata göre kötü olan şeyin yasaklanmasında ise mutlaka bir hikmet vardır
ki bunu ancak Allah ve Allah’ın kendisine bildirdiği kimse bilir. Yüce Allah, insan neslini
korumak ve bu konuda Allah’ın sınırlarını aşan kimseyi cezalandırmanın bir yarar
(caydırıcılık) sağlayacağını düşündürmek için “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için
hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.”-Bakara, 2/179 diyerek kısası farz
kıldı. Ayetteki “akıl sahipleri” denilen kimseler, bu işin iç yüzünü bilen hikmet sahibi
kimselerdir. Mademki insan hayat sahibidir; şu halde Allah nasıl, insan denilen varlığını
kollayıp gözetiyorsa, sen de kollayıp gözet. Bu insana mutluluk verir. Öldürmeye çalışan
kimse onun olgunluğa ulaşmasına engel olur. Oysaki insanın yaşaması ve olgunluğa
ulaşması gerekir.
Hz. Peygamberimizin; “Size DÜŞMANLARINIZLA SAVAŞMAKTAN, ONLARI
ÖLDÜRMEKTEN DAHA ÜSTÜN VE DAHA ERDEMLİ BİR İŞİ BİLDİREYİM
Mİ? BU İŞ ALLAH’I ANMAKTIR.” sözü bu konuda söylenmiş en güzel sözdür.
Şu halde insan denilen varlığın yaratılışındaki değeri, ANCAK GERÇEK MANADA
ALLAH’I ZİKREDEN/ANAN KİMSE BİLİR. ÇÜNKÜ ALLAH, KENDİSİNİ
ANAN KİMSE İLE YAN YANA VE İÇ İÇEDİR.
BİR İNSAN, YAN YANA VE İÇ İÇE OLAN HAKK’I GÖRÜP HİSSETMİYORSA,
ONUN ANIŞI GERÇEK BİR ANIŞ DEĞİLDİR. O’NU YALNIZCA DİLLE ANAN
SONUCA ULAŞAMAZ. BUNU GAFLET HALİNDE OLANLARIN ZİKİRLERİNDEN
ANLAYABİLİRSİN. ONLAR HANGİ UZUVLARIYLA ALLAH’I ANIYORLARSA,
O UZUV ALLAH’IN HUZURUNDADIR, DİĞERLERİ DEĞİL.
Şüphesiz ki insan; becerileri, yetenekleri ve duyu organlarıyla çok taraflı bir bütündür.
Tek olan Hakk da öyledir. O’da, ilahi isim ve sıfatlarıyla çok taraflı bir bütündür. Bu
nedenle insanın bir organıyla bile Allah’ı anması yine de yeterli sayılabilir. Çünkü
Allah o organ sayesinde insanın bütününü korur. Buna karşın gerçek manada Allah’ı
anmak; ANIŞIN, TÜM BENLİĞİNİ SARDIĞI ZAMAN OLUR.
İnsan denilen varlığı, Allah’ın ölüm denilen şeyle yıkması onun yok olması değil;
ONU CANLI TUTAN RUHUNU KENDİSİNE ÇEKMESİDİR. Bu nedenle ölüm,
bir yok oluş değil ancak bir çözülmedir. Çünkü her şey Hakk’a geri döner.
Ve insan, bu dünyadan ayrılıp Allah’a dönünce YENİDEN VAR OLUR VE ONA,
BAŞKA BİR ÂLEMDE VE ESKİ YAPISINDAN ÇOK DAHA DEĞİŞİK BİR
VÜCUT VERİLİR. Beka/sonsuzluk âlemi denilen bu âlemde, MUTLAK BİR
DENGENİN VARLIĞI NEDENİYLE SONSUZA KADAR ONA, BİR DAHA
ÖLÜM YOKTUR.
Cehennem sakinlerine gelince; onlar her ne kadar ateş içinde olsalar bile kendilerini
CENNETTE ZANNEDERLER. Fakat onların cenneti ATEŞ İLE GERÇEKLEŞİR.
Cezaları bitince o şiddetli ateş onlar için GÜL BAHÇESİ OLUR. Cehennem sakinlerinin
ZEVK VE HUZURU, Hz. İbrahim peygamberin zevk ve huzuruna benzer. Hz. İbrahim
ateşe atıldığında, Allah’ın kendisi hakkında ne düşündüğünü bilemedi. Bu nedenle önce
korktu ve azap içinde kaldı. Çünkü ateşin her canlıyı yakıp kül ettiğini biliyordu.
Ama sonunda HALKIN ATEŞ OLARAK BİLDİKLERİ YER, SERİNLİK VE
ESENLİK VEREN BİR YER OLDU. İşte Allah’ın ve dolayısıyla ilahi tecellinin
hükmü böyledir. Bu tecelliye bakarak, sen istersen, “Hakk, ateş şeklinde tecelli
etti de. Ya da âlem Hakk şeklinde göründü” de. Gerçek manada bu görüşler
doğrudur. Çünkü Hakk, kulun kişiliğine ve yeteneklerine göre değişik şekillerde
tecelli eder. Her şey Allah’ın elinde olmasına karşın şayet ölen ya da öldürülen
kimse Allah’a kavuşmasaydı Allah, ÖLÜM OLAYINI GERÇEKLEŞTİRMEZDİ.
Şu halde ölen bir kimse için YOK OLMAK DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
Diyebiliriz ki Allah, kulunun kendisinden ayrılmasının olanaksız olduğunu bildiği
için ölümü ve öldürülmeyi doğal kıldı. Ve kendisine dönüleceğini şu ayetle bildirdi:
“Her şey O’na döner…”-Hud, 11/123
DÖNEN VE DÖNÜLEN AYNI VARLIKTIR. ÇÜNKÜ HAKK, KENDİSİNDEN
BAŞKA BİR ŞEY YARATMADI Kİ ONA DÖNÜLSÜN. YARATILANLARIN
TÜMÜ O’DUR. İşte bu açıklama da “Her şey O’na döner” ayetinin GİZLİ VE
GERÇEK ANLAMIDIR.
Eyyub Kelimesindeki BİLİNMEZLİK HİKMETİ
Bilmelisin ki canlılık suda başladı. Bu nedenle su, tüm canlıların ASLI VE ANA
MADDESİDİR. İşte Allah, bu gerçeği “Biz HER CANLI ŞEYİ SUDAN
YARATTIK-Enbiya, 21/30 diyerek bizlere bildirmiştir. Bir gerçek daha vardır ki
o da; alemlerde yaratılmış CANSIZ HİÇBİR ŞEY YOKTUR. (Bizlerin hareketsiz,
kaskatı gördüğümüz taş, toprak, maden ve buna benzer nesnelerin atom boyutuna
inerseniz, AKIL ALMAZ BİR CANLILIK GÖRÜRSÜNÜZ.)
Bu gerçeği “Göklerde ve yerde bulunan her şey ALLAH’I TESPİH EDER…”-Hadid,
57/1 ayetinden anlıyoruz. Allah’ı da ANCAK CANLI VE DİRİ OLAN VARLIKLAR
TESPİH EDEBİLİR. ÖYLEYSE ÂLEMLERDEKİ HER ŞEY CANLIDIR. Ancak
bizler, “onların TESPİHİNİ ANLAYAMAYIZ”-İsra, 17/44 Anlayabilen ise, belki
ilahi keşif yoluyla anlayabilir. Her şeyin aslı sudur demiştik. Kur’an’ın da belirttiği
gibi BÜTÜN ALEM ÖNCE SU ÜZERİNDEYDİ VE ORADAN YÜKSELDİ.
“…O’nun arşı SU ÜZERİNDE İDİ…”-Hud, 11/7 Şu halde su, VARLIKLARI
KORUYUP DESTEKLEYEN İLK MADDEDİR.
Yüce Allah, insanı kendine kul olarak yaratmıştır. Buna karşın insan, RABBİNE KARŞI
BÜYÜKLENMİŞ VE ÜSTÜNLÜK TASLAMIŞTIR. Fakat Allah, onun bu küstahlığını
cahilliğine vermiş, özüne bakarak kendisini korumuştur. (Çünkü onun özü, ancak ve
yalnızca Kendisidir.) Bu sözümüzün gerçekliliği Hz. Peygamber Efendimizin “Eğer
gökten yere bir ip sarkıtırsanız ALLAH’IN ÜZERİNE DÜŞER” sözünün anlamında
saklıdır. Hz. Muhammed’in bu hadisindeki gerçek; yaratılan her şeyin, Allah’ın bir
tecellisi olduğu ve açık-gizli, altta-üstte sağda ve solda her ne varsa Allah’ın
vücudundan başka bir şey olmadığıdır. İnsan da Rahman’ın sureti üzere yaratılmıştır.
Kendisinden başka yedirip besleyen olmadığı halde Allah, Yahudi ve Hıristiyanlar
hakkında şöyle dedi: “Eğer onlar Tevrat ve İncil’in hükümlerine…” ve sonra, genel bir
ifadeyle “…Ve Rablerinden kendilerine indirilen şeye uyacak olsalardı…” ki burada
peygamberlere bizzat indirilen vahiy ve ilham olunan bütün hükümleri içine alır;
“…Üstlerinden…” (gökten yağmur, güneş ya da ilahi ilham vasıtasıyla) “…Ve ayaklarının
altından…” (toprak ya da bilgi vasıtasıyla) “…Beslenirlerdi.”-Maide, 5/66 Allah’ın
tercümanı olan Resulü’nün diliyle indirilen bu ayet, Hakk’ın kendisiyle vasıflandırdığı
üst/gökler ve alt/toprak vasıtasıyla tüm varlıkları besleyenin Kendisi olduğunu belirtti.
Dünya üzerinde su olmasaydı, canlılar varlıklarını devam ettiremezlerdi. Canlı bir
varlık tabii bir ölüm ile öldüğünde, (vücudundaki su çekilerek) tüm yapısı ve düzeni
parçalanıp bozulur ve böylece madde bedeni yokluğa karışıp gider. Allah, ateş içinde
kıvranan Hz. Eyyub’a, “Ayağını yere vur, işte bu yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su.”Sad, 38/42 dedi. Dolayısıyla Allah Hz. Eyyub’un ateşini soğuk suyla dindirdi. Bundandır
ki tıp ilmi, fazla olanın azaltılması, az olanın ise arttırılması işlemini yapar. Yani tıp insan
bedenindeki dengelerin sağlanmasına yardımcı olur. Ancak tam bir dengenin sağlanması
olası değildir. Ama yaklaşık olarak başarabilir diyebiliriz. Çünkü tüm âlem, Rahman’ın
nefesiyle sürekli bir yaratılış içerisindedir. Tekvin yani yaratma ise, yaratanın eğilim ve
arzusundan kaynaklanır ki buna tabiat söz konusu olduğunda bozulma, çürüme ve
yeniden yapılanma denir. Hakk söz konusu olduğunda ise Hakk’ın ilahi iradesi denir.
İrade ise herkese değil, ancak özgül bir isteğe yöneliktir. İtidal yani denge, her yöne,
herkese eşit ve özdeş bir şekilde yönelmeyi gerektirir ki böyle bir dengeyi gerçekleştirmek
olanaksızdır. (Böyle bir denge olsaydı; hiçbir şey değişmez, bozulmaz, eskimez ve bu
nedenle hiçbir şey ölmez ve doğmazdı.) İşte bunun için biz, âlemlerde böyle bir dengenin
söz konusu olmayacağını söyledik. Allah, gönderdiği kutsal kitaplarda, kendisini birbirine
zıt anlamlar ifade eden vasıflarla nitelendirmiştir. Rıza/hoşnutluk, gadab/öfke, kahhar/
kahredici ve latif/hoş, nazik… gibi. Kul, kötülük yaparsa Hakk’ın öfkesini, iyi şeyler
yaparsa Hakk’ın hoşnutluğunu kazanır. Kulun eğilimi ne tarafaysa, Hakk’ın da meyli
o tarafa olur. Yani Hakk, razı olduğu kuluna öfkelenmez; öfkelendiği kulundan da razı
olmaz. Bunların ikisi aynı anda oluşmaz. Yani ikisi arasında bir denge yoktur. Oysaki
denge de eşitlik söz konusudur. Biz bu açıklamaları, CEHENNEM SAKİNLERİNİN
ÇEKECEĞİ AZABIN SONSUZA KADAR SÜRECEĞİNİ DÜŞÜNENLER İÇİN
YAPTIK. ONLAR ZANNEDERLER Kİ ALLAH’IN GAZABI SÜREKLİDİR. BU
NEDENLE RIZA VE ÖFKE ARASINDA DENGE KURULAMAZ. İŞTE BİZ, BU
ANLAYIŞI REDDEDEREK DİYORUZ Kİ: Cehennem sakinleri her ne kadar ateş
azabı çekiyorlarsa da, bundan maksat, hak ettikleri cezanın bitmesi, dolayısıyla azabın
kaldırılması içindir. Bu da bir nevi rızadır. Şu halde acı ve ıstırap bitince Allah’ın
gazabı da biter, dengelenir.
Yukarıdaki sözümüzü anlayabildinizse, öfke ve hoşnutluk arasında bir dengenin
oluştuğunu da anlarsınız. Çünkü acı ve keder, öfke ve hiddet sonucunda ortaya
çıkar. Öfkelenen kimse, bu öfkesinden dolayı önce kendisi üzülür, acı içerisindedir
ve bu acısını karşısındakini cezalandırarak giderir. Öyleyse ÖFKE İLE ACI AYNI
ŞEYDİR. Hakk ile âlemi birbirinden ayırdığında, öfke ile acıyı ve öfkelenenle acı
çekeni de birbirinden ayırırsın. Oysaki Hakk ile âlemin birbirinden ayrılması asla
olası değildir. Şu halde bu ikisini birleştirirsen YANİ HAKK’IN ÂLEMİN KENDİSİ/
ASLI OLDUĞUNU DÜŞÜNÜRSEN; BÜTÜN İŞ, EYLEM VE HÜKÜMLER O’NDA
TOPLANIR, O’NDAN ORTAYA ÇIKAR. O ZAMAN HEM ÖFKELENEN HEM
DE ACI ÇEKEN BİR OLUR.
Bu da “…Her şey O’na geri döner…”-Hud, 11/123 ayetiyle tartışılmaz hale gelir.
Böyle bir anlayışa ise, ancak hakikat ve keşif yoluyla ulaşabilirsin. Şu halde ey
dost! Mademki “her şey O’na geri dönüyor”, sen yukarıdaki düşüncelerden
hangisini kabul edersen et; ama yine de işlerini Hakk’ın rızasına bırakarak, ibadet
ve kulluğuna devam et. Aslında, bu âlemden daha güzel, daha kusursuz bir âlemin
var olması olası değildir. Çünkü Allah, bu âlemi kendi Rahmani sureti üzere yaratmıştır.
Yani Yüce Hakk’ın varlığı, âlemin yaratılması ile açığa çıktı. Ve insan da bu açığa çıkan
suretlerden biridir. Bütün suretlerde olduğu gibi, insanda da SÖZ SAHİBİ OLAN, ONU
YÖNETEN VE İDARE EDEN HAKK’IN KENDİSİ YANİ RUHUDUR. ÖYLEYSE
YÖNETEN DE YÖNETİLEN DE O’DUR.
Herhangi bir işi, olayı halletmek için bir sürü sebep vardır. Kul da bu sebeplerle hareket
eder. Ancak sebepleri de yaratan yine Allah’tır. Öyleyse bir kulun belalardan kurtulmak
için Allah’a yönelmesi, sebeplere yönelmesinden daha hayırlıdır. Kul, “Allah duamı
kabul etmedi” der. Oysa o aslında tek ve eşsiz olan Allah’a dua etmemiş, ZAMANI VE
SIRASI HENÜZ GELMEMİŞ SEBEPLERE BAŞVURMUŞTUR. Hz. Eyyub ise, Allah’ın
bilgisi ve hikmeti ile hareket etti. Çünkü o bir peygamberdi VE SABRIN ANLAMINI
BİLİYORDU. Bir gurubun anlayışına göre sabır; kimseye şikâyet etmemektir. Bize göre
ise sabır; ALLAH’A DEĞİL, ALLAH’TAN BAŞKASINA ŞİKAYET ETMEMEKTİR.
Şikayet etmeyi, bir nevi KADERE RAZI OLMAMAK ŞEKLİNDE ALGILAYANLAR,
BİZE GÖRE YANILMIŞLARDIR. Çünkü kaza; Allah’ın varlıklar hakkında verdiği
hükümdür. Bu nedenle, kazaya rıza gösterme de, BELAYI ALLAH’A YA DA
BAŞKALARINA ŞİKÂYET ETMEK HATA DEĞİLDİR; ANCAK BELANIN
SONUCUNA RAZI OLMAMAK HATADIR.
Hz. Eyyub, sonunda, belaya karşı direnmenin/sabrın, ilahi çile ve eziyete karşı koymak
olduğunu ve o belanın kaldırılması için ALLAH’A DUA ETMEMENİN YANLIŞ
OLDUĞUNU ANLADI. Belaya karşı direnmek, KİŞİNİN BİLGİSİZLİĞİNDEN
KAYNAKLANIR. Böyle kişiler başlarına bir bela geldiğinde bu belaya direnirler ve
kurtulmak için Allah’a dua etmezler. Bu davranış yanlıştır; tersine beladan kurtulmak
için Allah’a dua edip yalvarmak gerekir. Çünkü keşif/sezgi ve bilgi sahibi bir kimsenin
anlayışında acı ve elem; HEM ACIYI VERENİ VE HEM DE ACIYI ÇEKENİ AYNI
DERECEDE ETKİLER. Bu nedenle acıyı çekende acının kalkması, aynı zamanda
acıyı veren HAKK’I DA ACI VE ELEMDEN KURTARIR. Zira Allah “Allah’a ve
Resulüne eziyet eden kimseler…”-Ahzab, 33/57 diyerek KENDİSİNİN DE ELEM
VE ACI ÇEKTİĞİNİ BİLDİRMİŞTİR.
Şimdi Allah, sana hatalarından dolayı bir bela verecek ve sen de o belanın kalkması
için Allah’a yakarmayacaksın öyle mi? O, HEM SENİ HEM DE KENDİSİNİ
RAHATLATMAK İSTESİN; AMA SEN BUNA RAZI OLMA! İŞTE BU ALLAH’A
YAPILAN BÜYÜK BİR SAYGISIZLIKTIR.
Oysa biz, yaratılışımız gereği acı ve kedere dayanma gücü zayıf, aciz kullarız. Aynı
zamanda Hakk’ın birer tecellisi ve suretleriyiz. Öyleyse başındaki belanın kalkması
için neden O’na yalvarmaktan çekiniyorsun.
Allah bilgisine sahip ariflerden biri aç kalınca ağlardı. Onun bu halini gören bilgisizler
ona sabrı tavsiye ettiler. O ise, “Allah beni ağlamam için acıktırdı. Ona bu nedenle
yalvarmamı istediği için bana bu belayı verdi. Bu nedenle benim ağlamam sabırsız bir
kul olduğumu göstermez.” dedi.
Bütün bu bilgilerden sonra anladık ki sabır; dert, bela ve her türlü sıkıntı zamanlarında
Allah’tan başka hiç kimseye şikâyet etmemektir. “Allah’tan başka” sözünden maksat;
Allah’ın isimlerinin birer tecellisi olan diğer yaratılmışlardır. Bu nedenle kul, BİZZAT
ALLAH’IN KENDİSİNE YALVARMASI GEREKİR.
DİKKATİNİ ÇEKERİM! BÖYLE BİR KURAL (Yani Allah’tan başkasına şikâyet
etmeme ya da yalvarmama) YARATILMIŞLARIN HAKK’IN AYNISI OLDUĞUNU
BİLMEYENLER İÇİNDİR. Oysaki bu konuda bilgi sahibi olan arifler, yaratılmışların,
Allah’ın isimleri ve sıfatlarının bir açılımı ve ayrıntıları olduğunu bilirler ve her surette
O’nu görüp tanırlar. Bu nedenle onların HERHANGİ BİR VARLIĞA ŞİKÂYET YA
DA YALVARIP DİLEKTE BULUNMASI ASLA YANLIŞ DEĞİLDİR. BU ÖYLE
BİR SIRDIR Kİ ALLAH’IN KULLARI ARASINDA EN SEÇKİNLERİNDEN BAŞKA
HİÇ KİMSE ANLAYAMAZ. BU SEÇKİN VELİLERİ DE ALLAH’TAN BAŞKA
KİMSE BİLMEZ. Ancak içlerinden kimileri birbirini tanır. Bu anlattıklarımızla sana
gerçek hakkında bilgi verdik. Sen de bu bilgilere inan ve ne istiyorsan Yüce Allah’ın
kendinden iste.
Yahya Kelimesindeki CELAL HİKMETİ
Celal: Cefa, zorlama, intikam, elem ve azap veren… gibi anlamlar içeren Allah’ın
isimlerinden biridir.
Yahya isminde bulunan hikmet, Allah’ın isimlerinde bulunan ilk hikmettir. Çünkü
Yüce Allah, Hz. Zekeriyya peygambere, neslinin sürmesi, isminin anılması, hatırasının
yaşaması için bir oğul ihsan etti ve ona, şimdiye dek kimseye verilmeyen “Yahya”/
yaşar (diri, canlı, hayat sahibi demektir) ismini verdi. (Şu halde “hayat sahibi” olmak
ilk hikmettir, hayat sahibi olmayan diğer hiçbir ismi kabul etmez.) Böylece Hz.
Zekeriyya’nın peygamberlik ve diğer niteliklerini oğlu vasıtasıyla devam ettirdi. Bu
nedenle Yahya ismi, hem Allah tarafından verilen ilk isim, hem de yaşamı çağrıştıran
ilk hikmet oldu (Hayy/hayat, canlılık).
Bunun gibi, Âdem’in hatırası oğlu Şit ile, Nuh’un hatırası da Sam ile yaşadı. Diğer
peygamberlerde de olduğu gibi. Ama Allah, Yahya’dan önce hiç kimsenin ismini
kendi “hayat” sıfatıyla birleştirmedi. Bunu ancak bir bağış olarak Zekeriyya peygambere
verdi. Çünkü Allah’a, “…Ya Rabbi! Kendi katından bana bir dost ver.”-Meryem, 19/5
diye yakarmıştı. Bu yakarışında isteğini belirtmeden önce, Allah’ın adını andı. Tıpkı
Firavun’un karısı Asiye’nin yaptığı gibi. O da, “…Ya Rabbi! Bana Senin yanında
cennette bir ev ver…”-Tahrim, 66/11 derken, evden önce O’na komşu olmayı dilemişti.
Böylece Allah, Hz. Zekeriyya’nın soyunun sürmesi için ona bir oğul bağışladı ve
ismini de Kendi “Hayat” sıfatının manasını taşıyan Yahya koydu. Çünkü Hz. Zekeriyya,
kendisinden sonra da Allah’ın anılmasını istemişti. Oğul, BABASININ SIRRI/GİZLİ
ŞİFRESİ VE MİRASÇISIDIR. Bundan dolayı “Bana ve Ya’kub hanedanına varis
olsun…”-Meryem, 19/6 dedi. Oysaki peygamberlerden oğullara kalan tek miras,
ALLAH ZİKRİDİR.
Zekeriyya Kelimesindeki SAHİPLİK HİKMETİ
Bilmelisin ki Allah’ın rahmeti, vücudu ve tüm kararları, her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.
Gazap bile, Allah’ın rahmetinden başka bir şey değildir. Ama O’nun rahmeti gazabını
aşmış ve örtüp geçmiştir.
Gazap: Hiddet, kızgınlık, öfke, nefret.
Her varlık için bir vücut gereklidir. Bu nedenle o varlık vücudunu Allah’tan istemiştir.
Bu da Allah’ın rahmetinin her şeyi içine aldığının bir kanıtıdır. Çünkü Hakk, rahmetiyle
varlıklarda tecelli edince, onlarda bu rahmeti kabul ederek alemlerde var oldular. İşte bu
nedenle biz, “Allah’ın rahmeti, vücudu ve kararları her şeyi kapsayıp kuşatmıştır” dedik.
İlahi isimler de, “her şey” diye ifade ettiğimiz kavramın içindedir. Dolayısıyla ilahi
isimler de Rahman isminin kapsamına girer. Şu halde Allah’ın kapsayıp kuşattığı ilk şey
Rahman ismidir. Bu nedenle O’nun rahmeti, öncelikle Kendisinedir. Anlaşılan odur ki
Yüce Allah, gerek dünyada gerekse AHİRETTE canlı cansız en basit yaratılmıştan tutun
da en bileşik ve karmaşık yapıya sahip yaratılmışlara kadar her şeyi kapsayıp kuşatır.
Rahmetin bir şeyi kuşatması için HER HANGİ BİR AMAÇ, MAKSAT VE ÖZEL BİR
NEDEN GEREKMEZ. İLAHİ RAHMET İSTİSNASIZ HER ŞEYİ KAPSAR. Ancak
Fütühat-ı Mekkiyye isimli eserimizde de açıkladığımız gibi, “ESER/İŞ/EYLEM; VAR
OLAN İÇİN DEĞİL YOK OLAN İÇİNDİR.” (Yani ilahi Rahmet, var olanları değil,
yok olanları kapsayıp kuşatır) ÇÜNKÜ BU RAHMET EYLEMİ, VAR OLANLAR
İÇİN GİBİ GÖRÜNSE DE, ASLINDA YOK/YOK KONUMUNDA OLAN İLMİ
HAKİKATLER/A’YAN-I SABİTELER İÇİNDİR. BU DA ANCAK, VARLIĞIN
KENDİ İSTİDAT VE YETENEKLERİNE GÖREDİR.
BU (VAR OLMAYANIN VAR OLANLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNE İLİŞKİN)
BİLGİ, EŞİNE AZ RASTLANAN GARİP BİR İLİMDİR. BU BİLGİYİ ANCAK
KUŞKULARINI ÇÖZMEK İÇİN HAYAL GÜCÜNÜ KULLANANLAR BİLİR.
BUNUN DIŞINDAKİLER BİLMEZLER VE BU BİLGİYE ANCAK HAYAL,
DÜŞÜNCE VE ZEVK YOLUYLA ULAŞILIR.
Allah’ın rahmeti âlemlere yayılmıştır,
Yaratılmışların görünen vücutlarında,
Ve yok konumundaki cevherlerinde,
Görünen ve iş yapan O’dur.
Yüce Rahmeti bizzat gördüğünde,
Bu görüşün, düşüncelerinden daha üstün bir zevk olur.
Varlık âleminde İlahi Rahmetin kapsayıp kuşatmadığı hiçbir kul yoktur. Şu halde İlahi
Rahmetin kucakladığı her kul elbette ki mutludur. Ey sözlerimi dinleyen dost! Belaya
uğrayanlarda gördüğün acı ve eziyet ya da günahkarların cehennemde çekecekleri
azapla ilgili ahret inancın, YUKARIDA SÖYLEDİKLERİMİZİ ANLAMANA ENGEL
OLMASIN. HELE O AHİRET ÂLEMİNDEKİ AZAP, ÖYLE BİR AZAPTIR Kİ
YAKALADIĞINI BİR DAHA ASLA BIRAKMAZ.
Önce şunu bilmelisin ki rahmet, ANCAK VAR ETME/YARATMA KONUSUNDA
GENELDİR. BU RAHMETİN İÇİNDE ACILAR, ELEMLER DE VARDIR.
Sonra da şunu bilmen gerekir: Rahmetin iki etkisi vardır. Biri doğrudan etkidir ki bu,
Hakk’ın varlıkları yaratmasıdır. Hakk bu yaratışında varlığın HİÇBİR ÖZELLİĞİNE
BAKMAZ. Zira O, var olmayı kabul eden varlığın ezeli ilmindeki A’YAN-I SABİTESİNE
BAKAR. Şu halde Hakk, varlıkları yaratmakla önce Kendisine rahmet etti. (Çünkü
a’yan-ı sabite denilen ilmi suretlerimizi, Kendisinden KENDİSİ OLARAK yarattığı için,
rahmet ÖNCELİKLE KENDİSİNE OLUR.) Bu nedenle biz, “rahmete uğrayanların ilki
Hakk’tır” dedik.
Rahmetin diğer bir etkisi de “DİLEĞE BAĞLI” ETKİDİR. BU KONUDA BİLGİSİZ
OLANLAR, KENDİ İNANDIKLARI HAKK’TAN KENDİLERİ İÇİN RAHMET
İSTERLER. (Allah’ı hiçbir varlıkla kayıt altına almadan tüm yaratılmışlarda gören) Bilgili
ve keşif sahibi kişiler ise, ALLAH’IN RAHMETİNİN KENDİLERİYLE BİRLİKTE
OLMASINI İSTERLER. VE ALLAH İSMİYLE DİLEKTE BULUNARAK “ALLAH’IM
BİZE RAHMET ET!” DERLER. ALLAH DA BU İSTEKLERİNE KARŞI RAHMETİ
ONLARA YOLDAŞ EDER. Rahmete yoldaş olan da, rahmeti zevk/manevi lezzet olarak
algılar. Çünkü rahim ya da rahmet bir mana ismidir. Bu nedenle rahmet edilen her ne
kadar bir vücuda sahip ise de asıl rahmet O VARLIĞIN MANASINA/HAKİKATİNEDİR.
Şu halde rahmet manaya olunca, algılanması da manevi zevk şeklinde olur.
Allah’ın isimlerinden olan Rahman ve Rahim, birer öznedir. (Yani Rahim “rahmet”
kökünden türemiştir; affeden, esirgeyen koruyan anlamındadır ki Rahman da denir.
Rahim ise “rahm” kökünden türemiştir merhametli, acıyan anlamındadır.) Her ikisinin
de yaratma özellikleri yoktur. Çünkü (birçok isimde olduğu gibi) onlar da birer mana
ismidir. Onların kendilerine ait bir vücutları yoktur. Onlar bir nevi halden ibarettir.
Ancak “mana isimler” dediğimiz bu hallerin açığa çıkmaları için de bir varlığa/tasarıma
ihtiyaçları vardır. (Yağmurun ortaya çıkması için buluta ihtiyacı olduğu gibi; ya da)
ilmin ortaya çıkması için, bir alime/bilene ihtiyacı olduğu gibi. Bu durumda bilen, bilgi
ile vasıflanmış bir kişidir; ama bilen, BİLGİNİN KENDİSİ DEĞİLDİR. Bununla beraber
ortada BİLGİ VE BİLGİYİ KABUL EDECEK OLAN BİR ALİM VARDIR. Ve âlimin
bilgili oluşu, O KİŞİ İÇİN BİR HALDİR; hal ise ÇALIŞMA SONUCU SONRADAN
ELDE EDİLEN BİR YETENEKTİR.
Aslında rahmet, Rahim isminin özelliklerinden biridir. Onun görevi rahmet/merhamet
etmektir. (Bu yönden bakarsanız) Rahmeti yaratan Allah; rahmeti, KENDİSİ İÇİN
DEĞİL, KENDİSİYLE VAR OLAN KİMSEYE MERHAMET ETMEK İÇİN
YARATMIŞTIR. Öyleyse her eksiklikten uzak olan Yüce Allah rahmet edilecek BİR
VARLIK DEĞİLDİR. Aksine O, “Rahim”dir ve rahmet edebilecek yeteneklere sahip
olduğu için rahmet ve merhamet edendir. Kısaca O, RAHMETİN TA KENDİSİDİR.
BU GERÇEĞİN ZEVKİNİ TATMAYAN VE BU KONUDA BİLGİSİ OLMAYAN
KİMSELER “Hakk rahmetin aynıdır” veya “Hakk sıfatın aynıdır” DEME CESARETİNİ
GÖSTEREMEDİLER. Onlar; “HAKK, SIFATIN AYNI DA DEĞİLDİR GAYRI DA
DEĞİLDİR” (Yani hem O’dur, hem de O değildir) dediler.
Başka bir değişle Hakk’ın sıfatları “Hakk’ın kendisidir” ya da “Hakk’ın kendisi değildir”
dediler. ÇÜNKÜ ONLAR, ne Hakk’ın sıfatlarını İNKÂR EDEBİLİRLER; ne de “sıfatlar
Hakk’ın aynıdır” DİYEBİLİRLER. Bu nedenle “hem aynıdır, hem gayrıdır” DERLER.
GERÇİ BU DA GÜZEL BİR SÖZDÜR; ANCAK MESELENİN ZORLUĞUNU
ORTADAN KALDIRMAK İÇİN ALLAH’IN ZATIYLA VAR OLDUĞUNU KABUL
ETMEK VE TÜM ÖZELLİK VE NİTELİKLERİNİN DE KENDİSİ OLDUĞUNU
KABUL EDİP DIŞTAKİ VARLIKLARI REDDETMEK GEREKİR. Çünkü Allah’ın
dışındaki varlıklarda bulunan özellik ve nitelikler, AKILLA ANLAŞILABİLEN İZAFİ
KAVRAMLARDAN İBARETTİR.
Rahmet; “Rahmetim her şeyi kaplamıştır.”-A’raf, 7/156 ayetiyle de belirtildiği gibi her
şeyi kuşatıp kapsayan bir rahmettir. Örneğin kul, “Rabbim bana rahmet et” dediğinde,
bu rahmetin içinde el-Müntakim/intikam alan ismi de vardır. Görüldüğü gibi geniş ve
kapsayıcı olan rahmetin İLAHİ İSİMLER SAYISINCA KOLLARI VARDIR VE HER
BİR İSME GÖRE ETKİSİ VE ORANI FARKLIDIR. BU NEDENLE RAHMET,
ALLAH’IN İSTEĞE ÖZEL İSİMLERİNDEN BİRİYLE İSTENİNCE DAHA ETKİLİ
OLUR. Örneğin hasta bir kulun; “Ya Şafi/ey şifa veren Allah’ım! Bana merhamet ve
rahmet et.” demesi gibi. Ancak şifa isteyen bir kul Allah’a genel olarak “Rabbim bana
rahmet et.” diye DUA ETSE BİLE, EŞ-ŞAFİ İSMİ ONA YETİŞİR. ÇÜNKÜ İLAHİ
İSİMLERDEN HER İSİM DİĞERLERİNİ DE KAPSAYIP KUŞATMIŞTIR.
İşte yukarıda anlatılanlar, rahmetin genel olmasının kanıtıdır; çünkü Allah’ın isimleri
sonsuzdur ve her isim O’NUN KENDİSİDİR. Ve böylece her ne kadar manaları ve
etkileri değişik olsa da, herhangi bir isimle dua eden, aslında Allah’ın kendisine dua
etmiş olur.
İlyas Kelimesindeki ALIŞKANLIK HİKMETİ
İlyas, Hz. Nuh’tan önce gelen İdris peygamberdir. Allah onu (madde bedeninden arındırdı
ve sırf nur/ışık/ruh/akıl haline getirerek) yüksek bir mekana kaldırdı. Burası gökyüzündeki
en parlak ışıklı ve gezegenlerin merkezi olan güneştir.
İnsanoğlu, Allah’ın indirdiği hükümlere hep kuşku ile yaklaşmıştır. Bu nedenledir ki kuşku/
şüphe, insanda akıldan daha baskın bir güce sahiptir. Akıl sahibi bir insanın aklı ne kadar
olgun olursa olsun, yine de algılamasında ve kararlarında KUŞKUNUN ETKİSİNDEN
KURTULAMAZ. Şu halde kuşku, insanın gelişmiş ve olgun zamanlarında bile ONU EMRİ
ALTINDA TUTAN EN BÜYÜK GÜÇTÜR.
Zaten dinlerin tamamında şüphe ve kuşkunun verdiği kararlar vardır. Dolayısıyla da, dinler
Hakk’ı belirip açığa çıktığı herhangi bir varlıktan ve onun özelliklerinden ayırmadılar. Ve
insanlar bunu, emir ve hükümler yoluyla öğrendiler. Öğrenebilmeleri için de Allah onlara,
yaratılmışlar da var olduğunu, onları ayakta tutanın Kendisi olduğu anlayışını ihsan etti.
Şu halde insanların en bilgili ve en olgun olanları, Allah’ın gönderdiği peygambere uydular;
onlar ne dedilerse, onlarda aynı dilden konuştular.
Bütün bunları anlattıktan sonra, BİZİ BU KONUDA ELEŞTİREN VE TAKLİT YOLUYLA
İMAN EDENLERİN GÖZLERİ ÜZERİNE PERDELERİ ÇEKER VE ONLARI
AYIPLARIYLA BAŞ BAŞA BIRAKIRIZ. Her ne kadar bu kimseler de Allah’ın tecelli
ettiği suretlerden birileri olsalar da bu insanların istidat ve yetenekleri farklı olduğu gibi,
Hakk’ın bu değerlere göre açığa çıkması da farklı olur. Bu nedenle indirilen emir ve
hükümler gereği, bize örtmek emredildi.
Bu konunun ruhu ve özü, özet olarak şudur; Vücut âleminde, biri “yaratan” diğeri
“yaratılan” olmak üzere, iki varlık düşünülmektedir. Bunlar birer kavramdır; ancak
varlık tektir, o da Hak’ın varlığıdır. “Allah” dediğimiz zaman bu kelimeden, karşılıklı
ve zıt iki anlam çıkartırız. Birisi aktif/iş yapan, diğeri pasif/işi kabul eden. YANİ BİRİ
YARATAN, DİĞERİ YARATILANDIR. Yaratılan ALLAH’IN DIŞ GÖRÜNÜŞÜ, Allah ise
YARATILANIN İÇİ/RUHU/ÖZÜDÜR. Ve her ikisi de “BÜTÜNLÜK” MERTEBESİNİN
İKİ DEĞERİDİR. Ancak her durumda AKTİF VE ETKEN OLAN ALLAH’TIR. Şayet sen
böyle bilgiye sahipsen, yine de bir olay gördüğünde, onun her birinin özelliğini KENDİ
ASILLARINA BAĞLA. (Yani kendinde ve tüm âlemdeki güç, kudret, güzellik, üstünlük…
gibi özellikleri Yaratana bağla. Buna karşın çirkinlikleri, acizliği, güçsüzlüğü, noksanlığı…
da sonradan yaratılmışlara bağla. Terbiye gereği bu böyledir.) ÇÜNKÜ HER ÖZELLİK
ASLININ BİR BÖLÜMÜDÜR. (Yukarıda belirtildiği gibi, yaratanla yaratılan, etki edenle
etkilenen birdir.) (Eğer “etki edenle etkilenen nasıl bir olur” diye sorarsan.) “Allah bir kulu
sevince onun gözü, kulağı, eli, ayağı” olduğunu bildiren kutsi hadisi hatırla. Bu, Hakk ile
alem arasında sevgi ile oluşan bir sonuçtur. (Yani sevgi ve sevgiyi kabul eden birdir.) Bu
hadis öyle etkili bir hadistir ki eğer İslam dinine bağlıysan, bunu asla inkar edemezsin. Akl-ı
selim/yanlış inançlardan arınmış sağduyu sahibi bir kimse, ya apaçık görüşe ve ilahi bir
bilgiye sahiptir, böylece bizim söylediklerimizin gerçeğini anlar; ya da tam teslim olmuş,
söylediklerimizi kalbiyle anlayan ve iman eden bir mü’mindir.
Eğer sen, gerçekten iman sahibi bir kulsan, şunu bil ki; ALLAH KIYAMET GÜNÜNDE
BİR SURETE BÜRÜNEREK BELİRİR. SONRA O SURETTEN BAŞKA BİR SURETE
BÜRÜNEREK TEKRAR GÖRÜNÜR. OYSAKİ BELİREN VE GÖRÜNEN, TEK
VARLIKTIR. Görünen suretler ayrı olduğu halde, her surette belirip görünen O’ndan
başkası değildir. Şu halde, tek hakikat BİR AYNA GİBİDİR. O AYNAYA BAKAN
HERKES, O AYNADA ALLAH HAKKINDAKİ İNANCININ HAYALİNE BAKAR
VE ONU DOĞRULAR. Ama o aynada kendi inancından başkasını görürse, onu inkâr
eder. Oysaki ayna tektir, aynada görünenler ise çoktur. Hatta aynada görünenler, BİR
BAKIMA VARDIR, BİR BAKIMA GÖRE DE YOKTUR. Yine ayna gösterdiği görüntüyü
kendi yapısına göre aksettirir. Ya da, ayna görüntüyü, AYNAYA BAKANIN YAPISINA
GÖRE AKSETTİRİR. Bunun ikisi de olur. YANİ BİRBİRLERİNİ ETKİLERLER.
Örneğin içbükey aynanın görüntüsüyle dışbükey aynanın görüntüsü farklı olur. İşte bu
AYNANIN SURETE ETKİSİDİR. Ve yine aynadaki görüntü; bakanın büyük, küçük,
uzun, kısa, zayıf, şişman olmasına göre yine değişir. Bu da SURETİN AYNAYA
ETKİSİDİR. AMA AYNA HEP AYNADIR. Şu halde ayna, BİR YÖNDEN ETKİ
YAPAN VE BİR YÖNDEN DE ETKİYİ KABUL EDENDİR ve yine aynı şekilde,
aynada görüntüsünü gören de aynaya karşı HEM ETKİ EDEN VE HEM DE ETKİYİ
KABUL EDENDİR.
Şimdi sen, yukarıda bahsedilen aynaların tümünü bir tarafa bırak. Tam ve dosdoğru
gösteren tek bir aynaya bak. Eğer böyle tek bir aynaya bakıyorsan, HAKK’IN
ZATINA BAKMIŞ OLURSUN. Çünkü Hakk, âlemlerden beri/arı/temizdir. Buna
karşın Hakk, İlahi isimleriyle ÇEŞİTLİ AYNALAR GİBİDİR. SEN HANGİ İSMİN
AYNASINA BAKARSAN, O İSMİN HAKİKATİYLE GÖRÜNÜRSÜN.
ANLAYABİLİYOR MUSUN? Öyleyse sen (nefsini öldürmekten) KORKMA!
Çünkü hadiste, “Allah, yılanı öldürmek pahasına bile olsa, CESARETİ SEVER” der.
Bu yılan senin nefsindir yani senin nefsini temsil eder. Sen, nefsimi öldürdüm demekle
onu öldüremezsin. Duygular onu yok etse bile, O YİNE DİRİDİR. Bunun gibi,
öldürülmek istenen bir şey SURET OLARAK ÖLDÜRÜLSE BİLE, ONUN ASLI
YOK EDİLEMEZ. Çünkü öldürdüğün şeyin sureti/bedeni TOPRAĞA KARIŞIP
YOK OLUR; ama ruhu/özü/hakikati ALLAH’A DÖNÜP SONSUZA KADAR DİRİ
KALIR. Sen hayal ve akıl gücünle onu öldürdüğünü zannedersin; ama Allah’ın ilminde
var olanı, (GÜÇ, KUVVET HATTA) AKIL VE HAYAL ASLA ORTADAN
KALDIRAMAZ. Şu halde sen, Allah’ın ilahi ilminde gerçekliği saptanmış bir varlığı
NASIL YOK EDEBİLİRSİN? (Öyleyse nefsini öldürmekten korkma.)
BÖYLE BİR DURUM VARLIKLARIN GÜVENCESİ VE DOKUNULMAZLIĞIDIR.
BUNDAN DAHA ETKİLİ VE GERÇEK BİR KURAM VAR MI?
Bu gerçek; “…Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı…”-Enfal, 8/17 ayetiyle anlatılır.
Oysaki göz, o kumları atanın Hz. Muhammed olduğunu görür. Hz. Muhammed’in bedeni
ise yalnızca bir surettir. Ancak o suret öyle bir surettir ki Allah, önce “atmadın” diyerek
O’NDAN ATMA GÜCÜNÜ KALDIRDI, sonra ayetin başında “attığın zaman” diyerek
ATMA EYLEMİNİ ONUN GERÇEKLEŞTİRDİĞİNİ KABUL ETTİ. Ve “ancak” edatıyla
da (Hz. Muhammed’in suretinin KENDİ SURETİ OLDUĞUNU ve dolayısıyla) Hz.
Muhammed’den atanın ANCAK KENDİSİ OLDUĞUNU SÖYLEDİ. BUNA İNANMAK
GEREKİR. Şu etkileyici ifadeye bak ki, Hakk kendisini HZ. MUHAMMED’İN SURETİNE
İNDİRDİ; (Böylece, her varlıkta ASIL İŞ YAPANIN KENDİSİ OLDUĞUNU kanıtladı.) Ve
böylece KENDİSİNİN KİM OLDUĞUNU AÇIKLADI. VE BUNU KENDİSİ SÖYLEDİ,
BİZ DEĞİL. O’nun söylediklerini ANLASAN DA ANLAMASAN DA FARK ETMEZ;
ama o sözlere KESİNLİKLE İNANMAK ZORUNLUDUR; çünkü O’nun söyledikleri
KUŞKUSUZ DOĞRUDUR.
Eğer sen, yukarıdaki sözlerin manasını kavrayabiliyorsan bu konuda BİLGİLİ BİR
ÂLİMSİN. Kavrayamıyor, ama inkâr da etmiyorsan, İNANMIŞ VE İMAN EDEN
BİR KULSUN. Ve yine yukarıdaki sözleri aklın almıyorsa bil ki akıl, FİKİR
YÜRÜTTÜĞÜNDE KUŞKUNUN ETKİSİ ALTINDADIR VE VARLIKLARIN
GERÇEK YÖNLERİNİ ANLAMAKTAN ACİZDİR. Çünkü akıl çoğunlukla,
“illet kendinden meydana gelen ma’lulün ma’lulü olmaz” der.
(İlleti sebep, ma’lulü de sebebi kabul eden sebepli olarak kabul edersek, yukarıdaki
cümle “Sebep, sebep olduğu sonucun sebebi ya da sebeplisi olmaz” şeklinde anlaşılır.)
Bu durumda akıl bir olaya bakıp fikir yürüttüğünde şöyle düşünür; Sebebe neden olan
kişi, ikinci kişiyle aynı değildir ki o şeyin sebeplisi olsun. Çünkü onun için kişiler AYRI
AYRIDIR. Bu da aklın AÇIK YANILGILARINDAN BİRİDİR. Oysaki bizim bildiğimiz
tecelli ilme göre “Sebep, sebep olduğu sonucun, sebebi olur.”
Lokman Kelimesindeki ARMAĞAN HİKMETİ
Hakk, rızık vermeyi isteyince,
Bütün varlıklar O’nun besini olur.
Bizi beslemeyi isterse Hakk,
Bizim için gıda olur.
O’nun isteği iradesidir,
Şu halde deyin ki O, önce iradeyi istedi,
Böylece irade, istediği şeydir.
Arttırmak da diler eksiltmek de,
Oysaki O’nun isteğinden başka istek yoktur.
İstek ve irade arasında fark vardır.
Bir yönüyle belirmeleri eşittir.
Bunu araştır.
Yüce Allah kitabında; “Biz Lokman’a hikmeti verdik.”-Lokman, 31/12 ve “Hikmet
verilen kimseye hiç şüphesiz büyük hayır bağışlandı”-Bakara, 2/269 diye buyurdu.
Öyleyse Hz. Lokman, büyük bir hayır sahibidir ve Allah da buna şahittir. Hikmet
zaman zaman sözle ve açıkça ifade edilir; ama çoğu zaman da açıkça söylenmez.
Açıkça ifade edilen hikmete bir örnek vermek gerekirse bu Hz. Lokman’ın oğluna
verdiği öğüttür.
(Hikmet: Burada kıymetli/önemli söz demektir ki “Bir şeyi yerli yerine koymak”
anlamını kapsar. Yani, yapılması gereken bir işi ve eylemi, eşyanın hakikatlerini,
özellik ve hükümlerini bilerek yapmaktır.)
Allah, Hz. Lokman’ın bu öğüdüne kitabında şöyle yer verir: “Ey oğulcuğum!
Yaptığın iş, (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar bile olsa ve bir kayanın
içerisinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde olsa, yine de Allah onu
ortaya çıkarır…”-Lokman, 31/16 Hz. Lokman, bu ayette hikmetin bir kısmını
açıklamış, ama bir kısmını da açıklamamıştır. Açıkladığı kısım; hardal tanesi
kadar bile olsa yapılan iş ve eylemlerin hesabının verileceğidir. Susup açıklamadığı
ise; bu kuralın kimi ya da kimleri kapsadığıdır. Çünkü Allah, ortaya çıkaracağı
iyilik veya kötülüğü “senin için veya bir başkası için ortaya çıkarır” demedi.
Aksine bu kuralı genelleştirdi. Yani bu kuralı HERKES İÇİN GEÇERLİ KILDI.
“O göklerde, yerde tek Allah’tır”-En’am, 6/3 ayetini hikmetle düşünen bir kimse
için bu konuyu kavrayabilmek kolaydır. Şu halde Hz. Lokman’ın bir kısmını
açıkladığı ve bir kısmını da açıklamadığı hikmet; Hakk’ın evrende bazı şeylerin/
varlıkların/nesnelerin kendisi olduğu değil, ŞÜPHESİZ EVRENDE BİLİNEN
HER ŞEYİN, AMA HER ŞEYİN KENDİSİ OLDUĞU GERÇEĞİDİR. Çünkü
Allah, Zat/Ehadiyyet/teklik mertebesinde apaçık var olduğu halde, O’nun dışında
hiçbir şey mevcut değildir. Her şey O’nda gizlenmiştir. Bu durumda, tüm âlemin
varlığı GİZLİ, ama Kendisi APAÇIK ORTADADIR. Buna karşın, apaçık var olan
Allah, bu mertebede, insanlar için GİZLİNİN DE GİZLİSİDİR.
Bundan sonra, Hz. Lokman, bilgi ve beceride daha ileri giderek O’nu yeteri derecede
yüceltmek ve daha iyi anlatabilmek için “…Allah Latiftir.”-Lokman, 31/16 dedi.
(Latif: Zarif, seyrek, ince yoğunsuz demektir. Karşıtı, kesif, kaba, yoğun. Yazarın
anlayışına göre Latif; Hakk’ın bir özelliğidir ki Hakk, bu özelliği ile VARLIK
ÂLEMİNE KOLAYCA GİRİP NÜFUZ EDER VE İSTİLA EDER. Havanın her
yere sızıp istila etmesi ya da boyanın karıştırıldığı suyun her zerresine nüfuz etmesi
gibi.)
İşte Allah’ın her şeyde, O ŞEYİN AYNI OLMASI, O’nun bu “Latif” isminden
dolayıdır. Bizler, yalnızca isim ve alışkanlık olarak “Şu yerdir, şu göktür, hayvandır,
ağaçtır, şu yiyecektir… vesaire” deriz. Oysaki VAR OLAN HER ŞEY, AMA HER
ŞEY, “AYNI VARLIĞIN DEĞİŞİK GÖRÜNÜMLERİDİR.” ÇÜNKÜ VARLIK
TEKTİR. Varlıklara bu yönden bakarsanız; onları şekil, suret olarak tarif etmenize
gerek kalmaz; “cevherin aynısıdır” demeniz yeterlidir. Biz, bu nedenle “Cevher,
HAKK’TAN BAŞKASI DEĞİLDİR” dedik. İşte Allah’ın latif olmasının sırrı budur.
Ama BİLİM ADAMLARINDAN BAZISI, “cevher” olarak isimlendirilen şeyin
Hakk’ın kendisi olmasına karşın, “Cevher Hakk’ın aynıdır” DİYEMEDİLER.
Daha sonra Hz. Lokman, Hakk’ın her şeyden haberli, bilinçli ve ilim sahibi
olduğunu bildirmek için, “O, Habir’dir/haberli, bilinçlidir.”-Lokman, 31/16 diye
övdü. Bu sözüyle sanki, Allah’ın bir şeyi bilmesi için birilerinden haber alması
gerekli olduğu düşüncesi anlaşılabilir. Aynı durum, “Biz sizi deneriz, ta ki içinizden
mücahit ve sabırlı olanları bilelim”-Muhammed, 47/31 ayetiyle de bildirilmiştir. Yüce
Allah, bu ayette her şeyi bilmesine karşın kendisini, birilerinden faydalanıyormuş gibi
gösterdi. Oysaki Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur.
Söz konusu olan bu anlayış/ilim, zevki ilimdir. Zevki ilim MUTLAK İLİM GİBİ
DEĞİLDİR. Mutlak ilim çalışmakla elde edilir ama zevki ilim, HEM ÇALIŞMAKLA,
HEM DE RUHANİ, MİSTİK GÜÇLERLE ELDE EDİLİR. Açıktır ki Allah, her şeyi
mutlak ilimle bildiği gibi zevki ilimle de bilir.
Hz. Lokman, oğluna yukarıdaki şekilde öğüt verirken, Allah’ı “Latif” ve “Habir”
isimleriyle adlandırması, Hz. Lokman’ın Allah bilgisindeki üstünlüğünü gösterir.
Ama eğer, “Allah, Latif ve Habir’dir” demek yerine, “olmak” yüklemini kullanarak;
“Allah, Latif ve Habir oldu/Habir idi” (Yani Allah, ezelde Latif ve Habir olduğu
gibi, şimdi de öyledir.) diyecek olsaydı, Allah bilgisindeki üstünlüğü çok daha
kusursuz ve çok daha tam olurdu. Yüce Allah bize Hz. Lokman’ın sözlerini olduğu
gibi aktardı. Her ne kadar Hz. Lokman’ın sözleri Allah’ın sözleri ise de, gerçekte
Lokman’dan söyleyen Allah’tır. Dileseydi, cümleyi tamamlar ve “Elbette ki Allah,
Latif ve Habir idi” derdi.
Hz. Lokman’ın, “…Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile…”-Lokman, 31/16 sözüne
gelince: Burada sözü edilen habbe (bir ölçü birimidir ve) tahıl tanesi olarak kabul
edilirse gıda maddesidir. Bu da Allah’ın, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu
görecektir ve kim zerre kadar kötülük yapmışsa onu görecektir”-Zilzal, 99/7-8
sözünde bahsedilen “miskal/zerre” ile aynıdır. (Her ikisi de “en küçük parça” ATOM/
KUARK olarak ifade edilir.) Eğer besinler arasında bunlardan daha küçüğü olsaydı,
mutlaka ki Allah bundan bahsederdi. Nitekim “…Allah bir sivrisinek ve onun ötesinde
bir varlığı ÖRNEK VERMEKTEN ÇEKİNMEZ…”-Bakara, 2/26 demekle, “ötesinde”
kelimesiyle sivrisinekten daha küçüğünü haber verdi. Bütün bunlar Allah’ın ifadeleridir.
Zerre, burada bir ölçü birimidir. Ancak biz, kâinatta çok daha küçük varlıklar olduğu
halde Allah’ın ancak zerreden bahsetmeyi yeterli gördüğünü biliriz. Çünkü Allah, her
şeyi en doğru şekilde bilir.
Bin ortaklı bir şirket düşünün. Ortaklardan hiçbiri, kendi başına şirkete sahip değildir.
Ancak her bir ortak, hissesi kadar şirketten pay alır. Bir liralık hissesi olanla on liralık
hissesi olanın payı aynı değildir. Ama her pay sahibi, aynı zamanda diğer paylara da
sahiptir. Çünkü şirket BİR BÜTÜN OLARAK KAR EDER. GERÇEKTE ORTAK
YOKTUR. YANİ BÖLÜNÜP PARÇALANMIŞ BİR ŞİRKET YOKTUR. (Bu örnek
bize şunu anımsatır; Yüce Allah her ne kadar isimleri ve sıfatlarıyla SAYISIZ
VARLIKLARDA AÇIĞA ÇIKIP BELİRSE DE, ZATI/ASLI HİÇBİR ŞEKİLDE
ASLA BÖLÜNMEZ PARÇALARA AYRILMAZ.)
Öyleyse, “İSTER ‘ALLAH’ DEYİN, İSTER ‘RAHMAN’ DEYİN…”-İsra, 17/110
hiçbir şey fark etmez. MESELENİN RUHU BUDUR.
Harun Kelimesindeki ÖNDERLİK HİKMETİ
Bilmelisiniz ki Harun peygamber, “Biz ona rahmetimizden, kardeşi Harun’u peygamber
olarak bağışladık”-Meryem, 19/53 ayetinde belirtildiği gibi, Musa peygamber için en üst
düzeyde bir rahmettir. Harun, yaşça Musa’dan büyük, Musa’da peygamberlik yönüyle
ondan yüksektir.
Hiçbir suret sonsuza kadar kalmaz. Hz. Musa, buzağı heykelini yakmasaydı, o da zamanla
yok olup gidecekti. Oysaki Hz. Musa acele etti; onu yakarak küllerini göğe savurdu ve
Samiri’ye “Yaptığın ilahına bak!” dedi. Hz. Musa, her varlığın Allah’ın bir tecellisi
olduğunu bildiğinden, halkını bilgilendirmek için ona özellikle ilah dedi. Sonra da “…Biz
onu elbette yakarız”-Taha, 20/97 diyerek Allah’ın, hayvanları insanların emrine verdiğini
bildirmiştir. Zaten hayvan şeklinde yapılmış olan buzağı, hayvan değil, cansız bir heykeldir.
Ve onun hayvan gibi bir iradesi de yoktur. Bu nedenle cansız olanlar, hiçbir zorluk
çıkarmadan insanların emrine uyarlar. Hayvan ise canlı olduğundan bir amacı, iradesi
vardır.
Bazen gücünü kullanarak sahibine direnir. Bazen de gücü yetmez ya da isteği, iradesi
sahibinin istek ve arzusuna uyduğundan boyun eğerek itaat eder.
İnsan da böyledir. Onun da derecesi diğerinin derecesiyle aynı değildir. O da kendisinden
üstün olan kimseye boyun eğer. Bu boyun eğmenin nedeni para/ücret, mal gibi bir menfaat
karşılığı olabilir. Bu nedenle emir vermek ve emir almak, derecelerin farklılığından
kaynaklanır. Bundan dolayıdır ki Allah, birbirimize hizmet edelim diye, “…Kiminizi
kiminizden derece derece üstün kıldı…”-En’am, 6/165
İnsan bir başkasına, insaniyeti yönünden değil, ANCAK HAYVANİYETİ YÖNÜNDEN
BOYUN EĞER. ÇÜNKÜ BİRİ DİĞERİNDEN (MAL, PARA, MEVKİ… OLARAK)
DAHA ÜSTÜNDÜR. Mal, mevki nedeniyle mertebesi yüksek olan bir kişi, bu özelliği
ile diğerini emri ve etkisi altına alır. DİĞERİ İSE İHTİYACINDAN, KORKUSUNDAN
YA DA HIRSINDAN DOLAYI HAYVANİYETİ YÖNÜNDEN ONUN EMRİ ALTINA
GİRER. ANCAK HAYVANLAR BİRBİRLERİNE EŞİTTİR. BU EŞİTLİĞİ BOZACAK
NE PARALARI, NE DE MALLARI VARDIR. BU NEDENLE, BİRBİRLERİNE İTAAT
ETMEZ VE BİRİ DİĞERİNİN EMRİ ALTINA GİRMEZLER.
Hz. Harun’un, Hz. Musa gibi buzağıyı ortadan kaldırmaması ve onlara sözünü
dinletememesi, Allah’ın her surette tecelli ettiğini;
BU NEDENLE KİME YA DA NEYE İBADET EDİLİRSE EDİLSİN, ASLINDA ALLAH’A
İBADET EDİLMİŞ OLACAĞININ BİLGİSİNİ VERMEK İÇİNDİ.
Sözü edilen suret yakılıp ortadan kaldırılsa bile, ilahlık vasfı ona tapanların anlayışlarından
kalkmaz. İşte yukarıda da ifade edildiği gibi, Yüce Allah’ın tüm varlıklarda tecellisinden
yola çıkarsak, ALEMLERDE TAPILMAYACAK HİÇBİR SURET YA DA NESNE
KALMAZ. Ancak böyle bir tapınmada, kulun Allah hakkındaki bilgisi kusursuz ve
makam ve derecesi yeterliyse sorun yoktur. (Ama böyle bir bilgi ve makama sahip
olmadan yapılan tapınmalar, Allah’a ortak koşmaktan başka bir şey değildir.)
İşte bu nedenle Allah, Kendisini “Rafi’ud-derece/derecesini yükselten” değil de,
“Rafi’ud-derecat/DERECELERİ YÜKSELTEN”-Mü’min, 40/15 diye tanıttı.
Böylece, insan denilen tek varlık dereceleri ile çoğalmış oldu. Bu derecelerden
her birisi ilahi tecelliyi aksettiren bir alan olduğu için Allah, ÇOK AYRI VE
ÇOK ÇEŞİTLİ DERECELERDE KENDİSİNE İBADET EDİLMESİNİ İSTEDİ.
(Yoksa hiç kimse Allah’tan başka bir varlığa ya da nesneye tapınmazdı.) Kendisine
ibadet olunan en büyük tecelli alanı ise heva yani TUTKU ŞEKLİNDEKİ SEVGİ/
AŞKTIR. Bu nedenle Allah; “Heva ve hevesini kendisine Tanrı edineni gördün mü?”Casiye, 45/23 diyerek dikkatimizi çekti. Şu halde heva, İlahların en büyüğüdür.
Çünkü herhangi bir şeye ancak onun vasıtasıyla tapılır/kulluk edilir. Ben heva
üzerine şunları söylerim:
Muhakkak ki heva,
Aşk ve muhabbetin sebebidir.
Eğer kalpte aşk bulunmasaydı,
Kimse hevasını tanrı edinmezdi.
Allah’ın yarattıkları hakkındaki üstün bilgisini görmüyor musun? Ne kadar kusursuz
ve yetkindir. Hevasını tanrı edinip O’na ibadet eden kişinin durumunu nasıl belirtti.
Sonra, “Allah’ın onu bir bilgiyle dalalete düşürdüğünü…”-Casiye, 45/23 diye buyurdu.
Buradaki “delalet” hayret demektir ve ALLAH BİLGİSİNİN EN ÜSTÜN OLANI DA
BUDUR. Bundandır ki kul, kendi hevasına/istek ve tutkularına ibadet ettiği sürece
BİZZAT KENDİSİNE KULLUK ETMİŞ OLUR. Allah da bunu çok iyi bilir. Ayrıca
Allah’a ibadet etmek de YİNE BU HEVADAN KAYNAKLANIR. Eğer kul kendi
iradesiyle gerçekleşen aşk ve tutkusunu, O İLAHİ YÖNE YÖNLENDİRMESEYDİ,
ALLAH’A KULLUK ETMEZ; O’NU DİĞER VARLIKLARDAN ÜSTÜN
TUTMAZDI. Şu halde, yaratılmışlardan herhangi birine kulluk edip onu tanrılaştıran
kimse, onu sadece sevgisinden, sevdiği için ilah edinmiştir. Öyleyse kulluk eden kimse,
sürekli olarak kendi istek ve tutkularının baskısı ve hükmü altındadır. İlahlar çoğalınca,
bir ilaha ibadet edenler, KENDİ İLAHINDAN BAŞKASINA TAPANLARI KAFİRLİKLE
SUÇLADI. BU KONUDA AZICIK BİLGİ SAHİBİ OLANLAR İSE, BU TAPINMA
AŞKININ TEK VARLIKTAN KAYNAKLANDIĞINI ANLAYIP HAYRETE DÜŞTÜLER.
ÇÜNKÜ AŞK, BÜTÜN İBADETLERİN BİRİCİK KAYNAĞIDIR.
Bu nedenle Allah, O KİMSEYİ HAYRETE DÜŞÜREREK SAPTIRIR. Yani, tapınıp
ibadet eden her kulun, kendi hevasına ibadet ettiğini ve Allah’ın emirlerine ister uysun
ister uymasın; onu ibadete sevk eden şeyin kendi hevası olduğunu bilmesi, o kişiyi bu
konuda hayret ve delalete düşürür. Ancak Allah bilgisine sahip olanlar, kendisine tapılan
her ilahı, ALLAH’IN BİR TECELLİ YERİ OLARAK GÖRÜRLER.
İlahların hepsini taş, ağaç, hayvan, insan yahut ateş, yıldız gibi isimlendirmeleri dışında,
onlara “ilah” unvanını da verdiler. Bu çeşit isimler varlıkları belirtmek için kullanılır; ama
ilahlık öyle bir mertebedir ki tapınan kimse tapındığı ilahı gerçek ma’bud mertebesinde
olduğu hayaline kapılır. Oysaki Tanrı bilgisine sahip has bir kulun gözünde, o mertebe
ALLAH’IN AÇIĞA ÇIKIP GÖRÜNDÜĞÜ BİR MAHALDİR. MAHAL NERESİ OLURSA
OLSUN, O ANCAK VE YALNIZCA ALLAH’A TAPAR.
O devrin bilgili insanlarından bir kısmı, “ÇOKBİLMİŞ” EDASIYLA “Biz onlara ancak
bizi Hakk’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz”-Zümer, 39/3 dediler ve o putlara ilah adını
verdiler. Hatta şöyle dediler: “Muhammed bu ilahları tek bir ilah mı yaptı? Doğrusu bu,
şaşırtıcı bir şeydir.”-Sad, 38/5
Gerçi onlar, Allah’ı inkâr etmediler; ama onların Allah bilgileri sınırlı olduğundan,
suretlerin çokluğu ve ilahlığın bu suretler üzerindeki etkisinin ne düzeyde olduğunu
bilmediklerinden, şaşkınlığa düştüler. Hz. Resul geldiğinde, onların taşlardan yapılmış
olduklarını bildikleri halde, “Biz onlara ancak bizi Hakk’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz”Zümer, 39/3 demelerine karşın, yine de onları bilinen ama görünmeyen tek bir ilaha
davet etti. Putlara tapanlar, putlarına birer isim verdiklerinden, Allah da (Onlara Allah
demeyin.) “…Onları İSİMLERİYLE ANIN!...”-Ra’d, 13/33 dedi. Bu söz, putların gerçek
ilah olmadıklarının bir kanıtıdır. Tanrı bilgisine sahip arifler ise, puta tapanların dolaylı
olarak Allah’a taptıklarını bildikleri halde, tapınılan bütün putları GÖRÜNÜŞTE İNKÂR
EDERLER. Çünkü Allah hakkındaki bilgileri ne kadar tam olursa olsun, onlar, ZAMANIN
PEYGAMBERİNE UYMAK ZORUNDADIRLAR VE ONLARA MÜ’MİN ADI VERİLİR.
Şu halde onlar, “ZAMANIN KULLARIDIRLAR.”
Varlıklarda tecelli ederek açığa çıkan Hakk’ı GÖRÜP BİLMEYEN; AYRICA İNKÂR
EDEN KUL İSE, HAKK’TAN HABERİ OLMAYAN CAHİL KİMSEDİR. Allah
bilgisine sahip arif bir kişi, Allah’ın varlıklardaki tecellilerini hem bilir, hem de görür.
Ama Allah’ı bilmeyen İNKÂRCININ, BÖYLE BİR TECELLİDEN HABERİ YOKTUR.
Bu nedenle resuller, nebiler ve onların varislerinden olan tam bilgili arifler, bilgisiz ve
tüm cahil kimselerden bu gerçeği örtüp saklarlar ve putlara tapınmaktan ONLARI MEN
EDERLER. ÇÜNKÜ ZAMANIN PEYGAMBERİ BÖYLE YAPMIŞ VE BÖYLE
İSTEMİŞTİR. İşte bu nedenle onlar, zamanın peygamberine, Allah’ın; “Ey resulüm!
De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız, BANA UYUN Kİ ALLAH DA SİZİ SEVSİN…”-Al-i
İmran, 3/31 sözü gereği uyarak gerçekleri örtüp gizlemişlerdir.
Kuşkusuz, YOLUN SONU ALLAH’A VARIR.
Musa Kelimesindeki YÜCELİK HİKMETİ
Firavun’un Hz. Musa yüzünden doğacak bütün erkek çocukları öldürmesinin gerçek
nedeni, HZ. MUSA’YI GÜÇLENDİRMEK İÇİNDİR. (Öldürülen her çocuğun ruhu,
Hz. Musa’nın ruhu ile birleşti ve onu çok güçlü bir insan haline getirdi.) Çünkü her
öldürülen çocuk, MUSA’DIR DİYE ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR. Haliyle, öldürülen her
çocuğun hayatı Musa’ya ait olduğundan, onların ruhlarında bulunan HER TÜRLÜ
YETENEK DE MUSA’DA TOPLANDI. Başka bir deyişle Musa, ÖLDÜRÜLEN
ÇOCUKLARIN TOPLAMIDIR. Çocukların hayatı ise nefsanî arzularla kirlenmemiş
tertemiz bir hayattır. Bu, yalnızca Hz. Musa’ya VERİLMİŞ BİR LÜTUF VE
AYRICALIKTIR. BİLMELİSİNİZ Kİ, ALLAH’IN İLAHİ BİLGİSİNDE BİR
YANLIŞLIK YOKTUR.
Hz. Musa’nın hikmetleri çoktur. Ancak, Allah izin verirse, bunların içinden O’NUNLA
MANA ÂLEMİNDE KONUŞTUĞUM KISIMLARIN İLK BÖLÜMÜNÜ YAZACAĞIM.
Hz. Musa, öldürülen çocukların bütün aktif güçlerini kendisinde toplamış olarak doğdu.
Bilirsiniz ki çocuklar ilk zamanlarında, BÜYÜKLERİ ETKİLERİ ALTINA ALIRLAR.
Çocuğun kendine özgü hareketleriyle büyükleri nasıl meşgul ettiklerini hep görürüz.
Büyük, çocuğun düzeyine inerek onunla oyun oynar ve onunla çocuk gibi konuşur. Ve
aklı çocuğun aklı düzeyine inerek, farkında olmadan çocuğun emri ve etkisi altına girer.
Çocuk büyüyünce, bu defa onun terbiyesi ve eğitimi ile uğraşır. Onunla oynar onunla ders
çalışır. Bütün bunlar küçüğün büyüğe olan etkisinden, ÇOCUKLUK GÜCÜNDEN
KAYNAKLANIR. Çünkü çocuğun Rabbi ile tanışıklığı yenidir ve O’NA DAHA
YAKINDIR. Oysaki büyük, RABBİNDEN DAHA UZAKTIR. Böyle olunca Rabbine
daha yakın olan, DAHA UZAK OLANI ETKİSİ ALTINA ALIR. Tıpkı, hükümdara
yakın olan kimselerin DİĞERLERİNİ ETKİ ALTINA ALMASI GİBİ.
Allah’ın Resulü de, yağmur yağdığında başı açık olarak altında dururdu. Soranlara
“Yağmurun ALLAH İLE İLGİSİ YENİDİR” derdi. Öyleyse sen, Hz. Resulün,
Allah’a olan yakınlığına, onu ne derece üstün, bilgili ve yüce bir varlık olarak
yarattığına bir bak! BAK Kİ YAĞMUR, varlıkların en üstünü olan peygamberi
NASIL ETKİSİ ALTINA ALDI. Yağmur, SUYA ARACILIK ETMİŞTİR. Ve
sanki o, peygambere VAHİY GETİREN BİR ELÇİYDİ. Peygamberi HAL DİLİYLE
ÇAĞIRDI ve Hz. Resul de, ONUN ZENGİNLİĞİNDEN FAYDALANMAK İÇİN
BAŞI AÇIK ALTINDA DURDU. SU İSE ÇOK ÖNEMLİ BİR ELEMENTTİR.
Çünkü Allah, “Canlı olan her şeyi sudan yarattık.”-Enbiya, 21/30 demiştir. GERÇEĞİ
İYİCE DÜŞÜN.
Hz. Musa’nın sandığa konup suya bırakılmasının hikmetine gelince: Sandık, onun
madde bedeninin simgesidir; su ise, o beden ve onun organları aracılığıyla verilmiş
AKIL, İRADE, GÜÇ, KUDRET GİBİ MANEVİ DUYGULARIN (YA DA RUH)
SİMGESİDİR. Nefis (veya ruh) bir bedeni yönetirken, bedenin bütün yeteneklerini
kullanmaya başlar. Başka bir ifade ile, işte bu sandık yani beden, su/yetenekler
sayesinde yüzer/iş ve eylemler yapar.
Şu halde Hz. Musa, bütün bu yetenekleri geliştirmek ve yeni yetenekler elde edebilmek
için sandığa konulup nehre bırakıldı. Ve Yüce Allah, şunu demek istedi: “Her ne kadar
bedeni ruh yönetse de, yine de ruh bedeni, ANCAK BEDENİN YETENEKLERİNİ
KULLANARAK YÖNETİR.” Nasıl ki ruh, bedeni, bedenin özellik ve yetenekleriyle
yönetiyorsa, işte böyle SANDIĞI DA SU YÖNETTİ.
ALLAH’IN ÂLEMLERİ YÖNETMESİ DE BÖYLEDİR. ALLAH ÂLEMİ ÂLEM İLE
VEYA ÂLEMİ; ÂLEMDEKİ VARLIKLARLA YÖNETİR. (Örnek vermek gerekirse:)
Bir bebeğin dünyaya gelebilmesi için anne ve babanın varlığı şarttır. Yani BİR SEBEP
VE VASITA GEREKLİDİR. Bunun gibi tüm evren de, şarta bağlı olanlar KENDİ
ŞARTLARINA, sebebe bağlı olanlar KENDİ SEBEPLERİNE, nedenler NEDENLERİNE,
kanıtlanmış şeyler KANITLARA ve gerçekler ise YİNE KENDİ GERÇEKLERİNE
GÖRE OLUŞURLAR. Âlemdeki tüm işler, olaylar BU KURALA GÖRE OLUR VE
HAKK’IN YÖNETİM TARZI DA BU ŞEKİLDEDİR.
İşte âlemin canı olan Hakk, ÂLEMİ; YİNE ÂLEMİN KENDİSİYLE KORUR,
KULLANIR, ÖNLEMİNİ ALIR, İDARE EDER VE YÖNETİR.
“Âlemi, âlemin kendisiyle yönetir” ifadesine gelince; bu cümlede “âlemin kendisiyle”
diye işaret ettiğimiz, ALEMDEKİ TÜM VARLIKLAR, NESNELER VE EŞYALARDIR.
Bütün bu suretler ise, HAKK’IN KENDİSİNE AİT OLAN İLAHİ İSİMLERİ VE
SIFATLARIDIR. Öyle ki hiçbir suret ve o suretten açığa çıkanlar Allah’ın isim ve
sıfatlarının DIŞINDA KALMAZ, yani her suret, BİR İSİM YA DA SIFATLA CAN
BULMUŞTUR. (Bu durumda “âlemi; yine Kendisiyle yönetir” diyebiliriz.)
Nitekim Hz. Peygamberimiz, Âdem’in yaratılışı hakkında “Allah, Âdem’i KENDİ
SURETİNDE YARATTI.” demiştir. (Yani Allah, kendisinin zat, sıfat ve isimlerinden
oluşan ilahi nitelik ve özelliklerini Adem peygambere BİR PROGRAM OLARAK
YÜKLEMİŞTİR.)
ÇÜNKÜ ZATEN ÂDEM’İN SURETİ, İLAHİ VARLIĞIN SURETİDİR. BUNUN
AKSİNİ DÜŞÜNEMEZSİNİZ.
Böylece Yüce Allah’ın yarattığı BU İLAHİ VE DEĞERLİ İNSAN, KAMİL/OLGUN/
EKSİKSİZ OLARAK YARATTIĞI İNSANIDIR. Ona, bütün ilahi isimlerle birlikte
KENDİ DIŞINDAKİ ÂLEMİN HAKİKATLERİNİ DE YÜKLEDİ. Böylece o insan,
ÂLEMLERİN RUHU/CANI OLDU. Âlemlerdeki her şey nasıl ki Hakk’ı tespih ediyorsa,
GERÇEĞİ TAM AKSETTİRMESİ NEDENİYLE ÂLEMLERDEKİ HER ŞEY DE
ONUN EMRİNE VERİLMİŞTİR. “Gökte olanları ve yerde olanları VE ONLARIN
İÇERİSİNDEKİLERİ SİZİN EMRİNİZE VERDİK.”-Casiye, 45/13
İnsanın bu yüceliği, ALLAH’TAN DOLAYIDIR. Bunun için âlemlerdeki her şey
İNSANA BOYUN EĞMİŞTİR. Bu hakikatleri bilen İNSAN-I KAMİL DENİLEN
BİLGİNDİR. Bilmeyen ise, İNSAN-I HAYVAN DENİLEN CAHİLDİR.
Musa’nın sandık içinde nehre atılması, GÖRÜNÜŞTE ONUN İÇİN BİR ÖLÜMDÜ.
Ama işin iç yüzüne bakarsanız, ÖLÜMDEN KURTULUŞUYDU. İnsanların, bilgisizlik
ölümünden İLİMLE DİRİLDİĞİ GİBİ, Musa da SU SAYESİNDE HAYAT BULDU.
Yüce Allah’ın dediği gibi, “O kimse ki ölü idi…” YANİ CEHALETLE ÖLMÜŞTÜ.
“Biz onu (ilimle) DİRİLTTİK. Ve ona, BİR NUR BAĞIŞLADIK Kİ, ONUNLA
İNSANLAR ARASINDA YÜRÜR…” Bu nur ise, İLİM/BİLGİ IŞIĞIDIR. Şöyle devam
etti: “ O kimse, KARANLIKLAR İÇERİSİNDE OLAN KİMSE GİBİ MİDİR?...”
Buradaki “karanlık”, BİLGİSİZLİK; cehalet ise, ŞAŞKINLIKTIR. “Ve o, ONUN
DIŞINA ÇIKAMAZ.”-En’am, 6/122 yani, SONSUZA DEK DOĞRU YOLU
BULAMAZ. Çünkü gerçekte ilahi ilmin ve bununla ilgili emirlerin BİR SONU
YOKTUR Kİ, KUL ORADA DURABİLSİN. (Bu kul, ister arif olsun ister cahil.
BİLGİNİN DE SONU YOKTUR, CAHİLLİĞİN DE. Arif, Allah bilgisinde HAYRETE
DÜŞER; cahil ise, CEHALETİYLE HAYRETE DÜŞER.) Şu halde hidayet yani doğru
yol, ALİMİN DE CAHİLİN DE HAYRET YOLUNA GİRMESİDİR.
Hayret yoluna giren KİŞİ, ulaşılabilecek neticenin HAYRET, hayretin SIKINTI VE
HAREKET, sıkıntı ve hareketin ise HAYAT OLDUĞUNU ANLAR. Anlaşılan
alemlerde cansızlık/hareketsizlik yani ASLA DURAĞANLIK YOKTUR. Eğer
cansızlık yoksa, ÖLÜM DE YOKTUR. DOLAYISIYLA YOK OLMAK DA
KESİNLİKLE SÖZ KONUSU DEĞİLDİR.
Yeryüzünü canlandırıp harekete geçiren SU DA BÖYLEDİR. Onda da CANSIZLIK/
HAREKETSİZLİ YOKTUR. Allah bu olguyu, “…Sen yeryüzünü de KUPKURU VE
ÖLÜ HALDE GÖRÜRSÜN; fakat Biz, üzerine YAĞMUR İNDİRDİĞİMİZDE O,
HAREKETE GEÇER, KABARIR (HAMİLE KALIR) VE HER ÇEŞİTTEN İÇ AÇICI
BİTKİLER VERİR (DOĞURUR).”-Hac, 22/5 ayetiyle bildirir.
“Doğurur” demesindeki maksat, HER ŞEYİN KENDİ BENZERİNİ MEYDANA
GETİRMESİDİR. Şu halde topraktan çıkan her şey, YİNE TOPRAKTIR.
Hakk’ın varlığı da böyledir. O’nun da tek olan varlığı, isimleri ve sıfatlarıyla üreyip
çoğalmaktadır. Böylece Allah, birken iki, iki iken daha çok olarak belirir. (Bir demir
cevheri ve ondan, işlenip binlerce çeşit alet yapıldığını düşününüz. Bütün aletlerde
zat/cevher biridir; ama aletler çeşit çeşittir.) İşte böylece bütün âlem ve onların
yaratıcısı, birleşerek ÇOKLUĞUN BİRLİĞİNİ OLUŞTURURLAR. Ama bu çokluk,
asla O’nun gerçek varlığına ve tekliğine bir zarar getirmez. Çünkü Allah, zatı yönüyle
tek ve eşsiz bir varlıktır.
Şimdi siz, Allah’ın dilediği kuluna öğrettiği bu özel bilgiye bakınız ki ne kadar hoş
ve anlamlıdır. Firavun’un adamları Hz. Musa’yı bir sandık/sepet içinde bir ağaca
takılı olarak buldular. Firavun onu öldürmek istedi. Ama eşi kocasına rica etti ve
dedi ki; “…O, benim ve senin için göz aydınlığıdır…”-Kasas, 28/9 Böylece onu
ölümden kurtardı. Firavun ona “Musa” ismini verdi. Kıbti dilinde Mu; su, Sa ise;
ağaç anlamının karşılığıdır. (Kıbti; o zamanlar Firavun halkına verilen addır.)
O kadın (Firavun’un eşi) Tanrı diliyle konuştu; çünkü Allah, onu temiz ve olgun
yaratmıştı. Nitekim Hz. Muhammed, Firavun’un eşi Asiye’yi ve Hz. İsa’nın
annesi Meryem’i bu üstün özelliklerinden dolayı övmüştür.
Firavun’un eşi Asiye’nin, Hz. Musa hakkında söylediği göz aydınlığı, her ikisi
için de gerçekleşti. Asiye, Musa’yı görmekle gözü aydınlandı. Firavun’un ise
boğulurken, Allah’ın kendisine verdiği iman sayesinde gözü aydınlandı. Böylece
Allah, Firavun’un canını temiz ve arınmış bir şekilde aldı. Çünkü o, son nefesinde
iman etti ve hiçbir günah işlemeden öldü. İman edip İslam’a girenin, DAHA
EVVEL İŞLEDİKLERİ GÜNAHLARI SİLİNİR. Bu kuralı Allah, DİLEDİĞİ
KİMSE İÇİN BİR MUCİZE OLARAK KULLANIR. Yeter ki Kendisinden ümit
kesilip umutsuzluğa düşülmesin. “…Kâfirler topluluğundan başkası ALLAH’TAN
ÜMİT KESMEZ.”-Yunus, 12/87
Şu halde, her peygamberin getirdiği ilim halkının asıl, öz gıdasıdır. Nitekim ağacın
dalları ve yaprakları da ANCAK KENDİ KÖKÜNDEN BESLENİR.
Firavun’un askerleri, Hz. Musa’yı aradıklarında Mısır’dan kaçmıştı. Görünüşte
korkmuştu; ama gerçekte özgürlük istiyordu. Çünkü hareketin kaynağı sevgidir.
Fakat bunu insanlar çeşitli nedenlerle göremezler. Aslında hareket; âlemin,
YOKLUKTAN VARLIĞA GEÇİŞİDİR. Ya da durağanlıktan hareketliliğe geçişidir.
İşte âlemin yaratılmasını sağlayan bu hareket, YALNIZCA SEVGİ VE
MUHABBETİN BİR ESERİDİR.
Yüce Tanrı, her şeyi sevgi üzerine kurmuştur. Bu duruma Hz. Peygamber, Allah’ın;
“BEN GİZLİ BİR HAZİNEYDİM, BİLİNMEK İSTEDİM” sözleriyle dikkati çeker.
Yani BİLİNMEYENE SEVGİ DUYMUŞTUR. Bu sevgi ve muhabbet olmasaydı,
alemler asla açığa çıkmazdı. Şu halde, âlemin yokluktan varlığa doğru hareketi,
Yaratıcının istek ve sevgisinden kaynaklanan bir harekettir.
Âlem yoklukta, sakin ve hareketsiz halini gördüğü gibi varoluşundaki hareketliliği de
görmeyi ister. Bu hareketliliğin Yüce Tanrı’dan kendisine yayılan bir sevgi hareketi
olduğunu bilir. Bu anlayış bile sevginin bir eseridir.
Yüce Allah, “âlemlere hiç ihtiyacı olmadığını” zaten bilir. Bu ezeli bilgi ancak kendisine
aittir. Buna karşın, Allah’ın “âlemlerle aynı oluşunun, dolayısıyla âlemlere ihtiyacı
olduğu” bilgisi ise ALEMLER YARATILDIKTAN SONRA ANLAŞILAN BİR
BİLGİDİR. Bu iki bilgi, yani Allah’ın kadim/ezeli bilgisiyle sonradan var olan bilgi
BİRLEŞİP BÜTÜNLENİR VE BÖYLECE İLİM MERTEBESİ OLGUNLUĞA
ERİŞİR. BUNUN GİBİ VÜCUT, YANİ VARLIK MERTEBELERİ DE
OLGUNLUĞA ERİŞİR. Varlığın biri ezeli/başlangıcı olmayan, diğerleri ise hadis/
sonradan yaratılanlar olmak üzere iki özelliği vardır. Ezeli olan varlık, Hakk’ın kendi
varlığıdır. Ezeli olmayan varlıklar ise, sonradan yaratılanlar dediğimiz YİNE HAK’IN
VARLIĞIDIR. BÖYLECE ALLAH, ÂLEMDEKİ VARLIKLARLA KENDİSİNİ
AÇIĞA ÇIKARTARAK KENDİ VARLIĞINI OLGUNLUĞA ULAŞTIRIR. GERÇEK
BÖYLEDİR; ANLAMAYA ÇALIŞ.
Bu sırrı âlimlerden bazısı bilir. AMA NE YAZIK Kİ, KALBİ GERÇEKLERE KARŞI
PERDELENMİŞ, NEFSİNİN ESİRİ OLMUŞ KİMSELERE DE ÂLİM DERLER.
Peygamberler, halkıyla konuşurlarken, onların anlayacağı şekilde açık ve net konuşur
ve onlara değer verirdi. BİLGİSİ, TAHSİLİ VE KONUMU ÜST DÜZEYDE OLANLAR
İÇİN KONUŞMAZDI. Nitekim Hz. Resul, sadaka verirken şöyle demiştir: Bilgi veya
bilginin dışında vereceğim sadakayı; kendisinden daha fazla sevdiklerim olduğu halde,
ALLAH’IN ATEŞE ATACAĞINDAN KORKTUĞUM KİMSEYE VERİRİM.”
Böylece o yüce Peygamber, kendilerini nefsin kötü huylarına esir etmiş, AKLI
VE ANLAYIŞI ZAYIF KİMSELERE DEĞER VERİRDİ.
Anlaşılan odur ki peygamberler, verdikleri bilgileri fazla derine dalmadan halkın
kolayca anlayabileceği bir dille verdiler. Zaten halk, BU DİLDEN ANLAR, SADE
İFADELERİ GÜZEL BULUR VE BU İFADELERDEN BAŞKA BİR ANLAYIŞIN
OLMADIĞINI ZANNEDER.
Oysaki hikmet incileri aramak için mana derinliklerine dalan bir arif, bu sade ama
hakikat içeren konuşmaları duyunca, “ACABA BU BİLGİ HANGİ SEBEPTEN
DOLAYI SULTAN TARAFINDAN HALKA BİLDİRİLDİ” diyerek halkın
mertebesine, sınıf ve derecesine bakar ve onların değerini takdir eder.
Şu halde resuller, nebiler ve onların varisleri konuştuklarında; HEM HALKIN,
HEM DE BİLGİLİ VE SEÇKİN İNSANLARIN BİRLİKTE ANLAYACAKLARI
BİR DİL KULLANIRLAR VE BU KADARIYLA YETİNİRLER. Böylece seçkinler
halkın anladığının dışında daha fazlasını da anlarlar. Bu nedenle onlara, “havas/seçkin
adı verilmiştir. İşte Hz. Musa’nın, “Ben sizden, selamet ve afiyeti sevdiğim aranızdan
kaçtım” değil de (onların ne dediğini anlamaları için) “Ben sizden, KORKUNCA
ARANIZDAN KAÇTIM…”-Şuara, 26/21 demesindeki HİKMET BUDUR.
Hızır’ın, Hz. Musa’dan ayrılmasındaki sebep ve hikmete gelince: Bu, Allah’ın
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan da sakının…”Haşr, 59/7 ayetiyle belirlenen kuraldır. Peygamberliğin ve peygamberlerin
değerini bilen bilgili insanlar, bu sözün sınırlarını aşmamışlardır. Hızır’da
Musa’nın peygamber olduğunu biliyordu. Bu nedenle ona saygı gösterdi,
terbiyeli davrandı. “Musa, eğer dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam
ARTIK BANA ARKADAŞLIK ETME…”-Kehf, 18/76 Bu Hızır’a verilmiş
bir emir gibidir. Musa üçüncü kez itiraz edince, o zaman Hızır ona, “İşte bu,
seninle benim aramda AYRILIKTIR…”-Kehf, 18/78 dedi. Ve Musa’da bu
söze uydu. Çünkü Hz. Musa, peygamberliği ve onun gereklerini biliyordu.
Bu nedenle sessiz kaldı ve ayrılık gerçekleşti. Ve Hızır, Hz. Musa’ya; “Ben,
nasıl ki Allah’ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahipsem, sen
de benim bilmediğim bilgilere sahipsin” dedi. Şimdi sizler; bu iki kişinin
sahip oldukları bilgilere, Allah’a olan saygılarına ve İLAHİ TERBİYEYE
NASIL UYDUKLARINA BİR BAKIN!
Böyle bir durum Hz. Peygamber efendimizin zamanında, hurma ağaçlarını
aşılamak için dallarının sallanması konusunda da ortaya çıkmıştır. (Hz.
Peygamber halkına, “Dalları sallamasanız da olur” demiş; ama ertesi yıl,
ağaçlar pek az hurma vermiştir.) Bunun üzerine Hz. Peygamber, halkına,
dünya işlerinde kendisinden DAHA BİLGİLİ OLDUKLARINI İTİRAF
ETTİ. Çünkü onlara dünya işleri hakkında BİLGİ VERİLMEZ, dünya
işleri ARAŞTIRMA VE TECRÜBE GEREKTİRİR Kİ peygamberlerin
bu işlerle uğraşacak VAKİTLERİ DE YOKTUR. Şüphesiz ki insan, HER
ŞEYİ BİLMEZ. Bu nedenle onlara, “Sizler, dünya işlerini BENDEN DAHA
İYİ BİLİRSİNİZ.” dedi. Burada sizlere, Peygamberin NEZAKETİNİ VE
TERBİYESİNİ ANLATTIM. Sizler de böyle davranırsanız FAYDASINI
GÖRÜRSÜNÜZ.
Halid Kelimesindeki ULULUK HİKMETİ
Halid bin Sinan adındaki muhterem bir zat, “berzah” âleminde peygamberlik
yaptığı iddiasında bulundu. Bu iddiasını kanıtlamak için de ölümünden (40 gün)
sonra mezarının açılmasını oğullarına vasiyet etti. Böylece berzahta görüp
yaşadıklarını onlara ANLATACAKTI. Bundan amacı; berzahtaki hayatın
DÜNYA YAŞAMINA BENZEDİĞİNİ ve peygamberlerin dünya hayatında
verdikleri her haberin doğru olduğunu onlara açıklamak; böylece halkın,
peygamberlerin bildirdiği her türlü habere iman etmelerini sağlamaktı. Çünkü
onun yaşadığı zaman, Hz. Muhammed Efendimizin peygamberliğine yakın bir
zamandı ve O’nun alemlere rahmet olarak gönderileceğini biliyordu. (Ancak
oğulları, isimlerinin “mezar soyguncusuna” çıkmasından korktukları için,
babalarının mezarını açıp onun bu isteğini yerine getirmediler.)
Hz. Peygamber Efendimiz, Halid halkının ortadan kalkmış olduğundan
bahsetmedi; ama halkının, onun, vasiyetini yerine getirmediklerini bu nedenle
de ONU YİTİRDİKLERİNDEN BAHSETMİŞTİR.
Muhammed Kelimesindeki TEKLİK HİKMETİ
Hz. Peygamber, yaratılmanın sebebi ve varlığın aslı olan sevgiyi belirtmek için
bu sevginin üç kaynağına işaret ederek, “SİZİN DÜNYANIZDAN bana üç şey
sevdirildi” diye buyurdu. Sonra da bu üç şeyi; “KADIN, güzel koku ve gözümün
nuru namaz” diye sıralayıp açıkladı.
Kadını önce, NAMAZI DA EN SON SÖYLEDİ. Çünkü kadın ERKEĞİN BİR
PARÇASIDIR. Nasıl ki insan, HAKK’IN AÇIĞA ÇIKMIŞ BİR PARÇASI,
İNSANIN ASLI/ÖZÜ İSE, kadın da ERKEKTEN AÇIĞA ÇIKMIŞ DİĞER BİR
PARÇASIDIR.
Bu nedenle, insanın KENDİ KENDİNİ BİLMESİ, RABBİNİ BİLMESİNDE BİR
BAŞLANGIÇTIR. Eğer insan rabbini tanıyorsa, bu başarı KENDİSİNİ BİLMESİNDEN
KAYNAKLANIR. Hz. Peygamber, “Nefsini bilen, RABBİNİ BİLİR” demiştir. Öyleyse
sen bu hadisten, istersen bu konuda çaresiz ve yoksul olduğunu kabul edip ALLAH’I
BİLMENİN OLANAKSIZ OLDUĞUNU ÇIKARTABİLİRSİN; ama istersen, Allah
konusundaki bilgine güvenip ALLAH’I BİLMENİN İHTİMAL DAHİLİNDE
OLDUĞUNU DA ÇIKARTABİLİRSİN. Birinci şıkta kendi nefsini tanımadığını anlarsın;
ikinci şıkta ise, kendini tanımış ve dolayısıyla Rabbini de tanımış olduğunu anlarsın.
HER İKİSİ DE TANRI KATINDA MAKBULDÜR.
Hz. Peygamber, Rabbinin varlığına en açık kanıttır. ÇÜNKÜ ÂLEMLERDEKİ HER
PARÇA, YARATANIN BİR SİMGESİDİR. BUNU İYİ ANLA!
Hz. Muhammed’e kadınlar sevdirildi; O DA KADINLARI SEVDİ. Böyle bir sevgi
BÜTÜNÜN PARÇAYA İLGİ DUYMASINDANDIR. Çünkü Yüce Allah, âlemleri
yaratışı sırasında İNSANLARDAN BAHSEDERKEN, “BEN ADEM’E KENDİ
RUHUMDAN ÜFLEDİM” dedi. İŞTE BU, Hz. Peygamberin, “Nefsini bilen Rabbini
bilir” sözünün GİZLİ AÇILIMIDIR.
Sonra da Allah, Hz. Davud’a hitaben; “Ey Davud! BEN ONLARA DAHA ÇOK
ÖZLEM DUYUYORUM” diyerek, insana kavuşmak için özlem duyduğunu
açıklamıştır. Tabii ki Allah’ın bu sözü, KENDİSİNE ENGELSİZ, TERTEMİZ
OLARAK KAVUŞMAK İSTEĞİ İLE TUTUŞAN İNSANLARADIR. Bu da ancak
ÖLÜMLE GERÇEKLEŞİR. Çünkü Hz. Peygamber, bir hadisinde; “Sizden biriniz
ölmedikçe RABBİNİ GÖREMEZ” demiştir. Bu nedenle, kendisinde özlem sıfatı
olan O’na çok yakın kullarda bu istek, zorunlu hale gelir. Şu halde Hakk’ın Kendisini
görmek için özlem duyan kullarına sevgi ve muhabbet duyması kaçınılmazdır. Böylece
Hakk da KULLARIN KENDİSİNİ GÖRMELERİNİ ARZU EDER. ANCAK BU
DÜNYA MEKÂNI BUNA ENGEL OLUR.
Yüce Allah, bu konuyla ilgili iradesini Sevgili Resulü’nün diliyle şöyle ifade eder:
“Mü’min bir kulumun canını alırken TEREDDÜT ETTİĞİM KADAR, HİÇBİR ŞEYDE
TEREDDÜT ETMEM. Ben onu incitmekten nefret ettiğim gibi, O DA ÖLÜMDEN
ÖYLE NEFRET EDER; AMA BANA KAVUŞMASI KAÇINILMAZDIR.”
Kulun ölümle Allah’a kavuşması, ALLAH’IN ÖZLEM DUYDUĞU OLAYLARDAN
BİRİDİR. Bu nedenle Yüceler Yücesi Allah, cümle sonunda “ölüm” kelimesini, KULUNU
ÜZMEMEK İÇİN KULLANMADI. Yani “ölüm kaçınılmazdır” demek yerine, “Bana
kavuşmak kaçınılmazdır.” dedi.
Allah’ın insana Kendi ruhundan üflemesi, yine Kendisine duyduğu ÖZLEM VE
TUTKUSUNDAN İLERİ GELİR. Bu tutku nedeniyledir ki, İNSANI KENDİ
SURETİNDE YARATTI. Böylece insan KENDİ RUHUNDAN BİR PARÇA
OLDU. Sonra Allah, insan için YİNE İNSANDAN KADINI YARATTI. Bu
nedenle kadın, YARATILDIĞI VARLIĞA AŞIRI SEVGİ DUYDU. Bu aşırı
sevgi, KADININ KENDİ YURDUNA OLAN DÜŞKÜNLÜĞÜNDENDİR.
Böyle bir sevgi, İNSANIN KENDİSİNİ SEVMESİNE BENZER. İşte bu
nedenlerle kadın ERKEĞİ erkek de KADINI SEVER. Allah da BİZZAT
KENDİ SURETİNDE YARATTIĞI İNSANI SEVDİ.
Bu karşılıklı sevgiden dolayı Allah, NURDAN YARATTIĞI MEVKİ VE
MERTEBELERİ DAHA YÜKSEK OLAN MELEKLERİNİ İNSANA
SECDE ETTİRDİ. İşte erkek ile kadın ve Allah ile insan arasındaki SEVGİ
VE MUHABBETİN NEDENİ BUDUR.
Suretlerdeki benzerlik, bu ilişkinin, bu sevgi ve muhabbetin en önemli nedenidir.
Çünkü suret ÇİFTTİR. Dolayısıyla suret yani İNSAN Hakk’ın varlığını ÇİFT
YAPMIŞTIR. Bununla birlikte KADIN DA varlığıyla erkeğin eşi olmuş ve insanı
ÇİFT YAPMIŞTIR. Bu durumda Hakk, erkek ve kadın olmak üzere
bir “üçlü” meydana gelmiştir. Erkeğin, kendi aslı olan Hakk’ı sevmesi, kadının
kendi aslı olan ERKEĞİ SEVMESİNE BENZER. Bu nedenle Allah, erkeğe
kadınları sevdirdi. Şu halde erkek sevgi ve muhabbet ile HEM KENDİ PARÇASI
OLAN kadını, hem de ve dolayısıyla KENDİSİNİ YARATAN Hakk’ı sevdi.
ERKEK, kadını sevdiğinde, sevgi ve muhabbetin gereği ONA KAVUŞMAK VE
ONUNLA BİRLEŞMEK İSTER. İnsanın özelliklerinden biri olan CİNSEL İSTEK
VE CİNSEL BİRLEŞME ÖYLE ETKİN BİR ÖZELLİKTİR Kİ ONDAN DAHA
ETKİN VE MÜKEMMEL BİR BİRLEŞME YOKTUR.
BU İLİŞKİDE ARZU VE ZEVK DUYGUSU, İNSANIN HER ZERRESİNE
YAYILARAK DORUK NOKTASINA ÇIKAR. (YANİ ERKEK KADIN DA,
KADIN DA ERKEKTE “FANİ”/YOK OLURLAR.) Bu nedenle insana, cinsel
ilişki sonrası yıkanması emredilmiştir. İnsanda boşalma/orgazm olduğunda,
cinsel zevk duygusu nasıl insan vücudunu tümüyle sarıyorsa, temizlik ve yıkanma
da tüm vücudu yıkayacak şekilde emredildi.
(Şimdi burada, her surette Hakk’ı gören ariflerin bilgisiyle düşünün.) Allah
kendisini kıskanç olarak vasıflandırmıştır. Bu nedenle, insanın Kendisinden
başka biriyle mutlu olmasını istemez. (Erkeğin Hakk’ın suretinden, kadının
ise erkeğin suretinden yaratıldığını dikkate alırsanız); insanın, zevk ve arzuyla
kendinden geçtiği diğer bir insan bedeninde Hakk’ı görmesi gerekir. Böyle bir
anlayışa ulaşmak ve O’na dönmek için de banyo ile temizlenir. Çünkü kadında
gördüğü, O’ndan başkası değildir. İŞİN ASLI, HAKİKATİ BUDUR.
(Bu sevgi esnasında) erkek, sevdiği kadında Hakk’ı görebilirse, O’nu etkiyi
kabul eden olarak görür. Ama Hakk’ı kendi benliğinde görürse, O’nu iş yapan/
fail olarak görür. (Başka bir deyişle; erkek, kendinde Hakk’ın faaliyetini aktif/
etkin, kadında ise Hakk’ın faaliyetini pasif/edilgen olarak görür.)
Kadın ise, Hakk’ı kendinde edilgen/etkiyi kabul eden olarak gördüğü gibi, erkekten
yaratıldığı, onun bir parçası olduğunu düşünerek Hakk’ı kendinde etken/etki eden
olarak da görür. Buna karşın erkek, kadının kendinden yaratıldığını düşünmeden,
Hakk’ı kendi nefsinde görürse, bu görüş, doğrudan ve vasıtasız olarak Hakk’ın
görüşü olur. Şu halde erkeğin Hakk’ı kadında görmesi (ya da Hakk’ın kadında
görünmesi) DAHA TAM VE DAHA MÜKEMMELDİR. Çünkü Hakk, kadında
(erkeğin Hakk’ın sureti olması bakımından) hem etken/fail/iş yapan, hem de
(kendisinin erkekten yaratılmış olması nedeniyle) edilgen/münfail/işi kabul eden
şeklinde görünür.
İşte Hz. Muhammed, Hakk’ın, kadındaki BU TAM GÖRÜNÜŞÜNDEN DOLAYI
ona karşı sevgi ve muhabbet duydu. Çünkü Hakk, Zatı itibarıyla âlemlerdeki hiçbir
şeye benzemez; AMA MADDEYE TECELLİ ETMEDEN DE ASLA GÖRÜNMEZ.
Şuhud: Gözle görüyormuşçasına düşünme yeteneği. İlahi görüş.
Kavuşmanın en mükemmel şekli CİNSEL BİRLEŞMEDİR. Çünkü cinsel birleşme,
Hakk’ın Kendisine bir halife seçmek için KENDİ SURETİNDE YARATTIĞI
VARLIĞA YÖNELİP ONA HAYRANLIK DUYMASININ BİR KARŞILIĞIDIR.
Erkek de, bu birleşmede kadını, KENDİ NEFSİ OLARAK GÖRÜR.
Allah bu yönelişiyle, Âdem’in bedenini düzenlemiş, DENGE VERMİŞ ve bu bedeni
sevk ve idare edecek unsuru, Kendi ruhundan ilahi bir nefes olarak üfleyip onu
canlandırmıştır. Bu nedenle Âdem’in dışı madde, içi ise mana yani Hakk’ın Kendisidir.
Ve ruh kendisinden olduğu için, İNSAN BEDENİNİ YÖNETEN YİNE KENDİSİDİR.
Ayrıca Allah, tüm işlerini SEMADAN (Kendi yüksek katından kendisi) YÖNETİR.
(Yönettiği yerlerden biri olan) Yer/arz ise, ÂLEMLERDEKİ EN ALÇAK TABAKADIR.
Çünkü yer/toprak unsurların EN AŞAĞI BÖLÜMÜDÜR.
Hz. Resul, kadını “nisa” kelimesiyle ifade etti. “Nisa” TEKİLİ OLMAYAN çoğul bir
sözcüktür. Bu nedenle, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; nisa…” Yani “nisa/kadınlar”
diye söze başladı, “mir’e/kadın” demedi. Bu sözü ile, yaratılışta kadının erkekten sonra
geldiğine işaret ederek ilahi düzene uydu. Çünkü “nisa”, “nüs’et” kökünden türemiş bir
kelimedir. “Nüs’et” ise, GECİKME demektir. Ve Hz. Peygamber, kadından etkilendiği
için onlardan hoşlandı ve sevdi. Sonra diğerlerini de derece ve mertebelerine göre sevdi.
Çünkü sevdiklerinin tamamı hoşa giden, karşısındakini etkileyen güçlere sahiptirler.
Şu halde, Allah için tabiat neyse, erkek için KADIN DA ÖYLEDİR.
Ve insan, bu tabiata yönelip İÇİNDEKİ TÜM SURETLERİ ALLAH’IN EMİR VE
İRADESİYLE KENDİ EMRİ ALTINA ALDI. Bu öyle ilahi bir emir ve yöneliştir ki bu
ilahi emir ve yöneliş; unsurlardan oluşan suretler âleminde CİNSEL İLİŞKİ, NURDAN
YARATILMIŞ RUHLAR ÂLEMİNDE HİMMET/ÇABA VE SÖZDE, ANLAMI SONUCA
BAĞLAYAN GİRİŞ BÖLÜMÜNE BENZER. BÜTÜN BUNLAR BİRLEŞEREK “ÜÇLÜ
TEKLİĞİ” OLUŞTURURLAR.
Şu halde, hangi erkek, kadınları HAKK’IN TAM VE MÜKEMMEL BİR TECELLİ
YERİ OLDUĞUNU GÖRÜP severse, bilsin ki onun bu sevgisi İLAHİ BİR SEVGİDİR.
Her kim de kadınları YALNIZCA CİNSEL ARZULARI NEDENİYLE severse, onda bu
sevginin bilgisi eksiktir ve BÖYLE BİR MUHABBET, RUHSUZ BİR SEVGİDİR.
Çünkü onun, kadınla girdiği BÖYLE BİR CİNSEL İLİŞKİDE, İLAHİ SEVGİYE YER
YOKTUR. Zaten böyle bir kimse, cinsel arzusunun ASLINDA İLAHİ BİR SEVGİ
OLDUĞUNU BİLMEZ. KİMİNLE BU ARZU VE LEZZETİ TATTIĞINI DA BİLMEZ.
DOLAYISIYLA BU KADAR EKSİK BİR SEVGİ VE MUHABBET, DİĞERİ YANINDA
PEK SÖNÜK VE ANLAMSIZDIR.
Aynı şekilde, bu konuda bilgisiz olanlar da kadını sever ve cinsel ilişkiden NASİBLERİNİ
ALIRLAR. Ancak işin gerçeğinden ve içeriğinden uzaktırlar. Eğer kiminle zevk duyduğunu
ve zevk duyanın kim olduğunu bilselerdi, gerçeği tam olarak kavrar ve BU İLMİN
YETİŞKİNİ OLURLARDI.
Yüce Allah’ın, “Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır”-Bakara,2/228 sözünde
belirttiği gibi, nasıl ki kadınlar erkeklerden bir alt derecede bulunuyorlarsa, erkekler de
Hakk’ın sureti üzere yaratılmış olsalar bile, O’ndan daha alt bir derecededirler. Tabii ki
Allah, erkekten ayrı ve üstündür. Çünkü O, âlemlerden tamamen arınmış, zengin ve
yetingendir. Sureti olan insan ikinci plandadır ve Allah’a ait olan “öncesizlik” özelliği
yoktur. Böylece varlıklar mertebeleri nedeniyle farklılaştılar. Bu durumda irfan sahibi
bir arif, bu mertebelere göre, HER HAK SAHİBİNE HAK ETTİĞİNİ VERİP YERLİ
YERİNE KOYAR. Bu durumda kadınları sevmek, Allah’ın Hz. Muhammed’e (ve
dolayısıyla erkeklere) vermiş olduğu bir sevgidir. “O, her şeye HAKKINI VERDİ.”-
Taha, 20/50 ayetinde dediği gibi. Verilen her ne ise, o da Hakk’ın TA KENDİSİDİR.
Şu halde Hakk; ne vermişse Kendisinden vermiş ve her yaratılmışa, hak ettiği kadarını
vermiştir. Hak eden de, bunu ancak kendi zatıyla/kendi çalışmasıyla kazanır.
Allah’ın Resulü kendisine sevdirilen şeyleri anlatırken kadınları öne aldı, çünkü kadınlar
EYLEM YERİDİRLER. Nitekim (dişilik özellikleri taşıyan) tabiat da KENDİSİNDEN
VAR OLACAK ŞEYLER İÇİN BİR EYLEM YERİDİR. Ve Allah tabiatı, kendi Rahmani
nefesiyle, ÜZERİNDE YAŞAYAN VARLIKLARDAN ÖNCE YARATTI VE EYLEM
İÇİN HAZIRLADI. Rahman’ın nefesi ise İYİ VE KÖTÜ, GÜZEL VE ÇİRKİN HER NE
VARSA AYNI DERECEDE ETKİLER. Fakat şunu da bilmelisin ki O’nun nur’dan
oluşmuş, nurlu ruhlar âlemine VERDİĞİ NEFES ÇOK DAHA BAŞKADIR.
Allah’ın Resulü, yukarıdaki hadiste (Bana üç şey sevdirildi… derken), dişiyi ERKEKTEN
ÜSTÜN TUTTU. Ve bu şekilde kadına DEĞER VE ÖZEN GÖSTERDİ. Yani bu hadiste
“üç” kelimesini söylerken, içinde bir de eril kelime olmasına karşın (tib/güzel koku), Arap
dilindeki KURALA UYMAYIP erkekler için kullanılan üç/selasetün kelimesini kullanmayıp
DİŞİLER İÇİN KULLANILAN üç/selasün kelimesini kullandı. OYSAKİ ARAPLAR,
BUNUN TAM TERSİNİ YAPARLAR. Yani aynı cümlede erkek ve dişi birlikte geçtiğinde
erkekler için kullanılan “eril” kelimeleri tercih ederler. BU DİLLERİNİN BİR
KURALIDIR. Örneğin; “iki kadın ile bir erkek birlikte yürüyorlar” derken; “yürümek” fiili
için, kelimenin dişilini kullanmaları gerekirken, eril şeklini kullanırlar. Hz. Muhammed
de BİR ARAP’TI VE ARAPÇAYI EN İYİ ŞEKİLDE KULLANIRDI; ama burada, kadına
olan sevgisini ve kadınlara olan saygısını ifade etmek için DİL KURALLARININ DIŞINA
ÇIKMIŞTIR. Şu halde, Sevgili Peygamberimizin dişiyi erkekten nasıl üstün tuttuğuna ve bu
konudaki bilgisine ve adaletine BİR BAK! HAYRAN OLMAMAK ELDE DEĞİLDİR.
Hz. Resul, cümleye dişil kelimeleri kullanarak “kadın” ile başladı, “namaz” ile bitirdi.
HER İKİSİ DE DİŞİLDİR. Ama biri gerçek dişi, diğeri kelime olarak dişidir. Bu ikisinin
arasına eril bir kelime ile ifade edilen “güzel koku” kelimesini koydu. Bu kelime de
erkeği yani bizzat Hz. Peygamberin varlığını temsil eder. Çünkü erkek, kendisinin varlık
sebebi olan (ve dişil kelimeyle ifade edilen) Zat/Hakk ile kendisinden yaratılan (gerçek dişil)
kadın ARASI BİR KONUMDADIR. Yani erkek, İKİ DİŞİDEN MEYDANA GELMİŞTİR
VE HAKK İLE HAVVA ARASINDA ERKEK/ÂDEM GİBİDİR.
İstersen “Zat” yerine (Âdem’in varlık sebebi) “kudrettir” de; bu kelime de “Zat” gibi dişil
bir kelimedir. VE SEN, HANGİ GÖRÜŞTE OLURSAN OL, HER DURUMDA DİŞİLİĞİN
ÖNDE OLDUĞUNU GÖRÜRSÜN. Hatta âlemin yaratılışında Allah’ı, illet/sebep/neden
sayan FELSEFECİLER NAZARINDA DA DURUM BÖYLEDİR. Çünkü “illet” de DİŞİL
BİR KELİMEDİR.
Hz. Resulün güzel kokuyu kadınlardan sonra anmasına gelince; bu kokunun güzel kokması
KADIN NEDENİYLEDİR. Çünkü kadın, YARATILIŞ KOKUSU TAŞIR. Atalarımızın
dediği gibi; “En güzel koku, SEVGİLİNİN GERDANININ/BOYNUNUN KOKUSUDUR
(YANİ TEN KOKUSU).
Hz. Muhammed, öncelikle bir “kul” olarak yaratıldı VE HİÇBİR ZAMAN “EFENDİLİK”
DAVASI GÜTMEDİ. Aksine, sürekli ibadet ve secde eden bir kul olarak yaşamını sürdürdü.
Ve bu kulluğuna, Allah’ın kendisinde OLUŞMASINI İSTEDİĞİ BİLGİ VE BECERİNİN
OLGUNLAŞMASINA KADAR DEVAM ETTİ. (Ya da bu kulluğuna, ondan alınması
gereken örnek davranışların, ders ve bilgilerin alınması için ölünceye kadar devam etti.)
Allah kokuya, “ETKİNLİK” RÜTBESİ GİYDİREREK, CANLILAR DÜNYASINDA VAR
OLANLARI ETKİLEME YETENEĞİ VERDİ. İşte bu nedenle, kadından hemen sonra
güzel kokuyu andı VE NEFİS KOKULAR ONA SEVDİRİLDİ. Ve Hakk’ın dereceleri
yükselttiği gibi, o da (bu üç şeyin) DERECELERİNİ YÜKSELTTİ. “O, dereceleri
yükseltendir. Arşın sahibidir…”-Mü’min, 40/15
İNSAN; topraktan ve onun unsurlarından yani KOKUŞMUŞ ÇAMURDAN
YARATILMIŞTIR. Melekler ise, nurdan yaratıldıkları için kötü kokudan hoşlanmazlar.
GÜBRE BÖCEĞİNİN gül kokusundan hoşlanmadığı gibi. Oysaki gül, ÇOK GÜZEL
KOKAR. Ancak, gül kokusu, YARATILIŞI GEREĞİ gübre böceği için hiç de güzel bir
koku değildir. Bunun gibi, suret ve manada aykırı bir mizaca sahip olan kimse de, Hakk
sohbetinden TİKSİNİR, BOŞ SÖZLERDEN DAHA ÇOK HOŞLANIR. Bu durum,
“…Onlar ki, BATILA/BOŞ SÖZLERE İNANDILAR ve Allah’ı inkâr ettiler”-Ankebut,
29/52 ayetiyle belirtilir. Ve yine Allah, böyle kimselerin hüsran/umutsuzluk içinde
olduklarını da söyler, “…İşte onlar, nefislerine yazık eden umutsuzlardır…”-Ankebut,
29/52 Çünkü iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıramayan kimselerde AKIL VE ANLAYIŞ
YOKTUR. Hz. Muhammed’e ise her şeyin en iyisi sevdirildi. Buna karşın, zaten bütün
alem Hakk’ın varlığının bir parçası olduğundan, KÖTÜ VE ÇİRKİN HİÇBİR ŞEY
YOKTUR. Acaba insanlar içinde kötü ve çirkinliklerden KAÇINIP HER ZAMAN İYİYİ
VE GÜZELİ BULAN BİRİ VAR MIDIR? Bize sorarsanız YOKTUR DERİZ. Çünkü biz,
ÂLEMLERİN İÇİNDE HAKK’TAN BAŞKA BİR ŞEY BULAMADIK. “Biz âlemleri
Hakk olarak yarattık.”-Hicr, 15/85 Yani âlem Hakk’ın suretleridir. Hakk ise iyi-kötü,
güzel-çirkin, artı-eksi, negatif-pozitif gibi BÜTÜN ZITLARI SİNESİNDE BARINDIRIR.
Bu nedenle varlıklardan kötü ve çirkini kaldırmak ZATEN OLASI DEĞİLDİR. İnsanlar
genellikle iyiyi iyi, kötüyü kötü görür. Ama bazen az da olsa, İYİNİN İÇİNDE KÖTÜYÜ,
KÖTÜNÜN İÇİNDE DE İYİYİ, ZEVKİ VE BİLGİSİYLE SEÇİP GÖREBİLEN
İNSANLAR DA VARDIR. Bu bilgi ve anlayış, varlıkta çirkin ve kötünün GÖRÜNMESİNİ
ENGELLER. Buna rağmen, kötü ve çirkinin YOK EDİLMESİ DOĞRU DEĞİLDİR.
ÇÜNKÜ GÜZELDE DE, ÇİRKİNDE DE ALLAH’IN RAHMETİ VARDIR. Çirkin
güzele göre ÇİRKİNDİR; güzel de çirkine göre GÜZELDİR. Şu halde varlıkta ÇİRKİN
OLMAYAN BİR ŞEY OLMADIĞI GİBİ, GÜZEL OLMAYAN HİÇBİR ŞEY DE YOKTUR.
Sevgili Peygamberimize sevdirilenlerin üçüncüsü namazdır. Bununla “üçlü teklik” tamam
olmaktadır ve namaz, Efendimiz için bir göz aydınlığıdır. Çünkü namaz, Allah’la kulun
BİRBİRİNİ GÖZLEMLEMESİDİR. Bu gözlem ise, Allah’la kul arasında KARŞILIKLI
BİR KONUŞMADIR. “Siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım.”-Bakara, 2/152 Bir kutsi
hadise göre namaz, Allah’la kul arasında ikiye bölünmüş bir ibadettir. SANKİ YARISI
ALLAH’IN DİĞER YARISI DA KULUNDUR. Fatiha Suresinin namazda okunmasının
zorunlu olması, kul ile Allah arasındaki bu paylaşımdan dolayıdır. Fatiha’yı okumayan
kimsenin namazı geçerli değildir. Namaz, Allah’la kul arasında bir konuşma, bir nevi
zikirdir. Ve hiç şüphe yoktur ki Hakk’ı zikreden Hakk’la birlikte olur. Çünkü bir kutsi
hadiste; “Ben, beni zikreden kimseyle birlikteyim.” der. Bir kul, görüyormuş gibi Hakk’ı
anarsa, gerçekten onu görür. Gerçek görüş budur. Ama görmüyorsa, KİMİ GÖRECEKTİR.
Şimdi acaba görüyor mu, görmüyor mu? İşte namazdaki bu görüşü gerçekleştiren kişi,
Allah katındaki MANEVİ MERTEBESİNİ DE BİLİR. Eğer O’nu görmüyorsa BARİ
O’NUN YÖNELDİĞİ DOĞRULTUDA BULUNDUĞUNU DÜŞÜNSÜN ve görüyormuş
gibi ibadet etsin. Sonra da Hakk’ın kendisine VERECEĞİ CEVABI BEKLESİN. Namaz
kılan bir kul, eğer kendisine eşlik eden meleklere imamlık yaptığını anlayıp düşünürse ki
zaten her namaz kılan arkasındaki meleklere namaz kıldırdığı için imamdır. Bu durumda
RESULLÜK MAKAMINA YÜKSELİR. BU DA ALLAH’A VEKİL OLMAKTIR.
Öyle ise sen, NAMAZIN YÜCELİĞİNE VE KILANI NERELERE GÖTÜRDÜĞÜNE
BİR BAK! Şu halde namaza yeteri kadar özen göstermeyen bir kişi, ONUN AMACINA
ULAŞAMAZ VE NAMAZ DA ONUN İÇİN “GÖZ AYDINLIĞI” OLAMAZ. Çünkü
böyle bir kul, ne yazık ki namazında, karşılıklı olarak konuştuğu Hakk’ı görememiştir
ve sesini de işitmemiştir. YANİ HEM KÖR VE HEM DE SAĞIRDIR. Bu şekilde hem
kör hem de sağır olan kimsenin KILDIĞI NAMAZ DA, NAMAZ DEĞİLDİR. Sürekli
kılındığı sürece namaz, kulu “KÖTÜLÜK YAPMAKTAN ALIKOYAN” EN ÖNEMLİ
İBADETTİR. Bunun böyle olduğunu, Kur’an-ı Kerim de belirtti. “…Namaz kötülüklerden
alıkoyar.”-Ankebut, 29/45 Çünkü, onun içindeki bu ilahi zikir (Allah’la kulun birbirini
anışı), namazın içinde bulunan duaların TÜMÜNDEN DAHA BÜYÜKTÜR. Kamil bir
insanın namazdaki bu halini, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı kitabımızda da açıklamıştık. Yine
namaz sırasında, Allah’ın kulunu anması, kulun Allah’ı anmasından ÇOK DAHA
BÜYÜKTÜR. Çünkü büyüklük Allah’a aittir ki Allah şöyle der: “Ve Allah sizin
yaptıklarınızı bilir.”-Ankebut, 29/45 Başka bir ayette ise, “…gördüğü halde kulak
verir…”-Kaf, 50/37 der. Kul kulak veriyorsa, Allah da o kul ile konuşuyor demektir.
Yalnızca AKIL İLE KAVRAYABİLECEĞİMİZ BİR OLGU OLAN VARLIĞIN
YARATILIŞI, BİR HAREKET, İŞ VE EYLEM OLARAK GERÇEKLEŞTİ. Bu
hareket, şu an içinde yaşadığımız alemi ve diğerlerini yokluktan varlığa taşıdı. İşte
namaz, BÜTÜN BU HAREKETLERİ İÇİNDE TOPLAR.
Bütün bunları DÜŞÜN VE ANLA.
Allah, kuşkusuz gerçekleri söyler ve doğru yolu gösterir.
Bir ve eşsiz olan Allah’a hamt olsun. O’nun himmetiyle eser tamamlandı. Ve selam olsun,
sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa Efendimize, onun ailesine ve arkadaşlarına.