Aylık Dergi - Diyanet İşleri Başkanlığı

Aylık Dergi
Mart 2015
Sayı 291
ÇANAKKALE
BİR MİLLETİN YENİDEN DİRİLİŞ DESTANI
ÇANAKKALE’DE KADER B‹RL‹⁄‹
EDEN ÜMMET
HATIRALARLA
ÇANAKKALE
ÇANAKKALE ÜZERİNE
MEHMET NİYAZİ İLE SÖYLEŞİ
ÇANAKKALE MUHAREBELERİNDE
DİN GÖREVLİLERİ
Çanakkale, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü
hızlandıran Birinci Dünya Savaşı içinde
kazandığımız tek zaferdir.
Çanakkale, Mehmetçiğin “Kimse yoksa ben
varım” diyerek ateş kusan çeliğe karşı imanlı
sinesiyle dur dediği yerdir.
Eğer bugün bu topraklara sahipsek ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti varsa bunda Çanakkale’de
kazanılan zaferin büyük payı vardır.
Biraz sonra şehit edileceğini bildiği hâlde ateşe atılan
askerin gösterdiği gayret ve azim, sadece bazı askerî
imkân ve kabiliyetlerle izah edilemez.
Yenİ Yayınlarımız
İSLÂM’DA İMAN ESASLARI
ALLAH’A İMAN
İNANÇ KİTAPLARI SERİSİ
MELEKLERE İMAN
KİTAPLARA İMAN
PEYGAMBERLERE İMAN
ÂHİRETE İMAN
KADERE İMAN
İLÂHİ ADALET ve RAHMET PENCERESİNDEN
KÖTÜLÜK ve MUSİBETLER
ÇAĞDAŞ İNANÇ PROBLEMLERİ
ww.diyanet.gov.tr
EDİTÖRDEN
MİLLETLERİN tarihinde dönüm noktası diyebileceğimiz bazı anlar vardır. Bu anlar bazen sadece bir
ülkeyi değil etkileri ve sonuçlarıyla dünyayı etkiler ve tarihin akışına yön verir, zamana şerh düşer. Çanakkale destanı da tarihin dönüm noktalarından biridir. Millî his ve heyecanımızın önde gelen şairlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, bu gerçeği “Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın/ Gâlip et çünkü
bu son ordusudur İslâm’ın…” mısralarıyla özetler. Gerçekten Çanakkale, bir ırkın, bir kabilenin ya da
bir milletin savaşı değil; bütün âlem-i İslam’ın varlık mücadelesi, İslam’ın yüksek hakikatlerinin ve yüce
değerlerinin insanlıkla buluşmasına engel olmak isteyen bir zihniyete karşı duruşun ifadesidir. Yüksek
değerlere ve mukaddesata yönelen saldırıya karşı İslam’ın izzetini koruma ve sahip çıkma azmidir.
Günden güne güçlenen, güçlendikçe önündeki mazlumları hiçe sayan, yok eden, birini bitirmeden öbürünü sömürme uğraşına giren bir zihniyet, Anadolu’nun kapısına kadar gelmiş, Çanakkale Boğazına
kimsenin yenemez dedikleri “Birleşik Filo”larını, teknik güçlerini yığarak söndürülemeyeceğini sandıkları bir ateş yakmıştır. Merhum Mehmet Akif’in ifade ettiği gibi kimler katılmamıştı ki bu savaşa; “Eski
dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer/ Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” Vatan sevgisini bir iman göstergesi olarak gören milletimiz, yakılan bu ateşi söndürmek için yan yana, omuz omuza
aynı gaye ve aynı heyecanla birlikte savaşmıştır Çanakkale’de. Atalarımız o mahşerde, sen-ben ayırımı
yapmadan bir ve beraber olup aynı idealler uğruna bir büyük destanı birlikte yazmışlardır. Bu milletin
evlatlarının, Çanakkale’de siperlerde hep birlikte saf tutması ve bu topraklar için toprağa düşüp yan
yana yatması çok ibretlik bir derstir aslında. Çanakkale bu açıdan bakıldığında, milletimizin; topyekûn
aynı hedefe nasıl koştuğunu, bugün de aramıza sokulmak istenen fitne ve ayrılık tohumlarına karşı nasıl
bir kardeşlik sergilediğini göstermesi açısından da en güzel örnektir. Atalarımızın Çanakkale’de verdiği
bu mücadele, tarihin unutulmaz sayfaları arasındaki yerini almıştır. Aradan geçen bir asırlık zamana
rağmen, bugün de Çanakkale’den alınması gereken pek çok mesaj, okunmayı ve ibret alınmayı beklemektedir.
Bu sayıda, yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Çanakkale zaferini ele aldık. Halide Alptekin, “Çanakkale’de
Kader Birliği Eden Ümmet” makalesi ile Çanakkale’deki ümmet bilincini ele aldı. Yavuz Bahadıroğlu,
“Hasta Adamın Diriliş Cehdi: Çanakkale” isimli yazısıyla o dönemin tarihî arka planını anlattı. Ahmet
Çapku, “Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır” adlı makalesi ile Çanakkale’yi Çanakkale yapan manevi
atmosferi bizimle paylaştı. Ahmet Yurttakal, “Düşman Askerinin Gözüyle Müslüman Neferleri” başlıklı makalesiyle, düşman askerlerinin gözüyle Müslüman neferlerinin insani hasletlerini paylaştı. Vehbi
Vakkasoğlu, “Hatıralarla Çanakkale” makalesinde hatıralardan bir demet yaparak, bu zaferin meydana
gelmesine katkı sağlayan isimsiz kahramanları ve onların hikâyelerini gözler önüne serdi. Ayrıca Lamia
Levent’in Mehmet Niyazi ile Çanakkale’nin 100. yıl dönümü münasebeti ile yapmış olduğu söyleşiyi de
beğeniyle okuyacaksınız.
Toplumların, geçmişteki tecrübelerini gelecek kuşaklara aktardıkları müddetçe güçlü olacakları tartışılmaz bir gerçektir. Bu açıdan Çanakkale’yi günümüze ışık tutan yönleriyle anlayabilmek oldukça önemlidir. Unutmayalım ki ecdat, Çanakkale’de din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmadan; yanındaki din
kardeşini ötekileştirmeden düşmanla mücadele etmiştir. Millet olarak bugün elde ettiğimiz kazanımlar,
Çanakkale gibi büyük muharebe ve iman imtihanlarının ardından gelmiştir. Çanakkale ruhunun anlaşılmasına ve yeniden inkişafına bir nebze olsun katkı sağlaması temennisiyle sizleri kıymetli yazarlarımızla
baş başa bırakırken başta Çanakkale olmak üzere ülkemiz için feda-i can eden bütün aziz şehitlerimizi
minnet ve rahmetle anıyor, gazilerimize sağlık ve afiyet diliyoruz.
Gelecek sayıda buluşmak duası ile.
lman
a
S
l
e
s
k
ü
Y
D r.
291
6
Çanakkale’de Kader Birliği Eden Ümmet
Halide ALPTEKİN
12
Hasta Adam’ın Diriliş Cehdi: Çanakkale
16
Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır
20
Düşman Askerlerin Gözüyle Müslüman
Neferleri
24
Hatıralarla Çanakkale
28
Çanakkale Üzerine Mehmet Niyazi ile
Söyleşi
32
Helal Dairede Kalmak: Hududullah
35
Merhameti Kuşanmak
38
Şiirleri Kuşanan Şehirler
05
Yavuz BAHADIROĞLU
Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÇAPKU
6
Ahmet YURTTAKAL
Vehbi VAKKASOĞLU
Dr. Lamia LEVENT
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Dr. Lamia LEVENT
Mahmut BIYIKLI
Diyanet İşleri Başkanlığı
Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
2 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Dr. Lamia LEVENT
İbrahim ARPACI
[email protected]
50
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Görsel Sorumlu
Burhan ÇİMEN
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv.
No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara
Tel : 0312 295 86 61
Faks: 0312 295 61 92
[email protected]
60
64
44
40
42
44
47
50
Kur’an’ı, Tabiatı ve Tarihi Anlamak
Şiirin Millî Mücadele İdrakinde Çanakkale
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şamil BAŞ
Rüzgârla Gelen
Abdulbaki İŞCAN
66
Bir Varmış Bir Yokmuş...
68
İnsanlık Nasıl Yok Edildi?
72
Örneksiz Modelsiz Yaratan el-Bâri
74
76
79
Dr. Şerife Nihal ZEYBEK
Dr. Erdal KILIÇ
Fatma BAYRAM
Abdurrahman Gürses Hocaefendi
Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU
Bunu Konuşalım: Emine Eroğlu ile Söyleşi
İbrahim ARPACI
Çanakkale Unutulmasın
M. Kâmil YAYKAN
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Tevekkül.... Kuşlar Gibi...
Rukiye AYDOĞDU
Yakın Tarihten Silinmez Bir İz: Mahir İz
Kâmil BÜYÜKER
Sesini Değil Sözünü Yükselt!
Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN
Çanakkale Muharebelerinde Din Görevlileri
Yrd. Doç. Dr. Abdullah AKIN
54
İnsanlığın En Eski Bayramı Nevruz
57
Bir Şehidin Yarım Kalan Günlüğü
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR
Abone İşleri
Tel : 0312 295 71 96-94
Faks : 0312 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurtiçi yıllık: 60.00 TL
Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB Ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
57
76
Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi
IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi
sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir.
Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri
Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725
Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Basım Tarihi: 27/02/2015 ISSN-1300-8471
B A Ş M A K A L E
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Çanakkale’nin Anlattığı Savaş Ahlakı
İNSANIN en acı tecrübelerinden, insanlığın en ağır imtihan alanlarından birisi savaştır.
Rabbimiz yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdiğinde meleklerin, “Biz, seni, şanına yakışmayan her türlü şeyden uzak tutarak övgü ile anıp dururken, sen orada bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”(Bakara, 2/30.) demesi, belki de insanı savaş
ile birlikte anan ilk ifadelerdir. Sonrasında insanlığın ilk ailesinde dökülen kan, yeryüzünde
çatışmanın ve savaşın öngörüden öte bir gerçeklik olduğunu göstermiştir.
Dünyanın şahit olduğu bu ilk çatışma tablosunda, hak ile batıl arasındaki mücadelenin de
sürüp gideceğine dair işaretler vardır. Nitekim Hz. Âdem’in bir oğlu, “Andolsun! Sen beni
öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim.
Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” diyerek erdemi kuşanırken, diğeri katil olmuş (Maide, 5/28-30.) ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ifadesiyle kıyamete kadar aynı suçu
işleyen herkesin günahına ortak olmayı hak etmiştir. (Buhari, Ehadisü’l-Enbiya, 1.) Şu hâlde
savaş, beraberinde taşıdığı bütün acılara, zulümlere, sıkıntılara rağmen var olmuştur ve son
güne kadar var olacaktır.
Savaşın dünyanın kaderine işlemiş bir gerçek olması, Yüce Yaratıcı’nın muradına uygun bir
çözüm yolu olduğu anlamına gelmemektedir. Bir ismi de “es-Selam” yani “barış ve esenlik
kaynağı” olan Rabbimizin insana öğütlediği yol, uzlaşı ve güzellikle anlaşma yoludur. O
(c.c.), Kitab-ı Keriminde, “Ey İman edenler! Topluca barışa girin.” (Bakara, 2/208.) buyurur
ve insanlığa gönderdiği son dinin ismi de “İslam” yani barış, güvenlik, emniyet ve esenlik
dinidir. Bütün varlığıyla bu dine teslim olan Müslüman, barışa adanmakla önce kendi iç
dünyasında huzur ve sükûna kavuşan, sonra da bu huzuru dış dünyasına taşımayı amaç
edinen kimse demektir. Hayatı bütünüyle kuşatan bu barış çabasının son durağı ise “daru’sselam” yani “barış yurdu” olan cennettir.
Kur’an’da “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de buna yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O
işitendir, bilendir.” buyrulur. (Enfal, 8/61.) Peygamber Efendimizin öğüdü de bu yöndedir:
“Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin. Allah’tan afiyet isteyin.” (Buhari, Temenni, 8.) Savaş arzu
edilmemesi gereken bir durumdur. Müslüman, Rasul-i Ekrem’in Veda Hutbesi’nde dile getirdiği, “insanların mallarının, canlarının, ırzlarının (şeref ve namuslarının) dokunulmazlığı,
her türlü tecavüzden korunmuşluğu” ilkesine riayet etmekle ve daima barıştan yana tavır
takınmakla mükelleftir. Onu savaşa zorlayan, ancak söz konusu dokunulmazlıkların ihlal
edildiği ve bu ihlale karşı verilen sabırlı, sağduyulu, soğukkanlı tepkilerin işe yaramadığı
noktadır. İnsan onuru yerle bir edilmişse, mukaddes değerler çiğnenmişse, din, vicdan ve
yaşama özgürlüğü hiçe sayılmışsa, masumların yurt ve yuvalarına tasallutta bulunulmuşsa,
barış çağrılarına karşılık verilmemişse işte o zaman bozulan dengeleri düzeltmek, adaleti
temin ve barış ortamını yeniden tesis etmek için Müslüman’a savaş izni verilmiştir. O zaman
savaş meydanından kaçması suç olan Müslüman, ölürse şehit, kalırsa gazidir.
Savaş kaçınılmaz olduğunda, Müslüman için hırsını rehber, hıncını yoldaş edinip dilediğince hareket etme ve bir şiddet makinesine dönüşme izni yoktur. Anlaşmalara ihanet etmesi,
sığınma talebini reddetmesi, kendisine önceden güvence verilmiş bir insana ya da topluluğa
saldırması, Müslüman kardeşine kılıç çekmesi, esire eziyet etmesi yasaktır. Rahmet peygamberinin savaşa çıkan müminlere uyarıları şöyledir: Allah’tan sakınarak aşırı gitmeyecekler;
işkenceden ve intikamdan uzak duracaklar; yaşlı, kadın, çocuk ve din adamlarına dokunmayacaklar, ağaçları kesmeyeceklerdir. (Müslim, Cihad ve Siyer, 138.) Kısacası savaşın da bir
sınırı, savaşmanın da bir ahlakı vardır.
İşte Çanakkale, Müslüman bir milletin değerlerine yapılan insafsız saldırıya karşı onurunu
ve vatanını korumak üzere yola çıkan, barut kokusu altında bile erdemli olmanın ne anlama
geldiğini tarihe silinmez harflerle yazan bir ordunun destanıdır. Emsali nadir bir zaferle düşman ordularını bozguna uğratırken, iman dolu göğüslerini hayâsız bir akına siper ederken o
güne kadar aldıkları ahlak eğitimini, görgüsünü ve kültürünü bir kenara bırakmayan gençlerin destanıdır. Allah yolunda, din, iman, millet, vatan, bayrak, hak, adalet uğrunda savaşırken, izzet ve şerefini korurken, erdem ve faziletini de ayakta tutan kahramanların destanıdır.
Çanakkale bir vatanın var oluş mücadelesi olduğu hâlde, nizami bir ordunun disiplinine
sahip olmayan askerlerimizin her biri kendi memleketlerinde aldıkları ahlak terbiyesi gereği savaşa zulüm karıştırmamış, “harpte her yol mubah” dememiştir. Bedr’in aslanları gibi,
onlar da saygı, merhamet, insaf ve ihsan gibi vasıflarını bu kesif savaş meydanına taşımıştır.
Kimi yaralı düşman subayını sırtına alıp Anzak siperlerine kadar taşıyarak tedavi edilmesini sağlayan, kimiyse kurşun yağmuru altında paltosuna sarıp koluna girdiği yaralıyı Türk
saflarına getiren, kırbalarındaki suyu paylaşan, dinî bayramlarında ateşi kesen, çay ve ayran
ikramlarıyla Anzak askerlerinin gönlünü fetheden Mehmetçiklerimiz, savaşta bile insanlığın
ölmediğini dünyaya ilan etmişlerdir.
Bugün gücü ilahlaştıran ve kıtalara zulüm kusan zihniyet, yeryüzünü insafsızca tahrip ederken Çanakkale’nin merhametinden ne kadar da uzaktır! Savaş zaten yıkıp yok ederken
ona bir de hukuk ve ahlak tanımama eklenince ortaya çıkan manzara son derece hazindir. Hiroşima’dan başlayan orantısız güç denemeleri, kan gölüne dönen coğrafyalar, kadın,
çocuk, yaşlı demeden milyonlarca masumu yurdundan eden saldırılar, kimyasal silahlar,
işkence ve tecavüzler, toplu katliamlar, camilere, okullara, hastanelere yağan bombalar insanlığa savaştan çok daha ağır bedeller ödetmektedir. Savaş denilince anlaşmazlıklar için
hâl çaresi aramak yerine, her türlü haksızlığı ve gayrimeşruluğu caiz görmenin akla geldiği
günümüzde, Çanakkale’den alınacak derin bir ahlak dersi olduğu muhakkaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiştir. Bollukta olduğu kadar darlıkta da, dosta karşı olduğu kadar düşmana karşı da, sadece iyi günde değil
kötü günde de ahlaklı davranmak, onun sünnetidir. İman ve ibadetin dünyadaki gayesi
ahlaklı birey, ahlaklı toplum oluşturmaktır. Güç, ahlakın kaynağı değildir. Ahlakın değerine
inanmayan güç, iyilik, erdem ve fazilet üretemez. Modern dünyanın en büyük sorunlarından birisi gücün, ahlaka teslim olmamasıdır. Savaş tam anlamıyla bir güç gösterisidir ve
ahlaktan ayrı düşünüldüğünde bir zulüm aracına dönüşmesi kaçınılmazdır. Allah’ın rızasını
ve merhamete çağrısını dikkate almayan zihinler, paslı kalpler, nasırlaşmış vicdanlar, lekelenmiş gönüller savaşa girmişse, basiret ve fazilet ummak imkânsız hâle gelecektir. Savaş
toprak kazanmaktan önce gönül kazanmayı amaçlıyorsa; kin, intikam ve ganimet için değil,
huzur, barış ve adalet için yapılıyorsa; her türlü ayrımcılığın, baskının, fesadın ve fitnenin
dirilmesine değil ortadan kalkmasına hizmet ediyorsa; dayanışmanın, özgürlüğün, ahlakın
ve hukukun tesis edilmesini sağlıyorsa, işte o zaman insanidir. O zaman adı Çanakkale’dir!
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
5
G Ü N D E M
ÇANAKKALE’DE KADER BİRLİĞİ EDEN
ÜMMET
Halide ALPTEKİN
......
6 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Vatanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi,
aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi.
Son Askerine Kadar
Şehit Olan 57. Alay
ÇANAKKALE, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran Birinci Dünya Savaşı içinde
kazandığımız tek zaferdir. 18
Mart deniz savaşı ve kara savaşları şeklinde iki ayrı kategoride
mütalaa edilebilir. 18 Mart deniz
savaşı bir gün sürmüş ve başarıyla sonuçlanmıştı. İki yüz yıldır
yenilgi yüzü görmemiş, üzerinde
güneş batmayan imparatorluğa
mensup İngiliz donanması, o dev
armada ve yanındakiler çok zayiat vererek kaçarcasına Çanakkale sularını terk etmişlerdi.
Merhum Akif’in ifade ettiği gibi
kimler katılmamıştı ki bu savaşa;
“Eski dünya, yeni dünya bütün
akvam-ı beşer / Kaynıyor kum
gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.” İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Senegal, Hindistan, Cezayir, İskoçya, İrlanda,
Kanada, Sudan, Somali, Rusya,
İsveç, Danimarka, Finlandiya’ya
mensup askerlerden müteşekkil
bir ordu...
Dünyayı kasıp kavuracağı tahmin edilen bu ateş çemberinin
kıvılcımlarından en az hasar ve
kayıpla çıkmak için 23 Kasım
1914’te padişah iradesiyle cihadı ekber ilan edildi. Bu fetva, hem
Osmanlı hem İtilaf devletleri idaresindeki Müslümanlara bir davetti. Fetvaya göre bu savaşta,
hükûmet-i İslamiye denilen Osmanlı Devleti’nin müttefikleriyle aynı safta savaşmak farz-ı ayn,
onlara karşı savaşmak ise haramı kat’i idi. İtilaf devletleri sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar,
kendileri ve aileleri ölümle tehdit
edilseler dahi İslam hükûmetiyle
savaşmaktan geri durmalıydılar. Yani, sömürgesi altında yaşadığınız devletin safında askerliği kabul etmeyin, hatırlatması yapılıyordu. O günün ulaşım
imkânları bu haberin kısa zamanda ilgili yerlere ulaştırılmasını zorlaştırıyordu.
Osmanlı’ya karşı savaşanlar da
boş durmuyor, sömürgelerinde-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
7
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
G Ü N D E M
Çanakkale Savaşına
Giden Askerler
ki din adamlarına karşı fetvalar
yayınlatıyor, Müslümanların Osmanlı Devleti’nin yanında savaşmalarını engellemek istiyorlardı.
Bu cihat çağrısına cevap verenler; “Vatan sevgisi imandandır.”
hadis-i şerifinin ulviliğine inanmışlar ve vatanın yüz otuz iki ayrı yerinden koşup gelmişlerdi.
Musul, Adana, Üsküp, Erzurum,
Van, Bağdat, Bursa, Selanik, Diyarbakır, Yemen, Pakistan, Mekke...
Bu çağrıya cevap verenlerin karşı taraftaki askerlerden bir farkı
vardı. Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münkere riayet ediyorlardı. İyiliği emreden kötülükten
men eden bir ümmet oldukları
için farklıydılar. Âlemlerin Rabbi tarafından Kur’an-ı Kerim’de
“En hayırlı ve en üstün, en den-
8 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Analar Çanakkale
savaşında cepheye
evladını dua
ile uğurluyor,
askerin cebinde
ayet-i kerimeler
var. Toplar
namluya tekbirle
dolduruluyor,
abdestsiz
gezilmiyor,
bilenler Kur’anı Kerim okuyor,
bilmeyenler
kelime-i şehadet
getiriyor.
geli, insanlık için gönderilmiş,
hakkın şahidi olan, hakkı ayakta tutan bir ümmet olarak vasıflandırılmış bir ümmettir. Çünkü bu ümmet belli bir topluma,
bir millete bir ırka değil, bütün
insanlığa gönderilmiş son peygamberin ümmetidir. Dünyada
da ahirette de şahit ümmet olma
müjdesi almış bir ümmettir.” (Bakara, 2/143.) Bu ümmetin sorumluluğu hakkın ayakta tutulmasını
sağlamaktır. Kilometrelerce yolu
göze alanlar, asırlardır hakkı ayakta tutmak için çaba sarf eden
hükûmet-i İslam’ın imdadına koşuyordu. Merhum Akif’in ikazını
âdeta işitmişlerdi:
“Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan,
Kaldırın ayrılık esbabını aradan!”
G Ü N D E M
Müslüman Müslüman’ın acısına, derdine bigâne kalamaz, ikazı çerçevesinde maneviyatlarının doruk noktası hanesine bu
gazayı kazımışlardı. Hissiz olmadıklarını göstermiş, bu ümmetin aynı vasıfları muhafaza ettiği
müddetçe ebediyete kadar yaşayabileceğini ispatlamışlardı.
“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış,
Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.” (Mehmet Âkif Ersoy)
Milletlerin muhafaza etmeleri gereken en önemli vasıfları maneviyatlarıdır. Zira maneviyattan
yoksun olan kişiler yaşayan ölülerdir. Tıp fakültelerinde öğrencilere insan tarif edilirken, daha
ilk derste; “İnsan psiko, biosos-
yal bir valıktır.” denilir. Doğrudur, efradını cami, ağyarını mani bir tariftir. Psiko yönü sağlam,
kuvvetli insanın biyolojik yönü hastalansa dahi sahip olduğu
moral güç onu yenebilir. İnanç
manzumesi içine dâhil edeceğimiz manevi tarafımız iyileşme
sürecini hızlandırır. Ruhsal yönü, maneviyatları sağlam insanların meydana getirdiği milletler
de o ölçüde kavidir, yenilmezdir.
Bunun aksi durumunda tarihin
çöplüğünde yerlerini alırlar. İşte, Çanakkale de psiko yönü sağlam, Çanakkale ruhlu gençlerin
haklı zaferi ve başarısıdır. Savaş
bittikten sonra İngiliz Donanma Bakanı Churcill’e sormuşlar:
“Karnı aç, silahları güçsüz, cephaneleri yetersiz, çıplak, zayıf bir
orduyu nasıl oldu da yenemediniz?” Verdiği cevap insanın psiko
yanının ne kadar önemli olduğunun ispatıdır: “Ben bu milletin
savaşma gücüne hayran kaldım.
Ne ayaz ne ilikleri donduran soğuk, ne açlık ne silahsızlık onları etkilemiyor. Biz Çanakkale’de
Türklerle değil, Tanrı’yla savaştık!”
Bu düşünceyi ispatlayan en önemli cümleyi Osmanlı’nın resmî
tarihçisi Bursalı Binbaşı Nihat Bey
söylemiştir: “Çanakkale maneviyatların çarpışmasıdır. Bunun aksini
söylemek cinnetle eşdeğerdir!” Zira
maneviyatı kuvvetli, imanı sağlam
olan her zaman kazanmıştır.
Analar Çanakkale savaşında cepheye evladını dua ile uğurluyor,
askerin cebinde ayet-i kerimeler
var. Toplar namluya tekbirle dolduruluyor, abdestsiz gezilmiyor,
bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor,
Gelibolu’ya Çıkarma
Yapan İngiliz Askerleri
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
9
G Ü N D E M
bilmeyenler kelime-i şehadet getiriyor. “Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i İmran, 3/13.)
ayet-i celilesi bu savaşta tam anlamıyla tecelli ediyor.
Onlar; Selanik’ten, Bağdat’tan,
Üsküp’ten, Mekke’den, Pakistandan, Şam’dan yalın ayak başı açık yollara düşenler, İslam dinine
ait prensipleri ruhlarına indirgemiş, âdeta ikinci bir fıtrat kazanmış, istikrarlı, huzurlu, dingin karakterli, kısaca edepliydi,
sözün özü İslam terbiyesi almış
Müslümanlardı. Hadis-i şerifte
de, “Din güzel ahlaktır!” buyrulmuyor muydu? Ömürleri boyunca davranışlarını, yaptıkları her
işi, mükâfatını Cenab-ı Allah’tan
bekleyerek yapmışlardı. “Ben size şah damarınızdan yakınım!”
(Kaf, 50/16.) ayetini içlerine sindirmişlerdi. Bu da edepli olmanın, güzel ahlaklı olmanın başka
bir gereği idi. Hz. Muhammed’i
(s.a.s.) rehber olarak aldıkları, sıkıntılara sabırla hamt e-
derek katlandıkları için zaferle
mükâfatlandırılmışlardı. Aştıkları kilometrelerin her adımı bunu ispatlıyordu. Savaş esnasında Başkumandan Vekili Enver
Paşa’dan gelen “Bir zeytin tanesi üç lokmaya katık edilecektir.”
emrine itaat etmişler; yemek listelerindeki, sabah yok, öğle 500
gram ekmek, üzüm hoşafı, akşam yok sıralamasına razı olmuşlardı. Çünkü ulü’l-emre itaat etmenin farz olduğunu biliyorlardı.
Altı asırlık ömründe devletin en
geniş sınırlarını dört yüz yıl elinde tutan, gerileme dönemi dediğimiz iki yüz yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen,
yıkılış dönemi olan yirminci yüzyıl başlarına kadar gücünü muhafaza eden Osmanlı Devleti’nin
bu varlığı sadece askerî güçle açıklanamaz. Onun cihan devleti
unvanı almasına, bağlı bulunduğu manevi değerler sebep olmuştur. Zira Osmanlı İslam ahlakının en güzel timsali olmuş, bu da
onları küçük bir beylikten üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti hâline getirmiştir. On beş dilin
konuşulduğu, üç ayrı dine mensup insanların yaşadığı bu coğrafyada adalet, hoşgörü ve güzel
ahlak hâkimdi.
Savaşta dahi namazlarını, oruçlarını terk etmediler. Bu konuda indirilmiş ayet-i kerimeye riayet ettiler. “Savaşta müminler
arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan
bir kısmı seninle birlikte namaza
dursunlar, silahlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten
sonra geri çekilip düşmana karşı
dursunlar ve yerlerine henüz namaza durmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silahlarını yanlarına
alarak seninle beraber namaz kılsınlar.” (Nisa, 4/102.)
18 Mart Deniz Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayan
Rumeli Mecidiyesini ve Havranlı
Seyit Onbaşı’yı adımız gibi ezbe-
Yaralı Türk Askerleri
10 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
G Ü N D E M
Anafartalar Grup Komutanı
Mustafa Kemal Muharebe
Arkadaşlarıyla (1915)
re biliriz. Koca Seyit’in Kumandanı Yüzbaşı Hilmi Bey taarruzdan önce askerlerine özetle şu
konuşmayı yapıyor:
“Bu ulvi vazifede bulunmamız
kendi liyakat ve iktidarımızla değil ancak Cenab-ı Hakk’ın bir özel lütfu iledir. Şu tabyaya sahip
olmakla dünyanın en bahtiyar adamlarından birisi olduğunuzu
bilmenizi isterim. Şimdiye kadar
batarya başında bulunmamız vatan, vatan evladı ve İslamiyet’e
karşı her zaman kendileri için canımızı fedaya hazır olduğumuzu
taahhütten başka bir şey değildir.
İşte o gün geldi, hepimiz birlikte
ahit ve yemin edelim.” O, askerlerini şöyle tanımlıyor: “Bütün
erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek gerekiyordu. Daha evvel de bildirdiğim gibi bölükte namaz kılmayan yoktu. Devamlı telkinlerim
neticesi dinî hisleri olgunlaştı.
Bugünden itibaren daima abdestli bulunulacak ve harbe abdestli
olarak başlanacak. Topların dolması için verilecek kumanda ile
her topun sağındaki bir er nöbete
çıkacak. Bu suretle dört er tarafından ezan-ı Muhammedi okunacak. Birinci doldurma işi yapılacak. Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden olanlar
kendilerine lüzum hasıl oluncaya kadar yüksek sesle tekbir alacaklar, bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Ateş aralarında ise bütün batarya sesli olarak tekbire
katılacak. Kimse yaralı ve şehitlerle ilgilenmeyecek, ben ölürsem üzerime basıp geçin. Yaralanırsam yine önem vermeyin. Ben
de size böyle davranacağım. Şehit ve yaralıların yerine geçecekler tayin edilmiştir.”
Vatanın doğusundan batısına,
kuzeyinden güneyine kadar cepheye koşan vatan evladının, hepsinin gayesi birdi. Onları birleştiren, aynı safta toplayan güç, sığındıkları şemsiye İslam dini idi,
aynı peygamberin ümmeti olmalarıydı, Müslüman kimlikleriydi.
Bu kuvvetli çimento hepsini bir
potada eritmeye, kaynaştırmaya
yeten hâkim güçtü.
Düşmanları dahi olsa muhtaca yardım etmekten imtina et-
meyen, mermi sağanakları altında düşmanını sırtlayıp emin bir
yere ulaştıran ve kendi gömleklerini yırtıp düşmanının yarasını saran bu kahramanlar tüm
dünyaya bir insanlık dersi verdiler. Çünkü şehit de olsalar yüce Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkamayacaklarını biliyorlardı.
Yelpazeleriyle yaralı düşman askerlerinin sineklerini kovuyorlardı, çok az olan ekmeklerini
onlarla paylaşıyorlardı. İlaç kıtlığında bulaşıcı hastalıklara karşı onları aşılıyorlardı.
“Bir millet güzel ahlak ve meziyetlerini değiştirmedikçe, Allah
da onlara verdiği nimeti, güzel
durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53.)
Sözün özü; güzel ahlak ve meziyetle taçlanmış olan İslam dinine
sadakatleri yüzünden cansiperane savaşmışlardı. Cenab-ı Hak da
onları muzaffer kıldı, kimi şehadet mertebesine erişti, kimi gazi oldu. Bu destanı da dostları
ve düşmanları unutmadı, insanlık yaşadıkça da unutamayacaktır vesselam!
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
11
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
Müstahkem Mevki Komutanı
Mirliva Cevat (Çobanlı) Paşa
HASTA ADAM’IN DİRİLİŞ CEHDİ
ÇANAKKALE
Yavuz BAHADIROĞLU
ETRAFINDA ihtilafsız ittifak edebileceğimiz ortak değerleri öne çıkarmamızı gerektiren günler
yaşıyoruz…
Tarih ortak değerlerimizden biridir…
Özellikle Çanakkale Zaferi, yakın
tarih içindeki yeri bakımından
son derece anlamlıdır.
Anlamlıdır, çünkü “Osmanlı bitti, bir daha dirilemeyecek şekilde
yere serildi” denilen bir zamanda
kazanılmıştır.
Mahiyeti itibarıyla bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik bera-
12 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
berlik sembolüdür. Bu itibarla
Çanakkale mücadelesini kazanan
ruhu keşfetmeye ve kavramaya
muhtacız.
Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi,
Avrupa’nın “Hasta Adam” damgasını vurduğu bir milletin varlık
mücadelesidir. Mücadele kaybedilseydi her şey biter, o moral çöküntüsü içinde İstiklal Savaşı bile
verilemezdi. Ama kazanıldı. Tarihin yolu ve yönü değişti.
Bir millet ateşle imtihan olundu
Çanakkale’de, tarihle hesaplaştı ve kendi varoluş tarihini yeniden yazdı.
Oysa yıllarca savaşmaktan yorgundu. İmparatorluğun geniş
coğrafyası içinde on yedi yıl aralıksız savaşmış, Trablusgarp’tan
Balkanlar’a kadar tüm vatan sathını kanıyla âdeta sulamış, başta
insan kaynakları olmak üzere hemen hemen tüm kaynaklarını tüketmişti.
17 yıl aralıksız savaş
Yıl 1897...
Cephe Dömeke: Paçamıza salınan Yunan ordusuyla hesaplaşıyoruz...
Hemen arkasından ise Makedon-
G Ü N D E M
ya’da varlık mücadelesi veriyoruz… Yıl 1911…
Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı
(Libya) koparmak isteyen İtalya ile savaşıyoruz… Yıl 1912-13…
Birinci ve İkinci Balkan savaşları: Karşımızda Rusya’nın kışkırtıp desteklediği Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ: Yeni bir Haçlı
Ordusu… Anadolu’nun tertemiz
gençleri Balkan topraklarında kalırken, İstanbul’a ve yakın kentlere Balkanlardan müthiş bir “dindaş/soydaş” akını başlıyor…
İmparatorluğun sınırları ise
Edirne’de çiziliyor...
Yıl 1914...
Bu kez cephe bütün vatan… Yine
kan, barut, ateş... Ateşin ortasında yine biz...
Üstelik
İmparatorluğumuzun
merkezi kendi içine kapanmış,
politikacılar iktidardan pay kapmaya çalışırken, Allahüekber
Dağları’ndaki buz cehennemi
binlerce vatan evladını yutmuştur.
On yedi yıl aralıksız savaşan bir
milletin önce insan kaynakları,
ardından para kaynakları, nihayet silah kaynakları tükenir: En
tükenmiş anınızda ise en güçlü
donanma ile son darbeyi vurmaya gelirler…
Çanakkale savaşlarının özü de özeti de budur…
Önemi ise, yokluktan varlık çıkarılabilmesi, “Çanakkale geçilmez”
hükmünü dünya tarihinin alnına
vurabilmesidir.
Dünyanın en yorgun milletinin,
dünyanın en iyi ordularının karşısında tutunabilmesi, gerçekten
de analize muhtaç bir durumdur
ve geleceğimiz açısından büyük
bir umuttur.
Orantısız güç
12 büyük zırhlı, 18 muhrip, 13
torpido gemisi, 7 tarama gemisi,
küçük çaplı gemiler, 24 denizaltı, 42 uçak ve 500 bin asker (bu
konuda muhtelif rakamlar var)…
İtilaf donanması, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize…
Bizim elimizde ise çoğu eski, eski
olduğu için de ateş gücü son derece düşük 150 top var…
Atılabilen mermi sayısı sadece
370…
Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü
verilmesinden ibaret…
İngilizler zaferden emindir. Bu
emniyet ve gurur içinde, İngiliz
Donanması Kurmay Başkanı Sör
Roger Keyes, 13 Kasım 1915 tarihinde hatıra defterine şu notu
düşüyor:
“Bahriye Nazırımız, Churchill’in
enerjik idaresi altında dev adımlarla ilerliyoruz. Çanakkale
Boğazı’nı mutlaka geçeceğiz!”
İngiltere’nin müttefiki Fransızlar
da aynı rüyayı görüyorlar. Fransız Savaş Filosu Komutanı Amiral
Guepratte (Emile Paul Guepratte)
seyir defterine şu notu düşüyor:
“Müttefik donanmasının Çanakkale’yi geçeceğine hiç şüphem
yok. Bu bir prestij meselesidir.
Bütün mesele İstanbul’a ilk girme şerefinin kime ait olacağıdır:
İngiltere’nin mi, Fransa’nın mı?”
Ve Churchill, donanmayı Çanakkale’ye gönderdiği andan itibaren
yaptığı bütün konuşmalarda aynı
hayali seslendiriyor:
“Çanakkale mutlaka geçilmelidir, geçilecektir! Osmanlı Devle-
ti mutlaka bertaraf edilmelidir, edilecektir!”
Bu amaçla son büyük saldırısını
gerçekleştirmek için hazırlanıyor.
Aynı günlerde Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat (Çobanlı) Bey,
subaylarını toplamış, şöyle konuşuyor:
“Silah arkadaşlarım! Biz, düşmanın toplarına ve zırhlılarına karşı
imanımızla çıkacağız. Şarapnellere ve mermilere göğsümüzü siper edeceğiz. Ve bütün dünyaya
Çanakkale geçilmez sözünü bir
darb-ı mesel gibi söyleteceğiz.”
Kısacası bu savaş, “Çanakkale’yi
geçirtmeyeceğiz, ezanımızı susturmalarına, bayrağımızı indirmelerine izin vermeyeceğiz” diyenlerle “Çanakkale’yi mutlaka
geçeceğiz” diyenlerin savaşıdır...
Birlik ve bütünlüğümüzün adresi
Aynı tarihte Avrupa bayram yeri
gibidir...
Başkentler süslenmiş, tarihî kiliseler silinip süpürülerek zafer ayinine hazırlanmıştır.
Nihayet 18 Mart...
Mehmet Âkif’in, “Kimi Hindu,
kimi yamyam, kimi bilmem ne
bela” dediği kuvvetler, denizden saldırıya kalkıyor. Çanakkale
sırtları denizden, havadan ve karadan atılan bombalarla bir anda
cehenneme dönüyor... Bu saldırılar bir kısmı çocuk yaşta, bir kısmı yedek subay on binlerce şehide mal olacaktır, ama Çanakkale
geçilemeyecektir.
Saldırganların adı “düşman”dır,
savunanların ise “kardeş”! Saldırgan “Kimi Hindu, kimi yamyam,
kimi bilmem ne bela” savunmacıların kimi Türk, kimi Kürt, ki-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
13
G Ü N D E M
mi Laz, kimi Çerkes, kimi Arnavut…
Hepsi yekvücut. Zaten İngiliz
gülleleri adres sormuyor…
Çanakkale sırtlarında, ezan minarelerde sönmesin, bayrak direkten inmesin, Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’una düşman çizmesi değmesin kararlılığı içinde, namusunu savunur
gibi vatanını savunan Mehmetçikleri hedef alıyor… Saldırganlar, savunmacıların etnik kökenine bakmadan Türk’ün, Kürt’ün,
Laz’ın, Çerkes’in, Arnavut’un iman dolu göğsünü hedef alıyorlar… Öte yandan Türkle Kürt aynı değerler etrafında kenetlenip
aynı amaçlar uğruna şehit oluyorlar ve koyun koyuna aynı mezarda ebediyeti yaşıyorlar. Kısacası
Çanakkale Zaferi her şeyden önce birlik ve bütünlüğümüzün adresidir!
Nasıl insanlardı?
Şimdi Çanakkale zaferini tarihe
yazan insanın imanına, yapısına,
karakterine biraz yakından bakalım... Bakalım, çünkü sorunlarımızın temelinde Çanakkale insanını, o ebedî abideyi kaybetmiş
olmak yatıyor. Öncelikle belirteyim ki, o insanlar Allah’a yakın
insanlardı… Cephede, bombalar
altında namaz kılacak kadar yakın… Savaşırken, oruç tutacak
kadar yakın… Her mermiyi besmele eşliğinde gönderecek kadar
yakın.
Nusret Mayın Gemisi’nin sahile
paralel olarak Karanlık Liman’a
döktüğü yirmi altı yerli mayının
tamamının patladığı ve düşman
zırhlılarına büyük zararlar verdiği, Müstahkem Mevki Komutanı
Cevat Bey’e (sonra paşa oldu) bil-
14 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Çanakkale, mahiyeti
itibarıyla bir diriliş
cehdi, aynı zamanda
da birlik beraberlik
sembolüdür. Bu
itibarla Çanakkale
mücadelesini kazanan
ruhu keşfetmeye ve
kavramaya muhtacız.
dirildiğinde gülümsemiş, “O mayınları yapan Çanakkaleli ustalar,
belli ki kara baruta bir miktar da
besmele katmışlar.” demişti. Anadolu insanını çok iyi tanıyordu.
“Niçin savaşıyorsun?”
Bilindiği gibi Birinci Dünya
Savaşı’nda Almanlarla beraberdik…
Çanakkale cephesini savunan Beşinci Ordu’nun komutanı ise Alman Mareşal Otto Liman Von
Sanders’ti… Sanders, bir gün
cepheyi teftişe çıkıyor. Yanında Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Albay Cevat Bey başta olmak üzere, Türk subaylar da
vardır… Önünde sıralanan Mehmetçiklerden birine damdan düşer gibi soruyor:
“Niçin savaşıyorsun?”
Cevap, mert Anadolu delikanlısının temel amacını haykırır gibidir:
“Allah için!”
Alman Mareşal Liman Von Sanders çarpılıyor, âdeta… Bir yandan da meraklanmıştır: Acaba askerde fikir birliği var mı?
Başka birliklere geçiyor. Farklı
birliklerde savaşan birkaç Mehmetçiğe daha aynı soruyu yöneltiyor:
“Niçin savaşıyorsun?”
Hayret! Cevap aynıdır:
“Allah için!”
Alman Mareşal, Türk subaylara
dönüyor:
“Bravo beyler!” diyor, “yaptığı işi
Allah için yapan evlatları olan bir
millet mahvolmaz!”
Azimli, kararlı, mert ve fedakâr
O günlerde Çanakkale sırtlarında vatan savunması yapan insanlar kararlı, azimli, mert ve fedakâr
insanlardı…
Küçük bir örnek…
Diyarbakır’ın fakir bir köyünden gelen Kürt Memo (Mehmet),
temmuz sıcağında bile sırtından
çıkarmadığı kırk yamalı kaputuyla savaşıyor, devletinden elbise
istemeyi kendine yediremediğinden, hiç sesini çıkarmıyor… Bir
gün yüzbaşısı durumu fark edip
yaz geldiğini, kaputu çıkarmasını
isteyince, hiç renk vermiyor:
“Böyle iyiyim kumandanım” diyor, “bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır. Beni hem gâvurun
mermisinden koruyor, hem de
soğuktan…”
“Ama hava ısındı” diye üsteliyor
yüzbaşı, “yaz günü de kaputla savaşılmaz ki…”
“Ziyanı yok kumandanım, siz
gönlünüzü ferah tutun, ben böyle daha iyi savaşıyorum.”
Yüzbaşı, Memo’yu henüz çözememiştir:
“Çıkar oğlum” diyor, “arkadaşların gibi sen de elbiseyle savaş.”
“Müsaadenizle yüzbaşım, kalsın.”
Yüzbaşı kızmaya başlamıştır:
“Çıkar dedim mi çıkaracaksın,
ben senin kumandanınım!”
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
G Ü N D E M
Memo, kurtuluş olmadığını görünce, kimseyle paylaşmadığı sırrını yüzbaşıya fısıldamak zorunda kalıyor:
“Emrin can baş üstüne kumandanım” diyor, “ama kaputu çıkarırsam cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde başka hiçbir şey yok.”
Memo, “Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi” diye düşünmüş, vermediğini devletten istemeye utanmıştır. O zamanın Anadolu delikanlısı sadece
vermeyi (vatanı için malı istendiğinde malını, canı istendiğinde
canını) biliyor, istemeyi, almayı
bilmiyor.
Cesaretin şahikası
O insanlar aynı zamanda son
derece cesur insanlardı… Yahya Çavuş, emrindeki son birkaç
Mehmetçikle tam üç alay düşmana karşı bütün gün savaşıyor, son
askeri şehit olmadan, savunmasına bırakılan tepeyi düşmana teslim etmiyordu. Göz kırpmadan
ölümün koynuna atladılar… Sonunda hepsi şehit olup ebedîleşti.
Çanakkale eski valilerinden Nail
Memik Bey, bu kahramanlık karşısında ağlıyor, bir dörtlük yazıp
Yahya Çavuş ve arkadaşlarının
mezar taşı yapıyordu:
“Bir kahraman takım ve Yahya
Çanakkale’de
18 cm’lik bir top
Çavuş’tular,
Tam üç alayla burda, gönülden
vuruştular…
Düşman tümen sanırdı bu şahlanmış erleri,
Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.”
Mert ve yardımsever
O insanlar yardımsever insanlardı… İngilizler esir aldıkları yaralı
asker ve subaylarımızı canlı canlı denize atarken, bizim insanlarımız yaralı düşman askerlerini sırtında taşıyor, zaten çok kıt olan
yiyeceklerini onlarla paylaşıyordu. O insanlar gerektiğinde sert,
ama her zaman mert insanlardı… Savaşta bile mertliklerine leke sürmez, hileye başvurmazlardı… Asla ahlak dışı usuller kullanmazlardı.
O kadar ki, İngiliz komutanlar
Avustralya’dan getirdikleri meşhur Anzak askerlerine gaz maskesi dağıtmak istediklerinde, Anzak askerleri şu gerekçe ile reddetmişlerdi:
“Düşmanımız o kadar merttir ki,
zehirli gaz atmaya tenezzül etmez.” Oysa aynı tarihlerde İngiltere Harbiye Nazırı Sir Vinston Churchill, Gelibolu’ya yığdığı
kuvvetlerine zehirli gaz kullanma
emri veriyor, gerekçesini de şu
şekilde açıklıyordu: “Türkler insan sayılmazlar, fare gibi zehirlemelisiniz!” Aramızdaki “insanlık
farkı” hâlâ devam ediyor.
İnayetin tecellisi
Onlar işte böyleydi: Böyle oldukları için, Allah, Âl-i İmran 123. ayetinde vadettiği yardımı gönderdi:
“Şayet sabreder, Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen
o anda üzerinize gelirse, Rabbiniz, işaretlenmiş beş bin melekle
size yardım eder.”
Rahmet tecellisinin dört şartı var:
1. İnanmak (iman)
2. Elden geleni yapmak
3. Sabretmek
4. Hak etmek.
Onlar imkânsızlıklara sığınmadılar, şartlara teslim olmadılar, ellerinden geleni yaptıktan sonra
Allah’a iltica ettiler ve imkânsızı
başardılar.
Önce zaferi hak etmek lazım!
Son söz Mehmet Âkif’ten olsun:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
“Bu yol ki Hak yoludur, dönme
bilmeyiz, yürürüz…”
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
15
G Ü N D E M
Kaderin Üstünde Bir Kader Vardır
Yrd. Doç. Dr. Ahmet ÇAPKU.
Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
“Göklerin ve yerin orduları
Allah’ındır.” (Fetih, 48/4.)
ÇANAKKALE Savaşı’nın milletimiz için hayat memat meselesi
olduğu malumdur. 1683 Viyana
bozgunundan beri vuruşa vuruşa geri çekilen Osmanlı Devleti,
denilebilir ki, Çanakkale’de düşmana dur diyebilmiş ve büyük
bedeller ödeyerek tarihin aleyhteki akışını durdurabilmiştir. Bu
yönüyle Çanakkale, İstiklal mücadelesinin de mayasını oluşturmuştur. Kronolojik olarak tarihe
bakıldığında 1453’te Doğu Roma
(Kostantiniyye) Türkler tarafın-
16 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
dan fethedilmiş ve Fatih Sultan
Mehmet, Batı Roma havalisine de
el atmıştır. Yeni Dünya’dan akıp
gelen servet özellikle Avrupa’nın
Batı şeridindeki ülkelerde maddi refahı artırmış, Endülüs’ten
ve (Haçlı Seferleri ile birlikte)
Doğu’dan devşirilen bilgi birikimi
ise ilerleyen yüzyıllarda Batı’da
kültür ve sanatta Rönesans ve bilim devrimine zemin hazırlayan
önemli unsurlar olmuştur. Özellikle on yedinci yüzyılda Batı,
Doğu’ya nispetle maddi ve ilmî
(bilim) açıdan epey mesafe almış
durumdadır. Nitekim II. Viyana
bozgunu böylesi bir altyapının
neticesi olsa gerektir. Sonraki zamanlarda Batı’nın Doğu’ya dönük
hamlesinin durdurulduğu nokta ise Çanakkale olmuştur. Bu
yazıda iki önemli kurucu unsur
niteliğinde gördüğümüz İslam’ın
ilk harbi olan Bedir harbi ile Çanakkale savaşında Müslümanların ruh hâlini mukayese etmeye
çalışacağız.
Bedir
Medine’ye hicret eden Müslümanların ilk ciddi sınavı Bedir
harbi olmuştur. Müslümanlar
Mekke müşriklerine ait bir kervanı ele geçirmek amacıyla yola
çıkmış ancak önlerinde tam donanımlı bir ordu belirmiş ve savaş kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Müslümanların sayısı, düşmana nispetle yaklaşık üçte birdir
ve aynı durum, savaş teçhizatı
için de geçerlidir. Hâl bu olunca Hz. Peygamber Allah’a iltica
G Ü N D E M
ile, “Allah’ım! Bana verdiğin sözü
yerine getir. Allah’ım! Bu cemaati
helak edersen artık yeryüzünde
sana ibadet edecek kimse kalmayacak!” şeklinde dua etmiştir.
(Bilgi için bkz. H. Karaman vd., Kur’ân Yolu
-Türkçe Meâl ve Tefsir-, Ankara 2006, DİB
Yay., II/669-670.)
Savaş öncesi bulundukları yerin
savaş için elverişli olmaması, sahabe içinde kimi tedirgin kişilerin bulunuşu gibi sebeplerden
dolayı olsa gerek ki, Allah Teala
oradaki Müslümanları teselli bağlamında yağmur yağdırmış ve onları hafif bir uykuya daldırmıştır.
Böylece bulundukları yerde su
ihtiyacı karşılandığı gibi içlerinde
var olan endişe de izale edilmiştir. Buna mukabil Cenab-ı Hak,
kâfirlerin yüreğine korku salmış
ve Müslümanlara ardı ardına bin
meleği yardımcı olarak göndermiştir. (Enfal, 8/9-12.)
Çanakkale
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden
yardım istiyordunuz. O da ben
peş peşe gelen bin melek ile size
yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal, 8/9.) Böylece Bedir harbi, insani açıdan
yapılması gereken her ne varsa
yapıldıktan sonra ilahî yardımın
beklendiği, müminlerin inancını pekiştirici bir sınav olmuştur denilebilir. Aynı şekilde o,
Müslümanlar açısından yeni bir
başlangıcın kurucu harbi/sınavı
konumundadır. Allah’ın yardımının açıktan kendini gösterdiği bu
harp ile Müslümanlar büyük bir
moral kazanmış ve geleceğe daha
özgüvenle bakabilmişlerdir.
Çanakkale harbinin bir ölüm kalım mücadelesi olduğunu teslim
etmek gerekir. Devlet-i Aliyye’nin
uzak kalelerinin birer birer işgal
edildiği ve nihayet son kale olarak Anadolu’nun kaldığını düşünürsek buradaki mücadelenin ne
kadar zorlu geçtiğini anlayabiliriz. Bu açıdan Çanakkale harbinin Bedir harbine benzeyen yönleri söz konusudur. Çünkü her
ikisi de var olma veya olmama
mücadelesinin en zirveye çıktığı
savaşlardır.
“Bedr’in arslanları ancak bu
kadar şanlı idi”
Türklerin yaklaşık olarak dokuz
ve onuncu yüzyıllarda kitleler
hâlinde İslam’a girdiklerini, Karahanlılar, Gazneliler ve özellikle
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
17
G Ü N D E M
Selçuklular ile birlikte İslam tarihinin kurucu unsurları arasında
belirgin roller aldıklarını görürüz.
Bu açıdan İslam tarihinin nerede
ise üçte ikisinin mezkûr husus/
lar itibarıyla Türk tarihi olduğu
söylenebilir. Benzer durum İslam
düşüncesinin kalbinin attığı ana
merkezlerin Türk devletlerinin
hüküm sürdüğü yerlerde olması yönüyle de dikkate değerdir.
Onun için Çanakkale harbi sadece İstanbul’un korunması değil
diğer önemli ilim, ticaret, kültür
kentlerinin de savunulması ile
doğrudan ilgilidir.
Böyle bir arka planı varsayarak
Çanakkale savaşını değerlendirebiliriz. Nasıl ki, Bedir harbinde
birtakım ilahî teyidi/desteği görebiliyorsak aynı şeyi Çanakkale’de
de görürüz. Bu cümleden olarak,
başka hikâyelerle birlikte, Seyit
Onbaşı’nın hatırası dikkate değerdir. Balıkesir/Edremit/Havranlı Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye
Tabyalarında görev başı yapar.
Quin Elizabet ve Ocean zırhlıları
tabyalara ateş yağdırır! Mehmet
Akif’in, “Ölüm indirmede gökler,
ölü püskürmede yer!” dediği anlardır. Bu yoğun topçu ateşi içinde bir bomba Mecidiye Tabyasına düşer ve oradaki askerlerden
birçoğu şehit olur. Seyit Onbaşı
kendine geldiğinde Yüzbaşı Hilmi Bey ve Niğdeli Ali’den başkasını göremez. Düşman zırhlıları
boğazı geçmektedir! Şehitler ve
yaralılar ortalığa serpilmiş haldedir. Seyit Onbaşı kendini toparlar
ve hemen durumu gözden geçirir. Geriye bir tek sağlam top kalmış ve onun da vinci kırılmıştır.
Seyit Onbaşı gözünü 275 (Topun
Seyit Onbaşı
18 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
G Ü N D E M
Bedir harbi nasıl ki
ağırlığı ile ilgili olarak 215 ila 276 kg. arasında değişen rakamlar verilir. Bkz. Mustafa Turan, Destanlaşan Çanakkale, İst. 2013, Cihan
Yay., sf. 113; Erol Kılınç, Çanakkale Savaşları
Müslümanlar için bir varlık
mücadelesinin başlangıcı,
moral kaynağı, özgüven
tesisi açısından bir
Günlüğü, İst. 2010, Ötüken Yay., sf. 55; Hanri
Benazus, Çanakkale’den Geliboluya, İst. 2007,
Bizim Kitaplar Yay., sf. 117-119.) kiloluk
top mermisine diker. Niğdeli
Ali durumu anlar ve ‘Koca Seyit
kaldıramazsın!’ der. Hâlbuki o,
şu anda farklı bir halet-i ruhiye
içindedir. Kendisi durumu şöyle
anlatır:
“Toprağın altından çıktım. Baktım ki on üç arkadaşım şehit
olmuş. Bir ben kalmışım, bir arkadaşım Niğdeli Ali, bir de batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi
Bey. Arkadaşlarımın bu şekilde
gözlerimin önünde şehit edilmesini içime sindiremedim. Anamın
bana öğrettiği duaları okudum.
Size izahını yapamayacağım bir
şeyler doldu içime. Merminin
yanına koştum… Topun vinci de
bozulmuştu. O mermiyi bir kez
kaldırdım. Niğdeli Ali beni biraz
destekledi. Basamaktan çıkarken
kemiklerimin çatırtısını duyuyordum. Mermiyi namluya sürdüm,
patlattım… İsabet ettiremedim.
Aynı olayı üç kez tekrar ettim.
Üçüncü mermiyle onların en büyük zırhlılarından Ocean zırhlısını dümen kısmından vurdum…
O anda zırhlı etrafında dönmeye
başladı. Denizin ortasında tam
bir panik yaşanıyordu!” (Talha Uğurluel, Çanakkale Savaşları ve Gezi Rehberi, İst.
2005, Kaynak Yay., sf. 273-274; Turan, age.
sf. 113-114.)
Savaşın seyrini değiştireceğine
inanılan gemiler ardı ardına batınca diğer savaş gemileri geriye
dönmüş ve düşmanın (maddeye
dayalı olarak büyüyen) kibri böy-
dönüm noktası olmuşsa
aynı hususu Çanakkale
harbi için de söylememiz
mümkündür.
lesi önemli manevi teyit ile kırılmış gibidir. Savaşın ve tarihin akışının değişmesinde, Nusret Mayın Gemisi’nin döktüğü mayınlar
ile birlikte, Seyit Onbaşı’nın yaptıklarının önemli yeri olsa gerektir. Nitekim Seyit Onbaşı’dan top
mermisini yeniden kaldırması
istenildiğinde bunu yapamamış
ve yapamayacağını belirtmiştir.
Komutanı Cevat Paşa’ya; “Paşam! Ben o zaman bu mermiyi
kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle dopdolu idi. Kendimde bir
başkalık hissetmekteydim. Bu
ağırlığı kaldıracak bir makama
ulaşmışsam, bu Cenab-ı Hakk’a
yaptığım duaların mukabilinde
idi ki, o ana mahsustur. Şimdi
kaldıramam, mazur görün. Fakat
siz o düşmanı tekrar buraya getirirseniz, benim de bu mermiyi
nasıl kaldırdığımı o zaman görürsünüz” şeklindeki ifadesi sanırım
meseleye açıklık getirir. (Turan, age.
s. 114.)
Netice
Bedir harbi nasıl ki, Müslümanlar için bir varlık mücadelesinin
başlangıcı, moral kaynağı, özgüven tesisi açısından bir dönüm
noktası olmuşsa aynı hususu
Çanakkale harbi için de söylememiz mümkündür. “Ne büyüksün
ki, kanın kurtarıyor Tevhîd’i /
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi!” mısrası ile Mehmet
Akif’in, Çanakkale savaşını Bedir
harbine benzetmesi bu açıdan
anlamlıdır. Aynı şekilde İslam
coğrafyasının nerede ise tamamına yakınının işgale uğradığı bir
dönemde Çanakkale ile birlikte
elde edilen zafer, sadece Türk
milleti açısından değil diğer İslam
toplumları için de moral kaynağı
olmuştur.
Çanakkale savaşında insani planda yapılması gereken şeylerin
imkân ölçüsünde yerine getirilmiş olduğuna şüphe edilemez.
Bununla birlikte Bedir harbinde
olduğu gibi yer yer ilahî yardımın görüldüğü durumlar da
yaşamıştır. Çünkü Çanakkale
savaşı bu şekilde düşünmemize
imkân sağlayan hadiseleri bünyesinde barındırır. İşgal kuvvetleri komutanı Ian Hamilton’un,
“İnsan ruhunu yenmek mümkün
olmuyor. (…) Son derece hırpalanmış Türkleri, onları koruyan
Allah’larından ayırmak için başka
ne yapılabilir!” şeklindeki sözleri bu açıdan anlamlıdır. (Süleyman
Dikici, “Çanakkale İşgal Kuvvetleri Komutanı
Ian Hamilton’un Rüyası”, Osmanlı’nın Son
Kilidi içinde, İst. 2010, Çamlıca Yay., sf. 171.)
Çanakkale harbi, Sultan Reşad’ın;
“Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd
eyle duâ / Mülk-i İslâm’ı Hudâ
eyleye dâim me’men” (Harp Mecmuası, hzl. Ali Fuat Bilkan, Ömer Çakır, İst.
2006, III. bsm., Kaynak Kitaplığı Yay., sf. 113.)
mısralarında dile getirdiği kabul
olmuş duası gibidir.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
19
G Ü N D E M
Düşman Askerlerin Gözüyle
Müslüman Neferleri
Ahmet YURTTAKAL
Araştırmacı-Yazar
Yedi iklimi cihanın duruyor
karşında,
Ostralya’yla beraber
bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler
rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada:
Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam,
kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil
istilâ!
YEDİ düvel saldırmıştı Çanakkale’ye… Yenilmez donanmalarıyla vatan topraklarımıza ve
mukaddesatımıza saldırmışlardı.
Haçlı zihniyetleriyle kinle dolu
savaşmaya geldiler. Çanakkale
Boğazı’nın geçip İstanbul’u işgal
edip bu toprakları paylaşacaklardı. Hesap edemedikleri bir şey
vardı; Türk askerlerin cesareti ve
iman gücü…
18 Mart 1915 günü yaptıkları
boğaz saldırısında ağır yenilgi
aldılar. O güne kadar yenilmeyen İngiliz ve Fransız donanması
Çanakkale’de ağır yenilgi tatmış;
birkaç gemisini ve yüzlerce askerini kaybederek geri çekilmişlerdi. Boğazdan umduğunu bulamayan Müttefik askerleri, 25
Nisan 1915 günü Seddülbahir
ve Arıburnu’nda kara harekâtına
giriştiler. Birçok düşman askeri
ilk defa Türk askerleriyle karşılaşacaktı. Türk askerleri hakkında fazla bilgileri mevcut değildi.
Sadece ülkelerinde gazetelerde
çıkan haberler kadar biliyorlardı.
Çanakkale savaşları öncesi Türklere karşı olumsuz propaganda
yapılıyordu. Avustralya, Yeni
Zelanda ve Batı gazetelerinde
propaganda işleniyor; “Türkler
Hristiyanları toptan öldürüyor,
kadınlara tecavüz ediliyor, Türk
askerleri savaş esirlerine çok kötü
20 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
G Ü N D E M
Günler süren muharebelerde
Türk askerleri sayıca ve cephane
mühimmat eksikliğine rağmen
iyi direniş gösteriyordu. Düşman
askerleri olan gücüyle saldırıyordu. Savaş gücü dengesi düşman
askerlerin lehine idi. Düşman askerlerine nefret tohumları aşılanıyor; “Sakın teslim olmayın, esirleri Türk askerleri yakıyor.” diye
kışkırtarak mücadele ettiriyorlardı. Düşmanın eline düşmektense
intiharı seçmeleri konusunda askerlere telkinler veriliyordu.
Bir süre sonra, Anzaklar başta
olmak üzere Çanakkale’de Mehmetçik ile çarpışıp, onu doğrudan
tanıma fırsatı bulan tüm düşman
askerleri, gerçeklerin tamamen
farklı olduğunu anladılar. Ama
bunun için, tüm acımasızlığıyla
Çanakkale savaşlarının yaşanması ve yüz binlerce insanın kanının
dökülmesi devam edecekti. (Tunçoku, A. Mete. Anzakların Kaleminden Mehmetçik, TBMM Yayınları, Ankara 2005, s. 27.)
İki taraf askerlerini birbirlerini
bizzat görme ve tanıma fırsatı
24 Mayıs ateşkesinde olmuştur. Türklere karşı mevcut olan
yersiz nefret ortadan kalkmaya,
hatta garip bir saygının gelişmesine neden oldu. Anzak askerleri
Türk’ün korkak ve hain olmadığını artık anlamıştı. Hatta kısa
bir müddet sonra Avustralyalar
Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını
boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken
takdir mesajları da bıraktılar. Bu mesajlar
“Jhony Turk”, “Our Friend of Enemy” (aslında
dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı
anlamlar içermekteydi…
Limni Adası’dan Ertuğrul
Koyuna çıkacak olan
İngiliz Piyadeleri
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
işkenceler uyguluyor.” şeklinde
haberler yaparak dünya kamuoyunu yanıltıyordu. Müslüman
Türk askerlerini “Abdul” olarak
anıyorlardı. Bu lakapla Türk askerinin “acımasız, vahşi, zavallı,
barbar Türk” olarak tanımlıyorlardı.
gaz maskesi dağıtıldığında çoğu
bunu takmak istememiş, neden takmadıkları sorulduğunda,
“Türkler dürüst savaşçılardır, zehirli gaz kullanmazlar.” cevabını
vermişlerdi. Gerçekten, harbin
başından sonuna kadar Gelibolu
Yarımadası’nda zehirli gaz kullanılmamıştır. (Moorehead, Alan. Çanakkale Geçilmez, (çev: Günay Salman) Milliyet
Yayınları, İstanbul 1972, s. 246.)
Öte yandan Türklerle ilgili olumsuz yargılar geniş ölçüde yok olmuştu. Birkaç ay sonra, bir Yeni
Zelandalı asker: “Türklere hiçbir
düşmanlık hissi beslemediğimin
farkına vardım. Aslında hiçbirimiz beslemiyorduk. O artık bizim için ‘Johnny Türk’ veya ‘Joe
Burke’ idi. Yani âdeta bir dert ortağı olmuştu.” diye yazıyordu.
Türk askerlerine karşı düşünceler iyice değişmiş, artık karşılıklı
hediyeleşmeye geçmişti. Gazeteci
C.E.W. Bean, 10 Kasım 1915’te
hatıralarında; “Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır’daki
Türk soylu esirlerden gelen ve
çok iyi bakıldıklarını anlatan
mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu
olduklarını gösteren fotoğrafla-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
21
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
G Ü N D E M
rını atmıştık. Karşıdan şu yanıtı aldık: ‘Sadakayla yaşayan bir
adam domuzun, lanetin tekidir.
Karnımız tok olduğu gibi yedek
yiyeceğimiz de bol. Elimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok
yiyecek ve cephanesi olabilir.
Ancak bizim de süngülerimiz ve
inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz
gibi büyük bir milletseniz, neden
üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da başkalarının aklını çelerek sadakatlerini
bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?’
Çok asilce bir cevap… Bu çabaları yoğunlaştırıp Türklerin teslim
olmalarını sağlayabiliriz sanıyorduk.” diyordu.
Charles Bean, bir başka günkü
hatırasında; “Üç hafta kadar önce
Türklerin üç günlük bir bayramları vardı. Bizim siperlere, silinmez kalemle ve aceleyle üzerinde
şunlar yazılı iki paket sigara attılar: “Alın afiyetle için, mutlu düşmanlarımız” karşılığında biz de
22 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
onlara konserve ve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde “Sığır bifteği istemeyiz” mesajı yazılı olarak
geri yolladılar.” diyordu.
XII’nci piyade taburunda er K.
J. Skyes Müslüman Türk askerinin yaptığı ibadeti anlatıyordu;
“Çetin bir çarpışmanın yorgunluğu içinde başlayan bir gecenin
başlangıcındaydık. Biraz olsun
dinlenebilmek için sindiğimiz
siperlerde, Türk tarafında gelen
Allahü Ekber, Allahü Ekber diye
yükselen bir sesle, ne olduğunu
anlayamadan hemen silahlarımıza sarılıp alarma geçtik… Karanlık içinde olmasına rağmen
hemen yakınımızdaki görüntüyü
seçebiliyorduk. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Türk siperlerinin önüne çıkmış beyaz sarıklı
bir din adamı ayakta ve fütursuzca dinî görevini yapmaktaydı.”
(Karatay, Vefa Baha. Mehmetçik ve Anzaklar,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara
1987, s. 124.)
Müttefik askerlerinin Başkomutanı General Ian Hamilton’da;
“Dünyada Osmanlı Türkünden
başka, bir din uğruna canını fedaya tartışmasız hazır bir millet
ve asker yoktur.” (Hamilton, Ian. Gelibolu Hatıraları 1915, Örgün Yayınevi, İstanbul
diyerek Türk askerlerini övüyordu. Hamilton, 7 Haziran 1915 günü hatıralarında ise
Türk topçuların ilginç bir hareketine yer vermiştir. Gemi yanmaya
başlamış, yükü boşaltamaz duruma gelmiş ve yardıma muhtaç
hâle düşmüştür. Türk askeri, burada zor duruma düşen düşman
gemisini batıracak son birkaç atımı kullanmayacak kadar asil ruhlu olduğunu göstermekten başka
bir şey yapmamıştı. Hamilton;
“Ben buna şaştım. Türkler, birkaç mermi daha atsalardı, gemi
muhakkak batacaktı. Ama atmadılar. Türkler, ateşlerini durdurmuşlardı nedense! Hâlbuki gemi
tutuşmuş, baca gibi tütüyordu.
Nedense Türkler değeri biçilmez
ödülü almaktan vazgeçmişlerdi.
2005, s. 209.)
G Ü N D E M
Kocamış Türkler gerçekten çok
ilginç.” (Hamilton, age. s. 185.)
Bu tür sahneler Yeni Zelanda gazetelerinde yer almıştır.
Wellington’da çıkan “Otago Times” Gazetesi, 1 Kasım 1915
günü, “Hastaneye ateş edilmiyor,
zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph zırhlısı isabet alıp batmaya
başlayınca, tekrar ateş edilmiyor.
Türk, ikili oynamıyor. Bunun
aksini iddia edenler Gelibolu’ya
değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir.” (Karatay, age. s. 118.)
Türk askerleri siper savaşlarında
düşman asker ve subaylarının
da takdirini kazanmıştır. General Hamilton Türk askerlerinin
mertçe savaştığını belirtiyor;
“Mevzilenme, siper savunma işlerinde Türkler her zaman çok
iyi. Oysa bilgisiz olan bu askerler
kendilerine verilen görevleri aynen yerine getirmek konusunda
çok mert hareket ediyorlar. Bir
yere tam siper ettiler mi, araziye
yapışıyor ve üzerlerine gelen her
hedefi vuruyor. Bu çeşit savaşlarda Türk askeri çok usta, (Hamilton,
age. s. 198.) diyerek övmüştür.
Argus Gazetesi’nde 10 Ağustos
1915’te yayınlanan “Düşünceli
ve Saygılı Türk” başlıklı bir asker
mektubunda da yaralı düşman
askerine, Türk askerinin yardım
ettiğini aktarıyordu. Avustralyalı çavuş H. D. Collyer, yaralanıp tedavi için yattığı Malta’daki
hastaneden arkadaşına şunları
anlatıyordu: “Türklerin aslında
iyi kalpli insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde
on iki yaralı askerimiz, cephede
Türk Kızılay ekibi tarafından bulundu. Esir alınmadılar. Yaraları
sarıldı ve kendilerine: ‘sizinkiler
gelip sizi alırlar’ denilip bırakıldılar. Bir başka sefer bir Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi buldu. Yaralarını temizleyip sardı. Onu kuytu bir yere
yerleştirdi. Arkadaşları tarafından
bulunması gecikebilir endişesiyle
de yanına, bisküvi ve su bıraktı.
Gene bir başka Türk yaralı bir
askerimizin yarasını sardı ve hemen gitmesini söyledi.” (Tunçoku,
age. s. 87.) The Age adlı Avustralya
gazetesinde 13 Eylül 1915 tarihinde benzer bir haber yer aldı.
Deniz Albayı O.L. Steele gazeteye yaptığı açıklamada; Türk’ün
sıkı bir savaşçı olduğunu, ama
dürüst çarpışan ve insancıl özelliklere sahip bir insan olduğunu
söyleyip, bizzat tanık olduğu şu
olayı anlatıyor: “Yaralı bir Avustralyalı, Türklere esir düşmüştür.
İşaret vererek, Türklerin kendisini Avustralya siperlerine iade
edeceklerini bildirir. Hemen bir
sedye yollanır ve arkadaşları kısa
süre sonra yaralıyı getirirler. Türk
malı bir battaniyeye sarılı olan askerin, yaraları da düşman tarafından tedavi edilmiş ve kendisine
çok iyi davranılmıştır.” (Tunçoku,
age. s. 92.)
Anzak askerleri Gelibolu Yarımadasını boşaltıp geride birçok malzeme bırakırken takdir mesajları
da bıraktılar. Bu mesajlar “Jhony
Turk”, “Our Friend of Enemy”
(aslında dostumuz olan düşmanımız) gibi saygılı anlamlar içermekteydi… (Nigel Steel-Peter Hart. Gelibolu Yenilginin Destanı, çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s. 134.)
Bir başka asker de geri çekildiği
gün bıraktığı eşyaları zehirlememiş ve üzerine yazmıştır. Anısını
şöyle anlatıyordu; “Sabaha karşı
Gelibolu’dan ayrılacaktık. Bize
geride hiçbir şey bırakmamamız
emredildi. Bütün yiyecek stoklarını yok etmemiz gerekiyordu.
Fakat ben ve yardımcı çavuşum
anlaşarak bir karar verdim. Bütün her şeyi, el sürmeden Coni
Türk’e bırakacaktık. Öyle de yaptık. Stokların üzerine büyük bir
uyarı yazısı yazdık: “Coni Türk,
Bunlar zehirli değildir. Afiyetle
ye!” (Karatay, age. s. 77.)
Türk askerlerinin Çanakkale’de
sergilediği mert, dürüst ve sıkı
bir savaşçı olma özelliği sadece
cephede değil, Batılı ülkelerde
de yankıları olmuştur. Lord Kitchener, İngiliz Parlamentosu’nda
yaptığı konuşmasında Türk askerinden övgü ile söz eder: “Türk,
Prusya daha henüz ilkel-putperest ve barbarlık dönemini yaşarken, asker düşmanına centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine
sahip olagelmiştir.”
Sonuç olarak düşman askerleri,
Türkler hakkında kendilerine
ne söylenmişse ona inanmışlardı. Bu savlarının asılsız olduğunu zamanla anlamışlardı. Türk
askerleri de kendileri gibi açı
çekiyor, kendileri gibi can veriyorlardı. Onların da ailesi, geride
sevdikleri vardı. Üstelik kendi
vatanlarını savunmak için savaşıyorlardı. Zamanla Türk’ün davasını haklı bulmaya bile başladılar. Müslüman askerlerin barbar
olmadıklarını esir askerlere bile
kendi çorbasını ikram ettiklerini
öğrendiler. Yaralılara merhametli
davrandıklarını, kendi hastanelerinde tedavi ettiklerini gördüler.
Türk askerleri gösterdikleri kahramanlıkla düşman askerlerini
kendilerine hayran bıraktılar.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
23
G Ü N D E M
Mehmetçik Siperde
Hatıralarla Çanakkale
Vehbi VAKKASOĞLU
ÇANAKKALE, Mehmetçiğin “Kimse yoksa ben varım” diyerek ateş
kusan çeliğe karşı imanlı sinesiyle
dur dediği yerdir. Arkadaşlarının
Bombacı lakabıyla andığı Mehmet
Çavuş, ağır yaralı getirildiği hastaneden kumandanına yazıyor:
“Sağ kolumu kaybettim, amma
24 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
zararı yok… Sol kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz
kapanmamış olmasıdır.
Hastaneden kurtularak, hâlen
harbe iştirak edemediğim için,
beni mazur görünüz, affediniz
muhterem kumandanım.”
Mehmetçiği yokluk, kıtlık ve
çok güçlü olan düşmana karşı diri kılan sır ne idi? Bunu da
Çanakkale’de başkumandanımız
olan Alman General Liman Von
Sanders’in bir hatırası açıklıyor.
Teftiş sırasında Mehmetçiğe, ne
için savaşıyorsunuz diye sorar.
Mehmetçik Allah rızası için deyince; Alman General, şu yorumu yapmaktan kendini alamaz:
Bombacı Mehmet Çavuş (1. Kolordu, 1. Tümen, 7. Alay, 3. Tabur, 1. Bölük)
“Evlatları Allah rızası için çarpışan bir millet ebediyen var olur!..”
G Ü N D E M
Arkadaşlarının Bombacı lakabıyla andığı Mehmet Çavuş, ağır yaralı getirildiği
hastaneden kumandanına yazıyor: “Sağ kolumu kaybettim, amma zararı yok… Sol
kolum var, şükür. Onunla da pekâlâ iş yapabilirim. Beni müteessir eden ve kıtama
katılıp düşmanla çarpışmama mani olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır.”
18 Mart Deniz Zaferi’mizden sonra Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa cepheyi dolaşıyor,
durum tespiti yapıyordu. Mecidiye Tabyası’nın yıkıntıları arasında dolaşırken, bir askerin hâli
dikkatini çekti. Mehmetçik bir ağacın altına uzanmış, hareketsiz,
sessiz yatıyordu. Yanına yaklaştı,
baktı. Mehmetçik yaşıyordu.
“Neyin var evlat?” dedi.
Mehmetçik, birden ayağa fırladı ve hazır ola geçti. Ancak gözleri Paşa’dan yana değil, ters tarafa bakıyordu. Cevat Paşa, yaşaran gözleriyle ve titreyen sesiyle
sordu:
Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?
Mehmetçik, bu soru üzerine daha bir toparlandı ve iyice toklaşan sesiyle şöyle dedi:
Üzülmeyin kumandanım! Benim
gözlerim göreceğini gördü. Artık
görmese de olur.
Çanakkale savaşlarında doktor olarak görev yapan, Hikmet Arda
rahmetli anlatıyor: “Ben Balkan
savaşlarını, Arabistan’ı ve İstiklal
Savaşı’nı da gördüm. Fakat Çanakkale gibi kanlı ve tehlikeli olanı yoktu. Aylarca her an ölümle
karşı karşıya pençeleşen insanlar
hayatlarını o kadar hakir görme-
ye alışmışlardı ki, yüzleri ilahî bir
manzara arz ediyordu.
Bir gün gene bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman topçuları evvela siperlerimizi altüst
etti. Sonra da düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar. Karşılık vermemiz fayda etmiyordu.
Düşmanı durduramıyorduk…
Nihayet Senegalliler, siperlerimizin bir kısmını işgal ettiler. Erlerimiz Kerevizdere’ye sığındı.
Düşman için yol açılmıştı. Çünkü
buradan sonra müdafaa hattı yoktu. Artık düşman Soğanlıdere’ye
inecek ve tam Çanakkale’nin karşısında Boğaz’ın en mühim bir
mevkiini ele geçirmiş olacaktı…
Bütün gayeleri olan İstanbul yolu
da, donanmanın yardımıyla kendilerine açılmış bulunacaktı.
Ben bir kısım sıhhiye askerimle,
bu ani ve müthiş hücum karşısında çekilmeye imkân bulamadım. Siperde vazife yaparken esir kaldım.
Başımıza dikilen Senegalli, simsiyah yüzünden akan terlerle, güneşin karşısında âdeta bir bronz
heykel gibi, elinde satırıyla dikilmiş duruyordu. Karşı koymaya imkân yoktu. Çünkü düşman askerleri bizleri geride bırakmış, siperlerimizden atlamış
Bombacı Mehmet Çavuş
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
25
G Ü N D E M
ve Kerevizdere’ye inmeye başlamışlardı.
Fakat kaç dakika geçti hatırlamıyorum; müthiş bir “Allah Allah!” nidası kulaklarımızı yırttı…
Başlarında, o mütevazı ve dindar
kahraman, 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lutfi Bey… Maneviyatı bozulmuş askerin başına geçmiş ve “Yetiş ya Muhammed kitabın gidiyor!” diye naralar atarak
askeri heyecana getirmiş ve ileri
atılmıştı. Peşine takılarak kükreyen arslanlarla, siperlerimizi düşmandan geri almıştı…
Kan, kin ve ateş sağanağı içinde
bile insan kalabilen Mehmetçiği
insaflı bir düşmanı anlatıyor:
Fransız General Guro, genç bir
subayken Çanakkale’de Mehmetçiğe karşı savaştı. Bir kolunu ve
Fransız
General Guro
bir bacağını burada bırakarak ülkesine döndü. Aradan 15 yıl geçti. Fransızlar, Çanakkale’de ölen
askerleri anısına büyük bir abide
yaptırıp açılışına geldiler. Gelenler arasında Guro da vardı. Açılış töreninden sonra Fransız General, “Beni şimdi de Türk askerinin abidesine götürün” dedi.
Bizim yetkililerimiz hem şaşırdılar hem de utandılar. Çünkü o
zamanlar İngiliz ve Fransız anıtı
gibi henüz orada bizim bir eserimiz yoktu.
Ancak General ısrar edince, onu, doğru düzgün bir yolu da olmayan altı metre yüksekliğindeki
mütevazı Mehmet Çavuş abidesine götürdüler. Temsil ettiği Mehmetçik gibi mütevazı olan bu abide önünde Guro, heyecan ve
vecd içinde, tek bacağı üstünde
saygı duruşunda bulundu.
Sonra da, hayretler içinde kendisine bakan kalabalığa şöyle konuştu:
“Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir insandır.
Sizlere bu konuda, hâlâ içimde
taptaze, capcanlı duran bir hatıramı anlatmak isterim.
Bir sabah, günün ilk ışıklarıyla
birlikte, Türklerle süngü harbine başlamıştık. Onlar çok, ama
çok mahir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak imkânsızdı.
Süngülü çarpışmamız aralıklı bir
şekilde akşam geç vakte kadar
devam etti.
Ortalık kararınca, Türklerle anlaşma yapmak mecburiyetinde
kaldık. Çünkü çok sayıda ölü ve
26 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
yaralı, dar bir alana yığılıp kalmıştı. Yaptığımız anlaşmaya göre,
savaş alanını gezecek ve yaralılarımızı toplayacak, ölülerimizi de
gömecektik.
Bizim askerler sedyelerle harp sahasına çıktıkları zaman ben de aralarına katılmıştım. O sırada, gözümün takıldığı bir manzarayla
aniden irkildim. Çünkü akşamın
alaca karanlığında, değme ressamın fırçasından çıkamayacak bir
güzel tablo karşısında idim.
Her şeyi bir kenara bırakarak uzun süre seyrettiğim bu tablodaki
Türk askeri, beni büyük bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bıraktı. Bu muhteşem tablodaki Türk
askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor,
kucağındaki yaralı asker için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu.
Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı hâlde, kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu kahraman ve asil
askerin kucağındaki yaralı kimdi
biliyor musunuz?”
Sözlerinin burasında sakat generalin bağıran sesi kısıldı. Gözyaşları, boğazına tıkanan hıçkırıklarla birlikte sesini iyice kısmıştı.
Derin bir iç çekti ve boğuklaşan
sesiyle, âdeta fısıldadı:
“Efendiler, Türk askerinin kucağındaki yaralı bir Fransız askeri idi, bir Fransız askeri…”
Generalin sesiyle birlikte kuvveti
de bitmişti. Yere çöktü. Gözyaşlarını tek eliyle sildi, sonra da o e-
G Ü N D E M
liyle yüzünü kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…
Saygının, sadakatin, dostluğun, asaletin timsaliydi Mehmetçik Çanakkale’de… Sol kolunu
Çanakkale’de bırakmış bir kahraman Hasan Dursun Bayrak anlatıyor:
“Vatan uğrunda seve seve feda ettiğim kolumdan ziyade, karşımda
duran İbrahim’e acımıştım. Benden fazla o teselliye muhtaçtı. İbrahim Yozgatlı bir yiğitti. Attığını vururdu. Bir bölüğü tek başına durduracak kadar maharet ve
cesaret sahibi, çevik ve sadık bir
Mehmetçikti. O benim emir erimdi. Sürekli, ‘İntikamını alacağım kumandanım’ diyor, başka
bir şey söylemiyordu.
Üç gün sonra vapurla İstanbul’a
getirilip, Zeynep Kamil Hastanesi’ne yatırıldım. Kanımla elbisesi muşambalaşmış olan İbrahim
temizlenmiş, ben de ıstıraptan biraz kurtulmuştum. Hastaneye
yatırıldığımın ikinci günü idi…
İbrahim’i karşımda buldum. Diyordu ki:
“Bana müsaade ederseniz, ben gideceğim kumandanım.”
“Nereye İbrahim?” dedim.
“Çanakkale’ye, sizin intikamınızı
almaya gideceğim” cevabını verdi.
Bu şefkat ve sadakat timsalini
kaybetmek istemiyordum.
“Benim ve benim gibi olanların
intikamını alacak, hamdolsun
binlerce er var Çanakkale’de…
Benim ise, burada bir emir erin-
Türk askeri, kendi
yaralarına yerden
avuçla aldığı
toprakları bastırıyor,
kucağındaki
yaralı asker için
ise, gömleğini
yırtıp onun
yarasını sarmaya
uğraşıyordu.
den ziyade sana çok ihtiyacım
var. Gel gitme!” dedim.
Bu kahraman genç bana şu cevabı verdi:
“Kumandanım, sizi bu hâlde bırakarak ayrılmak çok müşkül…
Ancak, siz hastaneye yerleştikten sonra, artık ben burada kalamam. Cephedeki arkadaşlarıma,
“İbrahim komutanı bahane etti,
harpten kaçtı” dedirtmem. Mutlaka gitmeliyim.” “Öyleyse, Allah
yardımcın olsun İbrahim” dedim.
Elimi hürmetle öptü ve gitti. Bir
müddet sonra haber aldım ki, İbrahim aslanlar gibi dövüşerek şehit olmuş…”
Çanakkale Destanı’ndan geriye
çok az hatıra kaldı. Bildiklerimiz,
bilmediklerimizin zekâtı bile olmaz. Sebebi, o kahramanların tevazuu idi. Onlar, yaptıklarının asıl karşılığını sadece Allah’tan
beklerdi. Mesela Havranlı Koca
Seyit… Çanakkale’deki harikulade kahramanlığını en yakınlarına
bile anlatmamış. Bir gün eşi Ha-
nımefendi, “Neden anlatmıyorsun?” deyince şu muhteşem cevabı verir:
“Hiç insan yaptığını satar mı?”
Çanakkale’nin kumandanları da
aynı ruh frekansındaydı. Onlar da çok az anlattılar. Hele de
kendilerini hiç öne çıkarmadılar. Onlardan biri olan, 26. Alay, 3. Tabur Kumandanı Mahmut Sabri Bey, yönettiği muharebenin raporunu bile, “Yaptım,
ettim, yönettim” diye değil; “Yapıldı, edildi, yönetildi” diye yazmış; kendisini değil, askerlerini
öne çıkarıp övmüştür. Oysaki tamamen kendi tedbir ve idaresiyle, Seddülbahir’i, en zor zamanda, ilk 48 saat o savunmuştu.
Ve Çanakkale Deniz Zaferimizin
adsız kahramanı Selahaddin Adil
Paşa…1953’te, Çanakkale savaşları ile ilgili bir konferansa davet
edilir. Tabii ki içinde değil, başında bulunduğu deniz zaferimizi çok güzel ve etkili anlatır.
Paşa’nın oğlu da toplantıyı duyup, katılır. Konuşma sırası babasına gelince hayretler içinde kalır. “Meğer babam Çanakkale savaşlarını ne kadar iyi biliyormuş”
der. Ancak Paşa’dan sonra kürsüye çıkan deniz tarihçisi Abidin
Daver Bey şu açıklamayı yapar:
“Bu tarihçi zannettiğiniz mütevazı şahıs, aslında 18 Mart Çanakkale Zaferimizin hakiki kahramanıdır… Bakmayın kendisinden
bahsetmeyişine…”
Tabii bu açıklamaya herkesle beraber oğlu da şaşırıp kalır…
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
27
SÖYLEŞİ
MEHMET NİYAZİ:
“Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti
Varsa Bunda Çanakkale’de Kazanılan
Zaferin Büyük Payı Vardır.”
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT
Diyanet İşleri Uzmanı
Sayın hocam, bildiğiniz üzere
bu yıl Çanakkale savaşlarının
yüzüncü yılını idrak ediyoruz.
Çanakkale savaşlarının yüzüncü yılının bizim için anlamı nedir?
Çanakkale savaşları bugün sahip olduğumuz topraklar açısın-
28 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
dan önemlidir. Eğer bugün bu
topraklara sahipsek ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti varsa bunda Çanakkale’de kazanılan zaferin büyük payı vardır. Bu topraklar Çanakkale’de savunulmuştur.
Çanakkale’den sonra değişik bölgelerimizde de savaşlar olmuştur.
Ancak hiçbiri Çanakkale’ye denk
SÖYLEŞİ
bizim tarafa geçmeye başlıyorlar.
Bu da savaşın seyrinin değişmesinde etkili oluyor. Bunun üzerine Hindistanlıları bilhassa Pakistanlıları geriye doğru sevk ettiler.
Bu bakımdan Çanakkale gerçekten İslam dünyasının uyanmasına
vesile oldu. Sömürge olan Müslüman devletler kazanılan bu zaferle
birlikte sömürgeci devletlere karşı
çıktılar ve bağımsızlıklarını bu sayede kazandılar diyebiliriz.
olmamıştır. Çünkü Çanakkale’de
topyekûn bir savaş yapıldı. Karşımızda tek bir düşman yoktu,
farklı devletler, milletlere karşı
mücadele verdik.
Kurtuluş Savaşına başladığımız
vakit biz Yunanlılarla harp etmiştik. Çanakkale’de Fransız, İngiliz
ve onların sömürgeleriyle savaştık. Hatta Sarozlar, Yunanlı, Cezayir, Hindistan gibi değişik bölgelerden gelen milletler de vardı.
Çanakkale’de duvarı öremeseydik
Türkiye işgal edilirdi. Millî mücadeleye de gerek kalmazdı. Bu topraklara sahip olmamız açısından
Çanakkale bir dönüm noktasıdır.
Çanakkale’de çok büyük kayıplar yaşandı. Anzaklar, Yeni Zelandalılar, Avusturalyalılar savaşta ölen askerlerini ziyaret ediyorlar ve sahip çıkıyorlar.
Milletler açısından Çanakkale
savaşları ne ifade ediyor?
Onların
millet
hayatında
Çanakkale’den başka savaştıkları
bir cepheleri olmadı, hem Avustralyalılar hem de Yeni Zelandalılar
açısından. Onlar tabii İngilizlerin
sömürgesiydi. Bunları İngilizler alıp Çanakkale’ye getirince orada
harbin ne olduğunu görmeye başladılar. Ayrıca İngilizlerin sömürgeleri olan Müslümanlar da vardı.
Çanakkale’ye geldiklerinde İngilizler onlara dediler ki, halife Almanlar tarafından esir alındı, biz
halifeyi kurtarmaya gidiyoruz. Tabii bunlar da Müslümanlara karşı savaşacaklarını bilmiyorlar. Bizim tarafta ezan okumaya başlayınca anlıyorlar ki karşılarında
Müslümanlar var. Bunun üzerine
Nasıl bir etkisi oldu bu ülkelerin
uyanışına?
Çanakkale’de Fransız,
İngiliz ve onların
sömürgeleriyle savaştık.
Hatta Sarozlar, Yunanlı,
Cezayir, Hindistan gibi
değişik bölgelerden gelen
milletler de vardı.
Çanakkale’de duvarı
öremeseydik Türkiye
işgal edilirdi. Millî
mücadeleye de gerek
kalmazdı. Bu topraklara
sahip olmamız açısından
Çanakkale bir dönüm
noktasıdır.
Dünyadan bihaber insanlar neler olup bittiğini bilemiyorlar. Ne
derlerse evet diyorlar. Çanakkale
ile birlikte bir uyanış yaşadılar ve
gerçekleri bizzat gördüler. Batı’yı
tanıdılar, sömürgeyi tanıdılar. İkbal Avrupa’da okudu, dünyayı tanıdı ve onun gibi bir entelektüel
Müslüman zümre meydana geldi.
Bu birikimli insanlar İslam dünyasını yoğurmaya başladılar. Yani
o bakımdan Hindistan ve Pakistan da İngiltere’ye karşı başkaldırmaya devam ettiler ta ki bağımsızlıklarını elde edinceye kadar.
Sayın hocam! Çanakkale harbi
Osmanlının son çöküş dönemine denk geldi. Bütün dünya
“Kolaylıkla biz burayı alırız’’
dediler. Çanakkale’yi ve boğazı
ele geçirdiklerinde bir anlamda
Türkiye’yi ele geçirmiş olacaklardı. Millet olarak buna karşı
durduk ve büyük kayıplar versek de Çanakkale’yi geçmelerine
müsaade etmedik. Çanakkale’yi
geçilmez yapan o ruh neydi?
Birinci Dünya Harbinde üç cep-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
29
Bizim milletimiz
vatan için şehit
olmanın en üstün
mertebe olduğunu
bilen bir millettir.
Biz savaşı iman
gücüyle kazandık.
Çanakkale
imanla yazılmış
bir destandır da
diyebiliriz.
hemiz vardı. Ve zafer kazandık.
Biri Çanakkale, ikincisi Kutumar,
üçüncüsü Azerbaycan Batum’dur.
Bir de ondan iki sene önce gerçekleşen Balkan Savaşı var ki, ordularımız perişan olmuştu bu savaşta.
720 bin kişilik ordumuz, 540 bin
kişilik Balkan ordularının önünde 24 günde Manastırdan Muratlı tepelerine kadar çekildi. Ancak
iki yıl sonra Çanakkale’de bir destan yazdık. Müttefik ordular başkomutanı Hamilton diyor ki, savaş başladığında Alman kurmayı
ve Türk süngüsü ile karşı karşıya
olduğumuzu anlamıştım. Ama ne
çare ki bir kere savaş başlamıştı.
Bizim milletimiz vatan için şehit olmanın en üstün bir derece,
mertebe olduğunu bilen bir millettir. Biz savaşı iman gücüyle kazandık. Çanakkale imanla yazıl-
30 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
mış bir destandır da diyebiliriz.
Nitekim Atatürk, Çanakkale Savaşlarına ait anılarını Mehmetçiğin oradaki kahramanlığını ve inancını şöyle ifade etmiştir: “…
Birinci siperdekilerin hiçbirisi
kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine
geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini
de biliyor ve en ufak bir çekinme
bile göstermiyor. Sarsılmak yok…
Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i
Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte
bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız
ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale’de yaşanan olaylardan ve hatıralardan neler anlatmak istersiniz?
Çanakkale’de bizim 57. alayımız
vardır. Bu alayımız 13 Ağustos’ta
Çanakkale’ye gitti. Bu alayın başında Kurmay Yarbay Hüseyin
Avni Bey vardı. Hüseyin Avni Bey
şehit oldu, yerine yardımcısı olan
Yusuf Ziya Bey geçti. Yusuf Ziya
Bey de şehit oldu, sonra alay kumandanı Hasan Fehmi Bey ordunun başına geçti. Bütün askerlerimiz şehit oldu ama Arıburnu’nda
düşmanı durdurdular.
Seddülbahir taraflarında Binbaşı Lütfi Bey var. Düşman siperlerimizi ala ala gelince orda Lütfi
Bey’in haykırışı var: “Ya Muham-
med kitabın gitti!” diye. Binbaşı
Lütfi Bey’in bu haykırmasıyla ordu tekrar toparlandı ve düşmana
karşı saldırıya geçtiler.
Çanakkale şehitlerine baktığımız
zaman gerçekten orada biz, bir
milletin vatan uğruna, din uğruna bir araya geldiğini görüyoruz.
Bizim aynı zamanda birliğimizin
de bir göstergesi değil mi Çanakkale savaşları?
Bizim üniversitemiz Darü’lFünundu, o zaman 2000-3000
öğrencimiz vardı. Bunların bir
kısmı askere gitti gönüllü olarak.
Bilmediğimiz diğer bir husus da
İstanbul’da on bin küsur medrese öğrencisinin varlığı. Bunların
hepsi Çanakkale’ye gitti. Yani Çanakkale entelektüelin, yedek subayın olduğu bir harptir. Bunlar
daha çok medrese çıkışlı olanlardı. Din âlimi olacak medrese hocası, sosyolog olacak kimselerdi.
Şimdi şunu da söylemek isterim, o dönemler ulaşım böyle kolay değildi. İstanbul ve Ege bölgesi Çanakkale’ye gitti. Bizim Doğu
Anadolu bölgesi Bağdat’ın güneyindeki cephelere gitti. Doğu Anadolu bölgesi de Azerbaycan’a
Batum cephesine gitti. Doğudan
Çanakkale’ye gelen %3, %5 oranında asker var. Batı’dan da
Doğu’ya giden bir o kadar askerimiz var. Ama Kutü’l-Amere’de olsun Çanakkale’de olsun Batum’da
olsun, bunlar gerçekten kahramanca çarpışan askerlerdi. Bir de
o zamanki hükûmetimiz ne kadar
eli kalem tutan şair, hikâyeci, romancı varsa Çanakkale’ye götürdü. Oradaki olayları görün ve ya-
SÖYLEŞİ
zın diye. Ama hiçbirisi görüp yazamadı. Fakat Çanakkale olayı
olduğu zaman Mehmet Akif Necit çöllerindeydi. Mehmet Âkif orda el-Muazzam İstasyonu’nda Enver Paşa ile temas kurdu. Mehmet
Âkif, Çanakkale’den zafer kazandık haberini alınca o meşhur Çanakkale şiirini yazmaya başladı el-Muazzam İstasyonu’nda.
Çanakkale’ye gidemedi, ama gitmediği hâlde o duyguyu bize çok
güzel bir şekilde yansıttı. Zaten onun Çanakkale Şehitlerine şiiri bir
anlamda Çanakkale’nin abidesi.
Sizce yeterince literatür var mı
bu konuda? Bir konuşmanızda
Almanya’da Çanakkale ile ilgili 700 civarında eser olduğunu
ifade ediyorsunuz. Bizde durum
nasıl, Çanakkale’yi yeterince anlatabildik mi?
Bugün, yüzyıl önce yapılan
bu savaşın sağlıklı bir
değerlendirmesini yapmak
için öncelikle Çanakkale’de
verilen mücadelenin çok
iyi bilinmesi ve algılanması
gerekir. Çanakkale
ruhunun ve orada kazanılan
büyük başarının devam
ettirilebilmesi değerlerimize
ve tarihimize sahip çıkmakla
mümkün olacaktır.
Kitapların hepsi birbirine benziyor. Romanlar hep birbirine benziyor. Birkaç tane roman aldık,
Avrupa’dan aldıklarını özetliyor.
1994’lerde ben Beyazıt kütüphanesinde bir araştırma yaptım ve
Çanakkale hakkında 23 kitaba ulaşabildim. İşte bunlar da elli sayfa, yirmi sayfa civarında basit yazılmış kitaplardı. Bu konunun
halkımıza yeterince anlatılmadığını düşünerek “Çanakkale Mahşeri” kitabını yazdım. Ancak son
yıllarda bu konuda pek çok eser
yazılmaya başlandı ve iyi kötü de
bir literatürümüz oluşmaya başladı. Ama tabii hâlâ yetersiz. Bakın Çanakkale’de 253 bin şehidimiz var. Her şehidi anlatan bir
kitap yazılsa 253 bin kitap eder.
Ama bunları yeterince tetkik etmiyoruz.
Şimdiki gençliği nasıl buluyorsunuz, millî ruh var mı gençlerimizde?
Zannediyorum var. Şimdi kendi
gençlik dönemlerime baktığımda millî ruhun geçmişe göre daha
canlandığını söyleyebilirim. Hatta
1960’da benim gençlik yıllarımda
ümmet birliği bundan yüzde on
daha azdı. Ama şimdi yavaş yavaş
camiye giden bir üniversite gençliğini görüyoruz. Millî ve manevi
değerlere sahip gençlerimiz var.
Ümitvarız.
Ne tavsiye edersiniz gençlere?
Şanlı bir tarihe, geçmişe sahibiz.
Gençlerimiz bunu bilseler, okusalar bile geleceğe daha ümitle bakarlar.
Okuyor mu gençler sizce bunları?
İyi kitap yazarsanız bunu okuyorlar. Ama iyi kitap yazmazsanız bir
iki bakıyor sonra bırakıyorlar. Onun için iyi kitap yazmak lazım.
Ancak onların ilgisini çekecek derecede iyi kitapların yazıldığını
zannetmiyorum.
Sayın hocam, son bir değerlendirme yapmak gerekirse
Çanakkale’de yaşananları nasıl
okumalıyız?
Bugün, yüzyıl önce yapılan bu
savaşın sağlıklı bir değerlendirmesini yapmak için öncelikle
Çanakkale’de verilen mücadelenin çok iyi bilinmesi ve algılanması gerekir. Çanakkale ruhunun
ve orada kazanılan büyük başarının devam ettirilebilmesi değerlerimize ve tarihimize sahip çıkmakla mümkün olacaktır.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
31
Helal Dairede Kalmak
HUDUDULLAH
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
DİB Rehberlik ve Teftiş Başkanı
“Had” kelimesinin çoğulu olan
“hudud” kelimesinin kökü sözlükte; sınır koymak, menetmek,
vazgeçirmek, iki şeyin birbirine
karışmaması için aralarına konan engel ve sınır anlamlarına
gelir. Bir Kur’an kavramı olarak
“hududullah”; Allah’ın insanlar
için koyduğu yasalar, hüküm
ve tavsiye-ler, emir ve yasaklar,
farzlar, helal ve haramlar, kısaca
dinî kurallardır. Dinî hükümler,
32 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
insanların inanç, söz, eylem ve
davranışlarını sınırladığı için “hudud” olarak isimlendirilmiştir.
Bir fıkıh terimi olarak “hudud”
kelimesi; hırsızlık eden, yol kesen, zina eden ve içki içen kimselere uygula-nan ceza anlamındaki
“had” kelimesinin çoğuludur.
Kur’an’da oruç, evlenme, boşanma, boşanan kadınların iddet
beklemesi, kefaret ve miras ile
ilgili hükümler “hududullah” olarak ifade edilmiştir.
1. Bakara suresinin 187’inci ayetinde; ramazan ayının gecelerinde
kişinin eşiyle beraber olabileceği,
ancak mescitlerde itikâfta iken
eşlere yaklaşmanın helal olmadığı, tan yeri ağarıncaya kadar
yiyip içilebileceği, tan yerinin
ağarmasından güneş batıncaya
kadar yeme, içme ve cinsel arzulardan uzak durması gerektiği bildirildikten sonra “Bunlar,
Allah’ın koyduğu sınırlardır, bu
sınırlara yaklaşmayın, Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar
diye, ayetlerini insanlara böylece
açıklar.” buyrularak oruçla ilgili
hükümlerin “Allah’ın sınırları”
olduğu bildirilmiştir. Dolayısıyla
namaz, hac, zekât ve infak gibi
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
diğer ibadetlerle ilgili hükümler
de Allah’ın sınırlarıdır.
2. Bakara suresinin 229’uncu
ayetinde dönüş yapılabilecek boşamanın iki defa olduğu, sonrasında ya iyilikle geçinmek ya da
güzellikle boşanmak gerektiği,
Allah’ın belirlediği ölçüleri koruyamama endişesi dışında kadınlara verilenlerin geri alınmasının
helal olmadığı, Allah’ın belirlediği ölçüleri gözetemeyeceğinden
endişe ederse kadının boşanmak
için erkeğe bedel vermesinde günah bulunmadığı bildirildikten
sonra “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrulmuştur.
3. Aynı surenin 230’uncu ayetinde erkeğin eşini üçüncü defa
boşadığı zaman, boşanan kadının
başka bir erkekle evlenmedikçe
boşandığı eşi ile bir daha evlenmesinin helal olmadığı, ancak bu
evliliği de sona erdiği takdirde ilk
eşi ile evlenebileceği bildirildikten sonra “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrulmuştur.
4. Talak suresinin birinci ayetinde Müslümanların eşlerini boşamak istedikleri zaman onları, iddetlerini dikkate alarak temizlik
halinde boşamaları ve iddetlerini
saymaları, apaçık bir hayâsızlık
yapmaları dışında onları bekleme
süresince evlerinden çıkarmamaları, kadınların da çıkmamaları gerektiği bildirildikten sonra, “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.”
buyrulmuştur.
5. Nisa suresinin 11 ve 12’inci ayetlerinde, ölen bir Müslüman’ın
geriye bıraktığı mirasından ya-
kınlarından hangilerinin ne miktarda pay alacağını açık-seçik bildirmiştir. 11 ve 12’inci ayetlere
göre bir Müslüman öldüğü zaman önce ölenin borçları ödenir,
sonra varsa vasiyeti yerine getirilir, sonra kalan mirası yakınları arasında ayetlerde belirlenen
ölçülere göre pay edilir. Ölenin
vasiyeti, mirasın üçte biri ile sınırlıdır, ayrıca vârislere vasiyet
yoluyla mal bırakılmaz. Ölenin
geriye bıraktığı malın, paranın,
servetin üçte ikisi vârislerin hissesidir. Müslüman, malının üçte
birinden fazlasını mirasçı olmayanlara veya bir hayır kurumuna
vasiyet edemez, etse bile vasiyeti,
malının sadece üçte biri için geçerli olur, üçte birini aşan miktarı, -vârisleri razı olmadıkça- geçerli olmaz. İslam’ın mirasla ilgili
hükümlerinin ayet ve hadislerle
belirlendiğini ve bu hükümlerin
adalet ve hakkaniyete uygun olduğunu, aynen uygulanması gerektiğini kabul etmek, Kur’an’a
imanın gereğidir. 11’inci ayetin
sonunda miras ile ilgili hükümler
Allah’ın sınırları olarak ifade edilmiştir.
6. Mücadele suresinin 2, 3 ve
4’üncü ayetlerinde bir kimsenin
eşine “Sen bana anamın sırtı gibisin.” diyerek onu kendisine
haram kılmasının (zıhar) dine
ve gerçeğe aykırı, çirkin ve yalan
bir söz olduğu, zıhar yapanların,
eşleri ile beraber olabilmeleri
için bir köle azat etmeleri, buna
gücü yetmeyenlerin peş peşe iki
ay oruç tutmaları, buna da gücü
yetmeyenlerin altmış fakiri do-
Allah’ın sınırlarını
korumak farz, her
biri hududullah olan
Kur’an hükümlerini
kabul etmemek,
beğenmemek ve
küçümsemek inkâr,
uygulamamak
ve sınırlarını
çiğnemek ise
isyan, itaatsizlik,
zulüm ve büyük
günahtır.
yurmaları gerektiği bildirildikten
sonra, “Bunlar Allah’a ve Rasulüne hakkıyla iman etmeniz içindir.
Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.” buyrularak zıhar’dan kurtulma ile ilgili hükümlerin Allah’ın sınırları
olduğu bildirilmiştir.
“Hudud” kelimelerinin geçtiği ayetlerden Kur’an’ın iman, ibadet,
ahlak, helal, haram, öğüt, tavsiye,
sosyal ilişkiler, evlenme, boşanma; kişinin Allah’a, kendisine,
aile fertlerine, insanlara, diğer
canlılara ve çevreye karşı görevleriyle ilgili emir ve yasaklarının,
ilke ve hükümlerinin “Allah’ın sınırları” olduğunu anlıyoruz.
Kur’an hükümlerini kabul ettiği
hâlde bu hükümleri uygulamayan Müslümanlar; Allah ve pey-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
33
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
gamberine isyan etmiş, ilahî sınırları çiğnemiş, hak sahiplerine zulmetmiş ve büyük günah işlemiş
olurlar. Eğer bir kimse Kur’an’ın
hükümlerini kabul etmezse iman
etmemiş olur. Bu sebeple olmalıdır ki Nisa suresinin 13’üncü ayetinde miras ile ilgili hükümlerin
Allah’ın sınırları olduğunu bildirilmesinde sonra Allah ve peygamberine itaat edenlerin cennete
gireceklerinin beyan edilmesine
karşılık 14’üncü ayetinde Allah’a
ve peygamberine isyan eden ve
onun koyduğu sınırları çiğneyen
kimsenin, içersinde ebedi olarak
kalmak üzere cehenneme atılacağı bildirilmiştir.
Yüce Allah, Kur’an’da sınırlarını
koruyanları övmekte ve müjdelenmesini istemektedir: “(Kurtuluşa erenler, günahlarına) tövbe
edenler, ibadet edenler, Allah’a
hamd edenler, oruç tutanlar,
rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip, kötülükten men edenler ve
Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Müminleri
müjdele.” (Tevbe, 9/112.) Bu ayette
dikkatimizi çeken husus, Allah’ın
sınırlarının korunması; tövbe,
ibadet, Allah’a hamd, oruç, namaz, maruf’u emir ve münkeri
men ile birlikte zikredilmesidir.
Allah’ın sınırlarının korunması
ile maksat, Allah’ın emirlerine
uymak ve yasaklarından kaçınmaktır.
Allah’ın sınırlarını korumak farz,
her biri hududullah olan Kur’an
hükümlerini kabul etmemek,
beğenmemek ve küçümsemek
inkâr, uygulamamak ve sınırları-
34 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Fert ve toplumların
dünya ve ahiret
saadetlerini elde
edebilmeleri,
Allah’ın bu sınırlarını
korumalarına
bağlıdır. Allah’ın
sınırlarını
koruyanlar; Allah ve
peygamberine itaat
etmiş, neticede Allah
rızasını, cennet ve
nimetlerini kazanmış
olurlar.
nı çiğnemek ise isyan, itaatsizlik,
zulüm ve büyük günahtır. Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırları
çiğnemeyin. Allah’ın koyduğu
sınırları kim çiğnerse işte onlar
zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/229.) “Kim Allah’ın sınırlarını
çiğnerse nefsine zulmetmiş olur.”
(Talak, 65/1.) “Zulüm” ilahî iradeye
başkaldırmak, Allah ve peygambere isyan etmektir. Kur’an-ı
Kerime göre kâfir, münafık ve
müşrikler zalim (Bakara, 2/254; Lokman, 31/13; Nur, 24/57.) olduğu gibi
Allah’ın emir ve yasaklarına, ilahî
sınırlara uymayanlar da zalimdir.
Hucurat suresinin 11’inci ayetinde “Kim (günahına) tövbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendi-
leridir.” (Hucurat, 49/11.) buyrularak
günah işleyenlerin zalim olduğu
bildirilmiştir. Dolayısıyla Allah’ın
sınırlarını korumayanlar zalim olmuşlardır.
“Hudud” kelimesinin geçtiği
ayetleri (Bakara, 2/187, 229, 230; Nisa,
4/13-14; Tevbe, 9/97, 112; Mücadele, 58/4;
incelediğimiz zaman;
dinî hükümlerin; iman, ibadet,
ahlak, muamelat (sosyal ilişkiler),
cezalar ve kefaret diye bir ayırım
yapılmadan hepsinin Allah’ın hükümleri olduğunu, bunlara iman
edilmesi ve gereğinin yerine getirilmesi gerektiğini, Allah’ın hükümlerinin birbirinden ayrılamayacağını öğreniyoruz. Müslüman,
Allah ve peygamberin koyduğu
hükümlere (Tevbe, 9/97.) bir bütün
olarak iman eder, gücü ve imkânı
nispetinde bu hükümleri uygulamaya ve insanlara anlatmaya
(tebliğe) çalışır.
Talak, 65/1.)
Sonuç olarak; insanlara rehber
olması için gönderilen Kur’anı Kerim, hayatın her alanı ile
ilgili hükümler içermektedir.
Kur’an’ın bu hükümleri, “hududullah” (Allah’ın sınırları) olarak
ifade edilmiştir. Fert ve toplumların dünya ve ahiret saadetlerini elde edebilmeleri, Allah’ın bu
sınırlarını korumalarına bağlıdır.
Allah’ın sınırlarını koruyanlar;
Allah ve peygamberine itaat etmiş, neticede Allah rızasını, cennet ve nimetlerini kazanmış olurlar. Allah’ın sınırlarını çiğneyenler, Allah ve peygamberine isyan
etmiş, zalim olmuş, büyük günah
işlemiş ve ilahî cezayı hak etmiş
olurlar.
Hattat: Yılmaz TURAN
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.
(Buhari, İman, 7; Tirmizi, İman, 12.)
Merhameti Kuşanmak
Dr. Lamia LEVENT
Diyanet İşleri Uzmanı
İçimizde sönmeye yüz tutmuş
insanlık kandilini yeniden tutuşturacak ve bizi insanlığımıza geri
çağıracak olan duygunun merhamet olduğunu söylüyor Kemal
Sayar. İnsana insan olduğunu ha-
tırlatan en temel duygudur merhamet. O yüzden merhametini
kaybeden insanlığını da yitiriyor.
Ülke olarak büyük elem duyduğumuz son hadiselere baktığımız
zaman hemen aklımıza gelen,
insanlığımızı ne zaman ve nasıl
kaybettik, sorusu oluyor. Başkalarının acısına bigâne kalmak bir
yana, insanlara acımasızca saldırabilmeyi, sudan bahanelerle can-
lara kıyabilmeyi nasıl öğrendik?
Her gün yanı başımızdan geçen,
belki mahallemizde, sokağımızda
karşılaştığımız sıradan insanlara
ne oldu da bu hâle dönüşebildi?
Merhamet erozyonundan olacak
artık şiddet pek çok yerde kol
geziyor. Âdeta bir şiddet sarmalı
içerisindeki dünyamız, her gün
canları yakan nice acı hadiselere
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
35
tanıklık ediyor. Özellikle kadın
ve çocuklara yönelen şiddetin sınırlarını tahayyül etmek de bile
zorlanıyoruz. Tam da bu noktada
yukarıda sıraladığımız sorulara
cevap, Hz. Peygamber’in hadislerinden yükseliyor: “Merhamet,
ancak kalbi katılaşmış, inançsız
bedbahtların kalbinden kaldırılmıştır.” (Hakim, Müstedrek, Tevbe ve İnâbe
Hadis no: 7632.) Kalplerden merhamet çekilip alındığında beraberinde sevgi, şefkat, ülfet ve rikkati
de gidiyor insanın ve katılaşmış
yürekler şiddetin öznesine dönüşüyor. İnsanların kalpleri bu
hasletlerin yerine, kin öfke, nefret
ve intikam hisleriyle doluyor. O
zaman insan, insanlığını kaybediyor, kendi cinsine en akıl almaz
kötülükleri reva görebiliyor.
Hâlbuki kaynağı iman olan merhamet, kötülüklerin panzehri
olabilir. Sadece kendisi için değil başkaları için de var olması
gerektiğini öğrendiğinde merha-
36 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
meti kuşanır insan. Yine rahmet
peygamberi, rahmeti kuşanan bir
İslam toplumu inşa etmenin birbirimizi sevme, birbirimize merhamet ve şefkat göstermede bir
vücudun organları gibi bütünleşmemizle mümkün olacağını öğütlüyor. (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr,
66.) Zira her bir Müslüman diğerinin derdiyle hemhâl olduğunda,
onun acısını yüreğinde hissettiğinde dünya daha huzurlu bir
yere dönüşecek. Zulüm, zorbalık,
haksız yere cana kıyma, masum
insanlara saldırı ve daha pek çok
kötülüğü toplumumuzdan silmek, empatiyi aşan bir duyarlılıkla yani merhametle birbirimize
yaklaşmakla gerçekleşir. Hz. Peygamberin, insanı helake götüren
günahların bir başkasının ırzına,
haysiyet ve iffetine saldırmak (Ebu
Davud, Menasik, 87.) olduğunu tekrar
tekrar anlatarak ve anlayarak mücadele edebiliriz kötülükle. Ve
Müslümanın Müslümana kanının, ırzının ve malının haram kı-
Her bir Müslüman
diğerinin derdiyle hemhâl
olduğunda, onun acısını
yüreğinde hissettiğinde
dünya daha huzurlu bir
yere dönüşecek. Zulüm,
zorbalık, haksız yere cana
kıyma, masum insanlara
saldırı ve daha pek çok
kötülüğü toplumumuzdan
silmek, empatiyi aşan
bir duyarlılıkla yani
merhametle birbirimize
yaklaşmakla gerçekleşir.
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
lındığını (Müslim, Birr ve Sıla, 32.) unutmadan yaklaşırsak birbirimize;
işte o zaman toplumda kardeşlik
ahlakını ikame edebiliriz.
Can özgedir, dokunulmazdır
Ne zorluklarla büyütür anne evladını. Önce dokuz ay rahminde
taşır ki, merhametin kucağıdır orası. Sonra bir zarar gelmesin diye
gözünden bile sakınır onu. Hani
Rabbimizin merhametini anlatırken Hz. Peygamber, işte bu annenin evladına duyduğu şefkati
misal getirir. (Müslim, Tevbe, 21.) Anne
için evladı canı kadar kıymetlidir,
hatta canından yeğ tutar, gerektiğinde gözünü kırpmadan canını
ortaya koyar evladı için.
Sadece anne babalar için mi kıymetli yavruları. Yaratan daha büyük kıymet vermiş insanoğluna.
En güzel biçimde yaratmış sonra
kendi ruhundan üfürmüş ona.
İlahî bir öz taşır her insan o yüzden canı özgedir; ırzı, şerefi, haysiyeti, onuru, namusu her türlü
değerin üstündedir. İnsan kendi
canına kıyma hakkına bile sahip
değilken; bir başkası, hukukun
ve ahlakın sınırlarını aşarak asla
ona el uzatamaz. Öyle ki, Kerim
Kitabımızda bir insanı öldüren
sanki bütün insanları öldürmüştür. Bir insanı yaşatan da sanki
bütün insanları yaşatmıştır. (Maide,
5/32.)
Ama insan bu ilahî ölçüyü aştığında; Rabbin değer verdiği, annelerin babaların el üstünde tuttuğu cana kast edebiliyor. Hele
karşısındaki kendinden zayıfsa ve
kadınsa daha da vahim tablolar
ortaya çıkıyor. Kadına el kalkmaz, helali olmayana yan gözle
dahi bakılmaz anlayışının hâkim
olduğu bir kültürün bu tabloları üretmesi nasıl mümkün olur!
Kadınları Allah’ın emaneti olarak
gören bir dinin mensupları; elini,
dilini, gözünü bir başkasına dokundurmaya, kız çocuğunun ve
kadının iffet ve onurunu çiğnemeye, en temel insani hakkı olan
yaşamına kastetmeye nasıl pervasızca cüret edebilir?
Şimdi o “anne”ye kim nasıl teselli verebilir? Sabah öpe koklaya
okuluna uğurladığı can paresinin
akşam hunharca katlediliş haberine hangi yürek dayanır? Anne
babaların, gözü yaşlı kadınların
ahları arşıâlâyı titretir, gayretullaha dokunur…
Asım’ın neslinden şiddet nesline
Toplumu sarsan şiddet olayları
neden bu kadar yaygınlaştı diye
düşünürsek pek çok sebep sayılabilir. Şimdi muhasebe yapma ve
bu sebepleri ortaya çıkarma zamanıdır. Herkes kendince bu sorgulamayı yapmaya başladığında,
sorunlarımızı ötelemeden konuşabilme zeminine kavuşabileceğiz. Her birimiz eteğindeki taşları
dökmek ve meseleye bir ucundan
dâhil olmak zorundadır.
“Yeni nesil nasıl yetişiyor”dan
başlarsak çözümün de ipuçlarını yakalayabiliriz zannediyorum.
Çok uzaklarda değil evimizin
içinde yaşananlara bakmakla bile
cevap bulabiliriz sorularımıza.
Her şeyden önce çocuklarımızı, gençlerimizi esir alan küresel
vahşet kültürü şiddeti türlü yöntemlerle meşrulaştırmaya çalıştı.
Bizim ısrarla uzak durulmasını
öğütlediğimiz kötülükler allanıp
pullanıp güzel gösterildi körpecik
dimağlara. Sanal savaş oyunlarında acımasızca öldürmeyi öğrendi
yavrularımız. Sonra türlü entrikaların döndüğü diziler, filmler değer yargılarını yaraladı. Bilinçler
ve yürekler işgal edildi…
Şimdi yürekleri kötülüğün ve
şiddetin işgalinden kurtarmak
ve yeniden merhametin membaı
yapmak için gönül terbiyesine ve
“edep ya hu” idrakine ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştirmek de
kalplerdeki pası silmek ve gönüllere merhamet tohumları ekmekle mümkün olur.
Eğitim sistemimizi, insan yetiştirme düzenlerimizi yeniden gözden geçirmek de gerekiyor. Bunun için büyük projeleri, hamasi
kampanyaları beklemek beyhude
olur. Zira her birimizin bu ateşi
söndürmek için yapabileceği şeyler var. Herkes önce kendinden,
nefsinden, evladından, evinden
başlarsa işe, bir anlamı olur yapılanların. Atılacak küçük adımlar
kartopu misali büyüyüp değiştirebilir dünyayı…
Kendisini Rahman ve Rahim olarak nitelendiren Rabbin kulları
ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberin ümmeti
olarak birbirimize rahmet ve şefkat nazarıyla bakabilmeyi yeniden başarmalıyız. Hz. Peygamber
Müslümanı, diğer Müslümanların
elinden dilinden zarar görmediği;
halkın canları ve mallarını kendisine karşı emniyette bildiği kişi
(Tirmizi, İman, 12.) olarak vasıflandırıyor. Kardeşimize değil elimizden
bir zarar hâsıl olması, onu kendimize tercih ettiğimizde merhameti kuşanmış oluruz.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
37
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şiirleri Kuşanan Şehirler
Mahmut BIYIKLI
Kaba söze karşı şiiri, taşa karşı
şehri savunan adamların klas duruşları şiirlere de şehirlere de her
zaman iyi gelmiştir. “İnsan yaratılışının gerekçelendiği yerlerdir,
şehirler” diyor Nuri Pakdil.
“İnsanın en büyük erdemi şehir
kurmak” ve “şairin gayesi dünyayı
güzelleştirmek” ise, şehirler şiirin otağı olur. Mimarlarla şairler
arasındaki akrabalık çok derindir.
Yalnız Sinan’ın ve Baki’nin şahadetleri bile yeterli olur bu bağı
teslim etmek için. Mimar şuurunu
kaybederse, şehir de şiirini kaybeder. Şiirinin mürekkebini şehrinin tütsüsünden ağıtan şair, göğüne şiirler sinmiş şehirler tahayyül
eden bir mimar kadar değerlidir
şehirlerin hatıra defterinde. Şiirin
damarlarıdır şehirler ve şiir taze
kan taşır şehrin şahdamarlarına.
İnsan şehre bir şiire varır gibi ansızın girer. Şairlerin şiire girişleri
daha bir böyledir; bir payitahta
girer gibi girerler şairler şiire.
Yaşadığı şehrin kendini etkilemediğini düşünmek, bir insan için
mümkün değildir. “İnsan yaşadığı
şehre benzer / O şehrin havasına,
suyuna…” diyen şair bu etkinin
şuurundadır.
Şair, dilini yaşadığı mekâna yaslayan insandır. Mekânların kaderiyle şiirlerin kaderi arasında görünmez bağlar vardır. Onun için
ustalar hep şiirin hayatiyetinin
şehrin hayatıyla olan sarsılmaz
rabıtasından bahsedegelmişlerdir.
Çünkü şiirin hengâmeye ihtiyacı
vardır. Tek düzelik, biteviyelik
kurutur şiirin damarlarını. “Yazmanın vatanı sağlıklı sessizlik”
ise de, şiir, hep şehrin tepelerine
çıkmak ister, katlanamaz taşraya
inmeye.
Şehir öznesi insan olan mekândır
Şehirlerin hafızaları daima şairlerden derindir. Şehirler kendilerine karakter olmuş esmaları asla
unutmazlar. Şairlerin ise hatırlamak için şehirlere ihtiyacı vardır.
38 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Şehir, öznesi insan olan mekândır.
En azından Doğu şehirleri için
bu böyledir. İnsan, şehre hükmü
geçen, nazı geçen, şehrin kaderine istikamet verendir. En çok da
şairler için geçerlidir bu ayrıcalık.
Onlar şehrin hep içine bakarak
yaşarlar. Şehrin derunundaki söylenmemişi ararlar.
“Yollar bizden biridir / Ne duysak
sesimizdir”
Şehir, bu mektep medresede yetiştirilmeyen Huda-yı nabit varlıkların varlığıyla yeniden doğayazar. Şair medeniyet nakışlarını
işledikçe, şiiri gibi şehri de yenilenir. Ve kendi şiirini yazabilmesi
için şehrin, şairin gönlündeki aksi
sedasını duyması gerekir. Bunun
için şiirsizlik, bir şehrin en korkulu rüyasıdır.
“İhmalin vefasız alçak hükmüne /
Sabırla elini bağlayan şiir
Haşmetli devrinde gördüğü güne
/ Bakıp da anarak ağlayan şehir”
Şehrin tam ortasındadır şair. Şehir
gibi kalabalık, şehir gibi yorgun,
şehir gibi derin şiirler okumamızın bir sebebi de budur. Bütün
büyük şairler şehirde yaşamış, yaşadığı şehri şiirleştirmiştir.
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Şiir şehri şehir şiiri kuşanır
Modern şehir olmamalıdır, şiirin moderni olmayacağı için. Şiir
doğmak için hep kendi şehrini
arar ve ona gönlündeki ilahî hazzı
dokur. Ve şehir, özündeki manayı
şahlandıran bu şair kardeşlerinin
ismini ebediyen kendi tarihine
kazır.
“Bir zafer müjdesi burada her isim
/ Sanki tek bir anda gün saat mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın /
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın”
Şiirin de şehrin de şuursuz yaşayamaması. Bunun içindir şiirin
ve şehrin birbirini tasdik etmesi
bundandır. Büyük şehir şahadet
eder üzerinde yazan şairin büyüklüğüne. Bunun için soramayız şiir
mi şehri şehir mi şiiri ihya etmeli
diye. Şair şehri kuşanmış, şehir de
şairi kuşatmıştır yekpare.
“Yıkık köprülerin her bir taşından
/ Bir hayat köprüsü kuran
Kâbusların yıktığını onaran / Bir
rüya vardır”
Bir seyyah değildir şair
Bir seyyah değildir şair, ne de coğrafya öğretmeni. Şiirlerle kurulur
şehirler şairin gönlünde. Şairleri
şiirin yalın hâllerine bırakmak gerekir bunun için.
“Uzasan göğe ersen, cücesin şehirde sen”
Şehir, hep kendine hep eskiye
hep eski çocukluklara mahsustur
şairin nazarında.
Yusuf’u kaybettim Ken’an ilinde /
Yusuf bulunur Ken’an bulunmaz”
diyen şairler de vardır. Ken’an
dünyasında gönül Yusuf’unu bulunca Ken’an gözünden silinen
şairler…
Her şairin şehri, onun şiiridir de.
Bundandır Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, Semerkant, Buhara, Maraş,
Urfa, Diyarbakır sokaklarının
şiir kokması. Her şairde onun
şehrinin edası vardır. Yunus’sa
Mevlana’ysa Hacı Bayram’sa
Eşrefoğlu’ysa Fuzuli’yse Niyazi’yse
de, Akif’se Yahya Kemal, Necip
Fazıl, Sezai Karakoç ise de…
Yine de şairler bir şehre aittir denilse hata olur. Şair daima kendini
tek-şehirlilikten koruyan adamdır. “Gizemli bir dehliz gibi şehri
dolaşıyorum / Sıkıca tutuyorum
kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya”
Bütün büyük şairler Medinelidir
Bütün büyük şairler Mekkelidir,
Medinelidir önce ve sonra Kudüslü, İstanbullu…
“Getirirse iki şehir getirir insanı
kendine / Biri Mekke biri Medine”
“İnsanlar yağmur olmuş sokaklardan akıyor
Melekler saf saf durmuş gıpta ile
bakıyor”
dedirten Medineli…
“Ve Kudüs Şehri / Gökte yapılıp
yere indirilen şehir
Tanrı şehri ve bütün insanlığın
şehri / Altında bir krater saklayan
şehir” gibi Kudüslü.
“Yeryüzüne ayı indir o bir şehir
olsun / Yaklaştıkça büyüyen
Ayrıntıları setleri bahçeleri / Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan”
gibi İstanbullu…
Ve şehirler nasıl bir iddianın
burçlarıysa, şiirler de kutlu bir
davanın eseridir. Bunun içindir
ki şiirler de şehirler gibi ruhlarıyla hep diridir. Şehirlerin ruhunu
yansıtan şiirleri, şiirlerin ruhunda
yaşayan şehirleri en iyi şairler bilir.
Duamız odur ki; Mekke’yi
Medine’yi Kudüs’ü bir kol saati
gibi kolunda taşıyan, “Bin yıllık
ömrüm olsa / Ömrüm boyunca
konuşmam ve yazmam nasibimde varsa / Hep Müslümanların
birleşmesinden / Ve bir araya
gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim / Bundan
bıkmam ve yılmam, bundan daha
büyük bir dava bilmiyorum”dan
başka söz sarf etmeyen, “Yürü
kardeşim / Ayaklarına bir Kudüs
gücü gelsin” diye yaşayan medeni
şairler ulu şehirlerimizin semasından hiç eksik olmasın!
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
39
VAHYİN AYDINLIĞINDA
Kur’an’ı, Tabiatı ve Tarihi Anlamak
Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Akıl sahibi olmak, sadece dinî açıdan sorumlu tutulmak için şart değildir. Allah’ın (c.c.)
razı olacağı Müslümanca bir hayat için de
aklın kullanılması gerekir. Nitekim girişte
verilen ayette görüldüğü gibi, Kur’an’ın iniş
sebeplerinden birisi bu şekilde ortaya konmaktadır. Kur’an, bir ilim ve hikmet hazinesi
olarak muhataplarını kendisini düşünmeye
davet eder ve bunu değişik vesilelerle tekrarlar. Mesela bir başka surede konu şu şekilde
dile getirilir: “Anlayıp kavramanız için biz
onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf,
12/2.)
Dinî tefekkür, insandaki akıl-kalp birlikteliğini sağlayacak şekilde bütün anlama vasıtalarının devreye girmesidir. Kur’an bunu bir
metot olarak kullanır. Çünkü düşünce ve
tefekkür dünyası zinde olmayan insanların
dinî hayatı zayıf kalacaktır. Dolayısıyla birtakım değer ve davranışların kazanılabilmesi
için, ayetlerin düşüncenin konusu hâline gelmesi son derece önemlidir.
Ne var ki günümüzde Müslümanların
Kur’an’la olan ilişkisine baktığımızda, bunun
genel olarak anlama merkezli olmadığını görüyoruz. Bu ilişki, esas itibarıyla fikri değil
duygusaldır, akli değil ibadet amaçlıdır. Yine
bu ilişki, İslami şahsiyeti inşa etmekten ziyade sevap kazanmayı, dünyayı imar etmekten
daha çok ahirette mükâfata ermeyi hedeflemektedir.
Bahsedilen anlayışın bir neticesi olarak
Kur’an’a saygı, içerdiği ilahî buyruklara saygıdan Mushaf’ın maddi varlığına saygıya
ve ondan bereket ummaya dönüşmüştür.
40 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Kur’an bir taraftan yüceltildi ama diğer taraftan hayattan uzaklaştı.
Müslümanlar, bugün bu ilahî kelamın anlaşılmasına yeterli zamanı ayırmamaktadırlar.
Artık bu alışkanlıklarını değiştirmeleri ve her
gün bir süre onun üzerinde imal-i fikirde
bulunmaları gerekmektedir. Aksi takdirde
onun itikada, ibadete, ahlaka, tarihe ve topluma dair emir ve öğretileri ihmal edilecektir.
Oysa geçmiş Müslümanların ve İslam medeniyetinin ilham kaynağı vahiy kültürü değil
miydi? Bugün de böyle olması gerekmiyor
mu?
Müslümanlar, büyük çoğunluğu itibarıyla
Kur’an’ı anlamayı ihmal ettikleri için, tabiat
ayetlerini anlamayı da önemsemez olmuşlardır. Çünkü kavli ayetler, sürekli olarak kevni
ayetleri anlamaya davet etmektedir. (Mesela bk.
Casiye, 45/3-6.) Kur’an’ın buradaki asıl amacı,
uluhiyet ve tevhit tasavvurunun oluşmasıdır.
Ancak bununla evren üzerinde bir tecessüs
fikrini, dolayısıyla tabiat bilimlerinin gelişmesinde oldukça önemli bir arka planı oluşturduğu açıktır.
Kur’an, tabiattaki normal işleyişi ayet olarak
isimlendirdiği gibi, bu işleyişi aşan mucizeyi
de ayet olarak isimlendirmektedir. Bu da ilginç bir durumdur. Bununla belki de şu husus bizlere hatırlatmaktadır: Mucizeye dikkat
kesildiğiniz gibi, Kur’an ve tabiat ayetlerinde
de sizi hayrete düşürecek sırlar ve hikmetler
vardır. Öyle ise, neden onları tefekkür etmiyorsunuz?
Kur’an’ın dünya görüşünde bütün varlık,
insanı Rabbine çağıran sayısız ayetlerle doludur. Varlık her çeşidiyle Yaratıcının sonsuz ilmine, eşsiz kudret ve yaratma gücüne
delalet etmektedir. Hayvanlardan bitkilere,
mantarlardan mikroskobik canlılara tüm
“Sana bu mübarek Kitab’ı, ayetlerini düşünsünler ve
aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd, 38/29.)
mahlukat, insanı hayrete düşüren bir mükemmellikte yaratılmıştır. Bu anlamda bütün varlık,
anlaşılmayı bekleyen sırlarla dolu bir kitap gibi
insanın önünde durmaktadır.
Ne var ki günümüz Müslüman topluluklarının,
tabiatı anlama, oradaki eşsiz işleyiş ve sistemleri çözme konusundaki gayretleri kifayetsizdir.
Mucize ve keramet türü anlatımlar onların dikkatini daha fazla çekmekte, olağanüstülüklere
ayrı bir ilgi göstermektedirler. Ama çağdaş medeniyetin sahibi batılılara baktığımızda, tabiatın
işleyişinde olağanüstülük onları ilgilendirmemektedir. Onlar, mucizeyi (!) evrendeki olağan
işleyişi keşfetmede ve onları teknolojiye dönüştürmede aramaktadırlar.
Ancak belirtmek gerekir ki, Batı dünya görüşünde de tabiat, insanın sadece maddi yönden
istifade edeceği bir fırsat ve imkânlar bütünüdür. Onun metafizik, manevi bir anlamı yoktur.
Kanunları keşfedildikçe, teknolojiye uygulanıp
insanın istifadesine sunuldukça bir değer ifade
eder.
İnsanoğlu bugün varlığın sırlarını keşfetmede olağanüstü bir konuma gelmiştir. Ama Fen
Bilimlerinde elde edilen onca bilgi, Yaratıcıya
şükretme konusunda insana pek bir şey söylememektedir. Kâinat kitabından insan bir fazilet
dersi çıkarmamaktadır. Tabiat ve insan yaratılışındaki fevkaladelikler, bu konuda ulaşılan
bilgiler, manevi bir anlayışa ve tevhidi bir duyarlılığa yol açmamaktadır.
Bu tespitler, sadece gayrimüslim dünya için değil, İslam toplumları için de büyük ölçüde geçerlidir. Çünkü bugün eğitim kurumlarımızda
tabiat bilimleri alanında okutulan kitaplarda,
bahsedilen anlayış etkinliğini devam etmektedir. Bu da, parçalanmış bir zihin yapısından
başka bir şey değildir.
Kur’an’ı, tabiatı ve tarihi (toplumu) anlamak,
İslam medeniyetinin üç temel sacayağını oluşturmaktadır. Müslümanlar bu üç alanı, bilginin
ve anlamanın konusu yapmadıkları müddetçe,
insanlığa umut vaat eden bir kültür ve medeni-
yet inşa etmeleri mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın anlamı ve yorumu tarihte söylenmiş
ve tüketilmiş değildir. Aksine Müslümanlar,
Kur’an’ı, usulü çerçevesinde her çağ ve dönemde yeniden anlar ve yorumlarlar. Diğer taraftan
Müslümanların tabiatı ve tarihi anlamaları, diğer medeniyetlerin anlamaları üzerinden değildir. Onlardan istifade ederler. Ama bizatihi
kendileri İslam’ın temel öğretileri çerçevesinde
bu alanları araştırmalarının konusu hâline getirirler.
Müslümanların Kur’an’ı anlamaya gerekli ihtimamı göstermemelerinin sonuçlarından biri
de şudur: Kur’an’ın önemli bir kısmını kıssalar
oluşturmaktadır. Bu anlatımlarda toplumların
yükselmesi ve çöküşüne neden olan yasalardan
bahsedilmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar,
buradan hareketle Kur’an’dan mülhem Sosyal
Bilimlerle ilgili öğretiler geliştirebilirlerdi. Ne
yazık ki bu sahadaki çalışmalar henüz yetersiz
bir durumda bulunmaktadır. Kur’an bu açıdan
büyük bir dikkatle anlaşılmayı ve araştırılmayı
beklemektedir.
Bu sahada yapılacak çalışmalar sadece teorik
değil, aynı zamanda pratiğe yönelik olmalıdır.
Nitekim Kur’an buna da işaret eder ve şöyle der:
“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmazlar mı? Kendilerinden önceki toplumların başlarına gelenlere
bakmazlar mı?” (Yusuf, 12/109; ayrıca bk. En’am, 6/11.)
Ayette dikkati çeken husus, geçmiş milletlerin
tarihinin kitaplardan değil, bizzat gidip yerinde müşahede edilmesidir. Kazılarda elde edilen
bulgulardan, müşahhas delillerden hareketle
yeni bir tarih yorumunun yapılmasıdır. Ancak
Müslümanların bu alanda da ihtiyaç duyulan
çalışmaları yaptıklarını söylemek zordur. Çünkü hâlâ üniversitelerimizde okutulan Arkeoloji
ilmi, büyük ölçüde yabancıların yaptığı çalışmalara, dolayısıyla onların ön kabul ve okumalarına dayanmaktadır.
Sonuç; yeniden ihya ve inşa için, vahiy kültürü
bilginin ve hayatın kaynağı hâline gelmelidir.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
41
HADİSLERİN IŞIĞINDA
Tevekkül… Kuşlar gibi…
Rukiye AYDOĞDU
Diyanet İşleri Uzmanı
Tan yeri ağarırken yuvalarından aç çıkan, akşam kızıllığında yuvalarına tok
dönen kuşlar üzerine…
Her sabah olduğu gibi bu sabah da yuvalarından aç havalandı her biri… Huzurlu, umutlu, hevesli… Sonra hiçbir
beklenti içine girmeden kanatlarıyla
göğü kucaklayıverdi. Sadık, içten, samimi… Keyifle süzüldüler beyaz bulutların arasında, kanatlarını rüzgâra bırakıp
neşeyle dans ettiler, göğü delip en derinine indiler… Görenler onları gökyüzünün efendisi zannederdi oysa onlar,
gökyüzünü sahiplenmeden sadece onun
içinden geçmekteydi. Onların uçmasını
sağlayan, gökyüzüne umut bağlamadan
ümitvar olabilmek, rızkı gökten değil göğün sahibinden beklemekti…
Göğümüzden kuşlar geçiyordu, biz yürüyorduk. Kaldırdık başımızı, onlar hep
yükseklerdeydi, masmavi gökyüzüydü
onların evi. Heveslendik, imrendik, kıskandık belki…
Başladık koşmaya, nefes nefese kaldık…
Oysa koşmakla uçmak bir değildi, bilemedik… Onlar iki kanatla uçarken,
iki kolla bizi uçmaktan alıkoyan neydi?
Evet, kanatlarımız olmalıydı bizim de,
sadece iki tane değil; üç, dört, beş hatta
daha da fazla… Hesabımızı yapıp, ölçüp, tartıp garantilemeliydik her şey gibi
uçma işini de! Bütün ihtimaller ince ince
hesaplandı, istatistikler yapıldı, riskler
sıfırlandı. Her şey tamamdı ancak olmadı, bir türlü o zevki tadamadık.
- Kanadımız var değil mi?
- Evet fazlasıyla!
42 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
- Peki, neden uçamıyoruz?
- Çünkü ruhumuzun kanadı kırık!
- Ruhu kanatlandıran nedir peki?
- Tevekkül!
Gökleri tanıyan, göklerden haber getiren
Nebi söylüyor bunu. Tevekkül ederek
kuşlarla birlikte kanat çırpabileceğimizi,
onlar gibi kendimizi özgür hissedebileceğimizi… Kuşların izini sürersek ayaklarımızın yerden kesilebileceğini bildiriyor.
Bizi yere doğru çeken ağırlıklarımızdan
kurtularak yücelebilmemiz için kuşlardan öğrenecek çok şeyimizin olduğuna
işaret ediyor, onları bize örnek gösteriyor
ve diyor ki:
“Eğer siz gereği gibi Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak
dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” (Tirmizi, Zühd, 33.)
Kuşlara benzemek tevekkül edenlerin
işi… Tevekkül de derdi gök olanların, derdi uçmak olanların meşgalesi…
Durmak değil uçmaktır tevekkül. Gözü
yücelerde olanların eylemidir. Hayalleri, idealleri, gayeleri büyük olup da en
büyük olana, Ekber olana dayananların
işidir. Karıncaları, balıkları, kuşları kim
rızıklandırıyorsa bizi de doyuranın O olduğunun bilincine varmaktır. Bu yüzden
inanamamış, güvenememiş, adanamamış ruhlar hissedemez onun lezzetini…
İnançsızlığın miskinliğini yaşayanlar,
O’na dayanmayı tembellik sananlar bilemez tevekkülün bütün benliğiyle insanı nasıl harekete geçirdiğini… Ellerini
semaya açanlar tadabilir ancak tevek-
külü… Göklerden haber getiren elçilere
uyanlar bilir onun tadını… Yedi kat göğün
yegâne sahibini tanıyanlar ancak tevekkülle yücelebilir. Gök ehlinin meşgalesidir bu
yüzden tevekkül, esfel-i safilinin değil…
Ayakları yerden bir türlü kesilmeyenler uçmak nedir ne bilsin? Bin bir çeşit prangayla yere bağlananlar nasıl kımıldayabilsin?
Yeryüzünün türlü dertleriyle dertlenenler
göklerden nasıl nasiplensin? Bencillikleri,
hırsları, bitmeyen savaşları onların kendilerinden başka bir varlığa güvenmelerine
nasıl müsaade etsin? Etmez! Bu durumda
gündüz de birdir, gece de… Şüphelerin,
korkuların tutsağı olur insan. Her şeyin bir
hâkimi olduğunu unutup her şeye hâkim
olabilmek için kıvranır durur. Sükûnet onu
sessizce terk eder, gürültüler yağmalar içini. Cevapsız soruların ardı arkası kesilmez.
Rızık endişesi, geçim kaygısı, dünya meşgalesi yakasını bırakmaz bir türlü. Kendisini
zehirleyen kuşkuların, evhamların, beklentilerin, ihtimallerin, acabaların, keşkelerin,
belkilerin sonu gelmez. Felaket senaryolarının girdabında kaybolur gider… O’na
inanmadan kalbi sükûnete ermez ki insanın. O’na tevekkül etmeden huzur nedir bilemez. O’na güvenmeden kendini güvende
hissedemez.
Güvenmeye ihtiyacımız var, inanmaya,
sığınmaya ihtiyacımız var. Çünkü aciziz.
Ömrümüz, hayatımız, mematımız ve dahi
rızkımız O’nun elinde. Buna iman edip O’na
dayandığımız zaman tevekkülün tadına varabiliriz. O zaman gereksiz yüklerin hamallığından kurtulup hafifleyebiliriz. Belimizi
büken ağırlıklarımızdan, taşımak zorunda
olmadığımız fazlalıklarımızdan ancak işimizi O’na bıraktığımız zaman kurtulabiliriz.
Her şeyin sahibi olamayız, her şeyi kontrol
altında tutamayız, bütün ihtimalleri hesaba katamayız, acizliğimizi, kulluğumuzu
unutup da ilahlığa soyunamayız. Terazilerin
sadece maddeyi tartmadığını, muhasebenin
sadece rakamlara terkedilmeyeceğini, hesabın sadece aritmetikle yapılmayacağını anlamak zorundayız. Gökyüzünü dünyamızdan
çıkarmaya çalışıyoruz, kendimize sadece
yeryüzünde bir dünya kurmak amacımız.
Uçsuz bucaksız gökler dururken kendimizi
yere mahkûm ettiğimizin farkında bile değiliz; kafamızı kaldırıp huzurla uçan kuşlara şöyle bir baktığımız yok. Bir türlü doymamak, doymak bilmemek, hakkına razı
olmamak bizi kuşlardan ayırıyor; bir türlü
uçamıyoruz. Bunca varlıkla gönlümüzün
Ömer b. el-Hattab’ın (r.a.) naklettiğine göre
Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Eğer siz Allah’a gereği gibi tevekkül etmiş olsaydınız,
tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam)
dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de
rızıklandırılırdınız.”
( Tirmizi, Zühd, 33.)
darlığını gideremiyoruz. İçimizdeki boşluğun maddeyle dolmayacağını anlayamıyoruz. Oysa “Bana Allah yeter. O’ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül
ettim. O, yüce arşın sahibidir.” (Tevbe, 9/129.)
diyenden daha huzurlu kimse var mıdır?
“…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter...” (Talak, 65/3.) ayetinin hafifliğini
insana başka ne yaşatabilir? “Göklerde ve
yerde ne varsa Allah’ındır.” ; “…Dilediğini
yüceltir, dilediğini alçaltır, her şey O’nun
elindedir.” (Teğabün, 64/1; Âl-i İmran, 3/26.) diyebildikten sonra insanı yücelmekten ne alıkoyabilir? Sadece başını kaldırıp kuşları izlemesi
yeterli, bir küçük serçe, bir güvercin ya da
hüdhüd kendisine yol gösterecektir.
Peygamber (s.a.s.) kuşları örnek gösterdi
bize, peki kuşlara örnek olabilecek var mı
içimizde?
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
43
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Yakın Tarihten Silinmez Bir İz:
MAHİR İZ
Kâmil BÜYÜKER
Dünyayı bir mektep olarak görürseniz bu yolda herkes bir talebedir
ve her daim öğrenme sürecindeyizdir. Ancak yine de muallime,
mürebbiye ihtiyaç vardır. Yakın
tarihimizde silinmez bir iz bırakan ve pek çok isme muallimlik
yapmış bir isimdir Mahir İz. Öyle
bir muallim ki;
Dersi bitmez bir debistân-ı hakayıktır cihân
Onda en kâmil muallimler sebakhandır bütün (Muallim Naci)
Mısralarını çok sık tekrar eden,
yani; “bu dünya, dersi hiç sona ermeyen bir hakikatler mektebidir.
Orada en yetişkin muallimler bile
birer talebe gibidir” düşüncesine
sahip bir isimdir.
Muallimliğe adanan bir ömür
Yakın tarihle biraz hemhâl olan
her insan Mahir İz ismine aşinadır. Kimi zaman Mahir İz Hoca’yı
Mehmet Akif’le ve müderris Ruşen Ferit Kam’la olan yakınlığı
dolayısıyla tanırız. Öyle ki Akif’in
Mısır günlerinden önce dostlukları vaki olduğu gibi Mısır döneminde de Mahir İz Hoca ile
mektuplaşmaları vardır. Mahir
44 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Hoca’ya bir zaman TBMM’de zabıt kâtipliği, zabıt mümeyyizliği
vazifesini deruhte ederken rastlarız. Büyük Millet Meclisinde bulunduğu dönemlerde çok önemli
tarihî hadiselere şahitlik eder ve
bunları yazar. Ancak onu en iyi
temsil eden vazife muallimliktir.
Darülhilafe Medresesinde Türkçe, Ankara Sultanisi’nde Arapça
muallimliği, Kadıköy Orta Mektebi, Saint Jean D’arc Okulu, Halıcıoğlu ve Kuleli Askeri Liseleri,
Üsküdar Paşakapısı ve Davutpaşa
orta mektebi hocalığı ve ardından Sultanselim’deki İmam Hatip Mektebinde tarih hocalığı ve
en nihayetinde İstanbul Yüksek
İslam Enstitüsü’nde İslami Edebiyat Tarihi hocalığı hizmetinde
bulunmuştur. Kendisinin halefi aynı zamanda genç yaşta vefat
eden Selçuk Eraydın Hoca’nın da
ifadesiyle “Dünyaya tekrar gelme
imkânı olsaydı yine muallim olarak gelmek isterdim.” diyen Mahir İz Hoca 1895’te başlayan ve
1974’de nihayet bulan hayatının
büyük kısmını muallimliğe vakfetmiştir.
Mahir İz’den bir iz: “Yılların İzi”
Babasının kadı olması dolayısıyla çocukluk yıllarında Midilli, Balıkesir, Isparta ve Medine-i
Münevvere’de bulunan Mahir
Hoca gençlik yıllarını İstanbul
ve Ankara’da geçirmiştir. Ondan
geriye kalan ve ömrünün hülasası diyeceğimiz “Yılların İzi” adlı
eserinde ise hatıralarını tafsilatlı
bir şekilde anlatmıştır. Kendisi kitabının yayınladığını göremeden
vefat etse de yazdıkları ile yakın
tarihe ışık tutacak önemli bir iz
bırakmıştır. Sözlü geleneğin en
büyük handikaplarından olan ha-
tıraları yazamama noksanlığı Mahir Hoca’da da zaman zaman tezahür etse de gerek kardeşi Fahir İz,
gerek Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Bey sonra Kemalettin Nomer, Muhiddin Akçor gibi
isimlerin teşvik ve zorlamaları ile
hatırat uzun bir zaman dilimine
yayılmış ama neticede tamamlanabilmiştir. Nihayet onu en iyi
anlatacak olan da hatıratıdır. O
da hatıratı niye kaleme aldığını şu
cümlelerle izah etmiştir:
“Yarım asırlık bir devlet hizmetim
var; muhtelif vazifelerde ve mekteplerde bulundum. Birçok kıymetli zevat ile temas ettim. Onlara
ait hatıralar var. Osmanlı devletinin bir vilayeti olan Ankara’da
tesadüfen bulunduğumuz için,
Büyük Millet Meclisi’nde İstiklal
Mücadelesi devrinin tarihini yazmaya fırsat bulduk; arkadaşlarımla Büyük Millet Meclisi zabıt
kâtipliği yaptık. Benim hatıralarım dört kısımda toplanabilir: 1.
Şahsi hatıralar, 2. Edebî hatıralar,
3. İçtimai hatıralar, 4. Mesleki hatıralar. Düşündüm, yazılsa abesle
iştigal sayılmaz; belki tarihe küçücük bir ışık olur. Edebiyat tarihimize faydası dokunur.” (Yılların İzi,
Mahir İz, Kitabevi yay. 2000, s.16.)
İlmin namusuna halel getirmeyen
bir âlim ve muallim
Mahir İz Hoca İmam Hatip ve
Yüksek İslam Enstitüsünün ilk
kuşağına öncülük eden isim olması hasebiyle de önemli bir yere
sahiptir. Bugün pek çoğu hatırı
sayılır bir öneme sahip olan simalardan Hayreddin Karaman, Bekir
Topaloğlu, Saim Yeprem, Tayyar
Altıkulaç, Emin Işık, İsmail Karaçam, İsmail Erünsal, Mustafa
Öz, Yaşar Fersahoğlu, Mahir İz
Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçen isimlerden sadece bir kaçıdır.
Mahir İz Hoca, talebe yetiştirmeye
o kadar odaklı ve aşk derecesinde
bağlıdır ki bu yolda hiçbir engel,
ihmal ve gevşeklik kabul etmez.
Hocanın ilim ve talebe hassasiyetini göstermesi bakımından Prof.
Dr. Osman Öztürk’ün şu anlattıkları dikkat çekicidir:
“Hocamın Yüksek İslam’daki
son yıllarındaydı. O sene şiddetli
bir kış olmuştu. Kar çok yağdığı
için orta dereceli okullar bile tatil olmuştu. Vasıtalar tek tük çalışıyordu. Bu havada hocam nasıl
olsa derse gidememiştir diyerek
bu durumdan istifade etmeyi düşündüm. Sabah çayına hocama
gittim. Baktım ki içeride tatlı bir
münakaşa var. Konu şuydu: “Hocam her zamanki saatinde evden
çıkmak üzere hazırlanırken hanımı:
“Kuzum Mahir Bey! Bu havada
vasıta bulamazsın! Boşuna yola
çıkıp durakta bekleme, üşütür
hasta olursun! Bu yaşta (Hoca o
zaman 76 yaşındaydı) hastalık
zor atlatılır.” demiş. Demiş ama
dinletememiş. Hocam evden çıkmış, bir saat kadar durakta beklemiş, kar soğuğunu iyice yemiş
ve çaresiz geri dönmüş. Hanımı
da “Bakınız ben size bu işin böyle
olacağını söylemiştim.” diye serzenişte bulunurken kapıyı çalmış,
içeri girmiştim. Hocam rahmetli
şu sözlerle kendini müdafaa ediyordu:
“Ben peşin hükümle hareket edip
yola düşmeseydim, bugünkü ecri manevimi alamamış olurdum.
Evet derse giremedim, epey de
üşüdüm. Ama şimdi ders yapmış
gibi indi ilahîde mükâfata nail ol-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
45
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
dum inşallah.” (Muallim Abdullah Mahir
İz, Haz. Mustafa Uzun, İBB yay. 2011, s.31.)
Mahir İz Hoca muallimliğinin
yanı sıra görev yaptığı sancılı yıllarda da dik durmasını bilmiş,
doğru bildiklerini haykırmaktan
geri durmamıştır. Bunlardan belki en müşahhas olanı 1960 ihtilali
sonrası Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından istenen Latin harfleriyle Kur’an-ı Kerim projesidir.
Bu projeye dair kanaatini beyan
eder ve projeden vazgeçilmesini
söyler. Bunun akabinde ise bu
teşebbüsten vazgeçilir ve aynı tarihlerde Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından bastırılacak olan Yusuf
Ziyaeddin Ersal’ın nezaretinde
Dr. Hüseyin Atay ve Dr. Yaşar
Kutluay’ın hazırladığı Kur’an-ı
Kerim ve Türkçe Anlamı’nın yer
aldığı çalışmanın redaksiyon heyeti başkanlığını yapar.
“Dünyaya tekrar
gelme imkânı olsaydı
yine muallim olarak
gelmek isterdim.”
diyen Mahir İz Hoca
1895’te başlayan
ve 1974’de nihayet
bulan hayatının büyük
kısmını muallimliğe
vakfetmiştir.
Ömrünün son demlerinde yaşadığı sıkıntıya rağmen bunu dillendirmeyen Mahir İz Hoca’nın, Diyanet, Sebilürreşad, İslam Medeniyeti, İslam Düşüncesi, Tohum,
Oku, Hilal gibi dönemin İslami
mecmualarında, Yeni İstiklal, Bugün, Yeni Asya gibi gazetelerde
yazdığı seri yazıları güzel bir seda
olarak kaldı. Yine talebesi Selçuk
Eraydın’ın hocasından tuttuğu
Mahir Hoca’ya yapılan Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı teklifi
Mahir İz Hoca’nın hatıralarını
naklettiği eserinde yine aynı tarihlere denk gelen bir başka hadise
de şöyle cereyan eder:
“1960 ihtilali kuvvetli tesiriyle
hüküm sürmekteydi. Yaz tatili
temmuz ayında, Kanlıca’da, sırası
bende olan arkadaş toplantısı vardı. Saat üç buçuk sıralarında kapı
çalındı. Uzun boylu geniş omuzlu, heybetli bir genç ve din görevlilerinden biri olduğunu tahmin
ettiğim diğer bir gençle karşılaştım. Benimle hususi suretle konuşmak istediklerini söylediler.
Kendilerini ayrı bir odaya aldım.
İlk söz olarak kim olduklarını ve
nereden geldiklerini sormamamı
rica edip Diyanet İşleri Başkan
Yardımcısı Şükrü Bey işinden
alınmıştır. Bu muavinlik makamı
46 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
için sizi uygun bulmuşlar, biz bu
işi teklife geldik. Hemen kabul
ederseniz şimdi Ankara’ya telefon edip bildireceğiz.” dediler.
Ben meslekten adam olmadığım
için kabul edemeyeceğimi söyleyince “Siz tensip edildiniz, evet
veya hayır diyeceksiniz.” demeleri
üzerine, salahiyetli bir zatla konuşmam lazım geldiğini, uygun
şartlarla tekliflerim bulunduğunu,
bu ciheti kendilerine arz etmelerini söyledim. “Siz önce kabul
edin, şartlarını Ankara’ya gidince
söylersiniz.” dediler. “Kabulden
sonra şart öne sürülmez” dedim.
Veda edip ayrıldılar. Sonra bir ses
çıkmadı.” (Yılların İzi, s. 479.)
notların genişletilmesi ile ortaya
çıkmış olan Tasavvuf isimli eseri, Din ve Cemiyet adlı kitabı ve
sadeleştiren ve yayına hazırlayan
olarak Ahmet Cevdet Paşa’nın
Kısas-ı Enbiya’sı ondan bize miras
kalan kıymetli eserlerdir.
Şair, edip, mütefekkir ve muallim
Mahir İz Hoca’nın üç kez vefatına
tarih düşüren Kemal Edip Kürkçüoğlu yazdığı beyitlerin sonunda
şöyle der:
“Mâhir İz Bey de göçtü hey dünya!
Edebiyyâtımız yetîm oldu.” (1394)
SÖZÜN YANKISI
Sesini Değil
SÖZÜNÜ
Yükselt!
Yrd. Doç. Dr. Yasin PİŞGİN
Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
…Ve her türlü kemalatın sahibi
mutlak muktedir ilahtan iki harf,
tam iki harf çıktı sözün dünyasına. Ol ilah ki, ismi Hazreti Allah “ol!” dedi. Sonsuz ilim, irade ve kudretten oluşan “kenz-i
mahfi” dile geldi, söz oldu ve söz,
kâinatın kendisiyle vücut bulduğu öz oldu. Süleyman Çelebi’nin
dediği gibi;
“Ol dedi bir kere var oldu cihan
Olma derse mahvolur ol dem heman.”
Sözün miladı, en ulvi mananın
ilahî nefesle ortaya çıktığı bu andır. Yankısı ise secde hâlinde bir
sacit, ibadet hâlinde bir âbit olarak Kur’an’da vasfedilen; cemal
ve kemal üzere cereyan eden bütün kâinattır. Diri ve diriltici olan Allah, bu ilk sözle “adem”den
“vücud”u “ma’dum”dan “mevcud”u çıkardı ve ilahî söz olan vahiy, varlık için ab-ı hayat oldu.
Hâsılı; sözü ve onun yankısını belirleyen, özdeki cemal ve kemaldir; sözün yankısı, özün kemali
ile doğru orantılıdır.
İki harften oluşan “ilk söz”le vücuda gelen bu kâinat içinde insan,
ahsen-i halikin olan Şah’ın ahseni takvim olan şaheseridir. Çünkü
Yüce Allah onun hamuruna, kendi ruhundan üflemiş, yeryüzünü;
maddi ve manevi yönden imar etmesi için onu kendisine halife edinmiştir. Böylece o; cemal ve kemalin, kendisinde en fazla tecelli
ettiği varlık olarak zübde-i âlem
olmuştur. İnsanın mazhar olduğu
ilahî tecellilerin başında “beyan”
sıfatı gelmektedir. Bizzat Allah tarafından öğretilen bu mazhariyeti sayesinde insan, eskilerin deyimiyle “hayvan-ı natık”tır. O;
hisseden ve düşünen, his ve düşüncesini söze döken, Allah’ın
ona bahşettiği ilim, irfan ve irade
yeteneğiyle özünü, sözüne yansıtabilen yegâne canlıdır. Bu hakikati şair şu beyitle ifade eder:
“Eylersen papağana talim, eder
kelimat
Sözü insan olur, ama özü insan
olmaz.”
Allah’a çağıran, salih amel işleyen
ve “Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü
kimdir? (Fussılet, 41/33.) ayetinde de
ifade edildiği gibi söz söyleme yeteneğinin, bütün insanlara örnek
olacak yetkinlikte ortaya çıktığı
şahsiyet, ilahî hakikatleri tebliğ eden Peygamberimizdir (s.a.s.). O,
edebî söz söyleme konusunda zirveyi yakalamış bir topluma, insanlar ve cinler bir araya gelseler
bile bir benzerini meydana getiremeyecekleri Kur’an mucizesiyle gönderilmiş ve bilinen edebî
standartların tamamının üzerinde
bir hakikat çağrısı olan ilahi sözü, insanların kalplerine yerleştirmiştir. Tebliğ görevini yaparken
az sözle pek çok manayı ifade etmiş; anlamlı, açık, samimî, anlaşılır, israf-ı kelamdan, yapmacıklıktan, heva ü hevesten, ifrat ve
tefritten uzak bir üslupla insanların akıl seviyelerini dikkate alarak özlü bir şekilde konuşmuş;
nazik ve yumuşak bir dil kullan-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
47
SÖZÜN YANKISI
mış, kırıcı ve incitici ifadelerden
özenle sakınmış ve sakındırmıştır.
Hatta sabah namazı vaktinde öten
bir horoza hakaret edilmesini bile
uygun görmemiştir. (Ebu Davud, Hadis No: 5101.)
Edebiyat yapmak için ağzını eğip
bükenleri, edep dışı argo ifadeler
kullananları, çalım satmak ve büyüklenmek için boğazdan ve üst
perdeden konuşanları uyarmıştır.
(Müslim, İlim, 7.) Onun sükûnetli ve
vakur üslubuyla söylediği sözleri dinleyenler, ona kulak vermekten asla usanmamışlardır. “Onlara, benliklerine işleyecek etkili
söz söyle!” (Nisa, 4/63.) emrinin gereğini “cevamiu’l-kelim” makamında en güzel şekilde yerine getiren
Hz. Peygamberin hikmetle bezeli
sözlerinin yankısı özel olarak asrı saadet neslinde, genel olarak da
kıyamete kadarki müstakbel ve
muhtemel bütün ümmetinde tecelli etmiştir.
“Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler.” (İsra, 17/53.) buyuran Allah, sözlerin
en güzeli olan Kur’an’da beşer sözünün nasıl olması gerektiğini de
izah eder. Kur’an’a göre söz; yumuşak (leyyin), açık (beliğ), doğru (sedid), ahlaki (kerim), faydalı
(meysur), iyi (ma’ruf) ve hak üzere olmalıdır ki, yankısı; bu fani gök kubbede hoş bir seda olarak baki kalsın. Hatta “Güzel söz
Allah’a yükselir.” (Fatır, 35/10.) ayetinde de ifade edildiği gibi gök
kubbeyi aşıp maveraya sarksın ve
sahibini, hesap gününde, dilinin
afetleri sebebiyle müflis bir kul olmaktan korusun.
Yüce Allah güzel sözün kalıcılığını Kur’an’da şu şekilde ifade eder:
48 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
“Görmedin mi, Allah güzel bir söze nasıl misal getirdi? (Güzel bir
söz), kökü sağlam, dalları göğe
yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç,
Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü
bir sözün durumu da; yer(in)den
koparılmış, ayakta durma imkânı
olmayan kötü bir ağacın durumu
gibidir.” (İbrahim, 14/24-26.) Bundan
dolayı Allah dedikodu, yalan, gıybet, iftira, laf taşıma, sövme, başa
kakma, kalp kırma, lanet, beddua
gibi insanı ve toplumu helake götüren dilin pek çok ifrazatına karşı uyarılarda bulunmuştur. Aynı
şekilde Peygamberimiz, bir hadisinde cennetin ve cehennemin insanın iki dudağının arasında olduğunu belirtmiş (Buhari, Rikâk, 23.)
ve âdeta dilin selametini, dinin se-
lametine eşdeğer saymıştır.
Tıpkı “ilk söz”de olduğu gibi beşer sözünün de yankısını ve yansımasını belirleyen, özdür. Onun
için “Sesini değil sözünü yükselt!”
der Mevlana. Aslında satır arasında “Özünü yükselt!” der. “Yaprakları yeşerten yağmurlardır,
gök gürültüleri değil” diye de ekler. Öz yücelmeden söz yücelmez;
belki sadece ses yükselir. Salt ses,
söz değil, gürültüdür. Gürültü
ise matlup bir şey değildir. Çünkü seslerin en sevilmeyeni eşeklerin sesidir. (Lokman, 31/19.) Onun için yağmaksızın gürlemek değil,
illaki yağmak, yağmak için yoğunlaşmak, yoğunlaşmak için de
ısınmak ve belki de yanmak; yani kurbiyetin zirvesi olan makamı aşka ermek gerekir.
SÖZÜN YANKISI
Peygamberimiz, bir
hadisinde cennetin
ve cehennemin
insanın iki
dudağının
arasında olduğunu
belirtmiş ve âdeta
dilin selametini,
dinin selametine
eşdeğer saymıştır.
Aşk-ı hakikinin temeli ise iman-ı
hakikidir. Gerçek iman, insanın;
“ilk söz”ün yankısı olan kâinatın
eşsiz düzen ve ritminin ardındaki büyük sırra ererek bulmaya çalıştığı en büyük anlam arayışının
sonucudur. İnsanın en büyük özlemi bu sırra ermektir. Bir aşka
dönüşen bu özlemin en esaslı çözümü olan iman, insana; varlığın
maverasını marifet ettiren bu işlevi itibarıyla aşkla özdeştir. Her ne
kadar imanın temelinde sevgiye
dayalı bir yöneliş bulunsa da gerçek aşk, imanın sebebi değil, sonucudur. Bundan dolayı Allah,
“İman edip salih amel işleyenler
için Rahman, (gönüllerinde) bir
sevgi yaratacaktır.” buyurur. (Meryem, 19/96.) Ayette “vüdd” olarak ifade edilen hasleti elde etmeden di-
lin afetlerinden korunmak, sözü
hikmet ve hoş bir seda ile bezemek imkânsızdır.
Peygamberimizin ifadesiyle insan
varlığının odak noktası kalptir.
(Buhari, İman, 52.) O, ıslah olduğunda diğer organlar gibi dilde ıslah
olur, fesada uğradığında ise bütün
fiiller gibi söz de bozulur. Kalbin
ıslah ve imarının kurucu ilkesi ise
iman ve onun neticesi olan aşktır. “Bizim Yunus” bu gerçeği, vefatından asırlar sonra gönül dünyamızda yankılanan şu beyitlerde
ne güzel ifade etmiştir:
“İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi, misâl-i taşa
benzer
Taş gönülde ne biter, dilinde ağu
tüter
Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.”
Bu sebeple mümin, elinden ve dilinden insanların güvende olduğu
kimsedir. (Buhari, İman, 3.) O sövmez,
tekfir, lanet ve beddua etmez (Ebu
Davud, Hadis No: 4906.), ya hayır söyler
ya susar. (Buhari, Edeb, 31.) O, hiçbir
amelden kazanamayacağı büyük
mükâfatları, güzel sözle elde eder.
(Müslim, Birr, 77.) Doğru sözlülüğü
sebebiyle Allah onu sıddıklar defterine kaydetmiştir. (Buhari, Edeb, 69.)
“Baksa tabîbân-ı cihan çâreme
Çâre bulunmaz bilirim yâreme!”
dediği gibi şairin, mümin; tedavisi çok zor yaraların varlığını, bunlardan birinin de kılıçtan keskin
dil yarası olduğunu, sözün güzelinin yılanı ininden, kötüsünün ise
insanı dininden çıkaracağını, insanın; söylemediklerinin efendisi, söylediklerinin kölesi olduğunu bilir. Bundan dolayı yutmadan
önce çiğnediği gibi, konuşmadan
önce de düşünür. Onun nazarında güzel söz sadakadır (Buhari, Edeb,
34.) ve peşinden gönül kırmanın
geldiği infaktan daha hayırlıdır.
(Bakara, 2/263.) Çünkü o bilir ki, gönül; Allah katında Kâbe’den daha faziletlidir. (Tirmizi, Hadis No: 2032.)
Gönül hanesi dille yapılır, dille
yıkılır. Güzel söz, virane kalpleri
kâşaneye, kabirleri cennet bahçesine, dünya ve ahiretin bedbahtlığını saadet-i dareyne çevirir. Tıpkı Yunus’un dediği gibi:
“Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz cennet ede bir söz.”
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
49
DİN VE SOSYAL HAYAT
ÇANAKKALE MUHAREBELERİ’NDE
DİN GÖREVLİLERİ
Yrd. Doç. Dr. Abdullah AKIN
runu söndürmek için gelmiş düşmana karşı duran askerlerin en
önemli teşvik unsuru, cephede
görev yapan din görevlileri olmuştur diyebiliriz.
Osmanlı Devleti’nde din görevlileri sivil hayatta görev yaptıkları
yere göre birtakım isimler aldıkları gibi, askeriyede de tabur imamlığı, alay imamlığı, ocak imamlı-
125. Alay Komutanı ve Müftüsü
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Biraz sonra şehit edileceğini bildiği hâlde ateşe atılan askerin gösterdiği gayret ve azim, sadece bazı askerî imkân ve kabiliyetlerle
izah edilemez. Vatan sevgisi, galibiyete inanç ve her şeyden önemlisi askerin sahip olduğu manevi
değerler göz ardı edilmemelidir.
Çanakkale’de, bir milletin ve onun temsil ettiği medeniyetin nu-
50 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
DİN VE SOSYAL HAYAT
ğı, gemi imamlığı; alay müftüsü
ve ordu şeyhi gibi isimler almışlardır.
Protokolde yüzbaşıdan önce kolağasından sonra gelen alay imamları terfi ederek “alay müftüsü”
olurlardı. Alay müftüleri Osmanlı askerî teşkilâtında askerin maneviyatını yükseltmek için onlara
dinî bilgiler ve zaman zaman vaazlar vermek, bazen de teçhiz ve
tekfin işleriyle ilgilenmekle görevli askerî memurdu. Alay müftüsü
protokolde binbaşıdan önce gelirdi. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar alay müftülüğü varlığını
korumuştur.
31 Mart 1914’te görevleri son
kez belirlenen imam ve müftüler, (“Alay ve Tabûr İmamlarının Vezâifî Tedrîsiyyeleri Hakkında Nizâmnâme” Numara: 196, Düstur, Tertib-i sânî, C. 6. Sh.
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
Bu usul Yeniçeri Ocağı’nda “ocak imamı” olarak başlamış, daha
sonra kurulan tüm ordularda devam etmiştir. İmamların rolü askerlerin, cephede dinî ihtiyaçlarının yerine getirilmesinin yanında
taarruz öncesi ve sırasında askerin gayretini artırıcı telkinlerde
bulunmaktan ibaret olagelmiştir.
Osmanlı Devleti’nde din
görevlileri sivil hayatta
görev yaptıkları yere göre
birtakım isimler aldıkları
332-333,14 Zilhicce 1331/24 Zilhicce 1332
[1 Teşrin-i sânî 1329/13 Teşrin-i evvel 1330].
(Takvim-i vekâyı ile neşr ve ilân: 7 Cemâd-lûlâ 1332 21 Mart 1330-Numara: 1776.) 2 A-
ğustos 1914’te ilan edilen seferberlik ile birlikte birliklere tayin
edilmişlerdir.
Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu şartlarda halkın ve cephedeki askerin maneviyatını artırmak
ve önemini belletmek için gerek
İstanbul’da gerekse cephede vaizler de görevlendirmiştir. Seçilen
gibi, askeriyede de Tabur
İmamlığı, Alay İmamlığı,
Ocak İmamlığı, Gemi
İmamlığı; Alay Müftüsü
ve Ordu Şeyhi gibi
isimler almışlardır.
kişilerin isimleri ve vaaz edecekleri camiler gazetelerde duyurulmuştur. Meşihat Dairesi, ayrıca
Medresetü’l-Vaizin dördüncü sınıf talebelerinden vaaz ve nasihat
etmeye liyakati olanlardan bir kısmını -seçilen bu âlimlerin vaazının yeterli gelmeyeceği düşüncesi
ile olsa gerek ki- bazı İstanbul camilerinde vaaz vermek üzere görevlendirmiştir. (Mevaiz-i Diniye, Sabah
13 Mart 1331-26 Mart 1915.)
Çanakkale
Muharebelerinde
cephede birlikler arasında bir
program dâhilinde dolaştırılan
İstanbul’un ileri gelen hocaefendilerinden biri de Beyazıt Dersiamlarından Hüseyin Hilmi Efendi’dir. Hüseyin Hilmi Efendi 26.
ve 7. Tümenlerde askerin yaptı-
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
51
DİN VE SOSYAL HAYAT
Muharebeler sırasında askere telkinde bulunan ordudaki din görevlileri, gerektiğinde ellerine
silah almaktan çekinmemiş, düşmana hücuma katılmışlardır. Bir
kısmı gazilik mertebesine ulaşırken bir kısmı da şehit olmuştur.
Bu kahramanlardan cephede yaralanarak tedavisi için İstanbul’a
getirilen bir gazi imamın sözleri
bu hakikatin tespiti adına büyük
önem arz etmektedir:
“Biz her zaman olduğu gibi kahraman yavrularımızın arasında
ifa-yı vazife ediyorduk. Onlarda teşvik ve teşci’ edilmeye hiçbir
ihtiyaç yok idi… Düşman üzerine arslanlar gibi hücum ediyorlar,
boğuşuyorlar hiçbir zaman hiçbir
şeyden ürkmüyorlardı.
Yükselen “Allah Allah…” sedasından başka bir şey işitilmiyordu. Bu öyle ruhanî ve ulvi bir an
idi ki, bunun karşısında, yapacak
hiçbir vazifesi olmayarak, bizden
bir kelime-i teşvik ve teşci’ bile
beklemeyen er oğlu erler arasında
dolaşmak zait bir şey gibi geldi.
Ben de hemen orada boş bulduğum bir silaha sarılarak hücuma
iştirak ettim. Bir müddet dövüştüm ve nihayet sağ tarafımdan bir
kurşunla mecruh oldum…” (Gaziler Arasında, Tanin, 17 Mayıs 1331-30 Mayıs
1915.)
Hatta 73. Alay Müftüsü Ali
52 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Rıza Efendi çarpışmaların en fazla
kızıştığı an, askeri düşmana karşı
cesaretlendirirken, makineli tüfek
ateşiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştı.
Muharebeler sırasında
askere telkinde
3. Kolordu Komutanı Esat Paşa da
hatıratında tabur imamlarının ellerinde Kur’an olduğu hâlde askerin önünde ilerlediğini belirtmektedir. Tabur imamlarından
askerin önünde muharebelere iştiraki ve sonra işgal edilen siperlerin geri alınışı ile ilgili bir başka
hadise ise Tanin Gazetesi muhabiri tarafından şöyle anlatılmaktadır: (Muhabir-i Mahsusamızdan Çanakkale
bulunan ordudaki
Mektupları, Tanin, 29 Haziran 1331-8 Tem-
Bir kısmı gazilik
muz 1915; Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı, İstanbul 2009, s. 455.)
“30 Haziran 1915: Önceki gün
sonuçlanmış sanılan muharebe,
dün yine bütün şiddetiyle devam
etti. İngilizler öğleden sonra saat
biri yirmi geçe Arıburnu’nda sağ
din görevlileri,
gerektiğinde ellerine
silah almaktan
çekinmemiş, düşmana
hücuma katılmışlardır.
mertebesine ulaşırken
bir kısmı da şehit
olmuştur.
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
ğı işin önemini ve âlem-i İslam için ifade ettiği anlamı anlatmıştır.
Cepheye gönderilen vaizlerden
bir diğeri de, Fatih Dersiamlarından Hüseyin Mahir Efendi’dir. Bu
imamlardan biri de Cephe’de şehit olan 71. Alay yüzbaşılarından Bedri Efendi’nin şehit oluşunu yazan Mustafa Memduh
Efendi’dir.
Bir tabur imamının mührü
DİN VE SOSYAL HAYAT
tarafımıza karşı şiddetle tecavüz
ettiler ve bu hücumu bir taraftan
himaye etmek diğer taraftan da umumi göstermek için bütün cephede şiddetli bir ateş açtılar. Fakat
birliklerimiz İngiliz hücumunun
ilerlemesini beklemeye lüzum
görmeyerek derhal karşı koydular. Bir elinde kılıcı, diğer elinde
Kur’an-ı Kerim olduğu hâlde tekbir ve tehlil (Kelime-i Tevhit) ile ileri atılan tabur imamı düşmanın
birkaç adım ilerlemeye muvaffak
olan askerlerini kovduktan sonra
ileri siperlerden ikisine girdiler.”
Bir süre 9. Tümen’in komutanlığını üstlenen, yaralanarak cephe gerisine alınan Alman komutan Albay Hans Kannengiesser de
cephede imamların rolünü ve hücum öncesi yapılanları hatıratına
kaydetmiştir. O, taburun hücumundan önce Alay imamının obüs toplarının sesleri arasında askere hitap ettiğini belirtmektedir.
Kannengiesser Paşa bu hitabın önemli bir etkisinin olduğunu belirttikten sonra “Bu gibi kötü durumlarda bir Hıristiyan olarak,
keşke bir telkin de bana verilmiş
olsaydı.” diyecektir. Paşa sözlerini “Alay imamı, pratik bir insandı.
Hele, tüm subaylar ve hatta tabur
komutanı şehit olmuşsa, insanları
oldukça fazla duygulandırıyor ve
iyice etkiliyordu.” ifadeleri ile bitirecek ve Çanakkale’de alınan zaferin ardındaki bir gerçeği açıkça belirtecektir. (Hans Kannengiesser,
Cephede imamların asker üzerindeki bu etkisi ve muharebelerde
ifa ettiği vazife müttefik askerlerinin hatıralarında da yerini almıştır. Deniz çavuşu F.W. Johnston
Türk imamlarının “Allah! Allah!
Allah!” diye bağırdıklarını, bu
seslerin kendisinde bir ürküntü
meydana getirdiğini nakletmektedir. (Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu: Yenilgi-
Çanakkale’de Türklerle Beraber (Bir Alman Su-
nin Destanı, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul
bayının Gözü İle Çanakkale) Timaş Yayınları,
1996, s.151.)
2009, s. 144.)
Cephede görevlerini yapan imamlar taburlarında şehit olan kardeşleri için Kur’an-ı Kerim ve
mevlid-i şerif okumuşlardır. Okunan bir mevlid-i şerif esnasındaki
sükûnet ve askerdeki zafere olan
inanç ve metanet Tanin Gazetesi muhabirinin dikkatini çekmiştir. Muhabirin “Dikkat ettim, aralarında elinden, kolundan, hatta
alnından yaralılar da var. Muharebeden henüz çıkmışlar. Birkaç gün istirahatten sonra belki
yine geri dönecekler. Fakat bütün simalar pür vakar, ruhlar dinin cenah-ı himayesinde hakiki
bir teselli bulmuş. Tehlil ve tekbir sesleri arasında kuvve-i maneviyeleri yükselmiş…” ifadeleri askerin içinde bulunduğu ruh
hâlini de ortaya koymaktadır. (Çanakkale Mektupları 5, Tanin, 1 Haziran 1331
[14 Haziran 1915]; Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı, s. 455.)
Din görevlileri, cephede gösterdikleri bu kahramanlıklara fazla
ehemmiyet vermeyeceklerdir. Zira yapılan bu iş o kadar büyütülecek bir durum da değildir. Onların yerinde kim olsa aynısını
yapar, gerektiğinde eline silahı alır, düşmana hücum ederdi. Burada önemli olan vatan ve milletin
selametidir. Cepheye giden herkes, kaybedilen her bir siperin bir
milletin geleceği ile ilgili olduğunun farkındaydı. Onlar muharebe
meydanlarında elinden Kur’an’ı,
dilinden ise duayı bırakmamışlardır. Neticede cephede Mehmetçik ile yeri geldiğinde omuz omuza muharebe eden din görevlileri
kendilerine düşen vazifeyi en iyi
şekilde yapmışlardır.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
53
DİN VE SOSYAL HAYAT
İnsanlığın En Eski Bayramı
NEVRUZ
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü
Nevruz’un, dünyadaki en eski bayramlardan biri olduğu söylenilmektedir. Rus yazar B.A.
Baytamrev’in değerlendirmelerine göre 5000 yıldan fazla bir zamandan beri var olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiayı ortaya
atanlar delil olarak kelimenin etimolojik yapısını ele almaktadırlar.
Çünkü “Nevruz”, “nev” ve “ruz”
parçalarından meydana gelmiştir. İran ve Türkmen kökenli dillerde kullanılan ve “yeni” manasına gelen “nev” kelimesinin sonundaki “v” harfi bazen de “y” olarak
54 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
tüm Avrupa milletlerinin dillerinde de kullanılmakta ve aynı manaya gelmektedir. Bazı iddialara
göre “nevruz”un daha ilkel putperest kültürlerden gelmekte olduğu varsayımlarını kanıtlamaktadır. Bu kültürün, insanlığın başlangıç tarihlerinde zaman zaman
tüm milletler için ortak olduğu
ve temelinde aynı kozmopolit zaman ve mevsim değişimi (ilkbahar ve sonbahar, gün-gece eşitliği,
yaz ve kış mevsimlerinde güneşin
açısı gibi) görüşleri yatmaktadır
ve dünyadaki kıtalarda bu şekilde dağılıp bilinmektedir. (B .A. Bay-
“Yeni gün” Arapça eserlerde çok
defa “neyruz” (Kalkaşandi, Subhu’ha’şa,
11, 408) şeklinde geçmektedir. İran Şemsi senesinin birinci günü olup müslümanların kutladığı kameri yıl takviminde gösterilmemiştir. Ahemeniler (M.Ö.558-330)
Ahemenes’ten çıktıkları söylenen
Pers hükümdar soyu (İ.Parmaksızoğlu,
“Nevruz”, Türk Ansiklopedisi, III, 232.) zamanında resmi sene, güneş koç
burcu mıntıkasına girdiği zaman
nevruz ile başlamakta idi. Fakat
halk arasında daha yaygın ve daha eski adete göre güneşin yaz inkilabı “nevruz” sayılmış olmalıdır.
tamrev, Tarih ve Etnoğrafya Açısından Nevruz,
Haliye s. 215-216.) Bu dönem hasat zamanına rastlamakta ve halk şen-
Çev. Yıldız Pekcan s.4)
(El-Biruni, el-Asaru’l-Bakiye ani’l-Kurüni’l-
DİN VE SOSYAL HAYAT
likler yapmaktaydı.
(R.Levy, “Nev-
ruz”, İ.A,IX,233.)
Gulat-ı Şia’dan sayılan, bâtınî
meşreb olup Mazdekiyye, Babekiyye ve Muhammere (kızıl taç
ve kızıl elbise giyenler) diye isimlendirilen -ki bunlar Türkçe’de
“kızılbaş” terimiyle de anılmaktadır- gruplar için “Nevruz” yani
21 Mart günü büyük bayramdır.
Bektaşiler gibi onlar da Nevruz’u
Hz.Ali’nin doğduğu gün olarak
kabul ederler. O gün Abdal Musa adına bir kurban kesilir ve o akşamki toplantıdan sonra dede köyüne döner. Bu yüzden aralarında
“çiğdem bitti, dede yitti” sözü, bir
atasözü halinde söylenegelmiştir
(Abdülbaki Gölpınarlı, “kızılbaş”, IA, VI, 794.)
Nevruz’un eski Orta Asya, Ön Asya kavimleri de yılın başı sayıyorlardı. Arapça’da “Neyruz” olarak ifade edilen bu gün, güneşin
koç burcu gölgesine girdiği günün yani 22 Mart gününün adıdır. Güneşin kuzey küresine yönelmeye başladığı dönemin ilk
günü demektir. İlkel bir geleneğe göre Tanrı insanı “nevruz”da
yarattığı gibi, koç burcunda bulunan bütün yıldızlara, kendi feleklerine (göklerine) gitmelerini
ve dönmeye başlamalarını da bugün buyurmuştur. İran mitolojisine göre Nevruz, biri âm (genel)
biri de hâs (özel) olmak üzere iki güne verilen addır. Genel anlamda Nevruz, Cemşid’in (asıl adı
Cem) bütün dünyayı dolaştıktan
sonra Azerbaycan’da karar kılarak buraya yaptırdığı sarayın salonunda tahta oturduğu gün demektir ki, bu parlak günü bayram
olarak ilan etmiştir. Bu olay “Ferverdin” ayının ilk gününe rastlar.
Ondan sonra da yılbaşı olarak kabul edilmiştir. Özel anlamda ise
Nevruz, ilkbaharın
gelişini, tabiatın
yeniden doğuşunu
ve insanların ruhen
tabiatın uyanışına
katılmalarını ifade
eder. Dahası o,
farklı kültürler
arasındaki bağları
kuvvetlendirir.
Cemşid’in İran tahtına çıktığı güne denir. Cemşid 6 Ferverdin tarihinde tahta çıktığına göre 1-6 Ferverdin günleri Nevruz bayramı olarak kutlanmıştır. Bu günlerde
İran şahları tebalarının vergi borçlarını, hapis cezalarını affetmeyi
adet edinmişlerdir. İslamiyetten
sonra bilhassa Abbasiler devrinde bayram olarak kutlanan “Nevruz”, aynı zamanda Sa’sanilerde
olduğu için, Halife el-Mütevvekkil
859’da nevruz gününü 17 Hazirana aldırmıştı. Ama bu değişiklik, devlet memurlarınca benimsenmediği için el-Mu’tadıd Nevruz gününü 11 Hazirana almak
zorunda kaldı. Büyük Selçuklular veziri Nizamü’l-Mülk ise, topladığı astronomlara hazırlattığı ve
Sultan Melikşah’a ithaf ettiği takvimde Nevruz gününü eski geleneklere bağlı olarak takvim-i
Celali’nin yani güneş takviminin
ilk günü olmak üzere tespit ettirdi. Vergi tahsilatını ise, tarım ürünlerinden alınan vergileri hasat
mevsiminin sonuna öteki vergileri de yine nevruz tarihine bağlayarak iki takside ayırdı. Bu sistem,
Büyük Selçuklulardan sonra aynı bölgede kurulan bütün devlet-
lerce de uygulanmıştır. Nevruz’un
bayram olarak kutlanması ise, gelenek halinde devam edegelmiştir.
Sa’saniler, Abbasiler, Büyük Selçuklular, Moğollar, Safeviler ve
Osmanlılar devirlerinde İran’dan
Mısır’a kadar bütün Asya halkları bu günü ve onu izleyen haftayı
bayram olarak kutlamışlardır. Yalnız Anadolu ve Rumeli’de bu bayram yerini daha sonra “Hıdırellez”
gününe bırakmıştır. Bugün de Irak ve bilhassa Musul bölgesinde
Nevruz, Mehrecan-ı Rebîî adı ile resmen kutlanmakta, İran devletinin ise Safevilerden beri resmi
bayramı olarak devam etmektedir.
(İ.Parmaksızoğlu , “Nevruz”, Türk Ansiklopedisi, XVV, 218-219.)
Nusayrilerin dahi bayram olarak
kutladığı Nevruz’u Biruniye göre Kisralar başlatır ve halkına ihsanlarda bulunurdu. Bu bayram
İran’da 6 gün boyunca kutlanırdı.
1. gün, halka hediyelerin verildiği “Nevruz-u âmme”, 2. gün aristokrat ve zenginlerin ağırlandığı,
3. gün, savaşçılar ve din adamlarının, 4. gün Kisranın kendi ailesinin ve akrabalarının, 5. gün saray
görevlilerinin ağırlandığı ve eğlendikleri kutlamalardı. 6. günü ise
Kisra kendisine ve has adamlarına
ayırmaktaydı. (El-Biruni, a.g.e., s. 215216; Encyclopedia of religion Ethiçs, V, 872.)
Selçuklular döneminde de Nevruzla ilgilenildiğini Cevdet Paşa
şöyle anlatır: “Miladi 1072-1073
senesinde Celaleddin-i Selçuki zamanında servet çoğalıp hikemî ilimler de pek çok gelişerek bazı
yeniliklere girişildiği sırada rasat
(astronomi) işine de itina gösterilip 1074-1075 senelerinde meşhur Nizamülmülk’ün topladığı heyetçilerin kararıyla güneşin
koç burcuna nakli günü “nevruz”
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
55
DİN VE SOSYAL HAYAT
sayıldı ve 1075-1076 yılı başında Nevruz yeni takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Bununla
da yetinilmeyerek, Ömer Hayyam
Ebu’l-Muzaffer Meymun-l Vasıti
ve Muhammed Hazım gibi bu işe
memur edilen alimler 1078-1079
senesinden itibaren meydana getirdikleri şemsi tarihe “Tarih-i Celali” adını verdiler. Bunda güneşin
koç burcuna naklettiği Nevruz’u
sene başı olarak kabul ettiler.(Ahmet Cevdet Paşa, Takvim-i Edvar, Matba-i Ebuzziya, 1300, s. 49.)
Fuat Köprülü de Nevruz’un milli
bayram ilan addedilerek kutlanışının İran ananelerinden olduğunu,
İslamiyet’in İran’da yayılıp yerleşmesinden sonra bu ananenin Şiilik sayesinde geliştiğini ifade etmektedir. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 637,)
Nevruz’un Osmanlı Döneminde de sayılı günlerden biri olarak
kutlamak, güneşin koç burcuna
girdiği anda nevruziye denilen bir
macun veya tatlı yemek adet olmuştur. Sarayda hekimbaşı misk-i
anber, türlü baharat ve kokulu otlar ilavesi ile hazırladığı macunu,
porselenden yapılmış kapalı kaseler içinde padişaha akşamdan takdim eder ve kendisine hil’at (süslü kaftan elbise) giydirilirdi. Nevruziye kadın efendilere, sultanlara
ve mühim şahsiyetlere de verilir
ve bu macundan yemenin kuvvet ve şifa verici olduğuna inanılırdı. Osmanlıların son zamanına
kadar nevruz ananesinin devam
ettiği ve saray eczanesinde tertip
olunan nevruziyelerin mevkî sahiplerine gönderildiği, halkın da
bu adete uyarak Nevruz’da hiç olmazsa tatlı yediği zikredilmektedir. Nevruz münasebetiyle sadrazam padişaha donanmış atlar, kıy-
56 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
metli taşlarla bezenmiş silahlar ve
pahalı kumaşlar gibi hediyeler verir ve bunlara “nevruziye” denirdi.
Nevruz gününde divan şairlerinin
de hediye almak için büyüklere
kaside sundukları kaydedilmektedir. (R.Levy, “Nevruz”, İA, IX, 234.) Buna
örnek olarak Rami Paşa’nın oğlu
Refet Bey tarafından Damat İbrahim Paşa’ya yazılan “Nevruz” redifli uzun kasidenin şu beyitlerini verebiliriz:
Hayatı taze verüp dehre makdemi nevruz
Hoşa erişti meşam-ı deme dem-i
nevruz
Dağıttı leşker-i sermayı sahn-ı gülşenden
Kurunca bargehin şah-ı ekrem-i
nevruz (M.Zeki Paralın , a.g.e, II, 688)
Orta Asya’daki Kazakistan ve Kırgızistan gibi devletlerde Nevruz,
Sovyet esareti döneminde kesintiye uğramakla birlikte eskiden beri kutlanmakta olduğu, bugün de
bütün Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Nevruz’a çok önem verilerek bayram olarak kutlanıldığı görülmektedir. Mesela, Kırgızlar arasında Nevruz’un üç kutlama
şekli vardır:
1- Mart ayının 1. günü eskiden
beri tüm Kırgızlar tarafından kutlanır.
2- Mart ayının 9. günü “İran Nevruzu” diye kutlarlar. Kırgız dilinde “kok-taş” (mavi taş) diye telaffuz edilen bayram. Bu bayram
hakkında batıl inançları vardır.
Buhara’da öyle bir taş varmış ki,
Nevruz gününde anında yumuşar
ve içine bıçak sokulabilirmiş. Eğer
taştan bıçağı hemen çıkarmazsan
taş sertleşir ve bıçak içinde kalırmış. Bu inanç büyük bir ihtimalle Buharalılardan Kırgızlara geçmiştir.
3- Kazibek Nevruzu: Suiks Sultanlığı’nda yaşayan Kırgız Astronoma göre, Baybanist soyu (Kırgız ve Türkmenlerde görülen bir
soy), yeni zamanı eski Nevruz’a
göre 12-13 gün farklı hesaplamaktadırlar. Nevruz’u tüm Kırgızlar bu sayım stiline göre kutlarlar.
Suiks Sultanlığı diye bilinen aşiret
ise eski tarihe göre kutlar (B.A. Baytamrev, a.g.e. Mak. s. 37.)
Orta Asya’nın tarım ülkelerinde
Nevruz gününde 7 çeşit tahıl mamülleri kaynar. Buğday, pirinç,
arpa, darı, kuru üzüm, mısır ve
fasülye. Bu ziyafet Sa’sanilerde de
hükümdara sunuluyormuş. Taht
mutlaka 7 ağacın dallarıyla süsleniyormuş. Bu ağaçların yapraklarına ise, “çoğalmak, üremek, zenginlik, mutluluk, verimlilik” kavramlarını yazıyorlarmış. Rus yazar
B.A Baytamrev Nevruz’un, insanların yeni değişikliklere alışmasını sağlamaya yardımcı olduğunu,
bununla birlikte eski yıldan yeni
yıla geçmesinin törenlerle kolaylaştırılma amacına matuf olduğunu ve yeni yılda bereket ve verimliliğin amaç edinildiğini belirtmektedir. (B.A. Baytamrev, a.g.e. Mak. s.
13.)
Bütün Türk Cumhuriyetlerinde ve
İran’da Nevruz kutlamaları yapılmaktadır. Bu bayram, dinî değil,
geleneksel bir bayramdır. Son yıllarda devlet tarafından hem Türkler ve hem de Kürtler arasında
resmî olarak ilkbaharda kutlanmaktadır. Nevruz, ilkbaharın gelişini, tabiatın yeniden doğuşunu ve insanların ruhen tabiatın uyanışına katılmalarını ifade eder.
Dahası o, farklı kültürler arasındaki bağları kuvvetlendirir.
HATIRA DEFTERİNDEN
Bir Şehidin Yarım Kalan Günlüğü
Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR
Çanakkale Onsekiz Mart Üniv. Fen Edebiyat Fak.
Savaşlar, sadece silah üstünlüğü ile kazanılamaz. Bir ordunun,
silah gücü ne kadar fazla olursa
olsun askerin, zafere inancı ve
uğruna mücadele edeceği mukaddesleri yoksa mağlubiyet kaçınılmazdır. Çanakkale’de muharebeler, 19 Şubat 1915’te başlar.
18 Mart sabahı bütün imkânları
ile Boğaz önüne gelenlerin hedefi
ise kendi ifadeleri ile “Türkler gibi
medeniyet sahibi olmayan bir milletin elinde bulunan Avrupa’nın
bu son kalesi…” İstanbul’u ele
geçirmektir.
O gün vatanı müdafaa için cepheye giden binlerce askerin birçoğu
geriye dönemeyecektir. Cepheye
gidip de dönemeyenlerden biri de
71. Alay, 10. Bölük’ten Mülazımısani (Teğmen) İbrahim Naci’dir.
Onu diğerlerinden farklı kılan ise
24 Mayıs 1915 pazartesi gününden yirmi dokuz gün sonra şehit
olacağı başka bir pazartesi günü-
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
18 Mart’ta başarısız olan İngiltere ve müttefikleri hedeflerine
ulaşmak için bu sefer karadan
geleceklerdir. Mehmet Akif’in ifadesi ile tepe(lerden) yol bularak
Marmara’ya geçmek ve İstanbul’u
almak için dünyanın muhtelif
coğrafyalarından binlerce askeri
25 Nisan 1915 sabahı Gelibolu
sahillerine çıkaracaklardır.
İbrahim Naci Efendi
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
57
HATIRA DEFTERİNDEN
Naci Efendi’nin fotoğrafını bizimle paylaşan
koleksiyoner Seyit Ahmet Sılay Bey’e (www.canakkalemüzesi.com) teşekkür ederiz.)
İbrahim Naci Efendi günlüğüne
“Fakat bilmem bu satırları ailem
okuyabilecek mi? Defterim oraya kadar gidecek mi?” şeklinde
yazdığı ifadeler ile cephedeki her
bir askerin hissiyatına tercüman
olacaktır: Cepheye gidip de geri
dönememek, sevdiklerinden ayrı
kalmak, onları bir daha görememek… O, bu satırları şehit olmadan aslında bir gün önce yazar.
Son cümlesi ise “Allahaısmarladık.” olur. Ondan geriye kalan
Türk gençliğine manifesto niteliğinde bir günlüktür. Evet, kendi
dönememiş ancak duygu ve düşüncelerini, özlemlerini, hayallerini ve en sırlarını kaydettiği defterini ailesine, hayır sadece ailesine
değil uğrunda feda-yı can ettiği
milletine emanet eder.
İbrahim Naci Efendi
İbrahim Naci Ohrili olup babası
Musa Efendi, annesi Emetullah
Hanım’dır. Esasında o, günlüğünde ilk ismi İbrahim’den bahsetmez, yerine Arap alfabesinin ilk
harfi “elif” kısaltmasını kullanır.
İsmini Harp Mecmuası’nın “Yaşayan Ölüler” başlığında şehitlerin
fotoğraf ve künyelerinin gösterildiği sayfadaki kayıtlardan öğreniyoruz.
İbrahim
Naci,
günlüğünde
İstanbul’da başlayıp şehadeti ile
neticelenen cephe hayatını anlatır. Günlük sade bir anlatımın
dışında savaşın insan üzerinde
bıraktığı tesiri göstermesi bakımından önemlidir. İbrahim Naci
ve birliği Sirkeci’den vapurla
58 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
cepheye gönderilecekken Marmara Denizi’ndeki denizaltı tehlikesinden dolayı demiryolu ile
Uzunköprü’ye oradan da kara
yolu ile cepheye sevk edilir. İbrahim Naci defterine hissiyatını,
vatan ve millet kavramları üzerinde fikirlerini serdetmekten çekinmez. Bu yazımız ile İbrahim Naci
Efendi’nin günlüğünden birkaç
hatırasını naklederek bir şehidin hissiyatını sizlere nakletmeyi
amaçladık.
İbrahim Naci’nin cananı
İbrahim Naci günlüğünde sevdiklerinden ayrı kalmanın kendisinde meydana getirdiği hasret ve
hüznü her fırsatta zikretmiştir:
Oh!... Çünkü o gün mutlu olma
isteği ve arzusu içinde idim. Bugün, bugün ise ayrılık elemlerinin, harp facialarının vücuda
getirdiği öyle karanlık ve derin
felaket girdabının önündeyim ki,
bunun nihayetsiz neticesine gözlerimi diktiğim zaman başımın bir
kasırga süratiyle döndüğünü hissediyorum.
Öğleden sonra biraz yatmıştım.
Rüyamda iki cananı gördüm.
Şimdi defterimde buna dair uzun
şeyler yazmak istemiyorum. Çünkü onları düşündükçe kalbim sıkışıyor. Boğulacak gibi oluyorum.
Ah, bu hayatın acılıkları, bu hicran!...
Bu cananlardan ilki, İbrahim
Naci’yi en çok üzen ve etkileyen
ona daima hicran ve hasret duygularını hatırlatan, belki de satırlarına samimiyeti aksettiren kişi,
“E. N.” harfleri ile kısalttığı sevdiği
kişidir. Emine mi, Elif mi bilmiyoruz. Ama yazdıklarından, şehit
olmasaydı bugünün önemli ediplerinden biri olacağı kesindi diyebiliriz:
Oh, bu ne ıstırap ya Rabbi, ne
azap!.. Şimdi bu satırları yazdıkça
heyecandan bütün vücudumun
titrediğini hissediyorum. Neden
bu kadar duyguluyum. Artık yazmak istemiyorum. Çünkü yazdıkça içimde baygın bir selin her
tarafı istila ettiğini görüyorum.
İşte nefesim daralmaya başladı.
Ah! “E. N.” Bu ıssız, meçhul dağ
başlarında seni ne kadar düşündüğümü senin için neler çektiğimi
İbrahim Naci Efendi’nin Günlüğü
ne, 21 Haziran 1915’e kadar tuttuğu günlüktür. (Günlüğü ve İbrahim
HATIRA DEFTERİNDEN
bilsen. Acaba bunu anlayacak mısın? Yoksa benim sizi unuttuğum
fikrine mi kapılacaksınız. Bu kadar kâfi. Boğuluyorum, boğuluyorum… Artık yazamıyorum. Sana
selam “E. N.” saat gece 08.30…
Cephede naat
Muharebeler sırasında sosyal hayat da devam etmektedir. Asker
birbiri ile sohbetten geri kalmamakta, memleketindeki sevdikleri
için türküler söylemektedir:
Akşamüstü binbaşı geldi. Çadırın önünde bekledik. Ve kaput
sererek oturduk. Mübahasede
bulunduk. Ben akşam yemeğini
de yedikten sonra (kabak, nohut,
eşkice çorbası) Hafız’a gazel söylemesi için haber gönderdim. Şimdi
artık her taraftan gazel, naat, ilahi
nameleri işitiliyordu.
Vatanı için çarpışmadan ölme düşüncesi
İbrahim Naci’nin muharebe sahasına giderken görmüş olduğu
birkaç şehit kabrinin kendisinde
tevlit ettiği hissiyat cepheye giden
her fertte mevcuttu.
Öğleden sonra saat 2.20’de etüve gitmek üzere bulunduğumuz
mahalden çıktık. Vadiye muvazi
giden yamaca çıktığımız zaman
solda yeni birkaç mezar nazarı dikkatimizi celp etti. İlerledim
baktım.
Bunların çoğunun üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer
ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık
tahtalar vardı. Okudum. Bunlarda
muharebede şehit düşen fedakâr
subayların isimleri yazılıydı.
Ve şimdi doğrusu kalben pek sarsılmış bir hâldeyim. Kendisi kim
bilir nasıl bir naz u niyaz içinde
büyümüş, ne azim bir anne babanın şefkat ve merhameti ile bes-
“Saat 11.00.
Muharebeye girdik.
Milyonlarla top ve
tüfek patlamaları…
Şimdi birinci
onbaşım yaralandı.
Allahaısmarladık.
[Saat] 11.15…”
lenmiş bu vücutlar şimdi nerede
yatıyorlar.
Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu
ne kadar merhametsiz ve ne kadar
feciydi.
Bu bakalım bana da aynı akıbeti
mi göstereceksin? Yoksa sevdiklerime kavuşmaya müsaade edecek
misin? Bu yakın olacak mı ya Rabbi?”
Şehadeti
İbrahim Naci, katıldığı ilk muharebenin ilk günü 8 Haziran 1331
[21 Haziran 1915] pazartesi günü
şehit olmuştur. Günlüğünde bu
günü kısaca “Saat 11.00. Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve
tüfek patlamaları… Şimdi birinci
onbaşım yaralandı. Allahaısmarladık. [Saat] 11.15…” ifadeleri ile
belirtmektedir.
Günlüğü diğerlerinden ayıran en
önemli husus, İbrahim Naci’nin
şahadeti hakkında hamiş yazan
bölük komutanı Yüzbaşı Bedri
Efendi’nin de şehit olmasıdır. Yüzbaşı Bedri Efendi, “Zavallı Naci,
evladım gibi sevdiğim yavrum,
defterine emanet ettiğin hislerini
bir peder, bir ağabey yakınlığıyla
okudum.” diye başladığı hamişinde, “Naci’m, pek genç ve körpe
iken kara topraklara emanet ettiğim o sevimli vücudundan uzak
kalmak hem benim, hem de bölük askerlerinin -telafisi imkânsızbüyük bir kaybıydı. Yalnız benim
ve bölüğün mü ya?” diyerek İbrahim Naci’nin şahadetini bize bildirmektedir.
Günlüğü ilginç ve bir o kadar da
önemli kılan husus ise bölük yüzbaşısının bu hamişine nokta koyamamasıdır. Son cümlesi virgül
ile yarım kalmıştır. Çünkü yazısını bitiremeden şehit olmuştur.
Bedri Efendi’nin kendi el yazısı ile
yazdığı metnin ibarelerin hemen
altına tabur imamının 2 Temmuz
1915 tarihli notu ise ayrıca önemlidir. Düşülen bu notta bölük komutanı Bedri Efendi’nin şehit oluşu şöyle tasvir edilir:
Bölüğün yüzbaşısı Bedri Efendi
yukarıdaki hamişi buraya kadar
yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla azimet ettiği sırada, 2
Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur.”
Sonuç
İbrahim Naci’nin o kısacık hayatı
Türk milletinin maddi ve manevi
değerlerinin yeni nesle aktarılması
açısından büyük önem arz eder.
Onun yirmi dokuz gün kaydettiği
hatıratı dahi milletin verdiği varlık
mücadelesinin yegâne delili olmaya sezadır. Vatanı uğrunda sevdiklerinden vaz geçen bir muhterem şehidin hissiyatını havi bu
yazıyı yazma imkânına nail olmak
bizim için bir bahtiyarlık vesilesi
olduğunu da belirtmek isteriz.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
59
kültürsanat
Şiirin Millî
Mücadele İdrakinde
ÇANAKKALE
Yrd.Doç.Dr. Mehmet Şamil BAŞ
Recep Tayyip Erdoğan Üniv. İlahiyat Fakültesi
60 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Asırlardır sinende yaşadığım vatansın
Fetih türkülerinde güneşler şafaklansın
KÜLTÜR-SANAT
Şairlerimiz Çanakkale’de kazanılan zaferi, millî duyguların coşması
ve askerin kuvve-i manevisini artırmak için pek çok şiirle dile
getirmişlerdir. Böylelikle ordunun ve mücadele ruhuyla yaşayan
halkın idrakinde önemli bir moral kaynağı oluşturulmuştur.
Türk şiiri çeşitli türlerle harp edebiyatına her dem hizmet etmiştir.
Bu görev bilincinin son büyük
sahası millî mücadele yıllarıdır.
Türk sanatkârının da görev idrakinin neticelerini gösterecek muharebe alanı olan Birinci Dünya
Harbi pek çok cephede savaşan
Türk ordularının en zor sınavlarından biridir. Bu sınavın varlıkla yokluk arasındaki imtihanı ise
Çanakkale cephesidir. Trablus ve
Balkanlar’daki yenilgilerle dengesini yitiren millî-manevi direncimiz Çanakkale Zaferi ile tekrar ayağa kalkacak ve 5 Haziran
1915 tarihli Sabah gazetesinde
yer alan “Temizlenen Leke” isimli
makale şu cümle ile noktalanacaktır: “Çanakkale Zaferi Balkan
Muharebesi’nin milletin alnına
vurduğu lekeyi temizledi. Biz
bundan dolayı bilhassa sevinçliyiz.”
Bu memnuniyet verici durum
dönemin gazete ve dergilerinde
birçok eserle ortaya konulmuştur.
Bilhassa şairlerimiz Çanakkale’de
kazanılan zaferi, millî duyguların
coşması ve askerin kuvve-i manevisini artırmak için pek çok şiirle
dile getirmişlerdir. Böylelikle ordunun ve mücadele ruhuyla yaşayan halkın idrakinde önemli bir
moral kaynağı oluşturulmuştur.
Çanakkale Zaferi ile ilgili tespit
edilebilen ilk şiir 1 Nisan 1915
tarihli Türk Yurdu dergisinde
yayımlanmıştır. Bu şiir, savaş gemilerinden atılan topların gülleleriyle sarsılan Çanakkale’nin her
hücuma karşı göğsünü geren bir
duruş sergilediğine değinir. Şiirin
adı “Çanakkale Güllelenirken”dir
ancak şairin adı belirtilmemiştir.
Adını Çanakkale Boğazı’ndaki bir
kaleden alan “Kal’a-i Sultaniye”
isimli bir diğer şiir ise Ali Rıza
Seyfi’ye ait olup Donanma dergisinin 15 Nisan 1915 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Şarkıları” başlıklı yazıda, askerî
şarkılar yazılmasını, besteleri ve
güfteleriyle birlikte bir ay gibi kısa
bir süre içinde açılan yarışmaya
gönderilmesi ilan etmiştir. Bunun temel nedeni Balkan Harbi
ve Trablus Harbi sonrasında sanat
erbabının suskun kalmasıdır. Savaş her ne kadar fizikî imkânların
dâhilinde olsa da moralsiz bir askerin öncülüğünde başarabilme
inancını yitirmiş bir milletin tarih
sahnesinden silinmesi pek kolaydır.
Millî Mücadele’nin devam ettiği bu yıllarda İngiliz ve Fransız
filolarının önemli kayıplar vererek Çanakkale cephesinden geri
çekilmesiyle neticelenen Çanakkale muharebelerine dair yazılan
birkaç şiir elbette bir harp edebiyatı oluşturacak yeterliliğe sahip
değildir. Üdebanın durgunluğu
ya da neşredilen ürünlerin istenilen coşkunluğa sahip olmayışı
uzun zamandır dile getirilen harp
edebiyatı ihtiyacını alevlendirir ve
devlet bu ihtiyacı karşılamak üzere meseleye el atar.
Harbiye Nezareti, ordunun ve
halkın moralini yükseltmek için
kampanya açmış ve bu yolda
eser verenlere de para ödemiştir.
Bu bağlamda 11 Temmuz 1915
Pazar günü, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle İstanbul’un
şair, muharrir ve ressamlarından
oluşan bir heyet savaş bölgesine
yollanır. “Heyet-i Edebiye” adı verilen bu kafilede Ömer Seyfettin,
İbrahim Alaaddin Gövsa, Ahmet
Ağaoğlu, Ali Canip Yöntem, Celal Sahir Erozan, Ressam İbrahim
Çallı, Hakkı Süha Gezgin, Hıfzı Tevfik Gönensay, Hamdullah
Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin
Yurdakul, Nazmi Ziya Güran, Orhan Seyfi Orhon, Bestekâr Yekta,
Yusuf Razi gibi sanat erkânı bulunmaktaydı.
Aslında devletin harp edebiyatı
konusunda daha önce de gazeteler aracılığı ile bazı teşebbüsleri
olmuştur. Örneğin Harbiye Nezareti, Birinci Dünya Savaşı hazırlıkları içerisinde olduğumuz
yıllarda, 15 Haziran 1914 tarihli
Tasvir-i Efkâr gazetesinde “Asker
Heyettekilerden, Çanakkale cephesinde sürecek olan on günlük
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
61
ültür-
Hakk’a teslim olmuş olan şairin imtihanı
elbette ki şiirle olacak; asırlardır sinesinde
yaşadığımız
vatan
toprağını
kimi
canıyla kimi de kalemiyle savunacaktır.
sanat
geziden sonra savaşa ve Türk askerinin cevherine ve Türk milletin kabiliyetine dair izlenimlerini
sanatsal formlarla anlatmaları istenir. Böylelikle ordunun ve milletin morali yükselecek, halka ve
gelecek nesillere Çanakkale’deki
askerin insanüstü gayreti sanatın
ifade gücüyle aktarılacak, asker
savaşa teşvik edilecek, cephede
savaşamayan sanatkâr vatana olan
borcunu ödeyecek ve Çanakkale’deki zaferin öyküsü diğer cephelere de yayılacaktı. 1915 yılındaki bu geziden yüz yıl sonrasına
kalan Çanakkale konulu şiirlerin
çoğunluğu bu hususi vazifenin
yükümlülüğüyle yazılmış edebî
ürünlerdir.
Heyet-i Edebiye’nin Çanakkale
ziyareti, o sırada İstanbul’da bulunan bütün sanat erbabının davet
edildiği bir geziydi. Ancak Tevfik
Fikret gibi kimi isimler ise sağlık
durumları nedeniyle bu geziye
katılamamış kimileri de davete
icabet etmemiştir. Yakup Kadri,
Çanakkale’ye gönderilen “Heyet-i
Edebiye”nin Türkçülerden oluşturulduğunu ve Ahmet Haşim
ile Süleyman Nazif’in aslen Türk
olmadıklarından bu geziye davet
edilmediklerini söyler. Süleyman
Nazif bu konuda Enver Paşa’ya
ağır sözler sarf etmiştir. Ne var
62 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
ki Çanakkale’de zabit olarak savaşmış isimlerden olan Ahmet
Haşim, kendisine yapılan bu haksızlığı affetmeyecektir. Bununla
birlikte Çanakkale’nin dehşetini
gören Ahmet Haşim bu konuda
bir şiir bile kaleme almamıştır.
Onun Yakup Kadri’ye verdiği şu
cevap oldukça manidardır: “Benden bir kahramanlık neşidesi mi
bekliyorsunuz? Onu da her şey
olup bittikten sonra izzet ve ikram
ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz.”
Heyet-i Edebiye, İstanbul’a döndükten sonra, 24 Temmuz 1915
tarihli Sabah gazetesinde “Hitabei Şükran” başlığıyla ortak bir beyanname yayınlar. Orduya teşekkür eden, Anadolu’nun selamını
getiren ve onlara dua eden bu yazı
dolayısı ile hem hükûmet hem
de halk askerin gösterdiği kahramanlığı anlatacak edebî ürünleri o
kahramanlık destanlarını okumak
için bir beklenti içine sokulmuştu.
Gezi neticesinde yayınlanan ilk
edebî mahsul temmuz ayında
Türk Yurdu’nda neşredilen Cemal
Sahir’in “Ordunun Duası” adlı
şiiridir. Bu şiirin ardından Tanin
Gazetesi’nde İbrahim Alaaddin
Gövsa’nın “Çanakkale İzleri” üst
başlığını taşıyan “Siperler Arasın-
da”, “Gece Yürüyüşü” ve “Yaralı” adlı şiirlerini yayınlanmıştır.
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in izlenimleri ise “Gördüklerimiz” başlığıyla İkdam Gazetesi’nde birkaç
gün boyunca kaleme alınır. Eylül
1915’te Enis Behiç Koryürek’in
şehitlerimize seslenen “Çanakkale Şehitliğinde” şiiri; ardından
Mehmet Emin Yurdakul’un yeni
tamamladığı “Ordunun Destanı”
adlı kitabı ve “Orduya Selam”
isimli şiiri yayınlanır. 1916 yılının başlarında ise Hakkı Süha
Gezgin’in “Siperlerde” isimli şiiri Harp Mecmuası’nda neşredilir. Yusuf Razi Bey de Tanin
Gazetesi’nde “Harp HikâyeleriArıburnu Cephesinde” başlıklı
bir yazı kaleme alır. Çanakkale’ye
gönderilen heyetin bir yıllık edebî
mahsulü bunlarla sınırlı kalmıştır.
Harbin dehşeti ve zaferin büyüklüğü karşısında bir yıl boyunca
neşredilen eserlerin sayı ve nitelik
olarak azlığından dolayı 14 Ağustos 1916 tarihli Tanin Gazetesi’nde
imzasız bir yazı yayınlanır. Yazıda
“...Bütün dünya matbuatında her
gün sütunlar işgal eden Çanakkale vakayiinin hikâyeler, şiirler,
resimler ve zafer destanlarıyla
tespit edilmesi lazımdı. Maatteessüf henüz elimizde hiçbir şey
yok…” diyerek Heyet-i Edebiye
eleştirilmektedir. Bu eleştiriler
Çanakkale konusunda yeni ürünler yayınlanmış olmasına rağmen
1917 ve 1918 yıllarında da devam
etmiştir. Hatta 1941 yılına gelindiğinde Peyami Safa’nın Tasvir-i
Efkâr’daki ağır eleştirileri meselenin yıllar sonra bile gündemden
düşmediğini gösterir.
KÜLTÜR-SANAT
Harbiye Nezareti’nce basılan ve
askere moral olması açısından
dağıtılan şiir kitapları hakkında 3 Haziran 1915 tarihli Türk
Yurdu dergisinde “…zabitler,
Anadolu’nun Türk çocuklarını
etraflarına topluyor, bu şiirleri
okuyorlar. Kaç yaralı kardeşten
kendim işittim: Neferler bu şiirler
okunurken çok müteessir oluyor
ve ağlıyormuş…” diyen Hamdullah Suphi askere dağıtılan şiir
kitaplarının önemine vurgu yapmaktadır.
1915 ve 1916 yıllarında Matbaai Askeriye’de basılan ve askere
dağıtılan şiir kitapları hakkında
şu bilgileri verebiliriz. Haziran
1915’te Ahmed Nedim’in “Cenk
Destanı” adlı eseri askerî matbaada basılmıştır. İki şiirden oluşmaktadır. İlki “Cenk Destanı”
ismiyle Çanakkale muharebeleri
hakkındadır. “Ölecek… Dönmeyecek” isimli ikinci şiir ise Birinci
Dünya Savaşı’na girişimizi konu
edinmektedir. Ahmed Nedim’in
konuyla alakalı diğer bir kitabıysa
“Hediye” başlığını taşır. Mustafa
Fevzi’ye ait “Orduya Arzuhal” adlı
eser de 1915 yılında basılıp askere
dağıtılan kitaplardandır.
1916 yılında daha çok eserin basıldığı görülür. Bunlar arasında
en farklı olan “Şehitlersırtı Destanı” isimli kitaptır. Kitabın en
önemli özelliği destanı söyleyen
İbrahim Oğlu Ömer’in Çanakkale muharebelerine bizzat katılmış
bir Mehmetçik olmasıdır. Diğer
kitap Yahya Saim Ozanoğlu’nun
“Hilalin Gölgesinde Çanakkale –
Kutü’l-amare Zafer Destanı” kitabıdır. Eser Çanakkale ve Irak cep-
hesindeki iki destanı konu edinir.
1916 yılında basılan bir diğer
kitap “Akından Akına” ise farklı
bir şöhrete sahiptir. Çanakkale
ziyaretine katılmayanlar arasında
yer alan Yusuf Ziya Ortaç, Enver
Paşa’nın talebi ve Celal Sahir’in
aracılığı ile “Akından Akına”yı
yazar. Yirmi şiirden oluşan bu
kitap 1916 yılında Talat Paşa’nın
emriyle on bin adet bastırılır. Yusuf Ziya’ya askere dağıtılan bu
kitabı için 450 altın verilir. Harp
edebiyatından kazandığı paralarla
övünen Yusuf Ziya, yıllar sonra
bu kitabı hakkında “…şimdi, masamın üstünde, yılların sararttığı
bir Akından Akına var. Kâğıdına,
mürekkebine, kartonuna imrenerek; şiirlerine iğrenerek bakıyorum…” diyecektir.
Asıl üzerinde durulması gereken,
devletin bir harp edebiyatı ihtiyacını karşılamak üzere yürüttüğü proje neticesinde ortaya çıkan
ürünlerin yüzyıl sonrasının okur
ezberine taşınamamış olmasıdır.
Bununla birlikte gezi heyetinde
yer almayan ve o esnada görevli
olarak Berlin’den dönüp Necid
seyahatine çıkmış olan Mehmet
Âkif’in hâlen dipdiri bir coşkuyla
yayılmaya devam eden Çanakkale Şehitleri’ne şiirini yazmış
olması devlet desteğindeki şairin
sorgulanması gerektiğini gerekli
kılmaktadır. Ki Âkif bu hassasiyetini İstiklal Marşı’nı yazdığında da
göstermiştir. Bir yanda savaşın ortasına götürülen heyetin yazdıkları; bir yanda imgelerini biriktiren
Âkif’in zafer haberini aldığı elMuazzam istasyonunun çöl gecesine gözyaşlarıyla sesini akıtması.
Çanakkale Şehitlerine şiiri ilk olarak 1924 yılında Safahat’ın yedi
kitabından biri olan Asım’ın bir
bölümü olarak yayınlanmıştır.
Yıllar geçtikçe okuyucu bu bölüme Çanakkale Şehitlerine adını koymayı toplumsal bir şuurla
kabullenivermiştir. Anlaşılan o
ki heybesi doldurulmaya ikna
edilenlerle heybesini kendi doldurmayı seçenler arasındaki fark
yıllar geçtikçe daha net bir şekilde
ortaya çıkıyor. Bununla birlikte
şair ya da yazar, masaya yatıracak
olduğu konunun ne kadar içinde
olursa olsun toplumsal şuurun
beğenisine hitap etmeyi göze aldığında yeteneğine de güvenmek
zorundadır. Bu vesileyle Mehmet
Âkif Ersoy’un şiir sanatındaki gücünü bir kez daha görmekteyiz.
Milli Mücadele yılları sonrasında
Çanakkale Zaferi’mize dair yazılan şiirler yok değildir. Sükût
içinde okurunu bekleyen bu şiirlere düzenlenen bazı yarışmalarla
yeni şiirler eklenmektedir. 2006
yılında Nurullah Genç tarafından
yayınlanan “Çanakkale Her Şey
Yanıp Gül Oldu” isimli şiir kitabı
ise Harbiye Nezareti’nin yazılmasını talep ettiği şiir kitaplarının
tam da kendisidir.
Hakk’a teslim olmuş olan şairin
imtihanı elbette ki şiirle olacak;
asırlardır sinesinde yaşadığımız
vatan toprağını kimi canıyla kimi
de kalemiyle savunacaktır. Sözü
şiirimizin duası ile bitirelim:
Tohum çiçeğe dönsün, çiçek tohumu ansın
Başımda dalga dalga bayrağım
dalgalansın
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
63
Abdulbaki İŞCAN
Yrd. Doç. Dr. Lokman Erdemir’in Arşivinden
kültürsanat
Rüzgârla Gelen
64 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Divrin Ovası kadar güzel olmasa da yer yer yeşil alanların göze
battığı geniş bir arazinin ortasından süzülen derenin kenarındaki
bir ağacın altına oturup da ufkun
içine doğru bakarken, Hasan
Ethem’in annesine yazdığı son
mektubu hatırlamadan edemedim. ‘Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra
mukavemet edemeyerek eğilmesi,
bana, annemden gelen mektubu
selamlıyor gibi’ diyen Çanakkale
şehidi Hasan Ethem’i. Ve cephede
en önde “Çarıkları çözülmüş, fesi
düşmüş, baş açık ve yalın ayak,
rüzgâr gibi koşan’ kardeşini kendi
eliyle defneden Onbaşı Hüseyin’i
ve babasına yazdığı mektubu…
Önce denize baktım, sonra gökyüzüne, sonra toprağa, sonra aya
ve rüzgâra… Hangi bağrı yanık
anadır gördüğüm, ciğeri dağlı
babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı hangi göz
pınarları kurumuş candan arda
kalandır…
Kızılçam ağaçlarının ince yapraklarına aktı gece, sessizce. Yıldızlar
parlak birer nokta gibi durmadan
çoğaldılar ve karanlığın ardından
nurlu yollar bıraktılar.
Geciktim, hem de çok geciktim.
Bu hüzün yüklü havada nefes almak canımı acıtıyor. Ve dünden
bugüne düşen acılar alevsiz ateş
gibi parça parça yakıyor. ‘Sağ yanım yok ama zararı da yok’ zira
bir bedenden eksilen yürekten
eksilen gibi değildir.
Ah ki rüyalarımı attım karanlık
denizlere de yüzüme savrulan
esintilerin zindanlarındayım. Derince kederli ve olabildiğince acılı
bir gecenin tam da ortasındayım.
Ey mehtap yüzünü kalbime çevir. Ki üzgün ruhum ve sıkıntılı
kalbim yorgun denizin dalgalarına karışsın. Rüzgâr, kabarmış
topraklara ulaştırsın nefesimi ve
nefeslensin her bir karış adım
adım. Hırçın esen lodos, yaramı
sar, üzerimi ört. Gör ki üzerinde
taşıdığı Kur’an’dan başka vasiyeti
olmayanı, yarasına kum basanı ve
düşmanın acısına merhem olanı.
Ah o altın kumlu koylarda başını taşlara vuran üzgün dalgaların
divane esintisi ve o yeşil ekinlerin
üzerinden yol alarak beni yorgun
KÜLTÜR-SANAT
Hangi bağrı yanık anadır gördüğüm, ciğeri dağlı
babadır ellerine kapandığım, gördüğüm tülbende sarılı
hangi göz pınarları kurumuş candan arda kalandır…
düşüren şiddetli rüzgârların acıklı
sesi.
Ben bu kızıl akşamlarda seni, uyuman için annelerin kederli ninnilerine bıraktım. Dili tutulmuş
yetimlerin avuçlarındaki cennet
kokusuna, sevda nakışlı mendillerin her bir katına saldım. Gelinlik
kıza, kurbanlık koça, askere giden
yiğide yakılan kınaya karıştırdım.
Ben seni bu pek karanlık ve pek
soğuk zamanların en sıcak anlarında, bir sabah namazı vakti
sığınaklardan yükselen tekbir
sesleriyle sıklaşan saflara emanet
ettim.
Seni ben hıçkırıkların eşliğinde iri
tespih tanelerinin huzurlu aralarına dualarla şifalı bir nefes diye
uğurladım.
Gece ve gündüzün birbirine karışmış kanlı kokusunda, ateşlerin
tam da arasında kan suyuna saplanmış bedenlerde gördüm gülümseyen yüzünü.
Bu üzgün gecede solgun yaprakların arasından toprakla birlikte
seni çektim içime.
Ah ki kan doldu yüreğime.
Bilemedim estiğin hangi sancılı
bahardır.
Denizin kıyıya vurduğu dalgalar
ve sen iniltilerinle ekinlerin üzerinden geçerken, şu suya nazarlık
boğaz hep bir yumruk gibi karşımda. Hasretin ve acının toprağa düştüğü bir sabah güneşinin
ışıklarıyla birlikte süngüsünü
taktığında yedi başlı ejderha, deniz kuşları bir daha geri dönmedi.
Şu günüm yani şu yaşadığım gün,
şu ayaklarıma dolanmış üzgünlüğüm kaldı geriye. Bir de hasret
kuşların gittiği yere.
Ah ki ağlamam gecikmiş olduğumdandır.
Sen kapalı ufuklara tünemiş vahşetlere denk sabah uyanmalarının
acısına ağla.
Ağla diyorsam ‘ölüm yağdıran
göğe, ölü püskürten yere’ ağla,
kan kırmızı gecelerde ölüm kusan
seslere ve meleklerle beraber besmele çekenlere.
Yedi kandilli Süreyya!
Işığını sakla ve toprağın feryadına
ağla!
Dünya yaratıldığından beri böyle
görmedin yeryüzünü, yeryüzü hiç
böyle bir gün görmedi. Gündüz
ve gece bu yerde bir ay ya da güneş ışımasının gölgesinde. Saçları
üşüyor toprağın, bir sağanak yağmur altında yarasını kaşıyor tüm
insanlar; suların, ağaçların, kana
bulanmış ekinlerin derdi aynı.
Ağla ki yelken açan denizciler, bir
daha dönmeyecekler.
Gidenlerin peşinden sürüklenirken önce boynu bükük ekinlere
baktım sonra Bedir’e, sonra altın
ışıklı aya ve selamla gelen rüzgâra.
Sonra hasret dalgalı denize ve
kanlı zarfın üzerine yazılı kelime-i
şehadete…
Anadan, yardan, ocaktan ayrılışı
teselli eden rüzgâr, götür beni gittiğin mutlu yere.
Ruhumu şad et. Bir Fatiha fısılda
kulaklarıma ve beni sevindir…
Ah ki ağlamam gecikmiş
olduğumdandır.
Sen kapalı ufuklara
tünemiş vahşetlere denk
sabah uyanmalarının
acısına ağla.
Ağla diyorsam ‘ölüm
yağdıran göğe, ölü
püskürten yere’ ağla,
kan kırmızı gecelerde
ölüm kusan seslere
ve meleklerle beraber
besmele çekenlere.
Yedi kandilli Süreyya!
Işığını sakla ve toprağın
feryadına ağla!
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
65
kültürsanat
BİR
Dr. Şerife Nihal ZEYBEK
Allah’ın bize bahşettiği en mucizevi özelliklerden biri de engin düşünce ve hissiyat yeteneğimizdir.
Bu sınırlı dünyada, sınırlı bir yaşam süreriz ama hayal gücümüzle
çok farklı âlemlere dalabiliriz. İşte
bu değişik âlemlerin dile- kâğıda
dökülmüş şekli masallarda karşımıza çıkar. Sınırlar yoktur masallarda; hayvanlar konuşabilir, halı
uçabilir. Mantıksız gibi görünen
bu gariplikler sadece boş lakırdı
mıdır? Yoksa kurulan bu hayal
dünyasında bize bir şeyler mi anlatılmak istenmiştir? Modern hayatın bizi sınırlar içine hapsetmesi
nedeniyle, yetişkinler olarak hayallerimizden vazgeçtik ve masalı
çocuklara bıraktık. Peki, aslında
masal nedir, hayatın neresindedir? Masallar hakkında bu konuda akademik çalışma yapmış bir
ilahiyatçıyla, Pınar Başar Ünlüer
ile konuştuk. Halen masallar kaleme alan Pınar Hanım, ayrıca alanın içinde bir isim.
66 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Varmış
Yokmuş…
Merhaba Pınar Hanım, siz masal
üzerine çalışmalar yapan bir din
görevlisisiniz. Masal günümüzde gereken önemi vermediğimiz
belki de üstünde düşünmediğimiz bir alan. Masallar niçin vardır ve hayatın neresindedir?
Öncelikle masallara ilginizden
dolayı Diyanet Dergisini tebrik
etmek ve size teşekkür etmek istiyorum. Çünkü “masal” dendiğinde insanlar biraz hafife alırlar.
Bazı kimseler masalların çocuk işi
olduğu ve gerçeğe muhalif hayal
ürünü şeyler olduğunu düşünerek çok da ciddiye almazlar.
Hâlbuki masallar geleneksel eğitimimizin temelinde yer alır. Bu
aynı zamanda Kur’anî bir yöntemdir. Kur’an gerçek olaylar yani
kıssalar anlatarak insanlara öğüt
almaları için misaller verir. Yaşanmış olaylar üzerinden imanı ve
hakikati öğretir.
Masallar da hayatta aynı fonksiyonu icra ederler. Pek çok ahlaki değeri olaylar üzerinden örnek göstermek suretiyle verirler insanlara. Hisseyi doğrudan söylemez de
olaydan süzerek bellettirir ki, bu
aslında insanlar üzerinde daha
çok etkilidir. Yalnız olaylar gerçekçi değildir genelde. Ama olsun, asanın yılana dönüşmesi bir
mucizedir. Bugün böyle bir olay
görmemiz mümkün değildir ama
çok etkileniriz.
Masallar yalnız hisse için değildir elbette. Masal hayal gücünü
canlandırır. Dinleme kabiliyetini geliştirir. Aile içi iletişim için
vazgeçilmez bir araçtır da. Tabii
burada tek başına kitaptan okunan masaldan bahsetmiyorum.
Gelenekte olduğu gibi anlatılan
masaldan bahsediyorum. Zaten
masalın şöyle bir özelliği de vardır; okuyan insan anlatmak ister.
Anlatıldıkça yaşar masallar.
Masalların olmazsa olmazları var
mıdır? Varsa nelerdir?
Masalların ortak unsurları var
elbette. Ama bunlar “masalda şu
olmazsa masal olmaz” denilebilen
şeyler değildir. Önce “asıl masal”
da denilen anonim masallarla sanat masallarını birbirinden ayırmak lazım. Anonim olan masallar
KÜLTÜR-SANAT
ağızdan ağza anlatılarak gelmiş,
belli dönemlerde derlenerek yazıya geçirilmiş masallardır. Ortak
özellikler bilhassa bunlarda yer
alırlar. Tabii bunları takip eden
ve sanat masalı dediğimiz belli
bir yazar tarafından yazılmış masallarda da bunları görmek mümkündür.
Olmazsa olmaz dendiğinde benim aklıma ilk gelen şey tekerlemelerdir. Masalların kendine has
dil zenginliği ve ritmi ilk olarak
tekerlemeyle çıkar karşımıza.
Hem bir dil oyunu yaparak dinleyeni etkisi altına alır, hem de
mantıksal çelişkileriyle masalın
hayali dünyasına bizi götürürler.
Şimdi hangi anne, çocuğuna gece
masal uydururken şöyle söylemez
ki: “Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde, develer tellal iken, pireler
berber iken, ben ninemim beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” Bu
anlatan için de bir hazırlıktır. Anneler bunu çok iyi bilir.
Ayrıca masallarda üç kere tekrarlanan olaylar, olağan üstü doğumlar, yolculuklar ve mutlu son
–hatta düğün- en çok rastlanılan
unsurlardandır.
Masallar bize ne anlatır?
“Masallar bize hayatı anlatır”,
Muhsine Yavuz hanımefendi “Masalların Eğitimsel İşlevleri” isimli
çalışmasında tam olarak bu cümleyi kullanır. Ben de aynı kanaatteyim. Bir hocam dedi ki, “Kafda-
ğı var masalda, hayatta var mıdır?” Hayatta da Kafdağı vardır,
peri kızı vardır. Hepsi aslında hayatımızdaki şeyleri temsil ederler.
Masalın kahramanı da her zaman
salt hâliyle “insan”dır. Yani bizden başka biri değildir. Yolculuğu
biz yaparız masalda, imtihanı biz
yaşarız. Yani masallar bize, bizi
anlatırlar.
Masallar sadece çocuklar için
midir?
Masallar geçmişte akşam sohbetlerinin, hanım günlerinin, kıraathane toplantılarının konusu olur,
oralarda anlatılırmış. Tabii bu
toplantılara çocuklar da dâhil edilir, büyüklerle birlikte aynı masalı
dinlerlermiş. Diyorlar ki, sosyal
hayatın değişmesi, pozitif bakış
açısıyla gerçekçi anlatıların önem
kazanıp olağanüstülüklerin küçümsendiği zamanlarda büyükler
masalları attı. Onları çocuklar kucakladı. Çünkü çocuklar henüz
hayal gücünü kaybetmemişti büyükler gibi.
Masallar çocuklar için değildir.
Hatta öyle geleneksel masallar
vardır ki, çocuklara anlatamayız.
Masalların pek çoğu hem konu
olarak hem mesaj olarak yetişkinlere hitap eder. Maalesef büyükler masal okumayı dinlemeyi
terk ediyor. Doğrusu geleneksel
hayatı devam ettiren bazı yerlerde hâlâ masal anlatanlar var ama
özellikle şehirleşen toplumlar
masalı yalnız geceleri çocuklarına okumak için alıyor. Peki, bu
masalı terk ettiğimiz anlamına
geliyor mu? Demiştim ya, masal anlatmak/dinlemek insani bir
özelliktir. Yerini dolduruyoruz
yeni şeylerle. Diziler bir anlamda
masaldır, sinema öyledir. Gençlerin sosyal medyada “–miş” kipiyle
birbirine yazıp paylaştıkları, beğendikleri, hikâyeler var. Bunlar
masalın yerine girmeye çalışıyor
aslında. Doldurabilir mi tüm bunlar masalın yerini? Masalda mündemiç olan iç derinlik, üslup ve
hayal yalnız ona has, ona özeldir.
Başka hiçbir anlatım aynı özellikleri bir araya getiremez.
Bunun yanında büyüklerin masalı terk etmesine hak vermek de
lazım. Allı pullu kapakların arkasına içerdiği değerlerin sıralandığı
sözde “masal” kitapları, gerçekte
sanat masalı olmaktan bile çok
uzaktır.
Sizin büyüklere tavsiye edeceğiniz bir masal kitabı var mı?
Anonim masalları derleyip yazıya geçiren yazarlarımız var: Tahir Alangu’nun ve Pertev Naili
Boratav’ın kitaplarını tavsiye ederim. Hasan Aycın’ın “Esrarname”
isimli eseri ise anonim masalın
özelliklerini koruyarak yazılmış
yeni bir masal. Çok etkileyici bir
çalışma. Kesinlikle okunması gerekir diye düşünüyorum.
Pınar Hanım’a masal hakkındaki
bilgilendirici ve ufuk açıcı bu söyleşi için teşekkür ediyoruz. Gökten üç elma düşmüş biri masalsız
yapamayanlara, biri masal
kahramanlarına, biri de
siz kıymetli okurlarımıza…
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
67
İnsanlık Nasıl
Yok Edildi?
68 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
Dr. Erdal KILIÇ
Tumberio
“Köle taşıyan gemilere, “Tumberio”, yani “ölü taşıyıcıları” adı
verilmişti. Bu gemilerden biri ile
denizi aşan bir İtalyan Fransiskeni söyle der: “Erkekler güverte altında üst üste yığılmış, ayaklanıp
gemideki tüm beyazları öldürürler korkusuyla da zincirlerle bağlanmışlardı. Kadınlar için, ikinci
güverte arası ayrılmıştı. Hamile olanlar arka kamarada toplanmıştı.
Çocuklar birinci güverte arasında, balık istifi gibi sıkıştırılmıştı.
Uyumak istediklerinde, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı. Doğal
gereksinmelerini gidermek için
sintineler vardı, ama çoğu yerini
kaybetmek korkusuyla bulunduğu yerde rahatlıyordu. Özellikle
erkekler acımasızca üst üste yığılmış oldukları için, bulundukları yerde koku ve sıcak dayanılmazdı. Atlantik Okyanusu 35-40
gün arasında aşılmaktadır. Ölüm
oranı, havasızlıktan boğulma ve
salgın hastalıklar yüzünden çok
yüksektir. Bu oran %50’ye ulaşabilir. Çoğu zaman salgınlarla baş
edebilmek için hastalar öldürülür.
Amerika’ya varışta sağ kalanlar,
açık arttırmalar sırasında iyi para
etmeleri için, yeniden özenli bir
bakımdan geçirilirler. Doğal olarak fiyatlar boya, yaşa, güce, cinsiyete vs. göre değişir. Tehlikelere
ve kayıplara karşın, kazançlı olan
bu ticaret, kaçakçılığa ve korsanlığa yol açar. İngiliz gemileri, sık
sık zenci taşıyan gemilere saldırıp,
yüke el koyar ve köleleri Virginia
“İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de
Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar
23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle
göndermiştir. Toplam olarak (bir yılda) 97.500 köle,
1787 yılında bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.”
ya da Antillerde satarlar”
(Türk ve
Dünya Tarihi Ansiklopedisi, cilt 4, s. 1176, Gelişim Hachette, Istanbul 1985.)
“İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre 1768’de Afrika’dan
Amerika’ya İngilizler 60.000,
Fransızlar 23.000, Hollandalılar
11.000, Portekizler 1.700 köle
göndermiştir. Toplam olarak (bir
yılda) 97.500 köle, 1787 yılında
bu sayı (yılda) 100.000’e ulaşmıştır.” (Aynı eser s. 1312.)
Araştırmalara göre bu dönem içinde 12 milyon Afrikalı Amerika’ya
taşındı. Bu insanlık tarihinin en
büyük zoraki göçü olarak kabul
edilmektedir. Diğer bir kaynağa
göreyse bu rakam 25, hatta 40
milyona kadar çıkmaktadır.
Avrupalı sömürgeçler
12 Ekim 1492’ye kadar Amerika kıtası, üzerinde güneşin batmadığı bir coğrafya idi. Coşkun
akarsularıyla kuşatılmış olan bu
verimli topraklar üzerinde, insanlığın büyük medeniyetlerini kurmuş, doğayı yok etmeden ondan
istifade etmesini bilen, silahı ve
savaşı tanımayan insanlar yaşıyor-
du. Kentleri, tapınakları, mimarisi ve matematik bilimi ile sulh
içinde yaşayan bu kıta sakinleri,
Avrupa uygarlığından(!) habersiz
ve onu oldukça geriden izlemesine karşın, kendine yeten Atlantik
ötesi bir uygarlık merkezi idi. Seyahatleri boyunca seyir günlüğü
tutan Kristof Kolomb bu insanların Avrupalılara karşı gösterdiği
misafirperver ve cömert tavırları
karşısında büyülendiğini itiraf
ederek onları, sığ kıyıda, denize
yürüyerek teknelere yaklaşan, ilk
karşılaştıkları yabancılara çeşitli
hediyeler sunan, silahın ne olduğunu bilmeyen barışçı ve yumuşak huylu insanlar olarak tanımlıyordu. “Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular ve
ellerini yaraladılar” diyerek o insanların kötülük nedir bilmeden
yaşadıklarını, dünyanın en iyi, en
nazik insanları olduklarını günlüğünde yazan Kolomb böylesi bir
medeni duruşa karşı hayranlığını
gizleyememiştir. Ama övgülerini bu şekilde sıralayan Kolomb,
günlüğün ilerleyen sayfalarında
şöyle diyordu: “Bunlardan çok iyi
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
69
hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her
istediğimizi yaptırabiliriz.”
“tumberio” yani “ölü taşıyıcıları”
adı verilecek olan gemilere tıka
basa bindirilen zavallı insanlar
için artık yeni bir hayat başlıyordu: Kölelik. Araştırmacıların tahmini hesaplarına göre, Kolomb’un
Hint Adaları sandığı Antil adalarına ayak bastığı tarihte bütün
Amerika kıtasının nüfusu 30-50
milyon arasında gösterilmekteydi. ABD’li tarihçi Samuel Eliot
Morison 1548’lere gelindiğinde
sayının yerli halk nüfusu adına
binlerle ifade edilebilecek kadar
düştüğünü hatta araştırılmaları
neticesinde İspanyol Adası’nda
yaşayan yerlilerin sayısının 500’ü
dahi bulmadığını belirtmek suretiyle vahşetin boyutuna dikkat
çekmiştir. İspanyollar başta olmak üzere Avrupalı sömürgeçler
Zincirlenerek Kaçırılan Zenci Köleler
Evet… Kolomb, Kızılderilileri
böyle tanımlıyordu. Onun gözünde bu insanlar misafirperver
ev sahipleri değil, her istediklerini yaptırabilecekleri hizmetkârlar
idi. Bu insanlar, yeni tanıştıkları misafirlere yüreklerini açtılar,
topraklarını, yiyeceklerini paylaştılar, süs eşyası olarak kullandıkları altın ve gümüşlerini hediye
ettiler. Avrupalı misafirlerse(!)
bu kıtaya, salgın hastalık, yağma
ve ölüm getirdiler. 1492’de kıta
halkı, yeryüzünün gördüğü en
trajik alışverişlerinden birine sahne olmuştur. Gasp edilen sadece
eşyaları değildi; daha sonradan
Sudan sebeplerle,
hırs ve tamahın esiri
olanların toprak
için, mal için,
intikam için, dünya
için, yeni kıtalar
için ve savaş için
savaşmanın İslam’da
yeri yoktur. Savaşın
hak ve adaleti hâkim
kılmak, insanları
gerçek hürriyete ve
refaha kavuşturmak
için yapılmasına
taraftar olunmalıdır
ki, böylesi de küçük
savaştır.
70 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
buradaki uygarlığı altın ve mal
hırsları yüzünden yok ettiler.
Tarihi geniş okumak
Böylesine sevimsiz bir giriş pek
tabiidir ki içimizi karartabilir, moralimizi bozabilir. İnsanlık onuru
ve ahlakıyla bağdaşmayan bu gerçekler belki yarım asır gerimizde
duruyor olabilir ancak siz de fark
etmiş olmalısınız ki bu tarihî bilgiler içimizi acıtıyor olsa da bugün ziyadesiyle bağışıklık kazandığımız bir gerçekle yüz yüzeyiz:
“şiddet.” Ki o da bizim için normalleşen, sıradanlaşan bir olgu
hâline gelmiş bulunmaktadır. Bu
manada tarihi geniş okumak lazım gelmektedir. Goethe, “3000
yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan, günübirlik yaşayan
insandır.” der. Gelecek için planlar yapan insanın geçmişinden
bilgisizce ve şuursuzca yaşaması
doğasına uygun olabilir mi? Bu
satırların kaleme alınmasındaki
amaç elbette ki Avrupa düşmanlığı değildir. Bilakis hırs, tamah
ve israfıyla, Amerika, Afrika ve
Asya’yı köleleştirmiş, hastalıklı
ideolojileri uğruna dünya savaşları çıkarmış, toplama kamplarında, gaz odalarında en vahşi yöntemlerle insanları katletmiş, aynı
ülke insanlarını birbirine düşman
etmiş, coğrafyaları cetvelle çizip,
hakları arasına görünmez duvarlar çekmiş olan Avrupa’nın kan,
şiddet ve savaş dolu tarihine yeniden dikkat çekmektir.
Barış savaştan az ötede
Savaş kaçınılmazdır elbet. Sudan
sebeplerle, hırs ve tamahın esiri
olanların toprak için, mal için,
Bir Köle Gemisi
intikam için, dünya için, yeni kıtalar için ve savaş için savaşmanın
İslam’da yeri yoktur. Savaşın hak
ve adaleti hâkim kılmak, insanları
gerçek hürriyete ve refaha kavuşturmak için yapılmasına taraftar
olunmalıdır ki, böylesi de küçük
savaştır. Zira en büyük savaşın insanın kendi nefsine karşı verdiği
mücadele olduğu hakikati unutulmamalıdır. Evet, barış savaştan
az ötededir. Ancak savaş geçidini
aşamayanın, barış nimetine ulaşabilmesi ise mümkün gözükmemektedir.
Günümüz bilim ve teknolojisi
ile nükleer çağı yakalayan insan,
artık kendi insanını toplu hâlde
yok edebilecek imkânlara sahiptir. “Tumberio” denilen “ölü
taşıyıcıları” yerini bugün daha
modern(!), daha çağdaş(!), tah-
rip gücü yüksek, bir anda kitle
hâlinde ölümlere dahi yol açabilecek güce ulaştı.
Amerika kıtasının işgali ile başlatılan insan sömürüsü bugün
kesintiye de uğramaksızın devam
ettirilmektedir. Beslendiği kaynak
ise, terörizmdir: Batırılan, yakılan
gemiler, çökertilen binalar, yok
edilen hayatlar… Kime ve niçin
saldırdıklarını açıklamakta dahi
güçlük çektiklerini sonrasında
günah çıkarırcasına itiraf eden insanlıktan binasipler. Adı terör, iç
savaş ya da başka bir şey olan ve
günlük haber bültenlerinde ya da
iletişimin imkân verdiği son teknolojik verilerle yüz yüze kalınan
kanlı olaylar… Kısaca insanlık
ayıbı işlenmeye devam edilmekte…
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
71
EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R
Ö R N E K S İ Z
M O D E L S İ Z
Y A R A T A N
Fatma BAYRAM
Zerreden kürreye kadar yaratılmış cümle âlemin her bir ferdinin
kendi yapısındaki ihtişamın hayrete düşüren mükemmelliği ve bu
sayısız efradın, kurtçuklardan gezegenlere varıncaya kadar bildiğimiz bilmediğimiz tüm varlıkların,
birbiriyle ahenk içinde ve sonsuz
hareket hâlinde akıp gidişlerindeki nizam ve uyum... İşte aklın
künhüne ermesi bir yana hayal
etmekte bile zorlandığı bu sistemi
bir örneğe ihtiyaç duymadan yoktan var edendir Bâri…
Esma-i Hüsna’dan on beş tanesinin zikredildiği Haşr suresinin
72 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
el-BÂRİ
son ayetlerinde Hâlık, Bâri ve
Musavvir isimlerinin peş peşe zikredildiğini bilirsiniz. Hâlık ismi
varlığı yaratmadan evvel ölçüp
biçen, hesaplayıp takdir eden demekti. Bâri de bu ölçüm ve takdire göre bakılıp örnek alınacak
bir modeli olmadan (özellikle
canlı varlıkları) yoktan var eden
demektir. Bu ismin hangi kökten
türediği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu ihtimallerin her
birine göre de anlam kazanmış ve
zengin bir içeriğe sahip olmuştur.
Bu zenginliğin neticesi olarak Bâri
ismi; yaratan, varlıkları bir temel
maddesi ve modeli bulunmadan
icat eden, kendisi yaratılmışlıktan
uzak olan, aralarında birçok farklılık olmasına rağmen evrendeki
tüm varlıkları tam bir ahenk ve
düzen içinde yaratan, hiçbir borç
ve zimmet altında bulunmayıp
verdiği her şeyi bir lütuf olarak
veren gibi anlamlara gelir. Buna
göre bu eşsiz tasarım ve yaratma
aşamalarının (ve daha sonra da
devam eden ikram ve ihsanlarının) tamamı Rabbimizin lütfudur.
Hiç kimse veya hiçbir güç O’nu
bir şeyi yapmak ya da yapmamak
konusunda icbar edemezken O
kendi kendisine rahmeti, lütuf ve
ihsanı gerekli kılmıştır. (En’am, 6/12.)
Rabbimiz, insanın boyutlarını
kavramaktan aciz kaldığı ilmi ve
kudretiyle varlık âlemini tasarlamış sonra da onları bu tasarımda
belirlenen ölçü ve nizama göre
hiçbir örneğe bakmadan eşsiz bir
yaratımla var edivermiştir. Her
bir yaratılmışın varlığının bütün
unsurları o varlığın devamını sağlayacak şekilde birbiriyle uyumlu
olarak yaratıldığı gibi aralarındaki
muazzam farklara rağmen bütün
varlıkların evrende icra ettiği gö-
Rabbimiz, insanın boyutlarını kavramaktan aciz kaldığı ilmi
ve kudretiyle varlık âlemini tasarlamış sonra da onları bu
tasarımda belirlenen ölçü ve nizama göre hiçbir örneğe
bakmadan eşsiz bir yaratımla var edivermiştir.
rev ve faydalar da umumi ahenge
uygun yaratılmıştır. Öyle ki âdeta
âlemde her şey bir şey ve bir şey
de her şey içindir. Evrendeki bu
müthiş ahenk ve düzeni gözlemlemek bizim kendiişlerimizde de
aynı ahengin bir izdüşümünü
oluşturmamız konusunda bize
rehberlik eder. Nasıl ki âlemde
her bir varlık hem kendinin hem
de uzak yakın bütün kâinatın düzenli bir şekilde devamına katkıda
bulunacak tarzda tasarlanmış ve
yaratılmışsa kullar da bu âlemin
bir parçası olarak Yaratıcı’yla,
kendisiyle ve diğer yaratılmışlarla
ilişkilerini bu düzenin dışına çıkmayacak şekilde tasarlamalıdır ki
varlık bunalımlarına düşmesin...
Bu düzen sadece ontolojik ilişkilerde değil, günlük hayatın en
sıradan organizasyonlarında dahi
gözetilmelidir. Zira hedeflerin dağınıklığı işlerin dağınıklığına, o da
hayatta hiçbir yere varamamaya
yol açar.
İnsan bu yaratılış kanununu örnek alarak kendisine bağışlanan
bütün nitelikleri yerli yerinde ve
amacına uygun olarak kullanmalı, yaratılış amacının dışına çıkarak kendini ve potansiyelini ziyan
etmemelidir. Bakara 2/54’de İsrai-
loğullarının buzağı heykelini tanrı
yerine koymakla kendilerine nasıl
yazık ettikleri anlatılır ve gerçek
yaratıcıya tövbe etmeleri istenirken onların vehme dayanan yaratıcı fikrine mukabil Allah’ın eşsiz,
kusursuz yaratmasına vurgu yapılarak Allah Teala’nın zatından
“Bâri” olarak bahsedilir.
Rabbimizin isimlerini kendi gücü
miktarınca bilen, onlara içerdikleri manalara göre iman eden bir
kimsede iki temel netice hasıl
olur: Bu bilgi ve iman bir taraftan insanı Allah hakkında yanlış
zanna düşmekten, O’na şirk koşma tehlikesinden korurken diğer
taraftan da isimlerin gerektirdiği
ahlak ile donatarak mümin karakterini geliştirir, zenginleştirir
ve Allah’ın razı olacağı hâle ulaşmasına yardım eder.
İşte Bâri ismine de tüm anlamlarıyla gönülden iman ve teslimiyet insanı bir taraftan Allah’tan
başkasında yoktan var etme gücü
vehmetmekten ve yaratılmışlara
kulluktan korur. Diğer taraftan
kâinatta vuku bulan her bir olayın
gerçek yaratıcısının Allah olduğu bilincini daima şuurlarımızda
canlı tutar. Meydana gelen olaylardan olumsuz olarak etkilenmek-
ten, aşırı üzüntüye düşmekten
kurtarır. Aynı zamanda bu ismin
gerektirdiği ahlakla donanan kişi
kendi işlerinde de körü körüne
bir taklitçi olmaz, çevresinin esiri
olmaz; bakış açısıyla, yorumlarıyla ve davranış tarzıyla her zaman
yeni bir yol bulmayı başarır. İbn
Arabi’ye göre mümin kul bu isim
sayesinde varlıkların ve olayların
kendisini etkilemesinden kurtulmakla kalmaz ilaveten Rabbinin
iradesi istikametinde kendisi başkalarını yönlendiren kişi olur.
Rabbimizin bu isminin şahsiyetimizde tecelli etmesine engel
olacak şekilde elimizi kolumuzu bağlayan, içimizdeki lutf-i
ilahînin neticesi olan yetenekleri
atıl bırakarak bizi zehirleyen tüm
olumsuz düşünceler, aşırı üzüntüler, takılıp kalmalar işi gücü
iyiliği yok etmekten ibaret olan
şeytanın işidir. Ondan ve yaptıklarından Allah’a sığınıp içinde bir
nehir gibi akıp duran yaradılış
ihsanlarının önündeki engelleri
kaldırmak da günümüzde “kendini gerçekleştirmek” denilen kemal
yolculuğunun ilk adımıdır. O halde eksik etme ihsanını üstümüzden bizi her an yeniden yaratan
ey Bâri!
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
73
PORTRE
Abdurrahman Gürses Hocaefendi
eğitimini üç senede tamamlar ve
hocasından bu ilimde icazet alır.
1938’de Fatih’e yerleşir. İlk resmî
vazifesine 1939 yılında Edirnekapı Mihrimah Camii’nde başlar. Bu
arada Teşvikiye Camii’nin münhal olan imam-hatiplik kadrosu için de imtihana girmiş ve birinci olmuştur. Mihrimah Camii’nde
göreve başlamasının üzerinden
bir ay geçmeden Beyoğlu Vakıflar
Müdürü’nün ısrarı üzerine Teşvikiye Camii imam-hatipliğine tayin
edilir. 1944 senesine kadar orada
görev yapar. 22 Mayıs 1944’te Beyazıt Camii’ne atanır.
Yrd. Doç. Dr. Kâmil YAŞAROĞLU
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Henüz küçük yaşta babasının dizinin dibinde Kur’an’la buluşmuş,
daha sonra o yüce kitabı eşsiz bir
hazine gibi içinde taşımış, onunla hemhâl olmuş, kırk yıl boyunca
binlerce mümine imamlık ve bir o
kadar talebeye hocalık yapmış bir
âlimdir Abdurrahman Gürses.
Abdurrahman Gürses 1909 yılında Hendek’e bağlı Soğuksu köyünde dünyaya gelir. İmamlık
yapan babası Said Efendi’nin yanında 13-14 yaşlarında hafızlığını tamamlar. Hafızlığını müteakip
kendi köyünde, babasının görevli olduğu camide iki sene ramazan aylarında mukabele okur. Daha sonra Hendek’e gider. Oradaki
camilerde kıraatini dinleyen ve aynı zamanda mahkeme-i şer’iyye azası olan Abdurrauf Efendi eniştesi olan Yeni Cami İmamı Osman
74 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Efendi’ye “Bu çocuğun istidadı
var. Buna talim okutayım” der. Babası ehliKur’an olduğundan aslında Abdurrahman Gürses’in okuyuşu iyidir. Ancak talimi başından
sonuna kadar okumak usulden
olduğu için Abdurrauf Hoca’nın
rahle-i tedrisinden geçer. Abdurrauf Efendi kendisine “Ben senden
hiçbir şey beklemiyorum. Sadece
bir Fatiha ile beni hatırla yeter.”
demiştir. Ömrünün sonuna kadar
her namazdan sonra ismini anarak
hocasına Fatiha göndermeyi ihmal
etmez.
Abdurrahman Gürses talim eğitiminden sonra birkaç sene Hendek’te kalır. Daha sonra
İstanbul’a giderek Ayasofya yakınlarındaki Soğukkuyu medresesinde bir süre eğitim alır ve
Hendek’e geri dönüp burada çeşitli hizmetlerde bulunur. 1934
senesinde tekrar İstanbul’a gider.
Üsküdar’da ikamet ettiği sırada
Selimiye Camii İmam-Hatibi Hafız
Fehmi Efendi’den başladığı kıraat
Beyazıt Camii’ne atanma sürecinde yaşadığı bir olay hayatındaki önemli kararlardan birini vermesine vesile olur. Bu cami için
yaptığı müracaat neticesinde komisyon tarafından imtihan edilir.
Dönemin İstanbul Müftüsü Mehmet Fehmi Efendi (Ülgener) kararı tebliğ ederken, bir noksanını
da uygun bir dille şöyle ifade eder:
“Evladım Hafız Abdurrahman!
İmtihanı liyakatle kazandınız. Bayezid Camii imamlığını hak ettiniz. Ancak imtihan komisyonunun sizin için bir mülahazası var.
Derler ki: “Abdurrahman Efendi,
bu camiye her yönüyle muvafık.
Ama bir de sakalı olsaydı; çünkü
bu camiye bu zamana kadar sakalsız imam gelmemiştir.” Ben
de, “İnşallah Abdurrahman Efendi onu da bırakır dedim.” Bunun
üzerine Abdurrahman Gürses: “Efendim, bu sakal bu anda bırakılmıştır, artık kesilmeyecek.” der ve
o sünneti de uygulamaya başlar.
Buradaki görevine devam ederken
aynı camideki Kur’an kursunda ve
Nuruosmaniye Kur’an kursunda
çok sayıda hafız yetiştirir. 6 Hazi-
PORTRE
ran 1979 tarihinde kırk yıllık hizmet süresinden sonra emekli olur.
Abdurrahman Gürses emekli olduktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı İstanbul Haseki
Eğitim Merkezi’nde açılan ilm-i
kıraat (aşere, takrib, tayyibe) kursunda İstanbul tariki üstadı olarak
göreve başlar. Burada Mısır tariki
üstadı merhum Mehmet Rüştü Aşıkkutlu hocaefendi ile beraber çalışır. Gönenli Mehmet Efendi’nin
vefatından sonra Reisü’l-kurra olan ve bütün ömrü Kur’an’a ve onun tahsiline hizmet etmekle geçen Abdurrahman Gürses 1998
yılında hastalığının ağırlaşması sebebiyle yatağa düşer. 10 Ağustos
1999 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan hocaefendinin naaşı
otuz beş yıl imamlığını yaptığı ve
ders verdiği Beyazıt Camii’ne getirilir. Beyazıt Camii tarihî günlerinden birine şahit olur. Hüzünlü
bir salâ ve merhumun tilavet ettiği Kur’an-ı Kerim ile karşılaşan
cemaat, caminin avlusuna sığmayarak Beyazıt meydanına taşar. İkindi namazını takiben kılınan cenaze namazından sonra Beyazıt
Camii’nin haziresine defnedilir.
Abdurrahman Gürses kıraat ilminde Türkiye’de kendi kuşağının son halkasıdır. Aşere-yi takrib seviyesinde hıfzetmiş ve cem’
metoduyla bu ilmi yıllarca tedris etmiştir. Kendine has okuyuşu ve nağmeleriyle bir “ekol” olan
Abdurrahman Hoca’nın fevkalade dik ve güzel sesiyle okuduğu
mihrabiyeleri dinlemek için uzak
yerlerden gelenler, cemaati içinde önemli bir yekûn teşkil ederdi. Mesleğinde çok titiz ve hassastı. Mihrabiyelerini asla terk etmez,
aşkla ve şevkle okurdu. Tilavetindeki kendine has üslubuyla Türk
hafızlarının ağzında genellikle incelen bazı kalıpları aslına yakın
bir ölçüde korumayı başarmıştı.
Kur’an-ı Kerim’i tedris ederken ve
imtihan meclislerinde dinlerken
onun canlı ve içten okunması konusunda hassasiyet gösteren hoca
birçok uluslararası yarışmada jüri
üyeliği yapmış ve çeşitli ülkelerde
Türkiye’yi temsil etmiştir. Hayatının sonlarında hastalığı ağırlaştığında bilinci kaybolduğu hâlde
Kur’an tilavetini fark ediyor, anlıyor, hatta düzeltebiliyordu.
Abdurrahman
Gürses
ehli
Kur’an’ın Kur’an ahlakına göre hareket etmesini, mütevazı ve temiz
olmasını, kılık-kıyafetine dikkat
etmesini, Kur’an tilavetinde niyetin halis tutulmasını, tecvit ve kıraat ölçülerine dikkat edilmesini,
aşr-ı şeriflerin müjde ayetlerinden seçilmesini ve okunan meclisin gündemine uygun olmasını,
makam ve nağme hatırına tecvit
ve kıraat ölçülerinin ihlal edilmemesini, manaya göre seslendirme
yapılmasını tavsiye eder, kendisi
de bunları uygulardı. Nitekim Beyazıt Camii’nde görevliyken, mihraba geçmeden önce, kenarında
Kadı Beydavi tefsiri bulunan mushafını açar, okuyacağı aşr-ı şerifi,
manasını ve tefsirini gözden geçirir, manen onun etkisi altına girer,
bu halet-i ruhiye ile oldukça etkili okurdu. Başı açık Kur’an tilavetinde bulunmaz, sarık-cübbesi yanında yoksa mutlaka takke takar,
kendisine çeki düzen verirdi.
Adı Beyazıt Camii ile özdeşleşmiş
olan Abdurrahman Gürses başındaki sarığı, üstündeki cübbesi ve
yüzüne oldukça yakışan sakalıyla
kendisini dinleyenleri etkiliyordu.
Minbere çıktığı andaki duruşu ve
hitabetiyle “müstesna” bir kurra ve
âlim olduğunu ve hiçbir hareketinin yapmacık olmadığını lisan-ı
hâliyle ifade ediyordu.
Abdurrahman Gürses insan ilişkileri açısından karşısındakine güven veren bir kişiliğe sahipti. Ke-
limenin tam anlamıyla vakur bir
âlim, vakur bir imamdı. Örnek kişiliği ve ahlakıyla imamlık mesleğinin zirvesine ulaşmıştı. Cemaatin önüne geçen biri olarak temsil
ettiği makamın hamiyetini koruma adına zaman zaman sergilediği
tavırlar pek çok kişiye örnek olacak cinstendir. 1950’li yılların başında Hocaefendi’nin cemaatinden maddi durumu yerinde olan
bir kişi hacca gitmeye karar verir.
Okuyuşuna hayran olduğu Abdurrahman Gürses’i masraflarını
karşılayarak birlikte hacca gitme
konusunda ikna eder. Bu kişi yol
boyunca ve hac esnasında, “hafızım gel Kur’an oku, hafızım otur,
hafızım kalk” vb. hoş olmayan bir
üslup kullanır. Ayrıca çevresindekilere Hocaefendi’yi hacca kendisinin getirdiğini, masraflarını kendisinin karşıladığını böbürlenerek
anlatır. Bu sözler Hocaefendi’nin
de kulağına gider. Oldukça rahatsız olur ancak herhangi bir şey
söylemez. İstanbul’a döndüklerinde ilk iş olarak evini satar ve doğruca o kişinin yanına gider ve kendisine “Hacca birlikte gittiğimiz
için gidiş-geliş ve oradaki masraflar dâhil hac yolculuğu kaça mal
oluyor diye bana soruyorlar. Ben
de cevap veremiyorum. Sizden
öğrenmeye geldim” der. Kendisine söylenen rakamı masanın üzerine bırakır ve “Ben ne sizin ne de
başkasının hafızıyım. Alın paranızı” diyerek oradan ayrılır. O kişinin özür dilemesine rağmen, söylediklerine de hiç iltifat etmez.
Abdurrahman Gürses ömrünü
mihraplara, Kur’an hizmetlerine,
talebelerine ve cemaatine tahsis etmiş bir insandı. Kişiliğini, Kur’an
tilavetiyle özdeşleştirip güzelleştirdi. Bu özelliği ile çevresine örnek
oldu. Edep abidesi bir âlim olarak
hoş bir seda bıraktı. Bembeyaz sarığına en küçük bir leke sürmeden
bu dünyadan göçüp gitti.
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
75
BUNU KONUŞALIM
EMİNE EROĞLU:
“Peygamber Efendimiz hem Kur’an’ın hem de
kainat kitabının mütercimi ve muallimidir”
Söyleşi: İbrahim ARPACI
Uzun zamandır önemli bir yayınevinin yayın yönetmenliğini
yürütüyorsunuz. Bir kitabın yayınevinizden çıkma ihtimali oluştuğunda nasıl bir sorumluluk
duygusuyla karar veriyorsunuz.
Kişisel bir kritiğiniz var mıdır?
Bir kitabın yayınına karar verme
süreci çok bileşenlidir. Fakat asla
şahsi ya da keyfi değildir. Hata
payını azaltmak için; 1. Çok iyi
pazar araştırmaları yapmanız,
okurun talep ve temayüllerini iyi
okumanız, 2. Tek başınıza değil,
76 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
işinin ehli bir ekiple istişare ederek karar vermeniz, 3. Yayınevinin misyon ve hedeflerini gözetmeniz gerekiyor. Yani bir kitabın
yayımlanması için “iyi” olması
yetmiyor. O yüzden zikrettiğiniz
gibi karar verme süreci ağır bir
sorumluluk.
Yayıncılığı sizin için özel kılan
nedir?
Yayıncılığı alabildiğine “soyut”
bir iş olduğu için seviyorum. Hayatımın en büyük lezzeti soyut
düşüncenin evreninde dolaşmak.
BUNU KONUŞALIM
Okumayı iş edinmek fıtratıma
çok uygun. Bu yüzden entelektüel sermaye yönetimi bana cazip
geliyor.
Anadolu’da yayın yönetmeni olduğumu söylediğimde ne iş yaptığımı anlamak için soruyorlar:
“Kitap mı yazıyorsun?” “Hayır, diyorum. Onu yazar yapıyor.” “Kitap mı basıyorsun?” “Hayır, onu
matbaa yapıyor” “Kitap mı satıyorsun?” “Yine hayır, onu kitapçı
yapıyor.” Sorular ve cevaplar çoğaltılabilir. Kitap dağıtmıyorum,
tanıtmıyorum… Peki, ne yapıyorum? Bir metni (bazen sadece bir
hayali, fikri) kitap hâline getirip
okurla buluşturma işini organize
ediyorum.
Okumak tek başına
bir şey ifade etmez.
Hatta yanlış yerde
kullanılan bilgi
insanın cahilliğini
de arttırabilir.
Hitlerin ordusu çok
iyi eğitim görmüş
subaylarla doluydu.
Ona destek veren
Nobel ödüllü yazarlar
bile var. Bilgi, insanı
malumatfuruş da
yapabilir, ukala da,
zalim de…
Ecdadımız mimariden sanata,
bilimden sosyolojiye her alanda
önemli eserler ortaya koymuş.
Sizce günümüzde çıkan kitaplar
bu medeniyet birikimimize ayna
tutuyor mu; yoksa farklı bir noktada mıyız?
Henüz yeterli değil elbette. Fakat
çok iyi metinlerin yayımlandığını
söyleyebilirim her alanda. Geleneğin Sadettin Ökten, Turgut
Cansever, Safiyyüddin Erhan gibi
güçlü taşıyıcıları ve bize kadar
ulaştırdığı çok iyi mahsuller var.
Kemal Karpat, Halil İnalcık, Fuat
Sezgin, Gülru Necipoğlu, Cemal
Kafadar gibi güçlü tarihçi ve araştırmacılar da… Bunun yanında
Nazan Bekiroğlu, Şule Gürbüz,
Ahmet Büke, Hilmi Yavuz gibi
geleneği modern edebiyata taşıma
ustalığı gösteren kalemleri de göz
ardı etmemek gerekiyor.
Elbette, harf inkılabından kaynaklanan birikmiş zorluklar, güçlü perdelenmeler, unutmaklar,
unutturmaklar, tahribatlar var.
Bunların üstesinden gelmek için
ince ince çalışmak gerekiyor. Mesela genel bir kanıdır, “Türkler
hatırat yazmaz” denilir. Oysa 5-6
yıldır hatırat yayıncılığı yapıyoruz
ve ilk defa gün yüzüne çıkartıp
yayımladığımız onlarca hatırat
kitabı var. Bir cariyenin hatıratından tutun da neferin hatıratına
kadar… Üstü örtülmüş, zamanını
bekleyen şeyler bunlar. Yapılan
yayınlar daha çok ezberi bozacak.
Bir söyleşinizde şu ifadeyi kullanıyorsunuz: “Kitaplar, Kur’an’ın
manasını ‘okuyan’ metinlerdir…” Hayatın içerisindeki iyilikler ve güzellikler, zorluklar
ve kolaylıklar, tüm bunlar ile
Kur’an nasıl bir tamlama içerisindedir?
Kur’an Hay esmasının cilve-i azamıdır. Kur’an kelimeleri çekirdekler gibi zaman, mekân ve insan düzleminde sümbüllenmeye
devam ederler. Yani asıl hayatın
zorlukları, sınavları, sınamalarıdır
Kur’an ayetlerini şerh edip bize
ve asrımıza ne söylediğini tezahür ettiren. Kaybedilmemesi gereken orjin Kâinatın Efendisi Hz.
Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in
hem Kur’an hem de kâinat kitabının mütercimi ve muallimi olduğudur. Yoksa bütün ömrümüz,
okumak, hatırlamak, fark etmek,
anlamak, uyanmak fiilleri üzerine
kuruludur.
Yaptığımız her eylemden hesaba
çekileceğimiz bir ahiret hayatına
inanıyor ve buna iman ediyoruz.
Tam bu noktada şöyle bir soru
sorsam: Yazan yazdıklarından,
okuyan öğrendiklerinden sorumlu tutulacakken, genel itibari ile
yayıncılar, çıkan kitaplara baktığımızda bu hassasiyeti sizce ne
kadar gösteriyorlar?
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
77
Emine Eroğlu
12 çocuklu bir ailenin 12. çocuğu olarak Trabzon’un Akçaabat ilçesinde
dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini
bu ilçede tamamladı. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 3 yıl
Rusya Federasyonuna bağlı Dağıstan özerk bölgesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ardından Türkiye’ye
geldi. Fatih Üniversitesi’nde yeni Türk
edebiyatı alanında yüksek lisans çalışmaları yaparken çeşitli yayınevleriyle bağlantılı olarak redaktörlük, metin edisyonu, bilimsel kitaplara indeks
hazırlama gibi yayıncılık faaliyetlerinde bulundu. Ardından “editör” sıfatıyla yayıncılığa başladı. 2002 yılında
bir yayınevine geçti. Önce başeditör,
ardından da yayın yönetmeni oldu.
Hâlen aynı göreve devam etmektedir.
78 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
Okumak tek başına bir şey ifade
etmez. Hatta yanlış yerde kullanılan bilgi insanın cahilliğini de
arttırabilir. Hitlerin ordusu çok
iyi eğitim görmüş subaylarla doluydu. Ona destek veren Nobel
ödüllü yazarlar bile var. Bilgi, insanı malumatfuruş da yapabilir,
ukala da, zalim de… O yüzden
bilmeye değil olmaya talip olmak,
okuyacaksak da bunun için okumak gerekiyor. Çıkan kitapların
kesretine ve niteliğine bakarsak
yanılırız. Çok yanlış, değersiz,
lüzumsuz, zararlı vs. binlerce kitap olabilir. Bununla savaşamayız.
Biz bakışımızı bulandırmadan
sahih olana talip olmak, seçerek
okumak zorundayız. Çocukları
ve gençleri bu konuda iyi yönlendirmek ve rehberlik yapmak gibi
ciddi sorumluluklarımız var.
Yazım türünün her alanında kitaplar yayınlıyorsunuz. Bunları
kadın ve erkeklerin okudukları
şeklinde kategorize ettiğimizde
nasıl bir portre ortaya çıkıyor.
Kimler en çok ne tür eserler okuyor. Bu konuda bir gözleminiz
oldu mu?
Siyaset ve tarih kitaplarını daha
çok erkekler okuyor. Kadınlar
roman, deneme ve aile kitapları
okuyorlar. Kitabın türü, konusu
bir yana yazarın üslup ve duruşu
bile okurunun kadın ya da erkek
olmasını belirleyebiliyor. İskender Pala, Elif Şafak ve Ayşe Kulin
gibi yazarları kahir ekseriyetle kadınlar okuyor mesela…
Topluma faydası dokunacak bir
eser var fakat halkın kitaba rağbeti olmayacağı kanaatine vardığınızda, kurumsal olarak nasıl
bir yol izliyorsunuz?
“Müşterisiz meta zayidir” kaziyesini unutmamak gerekiyor. Okunmayan bir kitap hükümsüzdür.
Öngördüğünüz toplumsal faydayı
sağlayabilmesi için kitabın önce
okunması gerekir. Öyleyse yayıncılık bir kitabı neşretmek kadar o
kitaba talep oluşturma işidir de…
Eğer talebi oluşturamıyorsanız
neşretmez, zamanını bekler ya da
başka kurum ve kuruluşlara havale edersiniz.
Malumunuz her mümin kalbinde bir ayet bir hadis veya birkaç kelam-ı kibar vardır. Emine
Eroğlu’nun her okuduğunda ve
duyduğunda kendisine dinginlik
veren bir söz, bir cümle, bir ayet
var mıdır?
Çok fazla var. Dönem dönem,
gün gün, saat saat o ayet, hadis
ve irfani cümlelerle hemhâlim. Bu
ara en çok Bediüzzaman Hazretlerinin ihlas düsturları arasında saydığı ve ameldeki rıza-yı ilahînin
ölçüsü olarak kabul ettiği “Eğer
O razı olsa, bütün dünya küsse
ehemmiyeti yok. Eğer O kabul
etse, bütün halk reddetse tesiri
yok.” cümlesi yankılanıp duruyor
zihnimde.
Birçok insanın aklından zaman
zaman kitap çıkarmak düşüncesi
geçer. Öncelikli olarak kişi, kitap
çıkaracak bir olgunluğa gelip gelmediği konusunda kendisini ne
şekilde krite etmelidir; bu konuda ne söylemek istersiniz?
Az yazmak için çok okumanın lüzumuna inananlardanım. Amatör
kalemler daha küçük metinlerle
(öykü, makale, deneme) kalemlerini sınamalılar, yazdıklarını ustaların yazdıkları ile karşılaştırmalı,
mümkünse de o ustaların iklimlerine olabildiğince girip çıkmalılar.
Yazma serüveni emekli ve uzun
soluklu. Bıkmadan, usanmadan
sebatla çalışanlar kalemlerini elbette geliştirebilirir, ustalaşırlar.
KİTAPLIK
Çanakkale
Unutulmasın
Sezgin Çevik
M. Kâmil YAYKAN
Yeryüzünde cereyan etmiş pek
çok savaş içerisinde, Âkif’in “Var
mı ki dünyada eşi” diyerek kıymet
biçemediği, Türk tarihindeki en
önemli dönemeçteki en şiddetli
savaştır Çanakkale Harbi. Milletin
topyekûn vahdet ederek, düşmanın karşısına geçip “Buradan öteye geçiş yok!” dediği; İslam’ı saf
dışı bırakmak, gayesiyle gelenlerin, geldikleri gibi gittikleri vatan
topraklarının kurtuluşunun anlatıldığı kutlu bir destan…
Çanakkale… Eskisiyle yenisiyle
bütün dünyanın, akvam-ı beşerin
kum gibi kaynadığı mahşer yeri…
Türk milletinin ölüm kalım mücadelesi… Küfrün karşısında
yekpare olan bir milletin vatanını
düşman çizmeleri altında ezdirmeme gayesi… Sadece bizde değil, savaşa katılan tüm milletlerde
derin izler bırakan ve asla unutulmayacak bir destan…
Bu destan hakkında yazılan kitaplardan bir tanesi de Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınlarından çıkan
Sezgin Çevik’in hazırladığı “Çanakkale Unutulmasın” isimli eser.
Kitap, Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak ele alıp, gerek deniz
gerekse de kara savaşlarını bol
miktarda görselle destekleyen bir
anlatımla karşımıza çıkıyor. Atalarımıza olan borcumuzu ödeyebilme amacı ile kaleme alınan bu
eser, gelecek nesillerin Çanakkale
ruhu ile yetiştirilmesine katkıda
bulunmayı hedefliyor.
“Her kemalin bir zevali vardır.”
sözü ile başlayan giriş bölümü
600 yıl boyunca hüküm süren
Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye
zayıflayıp artık son demlerinde
olduğunu, Batı dünyasının da bu
zayıflıktan faydalanarak sömürgecilik faaliyetlerine hız verdiğinden
bahsediyor. Şüphe yok ki bu faaliyetler siyasi dengeleri değiştirerek dünyayı büyük bir savaşa
sürüklemiştir. Yazarımız tam bu
noktada Çanakkale savunmasının
bu büyük savaş içindeki ehemmiyetini dile getiriyor. Çünkü
bu savunmanın Türk milletinin
dünya sahnesinden yok olma tehlikesi karşısındaki asil duruşunu
ve İslam’ın son kalesi hükmünde
olan topraklarımıza saldıran yedi
düvelin dünyada eşi görülmemiş
bir kahramanlıkla geri püskürtülmesini temsil ettiğini belirtiyor.
“Çanakkale’ye Giderken” isimli birinci bölüm dünyayı savaşa
hazırlayan etkenleri anlatmıştır.
Bu bölümde yazarımız bir tarihçi titizliği ile çalışıp, olayları yer
ve zaman bildirerek bizlere sunmuştur. Birinci Cihan Harbi’nin
başlangıç süreci ayrıntılı bir şekilde işlenmiş ve Batı’nın gözünde
“Hasta Adam” olan Osmanlı’nın
savaşa nasıl çekildiği gözler önüne serilmiştir. Bölümün sonunda
ise Azhab suresinin 23. ayeti düsturunca hareket eden Türk milletinin bu zaferi kazanmasındaki en
önemli unsurun iman gücü olduğu ifade ediliyor.
Kitabın ikinci bölümü ise o güne
MART 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
79
KİTAPLIK
kadar girdiği tüm muharebelerden
galip ayrılan İngiliz armadasının, denizlerin tek hâkimi olmak maksadıyla
düzenlediği saldırıyı işliyor. 18 Mart
1915 Perşembe sabahı yapılan deniz
harekâtı dakika dakika ayrıntılı bir şekilde ele alınarak düşman gemilerinin
hangi sıra ile boğaza girdiği, hangi geminin hangi bataryayı hedef aldığı ve
savaşın hangi planlar doğrultusunda
gerçekleştirildiği âdeta savaşı yaşıyormuşçasına bizlere naklediliyor.
Büyük bir plan ile boğazı kolay bir
şekilde geçip İstanbul’a ulaşma gayesi
güden; kendilerine yenilmez armada
diyen; gemilerinin adlarını dahi “Karşı Konulamaz, Boyun Eğmez” şeklinde belirleyip güç gösterisi yapmaya
çalışan İtilaf Devletleri’nin hiç hesaba
katmadığı bir şey vardı. O da Allah’ın
iradesinin tüm plânların üstünde olduğuydu… Kitap bu hakikati çok çarpıcı ve etkileyici bir şekilde ele alıyor.
Üçüncü bölümde ise deniz harekâtında
bozguna uğrayıp arkasına bakmadan
kaçışan düşmanın kara harekâtı ile
Çanakkale’yi geçmeyi planladığından
bahsediliyor. Yazarımız yine bu bölümde de önceki bölümlerde olduğu
gibi iyi bir çalışma göstererek savaşa katılan tugay, tümen ve birliklerin
neredeyse tamamının hangi mevzilere
konuşlandırıldığını ortaya koyuyor.
Bu teknik ile Çevik, savaşın şiddetini
bizlere canlı birer tanıkmışız gibi hissettiriyor.
“Oyunlar Bozuluyor” isimli dördüncü
bölümde ise atalarımızın sahip olduğu müthiş savunma zekâsından söz
ediliyor. Çünkü bu zekâ ve Allah’ın
inayeti sayesinde ecdadımız düşmanın
oyunlarını bozmuş ve Çanakkale’den
yüzünün akı ile çıkmıştır. Kitapta ele
80 DİYANET AYLIK DERGİ MART 2015
alından örneklerde ise harbe başta şen
şakrak bir hâlde gelen, mızıkalar çalarak resmî geçit yapan düşman askerlerinin çarptıkları sert kaya karşısında
nasıl şaşkına döndüğü ve darmadağın
bir vaziyette kaçıştığı oldukça akıcı bir
üslupla anlatılıyor.
Kitabın en kapsamlı ve Çanakkale
ruhunun en güçlü olarak aksettirildiği beşinci bölümünde ise savaşta görev almış sayısız binlerce kahraman
Mehmetçikten birkaçının efsaneleşen
hikâyeleri ile savaşın gidişatını değiştiren pek çok olay dile getiriliyor.
Bu bölümde atalarımızın insanüstü
bir fedâkârlıkla sergiledikleri bireysel
katkıların savaşı kazanmamızdaki en
önemli unsurlardan birisi olduğunu
görüyoruz. 215 okkalık gülleyi tek başına sırtlayan Seyit Onbaşı’dan savaşa
“ilk gönüllü” olarak yazılan 646 Celal
İbrahim’e; “Bedeli Çanakkale’de altın
olarak tesviye olunacaktır.” ibareli parayı hazırlayan Mehmet Muzaffer’den
“Sağ kolumu kaybettim, ziyanı yok, sol
kolum var.” diyen Bombacı İbrahim’e
kadar isimli isimsiz pek çok kahramanın konu edildiği bu bölüm okuyucuların ruh dünyalarına seslenerek onları
kimi zaman düşünmeye, kimi zaman
da hüzünlenmeye sevk ediyor.
Kitabın son bölümünde ise Gelibolu
yarımadasındaki şehitlikler, anıtlar,
tabyalar ve kitabeler fotoğrafları ile birlikte tanıtılıyor. Bu görseller ise kitaba
hem zenginlik kazandırıyor, hem de
okuyuculara olayların yaşandığı yerleri göstermesi bakımından bir rehber
olma niteliği sağlıyor. İşte “Çanakkale
Unutulmasın” isimli eser tüm bu duygu yoğunluğu içinde yazılmış ve bizlere Çanakkale’yi tekrar tekrar hatırlatan
bir kitap olarak karşımıza çıkıyor.
İbn Sînâ
Ömer Mahir Alter
İsam Yayınları
İstanbul 2014
Fıkhî Açıdan Günümüz
Para Mübadelesi
İşlemleri
Abdullah Durmuş
İsam Yayınları
İstanbul 2014
Buhara Hukuk Okulu
Murteza Bedir
İsam Yayınları
İstanbul 2014
Türkiye’de Tarikatlar:
Tarih ve Kültür
Editör: Semih Ceylan
İsam Yayınları
İstanbul 2014
Neden Müslüman
Oldum? İhtida Öyküleri
Aydoğan Arı
Yusuf Karabulut
Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları
Ankara 2011
Safahat (Ciltli)
Komisyon
Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları
Ankara 2012
Yenİ Yayınlarımız
HADİSLERLE İSLAM
Serlevha Hadisler
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve
Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz.
ww.diyanet.gov.tr
Allah yolunda
öldürülenleri sakın
ölüler sanma. Bilakis
onlar diridirler, Rableri
katında Allah’ın
lütfundan kendilerine
verdiği nimetlerin
sevincini yaşayarak
rızıklandırılmaktadırlar.
Arkalarından
kendilerine
ulaşamayan (henüz
şehit olmamış)
kimselere de hiçbir
korku olmayacağına
ve onların
üzülmeyeceklerine
sevinirler.
(Al-i İmran, 3/169,170.)
FİYATI: 5TL