zülfikar - Alevi Gazetesi

1
zülfikar
MARAŞ GİRİŞİMİ
Sayfa 22’de
Aslını inkar eden haramzadedir!
Siyasi, kültürel ve sanat gazetesi Aralık’14 - Ocak’15
Sayı: 07
‘Maraşla Yüzleşmek‘
‘Yüz yüze bakabilmek‘
2
zülfikar
Kavganın büyüğü arkadan geliyor
MEHMET YÜKSEL SİNEMİLLİ
A
leviler şu an tarihleri boyunca
uğradıklarından daha büyük bir asimilasyonu kendi kendilerine yapıyor. Bizim
dışımızdaki yönetsel ve inançsal güçlerin binlerce
yıldır katliamlara başvurarak uyguladıkları yok etme
denemelerine rağmen direnmeyi ve ayakta kalmayı
başaran bu topluluk, politizasyon, kentleşme, kapitalistleşme ve bireyselleşme ile birlikte yaşadığımız son
50 yıllık zaman diliminde bütün özünü kaybederek
yok olma noktasına gelmiştir. Bu noktada eminim son
yıllarda geldiğimiz kentlerde inşa ettiğimiz dernek,
vakıf, federasyon ve cemevi örgütlenmeleriyle buralardaki hareketliliğe işaret ederek, “Aleviliğin hiç
olmadığı kadar yaşatıldığını ve görünür olduğunu”
savunacak dostlarımız çıkacaktır. Ama buna “buralarda yapılan, uygulanan ve yürütülen işlerin -başta
erkânlar olmak üzere- ne kadar Alevilikle ilgili olduğunu sorarak cevap verebiliriz.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki başta cenaze olmak
üzere erkânlarımız ve özellikle cemlerimiz gerçekliğinden ve bağlamından koparılmış ve özünü kaybetmiştir. Cemevlerimizin birer camiden farkı kalmamış,
bütün erkân, ritüellerimiz öz ve içerik bakımından
“Sünni”leştirilmiştir. Bu Sünnileştirme öyle boyutlara
varmış ki, erkânlarımızda ve günlük yaşamımızda kullandığımız dilimiz bile bozularak Alevi literatüründen
tamamen uzaklaşılmıştır. Örneğin birlikte lokmalarımızı paylaştığımız sofralarımızda okunan gülbanglarımızın yerini “afiyet olsun”, cemal cemale oturduğumuz cemlerimizi tanımlarken “halka namazı”,
yine cemlerimizde kadınlarımızı ayrı oturtmak ve
erkânı yürütürken sıkça kullanmaya başladığımız
“dua, rükû” vb. kavramlar, cenaze erkânımızda
“erkân” yerine “cenaze namazı veya cenaze kılmak” ile
başlayan ve ilerleyen günlerde “mevlit” gibi Alevilikle
hiç ilgisi olmayan kavram ve uygulamalara varıncaya
kadar. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Dilin tamamen
Türkçeleştirilmesini de hatırlatarak şimdilik örnekleri
noktalayalım.
Bütün bu dejenerasyon ve yozlaştırma uygulamalarına karşın, Alevi kişi ve kurumlarından bir arınma
ve öze dönme çalışması ve arayışının -henüz yetersiz
de olsa- başlamış olduğunu da sevinerek gözlemliyoruz. Ancak bu kez de eski sol siyasal geçmişimizden
gelen hastalıklarımız devreye girmekte ve kabaca bir
benzetmeyle “benim dediğim doğru”, ya da “ben daha
önemliyim, güçlüyüm, kalabalığım; bu yüzden herkesin bana tabi olması lazım” anlamına gelen söylem
ve tavırlar içine giriyoruz. Söz gelimi her kurum ya da
yapı kendi meşrebince bir çalışma yaparak herkesi bu
çalışmayı kabule ve kendisine biata çağırmakta bir beis
görmüyor. Bunun gelmiş olduğu son nokta Bektaşi
dostlarımızın son yıllarda hayata geçirmeye çalıştıkları
“Dergâhta Birlik” projesi. Tıpkı daha önce İzzettin
Doğan tarafından Cem vakfı üzerinden yürütülmeye
çalışılan tün Alevileri kendine bağlanmaya yönelik
çabaları gibi. Gerçi dostlarımız her ne kadar yapılan
eleştirileri sert ve hakaretamiz bir üslupla reddetseler de projenin isminden başlayarak, toplantılardaki
uygulanan halet-i ruhiye tersine işaret ediyor. Ele
alınan erkânlardaki üslup da dediğimiz destekler mahiyette ne yazık ki.
Sözü şimdilik çok uzatmadan birlik ve dirlik
çalışmalarının en azından bu üstten bakan ve biz
biliriz edasıyla yapılamayacağını, bunun en azından
Alevi-Kızılbaş geleneğindeki turablıkla örtüşmediğini belirtelim. Ayrıca her ne kadar kabul edilmese de
bu değerli dostlarımızın söylem ve davranışlarında
“ocakların ve dedelerin misyonunu dolduran zamanı
geçmiş, işlevsiz kurumlar olduğu” mesajı ok hâkim.
Bunun için özellikle soldan gelen ve iyi bir entelektüel
okuma yapmış olan “aydın”larımızın yol, erkân ve
ocaklar-dedeler hakkındaki tavır ve konuşmalarına bakmakta fayda var. Bunların karşısında yola ve
ocaklara sahip çıkanlar, yine bu dostlarımız tarafından “gericilik” başta olmak üzere çeşitli kavramlarla
suçlanıp hedef haline getirilebiliyor rahatlıkla.
Yine günümüzde devlet, tarihte olmadığı kadar
Alevi meselesinin bizzat içinde ve müdahil vaziyette.
Geçmişte Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde daha
çok zor ve katliamlar sonrası gelen, dergâh ve ocaklara postnişin ya da önder atamak şeklinde uyguladığı yöntemler bugün çok daha sinsi ve tehlikeli bir
hal almıştır. Yönetici erk artık Alevileri bizzat kendi
içlerinden kişi ya da zümreler vasıtasıyla asimile etme
politikalarını devreye sokmuş durumda. Alevileri bir
şekilde Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) bağlayıp, İslam dairesi içine almanın yöntemlerini geliştirerek bu
anlamda çalışmalarını uygulamaya başlamış durumda.
Alevi toplumunun temel hak talepleri doğrultusunda
kazanılmış Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)
kararlarına rağmen, bunları tanımadığımı beyan etmekte ve aynı zamanda başta erkânlarımız olmak üzere
binlerce yıllık kurumsal kimliklerimize el atmakta. Söz
gelimi son yaşadığımız Muharrem ayı ve aşurelerimizin devlet ricali tarafından içinin boşaltılarak birer
bayramlaşma atmosferinde (kaldı ki uygulama itibariyle o da sorunlu bir görüntüydü) elimizden alınmaya
çalışılmasına şahit olduk.
Yine eş zamanlı olarak Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığındaki AKP Hükmeti’nin Alevilik konusundaki yezitçe söylemi tutum ve davranışlarının asla değişmediği bilinirken, Alevi görünümlü bazı muhteremler
tarafından en önemli Alevi-Bektaşi kurumlarından ve
ocaklarından olan bir dergâhımıza utanmadan davet
edilmesi ve huzurlarında -üstelik sonunda gülbanksızsemah dönülmesi, erkân yürütülmesi, ellerinin
öpülmesi gibi görüntülere tahammül etmek zorunda
bırakılmamız. Kürtlerle bağının koparılarak Kürt
meselesine desteğinin engellenilmeye çalışılması ve
bu uğurda Türklük propagandasıyla Aleviler arasında
Kürt düşmanlığı yaratılmaya çalışılması yetmezmiş
gibi, Hükümetin Alevi Çalıştaylarının ve Diyanet üze-
rinden dedeleri ve dolayısıyla Aleviliği şekillendirme
politikalarının desteklendiği görüntüsü ister istemez
kafamızda sorular oluşmasına vesile oluyor. Ocaklar
ve dedeler üzerinde çekinmeden onları yetersiz gören
ve küçümseyen anlayış acaba bu yaptıklarının devletin
bu politikasına su taşımak olduğunu anlayamıyorlar
mı? Ya da tıpkı bu dostlarımızın yaptığı gibi sorarsak,
“hangi amaca ve kime hizmet edilmektedir?”
Herkesin ve her kesimin Alevilerin ocak örgütlenmesini hedef alıp bertaraf etmek istediği bir ortamda samimi olan hepimize düşen dikkatli olmaktır.
Dedeliğin ya da ocakların gelmiş olduğu durumun iyi
niyetle tahliline dayalı eleştirileri tabii ki yapmalı ve
duruma çözüm aramalıyız. Bu kaçınılmaz görevimiz.
Ama dediklerimizin ve yaptıklarımızın neye yol açıp
kime hizmet edeceğini de iyi biçip tartarak…
Kendi iç kısır çekişmelerimizi bir an önce bırakıp
bu toplumun hayrına ve geleceğimize yönelik içten
ve samimi duygu ve endişelerle bir araya gelmenin ve
sorunlarımıza cevap aramanın vaktidir. Bunun için
kurum başında yer işgal eden dostlarımızın başta siyasi ve ekonomik olmak üzere rant mantığı ve heveslerini bir kenara bırakmaları gerekmekte. Daha sırada
halledilmesi gereken başta erkânlar, dil, içerik, inanç,
ritüeller, olmak üzere demokrasi, insan hakları, kadın
hakları, ekoloji ve çevresel sorunlar ile bu “yol”un
emanet edileceği ve geleceğimiz olan gençlerimizle
doğru ilişkilenme gibi bir sürü problemimiz mevcut.
Ama bunun için ivedilikle “benim dediğim doğru”
ya da “ben daha önemliyim/kutsalım/güçlüyüm vb.”
kaba ve Aleviliğin turaplığına uymayan yaklaşımların
derhal terk edilmesi gerekir. Unutmayalım ki “er erden
seçilmeyeceği” gibi “hizmet Hak içindir”…
Bunları başaramadığımız taktirde zaten devlet ve
derin yapılar ta içimize kadar sirayet etmiş durumda. Ortadoğu’da İslamcı çeteler eliyle başta Kürtler,
Ezidiler ve Aleviler olmak üzere hunharca bir katliam
yaşanmaktayken, Avrupa’nın göbeğinden Alevi çocuk
ve gençleri bu çetelere katılmaya gidiyor; üstelik kendi
soydaşlarını ve dindaşlarını kesmeye… Bu durumda
kavganın büyüğü gerçekten arkadan geliyor. İş işten
geçmeden samimi ve içten duygularla bu toplumun
geleceği adına doğru, düzgün ve dürüst hizmet verme
zamanıdır. Aksi taktirde arkamızdan ağlayanımız dahi
olmayacak…
Son olarak içinde bulunduğumuz Aralık ayı,
1978 Kanlı Maraş Katliamı’nın 36. yıl dönümü. Yine
anmalarımız katliamın sorumlularını bulamayan,
yargılayamayan ve cezalandıramayan devletin engeliyle yapılamamakta. Ama her şeye rağmen unutmama
ve unutturmama sözü vererek, katliamda hunharca
ve barbarca öldürülen canlarımıza Hak’tan rahmet,
kederli ailelere sabır diliyoruz...
Aşk, sevgi ve muhabbetle…
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Mehmet YÜKSEL
Adres: Zülfikar Gazetesi, Hobyar Mah.
Cemal Nadir Sok. No: 26/28 Büyük
Miraaslan Kat: 2 No: 143 Çaloğlu/İST
Mail: [email protected]
Basım Yeri: Gün Matbacılık, Beşyol Mah.
Akasya Sok. 23/A Küçükçekmece /İST
Tel: 0212 580 63 81 Yayın Türü: Yaygın
Yayın Peryiyodu: Ayda bir yayınlanır
Yazılardan Yazarları Sorumludur
3
zülfikar
‘Maraşla Yüzleşmek‘
‘Yüz yüze bakabilmek‘
Hasan Ali Kızıltoprak
M
araş Katliamı’ üzerindeki sır perdesi
her ne kadar aralansa da, Türkiye’de
hala bununla hesaplaşacak bir
hükümet yapısı oluşmuş değil. İktidara gelen
her hükümet çeşitli yasalarla bu katliamcıları
aklarken, hükümeti ise katliamcılara avukatlık
yapanları yerel seçimlerde aday göstererek adeta
ödüllendirdi. Raporlar yıllarca ‘devlet sırrı’
denilerek gizlendi. MİT ve CIA ajanlarına önemli
rollerin düştüğü bu katliam öncesi ve sonrası
gelişen katliamların birer devlet politikası olduğu
yapılan araştırmalar ve incelemelerin sonuçlarına
konu oldu. Birçok devlette olduğu gibi toplumu
sindirme, korkutma, yıldırma ve kontrol
altında tutmanın bir aracı olarak katliamlar
kullanılageldi.
Hazırlıkları günler öncesinden yapılan Maraş
Katliamı sırasında dönemin Emniyet Müdürü
bugün AKP’nin ikinci adamı olan Abdülkadir
Aksu’ydu. Maraş’ta 4 gün boyunca oluk oluk kan
dökülürken, katliama adları karışan Abdülkadir
Aksu, MİT elemanları ve dönemin bürokratları
hakkında bugüne kadar hiçbir soruşturma
açılmadı. Olaylar sırasında İçişleri Bakanı olan
İrfan Özaydınlı, katliamın açığa çıkarılması için
özel bir ekip kurdu ve yaptırdığı incelemede
oldukça önemli bilgilere ulaştı. Ancak bu bilgiler
‘devlet sırrı’ denilerek gizlendi. Özaydınlı’nın
kurduğu özel ekibin ve dönemin Cumhuriyet
Savcısı Dündar Saner’in hazırladığı raporlara
göre, katliamın planlamasını, Alparslan Türkeş’in
dünürü olan MİT hukuk müşavirinin de içinde
olduğu 4 MİT mensubu ve katliamdan birkaç
gün önce Maraş’a giden CIA ajanı Peck birlikte
Direnişçi Mehmet Mengücek’in eşi FATMA MENGÜCEK anlatıyor:
Dağdan Karamaraş’a geçtiler...
M
ehmet dayımın
oğluydu,
birbirimizi sevdik
öyle evlendik. Pazarcık’ta
birlikte büyüdük. Olayın
olduğu zaman görümcemin
düğünü oluyordu. Cuma
günüydü. Mehmet haberleri
dinliyor, Maraşta 2 öğretmenin
öldüğünü öğreniyor. Hemen
Maraşa gidiyor. Mehmet’i
arıyordum düğünümüz
var, nerede diye? Karşıdan
Motorsikletiyle göründü.
“Mehmet” dedim “bizim
saklamıştım, onu kırıp almış.
Daha sonra aşağı mahallede
Ali amca vardı, ona gidiyor
ona “Ali amca bana birkaç
tane silah ve ne kadar mermi
varsa vereceksin.” Ali amca 3
tane silah ve bir sandık mermi
veriyor. Motora bindiğini
gördüm. Koşarak yapıştım
motora “gitme” dedim. 3
kızımızı ve beni öldürmeden
bırakmam dedim. Motoru
sürdü gitti.
Yolda 5 arkadaşını
da buluyor dağdan Kara
düğünümüz var, sen neden
Maraş’a gidiyorusun?”
Mehmet “Kan gövdeyi
götürüyor, insanlarımız ölüyor
sen düğünden bahsediyorsun”
dedi.
Gitmemesini istedim. Zorla
yakasına yapıştım, üzerinde
2 silahı ve 40 mermi vardı,
aldım, götürdüm sakladım.
Arkadaşını göndermişti,
arkadaşı “bacı silahları ver,
Maraş’a götürmemiz lazım”
dedi. Vermedim. Kendisi
de sonradan geldi, ona da
vermedim.
Sonra Kendisinin bir
büyük silahı vardı gardıropta
Maraş’a gidiyorlar. Maraş’a
gittiklerinde, Mehmet
kalabalık bir katil sürüsünü
görüyor, yanlarına yanaşıyor ve
bir gün sonra hangi mahalleye
saldıracaklarını öğreniyor.
Hemen o mahalleye gidiyorlar.
Mehmet’in bir tanıdığının
evine gidiyorlar. O esnada
mahalleye saldırıyorlar.
Günlerden Pazar günü.
Mehmet hemen bir kulübeye
giriyor. Oradan saldırganları
durdurmak için ateş ediyor.
Katilleri uzun süre geriletiyor.
Sonra sürekli ateş ediyor,
Mehmet’i dizinden vuruyor.
Mehmet oradan yaralı
olarak başka bir yere geçiyor.
Tuvalet olarak kullanılan
bir yermiş burası. Birkaç
briket çıkarıp, o delikten ateş
etmeye devam ediyor. Mahalle
Mehmet’in sayesinde az
hasarla kurtuluyor. Sonradan
asker geliyor. Mehmet yaralı
ancak savaşmaya devam
ediyor. Askerler Mehmet’e
“teslim ol” diyor. Ancak
Mehmet teslim olmuyor. Bir
el bombasını askerlere atarak
panik yaratmak ve o panikten
kurtularak kaçmaya çalışıyor.
Ancak askerin birisi Mehmet’i
vuruyor. Mehmet orada ölüyor.
Daha sonradan o
mahalleden insanlar
kayınpederime ve kaynanama
gelip dualar ettiler. Mehmet
gibi bir yiğit yetiştirdikleri için
teşekkür ettiler.
Babası ve birçok arkadaşı
Mehmet’i bulmaya gittiler.
Mezbahaya bakıyorlar her
bölümde 60’tan fazla insan
cesetleri var, Mehmet’i
bunların arasında tanımıyorlar.
Sonra bir öğretmen arkadaşı
tanıyor. Almak istiyorlar ama
vermiyor asker. Sonra kendileri
getirdiler buraya. Mehmet
çatışırken süründüğü için
kollarında ve ayaklarında derin
sıyrıklar olmuştu. Göğsünden
aşağısı delik deşik edilmişti.
Mehmet çok iyi bir insandı.
Birliğe çok önem verirdi.
Köydeki tartışmaları çözerdi.
Öncü, Nitel ve Dönüş isminde
üç kızımız vardı. Biri Mehmet
öldüğünde 4 aylıktı. 4 yaşına
geldiğinde burada kolera
salgını oldu, o salgında öldü.
Bir diğeri kan kanseriydi onu
da kaybettim. Şimdi bir kızım
var sadece.
4
yapmıştı.
ANTİ-KÜRT YASASI TMK İLE
KATLİAMCILAR AKLANDI
Katliamın planlayıcıları arasında Adalet
Partisi İl Başkanı Faruk Kadıoğlu ile dönemin
Maraş Belediye Başkanı Ahmet Uncu da vardı.
Katliamın ardından 1991 yılına kadar sanık
olarak yargılanan 804 kişi değişik oranlarda hapis
cezasına çarptırıldı. Katliamda önemli roller
üstlenen 68 kişi ise hiç yargılanmadı. Haklarında
ceza verilen kişiler de Nisan 1991 yılında Turgut
Özal’ın çıkardığı Terörle Mücadele Kanunu
(TMK) nedeniyle, serbest bırakıldı. Günümüzde
de “Anti-Kürt Yasası” olarak bilinen TMK ve
Maraş katliamının ardından çoğu Kürdistan’da
olmak üzere 12 ilde ilan edilen sıkıyönetimin,
bu katliamın temel hedeflerinden birinin Alevi
toplumunun Kürdistan’da gelişmekte olan
PKK’den uzaklaştırılmak amacıyla yaptığını teyit
etmeye yetiyor. JİTEM’İN KONTR-GERİLLA
TETİKÇİLER ORADAYDI
Katliamdan yıllar sonra ortaya çıkan
belgelerde katliam startının 18 Aralık’ta Çiçek
Sineması’na aniden Cüneyt Arkın’ınbaş rolünde
yer aldığı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı film
gösterime sokulmasının ardından verildiği
belirtiliyor. Gizlenen birçok bilginin aktarıldığı
raporda katliamın uygulayıcıları olarak 1990’lı
yıllarda Kürt yurtseverlerine yönelik cinayetlerde
kullanılan Özel Harp Dairesi elemanları
bulunuyor. Katliamın bir gün öncesi ile son
gününü içeren 19-25 Aralık tarihleri arasında
Maraş’a, çok fazla milli piyango satıcısı gidiyor ve
bunların daha sonra açığa çıkan belgelere göre
MİT’çi oldukları ve Alevi evlerini kırmızı boya ile
işaretledikleri belirtiliyor.
PROVOKASYON İLE
KATLİAM KÖRÜKLENDİ
20 Aralık akşamı Alevilerin gittiği Yeni
Mahalle’deki Akın Kıraathanesi’ne patlayıcı
madde atılması ve iki kişinin yaralanmasıyla
başladı. 21 Aralık’ta ise Maraş Meslek Lisesi
öğretmenlerinden Hacı Çolak ve Mustafa
Yüzbaşıoğlu öldürüldü. 22 Aralık’ta yapılacak
olan öğretmenlerin cenaze töreni korteji polis
kontrolünde saldırılar sonucu dağıldı. Faşist
çetelerin ilerleyen saatlerde Kürt Alevilerinin
yoğun olarak bulunduğu mahrekallelere
saldırısında 100’e yakın işyeri tahrip edilekdi
23 Aralık’ta camilerden ve belediye
hoparlöründen, ‘Bütün din kardeşlerimiz son
görevlerini yapsınlar’ şeklinde kışkırtıcı anonslar
ardından Alevilerin ynşadığı mahallelere
otomatik silahlarla saldırılar başladı. Önceden
kırmızı boya ile işaretlenen evler tek tek yakıldı.
faşist çeteler Maraş’ı tamamen ele geçirdi. Maraş’ı
kan gölüne çeviren caniler, kadınlara tecavüz
ettiler, hamile kadınların karınlarını deştiler,
kundaktaki çocukları boğazladılar. Çocukların
zülfikar
Memleketim Maraş
Maraş Katliamını konu edinen Birîna Raş
belgeseli 21 Aralık’da Almanya’nın Köln kentinde,
28 Aralık’da İstanbul Okmeydanı Cemevinde
gösterilecek. Uzun bir alan çalışması sonrasında
hazırlandı. Gazeteci-Yazar Şükrü Yıldız’ın Genel
Koordinesini yaptığı belgeselin yönetmenleri
Cemo Doğan ve Deniz Osoy.
Demokratik kamuoyu ve Maraş’lılar yıllardır
kara bir yara olan Maraş Katliamı ile yüzleşmek
meselesini ilk kez uluslararası bir düzeye taşıma
çabasındalar....
Her şeye rağmen karanlık raflardaki gizli
sırlarla dolu katliamın ardındaki nedenler
ve günümüze yansıyan sosyal ,siyasal
sonuçları konuşuluyor, hayatını kaybedenler
anılmaya devam ediyor. 21 Aralık 2014 günü
maraş’ta yapılacak anma etkinliğinin yanısıra
dünyanın çeşitli yerlerinde anma etkinlikleri
düzenleniyor. Maraş’ta 1978’de yaşanan katliam
ve peşisıra uygulanan politikaların kültürel
CEMO DOĞAN: “... devleti
demokratikleşme yolunda toplumsal
katliamlarla sonuçlanmış ‘Maraş Katliamı’ gibi
bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye zorlamak
ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla
oluşabilecektir. Roboski örneği devletin en yakın
zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi
bir katliamla nasıl ‘yüzleştiği’ ve ‘yalanla’ devam
eden reflekslerini kamuoyu açıkca görmüş, bu
katliam vijdanlarda bir ‘insanlık suçu’ olarak
mahkum olmuştur. Yaptığını inkar eden bir
katil aygıt durumunda olan ‘sosyal devlet’in
yaşanan travmatik sonuçları sağaltılmasını
beklemek yanlış bir beklenti içerisinde olmaktır.
soykırım olarak kabul edilmesi, parlamentoda
özür dilenmesi, katliamın arkasındaki güçlerin
aydınlatılması ve toplumsal yüzleşmenin
sağlanması talepleri uluslararası düzeye
taşınıyor. Asimilasyonun yıkıcı tahribatları
dillendiriliyor. umut verici. Bize kalbini,
evini açan tüm dostlarımıza sonsuz saygı ve
teşekkürlerimizi sunmalıyız… Ve ayrıca
belirtmeliyim ki ‘Maraş‘lılar her şeye rağmen
direnç ve tutkuyla anayurtlarına, dağlarına,
yaylalarına, kültürlerine, dilerine ve inançlarına
sahip çıkıyorlar, Dünyaya geldiğimiz kadim
coğrafyamızda haysiyetimizle, hepbirlikte ve
özgürce yaşayabilmek umuduyla…aşk ile…
Birîna Raş
gözlerini şişlerle oydular, insanları baltalarla
doğradılar. Bu saldırılara cami imamları da alet
oldu. Mahalle muhtarı saldırganlara silah dağıttı.
Belediye araçları saldırı sırasında mühimmat
taşıdı. Bağlarbaşı İmamı Mustafa Yıldız’ın cuma
vaazında ‘Oruç ve namazla hacı olunmaz, bir
Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap
kazanır’ diyerek kışkırtıcılık yaptı.
Canlarını kurtarmak için askere sığınan
kişiler saldırganlara teslim edilerek katledilmeleri
izlendi. Devlet hastanesine getirilen yaralılar
başhekimin desteğiyle hastanede öldürüldü.
5 gün boyunca NATO ve Türk Gladiosu’nun
ortak planladığı saldırılar 25 Aralık gecesi
durduruldu. Olaylarda resmi kayıtlara göre 111
kişi vahşice öldürüldü, bin 500 kişi yaralandı. 552
ev ve 289 işyeri yakılıp yıkılarak tahrip edildi.
Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde yaşanan
bu katliamların özellikle de Türkiye’nin NATO
bünyesine alınmasından itibaren NATO ve
Türk Gladiosu’nun ortak icraatı olduğu devlet
yetkililerinin de teyit ettiği bir durum. Bu konuda
birçok gazeteci ve araştırmacı yazar çarpıcı
değerlendirmelerde bulunarak yaşanan katliamın
nedenlerini ve nasıllarını ortaya koyuyor.
Maraş katliamı ile birçok Elbistan ve
Pazarcıklı Kürt-Alevi Yurtseveri, aydını ve
demokratı ülke dışı ve içi sürgünler yaşadı.
Şark Islahat-ı Planı ile hedeflenen asimilasyon
ve soykırım politikalarıyla karşı karşıya kaldı.
Kendi topraklarından uzaklaştırıldı ve ülkesine
yabancılaştırıldı. Bütün bunlar katliamın
hedeflediği uygulamalardı. Birçok alevi kesimi
hala bu katliamın niçin yapıldığına ilişkin soruya
cevap bulmuş değil ve bunun İslamcı ve milliyetçi
kesimlerin damdan düşer gibi gerçekleştirdiği
bir katliam olarak ele alıyor. Maraş’ı anlamak için
Maraş katliamının yarattıklarına bakmak Maraş’a,
Sivas’a, Gazi’ye, Roboskilere bakmak önemli
olacaktır.” 5
zülfikar
Önce Gıjık Dede vuruldu!
parçalanmış cesetler içinde babamı aradım.
Babamın cenazesini Pazarcığa götürmek
istedik bunu da yasakladılar. 15 yıl gidemedim
Maraşa, sonra gittim çok aradım ama mezarını
bulamadım. Kaydı vardı ama göstermediler.
Gıjık Dede’nin oğlu SEYİT ALİ ÖZKAN: ,
nce kahveyi taradılar, Babam
kahvenin dışında kendilerine silah
doğrultulduğunu görünce herkese yere
yatmalarını söylüyor. Kendisi çok yaşlı ve
sakallı olduğu için kendisine sıkmayacaklarını
düşünüyor. Ama babamı orada vuruyorlar. Daha
sonraki günlerde hareketlenmeler başladı, Ülkü
ocaklarındaki yoğunluktan bunu anlıyorduk.
Babam Qureşanlı Dersimli dede ocağından.
Oradan 1954 yılında buraya geldik. Zor günlerdi
ve çok yoksulluk yaşadık o zamanlar.
Ö
SULTAN SÖNMEZ:
ahallemize saldırdılar, yakaladıklarını
öldürdüler, biz askeriyeye girdik,
heryerden insanlar geliyordu. Kiminin annesi,
kiminin babası, kiminin çocuğu öldürülmüştü.
Bir çocuk vardı, daha küçüktü, annesini
öldürmüşler yüzü gözü saçmayla doluydu,
herkes onu kucağına alıp bakıyordu, sonra o
çocuğa ne oldu öğrenemedik, devlet mi aldı,
ne oldu bilmiyorum. Gelenler anlatıyordu; “en
sevdiğimiz komşularımız evlerinden gazlarla
gelip bizim evleri yaktılar. Benim amcamın
gelinini de öldürdüler, karnındaki çocuğu çıkarıp
kurşunladılar. Maraşta daha çok Kaşanlılar
zarar gördü, onlardan Kamil diye bir komşumuz
vardı, onun iki çocuğunu öldürdüler, karısını
öldürdüler.
M
DERVİŞ YUSUFOĞLU:
abam gür yani Alevi bıyıklıydı, Kürt
olduğunu, solcu olduğunu ve Alevi
olduğunu gizlemeyen biriydi. Beraber
büyüdüğüm arkadaşlarım, benim çocukluk
arkadaşlarım eve saldırmışlar, annem ve babam
yalnızdılar. Evdeki odunlardan birisiyle babamın
kafasına vuruyorlar ve beyin kanamasından
ölüyor. Sonradan gittiğimde mezbahada
B
Ama biz mücadele edeceğiz. Belediyenin
gerekçesi yakınlarının gelmediği. “Bizde
mezarların üzerine mezar yaptık” diyorlar. Bu
başka bir travma. İnsanlar mezarlarına dahi sahip
çıkamayacak kadar korkutulmuş ve kaçırtılmıştır.
MUHACİR EMİNE TOGUZ:
olda elleri sopalı kalabalıklar çevirdi bizi,
“Alevimisiniz?” diye sordular. “Yok dedim
Alevi değilim?” onlardan kurtulduk ama bir
başka kalabalık bize silahla sıktılar, biz kaçtık bir
evin bodrumuna saklandık. Gece askerler geldi
bizi askeriyeye götürdüler, çocuklarımı sonradan
getirdiler korkudan benizleri solmuştu. 4 gün
kaldık kışlada hiç bir şey vermediler çocuklar
4 gün aç kaldıkları için çok ağladılar. Bir kız
çocuğu getirdiler, 5 yaşındaydı, annesini ve
babasını öldürmüşler kızında boğazını bıçakla
kesmişler, öldü diye bırakmışlar. Çok yalvardım
askere bana verin diye “yok dediler, çocuk
esirgeme kurumuna bırakacağız” dediler.
Y
MÜSLÜM İBİLİ:
abah 7 civarında ekmek almaya giderken
kalabalık birkaç kadını dövüyorlardı.
Biz kaçtık, küçük çocukların ellerine benzin
bidonu vermişlerdi onlar yakıyor, büyükleri
de yağmalıyorlardı. Bizim mahallede 25 kişiyi
öldürdüler. İki tane hamal vardı içinde, onları
ölmüş olmasına rağmen iddianemede saldırgan
olarak gösterilmişti. Vahşet tanımı hafif kalır
yapılanların yanında. Askeriye hiç bir şey
yapmadı, müdahale etmediler, hatta askeri
araçlara MHP bayrakları asılmasına bile sesiz
kaldılar. Kolluk kuvvetleri müdahale etmedi
etseydi, ölümler olmayacaktı. İçişleri bakanı
CHP’li İrfan Özaydınlı geldi ve “olayları solcular
çıkardı” dedi. Demek istiyorum ki, bu AleviSunni davasından öte insanlık davasıdır.
HÜSEYİN NERGİZ:
araş katliamında babamı ve kardeşimi
yitirdim. Ben Adana’daydım.
Geldiğimde bizi kente almadılar. Zar zor girdik
Maraş’a. Eve gittiğimde ev yanıyordu. Kimse
yoktu, söndürmeye çalıian kimse de yoktu.
Cenazeleri mezbaya götürmüşlerdi. Mezbehaneye
gitim. Cenazelerimizi almak istedim. Cenazeleri
köye götürmemize izin vermediler. Maraş’ta
gömdük. O günü anlatmak, ağıtları dünyaya
haykırmaktır.
M
S
Av. SEYİT KAŞANLI:
8 kişinin mezarı kayıp. Üzerlerine mezar
yapılmış. Açtığımız davalardan ve arama
çalışmalarından muhtemelen sonuç çıkmayacak.
1
ELİF TABAK:
ustafa Yüzbaşıoğlu sunni kökenli bir
öğretmendi. Bir devrimciydi. Onu
tanımak güzeldi. O Kürt-Alevi mahallelerinde
çocuklara gönülü dersler verir, mahallilerin her
türlü yardımına koşardı. Mahalleli onu tanırdı,
severdi. Bizlere kelimelerin kıymetini anlatırdı.
Onun öldürülmesi derin bir yaradır içimde.
Yıllardır taşırız içimizde. Neden bu insanlar
öldürüldü. Suçumuz neydi. Neden evlerimiz
talan edildi, neden öldürüldük, bunun cevabını
ararken, bunun hesabını soruyorum her zaman.
Biz varoldukça, bu katliamın hesabı sorulmadıkça
Maraş içimizde kanamaya devam edecek.
M
6
‘Yüz Yüze’ Yaşamak
Maraş Katliamı Alan Çalışması
– düzleminde ‘Maraş Katliamı’ na
dönük değerlendirmeler;
zülfikar
leşmek meselesini ilk kez uluslararası bir düzeye taşıma çabasındalar.
“Toplumsal Sözleşme”mize büyük
katkısı olacak bu çabaların içerisinde bizler de gazeteci Şükrü Yıldız,
Deniz Osoy, kameraman arkadaşlarım Kemal Demir ve İsmail
Yıldırım ile birlikte anmaları izlemenin yanı sıra, olayı yaşayanlarla
çeşitli kayıt ve röportajlar yaparak
genişletilmiş bir arşiv oluşturmaya
gayret ettik. Zaman içerisinde uzun
uzun kayıtlarla daha geniş bir alan
çalışmasının kaynakçası olabilecek
böyle bir arşiv çalışmasının -3 yıldır uğraşmamıza rağmen- henüz
başında olduğumuzu bilmek, çok
düşündürücüdür. Devletin gizli
raflarında tüm soruların cevaplarına ulaşmak mümkünken, Devlet ve
Hükümet, dava dosyası için “kâğıt
ücreti” bedel ister pozisyonda ve
anmalara güvenlik gerekçesiyle yasak koyar durumdadır. Bu durumda kameralarımızı anmalardaki
polis şiddetine ve “ulaşılamayan
üst makamların emriyle” şiddet
uygulayan askere çeviriyoruz.
Aynı gün 35 yıl boyunca Maraşa’a
girmemiş, yakınlarının mezarına
varmamış, varınca bir mezar bulamamış insanlara… Kıyımın en
yıkıcı kısmı olarak tanımlanabilecek “toplumsal ötekileştirmeyle
üzücü.
yaratılmış korku”nun bireyler
üzerinde sosyolojik bir travmaya
dönüştüğü gerçeği, o insanları,
gelecekten umutsuz kendi topraklarında mülteci-yabancı haline
getiriyor. İnsanlar çoğunlukla konuşmaktan imtina ediyor ve hala
yaşananları unutmaya çalışıyorlar.
Karamsarlar. Türkiye demokrasi
mücadelesi bir bütün olarak ele
alındığında; “Maraşla Yüzleşmek”,
“Yüz yüze bakabilmek” anlamına
eviriliyor… Devletle bir büyük
“hesaplaşma”k tüm demokratik
kamuoyunun ortaklaştırdığı “insani” tavırla mümkün olacaktır.
Maraş ile Roboski ilişkisi de bu
düzlemde anlam buluyor ve insan
odaklı ortak demokratik mücadelede katliamların unutturulmaması
için toplumsal bir çaba harcanıyor.
Kıyıma maruz kalmış insanlarla
gerçekleştirdiğimiz, yaşananlar
üzerine yapılan konuşmalar ve röportajlardan, ayrıca bir kaç yıldır
yaptığımız ilgili çeşitli kayıtlardan
bir bölümü izleyiciyle buluşturulmak üzere 4 bölüm halinde katliamın 36.yılı vesilesiyle kurgulandı;
1.Bölüm “Bırıne Raş”
2.Bölüm “Maraşa Giden Yol”
3.Bölüm “Maraş ve Direniş”
4.Bölüm “Maraş Anmaları yüzleşmek”
CEMO DOĞAN
“... devleti demokratikleşme
yolunda toplumsal katliamlarla sonuçlanmış ‘Maraş Katliamı’ gibi bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye zorlamak
ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla oluşabilecektir.
Roboski örneği devletin en
yakın zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi bir
katliamla nasıl ‘yüzleştiği’
ve ‘yalanla’ devam eden reflekslerini kamuoyu açıkca
görmüş, bu katliam vijdanlarda bir ‘insanlık suçu’ olarak
mahkum olmuştur. Yaptığını
inkar eden bir katil aygıt durumunda olan ‘sosyal devlet’in
yaşanan travmatik sonuçları
sağaltılmasını beklemek yanlış
bir beklenti içerisinde olmaktır. Demokratik kamuoyu ve
Maraş’lılar yıllardır kara bir
yara olan Maraş Katliamı ile
yüzleşmek meselesini ilk kez
uluslararası bir düzeye taşıma
çabasındalar...”
G
eleceğe umutla bakabilmemiz ve doğduğumuz topraklarda
“haysiyet”mizle, hep birlikte ve
özgürce yaşayabilmemizin, toplumsal sözleşmelerin -devlete
rağmen- halkların yüreklerinde
derinleşerek ortaklaştığı ve ilerici
pratiklerle günlük hayata yansıdığı
bir süreçle ancak mümkün olabileceğini düşünüyorum; bir “Maraş”lı
olarak. Sıktığı kurşuna sahip çıkmayan devleti, demokratikleşme
yolunda toplumsal katliamlarla sonuçlanmış “Maraş Katliamı” gibi
bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye
zorlamak, ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla olabilecektir.
Roboski örneği devletin en yakın
zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi bir katliamla nasıl
“yüzleştiği” ve “yalanla” devam
eden diğer reflekslerini kamuoyu
açıkça görmüş, bu katliam vicdanlarda bir “insanlık suçu” olarak
mahkûm olmuştur. Yaptığını inkâr
eden bir katil aygıt durumunda
olan “sosyal devlet”in yaşanan
travmatik sonuçları sağaltılmasını
beklemek yanlış bir beklenti içerisinde olmaktır. Demokratik kamuoyu ve Maraş’lılar yıllardır kara bir
yara olan Maraş Katliamı ile yüz-
Maraş Katliamının 36. Yılı
Bu sene yakın tarihimizin en
karanlık sayfalarından biri olarak
anılan Maraş Katliamının 36. yılı.
Devletin karanlık raflarındaki gizli
sırlarla dolu katliamın ardındaki
nedenler, günümüze yansıyan sosyal ve siyasal sonuçlarının incelendiği “Memleketim Maraş” Maraş
Katliamı Alan Çalışması, “2014
Kayıpları Anma Haftası” vesilesiyle
birer video belge halinde yayınlanıyor. Yapılan kayıtlarla, hakkında
çok az şey bildiğimiz ve etnik bir
arındırmayla sonuçlanan kıyımın ayrıntılarına ulaşılmaya çaba
gösterildi. Nedenleri ve sonuçları
ile yakın tarihimizin aydınlanmayı
bekleyen en önemli meselelerinden bir tanesi Maraş Katliamıdır.
Ülke siyaseti, derin devlet aygıtları,
uluslararası ajanlar, suikastler,
bombalamalar ve tüm bunların
provokasyonundaki bir şehirde,
günlerce süren, kitlesel bir katliam… Mahallelere, köylere ve geniş
bir zamana yayılan kıyımda, on
binlerce insanın bu vahşete maruz
kalması ve aradan geçen 36 yıla
rağmen ayrıntıları hakkında kamuoyunun çok az şey biliyor olması
7
Yaptığımız kayıtlara devam etmek, bugüne kadar edinilmiş tüm ilgili
bilgi belgeler ile konuyla ilgili yapılan
çalışmaları tasniflemek, bu bilgilerin
arşivlenmesi ve günümüzdeki tanıklıklarla genişletilmesi, konuyla ilgili
kayıtlar ile ayrıntılandırarak; toplu ve
gerçekçi bir “Maraş Fotoğrafı” çıkarmak… “üm bunların katliamla ilgili
ortak bir bellek oluşturmaya katkı sunacağını düşünüyoruz.. 7 gün boyunca
yaşananları, ayrı zaman ve mekânlarda
olan olayların ayrıntılarını, yaşamlarını
yitirenlerin öykülerini çok az bilmekteyiz. Yaşananların dışında tertiple ilgili
birçok veri olmasına rağmen, asıl aydınlanması gereken ve toplumun bilmeye
ihtiyacı olan “gizli” ve “devlet sırrı”
niteliğindeki birçok bilgiye de bugüne
kadar ulaşılabilmiş değildir. Katliamın
bu kısmıyla ilgili devletin bir resmi
açıklaması ve aydınlatma çabası yoktur. Bir kaç çalışma dışında henüz elimizde
derinlemesine ayrıntılandırılmış geniş bir kaynak da yoktur. Sıkıyönetim
Mahkemesi’nin Gerekçeli Kararı ve
Mahkeme tutanakları ile ifadeler ve
mahkeme tanıklıkları dışında çok fazla
yazılı belge yoktur. Korkunç vahşetin
travmatik sonuçlarından dolayı insanların konuşmaktan, paylaşmaktan imtina
etmesinden kaynaklı zorluklar içerse de,
araştırma ve incelemelerde en sık başvurulan kaynak “Olayı Yaşayanlar” olmaktadır. Olayı yaşayan on binlerce
insanın birçoğunun hala hayatta olması,
fotoğrafın bütününü oluşturacak önemli
parçaların onların hafızalarındaki ayrıntılarda olduğu gerçeğiyle anlattıklarının
kayıt altına alınmasını önemli, hatta
zorunlu kılmaktadır.
Yaptığımız “Maraş Katliamı Alan
zülfikar
Çalışması” kayıtları ile “Neden ve Sonuçları” düzleminde ilerleyip toplumsal hafızamızda bir “İnsanlık suçu”
olarak resmolan bu kıyımı, kayıtlarla
ayrıntılandırmak ve toplumla paylaşarak, çoğulcu toplumsal sözleşmelerle
yürüyeceğini umut ettiğimiz gelecek
zamanlara, görsel ve arşivsel bir katkı
sunmak amaçlanmıştır. Bu düzlemde
ilerlersek; Şehirde yoğunlukla kıyıma
uğrayan etnik halk ekseriyetle “Kürt
Alevileri”dir. Coğrafyanın kadim bir
topluluğu olan Maraş Aşiretleri tarih
boyu hatırı sayılır bir kültürel mirasa sahiptirler. Kıl çadırların etkin kullanıldığı
yarı göçer-yarı yerleşik bir kır yaşamları
vardır. Tarih boyu çeşitli programlar
dahlinde demografik yapının değiştiği
Maraş şehrinin (bajar) sokaklarına Aşiretler 1960’lı yılların başından itibaren
yerleşmeye başladılar. Daha öncesinde
1. ve 2. Muhacirler olarak adlandırılabilecek Erzincan, Erzurum, Dersim’den
sürülen çoğunlukla Kürt Aleviler ve
Abdalların yerleştirildiği kentin kenar
mahalleleri, Çerkez, Avşar ve diğer
halklarla birlikte, 1970li yılların sonlarına doğru aşiretlerin de gelmesiyle, Kürt
Alevilerin yoğunlukta yaşadığı “öteki”
semtler oldular. Zira 1920’li yıllarda
Ermeniler Maraş’ın tarih sayfasından silindiklerinde şehrin içerisinde yıldızı
parlayan zümre, Muhafazakâr ve Cumhuriyet karşıtı temsildeki halk tabandan,
deyim yerindeyse “camide yönetimden”
yana “zede”lerden oluşuyordu. Tarihsel nedenleri ve kökleri derinde olan
78’deki bu kitlesel katliam, “Müslüman
Türkiye” sloganı eşliğinde, etnik, inançsal ve politik kimliklerinden dolayı ötekileştirilmiş kitleler hedef gösterilerek,
hesaplı planlı bir şekilde toplumda
infial ve provokasyon yaratılarak yürütülmüştür. Söz konusu dönemdeki
“Olaylar Silsilesi” ülkenin 1961 siyasal
sürecinden 12 Eylül Cuntasına devam
eden ve günümüze evirilen dönemlerde,
toplumsal yaşamın nasıl yönetildiğine
dair sorularımızın kara kutusu niteliğindedir. Birçok soru cevapsız kalmış,
aydınlatılamamıştır.
Bir “İnsanlık Suçu” olarak her
Aralık ayında duyarlı kamuoyunun
gündemine taşınan “Maraş Katliamı”
sıkıyönetim sonrasında da devam politikasıyla ve özenle genel kamuoyunun
hafızasından silinmeye ve tüm yönleriyle karanlığa gömülüp kapatılmaya
uğraşılmıştır. Maraş’ın ayrıntılarıyla
aydınlığa kavuşması ilişik birçok politik
ve toplumsal olayın da aydınlanması
anlamına gelmektedir. Devlet ve hükümetin son yıllardaki anmalara yaklaşımı; yok sayma ve yüksek güvenlikli
engellemeler ile mağdurları ve duyarlı
kamuoyunu uzaklaştırma temelindedir.
Bırakalım ‘yüzleşme’yi Meclis Darbeleri
Araştırma Komisyonu sürecindeki bir
başvuru ile kamuoyuyla hala paylaşılmamış 46 bin sayfalık dava tutanakları talebine Genelkurmay, kağıt parası
(40 bin lira) isteyerek, ciddiyetsizliğini
ve sorumsuzluğunu ortaya koymuştur.
Demokrasi mücadelesinin bilgi haznesi
açısından hayati öneme sahip Maraş
Katliamı ayrıntıları toplumsal hafızada
zaman geçtikçe silinmektedir. Katliamın Siyasal sonuçları gibi sosyal ve
toplumsal sonuçları da hala net olarak
ortaya konmuş ve bu konuda sağlıklı bir
çıkarıma varılmış değildir. “GÖÇ” ile
Maraş Katliamı bir “Maraş Diasporası” yaratmıştır ve yüz binlerce insan
“Memleketim” dediği Maraş coğraf-
yasının dışında, yurdundan kovulmuş
gibi hissederek yaşamaktadırlar. Sudan
çıkmış balık gibi Dünya’nın her yerine
dağıldılar. Denilebilir ki aslında “Maraş Katliamı” bir uzun sürecinin sonuç
operasyonu olarak Kürt Alevi’lerine
dönük insafsızca yürütülmüş ve ne yazık ki başarılı olmuştur. Coğrafyada terk
edilmişliğin sessizliği, yalnızlığı hakim.
Öncelikle Maraşlı Kürt-Alevileri olmak
üzere tüm duyarlı devrimci demokrat
yurtsever kamuoyu katliamın aydınlatılmasını ve arşivlerdeki bilgilerin kamuoyuyla paylaşılmasını beklemektedir.
Her şeye rağmen karanlık raflardaki
gizli sırlarla dolu katliamın ardındaki
nedenler ve günümüze yansıyan sosyal,
siyasal sonuçları konuşuluyor, hayatını
kaybedenler anılmaya devam ediyor.
21 Aralık 2014 günü Maraş’ta yapılacak
anma etkinliğinin yanı sıra, dünyanın
çeşitli yerlerinde anma etkinlikleri düzenleniyor. Maraş’ta 1978’de yaşanan
katliam ve peşi sıra uygulanan politikaların kültürel soykırım olarak kabul
edilmesi, parlamentoda özür dilenmesi,
katliamın arkasındaki güçlerin aydınlatılması ve toplumsal yüzleşmenin
sağlanması talepleri uluslararası düzeye
taşınıyor. Asimilasyonun yıkıcı tahribatları dillendiriliyor. Umut verici... Bize
kalbini, evini açan tüm dostlarımıza
sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi sunmalıyız… Ve ayrıca belirtmeliyim ki
“Maraş”lılar her şeye rağmen direnç
ve tutkuyla anayurtlarına, dağlarına,
yaylalarına, kültürlerine, dillerine ve
inançlarına sahip çıkıyorlar. Dünyaya
geldiğimiz kadim coğrafyamızda haysiyetimizle, hep birlikte ve özgürce yaşayabilmek umuduyla…
Aşk ile…
8
zülfikar
Annemin Sandığı ve Maraş Katliamı
H
ROJDA YILDIRIM
Maraş katliamı ve 12 Eylül
tüm Maraş ve
ilçelerini derinden etkiledi.
Pazarcık, Afşin
ve Elbistan’daki
Kürt Alevilerin
büyük çoğunluğu yerlerini,
yurtlarını terk
etti. Kimi Mersin ve İstanbul
gibi kentlere,
kimi de Avrupa
ülkelerine gitti.
Tahminlere göre
1978’den 1995’e
kadar göç edenlerin oranı %80
civarındadır.
enüz çok küçükken evimizin
en gizemli parçası olarak
görürdüm onu. Annemin
sandığını… Benim için bilinmeyen bir
dünyaya uzanmak gibi bir şeydi oymalı
ceviz sandık. Annemin sandığı açacağı
günleri heyecanla beklerdim. O sandığın
başına gittiği zaman hemen koşar diz
çökerdim yanı başında. Dalıp gidebileceğim, bambaşka, merakla örülü bir
dünya vardı o sandığın içinde.
Mistik bir havası olan, gizlerle örülü,
saklı bir sandıktı o. Biraz açılıp içinden
bir şeyler çıkarıldığında hep değerli bir
şeyler olurdu. Çocuk gözlerimle kafamı
uzatır, üstü örtülerle kapalı olan sandığın
derinlerinde nelerin olduğunu görmek
için çırpınıp dururdum. Çocukça bir
meraktı işte. Belki de o zamanlar çok
sevdiğim şekeri ya da herhangi değerli bir
şey bulurum beklentisiydi, bilemiyorum.
Ve bir gün o beklediğim an geldi.
Annem kilitlemeyi unutmuş ve açık
bırakmıştı sandığı. Biraz korkuyla karışık
duygularla o sandığa doğru yöneldim. Ne
de olsa yıllarca merak ettiğim bir gizemin
içine dalacaktım. Usulca açtım kapağı.
Üstteki örtüleri kaldırdım. Sandıkta üst
üste dizilmiş kumaşlar, etrafı nakışlanmış eşarplar, eski belgeler ve bir tutam
fotoğraf vardı. Aniden gözlerim fotoğraflara takıldı ve tedirgin de olsam elime
aldım. Bir sürü fotoğraf vardı. İlk iki
fotoğrafa baktıktan sonra geride kalanlara bakmadan sandığın içine fırlattım
ve hızla kapağını kapatarak uzaklaştım
oradan…
İlk İki fotoğraf… İlkinde yerde kanlar
içinde parçalanmış çocuklu, kadınlı,
erkekli çıplak cesetler vardı. Bir odaya
yığılmış gibi duruyorlardı. Cesetlerin
başında tam da feryat ederken sonuna
kadar açılmış ağızları bir daha hiç
kapanmayacakmış gibi acıdan bağıran iki
ablamın çekilmiş fotoğrafları duruyordu.
Her ikisinin de dizlerini döverken ve
ağlarken çekilmiş fotoğraflardı bunlar…
İkincisinde ise bir kamyon ve kamyona bindirilen bir grup insan can havliyle
kamyona biniyordu. Yaşanan katliamın
yüzlerine yapışmış ifadesi öylece duruyordu karşımda…
Maraş katliamını belgeleyen bu iki
fotoğraf çocuk ruhumun derinine işledi
ve bir daha belleğimden silinmedi. Her
Maraş katliamı denildiğinde cesetler üzerinde bağıran iki kadın ve Kara Maraş’tan
canını kurtarmaya çalışan çoluklu
çocuklu, kadınlı o kamyon canlanıverir
aklımda, daha dünmüş gibi…
Bir de katliam daha devam ederken Maraş’tan köye bir battaniye içinde
taşınan, sürekli ağıt yakan yaşlı nenem
gelir aklıma… Katliamda tanık olduğu
vahşet anları öylece donuvermişti gözler-
inin derininde… Yaktığı ağıtta “keşke
gençleri, bebeleri değil de benim canımı
alsalardı” dediğini çok sonraları öğrendim. Ve nenem bu acıyla hayata gözlerini
kapadı. Izdırabı; korku, kaygı, burukluk,
acı bir kederin işlediği gözlerini hayata
yumunca bitmişti.
Ve katliam sonrası… Sıkıyönetim,
ordu ve tanklar… Kışın ortası, dondurucu ayaz ve bütün köylülerimizin
toparlandığı köy meydanı. Peşi sıra zorla
çırılçıplak soyulan köylülerimiz. Birbirinin sırtına bindirilerek çıplak ayaklarla
karda yürütülen, aşağılanan insanlarımız.
Her kapı eşiğine saklanmış, olanları
korkulu, dehşet içinde izleyen çocuklar…
Yıllarca devam eden işkenceler ve devlet
terörü…
36 yıl geçti aradan. Annemin sandığı,
iki fotoğraf, nenemin halen de beynimde
uğuldayan ağıdı ve dipçiklenen, işkence
gören çıplak insanlar… Çocukluğumun
Maraş’ı buydu…
Ve hayat bu faşizan sistem tarafından
annemin sandığının dibindeki gerçekler
olarak sunuldu bize. Annem sandığa
gerçekleri koymuştu… Kimbilir belki de
bir daha yaşanmasın diye en dibe saklamıştı… Kimbilir belki de kendi katliamının
tanıklığını gömmek istemişti… Belki de
unutmamak için, kendi dünyasının bir
parçası olan sandığa gizlemişti onları…
Kimbilir.
Kumaşların, havluların arasına gizlenmiş gerçekler sonraları yüzlerce defa
tekrarlandı bu topraklarda….
Katliam sonrası
neler yaşadığımıza gelince…
Maraş şehir merkezindeki demografik
yapı değişti. İnsanlarımıza şehri terk
etmeleri dayatıldı. Çoğu gitti. 60 yıl önce
(1920’de) Ermenileri kovan zihniyet,
1978’de de Kürtleri zorla tehcir etmişti.
Sağ kurtulan Kürt Aleviler arkalarında
evlerini, işyerlerini, işlerini-güçlerini
bırakıp gittiler. Birçoğu aylar sonra gizlice
şehre girip cuzi bir para karşılığında ev
ve işyerlerini satıp döndü. Birçoğu da o
günden sonra Maraş’a gitmedi, kendisine
“Maraşlı” denmesinden nefret etti veya
utandı.
Maraş katliamı ve 12 Eylül tüm Maraş
ve ilçelerini derinden etkiledi. Pazarcık,
Afşin ve Elbistan’daki Kürt Alevilerin
büyük çoğunluğu yerlerini, yurtlarını
terk etti. Kimi Mersin ve İstanbul gibi
kentlere, kimi de Avrupa ülkelerine gitti.
Tahminlere göre 1978’den 1995’e kadar
göç edenlerin oranı %80 civarındadır.
Kendi yurtlarında kalanlar ise ana
dillerini unutsun diye devlet sistemli
programlar uyguladı. İlkokullarda Kürtçe
yasağı sert bir şekilde uygulandı. İnsanlar kendi kültürlerinden utansınlar
diye Kürtlük, Alevilik sürekli horlandı,
aşağılandı. Öğretmenler çocukların
dünyasını yasaklarla baskı altına alıp,
düşünce dünyalarını yalanlarla örmeye
çalıştı. Askerler ise her zaman hazır ve
nazırdı!
Uygulanan bu yoğun asimilasyon ve
inkar politikası neticesini verdi. Köylerde
80’li yıllara kadar Türkçeyi bilmeyenler
90’lı yıllarda en iyi Türkçeyi konuşur
oldu. Kendi öz kültürel değerlerimizi
yaşamak, gericilik kabul ettirildi. Yani
Maraş katliamında sadece bir şehirdeki
varlığımızı kaybetmedik. Aynı zamanda
dilde, etnik kimlikte de bir kırım yaşadık.
İnancımız da tıpkı etnik kimliğimiz
gibi yasaklıydı. Cemlerimiz, sazımız,
sözümüz, semahımız, kendi doğallığı
içindeki sosyalitemiz iyice ötelendi,
hırpalandı ve oda yasaklılar listesinde
en görünmez kılınan hakikatlerimizden
biri oldu. Bugün halen onun sancılarını
yaşıyoruz.
Maraş’ta Kürt Alevilerinin yaşadığı
alanlarda uygulanan sistematik kültürel
soykırım gerçekliğinin bir parçası da
ekolojik kırım oldu. Geçmişte Kasım
ayından Nisan ayı başına kadar toprak görmeyen yerlerde artık kar bile
yağmıyor. Elbistan-Afşin termik santrali bölgeyi o kadar zehirledi ki bugün
yağmur yerine bu alana kül yağıyor.
Santralin çevresindeki gürül gürül akan
pınarlar kurudu. Bölgenin ekolojik dengesi bozuldu. Otlar yeşermemeye başladı
birçok yerde….
Bu ekolojik kırım yeni uygulamalarla da sürüyor. Pazarcık’ta son yıllarda
yapılan iki büyük çimento fabrikası var.
Dünyanın en büyük 3.ve 9. Çimento
fabrikalarının Elbistan ve Pazarcık’ta bulunması tesadüf olmasa gerek. 9 milyon
ton çimento üretiyorlar. Hammaddesi
olan kil toprak, marn ve kireç taşını
Pazarcık dağlarından çıkarıyorlar, zehrini
ise Afşin-Elbistan’da olduğu gibi bize
bırakıyorlar.
Peki, Maraşlılar olarak bizler katliamla ve sonuçlarıyla yüzleştik mi? Maalesef
hayır. Maraş katliamı ve peşi sıra gelişen
kültürel soykırım politikaları halen
devam etmekte. Sorgulama, yüzleşme ve
adalet adına derinlikli bir mücadele de
sağlayabilmiş değiliz. Hakkaniyet zaafa
uğramış durumda. Bundandır ki Maraş
katliamının baş sorumlularından olan
Ökkeş Kenger(Şendiller) milletvekili
seçilebilmekte. Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı ve daha niceleri bu hunharca
kırımın hesabını vermeden dolaşabilmekte. Her şeyden öte devletin kendisi
bunun hesabını vermiş değil…Maraş
halen yaralarını sarmış değil…katliam
yaşamış toplumların katliamı unutma
eğilimi, kaçış psikolojisi bir sığınak olsa
da yaşayanlar için unutmak imkansız…
Maraş tıpkı Dersim, Sivas, Çorum, Gazi,
Roboski, Şengal de yaşananlar gibi hesabının sorulmasını bekliyor…
9
Kültürel soykırım
Şükrü Yıldız
1
978’de Maraş’ta yaşanan bir
etnik arındırma operasyonu ve
kültürel soykırımdı. Cumhuriyetin ana kuruluş fikrine uygun olarak
Alevi-Kürt nüfusunun yaşadığı bölgelerden uzaklaştırılarak Türkiye metropollerinin içinde eritilmesi amacına dönük, devlet merkezli bir organizasyon,
katliamdı. Koçgiri, Dersim, Elbistan,
Kırıkhan, Çorum, Sivas katliamları gibi
Maraş Katliamı da homojen bir ulus yaratma isteğinin parçasıydı. Türk-İslamcı
bir bakışla saldırının hedefinde Kürt
kimliği, Alevi kimliği ve bunlarla özdeş
hale gelmiş olan sol kimlik vardı.
Maraş geçmişten bu yana Alevi toplumun, özellikle de Kürt Aleviliğinin
beslendiği ana kaynak noktalardan bir
tanesidir. Ebusuud Efendi fetvalarında
adı geçen ve hedef haline getirilen bir
mekân, Alevi felsefesinin kendisini yoğun biçimde yeniden, yeniden örgütlediği bir alandır.
Yine Alevi kültürel birikiminin ve
sosyal yapısının, kırsaldan Maraş şehir
merkezine doğru kaymasıyla birlikte
şehirde ciddi ve hissedilir güç olmuştur.
Bu gücün sol kimlikle birleşerek şehirde
hâkim bir kimlik haline gelmeye başlaması, Alevi-Kürt kimlikli duruş, devletin ve hükümetin bu merkeze yönelik
bir operasyon yapma ihtiyacının sonucu
Maraş katliamı bizat devlet merkezinden örgütlendirilmiştir.
Aslında bugün geriye baktığımız
zaman bulgular, belgeler şahitlerin açıklaması yaşanan durumu net bir şekilde
ortaya koymuştur. Mahkeme sürecindeki iddianameler ve sonrası yaşananlar
birebir katliamın nasıl uygulandığını
bilinir kılmıştır. Katliamın sorumluların
devletin içerisinde organize edildiği,
MİT’in katliamın içinde olduğu, sokaklarda bunun resminin MHP olarak
görüldüğü bilinmektedir. Dönemin
Başbakanı Bülent Ecevit’in ölümünden
sonra kasasından çıkan belgeler bunu
bir kez daha ortaya koymuştur. Bu
anlamda katliamın kimler tarafından
yapıldığı üzerinde yaşanan bir tartışma
yok gibidir.
Sonuçları itibariyle katliamın ciddi
bir travmaya yol açtığı bilinmektedir.
Maraş, Alevilerin, Kürtlerin, solcuların
yaşadığı bir bölge olmaktan çıkarılmıştır. Bugün artık Maraş’taki Alevilerin
nüfusları yüzde onla ifade edilebilecek
bir duruma gelmiştir. Katliam sonrası
büyük bir göç yaşanmıştır. Dünyanın
dört bir tarafına insanlarımız dağılmıştır. Türkiye metropollerine başlayan
zülfikar
kaçış, 12 Eylül darbesiyle birlikte Avrupa’ya göçe dönüşmüştür. Avrupa’da
Maraş nüfusundan daha fazla bir kitle
bulunmaktadır. Alevi nüfusunun nerdeyse tamamı yurtdışına çıkmıştır. Ve
yaşamlarını orada devam ettirmeye
çalışmaktadırlar. Ülkeden kopuş ciddi
bir travmaya dönüşmüş, kimliksizleşme
ciddi bir şekilde yaşatılmıştır. Acıların
üstleri kapatılmaya çalışılmıştır. Sanki
katledilenler kimliklerinden dolayı
suçluymuş gibi bir psikoloji içerisinde
yaşama mahkum edilmiş, hala da bu
durları, yaşayan tanıkları aramızdalar.
Buna rağmen Maraş Katliamı gerçek bir
yüzleşmenin olmadığı bir katliam olarak önümüzde duruyor.
Bu katliamının sorumluları açık
bir şekilde bilinmesine rağmen, deşifre
olmalarına rağmen bu kesimler yaşanılan ve yaşatılanlardan dolayı toplumdan
özür dilememişlerdir. Yaptıkları katliam
ve insanlık suçu üzerine konuşmamışlardır. Yaptıkları işin yanlış olduğu gibi
bir pozisyon içerisinde değiller. Aksine
yaşanmışlıkların arkasında durmaktadırlar. Katliamı besleyen argümanları
her gün tekrarlamaktadırlar. Her yıl
Maraş Katliamı anmalarında devletin
koymuş olduğu tavır, tepki yine orada
yaşayan ülkücü faşist çetelerin rahatça
hareket edebilmesi ve oradaki yaşama
raş özgülünde çok başarılı olduklarını
da söyleyebiliriz. 3K dedikleri kesimleri
çok hızlı bir biçimde uzaklaştırdılar
Maraş’tan; arındırdılar. Ama dünyanın
dört bir yanına dağılmış olan Maraşlılar
da kendi kimliklerini arama mücadelesine giriştiler.
Kürtçe konuşmak büyük bir direniştir Maraş’ta. Yine Alevi kimliğine sahip
çıkmak, cemlerde dara durabilmek büyük isyandır. Sosyal adalet, eşitlik için
yürümek, etkinlikler düzenlemek büyük
bir kahramanlıktır. Şimdilerde Maraş’ta
bunun resmi çizilmeye başlanmıştır.
Bu direnişten Maraş mağdurlarının
istek ve talepleri vardır. Maraş Katliamı’nda katledilen insanlarımıza bağlılığın gereği olarak vardır. Eğer böyle bir
pozisyonda duramıyorsak, eğer hesap
aşılamamıştır.
Yıllarca Alevi hareketi, sol hareket,
Kürt hareketi Maraş’a girememiştir. Maraş merkezi bir gericileşmeye mahkûm
edilmiştir. Otuzlu yılları geçtik kırklı
yıllara geliyoruz yeni yeni Maraş’a girebiliyoruz. Maraş’ta yaşananlar toplumun
tüm kesimleri tarafından yeni bilinir
bir hale geliyor, görünür bir duruma
geliyor; “Maraş’ta bir katliam yaşandı”
cümlesinin ötesinde, yaşananların insanların gözünde tekrar somut olarak
görülür olduğu süreci yaşıyoruz. Bu
aslında Maraş’ın kendi kimliği ile yeniden buluşması durumudur.
Maraşlılar kendilerini, geçmişlerini,
topraklarını arıyorlar. Tekrar atalarıyla, gelenek ve kültürleriyle birleşme
isteği insanların bu sorunun çözülmesi
yönünde yeni adımlar atmasına vesile
oluyor.
Diğer katliamlardan farklı olarak,
katliamın tanıkları günümüzde aramızda yaşıyorlar. Birçok yaralı ve ailesini
kaybetmiş tanıklar aramızda yaşıyor;
yüzlerce ölüden bahsediliyor, 800-900
ciddi yaralanmadan bahsediyorlar, bunlar kayıtlara geçenler. Bir de kayıtlara
geçmeyenler var. Tüm bunların mağ-
müdahale edebilme gücünde olabilmesi
bu olayın yeterince tartışılıp mahkûm
edilmediğini gösteriyor. Eğer böyle bir
mahkûmiyet olsaydı bugün Maraş’taki
anmalar bu biçimiyle yasaklanmaz, saldırılara maruz kalınmazdı. Katledilenlerin yakınları saldırılara maruz kalıyor
(oysaki devletin ve güvenlik güçlerinin
koruması gereken kesim mağdurlar
iken), saldırganların istek ve arzularının
hayata geçirildiği bir Maraş resmiyle
Türkiye’nin karşı karşı olması, bu yaşanılanlardan dolayı kimsenin pişmanlık
içerisinde olmadığının bir resmi olarak
ortada duruyor.
Bu Maraş’ta devletin Kürt, Alevi ve
sol kimliğini hazmedememesi demektir. Zaten 12 Eylül’ün mimarları da 3K
(Kürt-Kızılbaş-Komünist) diye tabir
ettikleri kesimlerin ortadan kaldırılması
amacıyla iktidara geldiklerini söylüyorlardı. Bu aslında Maraş’ın kimliğinin
ortadan kaldırılması, yok edilmesi
anlamına geliyordu. 80 darbesi sonrasında Maraş’ta ve Maraş’ın köylerinde,
ilçelerinde yaşatılanlar, bu kesimlerin
Alevi toplumuna, dedelerine, pirlerine
yapılanlar, köylerde tek tek insanlara
yaşatılanlar düşmanlığın resmiydi. Ma-
sorucu bir pozisyonda duramıyorsak,
bu yaşanılanların hak edilmiş gibi algılanması olur ki; bu dehşet bir vicdansızlık ve kabul edilemeyecek bir durumdur. Bu anlamda Maraş Katliamı iyi ile
kötünün, yanlış ile doğrunun, geçmiş ile
geleceğin bir mücadelesidir. Bu anlamda
katliamın yaratıcıları olan devlet ile katliamda özelikle birinci derecede rol almış MHP gibi siyasal yapılanmaların bir
hesap verme zorunluğu vardır. Ve bütün
Maraşlıların da bu hesap sorma mücadelesinin içerisinde olması gerekiyor.
Maraş Katliamı uzak bir durum ve
olgu değildir, 36 yıl önce yaşanmıştır;
Maraş tanıkları günümüzde yaşamamaktadır. Kaldı ki; katliam gibi suçlarda
“zaman aşımı” olamaz. Bu tanıkların
desteğiyle iç ve uluslararası hukuku sonuna kadar zorlamak gerekiyor. Lahey
Adalet Divanı’na kadar gidecek süreç
başlatılmalıdır. Bunu yapmak herkesin
boynunun borcudur. Tüm insanlığın
borcudur, Alevilerin, Kürtlerin, sol ve
sosyalistlerin, demokratların borcudur. Bu anlamda Maraş şehitlerinin huzurunda, onların hesabının sorulacağı bir
faaliyet içerisinde olmak, tüm Maraşlıların borcudur.
10
Günümüzde
Aleviler
ve ilkesel
konumlanış
BÜLENT FELEKOĞLU
S
elam ile başlayan her
sözümüz, zamanda bir
mana ile aşka durduğu
sürece tüm canlarla hakikat
yolculuğumuza ışık olabilir.
Biz Alevilerin, Rızkı ve
Rızayı yaşam düsturu yapmış
olan itikadımızın bize verdiği
duyarlılıkla yolda bir olma ilkeleri
doğrultusunda ortaklaşmalara
gitmemiz gerekiyor.
“Neden” sorusu karşımıza ilk
çıkan soru olacaktır bu durumda ve
ilk ilkesel soru olacaktır.
Cevabı ise belirleyicidir. Çünkü
zülfikar
zamanda hakikat yolculuğumuz
bu ilkesel yaklaşımla kendini
korumuştur. Tüm Alevi canlar
bilir ki bugün Alevilik var ise
bu ilkesel duruşlar sayesinde
var. Bugün de varoluşumuzun
kaçınılmaz yaklaşımıdır. İktidarlar
bugün de çok yöntemli olarak
Alevilere yönelmişlerdir; kalan
ilkesel duruşları teslim almak
istiyorlar. Bu durumu net
belirleyerek karşı duruşu ya da
muhatap duruşu netleştirmek
gerekir. Yoksa boş cümlelerle ya
da afaki eylemselliklerle sürece
cevap olunamaz. Ciddiyetsizlik
ne Alevi canların, ne de biz
Alevilere yönelenlerin gündeminde
olmayacaktır. Alevilerin ilkesel
duruşlarıyla ortaklaşarak hem
muhataplık hem de gelecek
fikirlenmesi geliştirerek kendi
gündemlerini belirlemeleri
gerekiyor. Hak budur yoksa
belirlemediğimiz gündemlerin
sadece dahil olanı konumunda
oluruz.
Lakin günümüz yaklaşımları
bu dâhil olma durumunu tüm
örnekleriyle önümüze koymaktadır.
AKP iktidarı tarihte sufi yaklaşım
modellerini önüne koyarak Alevilere
bir açılım yapmak istemektedir. Bu
gönüllü bir yaklaşımın sonucu değil,
kalan asimilasyonu tamamlama
görevinin sonucudur ve iktidar
perçinlemenin harcı yapılmak
istenmektedir. Bu isteğin bize
sunulanı ise kendilerinin Sünni
tekçi akılla yorumladıkları bir
Alevi algısı ile merkeze çekme ya
da merkeze yedekleme anlayışı
ile olacaktır. Bunu şu örnekle
perçinlemek gerekir: Osmanlı’da
Hacı Bektaş Veli’nin o ilkesel aşkla
dolu yaşamının, Bektaşi ocağına
Yeniçerilerin bağlanarak Alevilerin
hiçbir zaman kimsenin askeri
olmadığı, zulme ortak olmayan,
rızkını paylaşan ilkesel yaşam
anlayışını kendini koruyan asker
kul zihniyetine çekerek sistem içine
almak istemesi örneği çok çarpıcı
olacaktır. Bu durum Hacı Bektaş
Veli’nin asla ortak olmayacağı
yaklaşım modelidir ama Osmanlı
bunu kendi algısı ile kendine
yedeklemiştir. Halen günümüzde
de bu yaklaşımın sonuçları ile karşı
karşıyayız; AKP iktidarının tam da
yapmak istediği budur. Bu algıya
karşı durmak Baba İshak’ın, Baba
İlyas’ın ve Hacı Bektaş Veli’nin
ilkesel duruşlarının bize bıraktıkları
mirasın sorumluluğudur.
Bu nedenle birinci ilkesel
duruş;
Alevi kadim tarihini,
binyıllardan süzülüp gelen yaşamı
sen yorumlayamazsın, yolu biz
yaşıyoruz gözlemleyip anlamak
isteyebilirsin, yargılayamazsın,
kendine benzetemezsin, sana
anlatabilirim gönül gözün açık ise
ama bildiğin gibi değil bu yargıların
var olduğu sürece. Beni önce benim
bildiğim gibi anlamalısın sonra biz
anlaşabiliriz.
İkinci ilkesel duruş;
Yaşam tarzım, itikadım,
cemim, ziyaretlerim, dergâhlarım,
cemevlerim ödün vermediğim
temel haklarımdır. Eğitim sistemi,
inanç ve kültürel algılarım benim
itikadi algılayışım ve yaşam tarzım
gözetilerek politika geliştirilmelidir.
Tüm kültürel, inançsal, mimari
yaşam algım eşit yurttaşlık ilkesi
algısı ile ve bana sunulan tüm bu
haklar yaşadığım ülke sınırları
içinde tüm canlara ve doğal yaşama
duyarlı olma ilkesi ile anayasal hak
olarak tanınmalıdır.
Üçüncü İlkesel duruş;
Biz Alevi canlarla ve kurumlarla
iletişime geçecek tüm kuruluşlar
öncelikli Alevi yaşam tarzı ve
itikadını ciddiye almalıdır.
Dördüncü ilkesel duruş;
Doğal toplum inanışı olan
Alevilik, Yaresanilik, Kakailik, Ehl-i
Hak, Kızılbaşlık, Bektaşilik ve Arap
Aleviliği aynı yolun sürekleridir
Ve geniş coğrafyalarda tüm
diğer doğal toplum inanışları ile
ortaklıkları vardır. Kadim tarihimiz
tek dergâh ve ya ocak anlayışı ile
anlatılamayacak kadar geniştir.
Kadim tarihimiz ayrıştırılmadan
açığa çıkarılmalıdır. Ocak, dergâh
sistemimizin tekrar yeşertilmesi
şarttır, bu bir ayrıştırma yaklaşımı
ile çözüme kavuşturulamaz. Aksi
yaklaşımlar Alevi yol ve erkânını
düşkünlüğe götürme arzusu ve bir
ajan faaliyettir.
Beşinci ilkesel duruş;
Alevi canlar ve yol gözcüleri
toplumlarıyla ortaklaşarak,
anlatarak, anlayarak yol yaşamlarını,
kendi politikalarını, mürşidi Alevi
algısıyla tüm alanlarda çalıştaylar ve
konferanslar yaparak cem olmalıdır.
Geçmiş dönem Der Cemleri bu
konuda örnektir.
Altıncı İlkesel duruş;
Biz Aleviler zamanın her
süreğinde alemde cümle can ile
aldığımız nefesi zulm olmasın diye
mana ve aşk ile besledik; bundan
sonra da hiçbir kuvvet bizi kendi
yedeğine alamaz, ama ortaklaşabilir,
gözlerini hak yolunda zulme
kapatırsa kendini ancak bizim
Rıza şehirlerimizde cümle can ile
Rızkımızı paylaştığımız yaşamda
ortaklaşabiliriz.
Bu ilkeler naçizane bizim
anladığımız mana ile canlara
aklımız, kalemimizin yettiği hal ile
dememizdir. İlkeler genişletilebilir,
derinleştirilebilir. Bunları tartışmak
aşkla güçlendirmek mana ile
yürümek gönül gözü ile pay etmek
gerek.
Hak yardımcımız, Pir yolumuz,
Musahip canımız, aşk manamız
olsun…
11
Arşivlerde Cumhuriyet Rejimi ve Aleviler
DR. ŞÜKRÜ ASLAN
A
rşiv” sözcüğü politika ve
toplumsal sorunlarla ilgili
hemen tüm kesimler için
büyük ölçüde aynı çağrışıma yol açmaktadır. Modern zaman devletlerinin “günah defterleri”. Söz konusu
olan çoğunlukla imparatorluklardan
artakalan ulus devletlerdir ve
bunların her birinin “çok gizli”
ibaresiyle işaretlenmiş belgeleri bulunmaktadır. Tahmin edileceği gibi
bunların büyük bir kısmı söz konusu devletlerin günahlarıyla ilgilidir
ve bu defterlerin üzerindeki gizlilik
kaydının ömrü adeta sonsuzdur.
Paradoksal sayılabilir ama
modern zaman devletleri kitlesel
katliamları gizlilik kaygısı içinde
rutin bir işlem olarak yaparken, aynı
zamanda bütün bu edimleri “kayıt
altına” almışlardır. Zira hiyerarşik
olarak verilen talimatların uygulandığına dair “ispat” gereklidir. Bu
yüzden en gizli edimlerin bile uygulandığına dair fotoğraflar çekilmiş
ve saklanmıştır.
Son yıllarda dünyada “arşivler”in açılması yönünde yoğun
çabalar vardır. Akademisyenler ve
akademi dışı araştırmacılar ve çeşitli
toplumsal kesimler de bu talebi
yüksek sesle dile getirmektedirler.
Siyaseten geçmişle yüzleşmenin bir
ilk adımı olan bu talebe kimi devletler bir ölçüde yanıt vermekte, bir
kısmı ise şimdilik direnmektedir.
Türkiye’de “arşivlerin açılması”
sadece Alevilerin değil, yakın geçmişle yüzleşme beklentisi olan tüm
toplumsal kesimlerin ortak dileği
olarak gündemdeki yerini koruyor.
Resmi kurumlar bu talebe karşı
dirençlerini korumaya devam ediyorlar, ancak bu arşivlerin parçaları
şu ya da bu sebeple ya da bağlamda
gün yüzüne çıkmaya devam ediyor.
Türkiye’de özellikle Dersim’le ilgili
basında yer alan “gizli” belgeleri bunun bir örneği olarak düşünebiliriz.
Bunun yanı sıra Cumhuriyet
devri üst düzey kamu yöneticilerinin kişisel arşivleri de çarpıcı bilgi
ve değerlendirmeler içermektedir.
Son yıllarda böyle örnekler de ortaya çıktı ve bu arşivler üzerinden
devletin zihin dünyasına dair ayrıntıları öğrenmek mümkün olabildi.
TBMM 7. Ve 8. Dönem Tunceli
Milletvekili olarak görev yapan Necmeddin Sahir Sılan’ın Tarih Vakfına
bağışlanan ve geçtiğimiz yıllarda bir
seri olarak yayınlanan kişisel arşivi
de bunun bir örneğidir. Sılan’ın arşivinde Cumhuriyet rejiminin Alevi
geleneğine ve toplumuna nasıl baktığına ilişkin hayli önemli bilgi ve
belgeler yer alıyor. Bu makalede söz
konusu bilgi/belgelerin toplandığı
iki kitaptan bazı detaylara yer vermek istiyoruz.
Bu arşivde yer alan belgelerden
biri “Dersim Destanı”dır.1 Şaşırtıcı gelebilir ama belgede yer aldığı
biçimiyle “destanlar” Jandarma
Genel Komutanlığı tarafından 19
Nisan 1939 tarihinde komutanlığa
ait matbaada basılmıştır. “Tunceli’li
üç aşık”a ait olduğu belirtilen bu
destanların ortak özelliği Aleviliğin
kutsal figürleri olan Seyitlere, Dedelere ve inanç pratiklerine hakaret ve
Türklüğe/devlete vurgu ve övgüdür.
Örneğin Pülümür’ün Dagbek
köyünden Ali Çavuş’un “Dersim
Destanı”nda, “veli”yi şeytan olarak
gösteren ve üfürükçü ile modern
tıbbı karşılaştıran küçük bir bölüm:
“Günlerce üfürdü geçmedi sıtmam
Bir iki hap aldım kesildi tamam
Dedim aptal mıyım nasıl anlamam
Ben veli sanmışım meğer şeytanı”
Adı Cumhuriyet, kendisi Hızır
Onsuz ağa, seyit hınzır mı hınzır
Gayrı Sakarya’dan farksızdır Munzur
Geldi Dersimlinin huzur devranı…”
Beşpınar’lı Aşık Durmuş’un
“Tunceli Destanı” da ondan aşağı
kalır değildir. “Zalim ağa ve Seyyit
denen adamlara”a ağır hakaretler
içerir. Alevi kültüründe nesnelere
yüklenen kutsal anlamla dalga geçer
ve “devletin izan verdiğini” söyler:
“Sanki illet gibi kemirmiş bizi,
bükmüş belimizi devirmiş bizi
Soymuş da soğana çevirmiş bizi
Zalim ağa, Seyyit denen adamlar
Devlet vasıta başta, değil sorguçta
Keramet olur mu kuru papuçta
Kudret görünür mü duvarda burçta
Açık gizli yüz vermeyin hayduda
Kandırdı vara yoğa sattı vicdanımızı
Zor kurtardık elinen şu tatlı canımızı
Seyyit fesada verdi bizim imanımızı
Getirdi başımıza devlet izanımızı…”
Mazgirt’li Âşık Hasan’ın “Tunceli
Destanı”nda ise artık “Seyyit, Dede”
tanınmamaktadır: Türklüğe ve
rejime olabildiğince övgü vardır:
“Karşı dağlar benimdir
Yurdu sevmek dinimdir
Türklük candan sevgilim
Onun kini kinimdir
Seyit Dede tanımam
Benziyorlar şeytana
Sözlerine inanmam
Çıktı foya meydana
Süpürgeden bir sakal
Karmakarışık yüzleri
Seslerinde var çakal
Korkunç bakar gözleri
Hamdolsun ki hükümet
Verdi tamam dersini
Ne seyit var ne gubat
Sepetledi hepsini…”
zülfikar
Destanların üçünde görüldüğü
gibi Alevi geleneğinin en önemli
unsurları ve bu geleneğin hem taşıyıcıları hem de üreticileri olarak
Dedeler, Seyyitler ve onların gündelik pratikleri sert bir tonda aşağılanmaktadır. Aşağılamanın “Tuncelili
Âşıklar” aracılığıyla yapılmış olması
elbette manidardır. İçeriden bir karşı
dil üretmek, çoğunlukla ince düşünülmüş bir politik strateji olarak
okunabilir. Fakat konuyu özgün kılan bu yayının Jandarma Genel Komutanlığı (JGK) tarafından yapılmış
olmasıdır. Bu kurumu aslında “sistem” olarak okumak gerekir. Çünkü
JGK, devletin o yıllarda ana taşıyıcı
organıdır. JGK’nın, benzer başka yayınlarının olup olmadığına bakmak
gerekir ama Dersim’le ilgili bu yayın
özel bir önem taşımaktadır.
Sılan’ın arşivinde yararlandığımız
diğer belgeler milletvekili ya da parti
müfettişi olarak CHP ve DP yöneticilerine yazdığı raporlardır.
11.12.1942 tarihinde CHP Genel
Sekreterliğine yazdığı bir raporda
Sılan, “hükümetin, dış gaileleri önledikten sonra içeride baysallığı kökleştirmek için Dersim’in ilk sırayı
aldığını” vurgular. Çünkü Tunceli,
çok hassas, çok dikkat isteyen bir
çevredir.2 Başka bir deyişle Sılan’ın
raporu rejimin, Dersim halkının
Alevi/Kürt kimliğiyle ilgili derin gerilimi ve dışlama zihniyeti içerisinde
olduğunu açıkça göstermektedir:
“Halk, eski aşiret hayatının tesirlerinden henüz tamamıyla kurtulmuş değildir. Seyitlere, ağalara karşı,
eskisi gibi açık ve köklü olmasa bile
yine saygı ve bağlılık gösterenler,
eski batıl itikatların zebunu olanlar
bulunmaktadır. (…) İlk zamanlarda
hükümetçe alınan tedbirlere göre,
garba nakledilen kafilelerden yakasını kurtarabilmiş olanlarla garba
gönderilenlerin bu çevredeki yakınları arasında bugün dahi seyit diye
anılan ihtiyar-genç bir zümrenin,
eski seyit ve ağaların boşluklarını
12
zülfikar
doldurmak için kendilerine muhit
hazırlamaya başlaması ve eski aşiret
ve tarikat hayatının tesirleri ile seyitlere mensup olanlarla, yani seyit
taslaklarına gizlice para toplanarak
verilmesi, güneşe ve suya tapmak,
ziyaret yerlerine koşmak gibi eski
itiyatlara sadakat gösterilmesi ve bu
arada geniş toprak sahiplerinin fakir
halk tabakaları üzerinde müessir bulunması, eski ve batıl itikatlarla birlikte zararlı unsurların bu çevredeki
durumlarını açıkça belirtmektedir.”
(s. 336)
Sılan, “Tunceli halkının eski ve
batıl itikatlardan kurtarılması için
verir. Belirttiğine göre Mazgirt’te
Seyit olduğu bilinen Ali Koç, Sılan’a
şunları söylemiş: “Efendi, güya
bende cennetin anahtarı varmış,
kızdığımı mahvedermişim. Vallahi
bunlar iftiradır, eğer böyle bir kerametim olsa önce Ali Yıldırım’ı yok
ederim. Seyitlik de, Dervişlik de boş
şeylerdir. Bilhassa Atatürk ve İnönü
çağında buna kim inanır.” (s. 351)1
Necmeddin Sahir Sılan 14 Mayıs
1950 tarihli CHP Genel Başkanvekilliğine gönderdiği istifa dilekçesinde parti içinde, Tunceli sürgünlerinin memleketlerine dönmelerine
yönelik kendisinin de dâhil olduğu
aramak üzere gittiği Ankara’da ilgili
müdürlüklerle ve bakanla görüştüğünü ve bu sırada bir bakanın
kendisine; “senin Kürtler mi, bırak
ölsünler” dediğini aktarır. (s. 389)
Sılan, 1950 yılında artık Demokrat Parti üyesidir. Fakat verdiği
bilgiler aynı zihniyetin DP içinde de
devam ettiğini göstermektedir.
“Erzincan İli Parti Teşkilatımızın
Durumu” başlıklı 20 Ağustos 1952
tarihli Demokrat Parti’ye sunulmuş
raporda en ilgi çekici noktalardan
birisi Erzincan Merkez İlçe kongresinde Alevilerin yönetimde çoğunluğu sağlamış olmalarının yarattığı
belirtir.” (s. 423)
Demokrat Parti Genel İdare Kurulu’na yazılmış 20 Eylül 1952 tarihli
raporda özel kanunla Tunceli’nin yönetildiği yıllarda Erzincan’daki Alevi
vatandaşların da muhtelif sebepler
ve bahanelerle yerlerinden yuvalarından sürülmesi, hatta öldürülmesi
gibi haller”, Erzincan ve çevresinde
derin bir hoşnutsuzluk yaratan en
büyük amil olmuştur. (s. 450) der
Sılan.
Rejimin Alevileri hedef aldığına
ilişkin bundan daha açık bir ifade
olmazdı. Sılan’a göre “% 95’i Alevi
vatandaşlardan teşekkül etmekte
bu çevrede aydınlatıcı ve ilerletici
hamle ve teşebbüslere ara verilmemesini” önermektedir. (s. 336)
Büyük ölçüde bu gerilimlerin
etkisiyle olmalıdır ki parti ve Tunceli
arasındaki ilişkilerde “Tunceli’nin
hususiyetlerinden birisinin de parti
işlerinde çalışacak unsurların bulunmasındaki zorluklar olduğunu” vurgular. Benzer bir durum Halkevleri
ve Halk Odaları için de geçerlidir.
Örneğin Pülümür’de biri merkezde
(Halkevi) birisi de Tahsini’de olmak
üzere iki yer bulunmasına karşılık,
Pülümür’deki Halkevinde çalışacak
kimse bulunamadığından işlevsizdir.
Tahsini’deki de “esaslı bir faaliyette
bulunmamaktadır.” (s. 343) Hozat
Halkevi ise sadece dışarıdan bir misafir geldiğinde açılır, başka zaman
kapalıdır. (s. 353)
Raporda rejimin Alevi kimliğiyle kurduğu ilişkiye dair Necmettin
Sahir Sılan ilgi çekici diyaloglara yer
girişimlere parti yönetiminden tepki aldığını belirtir ve Meclis Grup
Başkanvekilinin kendisine “sen, bu
Kürtlerin işleriyle uğraşma” dediğini aktarır. (s. 386) Aynı şekilde
Kayseri’de ikamet etmekte olan
sürgünlerin buradan ayrılmalarına
izin verilmemesi üzerine TBMM’ye
verdiği soru önergesi nedeniyle bazı
milletvekillerinin kendisine söylediği sözlerin yüz kızartıcı ve ürkütücü
olduğunu belirtir. (s. 388)
Kendi seçim bölgesi olan Tunceli’de insanların açlıktan ölmekte
olduklarını bizzat iletmek ve çare
gerilimdir. Sılan’ın gözlemlerine
göre bu durum parti içinde ciddi bir
sorun yaratmış ve buradan hareketle
Türklük-Kürtlük, Alevilik-Sunnilik
ayırımı tetiklenmiştir. Sılan’ın tavsiyeleri “Alevi hüviyetine sahip
kişilerin şu veya bu sebeple partiden
ihracına matuf herhangi bir hareketten bugünün şartları içinde içtinap
edilmesidir. (s. 401-402) Sılan’ın
gözlemlerine göre CHP’den ayrılıp
Demokrat Partiye katılmak isteyen
Alevi vatandaşlara partinin kapıları
aylarca kapalı tutulmuştur. (s. 424)
“Tunceli İli Parti Teşkilatımızın Durumu” başlıklı Demokrat
Parti’ye sunulan 30 Ağustos 1952
tarihli raporunda ise İskân Kanunu
ile batıya gönderilen Tunceli’lilerin sayısının 20.000 dolayında
olduğunu söyler. Kalanlardan
bazılarının Emniyet Müdürlüğü
gözetiminde bulundurulduklarını
ve özel fişlemeye tabi tutulduklarını
olan bu vatan parçasında çok dikkatli ve uyanık bulunmak” gerekir.
(s. 444) Bu ifade belki de bütün bu
süreci anlatan anahtar cümledir.
Sonuç olarak kişisel bir arşivde
bile sadece küçük bir bölümünde
Alevilerin nasıl bir dışlanmaya tabi
tutulduğunu görmekteyiz. Gerçekte
arşivler açıldığında Alevilerin de dâhil olduğu inanç ya da etnik kimlik
birey ve gruplarının rejim tarafından dışlandıklarını daha açık olarak
görmek mümkün olabilecektir.
(Endnotes)
1
Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik: Dersim-Sason
(1934-1946), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s. 289-312
2
Doğu Sorunu: Necmeddin
Sahir Sılan Raporları (1939-1953)
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010
1
Her şeyden önce başarı ve olumlu
diye aktardıklarının başında okulların açılması, insanların Türkçe konuşması ve Kürt
olduklarından utaanmış olmalarının altını
çizer Sılan. Bu çok dikkat çekici bölümüdür.
Sılan, kendisine “bize Kürt diyerek zulüm ediyorlar, Kürt olsak sizinle Türkçe
konuşabilir miyiz” diye soruyor ve Sılan’ın
ona verdiği yanıt şöyle: “Size Kürt diyenlerin
kendileri, Kürttürler”. (s. 349)
13
zülfikar
Alevi örgütlenmesinde ocak
sistemi ve egemenlerin tavrı
KEMAL BÜLBÜL
İ
nançsal, kültürel, siyasal, ekonomik…
Yaşama ve topluma “Hizmet etmek”
isteyen her yapının sosyal bir yapısı
vardır. Bu yapının modern zamanlardaki adı
örgüt/örgütlenmedir. Örgütlenmenin, örgütün
kendi içinde özgün bir yapısı vardır. Bu
özgünlük kültürel, sosyal, ekonomik ve hukuksal
disiplinleri içerir. Örgütlenmeler öylesine
özgünlükler içerir ki kendi içinde orijinal iletişim
biçimi, sosyal bireysel davranışlar, ritüeller ve
hatta bir dil bile oluşturur.
Alevi örgütlenmesinin adı “Ocak”tır. Ocak
Alevi inancının tüm süreçlerini yaşayan ve yaşatan sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik, hukuksal bir yapıdır.
Aleviliği böylesi bir örgütlenmeye iten sebepler nedir? Ocak örgütlenmesinin inançsal,
kültürel, ekonomik, hukuksal yönü olmasına karşın onu devletten ayıran temel yapı nedir? Ege-
menler Aleviliği yok etmek için hangi yöntemleri
kullanmışlardır? Ocak yapısı neden egemenlerin
hedefi olmuştur? Bu soruların cevabı çok önemlidir. Günümüzde eksik ve yanlış bilinen, bu
nedenle eksik ve yanlış tartışılan birçok konuya
açıklık getirecektir.
Ocak, mürşit, pir (dede), ana, rehber, talip
topluluğunu içeren sosyal yapıdır. Yapının örgütlenme biçimi dikey, hiyerarşik egemenliğe göre
değil, yatay ve eşit ilişkilere göre düzenlenmiştir.
Ancak yataylık ve eşitlikten salt ve mutlak eşitlik
anlaşılmamalıdır. Ocağa karşı toplumsal sorumluğu olanlar ile talipler arasındaki fark temsil
becerisi, bilme, uygulama ve sorumluluğun gerekleri kadardır. Bu gereklilik dikey hiyerarşide,
devlet yapısında veya egemen zihniyetlerde oldu-
larıyla ocağa karşı sorumluluk taşırlar. Yanlışlar,
doğrular, hatalar, suçlar “Öbür dünyaya, ahirete
havale” edilmez.
Alevi inancının “Ocak” şeklinde örgütlenmesinin asıl nedeni inancını kendi yaşatma, örgütleme biçimiyle ilgilidir. Ocağın kendi içinde ekonomik, sosyal, hukuksal, bireysel, ailevi ilişkileri
düzenleyen kurum ve kuralları vardır. Ekonomik
olarak, mürşitten talibe kadar her birey üretim
yaşamının içinde olmak zorundadır. Çalışmadan,
üretmeden geçinmek rızalığa aykırıdır. Tarih
boyunca tüm Alevi mürşit ve pirleri, âşık, sadık,
ermiş ve dervişleri mutlaka üretim yaşamının
içinde olmuşlardır. Yapılan işler genellikle,
rençperlik denilen çiftçilik, çobanlık, zanaatkâr
esnaflık vb.dir. Taliplerin ocağa düzenli olarak
Çıralık/Hakullah vermesi gerekir. Ocakzadeler
Çıralık/Hakullahı toplar, ocağın ihtiyaçları veya
muhtaç olan taliplerin ihtiyaçlarını gidermek için
değerlendirir. Aleviler Bizans, Selçuklu, Osmanlı
döneminde egemen devletin “Vergi, salma” gibi
talana dayalı sistemini kabul etmemiştir. “Ben
ocağıma Çıralık/Hakullah veriyorum!” diyerek
devletlerin vergi sistemine karşı çıktığı için toplu
ğu gibi “Emir, komuta” düzeni değildir. Ocakta
efendiler ve hizmetçiler yoktur. Her birey birbirine ve ocağın özgün yapısına karşı sorumluluk
taşımak, Hak ve hakikat yolunda rızalık almak ve
vermek zorundadır.
Hak, hakikat, hakkaniyet, rızalık ve eşitlik
ilişkisi üzerine örgütlenen Alevilik egemen, ezilen ilişkisini reddeder. Bu anlamda Aleviliğin
kutsal değerleri klasik Tanrı, Allah anlayışıyla
semavi dinlerin egemenlik ilişkisine benzemez.
Semavi dinlerde toplumsal olarak ümmete, bireysel olarak mümine verilen rol “Öbür dünya için
imtihanda olduğunu bilmek ve ahiret için ibadet
etmektir!” Kuşkusuz semavi dinlerin de dünyevi
ilişkileri, toplumsal ahlaki formları, toplumsal
ilişkileri düzenleyen kuralları vardır. Ama Aleviliktekinden farklıdır. Alevilikte toplumsal, bireysel, ailevi, inançsal vb. ilişkileri düzenleyen şey
ocak sisteminin ruhudur. Talipler tüm davranış-
katliama maruz kalmışlardır. Aleviler aynı zamanda devletlerin “Hukuk sistemini” de kabul
etmemişlerdir. Yaşadıkları sorunları devletlerin
yargısına, mahkemesine, kadısına, camisine, kilisesine götürmemiş Alevi inancındaki Yol/Erkân
hakikati üzerinden cemlerde ve yolun usulünce
oluşturulan ortamlarda çözüm bulmuşlardır. Adı
geçen devlet/imparatorluk veya krallıkların devşirme asker talebini de Aleviler kabul etmemiştir.
İnançsal olarak zaten egemen devletin dinini
kabul etmeyen Aleviler devletlerin hedefi haline
gelmişlerdir.
Görüldüğü gibi “Ocak sistemi” tamamen sivil,
toplumsal bir örgütlenmedir. Devlet gibi dikey
yapılanan, emir komuta ilişkisine bağlı olan
örgütlenmelerin dışında bir tür özerk ve özgün
örgütlenmedir. Ocağın kendi içinde eğitim kurumu da vardır. Ocağın, bugünkü “Örgün eğitim/
Okul” kurumu dergâh ve tekkeler, yaygın eğitim
14
kurumu ise toplumsal, inançsal, ahlaki ilişkileri
örgütleyen Alevi yaşamı ve cemlerdir. Cem ocağın iradesini inançsal, kültürel, hukuksal olarak
yürütme yetkisine sahip pirlerin taliplerle direkt
ilişkiye geçtiği sosyali kültürel, inançsal ortamdır.
Tarih boyunca “Alevileri yola getirmek!” isteyen egemenler ocaklara saldırmış ve ocak yapısını dağıtmaya çalışmışlardır. Zira Alevi Ocakları
devletlere vergi ve devşirme asker vermemiş,
devletlerin hukuk sistemini kabul etmemiş, devletlerin egemen din anlayışını ise kökten reddetmiştir.
Yazımızın konusu olmadığı için ayrıntıya
girmeden bir tarihi gerçeği vurgulamak isteriz.
Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasında dönemin Türkmen Alevileri öncü rol
oynamıştır. Ancak beylikten, imparatorluğa dönüşme sürecinde bildik devlet yapısına bürünen
Selçuklu ve Osmanlı, Alevileri toplu katliama
uğratmıştır. Beylik sürecinde Alevi mürşitlerinden fikir ve öğüt alan yöneticiler, devletleşme
sürecinde, “Devlet zihniyetinin gereklerine göre”
davranmaya başlamış devletin kurumlarını da bu
zihniyetle oluşturmuşlardır. “Alevi ayaklanmaları” incelendiğinde bu hakikat bariz bir şekilde
görülecektir. 1235/1240 Baba İlyas, Baba İshak
hareketinden, Koçgiri ve Dersim katliamına kadar devletlerin amacı Alevi inancını sosyal, kültürel, hukuksal, ekonomik, inançsal olarak örgütleyen, özerk ve özgün ocak yapısını dağıtmaktır.
Osmanlılar, Alevilere uyguladıkları asimilasyon, baskı, zulüm, sürgün, katliam ve soykırıma
rağmen başa çıkamadıklarını, ocak yapısını
dağıtamadıklarını görünce “Kaleyi içte fethetme!” yoluna gitmişlerdir. Osmanlıya göre “İçten
fethedilecek kale” Hacıbektaş Ocağıdır. Osmanlı
Devleti defalarca Hacıbektaş ocağına müdahale
etmiş ve Hacıbektaş Ocağının “Alevi süreğini”
sürdüren mürşitleri Osmanlı’ya başkaldırmıştır.
Şah Kalender Çelebi Hareketi bu başkaldırıların
en görkemlisidir. Kimi “Tarihçilerin” Hünkâr
Hacıbektaş’ı “Osmanlıcı” veya “Hacıbektaş
Anadolu’yu Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için
geldi!” tezi tamamen uydurma olup Osmanlının
bitmez tükenmez oyunlarının bir parçasıdır.
1826 yılında “Tahta oturan” Osmanlı hükümdarı II. Mahmut Türkmen, Alevi dergâh ve
tekkelerini kapatmış, mürşit, postnişin, pir ve
ocakzadeleri tutuklatmış, sürgüne göndermiştir.
II. Mahmut da ecdadının geleneğini sürdürmüş,
önce Hacıbektaş Ocağına müdahale etmiştir. Dönemin Postnişini Hamdullah Çelebi’yi tutuklatmış, Kırşehir’de kadıların “Yargılaması” sonucu
Hamdullah Çelebi Amasya’ya sürgün edilmiştir.
Dergâha Sünniliğin Nakşibendî Tarikatına yakın
hocaları “Postnişin” diye atayan Mahmut Efendi
Aleviliği resmen yasaklamıştır. Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra Mustafa Kemal ve kurucu
zihniyetin Alevi politikası II. Mahmut’un güncellenmesinden başka bir şey değildir.
1826’dan 3 Mart 1924’de kadar Alevilere karşı sistematik bir Osmanlı Politikası yürütülmüş
zülfikar
30 Kasım 1925 tarihli “Tekke ve Zaviyeler Kanunu” ile Alevilik resmen yasaklanmıştır.
Cumhuriyet Osmanlı devlet zihniyetini aynen
devam ettirmiş Şeyhül İslamlık kurumunu da
“Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak düzenlemiştir.
3 Mart 1924’te kabul edilen “Tevhidi Tedrisat,
Riyaseti Diyanet” gibi kanunlarla oluşturulan
kurumsal devlet yapısı tümüyle “Tek Kimlik” yaratmak içindir. “Şark Islahat Planı” vb. sürgün ve
katliam planları Türk/İslam dışındaki kimlikleri
özellikle de Kürtleri ve Alevileri hedef almıştır.
1826 II. Mahmut dönemi, 1876 “Kanuni
Esasi”, 1839 Tanzimat Fermanı, İttihat ve Terakki dönemi, I. II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet!
Bu süreç devletin zihinsel, kurumsal kimliğinin
belirlendiği dönemdir.
İttihatçıların “Kızıl Elma/
Turancılık, Pan Türkizm”
hayalleri 1915 Ermeni
Soykırımının sebebidir.
Ermenileri “Tehcir Kanunu” ile soykırıma uğratıp,
kalanları da susturan,
Rumları yerinden yurdundan edip sürgüne gönderen
(kalanlar da 6/7 Eylül 1955
Provokasyonuyla sürüldü!)
devlet için sıra Kürtlere,
Alevilere gelmiştir. 6 Mart
1921/17 Haziran 1921
arasında yürütülen Koçgiri Katliamı ise devlet
için çok özel bir harekât
olup “Türk/İslamcı Tekçi”
kimlik için Kürt/Alevileri
yok etme planıdır. Osmanlı
döneminde Ermenilerin,
Türkmen Alevilerin kökü
kazınmış “Şimdi sıra Kürt/
Alevilerdedir.” Çünkü Kürt
Aleviler hem etnik kimliğine sahip çıkmakta,
hem de ocak sistemini yaşatmaktadır. Bu iki şey
devlet için “Çok tehlikelidir!” Koçgiri ve Dersim
Soykırımının sebebi Kürt/Alevilerin her iki kimliğini ısrarla örgütlü olarak yaşatıyor olmasıdır.
Aleviliğin Ocak sistemi yaşadıkça devlet
egemenliğini kuramayacak, “Tekçilik” yaşam
bulmayacak, Aleviler sivil, özerk bir güç olarak
devlete sorun çıkaracaklardır. Nitekim yüzyıllarca devam eden “Alevileri ve Aleviliği yok etme
planı” Koçgiri ve Dersim soykırımıyla sonuca
ulaşmıştır. Mustafa Kemal Sivas’tan Ankara’ya
giderken 22 Aralık 1920’de Hacıbektaş’a uğrar.
M. Kemal’in Hacıbektaş ziyareti üzerine birçok
spekülasyon vardır. Hacıbektaş’ta bir gece kalan
Mustafa Kemal Bektaşilerin Dede Babası Salih
Niyazi Efendi’yle ve Hacıbektaş Ocağı Mürşidi
Cemalettin Çelebi ile görüşür. 23 Nisan 1920’de
TBMM açıldığında Ocak Mürşidi Cemalettin
Çelebi TBMM Başkan Yardımcısı tayin edilen
iki kişiden biridir. Ama Cemalettin Çelebi Ankara’ya hiç gitmez, toplantı ve oturumlara katılmaz.
Koçgiri Katliamını bir Arnavut Devşirmesi olan
Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman eliyle
yürüten TBMM dönemin Teşkilatı Mahsusa
(Bu günkü MİT) Başkanı Hüsamettin Ertürk’ü
Cemalettin Çelebi’yle görüşmek için Hacıbektaş’a gönderir. Bu arada Koçgiri Katliamı devam
etmektedir. Hacıbektaş Ocağı mürşidi Cemalettin Çelebi’nin Koçgiri Katliamına karşı olduğu
yolunda bilgiler vardır. Tam da bu dönemde
Teşkilatı Mahsusa Reisi Hüsamettin Ertürk Hacıbektaş’ta bir aya yakın kalır. Hüsamettin Ertürk
Hacıbektaş’tayken Ocak Mürşidi Cemalettin Çelebi Hakka Yürür!.. Bize göre Hacıbektaş Ocağı
Mürşidi Cemalettin Çelebi’nin Hakka yürümesi
Teşkilatı Mahsusa’nın planlı bir cinayeti olabilir!..
Osmalı’da Türkmen Alevileri, Cumhuriyet ile
Koçgiri ve Dersim’de Kürt Alevileri “Halleden”
zihniyet nihayet Aleviliği istediği hizaya getirmiştir. Ocaklar dağılmaya yüz tutmuş, Aleviliğin
özgün yapısı bozulmuş, ocakzadeler sindirilmiş,
talipler asimilasyon yoluyla Aleviliğe yabancılaştırılmıştır. Baskı, işsizlik, yoksulluk, yeterli
tarım arazilerinin olmayışı, olanın da verimsizliği
tesadüf değil devletin bir planıdır. Bu bunalım
1950’lerin sonunda kentler toplu göçleri ve Avrupa serüveniyle devam edecektir. Alevilerin kentlere göçü ve Avrupa’ya işçi olarak yollanması da
planın bir parçasıdır.
Alevilerin bu gün karşı karşıya olduğu açmazlardan biri de 1960’ların özellikle ikinci yarısında
meydana gelen gelişmelerdir. Üniversite gençliğinin öncülüğünde gelişen sol, sosyalist uyanışta
Alevi Gençliği öncü roldedir. Alevileri tümüyle
sola, sosyalistlere kaptırmak istemeyen devlet
önlemini alır ve Türkiye Birlik Partisi (TBP)
kurdurur. Kentlere göç eden Aleviler birden bire
“Yöre derneği” kurmaya başlarlar ki bu furya
hala devam etmektedir.
15
Alevilikte Dönüklük
HAMZA AKSÜT
B
u yazıda Alevilikteki
dönük kavramını
ele alacağım. Alevi
toplulukların kökeniyle ilgili
yaptığım sorulu-cevaplı
periyodik televizyon ve radyo
programlarındaki en ilginç
sorulardan biri bu konu üzerinedir.
Alevi soyundan gelen yeni kuşaklar,
“Hocam, bizim köyde bizim sülaleye
dönük deniyormuş, biz daha
önce başka bir dinden (örneğin
Hıristiyanlık) ya da etnisiteden
(örneğin, Rum, Ermeni) iken yakın
zamanda Aleviliğe geçmişiz, doğru
mu?” şeklinde soru yöneltiyorlar.
Hemen belirteyim; bu sorunun
cevabı, kesinlikle “Hayır”dır. Yeni
kuşakların içine düştüğü bu durum,
Alevi sözcülerinin ve örgütlerinin
yalnızca siyasal söylemde bulunarak
bu konularla ilgilenmemesinin bir
sonucudur.
Aleviliğin tarihsel ve temel
kurumu pir/dede/hanedan/taife
örgütleridir. Bu örgütler, Fatıma’nın
soyundan olan seyyidler ile onlara
bağlı Kürt, Türk, Arap, Abdal, Rom
ve Fars taliplerden oluşur. Aleviliğin
oluşum sürecinde seyyidler çeşitli
Kürt, Türk, Arap, Abdal, Fars ve
Rom aşiretleri içine dağılmış ve bu
aşiretlere pirlik yapmaya başlamıştır.
Her seyyid, hangi aşirete sığınmışsa
onun dilini konuşmaya başlamış,
ancak o aşiretlerin bireyleriyle
evlenmeyip seyyidlerle evlenmiştir
ve bu durum Aleviliğin en temel
kurallarından biri haline gelmiştir.
Aleviliğin en temel kurallarından
biri de, bu aşiretlerin bireylerinin
kendi seyyidlerine ikrar vermesi,
onların talibi olması ve ikrarından
dönüp başka bir seyyid grubuna
ikrar verememesidir. Yüzyıllarca
bu yapıyı titizlikle koruyan
Alevilikte son yüzyıllarda bu
durumun aleyhine bazı girişimler
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Alevi coğrafyasının en batısında
olan Hacı Bektaş Ocağı, hem bu
coğrafi konumu hem de Babagan
Alevilerden (atası Alevi olmayıp
Aleviliğe geçenler) aldığı entelektüel
destekle, öteki ocakların taliplerine
ikrar bozdurup kendi ocağına
bağlama çabasına ve hevesine
girişmiştir. Doğal olarak bu durum,
öteki ocaklarca tepkiyle karşılanmış,
zaman zaman silahlı çarpışmaya
kadar gelişen olaylar görülmüştür.
Hacı Bektaş Ocağı, özellikle
doğudan Orta Anadolu’ya göçen
Alevi topluluklara el atma ve onları
mürşidinden ayırarak kendisine
bağlama çabasına girmiştir. Bu
çabanın somut bir göstergesi
olarak, el attığı ocağın taliplerinden
seyyidlerinin piri, taliplerinin
ise mürşidi olan Dede Garkın
seyyidleri Malatya’da kalmıştır.
Bu durumu bir fırsat olarak gören
Hacı Bektaş Ocağı seyyidleri, Şeyh
İbrahim Ocağının dede ya da
taliplerine el atmış, onların Dede
Garkın’a olan ikrarını bozdurmaya
çalışmış, seyyidler bu durumu kabul
etmeyince taliplere icazetname
vererek onları dede/pir olarak
görevlendirdiğini ilan etmiştir.
İcazetname alan dede olan talip,
akrabalarını kendisine talip edinip
Dede Garkınlılardan koparak Hacı
Bektaş Ocağını mürşid olarak
benimsemiştir. Bu durumda,
Çorum’daki Şeyh İbrahim Ocağı
ikiye bölünmüş, ikrarını sürdüren
Aleviler, talip iken dede olan kişilere
“dikme”, ona bağlı olanlara da
“dönük” ve “purut” adını takmıştır.
Bu durum, Sultan Samıt, Ali
Seydi, Pir Sultan gibi ocaklarda da
görülmüş ve ikrarından dönenlerle
evlilik dahi yasaklanmıştır.
Seyyidlik kurumuna son derece
zülfikar
edilmesi gereken bu kişiler, posta
oturmaya devam etmiştir. Bütün
bunların bir sonucu olarak inanç ve
ikrarda bozulmalar ortaya çıkmıştır.
On iki post aşağılaması
Hacı Bektaş Ocağı, öteki
ocakları kendisine bağlamak için
başka formüller de geliştirmiştir ki,
bunlardan en dikkate değer olanı,
on iki post söylemidir. Bu söyleme
göre Alevilikte 12 ocak vardır ve bu
ocakların her birinin Hacı Bektaş
Tekkesinde postu vardır. Ne var ki,
burada söz konusu olan postlardan
yalnızca Hacı Bekta, pirlikle ilgilidir;
ötekiler ise hizmet sahipleridir.
Bu hizmetlerin ne olduğuna bir
bakalım:
1.
2.
3.
4.
5.
Mürşit: Hacı Bektaş Ocağı
Rehber: Emircem Sultan
Türbedar: Hızır Lale Civan Sultan
Aşçı: Karadonlu Can Baba (Avuçan)
Ekmekçi: Seyyid Mahmud Hayrani
(Hacı Kureyş)
6. Şerbetçi: Kızıl Deli/Seyyid Ali (Ali
Seydi)
7. Nakip: Sarı Saltuk (Sarı Sultan)
8. Meydancı: Seyyid Cemal Sultan
(Derviş Cemal, Cemal Abdal)
9. Atçı: Boz Geyikli Dede Garkın
10. Kurbancı: Şeyh İbrahim Hacı Sultan
11. Kahveci: Şeyh Şazeli Sultan
12. Mihmandar: Kolu Açık Hacım Sultan
Görüldüğü gibi, Türkiye
ve Suriye’deki Alevilerin bir
bölümünün mürşidi/serçeşmesi olan
Dede Garkın Ocağı, atlara bakmakla
görevli! Dede Garkın’a bağlı Şeyh
İbrahim ocağı, kurban kesmekle
görevli!
Yine, serçağlan olan Avuçan,
aşçı, yemek yapmakla görevli!
Avuçan’a bağlı Hacım Sultan Ocağı
(merkezi Malatya Karaca, Basak
ve Başkınık köylerinde) misafir
ağırlamakla görevli! Avuçan’a bağlı
şeyh Şazeli Ocağının hizmeti daha
renkli: Kahvecilik. Ali Seydi dedeleri
ise şerbet yapıp dağıtmakla görevli
kılınmış! Hacı Kureyş pirleri ekmek
pişirip dağıtmakla görevli!
dede/pir tayin etmek amacıyla
“icazetname” adı altında belgeler
düzenlemiştir. Bu çabanın bir
sonucu olarak öyle bir duruma
gelinmiştir ki, talip, akrabalarından
da aldığı destekle yer yer kendi
seyyidine dedelik yapma hevesine
kapılmıştır.
Konuyu bazı örneklerle
açıklamak daha yararlı olacaktır.
Malatya’daki bazı Şeyh İbrahim
talipleri Çorum yöresine göçerek
köyler kurmuştur. Şeyh İbrahim
bağlı Alevilerin direncini gören
Hacı Bektaş Ocağı, yeni taktikler
geliştirerek başka ocağın seyyidlerini
“dikme dede/pir” olarak tayin etme
fırsatçılığına başvurmuştur.
Üstelik; Hacı Bektaş seyyidleri,
köylere gidip mürşid postuna
oturma görevlerini de ihmal ederek
köylere yalnızca harman zamanı
“hakullah” toplamak için gitmeye
başlamıştır. Mürşid denetiminden
yoksun kalan dikme dedeler, birçok
suistimale başvurmuş, düşkün ilan
İşin daha vahimi:
Kara Donlu Can Baba’nın
Avuçan, Seyyid Ali’nin Ali Seydi,
Seyyid Mahmud Hayrani’nin
Hacı Kureyş, Seyyid Cemal’in
Derviş Cemal ve Cemal Abdal
olarak sunulmasıdır ki, ocakların
adını ve kimliğini bozmayı
amaçlayan bir plandır. Avuçan
Ocağının Karadonlu Can Baba ile
uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Karadonlu Can Baba, Karadon
köyünden olup Hacı Bektaş’ın
yanındaki hizmetkârlardan biridir,
16
üstelik seyyid de değidir.
Avuçan’ın kurucusu ise Ebu’l
Vefa ve Seyyid Mençek’tir.
Karadonlu Can Baba’nın
türbesi, Kırıkkale’nin Balışeyh
kasabasındadır.
Ali Seydi, Dede Garkın
halifesidir ve türbesi Malatya’nın
Yazıhan ilçesine bağlı İriağaç
köyündedir. Hacı Bektaş
ailesinden olan Seyyid Ali’nin
(Kızıldeli Sultan) türbesi ise
Yunanistan’da, Dimetoka
yöresindeki Kızıldeli çayı
kenarındadır.
Hacı Kureyş Ocağının
kurucusu Mahmudü’l Kebir
(Büyük Mahmud) olup türbesi
Gaziantep’in Yavuzeli ilçesinin
Yukarı Kayabaşı köyündedir.
(Bu yöre, eski kaynaklarda
Gures olarak geçer.) Seyyid
Mahmud Hayrani ise Akşehir
kadısı olup Mahmudü’l Kebir ile
ad benzerliği dışında bir ilgisi
yoktur.
Hacı Bektaş halifesi olan
Seyyid Cemal ile Avuçan halifesi
olan Cemal Abdal’ın da bir
ilgisi yoktur. Cemal Abdal’ın
türbesi Elazığ’ın Karakoçan
ilçesindedir. Seyyid Cemal’in
türbesi Kütahya’dadır. Aynı
şekilde Derviş Cemal ile Seyyid
Cemal’in bir ilgisi yoktur. Derviş
Cemal, Dersim yöresindeki
Şeyhhasan aşiretlerinin dede
ocağıdır. Avuçan’a bağlı Sarı
Sultan ile Hacı Bektaş halifesi
olan Sarı Saltuk’un bir ilgisi
yoktur.
12 post söyleminin en
vahim tarafı, bu listede başta
Baba Mansur olmak üzere,
30 dolayında ocağın adının
geçmemesidir. Bu ocaklar,
kahvecilik ve ekmekçiliğe
dahi layık görülmeyerek yok
sayılmıştır.
Tarık-pençe çekişmesi
Hacı Bektaş Ocağıyla
öteki ocaklar arasındaki
çekişme, sembol alanında da
kendini göstermiştir. Hacı
Bektaş seyyidleri, henüz tespit
edemediğimiz bir tarihte
Aleviliğin en kutsal sembolü
olan tarıkı (erkân) bırakarak
onun yerine yalnızca pençe
kullanmaya başlamıştır. Tarık,
Alevilikte, görgü ve sorgudan
başarıyla geçen talipleri
kutsamak için kullanılan kutsal
zülfikar
değneğin adıdır. Dede/pir, görgü
ve sorgudan geçen bu taliplerin
sırtına “Allah, Muhammed, Ali”
diyerek üç kez vurur ve böylece
onların düşkün olmadığını
ilan eder. Görgü ve sorgunun
gerekmediği cemlerde ise pençe
kullanılır. Dede/pir, “Allah,
Muhammed, Ali” diyerek talibin
sırtına sağ eli ile üç kez vurur.
Mücadelesini sembolle de
desteklemek isteyen Hacı Bektaş
seyyidleri, dikme dedelerin tarık
kullanmasını yasaklar, onların
yalnızca pençe kullanmasını
şart koşar. Böylece Alevilikte
tarıkçı ve pençeci terimleri
ortaya çıkar. Pençeci, dönük ile
eşanlamlı olarak kullanılmaya
başlar. Hacı Bektaş seyyidleri
özellikle, Şarkışla ve Amasya
yörelerinde başarılı olurlar.
Batı Anadolu’daki Yanyatırlı
ve Hacı Emirli ocakları (Alevi
olmayanlar bunlara Tahtacı der)
dahi bu çabalara prim vermezler.
Malatya, Erzincan ve Dersim
yörelerindeki Aleviler ise bu
duruma şiddetle itiraz ederler.
Mücahidin alayı toplamak
amacıyla bölgeyi gezen Hacı
Bektaş dedesi Cemaleddin’in
tarıkları kırmak istemesine
silahla karşılık verilir ve adı
geçen dede bu hevesinden
vazgeçer.
Hacı Bektaş Ocağı, bu
çabalarında, İttihad ve Terakki
akımının sözcülerinin ortaya
attığı Hacı Bektaş’ın tek mürşid
olduğu tezinden aşırı derecede
yararlanmıştır. 1960’lı yıllardan
itibaren Alevilikten hızla
uzaklaşan talip ve dede çocukları
yer yer bu teze kanmaya
başlamış, herkes yukarıda
sıraladığımız 12 postta kendisine
bir yer aramaya başlamıştır. Ad
benzerliğiyle de olsa kendisini
oraya yamayanlar sevinmiş,
ötekiler ise mahzun kalmıştır.
Bu seyyid çocukları, 12 post
söylemindeki aşağılamanın
ve kendilerinin seyyidliğinin
iptalinin farkına varamayacak
kadar bilinç kaybına uğramıştır.
Bu durum, Alevilik açısından
en vahim tehlikedir. Neyse ki,
son yıllarda mürşid ocaklarının
seyyidleri, İttihad Terakki’nin
bu tezinin yanlışlığının farkına
varmaya başlamıştır. Alevi
sözcülerine düşen görev, mürşit
ocaklarının bilincini yükseltecek
söylemlerde bulunmak
olmalıdır.
Zorunlu din dersi,
Osmalıca dilsel,
inançsal kırımdır
MURAT IŞIK
Z
orunlu din dersi, Kuran kursu, Osmanlıca derken eğitim
sistemi giderek gericileştirildi. Aslında eğitim sisteminde yaşanan
dönüşüm, sadece bugünün sorunu
değildir.
Zira Kemalistler “Tekke ve Zaviyeler
Kanunu”, “Diyanet İşleri Başkanlığı”
gibi kurumlar kurarak, Aleviler üzerindeki asimilasyon politikalarını dünden
bugüne hayata geçirdi.
Bugün ise Alevilere “çocuklarınızı
kendi ellerinizle asimile edin” zorlaması yapılıyor. Yani çocuklarınıza dini
eğitim aldırırsanız ne olur denilerek…
Çocuklarınıza Osmanlıca Okutun…
Din derslerine çocukların girmesi,
Kuran öğrenmesi niye zorunuza gidiyor…
“Siz Müslüman değil misiniz?”
dayatmasıyla inceltilmiş bir politika
dayatılıyor.
Aslında bu durum asimilasyoncu
tekçi politikanın normalleştirilerek
Alevi toplumuna kabul ettirilmeye
çalışılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Yirmi milyon Alevi toplumunun yaşadığı coğrafyada dayatılan
bu politika aynı zamanda “Dilsel” ve
“Kültürel” bir kırımın da ifadesidir.
Devlet sinsice Alevi toplumunun
zihinsel, toplumsal, kültürel değerlerini
asimile etmeye uğraşıyor; Aleviliği devletleştirmeye ve Sünni İslam içerisinde
eritmeye çalışıyor. Bunu yaparken
dünkü silahlarla saldırmıyor; Alevileri
kendi kendileriyle asimile ediyor.
Ancak unutulmamalıdır ki doğada
yaşayan her canlı gibi, Aleviler de kendi
kültürel ve fiziksel varlıklarını koruma-
ları temel bir haktır.
Kemalist devletin, AKP devletinin, dayattığı bu politikalara teslim
olmamak, Alevi toplumunun varlığını koruması aynı zamanda bir öz
savunma sorunudur… Ve Alevilerin
varlıklarını korumaları aynı zamanda;
düşünsel, örgütsel durumlarını gözden
geçirmeleri ile alakalıdır.
Aleviler var olan bu yapısıyla, yaşadıkları dağınıklıkla ve her türlü anlayışın içerisinde cirit attığı bir fotoğrafla,
şüphesiz ki dayatılmış dilsel, kültürel
kırım politikalarından korunmaları
mümkün değildir.
Zaten kentleşen Alevilikle birlikte
Aleviler’de Mürşit- Pir, Pir -Talip ilişkisi
kesintiye uğramış ve yol yürüyemez duruma gelmiş... Genç kuşaklar yol erkân
öğrenmekten giderek uzaklaşmaktadır.
Bugün bir de Emevi zihniyetli-Muaviye soylu iktidarın Alevilere dayattığı
gerici, şoven, ırkçı, asimilasyoncu eğitim sisteminin yarattığı ağır tahribat
ta eklendiğinde, yaşayan Aleviliğin
kendini sürdürmesi, gelecek kuşaklara
aktarılması zorlaşmaktadır.
Yukarıda Alevi toplumunun kendi varlığını savunması gerektiğinden
bahsetmiştik. Bugün dara düşen Alevi
inancı ve Alevi toplumunun, Muaviye
soylu rejime karşı varlık yokluk mücadelesi verdiği bir ortamda, mücadeleyi
büyütmesi, toplumsallaştırması ve iç
birliğini sağlaması gerekmektedir.
O halde Alevilerin; Türkiye toplumsal güçleriyle ortaklaşması,
demokrasi ve özgürlük taleplerini
yükseltmelerinden başka çare yoktur.
Zira Aleviler genel geçer eylem ve
söylemlerden vaz geçerek, zorunlu
Osmanlıca ve zorunlu din derslerini
boykot etmeli, sahte Alevi açılımlarına
da bel bağlamamalıdır.
Kaldı ki AKP’yi tanıyoruz.
AKP’nin “fikri neyse, zikri de odur.”
Bu coğrafyanın en kadim halkı olan
Kürtlerin dil ve kültür haklarını vermeyen AKP, sanki toplumun ihtiyacıymış
gibi çocuklarınıza Osmanlıca okutun
demektedir.
Yirmi milyon Alevinin haklarını
gasp ettiği yetmiyormuşçasına AKP,
Alevileri cami yerleşkeleri içerisinde
eritmeye çalışmaktadır.
Bu da AKP’nin ikiyüzlü tekçi, inkârcı politikalarının en somut göstergesidir.
O halde gün Alevilerin bir olma, iri
ve diri olma zamanını göstermektedir.
Yoksa dilsel ve Kültürel kırımın önüne
geçilmesi güç olacaktır.
17
zülfikar
Dîyarê Dersım u Pîrê Pîran Sey Rıza
Mehmet Güzel
T
ije pıra pıra gılê koye de
rîye xo musna, huyayiş
da tabiet. Derêye derxola
de u zinaro de teyr türî bîyê heşar.
Wendayışa çukan zê armonîka
muzîkî goşê isonî de cınıyeno.Ju
hettê koye Muzurî ju hettê Duzgunbawa.. Bover de bızê koye,têdıma. Bızekî dorme mayanê xo de
çıngdanê, tomê usarî vejenê. Her
ca de vilıkî morî, çeqerî,surî boya
vilıkan isonî kena serxoş. Puxır erdı
ra u herrı r darino we, vıza vıza meşan.. Rey nişenê ni vilık rey nişenê
ê vilıkî. Keyf keyfe perperıkano. Jer
de çemê Muzurî dormê xora menderesan vırazeno u tadîno, raya xo
ra qe şaş nibeno, ermiş beno şono.
Belka mılyon ser no dewran nâ berdewam keno, kam çı zanêno. İşte
diyarê Dersım nâ weşo. Kamkê kotî
ama dınya uca eyre zaf weş eno. Mı
serba Dersım nî hususîyeti ke jor
de mordi nî hususî can danê isone
Dersım î,ruh danê isonê Dersım î.Esasî de ison şeklê ruhe xo rındekîya
coğrafya xo ra ceno. Qehramantiya
u xoverdayışa isone Dersım na ca ra
ena. İsone Dersım merto, xatır zaneno.XıyanetÎ kıtabê ey de çino. Çıke
Dersım welatê Xızırî yo.
Tarixa dersim de verba nijatperestan ra serwedayış u xowerdayiş estıbî. Çıme nijatperestan tım
Dersım dı bî. Çıke Dersım tarîxa
xo de hetta nıka teslime kesi nibi.
İmparatoriya Osmanli dema (zemanê] Yavuz de çewres hezar Elevi
qırkerdış destpêkerd. Çıke Dersım
hem îman u îtîqtî xo ra İmparatoriya
Osmanlı ra ferqlı bî. Nijatperesti eke
amay ju welatî işgal u talan bıkere
se karê xo sıfteyin qatlîamo. Yavuz î
ra na het impartoriya Osmanlî Dersım de hama hama vîst ra zêde sefer
destpêkerd [başlatmak], no sebeb
ra “Pılanê Şarkê Islahat”no dem de
destpêkeno u hetta nıka berdewam
keno.
İmparatorîya Osmanlî şî, devleta
Tırk mirasê ey guretê xo ser;çıke
zıhnîyet juyo. Kamcin şar zê inan
ni fıkriyono se inan ra ferman nuşnîyo (yazılıyor). No ferman dewrê
cumhuriyet de welatê Kurdan de
sıfte Koçgiri de destpêkerd.General
“Sakallı Nurettin Paşa” kamo? Ma
zanenime ke hevalê Mustafa Kemal
î yo. Gore ma Kurde Elewi Koçgiri
çıko se Zilan, Agrî u Dersım o yo.
Jenoside Dersım İmparatoriya
Osmanlı ra hetta devleta Tırk ekê
sere Elewiyan qırkerdış kerdo se
pılanê qırkerdış ra ju numarayo. Ma
corde kî nuşna, Dersım hem hetê
itiqtî ra hem ji hetê nasnamê ra devleta Tırk ra zaf ferqli bî. Zıhniyetê
devleta Tırk de u teori ey de homojenî esta; zane tırkî de tım vanê
ya:’’Tek devlet, tek millet, tek dil. tek
bayrak. “No zıhnîyet esasi de” pılane
ıslahate şarkira eno.
Hewrê say (şay) serê dîyarê Dersım de oncâ çerexî nê. Hardo asmen
bi târî.Teyr-turî oncây halênanê xo.
Heywanê yabon koytıra remayış.
Dersım de her mahluqat zaneneo
ke bêterê, tofan eno serê Dersım.
Leşkerê Tırk diyarê Dersım ebe mitralyozan ra çerexna. Ju het ra mitralyozî ju het ra tiyarê bombardıman
kenê. Qırayışê domanan u cenîyan
asmen kerdenê lone. Camerdî xora
raver vejiyay bı koan. İnan henî
zane ke leşkerî damişê domanan
u cenîyan ni benê. Leşkerî miyonê
xo de vanê “qerşunî hêfî, ebê sungî
qır bıkerê,” Fekê leşkeran ra gılejgı
çarçbinê. Qumandarî emır da leşkeran va “hemê çiyê nî Qızılbaşan
şımarê helal o” Aşiri bây letê, tersay;
aşire ke ni tersay hetta peni xoverda.
hetta qerşuna peen ra teslim ni bây.
Sey Rıza ama pêguretenê. Tarix
vındert,adırî şayay, nıka Dersım zîbeno, dersım qîreno, Dersım hewar
vano.. Xarpêt ra veng bırâ, şewa de
tarî bîyê... Çiverê depoyê genım ra
koyt zere. Dı tenê leşkerî koytê be
bınê çengan. Zerê kıncanê sis de bî,
herşa xo ya sıpî quşaxa miyanî ra
vêrdî bî ra. Howtayê panc seran ra
bu se heybetın bî, xeyle derg bî. Payna hardî bî se hard lerzenê. Rep rep
ama verê dara dardıkenê de vındert,
rey dorme xo de qayt kerd, lajê xoyo
qıj Fındık tenê dot bıne dara dardıkenê de vındertâyı bî. Qumandar
Sey Rıza ra: “vırende lajê to kenîme
dardê ke to deha zaf jan bıcerê.”
Vılê fındıq î zaf barî bî; serê xo
zaf qıc bây, howtês serî ra bî. Zımelê
xo hona newe arax day bê. Hama
hama des deqa dardıkerdış de rejefâ,
vıle barî şîka, canê xo da... Qumandar Sey Rızay ra: “sıra ê tu ya.” Sey
Rıza hama rep rep ama ley dara dardıkenê vındert, ju Cıngane u ca ro,
Cıngane tonda, badê sertene xo kerd
duz, sekê vera ey de xeylê şar esto,
inan ra hitaben: “Şarê mazlum, şare
Kurmanc, şarê Qızılbaş u Elewî, ez
nıka şono,ni canı me cene, mı serra
hezar serê ke bı vêro şıma şaxsê mı
de hefe mazluman mutlaqa bıcerê,”
dema tepîya oncâ: “Evladê Kerbelayo, bı hatayo, ayıptır zulümdür..”
Badê tadâ qumandarî ra: “Ben sizin
yalanlarınıza, hilelerinize kandım bu
bana dert oldu; ben de sizin önünüz
de diz çökmedim bu da size dert
olsun” va, şi vejiya kursî ser, helqeya
kındır î eştra vıle xo, ebe lınga xo
kursî tonda...
Devleta tırk sucê xo zaf gırano,
eke ma kurmaco ra ni ama ri se,
çewres serê ke hereketa azadi şer
dana, ju çewres serê deha dano, no
nâ bı zanîyo.Make heyfe Sey Rızay,
ma ke heyfe Ali Şeri u Zarifa.. Make
heyfe Denız Gezmiş i, make heyfe
Mahir i u İbrahim i, make heyfe
Mazlum Doğan niguret se na dınya
de bı cîwîyış (yaşam)marê heram bo.
18
‘Milli aşure’nizden
Alevilere şifa çıkmaz!
Ali Topuz
B
ir görüntü: Cumhurbaşkanı, askere aşure
dağıtıyor. Kazanlardan birinin üstüne 16
yıldızlı Cumhurbaşkanlığı forsu işlenmiş.
Forslu aşure, evet. Bir kazana da Türk bayrağı işlenmiş. Bayraklı aşure. Bakar bakmaz görülüyor…
Zaten görülsün diye yapılmış. Göstermek için.
Aşureden çok da pastaya benziyor. Bir gösteri fotoğrafı bu ve kadrajdaki herkeste bir sevinç, bir neşe.
Neşeli aşure. Neşe, fors ve bayrakla gösterilen içinde
bir de gösterilmeyen var, örtülen. Hem neşenin,
hem forsun, hem bayrağın örttüğü bir şey.
zülfikar
muştu. Muharrem orucu döneminde su içmeyen
Alevilerin iftar sofrasında su bulundurmak, Alevilerden kendisine bir jest olsa gerekti. Bu seferki sofrada da su olduğunu öğrendik, toprak bardaklarda.
“Gösterilmemiş”ti su bu defa. “Hassas” davranış
mı, gözden kaçırma mı? Bunun da cevabı forslu
aşurede.
Aleviler cumhuriyetin yurttaşı olduklarına göre,
aşure de zaten sadece Alevilere özgü olmadığına
göre, şekli beraberliği, içerik farklarını herkesin
kendisine bırakarak ihmal edebilir, bu türden törenlere hoş bakabiliriz. Böyle olunca, din-siyaset
ilişkisindeki tartışmaları da askıya alarak, cumhurbaşkanının aşure dağıtmasını, Alevilerin devlete
lık dahil sağ siyasal akımların hep kötü andığı Yeniçeri adetleri canlandırılıyor değil herhalde…
yönelttiği şikâyetlerin çözümü için umut veren bir
jest gibi de değerlendirebiliriz.
valilik eliyle yayılıvermişti. “Ölen ölür, aslolan baki
devlettir” zihniyeti faş olmuyor muydu orada da?
“Gösteri”lerin ilişkin olduğu hassasiyetleri pek
de önemsemediği ilk sahne değil bu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde tuhaf örneklerini
gördük bu gösterilerin… Van depreminde can veren
çocuğun fotoğrafının işlendiği halının törenle hediye edilmesi böyleydi mesela; yitirilmiş bir canın
güzelim yüzünün devlet törenine yem edilişiydi.
Afyonkarahisar’daki cephanelik faciasında can vermiş 25 askerin kamuoyunda yol açtığı ruhsal sarsıntı çok canlıyken, Genelkurmay Başkanı ile Vali
hediyeleşmede bir sakınca görmeyip fotoğrafları da
İmamlar çorbası
“Gêrmî ya Îmaman” diye bilirdim çocukken.
“İmamlar çorbası.” 12 İmam’a atfen. Elbette Kerbela yası olarak – oruç günlerindeki yasın bitimi,
yas dökümü (Caferiler örneğin, aşureye iyi bakmaz,
“Yas gününün bayram havasına bürünmesidir”
diyerek Muharrem’de pişirilmesini hoş karşılamazlar). Bir yas dökümü anı olarak “gülme”nin serbest
kaldığı zamandır da, çünkü “gülme” oruç günleri
boyunca et ve suyla birlikte, tatlıyla birlikte yasaktır.
Muharrem orucu (en azından benim içinde
doğduğum yerdeki Alevi toplumu için) sadece nefs
terbiyesine yönelik bir oruç değildir. Bir fazlayı içerir, yas içerir. Kerbela’nın yeniden yaşanması, tekrar
edilmesi, inananların ruhunun Ehli Beyt’e yapılan
zulmü unutmaması için tekrar edilmesi.
Pişirme ortak ama yüklenen anlam pek değil
“Aşure” İstanbul’a gelince duyduğum bir isimdi.
İstanbul’da “yabancılar” ya da işte “Sünniler” de
pişirip dağıtıyordu. Pişirme ortaktı ama yüklenen
anlam pek değil. Törensellik yoktu, yas alameti de.
Geleneklerin şeklindeki ortaklık, yüklenen anlamlardaki farkı, hayli derin farkı paranteze alarak söylersek, bir “birleşme” noktası diye kabul edilebilir,
ama o kadar. “Şekli” bir birleşme. Elbette ne Sünni
aşuresine yas eklemek gerekir, ne Alevi aşuresine
neşe katmak. Bu “fark”, “aşure” törenleri siyasal
boyuta taşınınca, devlet aygıtının işlemlerine girince, yarı resmi törene, siyasal sahnede gösteriye
dönüşünce bir anlam katı daha kazanır.
Törenselliğe giden yol
O “fark”ı anlayabilmek için, bu törenselliğe
giden yola bir bakalım: Bu “tören”sellik, Başbakan
Davutoğlu’nun Alevi açılımı geleceği haberini vermesiyle başlatıldı, o da bir dergâhta Aşure törenine
katılacaktı. Peşinden Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda
“Muharrem Aşı” verildiğini duyduyduk. “Alevi
temsilciler katıldı” denildiydi.
Cumhurbaşkanı, başbakan olduğu dönemlerde
de bir iftara katılmış, önündeki su hayli tuhaf dur-
‘Alevi’lerden çok
‘Sünni’lere yönelik bir sahne
Fakat bu törenler, su görünürken de, görünmezken de “Alevi”lerden çok “Sünni”lere yönelik bir
sahne gibi durmuyor mu? Haydi suyun şeffaf bardaktan opak kaseye geçirilmesinde Alevi hassasiyetlerine az bir dikkat var diyelim, forslu, pür neşeli
“Aşure dağıtımı”na ne diyeceğiz? Kerbela yasına
atfen kurulan Alevi aşure sahnesine, 12 İmam
ruhu için kurulan sofraya 16 yıldızlı devlet forsunu
koymak, hukuken “dine mesafeli” ama fiilen hep
“Sünni” devletin damgasını aşureye boca etmek,
Alevilere ne tür bir mesaj içerir? “Asıl Alevi benim”
sözünün görselleşmesi değil midir bu? Bayrak ve
Saray forsu artık aşureye katılması mecburi iki yeni
dane midir devletin teklif ettiği “Asıl Aleviliği”ne
göre?
‘Kışla’ meselesi
Bir de “kışla” meselesi var. Güvenlikçi politikaların öne çıktığı, askerin siyasal alanlarda görünme
fırsatlarını pek kaçırmadığı, Kürt meselesine ilişkin
“çözüm süreci”nin “Mecbur ve mahkûm değiliz”
denilerek şantaj aracına çevrildiği dönemde cumhurbaşkanının forslu neşeli aşure töreni için kışlayı
seçmesi, “yeni Türkiye”nin eski kötü huyları bırakmayı hiç de istemediğini de göstermez mi? İslamcı-
‘Aşure’den çok ‘pasta’
Forslu, pür neşeli aşure dağıtımı, yani zaten hayli
ağır ve çok katmanlı bir sembolizm içeren çorbaya
devlet sembollerinin eklenmesi, Alevilere yönelik
ayrımcı ve dışlayıcı resmi tutumun aşılması için
atılan adımdan çok, Aleviliğin ne olduğuna dair
yeni yöneticilerin zan ve zehablarının hakikat gibi
dayatılmasının görselleştirilmesi. Bu yüzden bir yas
bitimi töreninden çok, bir kutlama töreni gibi duruyor kare. “Aşure”den çok “pasta”ya benzemesi de
bundan.
Batı’dan gerektiğinde ahlakını almadan tekniğini
almanın bir tezahürü mü desek buna da? Yas ahlakı
yerine kutlama tekniğini almak… Peki ne kutlanıyor? Kerbela kutlanamayacağına göre, Alevileri
İmam Ali’yle dövmeye ek olarak, yasları bayrama
çevrilerek Sünni hâkimiyetin bir daha hissettirilmesi mi?
Devlet Newroz’ları gibi
Ama hemen ekleyelim: “Sünni aşuresi” de değil
bu, orada da “gösteri” yoktur. Bu daha çok devlet
Newroz’larına benziyor; hani şu ispirto ateşinin
üstünden el ele atlayan devlet zevatının verdiği fotoğraflara…
Newroz’un millileştirilmesi Kürt sorununu çözmedi, aşurenin millileştirilmesi de Alevilerin dertlerine deva olmaz, artırmasa bile…
19
zülfikar
Tarihsel Kültürel Süreklilik Bağlamında
Ana Kültü ve Raa Haqi
Hüseyin Ozan
i
nsan denilen varlık gerek biyolojik, gerekse
kültürel anlamda tarihsel bir sürecin, sürekliliğin ürünüdür. Her topluluk tarihte
ki bir çok halkın biyolojik ve kültürel sentezi
olarak kendini günümüze taşıyabilmiştir. İnsanın
teknik ve düşünsel yaratıları sürekli birikim ve
dolaşım halinde olmuş, kültürel bölgeler yaratmış
ve kültürel bölgelerin karşılıklı etkileşimi insan
topluluklarını her defasında yeniden karakterize
etmiştir. Bu durum geneli kapsamakla beraber, en
yoğun şekilde uygarlık alanları ve yakın çevrelerinde yaşanmıştır. Bu anlamda halkları, onların
karakteristiklerini; bağlı olarak Alevi düşünsel
toplumsal formasyonunu da bu tarihsel süreklilik
bağlamında ve kültürel bir bölgenin gerçekliği
olarak kavrayabilir, açıklayabiliriz.
Konumuzu ele alırken yoğunlaştırılmış bir
özet ve genellemelerle yetinmek durumundayız.
Bilindiği gibi son buzul iklimi yaklaşık olarak
otuz beş bin yıl kadar önce çözülmeye başlamış ve
on iki bin yıl kadar önce günümüzün iklim koşulları oluşmuş, ortadoğuda çölleşme gerçekleşmiş,
flora ve fauna da gerçekleşen değişimler insanı
paleolitikten mezolotiğe geçişe zorlamış, “Verimli
Hilal’in” nesnel koşulları (özellikle tahılların bu
bölgede bulunuşu) devrimci bir gelişime izin vermiş, insan avcılık ve toplayıcılıktan, göçebe yaşam
tarzından üretici bir aşamaya, neolitiğe geçişi başarmıştır. Neolitik dönemde insan iki farklı ekonomi ve yaşam biçimi geliştirmiştir; Koyun, keçi,
sığır yetiştiren ve göçebe/çoban halklar ile tarımcı/yerleşik bir ekonomi ve yaşam tarzına sahip
çiftçi halklar. Uygarlığın düşünsel ve teknik yaratıları esas olarak yerleşik/tarımcı halklarının eseri
olarak belirmiştir. Bu gelişme insanın varlıkla/
doğayla yeni bir ilişkilenme biçimi anlamına gelecek, yerleşik tarımcı topluluklar varlığı/kainatı
anlama, açıklama çabası olan yeni bir kozmogoni
anlayışına ulaşacaklardır. Buradan Alevi Yol’un
da önemli bir motife, “Ana “ kültüne kaynaklık
eden tarihsel aralığa vurgu yapmış olduk.
Yerleşik, Tarımcı Anaerkil Toplulukların
Belirişi
“(...)Anadolu’nun yüksek, korunmuş vadilerinde, Suriye’de, İran’da ve Kuzey Irak’ta, tarım ve
hayvancılık sanatları geliştirilmişti ve bunlar, hem
insan varlığında, hem onun gelişme olanaklarında çığır açan değişiklik yarattılar. Daha önce insan koşullara göre değişen avcılık ve toplayıcılıkla
yaşarken, artık dünyanın dayanıklı işçisidir. Kendine yeterli köyler ortaya çıkmış, sayıları sürekli
artarak, doğuya ve batıya yayılarak, iki okyanusa
aynı zamanda İ.Ö. 2500 dolaylarında varmıştır”.
(Joseph Campbell, Batı Mitolojisi, s.11).
Burada Neolitik kültürün yayılımının aynı
zamanda “Ana Kültünün” yayılımı anlamına geldiğini vurgulamak gerekir.
“(...)Yakındoğu’nun dağlık bölgelerinin yamaçlarındaki ırmak vadilerinde, İ.Ö. 8000 – 5000
dolaylarında, avcılık ve toplayıcılıktan (bitkilerin
ve hayvanların evcilleştirilmesiyle) tarıma geçildiğini; (...) bu topluluklardan bazıları, İ.Ö. 5000
– 3000 arasında görülen gelişmelerle uygarlığa
geçeceklerdir”. (Alaeddin Şenel,İlkel topluluktan
dönemde, mitolojik olarak binlerce yıldır biliniyordu. Mamut avı dönemindeki paleolitik çıplak
tanrıça kültü ile olan ilişkisi açık değildir, fakat
çekirdek Yakın Doğuda İ.Ö. 5500’den, Guadalupe’da İ.S. 1531’e bir sürekliliğinin olduğundan
kuşku yoktur.’ Tüm antik dünya, Küçük Asya’dan
Nil’e, Yunanistan’dan İndüs Vadisi’ne kadar çıplak
dişi formun türlü biçimlerini barındırır”. (Campbell, age s.42)
“Doğu Mitololjisi’nde, bu bölgede İ.Ö.
4000’den yükselen bilinen en eski tapınaklara
değinmiştim (...)Tapınağın bir parçası olduğu
pastoral-tarım köy kültürü Mezopotamya’nın
yeni girilmiş bataklıklarına yayıldığında, İ.Ö.
4000-3500, sığır kültü de birlikte gitti. İran’dan
Uygar Topluma, s.156).
Yaşamın Ana etrafında örgütlendiği, henüz sınıflaşmanın ortaya çıkmadığı bu toplumsal yapıyı
“dişil komünal” formasyonlar olarak niteliyoruz.
Bu toplumsal formasyon, daha arkaik bir birim
olan klanın kendiliğinden komünal yapısının
aksine daha geniş ve “iradi” komünal yapılardır.
İnsanın doğayla üretim temelindeki yeni ilişkilenme biçimi, gözlem ve pratiğinden edindiği bilgi
birikimi, varlığı anlama ve açıklama anlamında
insanı farklı bir boyuta taşımış, insan insan ve
insan doğa ilişkilenmesinde yeni bir duygu ve
anlam dünyası yaratmış, düşünsel karşılığı formüle edilmiştir. Bu yeni Kozmogonin odak kişisi
Anatanrıçadır.
Ana (Tanrıça) kültünün yayılımı
“ (...) Levant’ta neolitik ve neolitik sonrası
Hindistan’a geçti, tam Eski Minos II’nin Girit’te yükseldiği dönemde, İ.Ö. 2500’de İndüs
vadisinde göründü. (...) Eksen, çekirdek Yakın
Doğu’dur, yayılım dönemi Tunç Çağı Sümer,
Mısır krallıklarını izlemiştir ve büyük dağılımın
temel hareket gücü ticarettir. (...) Öte yandan
Girit›de canlı bir yayılma devam etmiş, Orta ve
Son Minos aşamalarında (Orta Minos I ve Son
Minos II) kuzeybatı Britanya Adalarına kadar
ulaşmıştır. Britanya ve Girit dünyasının bağıntısı
artık kesinlikle gösterilmektedir”. (Campbell, age
s. 58-59)
Ana Odaklı Neolitik Toplulukların Düşünsel Toplumsal Formasyonlarına Dair
“(...) Pek çok söylencenin simgesel içeriğini
anlayabilmek için, yeryüzü merkezli anaerkil
dinlerle, daha yakından tanıdığımız, gökyüzü
20
merkezli ataerkil dinler arasındaki temel farklılıkları bilmek önemlidir. Anaerkil toplumun siyasal,
ekonomik, toplumsal ve dini temeli tarımsal yıla
dayanır. Tarımın Önemi, tüm yaşayan nesnelerin
doğumdan olgunluğa, oradan ölüme ve oradan
da tekrar doğuşa giden gelişimlerini vurgulayarak
dairesel bir yaşam görüşünü beslemiştir. (...) O,
tüm insan hayatının ve bütün yiyeceklerin kaynağıdır. Kalıcı olabilmek için, toplumlar çocuk
yapmak ve yiyecek üretmek zorundadır. Ulu Tanrıça’nın nimetlerine ne denli bağımlı olduklarını
bilirler ve bu nimetlere kavuşabilmek için düzenli
olarak ona ibadet ederler. (Donna Rosenberg,
Dünya Mitolojisi)
(...) Toprak Ana olan Gaia, ilk Ulu Tanrıça
ya da Ana Tanrıça’dır. Yunanistan’da yaşayan insanlar, Bronz çağı kabileleri topraklarını işgal ettiklerinde Ulu Tanrıça’ya tapmaktadırlar. Çünkü
çiftçidirler, toprağın bereketi onlar için öncelikli
önem taşımaktadır. (...) Bu insanlar, bir kadının
çocuk doğurma yeteneğiyle toprağın bütün bitkileri “doğurma” yeteneği arasında bir bağ kurmuşlardır. Bu nedenle toprağın ruhu kadındır, ilk
Yunanların taptığı en önemli tanrısal varlıklar da
kadındır. (...) Kronos, dünyanın hükümdarı olduğunda tanrısal aile, anne egemenliğindeki topluluktan, Zeus’un yönetiminde, onu izleyecek olan
baba egemenliğindeki topluluğa geçiş halindedir.
(Rosenberg, age)
Rosenberg’in tesbitleri Anaerkil toplumların
düşünsel ve toplumsal formasyonunu özetlemektedir. Bu açıklamalarda ki “dairesel yaşam”,
dolayısıyla “döngüsel zaman” anlayışına yapılan
gönderme, aynı zamanda Alevi düşünsel toplumsal formasyonunun temel özelliklerinden birinin
daha kaynağını ortaya koyar. Zira döngüsel yaşam/zaman algısı erken neolitik dönemlerden
Zerdüşti çıkışa kadar uygarlık alanlarının temel
algısıdır.
“(...) ikinci yenilik kozmik tarihin gelişimci
anlaşılışıdır. Bu, Tunç Çağı mitolojilerindeki sürekli dönen daireler değildir, aşamadır, yaratılıştan düşüşe geçiş ve gelişen kurtuluştur. Sonuçta,
kararlı, inkar edilemez zafere, Adalet ve Gerçeğin
Tek Sonsuz Tanrısının zaferine ulaşılacaktır”.
(Campbell, age, s. 164) Zerdüşti zaman algısının
belirmesiyle döngüsel zaman algısı Levant ve Avrupa alanlarında aşılma sürecine girmiş, doğrusal
bir zaman anlayışıyla zamanı “tarih” olarak kavrama sürecine girilmiştir. Cambell, Zerdüşti çıkışa
dair farklı otoritelerin tarihlemelerini, İ.Ö. 1500
ile 550 aralığındaki önermelerini aktarmaktadır.
Bizim için önemli olan husus bin yılları kapsayan bir zaman aralığında tüm uygarlık alanlarını
kapsayan bir “döngüsel yaşam ve zaman” algısının
varlığı, ayrıca İran’ın doğusunu kapsayan alanların tüm geleneksel toplumlarında bu algının hala
esas olduğu, Raa Haqi – Alevi öğretisinde de kendini sürdürdüğünü bilince çıkarabilmemizdir.
Uygarlık Alanlarında İki Temel Düşünsel
Gelenek
Bilim insanlarının yaptığı çalışmalar insan
tarihinde ki yaratıların sürekliliğini, etkileşim ve
gelişim biçimlerini büyük oranda ortaya çıkarmıştır. İnsanlığın tamamını kapsayan ve neredeyse her bir toplulukta özgünlük arz eden, farklı
zülfikar
yaşam koşullarına bağlı olarak farklı tarihsel aralıklarda aşılabilen veya halen göçebe topluluklarda sürdürülmekte olan Şamancıl inanç biçimlerinden sonra uygarlık alanlarında ortaya çıkan iki
temel algı vardır. “Aşkın ve İçkin Kutsallık” algısı.
Yani zaman ve mekanın dışındaki tanrı algısı ki;
Yok’tan yaratılış olarak ifadesini bulmuş, İslam’la
doruğuna varmıştır. İkinci algı ise “Var’dan Doğuş” ya da kainatın tüm formlarını potansiyel olarak içeren, “doğuş” yaparak zahiri aleme dönüşen
kutsalın kendisi biçimindeki algı ve anlayıştır.
“ temel mitosların Sümerli biçimiyle bulduğumuz ikincisi, çok geniş bir alana yayılmış bulunan
Yaradılış mitosudur. Burada, eskiçağ (antik)
yaradılış mitoslarından hiç birisinde, ex nihilo
(hiç yoktan) yaratış kavramıyla karşılaşmadığımızı belirtmeliyiz. Tüm eskiçağ mitoslarında yaratış,
başlangıçtaki kargaşa (kaos) durumuna bir düzen
verme eylemi olarak görünür”. (Samuel Henry
Hook, Ortadoğu Mitolojisi, s. 24).
Yukarıdaki alıntılamadan gördüğümüz gibi
Hook, erken dönem mitoslarının hiç birinde
“Yok’tan yaratış eylemine rastlanmadığını belirtmektedir. Bu durum halen tüm Doğu dinleri için
esastır. Alevi öğretisinde de “Yok’tan” yaratışın
kabul edilmediğini hatırlatalım. Campbell, Doğu
- Batı mitos ve ritüellerine, onların coğrafi/kültürel alanlarına dair şu tesbitte bulunmaktadır;
“Doğu ve Batının mitos ve ritüelinin eriminde coğrafi bölünme yeri İran yaylasıdır. Doğuya
doğru, iki tinsel eyalet Hindistan ve Uzak Doğu;
batıya doğru, Avrupa ve Levant”. (joseph campbell, Batı Mitolojisi, s.8)
Devamen, Batıya (Levant ve Avrupa) damgasını vuran “Yok’tan” yaratış inancına dair şu açımlamayı sunmaktadır;
(...)”Bizim kutsal kitabımıza göre, oysa, tanrı
ve onun dünyası, birbirleriyle tanımlanamazlar.
Tanrı, yaratıcı olarak dünyayı yapmıştır fakat hiçbir anlamda dünyanın kendisi veya onun içindeki
bir nesne değildir. Mantıkta A, B olmadığı gibi.
Dolayısıyla Ortodoks Yahudi, Hıristiyan veya
Müslüman’da, tanrıyı dünyada veya kendinde arama ve bulma sorunu yoktur. Bu insanlığın, doğal
dinlerinden kalanı reddetme yoludur”. (Campbell, age, s. 95)
Armstrong ise bu temel ayrıma şu cümlelerle
gönderme yapmaktadır;
“Yehova kültü içinde henüz Atman’la (Hint
Mitolojisinde ilk varlık. Yz. notu) karşılaştırılabilecek, her yerde hazır ve nazır, içsel bir tanrısal ilke
yoktu. Yehova dışsal, aşkın bir gerçek olarak algılanmıştır”. (Armstrong, Tanrının Tarihi)
Burada gelenekten kısa bir aktarı yapalım. “
Ana yolundan başka dünyaya gelen yol yoktur.
Herkes kendisini Ana yolundan ispat edebilir. Bu
yolların biri Var’la geliyor, biri de Yok’la geliyor.
Var’la gelen “Doğuş” yoludur, Yok’la gelen yol
“Yaratılış” yoludur. Allah bunları Yok’tan yaratmış; hiç yok’tan Adem (insan) doğarmı? Yok’tan
gelenler doğuştan doğduklarını görmedikleri için
kendilerini inkar etmişlerdir”. (Başköylü Hasan
Efendi, Hakk’ın Emri Rızası, s. 115)
Efendi, yazmalarının başından sonuna kadar
“Ana” ve “Var’dan Doğuş” vurguları yapmakta,
Raa Haqi geleneğinin bu temel esaslar üzerine
kurulu olduğunu göstermektedir. Yine Raa Haqi
– Alevi öğretisinde “Var’dan” doğuşun kanıtı olarak ilk varlığın “Hû” olarak adlandırılan potansiyel olduğunu, Ateş, Hava, Su ve Toprak olarak
“Doğuş” gerçekleştirdiğini ve bu dört unsurun
biri birine İkrar verip aşk’la bağlanmasıyla kendini kainat aynasında yansıttığını hatırlayalım.
Raa Haqi – Alevi geleneğini düşünsel toplumsal boyutlarıyla tartışırken, iki temel algının
(Yaratılış - Doğuş/Var’dan var olma) kesişme ya
da ayrışma hattında bulunduğu, ortaya çıktığı,
karakterize olduğu tesbitinden yola çıkmalı, diğer
inanç kimlikleri ve halklarla ortak mitsel dinsel
motifleri, ritüel ve kimi toplumsal kurumları bu
gerçek üzerinden algılamamız gerekir. Dahası,
her iki temel algının aynı kök üzerinde gelişip
sonrasında ayrıştığı unutulmamalıdır.
Raa Haqi-Alevi Geleneğinde Ana Kültü/
Yolu
Alevi süreğinde “Ana” kültünü “Ana Naciye”
ya da onun tezahürü olan “Ana Fatıma’da” buluruz. Kürdistan ya da Anadolu alevilerinin tamamında bu motif belirgindir. Tanrıça kültü, Levant
çıkışlı farklı inançlarda silik bir şekilde gözlenebilmekle beraber (Meryem Ana, Şii gelenekte
Fatıma) Alevilikte Ana kültü olarak belirgin bir
biçimde kendini yaşatmaktadır. “Ana Yol’unun”
bir bütün olarak farklı bir düşünsel toplumsal
formasyon olduğunu, komünal değerler üzerinde
temellendiği boyutunu bir kez daha vurgulayalım.
Ana Fatıma, Dersim’in Pirlerinden Başköylü Hasan Efendi tarafından “Yol’un Sahibi” ve Mürşidi
Kâmilullah olarak nitelenmektedir. Asimilasyon
ve eril düşünsel siyasal sistemler tarafından baskılanan Alevilikte, gittikçe silikleşmeye yüz tutan
“Ana” motifi, Hasan Efendi tarafından güçlü bir
şekilde vurgulanmış, böylece bilinçlerimize çarpması sağlanmıştır.. Ve bu tarihsel mirasımız paha
biçilemez değerdedir. Pirimiz Hasan Efendi’nin
kitaplaştırılan yazmaları halen hak ettiği sahiplenmeyi görememiş, gerek Dersimli gerekse diğer
Alevi aydınlar bu hazinenin farkına gereğince
varamamışlardır. Şimdi pirimizin kitaplaştırılan
yazmalarından alıntılayalım;
“cennette Âdem bir kubbenin önüne geldi
ve Âdem’e bir nida geldi: “Kapı’nın üzerindeki
yazıyı oku! Kapı o zaman açılır.” Adem Yazıyı
okudu: “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah.” Ancak kapı açılmadı. Bu kez içeriden bir
nida geldi: “ Ya Adem sen bu kubbenin anahtarı
değilsin! Diyerek anahtarı içeriden okudu: “La
ilahe illallah Muhammeden Resulullah Ali’yün
Veliyullah Fatımayı Mürşidi Kâmilullah”deyince
kapı açıldı. Âdem girmek istediyse de içeri giremedi, sadece kapıdan içeri baktığında; tahtta bir
sultanın oturduğunu gördü. Âdem sordu: “başında ki taç nedir? Atam Muhammed’dir, belindeki
kemerin? Ali’dir, kulağındaki küpelerin? Hasan
ile Hüseyin’dir, yanında olanlar? Ervahi nurdur ve
kol taliptir”. Dedikten sonra Âdem’e “sen buranın
malı değilsin, var git malını ve geldiğin yeri bul!
Dedi”.
Burada dikkat çekelim; “Ana” hepsini öncelemekte ve “Doğuş”un anasıdır, Fatıma Mürşidi
Kâmilullah’tır!... Taht’ta oturan sultan “Fatıma”dır.
Yani “Naciye Ana”dır.
21
zülfikar
“Rahmet deryası, Kubbeyi Rahman, Cennet, cümle ervahi Nur olanlar, Muhammed, Ali,
Hasan, Hüseyin, Kol, Talip hepsi de Fatıma’da
mevcuttur. Cümlesinin ispatı da Fatıma’dır ve
Fatıma dünyanın sonunda gelecektir. Fatıma Nur
dünyasının kapısıdır”. (Başköylü Hasan Efendi,
age, s.50).
Efendi, “Doğuş Kapısını Hakk Kapısı” olarak
nitelemiş ve Hakk’ın “Doğuş” ile ispat olduğunu
belirtmiştir. Ve doğuş Ana’dan olur...
Yine Dersim’de Ana’ların adıyla anılan “Xaskare”, “Jele” ve bir çok kutsal mekan, “Ana Fatıma”
çeşmesi, ayrıca 12 İmam oruçlarından bir gün
önce sadece kadınların tuttuğu “Ana Fatıma Orucu” Ana’nın toplumsal ve düşünsel sistemimizde
ki önemine, hatta günümüzde törpülenmiş olsada
tikçe güç kazanmaktadır, erk haline gelmektedir.
Fakat asıl tehlike göçebe erkek egemen toplulukların istilasıyla gerçekleşmektedir. Tarımcı
toplulukların yaşam alanları ve bunların kurduğu
kentler pek çok göçebe topluluk için cazip çekim
alanlarıdır. Semitik topluluklardan olan Akadlar,
Sümer kentlerini istila eder ve tarihin ilk merkezi
devletini oluştururlar.
(...) Tanrıçanın, kurban çukurları ritlerinde
temellendirilmiş barış ve lütufu, çekirdek Yakın
Doğudan geniş bir açılım ile iki denizin kıyılarına, doğuya ve batıya yayıldı. Fakat egemenliğinin bir çok sanatı ve yararı kuzey ve güneydeki
birçok vahşi halka da dağılmıştı. Bunlar yerleşik
tarımcılar değil yarı göçebe sığır (veya koyun,
keçi) çobanlarıydı. İ.Ö. 3500›lerde tarımcı köy
tarihte ki başat rolüne işaret etmektedir. Yineleyelim; Efendi, Yol’un “Ana Yolu” olduğunu, Baba
Yolu olmadığını, Yol’un sahibinin “Ana” olduğunu
sürekli vurgulamaktadır. Ayrıca tüm Alevilikte
Ocakzade olan kadınların ise “Ana” olarak nitelendiğini hatırlayalım.
Burada önemli bir ayrıntıya daha vurgu yapmamız gerekiyor. Ana kültü tarımcı neolitik topluluklarda ortaya çıkmış, iradi komünal bir yaşam
biçimine yol açmış, kentlerin belirmesi, toplumsal
yapının parçalanma sürecine girip sınıflaşmanın
gerçekleşmesiyle erken dönemlerde ki işlevinden
uzaklaşmaya/uzaklaştırılmaya başlamıştır. Göçebe toplulukların istilasıyla bu sınıflaşma ve erkek
egemen yönde evrilme süreci hızlanmış, Ana/kadın ötelenmiş, eril – sınıflı bir düşünsel toplumsal
sistem hakim olmuştur.
Ataerkil Toplulukların İstilası
(...)“MÖ 2400’lere gelindiğinde, baba veya
başarılı bir savaşçı imgesi olan yüce bir erkek
tanrıya tapan saldırgan kabileler, pek çok anaerkil
topluluğu istila etmeye başlar. Kendileriyle birlikte erkeklerin egemen oldukları yeni bir toplumsal
ve siyasal düzen kurarlar. (...) Bir tanrı ailesiyle
diğeri arasındaki savaş, Ana Tanrıça’ya tapan ve
çiftçilik yapan yerli halkla, erkek gökyüzü tanrılarına tapan savaşçı kabileler arasındaki siyasal ve
dini çelişkileri yansıtır”. (Rosenberg age.)
Sümer kentlerinde eril sistem yönünde ki
gelişmeleri Gılgameş’in İştar’a (tanrıçaya) baş
kaldırmasıyla izleyebilmekteyiz. Erkek kral git-
ve şehirler için, akıncı çeteler halinde, birden
görünüp yağmalayan ve kaçan veya daha ciddisi
köleleştirmek üzere yerleşen bir tehlike olmaya
başladılar. İki ana eksenden çıktıklarını görmüştük; kuzeyin geniş çayırları ve Suriye-Arap çölü.
İ.Ö.. 2500’ lerde Mezopotamya’nın yönetimi belirgin biçimde çölden gelen güçlü adamların eline
geçmişti. Agadeli Sargon (İ.Ö. 2350) bunların ilk
önemli örneği ve Babilli Hammurabi (İ.Ö. 17281686) ikincisidir”. (Campbell, age s. 65-66)
Eril/sınıflı yöndeki gelişmelerin, sıçramanın
en önemli kaydı Babil yaratılış mitosunda Tanrı
Marduk’un Tanrıça Tiamat’ı yenmesinde izlenebilmektedir.
Sonraki bin yıllarda, savaşçı erkek bir tanrı
imgesine inanan göçebe ve savaşçı topluluklar
gittikçe bütün çiftçi halkları ve bağlı olarak Anatanrıça kültü ve toplumsal sistemini ezip geçerler.
Ataerkil Zihniyet
Ataerkil zihniyete dair Campbell şu belirlemelerde bulunmaktadır;
Eski anne mitos ve ritlerindeki, yaşamın eşit
biçimde ve birlikte onurlandırdığı karışık şeylerin
aydınlık ve karanlık yönlerinden, daha sonra, erkek çıkışlı ataerkil mitoslarda, “bütün iyi ve soylu
olanlar, yeni, kahraman tanrılara bağlanmış, yerli
doğa güçlerine artık olumsuz bir ahlaki yargılamanın da eklendiği karanlığın yapısı bırakılmıştı.
Yani, çok sayıda kanıtın gösterdiği gibi, iki zıt
yaşam biçiminin, mitsel olduğu kadar toplumsal
düzenleri de karşıttı. (Campbell, age, s. 25)
(...) “Ataerkil görüş, daha eski görüşlerden,
zıt çiftleri, erkek ve dişi, yaşam ve ölüm, iyi ve
kötü, sanki bunlar soyut şeylermiş ve yaşamın
geniş varlığının yönleri değilmiş gibi ayırmasıyla belirlenir. (...)Bunu, aya karşı güneşin mitsel
anlamında bulabiliriz. Karanlık güneşin karşıtı
olduğu için güneşten kaçar, oysa onda karanlık
ve aydınlık bir kürede, bir aradadır”. (Campbell
age,s. 27)
“Ataerkil mitolojide dişi kişilerin çağrışımları,
genelde, Sigmund Freud’un, düşün açık tatmini
olarak nitelediği ‘vurgunun değiştirilmesi’yle
bulanıklaştırılır. (...) Ataerkil kozmogonilerde,
örnek olarak, kutsal analığın normal hayali baba
tarafından ele geçirilmiştir. (...) kadın, rahminden
doğurduğu gibi, baba da beyninden doğurur.
Sözcüğünün gücüyle yaratma,
erkek rahme dönüşümünün
başka bir örneğidir; ağız, dölyolu, sözcük, doğum. (...) Tüm
ataerkil mitolojiler boyunca da
böyle olmuştur. Dişinin yalnızca simgesel kozmolojik anlamda değil, fakat kişisel, psikolojik olarak da işlevi sistematik
olarak değersizleştirilmiştir.
Evrenin kökenleri mitoslarında
dişinin rolü azaltıldığı hatta
yok edildiği gibi, kahraman efsanelerinde de böyle olmuştur”.
(Campbell,age s. 136-137)
Neolitikle beraber, çiftçi
ve yerleşik halkların doğayla,
esasta tarımsal bir üretim biçimi temelinde ilişkilenmeleri
sonucunda geliştirdikleri Dişil Komünal düşünsel ve toplumsal sistemler, uygarlığa geçişle başlayan bir süreçle özellikle aşağı Mezopotamya’da
içten gelişen sınıflaşma ve erkek egemen göçebe
istilacı toplulukların istilasıyla yerini eril bir sisteme terk etmek zorunda kalmıştır.
Bu gelişmeyle ortaya çıkan sistem Ortodoks
bir mitoloji geliştirmiş, insan yaşamında ki karşılığını binlerce yıllık bir zulüm tarihi olarak gerçekleştirmiştir. Bu uygarlık merkezlerinin dışına
atılan ya da dışında kalan alanlarda ise Ana Kültü’nün düşünsel – toplumsal varlığı devam etmiş;
esasta bir özgürlük süreği olarak kendini yaşatmış, sınıflı/eril erkek egemen sistemlerin talan
ve köleleştirme saldırıları karşısında komünal bir
yaşamın savunusu olarak süregelmiştir. sınıflı/eril
sistem ortaya çıktığından beri kadının ve cümle
insanın direnişi, özgürlük ve eşitlik arayışı farklı
biçimler altında kesintisiz bir biçimde devam
etmiştir. Raa Haqi – Alevi çizgisi bu geleneğin
devamı, önemli mirasçılarından biridir. Neolitik
dişil/komünal geleneğin tarih boyunca ortaya
çıkan birikimlerle sentezlenip “Kemalini” geliştirmiş halidir.
Bu nedenle eril zulüm sisteminin saldırıları
aralıksız devam etmektedir. Yaşanan tüm tahribat
ve yabancılaşmaya rağmen bir özgürlük ve eşitlik çizgisi olarak varlığını koruma mücadelesini
sürdürüyor. Sadece insandan insana değil, cümle
varlığa yönelik bir İkrar halidir. İkrarımıza sahip
çıkmalıyız.
22
zülfikar
Maraş Katliamı ve Kültürel Soykırım Konfernası Sonuç Açıklaması;
Maraş Girişimi Olarak Yola Devam Ediyoruz!
L
evh-î Kalem Alevi Fikir Topluluğu ve Avrupa Maraş Girişimi olarak 28 Aralık 2014
tarihinde, İstanbul Okmeydanı Cemevinde organize ettiğimiz, “Maraş
Katliamı ve Kültürel Soykırım” konulu konferansımızda yürütülen
tartışmalar ile bölgemizin temel
sorunlarına dikkat çektildi. Başta
Maraş Katliamı olmak üzere, kültürel
soykırım üzerinde duruldu ve buna
karşı yapılması gerekenler konusunda
ilkesel bir birliğe varıldı.
Sev-Der, Kürecik-Der, Hasanali-Der, Uzunpınar-Der, Uzunhasan-Der, Kaşan-Der, Güç-Der ve
Köşk-Der gibi yöre derneklerimizin
desteğiyle hazırlanan konferansa“Memleketim Maraş – Birîna Raş” belgeselinin gösterimiyle başladı. “Maraş katliamı ile yüzleşmek” başlıklı ilk
oturumunda gazeteci Cemo Doğan’ın
moderatörlüğünde dönemin tanıkları Elif Tabak, Ali Doğan, Şıxo Bakır
konuşmacı olarak katıldı. Konferans
gazeteci Şükrü Yıldız’ın moderatörlüğünü yaptığı ‘Maraş’ta kültürel soykırım’ adlı ikinci oturumda yönetmen
Zeynel Doğan, araştırmacı, yazar
Mehmet Kömür, çevirmen ve dil bilimcisi Mazlum Doğan ve akademisyen Sema Özveren birer sunun yaptı.
Paneller sonrasında Tacım Bakır’ın
rehberliğinde Sinemilli dedelerin,
bölge Zakir ve âşıklarının katılımıylamuhabbet cemi yapıldı.
Konferans hazırlık sürecinde ve
konferansta yürütülen tartışmalar
sonrasında MARAŞ GİRİŞİMİ olarak
yola devam edecek çalışma kapsamında aşağıdaki açıklamanın kamuoyuyla paylaşılmasına karar verildi.
Neden Maraş Girişimi? Mezapotamya yani Kürdistan’ın Etniksel, mezhepsel ve siyasal duruşuyla farklı özellikler taşıyan
Maraş bölgesi tarihsel olarak da direnişci kimliğiyle tanınır. Fakat bölge üzerinde yine tarihsel
olarak o kadar çok oynanmıştır ki, dokusu, insanı,
doğal özelliklerinin bozulması için ne gerekiyorsa
yapılmıştır. Maraş Cumhuriyete kadar bir direniş
kalesidir, hiç bir güce boyun eğmemesiyle tanınmıştır. Sanki bu özelliği nedeniyle, cumhuriyet
sonrası teslimiyet bir kimlik haline getirilmek
istenmiş. bunun için ulusal, mezhepsel, bölgesel
bütün değerleriyle oynanmıştır. Cumhuriyet öncesi direnişçi kimliği öne çıkan Maraş, Cumhuriyet sonrası özellikle de 1980 darbesinden sonar bu
kimliğini yeterince koruyamamıştır.
Cumhuriyet öncesi Maraş tarihi 1920’lere ka-
halkları zorla yerleşik hale getirilmişler, bugün
bildiğimiz Osmaniye gibi şehirler bu şekilde kurulmuştur. Bu şekilde devlete tabii hale getirilen
bu toplumsal kesimler, daha sonra İttihat ve Terakki tarafından geliştirilen asimilasyon politiklarına tabii tutulmuş, ilk olarak İslamî olmayan
topluluklar hedef alınmıştır.
dar bambaşka özellikler taşır. Çok dilli ve çok dinli sosyal bir yapıya sahiptir, toplumsal direnişlerin
yoğun olarak yaşandığı bir yerdir. Ortaçağ’da bu
coğrafyada otoriteye ve çeşitli güçlere karşı yaşanmış olan en büyük birleşik halklar isyanı olan
Babailer İsyanı, Maraş ve çevresinde yaşanmıştır. Ardinden 1520’lü yıllarda Kalender Çelebi
İsyanı, Zennun Baba İsyanı, Şah İsmail İsyanı ve
Celali İsyanları Maraş ve çevresinde ceryan etmiştir. 1800’lere kadar bölgenin etnik, dinsel ve
direnişçi özelliği, 1800’lerin ikinci yarısında Maraş’a Rusya’dan sürgün edilen Çerkesler nedeniyle
farklılıklar göstermeye başlamıştır. Zira Çerkesler,
Osmanlı’nın, daha sonra İttihat ve Terakki’nin ve
devamında cumhuriyetin askeri kadrolarının temelini oluşturmuşlardır. (bkz Maraş Kıyımı- Aziz
Tunç) Örneğin 1800 yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu dönemin özel ordusu olan
Fırkai İslahiye bölge halklarına yönelik sistemli
ve kapsamlı saldırılarda bulunmuştur. Bunun sonucunda bölgenin devlete tabii olmadan yaşayan
daha adı anılmamacasına Maraş’ta yok edilmişlerdir. Böylece gayri müslim topluluklar olarak
Süryaniler, Rumlar ve Yahudilerle birlikte Ermeniler de Maraş’tan yok edilerek adeta bir halklar
bahçesi olan bölgenin özellikleri yok edilmeye
başlanmıştır. Onların topraklarına ve evlerine,
Türkleştirilen ve Sünnileştirilen göçmenler yerleştirilmiştir. Böylece 1870’lerde Fırkai İlahiye adlı
özel ordunun faaliyetleri ile başlatılan ve Maraş’ın
sosyal dokusunun tahrip edilmesini amaçlayan
süreç yeni bir aşamaya geçmiştir.
Önce Müslüman olmayan
topluluklar katledildi
İslami olmayan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar Maraş’da sistamatik olarak asimilasyon politialarına tabi tutulmuşlardır. Ermenilerin 1870’lerde
geliştirdiği direnişler, 1915’lere kadar devam
etmiştir. 1915’te başlayan tehcir ve daha sonra
geliştirilen katliamlarla o güne kadar varlıklarını
korumuş olan Ermeniler topyekün olarak ve bir
Sıra Kürt ve Alevilerde
Müslüman olmayan yerli halkın katliam,
baskı ve zorba yöntemlerle tasfiye edilmesinden
sonra, bölgede yok edilmesi gereken yeni kesim
Kürt Aleviler oldu. Yani katliamcı, asimlasyoncu
geleneğin baş hedefi olan Kürt ve Aleviler, her
iktidarın değişmeyen hedefi durumuna dönüştü. Maraş’taki Kürtlere ve Alevilere yönelik tasfiye amaçlı stratejik planları 1960’larda devreye
23
zülfikar
girdi, asimlasyon en üst boyutlara tırmandırıldı,
bölge halkı içinde Sunni düşmanlığı yaygınlaştırılarak, devletin asimlasyon ve dönüştürme
politikaları cilalandı ve halk varlığını korumak
adına Cumhuriyete teslime zorlandı. CHP şahsında şekillendirilen söz konusu politikaların
1960(larda başlayıp 1978’lere gelindiğinde bölge
bir hesaptır. Katliamda bu güçlerin kullanılması
ve katliamın çok kolay gerçekleşmesi bu nedenle
anlaşılırdır.
Maraş Katliamı stratejik bir Kızılbaş Kürt operasyonudur. Çok kültürlü bir bölgenin son halkasının da bitirilmesi stratejisidir. Katiam’da CHP
iktidardır. Asker faşist gürühu korumakla görevli,
halkının Kürt Ulusal, Devrimci Demokrat ve
Kızılbaş kimliği buluşma eğilimine girmesi Maraş katliamının planlanmasına neden olmuştur.
Neden Maraş Katliamı, Neden Maraş sorularının
yanıtı bu gelişmelerde gizlidir. Bu nedenle Maraş
Katliamı devletin stratejik, iyi hesaplanmış politik
bir operasyonudur. Bunun dışındaki bütün tartışmalar yaşananları gizlemeye, farklı göstermeye
yönelik çabalardır. Yani katliam özelde bölgenin
Kürt özgürlük, devrimci- demokrat , kızılbaş mücadelesi ile Türkiye genelinde yükselişe geçen ve
artık eskisi gibi yöneltilemeyen halk muhalefetini
bastırmak için 12 Eylül Faşist Darbesinin zemini
yapılmıştır.
polis katliamcılara her türlü desteği verme emri
alltındadır. CHP’li İçişleri bakanı ise kamuoyunu “Kürt ve solcular sorumludur” ile meşgul
etmekle görevlidir. Bunların yanında ise dönemin paramiliter siyasal gücü olan MHP, ÜGD
ve kadroları, Türkeş ve MHP Maraş Milletvekili
Mehmet Yusuf Özbaş , Ökkeş Kenger (Şendiller),
Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı,
Cem Ersever Yüzbaşı olarak tanınan Mehmet Ali
Çeviker, MİT görevlileri silah kaçakçıları Ökkeş
Çokuçkun . Gabriel Aktürk , CIA ajanı Aleksadre
Peck ve yüzlerce MİT elamanı “piyango satıcısı”,
ve faşist yer almaktadır. Bu isimler Maraş’la ilgili
her yazıya, deklarasyona, insiyatife girmelidir.
Zira bu isimler bizi asıl katil devletle buluşturmaktadır. Bu etnik temizliğe uğrayan Alevilerin
hemen hepsi aynı zamanda Kürt Alevi’sidir. Bölgedeki katliam Sıkıyönetim şartlarında kitlesel
göçü zorlayarak ve teşvik ederek sürmüş ve bir
anlamda başarılı olmuştur. Sıkıyönetim mahke-
Maraş etnik ve siyasi bir operasyondur.
Maraş soykırımı amaçlayan bir katliamdır. Ve
planlayıcısı devlettir. Şovenizm ve Faşist eğilimlerin bölgede sürekli canlı tutulması da Maraşın
çok kimlikli, mezhepsel yapısına yönelik stratejik
mesi, Maraş Katliamı’nı bir katliam olarak tanımlamamış, öyle görmemiştir. Sıkıyönetim mahkemesi Maraş Katliamı’nı iki topluluğun; Alevi ve
Sünnilerin birbirleri arasında bir çatışma olarak
tanımlanarak, devlet aklanmış ve olası uluslararası bir yargılamanın, insanlık suçu olarak yargılanmasının önü alınmıştır. Mahkemeler sanıkları
beraat ettirmiş, kaynağını, bilgilerini,
belgelerini gizlenmis ve adeta bir
katliam yaşanmamış gibi hukuksal
kararlar alınmıştır. Bu bağlamda Maraş katiamı ve sonrasında gerçekleştirilen ve halen devam eden kültürel
soykırım politikalarını deşifre etmek
ve bunun mücadelesini yürütmek en
temel önceliğimizdir. Hem katledilen
halkımıza sahip çıkacak, hem de bu
insanlık suçunu uluslararası platformlara taşıyarak, devletin Kürt ve
alevi halkına yönelik sistemli baskı
ve katliam örneklerinin en belirgini
olan Maraş’ı aydınlatmak en temel
görevimiz olmalıdır. Bu katliamcı
devleti deşifre etmekle kalmayıp,
bölge halkımız ve kuşaklarımızın
değerlerine sahip çıkması bilincini de
geliştirecek ve gelecek nesillere devrettirecektir.
Doğa katliamına dur demeliyiz,
Türkiye coğrafyasında bulunan Hopa, Tortum, Gerze, Yuvarlakçay, Ulukışla Pazarcık,
Narlı, Çine, Kayseri-Sarız ve en son Gazi’de çevre hareketleri önemli bir sınav vermiştir. Devletin
baskı, sindirme, on yıllara varan hapis cezalarına
rağmen toplumda ve gençlik içinde çevre bilinci
gelişmiştir. Kürt coğrafyasında ve yöremizdeki
Pazarcık, Narlı, Elbistan gibi alanlardaki çevre
sorunları önceliklerimiz arasında yer almalıdır.
Zira çevre sorunları da salt doğa katiamlarını
amaçlamamakta aynı zamanda siyasi stratejiler
etrafında geliştirilmektedir. Bölgenin bitki örtüsü
bozulmak istenmekte, halk göçe zorlanmakta,
topraklar verimsiz kılınarak, köyler ve yöre boşaltılmak istenmekte, halkın ekonomik kaynakları
kurutulmak istenmektedir. Taş Ocakları, Sentraller, çöp ve çimento fabrikaları yakın zamanda
24
zülfikar
yeşil alanları kurutacak, toplarkları verimsiz hale
getirecek, insan sağlığını tehlikeye sokacak kısaca
bütün bölgemizi her anlamda bozacak duruma
gelmiştir. Siyanürlü altın, nükleer santral, termik
santral, çimento fabrikaları, taş ocakları, çöp fabrikaları gibi geleceğimiz yok eden projelere karşı
direnişi her alana yaymak, etrafında örgütlenmek
ve sonuç alıcı girişimlerde bulunmak da en temel
amaçlarımız arasında olmalıdır. Bu amaçla “Ovama dokunma” inisiyatifinin başlatmış olduğu
mücadeleyi önemsiyor ve taktirle karşılıyoruz. Bu
mücadelenin büyütülmesi ve örnek durumunu
sürdürmesi için gereken desteği vermek durumundayız. AKP iktidarının her gün yenisini çı-
felsefesinin doğası bunu gerektirir.
Aleviliğin tamda bu özelliğinden dolayı hep
saldırı altında olması tesadüfi değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca CHP ve Devlet laiklik adı
altında Aleviliği direniş geleneğinden ve milli
gerçekliğinden kopartarak, bir Türk mezhebiymiş
gibi yansıtır. CHP daha da ileri giderek, aleviliği laikliğin bir garantisi, Türk devletinin temel
özelliklerinden biri gibi göstermeye çalışır ama
alevilerin güç olmasını engellemek için de katliamlardan asla vaz geçmez. Bu bir çelişki değildir,
aksine aleviliğin özüyle buluşma çabalarına zaman zaman müdahale geleneğidir. CHP Dersim
isyanının bastırılmasından sonra devlet kimliğiy-
için ulusal ve uluslararası düzeyde girişimlerde
bulunur, ülkedeki oluşumlara her türlü desteği
sunar.
6- Oluşum söz konusu amaçları için ulusal ve
uluslararası siyasi ve sivil ve hukuk çevreleriyle
ortak çalışmalar yürütür ve benzer sorunlara destek sunar.
7-Maraş İnsiyatifi Maraş’ta yaşayan Alevi, sünni, hangi mezhep ve etnik kimlikten olursa olsun,
halkların ve inançların farklılıklarıyla birlikte
kardeşçe bir arada yaşamaları gerektiğine inanır
ve bunun için mücadele eder.
karttığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle kanun
tanımazlığa devam etmekte, Hükümetin hukuk
alanında yatırımcı şirketler lehine uyguladığı çifte
standartlar, çevre direnişlerine karşı anti demokratik baskıları , çevre konusunda örgütlenmemiz
gerektiğini daha acil kılmaktadır. arttırmaktadır.
Günümüzde gerek Elbistan Afşin termik santrali,
gerekse de Pazarcık’ta kurulan dünyanın 2. ve 9.
en büyük iki çimento fabrikasının bölgede yarattığı ölümcül yıkıma dur dememiz gerekmektedir.
Çünkü yaşanan ekolojik kıyım bölge halkına
uygulanan kültürel ve siyasal kırımdan bağımsız
değildir.
le bu geleneği sürdürmüş ve büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Kimi Alevi büyüklerine sus payı
verilerek, direnenler katledilerek korkutma, asimile etme politikaları Dersim, Maraş vb alanlarda
etkili olmuştur. Kürt Özgürlük hareketinin Maraş
bölgesini direniş özelliklerinden ve konumundan
dolayı esas alan politikaları bölgede Kürt ve alevi
özelliklerinin özüne dönüşünün önünü açmıştır.
O halde Maraş İnisiyatifinin diğer bir önceliği
Aleviliği Kürt kimliğiyle buluşturmak olacaktır.
ve devletin siyasal temsilcilerine;
1-Maraş 1978’de yaşananlar katliam ve peşisıra
uygulanan politikalar kültürel soykırım olarak
kabul edilmeli, parlamento özrü dilenmeli ve yüzleşme sağlanmalıdır.
2-Maraş katliamında sorumluluğu olanlar
yargılanmalı hak ettikleri cezaya çarptırmalılar.
3-Maraş Katliamında katledenlerin mezar yerleri yeniden onarılmalı, kaybedilen mezar yerleri
araştırılmalıdır
4-bu tür katliam ve soykırımların bir daha
yaşanmaması için yasal ve anayasal tedbirler alınmalıdır.
5-Katliamla ilgili tüm arşivler açıklanmalıdır
6-Maraş 78’de katledilen insanlarımızın anısı
için anıt mezarlar yapılmalı ve Maraş katliamı
ders kitaplarına konulmalıdır.
7-Toplumsal dokuyu bozan, doğayı katleden
ve ziyaretlerimizi, mezarlarımızı tahrip eden her
türlü doğasal katliama son verilmelidir.
8-Gerçek, kalıcı bir barış ve eşitlik için Dersim
Soykırımı, Maraş, sivas, çorum, gazi katliamları
başta olmak üzere Alevi, Kürt, Yahudi, Ermeni,
Rum ve öteki katliamlarıyla yüzleşmeli ve Kürt
sorunun demokratik çözümü sağlanmalıdır.
9-Alevilerin doğuştan sahip olduğu hakları
kabul edilmeli ve anayasal olarak güvence altına
alınmalıdır.
10-Zorunlu din derslerine son verilmeli, Kızılbaş Kürt Alevilerin anadilde eğitim hakkı tanınmalıdır.
11-Asimilasyona, Alevi yerleşim bölgelerine
cami yapılmasına son verilmeli, Diyanet İşleri
Başkanlığı lağvedilmelidir ve Cem evlerine yasal
statü tanınmalıdır.
Alevilik Kürt kimliğiyle
buluşmak zorundadır.
Bölgemizdeki Alevilerin Kürt olması onlara
yönelik politikaları daha da yıkıcı kılmaktadır.
İktidarlar öncelikle onların kimlikleriyle buluşmamalarını öncelik haline getirmiş ve asimlasyonu Kemalizmle buluşturarak bölgede Kültürel
soykırımı en üst boyutlara taşımıştır. Bölge halkından bazı kesimlerin ısrarla “Biz aleviyiz-Kürt
değiliz” söylemi korku ve sindirilmişliğin en
büyük göstergesidir. “Alevilerin bir Kürt sorunu
yoktur” söylemi, bölge politikalarının en tehlikelisidir. Dersim içinde aynı şey söylenebilinir.
Aslında Mardin, Hakkari vb bölgelerinden çok,
Kürt alevilerinin Kürt sorunu vardır. Zira bu bölgelerdeki halkımız Kürt kimliklerini bir şekilde
koruyabilmiş, kuşaklara aktarmış ve yaşamlarının
bir parçası haline geteirmişlerdir. Alevilik Zerdüşlükle ve daha eski doğal inançlarla benzeşen
yanlarından dolayı aslında ulusal özellikler de
taşır. Gerçek anlamda aleviliği savunanlar kimlikleriyle doğal bir buluşmayı yaşarlar, zira aleviliğin
Bu amaçla biz Maraş Girişimi olarak aşağıdaki görevleri yapmayı halkımıza karşı bir borç
olarak biliriz:
1- Bölgemizde Aleviliğin Kürt kimliği ve
özüyle buluşması için gerekli bütün çabayı gösterir ve söz konusu alanlarda faaliyet yürüten bütün
oluşumlara destek verir, gerekli kurum ve organizasyonları oluşturur.
2- Maraş katliamının hesabının sorulması
en başta gelen önceliğimiz olacaktır. Bu konuda
yerel, ulusal, uluslararası siyasi,hukuk çevrelerine
sorunu taşımak, bunu sürekli ve sonuç alınıncaya
kadar süren bir çalışma haline getirmeliyiz.
3- Oluşum, Türkçülüğe, kemalizme, dini gericiliğe ve inkarcılığa karşı mücadeleyi esas alır,
bunun için siyasi, eğitsel ve tarihsel çalışmalar
yürütür.
4- Bölgemizde alevi ve özsel Kürt orjinalinde
olduğu gibi kadın özgürlüğünü toplumsal özgürlüğün temeli sayar. Bunun için mücadele yürütür.
5- Ekolojik değerleri önemseyen oluşumumuz,
bölgemizde doğaya, tarıma, havaya zarar veren,
iklim dokusunu zedeleyen bütün sentral, fabrika,
maden ocağı, çöp fabrikası, orman kıyımı vb faaliyetlere karşı tavizsiz bir duruş sergiler. Bunun
Ayrıca bu katliamı gerçekleştiren devlet
Maraş Girişimi / 30 . 12 . 2014