kitabı inceleyin

Asuman Güzelce
Ë
SESSİZ GÖÇ
Uzun Hikâye
ASUMAN GÜZELCE; 1969 Samsun Lâdik doğumlu. On Dokuz
Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünde
lisans eğitimini, Maltepe Üniversitesi Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı.
İlk öyküleri Hece Edebiyat Dergisi’nde yayımlandı. 2004
yılında Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği Ömer Seyfettin
Hikâye Yarışması’nda “Annem, Ben ve Maria” adlı hikâyesiyle
mansiyon ödülüne, 2005 Ahmet Hamdi Tanpınar anısına
düzenlenen hikâye yarışmasında “Dolunay” adlı eseriyle
ikinciliğe layık görüldü. 2008’in UNESCO tarafından Kaşgarlı
Mahmut yılı ilan edilmesi münasebetiyle Avrasya Yazarlar
Birliği tarafından düzenlenen Uluslararası Kaşgarlı Mahmut
Hikâye Yarışmasında Türk ülkeleri arasında “Sessiz Göç” adlı
eseri birincilik aldı. Zamanın Yakama Yapıştırdıkları (Ötüken,
2006) ve Elini Kalbime Koy (2010) daha önce yayınlanmış eserleridir. İstanbul'da bir lisede görsel sanatlar öğretmeni olarak
çalışmaktadır.
Doğu Türkistan’da
dini ve millî değerler uğruna şehid olan
kardeşlerimizin aziz ruhlarına ithaf olunur.
I
Bu bir garibin öyküsüdür;
dinlemek ve duyabilmek için de
bir garip kulağı gerek.
Mevlana C. Rumi
B
EN,
babamı hiç tanımadım. Annem, hakkında ne anlattıysa onu bilirim, ne bir eksik ne bir fazla... Bildiğim kadarıyla, babam Muhammed Ekber Afganistanlı bir
kumaş taciriymiş. Kaşgar’ın ileri gelenlerini tanır, onlardan da itibar görürmüş. O dönemde Kaşgar’ın en büyük
bankasının müdürü olan annemin babası, zengin bir aileye mensup, hatırı sayılır biriymiş. İnsanların gözündeki
yerini korumak, dostluklarını pekiştirmek maksadıyla
evinde verdiği ziyafetlerin birine şehrin ileri gelen tüccar
ve memurlarıyla birlikte babamı da davet etmiş.
Dedemin verdiği ziyafetlerin ününü daha önceden
duymuş olan babam, yemekte aralarındaki para meselesinin de konuşulacağını bildiğinden bu daveti fırsat bilmiş.
Ertesi gün, Hoten’de yaşayan erkek kardeşini ziyaret
etmek için erkenden yola çıkması gerektiği halde, yol hazırlıklarını yarıda bırakıp itinayla hazırlanarak, dışarı çıkmış. İlk defa misafir olacağı eve eli boş gitmemek için,
çarşıyı birbirine bağlayan kemerli dar sokaklara dalmış.
10
Sessiz Göç
Kaşgar sokaklarını ezbere bilen babam, arabacıya adresi tarif ederken aklı fikri elde edeceği kârdaymış. Araba
evin önünde durduğunda, başını kaldırıp düşünceli bir
nazarla eve bakmış. Bahçe duvarından sarkan beyaz kahkaha çiçekleri, kararmak üzere olan havanın da etkisiyle
evi olduğundan daha güzel ve gizemli gösteriyormuş.
Evin dış çevreyle bağlantısını sağlayan çift kanatlı ahşap
kapıya yönelerek el şeklindeki demirden işlenmiş kapı
tokmağını, zarif bir kadın elini tutuyormuş gibi tutup
kapıyı tıklatmış. Yavaş yavaş açılan heybetli kapının
arasından avluya süzülmüş. Elindeki ufak tefek hediyelerin olduğu çantaları vermek için, kapının ağır kanatlarını
kavuşturup sürgüleyen hizmetçi kızı beklerken, oturduğu iskemlede ayaklarını sallayarak elmasını dişleyen, kırmızı ipek elbiseli kızı -yani annemi- görmüş. Siyah örgülü saçlarını yuvarlak omuzlarından aşağı sarkıtmış olan
annem de babamı fark edince ayağa kalkıp elmayı arkasına saklamış. Menekşe gözleriyle selam verirken
bakışları babamın kalbine kadar uzanmış. O esnada sürgülenen kapıdan çıkan metalik sesle kendine gelen babam, elindekileri hizmetçi kıza verir vermez geri dönüp
annemin olduğu noktaya tekrar bakmış ama nafile.
Yüreğinde birdenbire oluşan tuhaf bir sıkıntıyla eve
girmiş. Etlisi, tatlısı, tuzlusuyla mükemmel bir şekilde
hazırlanan sofranın başına geçmiş. Misafirlere o sıcak yaz
gününde zevk ve neşeyi arttırmak için “müselles-i şeri”
adını verdikleri şarapla birlikte baharatlı şerbetler de ikram edilmiş. Tam bir zengin sofrasıymış. Babam aç olduğu halde bütün ısrarlara rağmen ne yemek yiyebilmiş, ne
kazanacağı parayı düşünebilmiş ne de doğru dürüst sohbet edebilmiş. Sadece bahçede gördüğü kızı düşlerken
epeyce içmiş. En son, sofraya gelen nar tatlısının ısrarla
önüne sürülmesi üzerine yemek zorunda kalmış. Bu arada ortalıkta gezinen, hizmet eden kızlara göz ucuyla bak-
Sessiz Göç
11
mış ama hiç birisi avluda gördüğü menekşe gözlü kız
değilmiş.
Geç saatlerde evden çıktığında yarı sarhoş bir hâlde
kendi kendine konuşarak, mehter adımlarla kaldığı hana
dönmüş. Midesine giren ağrılar nedeniyle bütün gece döşeğinde kıvranarak bir kâbustan ötekine düşmüş.
O geceden sonra da tüm düzeni bozulmuş.
Sabah olduğunda eğer midesini ferahlatacak bir terkip
ilaç almazsa hiçbir işin ucundan tutamayacağını anladığından kardeşini ziyaret etmek için çıkacağı yolculuktan vazgeçip attarlar çarşısına uğramaya karar vermiş.
Onu kıvrandıran mide sancılarının arasında bile annemin
silueti, gözlerinin önünde beliriverirmiş. Bu şaşkınlıkla
dışarı çıktığında hâlâ gecenin loş kokusunu taşıyan sokaklardan geçerek tek tük dükkânların açılmaya başladığı
meydana varmış.
Aldığı ilaç hiç fayda etmemiş. Ne yaparsa yapsın annemi bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Aşk acısıymış
midesine saplanan. Artık kazanacağı paranın hesabını
yapmak yerine, annemi bir kez daha nasıl görebileceğinin
hesabını yapmaya başlamış. Derdini anlatacak, derdine
çare bulacak birilerini aramış, durmuş. Anneme duyduğu
sevginin büyümesi onu ne kadar sevindiriyorsa, sonraki
günler için duyduğu endişe de bir o kadar korkutuyormuş.
Afganistan’a dönmesi gerektiği halde annemi bir kez
daha görebilmek için yolculuğunu sürekli erteleyen babam, ne kadar uğraşmışsa da annemi bir kez daha görme
imkânı bulamamış. En iyisi bir an önce kızı istemek diye
düşünmüş olmalı ki birkaç kişiye sıkılarak da olsa durumu anlatıp yardım istemiş. Ama dedemin kesinlikle kabul etmeyeceğini söyleyerek, bu sevdadan vazgeçmesinin
kendisi için daha iyi olacağını öğütlemişler babama. Çaresiz kalan babam gidip annemi kendisine istemiş. Tabiî
12
Sessiz Göç
ki dedem çok sinirlenmiş ve ağır sözler söyleyerek babamı kovmuş. Çünkü babam hem evliymiş hem de annemden yaş olarak oldukça büyükmüş.
Babam, dedemi hiç sevmeyen ve onunla aynı mahallede yaşayan, bir arkadaşına durumu anlatmış. O da babamın haline sinsi sinsi gülerek yardım edebileceğini,
yalnız acele etmemesi gerektiğini söylemiş. Birlikte annemi kaçırmayı planlamışlar. Babam Afganistan’a geri gitmiş. Ama gitmeden önce de dedemin yanına uğrayarak
bankaya yüklüce para yatırmış ve dedemden özür dilemiş. Bunu da annemi kaçırdığında kendisinden şüphe
duyulmaması için yapmış.
Kurnaz bir adam olan babam, kimsenin aklına gelmeyeceğini düşünerek aynı mahallede, duvarlarında pencere
olmayan, sadece tavanındaki pencerelerinden aydınlanan
‘tündük’ adı verilen geniş avlulu bir ev satın almış. Aradan epey bir süre geçtikten sonra arkadaşının hanımı bir
gün annemi gizlice yanına çağırmış, ne yapıp edip babamın aldığı eve annemi götürerek zorla alıkonmasına
yardım etmiş. Annem, ne kadar ayak dirediyse de kâr
etmemiş.
Bu olayın üzerinden çok geçmeden annemin
kaçırılmasına yardım eden komşunun on yaşındaki kızı
su kuyusuna düşerek ölmüş. Annem, anlatırken hüzünlenir, “Etme, bulma dünyası.” derdi.
Annem, babam hakkında ne zaman konuşacak olsa,
babamın kendisini gerçekten çok sevdiğinden bahseder,
‘Baban, çekmiş olduğu aşk acısını en ince ayrıntılarıyla
defalarca anlatarak beni ikna etmeye çalıştı. Mutlu olmam için elinden geleni yaptı ama ben onu benimseyemedim,’ diyerek iç çekip kendine özgü kaygılarıyla bilmemi istediklerini anlatırdı. Tuhaf olan ise onun
hakkında olumsuz hiçbir söz sarf etmemesiydi.
Sessiz Göç
13
Hâlbuki annem, evini çok özlediğini söyleyerek ağlar,
baş ağrısından duramazmış. Bu nedenle,
babam,
yaptığına çok pişman olmuş, ama iş işten geçmiş bir
kere. Nöbetçilerin kapısını sırayla beklediği, iki hizmetçinin ev işlerini yaptığı bu evde, annemi, dışarı
çıkarmadan saklıyormuş. Sürekli sıkıldığını söyleyen
annemi, işlerini hallettikten sonra Afganistan’a götüreceğini orada özgür olabileceğini söyleyerek avutmak isteyince annem de “Vatanımdan ayrılmak istemiyorum,”
diyerek bir daha ağzını açmamış. Ruhunu üzüntüye boğan, bütün o kırılmış umutlarını, ölü doğmuş isteklerini,
kocası üzerine yöneltmiş ve zamanla kocasını tanımaya,
onda bir takım güzellikler bulmaya çalışmış.
O dönemde fazlasıyla vergi ödeyen tacirler, yolculukları sırasında eşkıyalar tarafından soyulmaktan korktuklarından, kervanlarının herhangi bir baskına uğramaması
için birilerine para vermek zorunda kalıyor, bu duruma
boyun eğmeyip karşı çıkanlar ise sadece mallarından değil, canlarından da oluyormuş. Babam hem böyle bir duruma düşmemek, hem de şüpheleri üzerine çekmemek
için ara ara dedemin bankasına uğrayıp para yatırarak
parasal ilişkilerini ayakta tutuyormuş. Tacir arkadaşlarını
o bankaya yönlendiren babamın sayesinde banka çok kâr
ettiğinden dedem, babamdan hoşlanmadığı halde bankaya girip çıkmasına ses çıkarmazmış ama babama duyduğu nefret de yüzünden okunurmuş. Babam, çektiği vicdan azabından olsa gerek dedemin soğuk ve kimi zaman
hakaret yüklü davranışlarını sinesine çeker, başını eğermiş...
Dedem, annemin kaçırıldığı günden itibaren başı iki
elinin arasında “Benim düşmanım kim?” diye sayıklar,
bazı günler de odasından hiç çıkmadan saatlerce düşünür
sonra da ne yapacağını bilemez bir halde odasından çıkıp
“Sen biliyorsundur!” diyerek anneannemin üzerine yü-
14
Sessiz Göç
rürmüş. Evdeki hizmetçileri bile haksız yere azarlayıp
sıkıştırdığından ev halkı dedemden kaçar olmuş.
Aklından hiç çıkmayıp diline de yapışan “Kızımı kim
kaçırdı?” sorusunun cevabını arayan dedem, annemi
aramaktan hiç vazgeçmediği gibi eşine dostuna kızının
yerini haber vereni ödüllendireceğini söylermiş. Bu olayı
hem gurur meselesi yapmış, hem de evladının akıbetini
merak etmekten hasta olmuş. Kapının her çalınışında bir
haber gelmiş olabileceği umuduyla heyecanlanarak geçermiş günleri.
Babamın Afganistan’a gittiği sıralarda, adamlarından
biri nal yaptırmak için bir demirci dükkânına gitmiş.
Demirci ustası elinde hazır nal olmadığını, biraz beklemesi gerektiğini söyleyerek kalkmış, körüklü ocaktaki
köz ateşte demiri kızdırmaya başlamış. Bu arada da sohbet kaçınılmaz olmuş. Söz dönmüş dolaşmış babama
gelmiş. Örsün üzerinde balyozla demiri döven usta ‘Muhammed Ekber bugünlerde hiç görünmüyor. Nerede?’
diye sormuş. Adam da boşboğazlık ederek, ‘Buradaki hanımını Afganistan’a götürmek için başka bir ev açmaya
gitti.’ demiş. Kulağı deliklerden olan demir ustası şüphelenmiş- çünkü babamın annemi istediğini ve annemin de
kaçırıldığını biliyormuş- bu sefer hiç renk vermeden
hanımının kim olduğu sormuş. Bu sorudan huylanan
adam ‘Boş ver. Sen işine bak.’ diye cevap verince şüphesinde haklı olduğunu anlamış. Nalı alan adam
dükkândan çıkar çıkmaz, demirci üstündeki önlüğü
fırlatıp soluğu dedemin yanında almış. Kendini ihya edecek kadar yüklüce bir bahşiş karşılığında dükkânda geçen
konuşmaları anlatmış.
Dedem, hemen annemin kaldığı evi basmış, onu kolundan tuttuğu gibi evine getirmiş. Annem, iyimser bir
tavırla derdi ki, “Hamile olduğumu o an fark etseydi
belki beni geri almazdı.” Babam Muhammed Ekber, bu
Sessiz Göç
15
haberi alınca Kaşgar’a bir daha gelmemiş. Geldiyse de
gören olmamış. Çünkü dedem, babamla görüştüğü
sıralarda annemi kaçıranı bulduğunda kesinlikle öldüreceğini, namus meselesinin başka türlü hallolamayacağını
söylermiş.
Çok zor günler geçiren annem; evine, ailesine kavuşma sevincini yaşayamadan, doğum sancıları çekmeye
başlamış. “Aram Ay” dediği sıcak bir nevruz günü öğle
saatlerinde henüz yedi aylık hamileyken beni doğurmuş.
Yeni gelen bahar gibi açmışım gözlerimi dünyaya. Zavallı
anneciğim, o günü hatırladıkça günahlarından kurtulması için ateş harmanının üzerinden zorla nasıl atlattırıldığından hüzünle bahsederdi…
Doğduğumda yıldızım yüksek değilmiş, en azından
dünyaya gelişim sırasındaki koşullara bakarak bu yargıya
varabiliyorum.
Güneş tam tepedeyken doğduğum için, güneş anlamına gelen Kuyaş adı verilmiş bana. Dedemin korkusundan dünyaya gelişim üç gün gizlenmiş. Olur olmaz
saatlerde ağlamalarım başlayınca anneannem gücünü
toplayıp “Torunun dünyaya geldi.” diyerek dedeme haber
vermiş. Dedem ise hiç düşünmeden -muhtemelen daha
önceden karar vermişti- hizmetçisini yanına çağırıp “Çocuğu dışarı bırakın. Nasıl olsa biri alır, bakar. Zaten birkaç güne kadar da ölür!” diyerek sokağa bıraktırmış beni.
Annemin yalvarmasına dayanamayan hizmetçi, dedemden çok korkmasına rağmen yarım saat kadar sonra beni
bıraktığı yere gidip bakmış. Yayvan hasır sepetin içinde
öylece uyuyormuşum. Beni kucaklayıp bir komşuya götürmüş. Halimize acıyan komşu da “Ortalık sakinleşinceye kadar bakarım!” deyip beni kucaklamış…
Ertesi gün göğüsleri sütle dolan annem, sancıyla
kıvranıp elini kolunu kaldıramaz olmuş. Lohusalıktan
kaynaklanan bu zayıflığına bir de moral bozukluğu ekle-
16
Sessiz Göç
nince iyice hastalanıp yatağa düşmüş. Dedemin işe gittiği, çarşıya çıktığı zamanlarda, annem gizlice beni eve
getirtip emzirir, gelişimimi görerek sevinirmiş. İyileşip
ayağa kalkınca, kaldığım eve gelip beni emzirmeye devam etmiş. Bunu fark eden dedem, annemin evden
çıkmasını yasaklamış. O güne kadar babasına hiç karşı
gelmeyen annem, boğazından çıkan hıçkırığa engel olamamış ve dedemi vicdansızlıkla suçlamış. Ama dedemin
yüzünün tek çizgisi bile oynamamış. Ev halkına bağırıp
çağırmış, tehditler savurmuş. Komşu kadına bile kızmış.
Ne kadar gözyaşı döküp yalvarmışlarsa da Nuh demiş
peygamber dememiş. Bunun üzerine, anneannem, çok
önceden tanıdığı, iki sokak arkada oturan yoksul ve dul
bir kadına gidip para karşılığında bana bakması için yalvarmış. Kadın kabul edince de bir kese parayla birlikte
beni öpüp koklayarak hizmetçinin kucağına verip göndermiş. O günden sonra annem, babasına karşı duyduğu
sevgiyi yavaş yavaş yitirmiş.
Annem, gelip bizi alması için babama haber göndermiş ama babamdan hiç ses çıkmamış. Haber mi ulaşmadı
yoksa babam mı gelmedi? Bunun cevabını bilmiyorum.
Bana bakan kadına uğur götürmüş olmalıyım ki çok
geçmeden kendine genç ve yakışıklı bir koca bulmuş.
Tabii getirip beni de anneme bırakıvermiş. Üzüntü içinde
kıvranmaktan başka elinden bir şey gelmeyen annem,
aynı gün yakın bir köyde, paragöz bir çiftçinin karısı olan
kız kardeşine haber gönderip yanına çağırmış. Bana bakması için ona yalvarmış. Teyzem de annemi kıramamış.
Kısa bir süre sonra eniştesinin bu durumdan hiç hoşlanmadığını duyan annem, hemen kız kardeşine bir miktar para göndermiş. Parayı memnuniyetle kabul eden
eniştesinin sesi kesilmiş. Eniştesine fazla güvenemediğinden, kız kardeşinin de arada yıpranacağını bilen annem, hiç rahat değilmiş.
II
T
annem, içine düşmüş olduğu ateşli sıkıntılar
nedeniyle perişan olmuş ama kendini koyuvermeden
birlikte yaşayabileceğimiz günlerin hayalini kurarak yaşamı kucaklamış. Ruhunun bu dayanılmaz yıpranışını
önlemek için dedemin kendisini evlendirmek istemesine
de ‘Kızımı yanıma alabilirim,’ umuduyla karşı çıkmamış.
Sırf benimle birlikte olabilmek için kendinden oldukça yaşlı, daha önce hiç görmediği, tanımadığı bir madenciyle evlenmeye razı olmuş.
Evlenmeden önce beni kabul eden kocası, sonradan
homurdanmaya, anneme ve bana kötü davranmaya başlayınca, zavallı annem, bu sefer de beni dayımın yanına bırakmak zorunda kalmış. -Anlatılanlardan öyle tahmin
ediyorum ki o zamanlar iki yaşındaydım.- Kocası, evlendiklerinden kısa bir süre sonra Urumçi’nin güneyinde
tonlarca kömür rezervi olan bir ocak satın alınca oraya
taşınmışlar.
Her şey, şekilsiz, yönü belli olmayan sele kapılmış,
akıp gidiyordu. Huzursuzluğumu yatıştıracak kimsem
yoktu. Artık annemi de senede ancak birkaç hafta görebiliyordum. O zaman da ona alışmam yaklaşık bir iki günümü alıyordu. Ne tuhaf, onu görünce hem çok seviniyor; hem de ondan utanıp kapının arkasına gizleniyorALİHSİZ
18
Sessiz Göç
dum. Yüzüne rahatça bakabilmek için başını yan tarafa
çevirmesini bekliyordum. Ona alışınca yanından ayrılmak
istemiyordum. Geceleri kucak kucağa yatıyor, gözyaşlarımızı birbirimizden gizleyerek, uykuya dalıyorduk.
Yaşadığı sıkıntılardan kaynaklanan soğuk ve mağrur
bir bakışı vardı annemin. Başörtüsünün altındaki esmer,
kemikli yüzünün hatları olduğundan daha sert görünürdü. Sanki mücadele etmek, daima gergin bir hayat geçirmek için yaratılmış bir kadındı. Bir anne olarak gücünün
neye yeteceğini bilmiyordu. Hiçliğin kıyısında dolanıyor,
halimize üzülüyordu. Nasıl üzülmesindi? Biricik
kızından ayrıydı. ‘Sabrım ve tahammülüm bana yetiyor
da sen dayanabilecek misin?’ diye sorup ilerde birlikte
olabileceğimiz güzel günleri vaat ederek vedalaşıp gidince günlerce kendime gelemiyordum. O günlerin gelmeyeceğini sanki biliyordum. İşte bu görüşmelerimiz esnasında bir masal anlatırmışçasına babamla ilgili bildiklerini en ufak ayrıntılarıyla aktarıyordu. Olayları, kişileri,
babamı öyle seçilmiş sözcüklerle, öyle bir anlatırdı ki en
ufak bir hayal kırıklığına uğramazdım. Zaten annemden
başka kimseden ne babamın adını ne de onunla ilgili
ufacık bir anıyı duydum. Nasıl oldu bilemiyorum ama
yıllar geçtikçe babamı hiç göremeyeceğim düşüncesi
aklıma yerleşti. Bilinçaltım kelimelere dökülemeyen bu
fikri kabullendi.
Birlikte geçirdiğimiz o kısa sürede annemin göstermiş
olduğu şefkat bana bir yıl boyunca yetiyordu. Kimsenin
beni öpmesini, başımı dahi okşamasını istemiyordum.
Biri başıma elini sürecek olsa hemen oracıktan
kaçıyordum. Çünkü annemin el izinin, kokusunun kaybolacağını zannediyordum.
Oysa ben de diğer çocuklar gibi saçlarımı tarayan, bana iyi geceler dileyen, uyurken üstüm açılmışsa üstümü
örten bir annem olsun isterdim.
Sessiz Göç
19
…
Dayım bütün gün dışarıda çalışıyordu. Fazla beraber
olamıyorduk ama beni çocuklarından ayırmazdı, severdi,
bilirdim. Ona, “Ağabey”, diyerek büyüdüm. Yanında kaldığım o sevgili dayım, o temiz kalpli insan, bana hep, benim için arzuladığı şeyin, gelecekte zengin ve tahsilli bir
adamı severek evlenmem olduğunu söylerdi. Benim, yanında pek mutlu olamadığımı görüyordu. Yengem ev işleriyle ve çocuklarıyla bir sinir küpü gibi boğuşur yüzüme bile bakmazdı ama kötü de davranmazdı. Ne pişirirse
ortaya koyar, çamaşırlarımı yıkardı. Çünkü annem her
gelişinde, bana iyi davranması için parayla, altınla yengemin yüreğine merhamet yüklerdi. Bundan dolayı ben
de rahat hareket ederdim.
Çevremde gelişen olayların farkına varmaya başladığımda ilk gördüğüm, Doğu Türkistan halkının ölümcül bir dehşetle tek bir duygunun içinde eriyip kaynaşmasıydı. Çinliler bizim için değerli ve kutsal olmuş şeylerin hiç birine aldırmıyorlardı. Çinli askerler tarafından
sayım yapılıyor, bütün Doğu Türkistan halkının sicilleri
tespit ediliyordu. Türk mahalleleri dağıtılıyor ve Türklerin Çinli ailelerle, onların yeni kurdukları şehirlerde
oturmaları mecburi tutuluyordu. Belirlenen bazı aileler,
başka mahallelere gönderilip onların evlerine Çinliler
yerleşiyorlardı. En sevdiğim iki arkadaşım böylelikle
mahalleden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Hatırlıyorum, sekiz yaşındaydım.
Bir sabah arkadaşımın babası komşu erkeklerle birlikte evlerinin önünde duran bir at arabasına hem eşyalarını
yüklüyor hem de verip veriştiriyordu. Kadın ve çocuklar
da büyük bir soğukkanlılıkla bu taşınmayı ağlayarak seyrediyorlardı. Ağlama, evlere de geçmişti sanki. Çatılar
bile ağlıyordu. Onlara bakarak ben de ağladım.
20
Sessiz Göç
Araba sarsıla sarsıla uzaklaşırken eşyaların üzerinde
oturan arkadaşım, ‘Hoşça kal! Kuyaş! Kuyaş!’ diye bağırarak el salladı. Ben de ona el salladım ama gittiğini görmemek için de gözlerimi sımsıkı yumdum.
O bir ay içinde, birkaç komşumuz daha gözyaşları
içinde evlerini boşaltarak, mahallemizden ayrıldı…
Artık ‘Kuyaaaş!’ diyerek beni oyuna çağıran sesler kesilmişti. Arkadaşlarımın gidişiyle iyice içime kapandım
ve derin bir yalnızlığa düştüm. Hâlâ o arkadaşlarımla
oynadığım oyunların tadını unutamıyorum. Bütün Çinlileri öldürebilecek gücü bana vermesi için günlerce Allah’a yalvarmıştım. Nefret duygusunu taşımaya başlamam, Çinlilerle tanıştığım o günlere denk düşer.
Sonraları evin bahçesindeki gül ağacının gölgesinde,
bütün gün bebeğimle evcilik oynamak, tadına doyamadığım tek eğlencem olmuştu. Bir anne sevgisi buluyordum o ağaçta. Minik yapraklarının gölgesi üzerime
düştüğünde, sanki şefkatli bir anne eli dokunuyordu
bana. Ve dallar benim bedenimi yine aynı annenin kolları
gibi sarıyordu.
Ben sıkıntıların terbiye ettiği sabırlı, hüzünlü, kibar
bir kızdım. Özellikle de hüzünlü. Belki de yeryüzünün en
hüzünlü kızı…
Bütün çocuklar gibi, kafamda tek bir düşünceyi, özgürlük düşüncesini yaşatarak büyüyordum. Kış günleri
okula gider, gelince de evin bir köşesine çekilir sessizce
otururdum. Büyüklerin sözlerini dinlemeye pek meraklıydım. Hele söz, tanıdığım birilerinin başlarından
geçmiş olaylara döküldüğü zaman, çenemi avuçlarımın
arasına alır, dikkat kesilirdim. Doğu Türkistanlı genç
kızların, Çinli erkeklerle evlenmeye zorlandığı; bu hususta özellikle, büyük bir baskı uygulandığı anlatılınca, çocuk kafamla anlatılanları kendimce yorumlar, tarifsiz
endişelere dalardım.
Sessiz Göç
21
Daha sonraları dini ve milli değerlerinden dolayı, bu
zorlama ve baskılara rağmen kesinlikle taviz vermeyen,
Müslüman Türk kızlarının arasında, intihar edenlerin de
olduğunu duymaya başladım. Bütün bunlar öyle kötü bir
şekilde anlatılırdı ki: ‘Ya benim de başıma gelirse ne olur
halim?’ diye çok korkardım.
Kızıl Çin iktidarı, Doğu Türkistan’daki zalimane idaresine ve korkunç işkencelerine hız vermiş, toprak sahiplerini yok etmek amacıyla da “toprak reformu” adı
altında çok büyük cürümler işliyordu. Doğu Türkistan’da, hemen hemen herkes az ya da çok toprak sahibi
idi. Çünkü burada araziye oranla, nüfus azdı. Dayım da
arazisi çok olanlardandı.
Hasat mevsimi, dayım tarlada çalışırken, yanına gelen
Çinli askerler, yeni çıkan yasalara göre, toprağının elinden alınması gerektiğini söyleyerek onu tehdit etmişler.
Dayım ürün vermeyi teklif edince askerlerden biri ‘Ben
bekârım, kardeşin ya da kızın varsa onu benimle evlendir. İşte o zaman sana dokunmayız. Ne toprağını alırız ne
ürününü.’ demiş. ‘Böyle bir şey yapmaktansa değil toprağımı, canımı bile veririm daha iyi.’ diye karşılık veren dayım, Çinli askerler tarafından dövülmüş. Bu olay üzerine
evin basılmasından ve başımıza kötü bir şey gelmesinden
korktuğu için, beni, henüz on bir yaşımdayken uzaktan
akrabamız olan, soylu bir kadının oğluna vermiş.
Saçlarımı örmeye başladığım yıldı. Nasıl da net hatırlıyorum. Ilık bir sonbahar gecesi dayımın evinin arka
bahçesinde misafirler vardı. Herkesin oturabilmesi için
komşulardan sandalyeler toplanmıştı. İnsanlar el çırparak eğleniyor, çalgıların sesleri karanlığı yırtıyordu. Bir
ara yengemin ‘Misafirler üzüm istiyor.’ dediğini duydum.
Hemen asma ağacına çıkıp üzüm toplamaya başladım.
Ağaçtan inerken her zaman oyun olsun diye ona kadar
sayardım. Bu defa ona kadar saymama fırsat kalmamıştı,
22
Sessiz Göç
çünkü çalgıcıya bakayım derken ayağım kayıp avludaki
misafirler için hazırlanmış tahta bir sedirin üzerine düşmüştüm. Allah’tan sedirlerin üzerlerinde yumuşacık, mavi ipek yüzlü minderler vardı. Hiç unutamıyorum. -O gece aklıma geldikçe, o mavi renk gözümün önünde uçuşur
durur.- Ayak bileğim iyice şişmişti. Oysa arkadaşlarım
saklambaç oynamak için beni bekliyorlardı. Yere basmaya çalıştığımda ayağım acıdı. ‘Anneciğim! Anneciğim!’
diyerek ağlamaya başladım. Sümüklerim yere damlarken
o gece yapılan eğlencenin kendi düğünüm olduğunu
nerden bilebilirdim? Ancak ertesi akşam öğrendim. Bir
gece önceki eğlencenin benim için düzenlendiğini, evlendiğimi ve de kocam olacak adamın evine götürüleceğimi…