Bilişsel Uyumsuzluk ve Uyumsuz Mimari: Doğruları

ARCHITEXT
NIKOS A. SALINGAROS
ediyor olduğu pek fazla bilinmemektedir (Alexander, 2001-2005). Birçok
yazar mimari tasarım pratiğindeki yanlış bilgilenmenin kök salmasında
oldukça etkili olan, insanların ve onların inşa ettiği çevrenin zarar görmesine
yol açan çağımızın tasarım anlayışında grup düşüncesinin etkin bir unsur
olduğuna inanıyor.
Bilişsel Uyumsuzluk ve Uyumsuz Mimari:
Doğruları Yadsımak için Yedi Taktik
Giriş
Günümüzün tüketici toplumları, katlanarak büyüyen ve bu nedenle
karşılanması imkânsız ihtiyaçlar yüzünden çöküşe mi sürüklenmektedir?
Son yıllarda, hem endüstrileşmiş hem de henüz gelişmekte olan ülkelerin
maddi uğraşlarının yerküre ve biyosfer üzerindeki yıkıcı etkisinin farkına
vardık. Yine de, doğal kaynakların ve enerjinin ziyan edilmesi, biyosferdeki
çeşitliliği yitirme pahasına tarım alanlarının genişletilmesi vb. süreçlerin
yol açacağı felaketi önleyecek değişikliklere bizi zorlayan, çok sayıda iyi
tasarlanmış ve akılcı iddia ortadayken, insanoğlunda hâlâ akıl ve mantıktan
yoksun bir ataletin hakim olduğunu görmek hayal kırıcıdır (Max-Neef, 2010;
Wilson, 2006).
Şaşırtıcı olan şu ki, bu yeni bir olgu değil; varlığını sürdürme biçiminin
bir uzantısı olarak bizi grup davranışına uymaya mecbur kılan şey, insan
doğasının bir parçasıdır. Bir sosyal grup üzerinde gerçek bir tehdit olması
durumunda bu tarz bir uyumluluğun avantajları vardır: Orada bekleyip,
tehlikenin sizi hedef alıp almadığını anlamaya çalışmaktansa, sıvışmak
yeğdir. Burada sorun, böylesi bir sürü davranışının bizi kalıplaşmış düşünce
biçimlerine takılıp kalmaya yönlendirerek daha iyi seçenekler benimsemekten
alıkoyması ve bizim için en iyisi olabilecek şeyin aksine sonuç vermesidir.
Doxa 11, Ocak 2014
İnsan kaynaklı küresel felaket konusuna gelince, bilimin akılcı tespitlerini
gözardı ediyor, etrafımıza bakıp komşularımızın pek de umurlarında
olmadığını görüyor ve kendimizi rahatlatıyoruz. İnsanların, temeli sağlam
ve zekice tasarlanmış bir düşüncenin mantığını değil de grup düşüncesini
izlemeyi seçtiği sayısız örnek vardır. Dahası, tarih insanlardaki bu genel
eğilimden yararlanılarak, onların hiçbir anlamı olmayan şeyler yapmaya
yönlendirildiği ve baskı altına alındığı olaylarla doludur. Toplum akıldışı
ideolojileri destekler ve tartışmalara karşı dirençli bir tavır sergiler çünkü
insanlar, akla ve mantığa uygun kanıtlarla karşılaşsalar da, grup inanışlarını
korur ve değiştirmezler.
Bu tespit, örneğin, günümüzün uyumsuz mimari ve kentsel tipolojileri
bağlamında da aynen geçerlidir. Bunun, bir şeyi asla sorgulamadan,
sadece alışkanlıktan ötürü yinelemek gibi basit bir nedeni vardır. Diğer bir
neden de, tıpkı küçük bir ünlü mimar grubunun tasarladığı az çok birbirine
benzer uyumsuz tarzda yapıların özendirilmesi örneğinde görüldüğü gibi,
modayı izleme tavrıdır (Salingaros, 2008). Küresel çapta yaygınlaşmış olan
tüketimcilik cehalet ve yanlış bilgilenme üzerinde yükselirken, diğer yandan
kentlerimizi tasarlama ve inşa yöntemlerimizin insanca sürdürülebilir ve
korunabilir mimari ve kentsel yapılanma pratiğine aykırı düşüyor, ilkeleri ihlal
100
Bu makale mimarlıkla olduğundan daha çok genel insan doğası ile ilgilidir.
Siyaset bilimi ve psikoloji alanlarında elde edilmiş bazı bulguları özetlerken,
grup düşüncesi ve akılcılığa direnç gösterme özelliklerinin evrimsel uyum
sürecinin bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Hal böyle iken, ilkel kabile
düzeninde bir avantaj olan bu özellikler şimdi bizim soyumuzun tükenmesine
yol açacak gibi görünüyor. İnsanları grup düşüncesine katılmaya teşvik eden,
akıldışı ve yanlış fikirleri benimsemeye iten zihinsel mekanizmalar vardır.
İnsanların grup düşüncesi koşullarında gösterdikleri içgüdüsel tepkiler,
eğitime ve akılcı tartışmalara karşı mücadelede kullandıkları teknikler
haline gelmektedir. Bunlar, yanlış inançlarını gözden geçirmekten kaçınan
aklı başında ve zeki insanların başvurduğu araçlardır. Toplumda daha iyiye
doğru bir dönüşümü isteyen bir kişi bu mekanizmaları anlamak zorundadır.
Bir kişi, birbiriyle çelişen ve bağdaştırılamaz iki düşünce ile yüz yüze kaldığı
zaman “bilişsel uyumsuzluk” ortaya çıkar (Tavris & Aronson, 2007). Bu
durum kişide duygusal bir gerilim ve endişe doğurur, duyu kaybına ve
eylemsizliğe yol açar çünkü zihindeki karar mekanizması bu çelişkiyi çözüp
seçilmesi gereken uygun bir yolda karar kılamaz. Bunun çok tehlikeli bir
durum olduğu açıktır ve insanın böyle bir kararsızlık durumunda (tıpkı bir
bilgisayar programının donup kalması gibi) kilitlenip kalmaktan kaçınması
gerekir. Böyle çelişkilerin ortaya çıktığı alanlar genellikle diğer kişilerin karşıt
fikirlere sahip oldukları toplumsal alanlardır. Eğer bir kişi kendi kendine
bir karar verecekse, kafasındaki uzlaşmayan fikirler arasında çoğu zaman
daha az çatışma olur. Bu grup düşüncesi mekanizması biyolojik/toplumsal
evrimin birlikteliği içinde yaygınlaşmıştır. Doğanın bize, içinde yer aldığımız
grubun çoğunluğunun inancına uygun bir kararı benimsememiz için uygun
zemin hazırladığı açıktır (Richerson & Boyd, 2005). Uyum sağlamaya karşı
konulamaz yatkınlık, akılcı davranışa da, ahlaki kısıtlamalara da kolaylıkla
baskın çıkar. Normal insanların, kendi duyum organlarıyla algıladıklarını yok
sayıp, sadece grup tarafından kabul görmüş olduğu için yanlış bir bilgiye
güvendikleri defalarca kanıtlanmış bir olgudur. Bu makalede gözden geçirilen
laboratuvar deneylerinde insanlar doğrudan kendi algıladıklarını terketmeye
ve grup düşüncesinin (kasıtlı olarak yanlış) kabullerini benimsemeye
yönlendirilmişlerdir. Bu deneylerden birinde, normal kişilikli öğrenciler
sadist gardiyanlara dönüştürülmüştür (Stanford Cezaevi deneyi). Bu fikirden
çıkarılan sonuçlar Thomas Kuhn’un bilimde paradigma değişikliklerini inceleyen eseriyle birlikte değerlendirilerek genişletildiği zaman, o paradigma
değişiklikleri de grup görüşünde ani değişiklik olarak aynı kapsamda
değerlendirilebilir. Dolayısıyla, rasyonel düşünceye, akıl ve zekâya dayalı
davranış beklenen bilim alanında bile, yeni teorilerin benimsenmesi aynı
derecede sorunlu olmakta ve tıpkı sıradan toplum katmanlarında görüldüğü
gibi grup uyumluluğu tarafından sekteye uğratılmaktadır.
Tabii ki, bu inatçı ve asla düzelmek bilmeyen davranışlar tarih boyunca kayda
geçmiştir – bunların neden oldukları hatalı uygulamaların sürdürülmesinde
hiçbir etkisi olmasa da. Felsefeciler insanoğlunun rasyonel olmadığını,
gerçeklikten soyutlama yaparken onu muğlaklaştırdığımızı uzun bir zamandır
biliyorlar. Friedrich Nietzsche üstün sezgisiyle ve alaycı bir tarzda şu gözlemi
yapar: “İnsanlar herhangi bir şeyin doğruluğuna, başkalarının da güçlü bir
biçimde inandığını gördükleri sürece inanırlar” (Friedman, 2003). Sonuç
olarak bunlar, çoğunluğun kanaatinin kanıtlanabilir doğrulara daha baskın
çıktığı anlamında, o eski “güçlü olan haklıdır” sözünün geçerliliğini gösterir.
Daha da şaşırtıcı olan, insanların grup görüşüne, yanlış bilgilenme temelinde
geliştirilmiş olsa bile, uyum sağlamaya genetik olarak yatkın olmalarıdır.
Dolayısıyla, çoğunluğun egemenliği üzerine kurulu bir sistemde bunu eğitim
yoluyla değiştirme gayretinin başarıya ulaşma şansı yoktur çünkü toplumsal
yapı düşünsel uyumluluğu garanti altına almaktadır.
Grup inanışına uyum sağlamak
Solomon Asch (Asch, 2003; 2004), bir kişinin, akranlarının baskısı nedeniyle, kendi algılarına güvenmemeye ve bunun yerine yanlış bir inanışı
benimsemeye hazır olduğunu bir dizi klasik deneyle göstermiştir. Deneylerden birinde denekler taraflı bir grup görüşüyle tutarlı bir biçimde yanıltılırlar
101
ve bir çizginin diğerine göre uzunluğunu daima yanlış bildirirler. İnsanlar, her
ne olursa olsun, çoğunluğun görüşünü benimserler. Grup inanışına uyum,
kişinin kendi duyum organlarından güçlüdür. Tabii, bu deneylerde grubun
diğer üyeleri özellikle seçilmiş ve denekleri kasten yanıltmaları istenmiştir,
ama deneklerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenen çizgiler arasındaki
fark herkesin rahatlıkla görebileceği kadar açıktır. Stanley Milgram bu uyum
sağlama etkisini doğrulayan farklı deneyler gerçekleştirmiş (Milgram, 1961)
ve ardından, daha da geliştirilmiş bir kurgu ile bu ilk bulguların kapsamı
genişletilmiştir (Berns vd., 2005).
Sözde anketçilerin birtakım düzmece sorulara gayet açık ve net yanıtlar
almaları, otorite algısı ve uyum baskısının yanılgıları nasıl geçerli kıldığını
göstermiştir. Öğrenciler hayali yerlerle, olmayan yasa maddeleriyle,
varolmayan siyasetçilerle ilgili soruları seve seve cevaplandırmışlar; hatta, o
hayali yerlerin yolunu tarif ettikleri bile olmuştur (Prasad vd., 2009). Soruları
cevaplandıran kişiler, varsayılan bir otoritenin soru sorma eylemini (bu
sözde anketçiler yasal bir iş yaptıklarından kuşku duyulmamasını sağlayacak
her şeyi hazırlamışlardır) yanlış algılamışlar ve o otoriteyi sorgulandıkları
konuların gerçekten varolduğuna kanıt olarak değerlendirmişler. Bunlar,
daha da ileri giderek, konulardan habersiz kalmış duruma düşmemek
ve dolayısıyla herkesin paylaştığı bilgilere sahip olmadıklarından “grup”
dışı görünmemek için, hayal ürünü açıklamalar uydurmuşlar. Bir başka
araştırmada, yetişkin kişilerin öğrencilik yıllarında deri üzerinde yaptıkları bir
tıbbi deneyle ilgili bazı ayrıntıları hatırlamaları istenmiş (Mazzoni & Memon,
2003). Böyle bir deney asla gerçekleşmemiş olduğu halde, denekler bu
hayali deneyle ilgili ayrıntılı ve inandırıcı anılar uydurmuşlar.
Uyum sağlayıcı davranışa bir örnek olarak, her ne kadar bu bir inanış
olmasa da, hemen herkesin televizyon programlarında gösterilere eklenen
kaydedilmiş kahkaha seslerinden nasıl etkilendiğini hatırlayalım. Grup
davranışına uyumu tetikleyen bu efekt herkes tarafından küçümsenir ama
yine de her yerde kullanılır. Israrla kullanılmasının nedeni, bu efektin bulaşıcı
olduğunun psikolojik araştırmalarla kanıtlanmış olmasıdır (Cialdini, 1993).
Bu kahkaha efekti hem yapmacık olduğu açık hem de aptalca olduğu halde
izleyiciler bundan etkilenmekten kendilerini alamamaktadırlar. Seyircilerin
manipülasyonu açısından, mizahi olay ne kadar kötü (yani zekâ ürünü
olmayan, basit ve sıradan) ise kahkaha efektinin o kadar çok işe yaradığı
görülmüştür. Dolayısıyla, yönetmenin ve oyuncunun, icra ettikleri yapıta
kahkaha efekti eklenmemesi taleplerine rağmen televizyon programı
yapımcıları, âdet olduğu üzere, onların bu taleplerine kulak asmazlar.
Sadece duyguların değil, toplumsal alışkanlıkların ve hatta fizyolojik
karakteristiklerin bile bulaşıcı bir doğası olduğu artık kabul görmektedir
(Christakis & Fowler, 2009).
Boyd ve Richerson grup düşüncesi ve “ideolojik uyum” biçimlerinin ilkel
toplumların oluşumunda çok yararlı olduğunu ileri sürerler (Richerson &
Boyd, 2005). Toplumun eğitilmesinde konformist aktarım, doğal seçilim
sürecinde özellikle tercih edilir. Varolan bir inanış yanlış olsa bile, ortak bir
karara varabilmek için gereken süre içinde grubun yaşamını sürdürebilmesi
bakımından onu birarada tutmaya yarıyorsa, bu daha önemlidir ve
dolayısıyla uyumun, yaşam mücadelesinde çok güçlü tek etmen olduğu
kabul edilir. Bunun aksine, çelişen fikirlerin etrafında gelişen grup içi
sürtüşmeler grup içi dayanışmayı zayıflatır ve varlık amacını belirsizleştirir.
Bir kararsızlık durumu, acil durumlarda ve rakip gruplarla mücadele söz
konusu olduğunda kısa vadeli kararlar almayı gerektirdiğinden, grup için
bir zaaf olarak kendini gösterir. Düşman kentin kapılarına dayandığında,
halk daha fazla dayanışma halinde olsaydı önlenmesi mümkün olan işgalin
iç çekişmeler nedeniyle önlenemediği örnekler bulmak için tarihte çok
gerilere gitmemiz gerekmez.
İdeolojik uyum, işgalci bir orduya karşı veya aynı yaşam alanı ya da
kaynaklar için mücadele eden rakip bir kabileyle savaşmak gerektiğinde
kesinlikle iyidir. Oysa, nüfusu az olan ilk uygarlıklarda bile, yanlış bilgilerin
benimsenmesi, arkeolojik kayıtlara baktığımızda gördüğümüz gibi, sonunda
toplumu yok oluşa götürür. Toplumlar, bağımlı oldukları doğal çevreyle ilgili
yanlış inançlara kapılmaları sonucu, ormanları yok etme ve tarım alanlarını
çıplak bırakma, verimli topraklarını erozyona terketme, ellerindeki yegâne
su kaynağını kirletme vb. nedenlerle kendilerini yıkıma sürüklemişlerdir
(Diamond, 2005). Bütün bu eksiklikler, hızlı karar almayı gerektiren anlık
durumlardan çok daha uzun bir zaman kesitinde etkisini gösterir. Yok
102
olmaya doğru giden bu toplumlarda, aykırı seslerden herhangi birinden
gelen daha akılcı çözümler ve uygulama önerileri olup olmadığı konusunda
hiçbir bilgimiz yoktur. Bu toplumlar, sonuna kadar grup düşüncesine bağlı
kaldıkları için kendi kendilerini yok etmişlerdir (Diamond, 2005).
Kontrolü elinde tutan grup ne derse, doğru odur
George Orwell’in vardığı orijinal ve dehşet verici sonuca göre, toplum grup
düşüncesini destekler ve böylece insanları yanlış bilgileri doğru olarak
kabul etmeye zorlar (Orwell, 1949). Bir fikrin veya bir fikirler bütününün
doğrulanmasının, bunların çoğunluk tarafından kabul görüp görmediğine
bağlı olması, demokratik yönetime aldatıcı bir koşutluk gösterir. Aslında
Orwell bir totaliter rejimi tarif etmektedir fakat biz şimdi biliyoruz ki, bu
uyum mekanizması demokratik bir topluma da rahatlıkla uyar. Çoğunluk
yanlış bilgiyi bir kez benimsedikten sonra, toplum bilincinde bunu düzeltmek
neredeyse imkânsızdır. Eğitim düzeyi yüksek bir demokraside bile bir insan,
toplumun ona sunduğu nimetlerden yararlanmayı sürdürebilmek için doğal
olarak çoğunluğun görüşünü kabul etmeyi yeğler – asıl doğru olan her ne
olursa olsun.
Çağımız, kitlesel manipülasyon çağı olarak karakterize edilebilir; bizi inandırmaya çalıştıkları, çağdaş toplumlarda ilerleme dedikleri şeyin tam karşıtıdır
bu. Richard Hames’in ifade ettiği gibi, “kesinliğin yitirilmesiyle ve kusurlu
varsayımların, sorgulanabilir amaçların beşiğinde doğmuş büyümüş olsa
da çok ender olarak sorguladığımız sistemlerin iflas etmesiyle karakterize
edilen bir çağda” yaşıyoruz. “Paylaşılan bir uygarlık ruhuna biçim veren,
farklı farklı kültürlerde ve nesiller boyu kökleşmiş bu talihsiz toplumsal âdet
ve alışkanlıkların çoğu büyük yalanlardır… Fakat, herkesi galeyana getiren
söylentilerin, yalanların, batıl inanışların kutsal inançlar olarak pazarlandığı
ve bu gibi masalların gerçek olgulara dayanan doğrulardan daha çok müşteri
bulduğu bir siyasi ve kültürel atmosferde, biz ne yapabiliriz ki?” (Hames,
2011). Nigel Thrift’in söyledikleriyle devam edersek: “Olmayan bir tanrıyı
yüceltmeyi hedeflemiş hummalı bir faaliyet sürdürülmekte… törenler ve
ayinlerle gerçekliği yeniden inşa etmek için medyayı kullanarak” (Thrift,
2009, s. 19).
Demokrasilerde, birincil hedefi belli bir ürünü tüketmeleri için insanları
yanıltmak olan reklam endüstrisi iyi gelişip serpilir. Yaygın bir biçimde
reklamı yapılan ürünlerin bir kısmı tanıtımında ileri sürüldüğü gibi işe yarar
olsa da, bunların büyük bir bölümü ya oldukça değersiz ya da gerçekten
zararlı şeylerdir. Küresel tüketimci sistem, yararlı olduğu kuşkulu çok sayıda
ürünü destekler, daha değerli yerel ürünlerin yerine geçmesini sağlar ve bu
haksız rekabet (küresel şirketler güçlü bir ekonomik yapıya bağlı oldukları
için) bölgesel endüstrileri öldürür. Özellikle bu makalenin ilgi alanına giren
örnekler – sürdürülemez tüketimcilik ve onun küresel çapta yaygınlaşmış
uyumsuz mimarisi – küresel medyanın devasa gücünü sonuna kadar
kullanarak desteklenir. Bunlar, küresel çapta endüstrileşme için hayati
önemi olan endüstrilerdir (bütün örnekler sadece bunlar değildir elbette).
İnsanların yanlış bilgileri doğru olarak benimsemesinde etkili olan,
birbirleriyle ilintili iki mekanizma vardır: çoğunluğun inancına pasif uyum;
ve bariz bir hatanın, sınırlarını genişletmeye çalışan otoriter bir sistem
tarafından desteklenmesi. Uyum sağlamanın içgüdüsel mekanizması
görünürde zararsızdır ve insan iradesine boyun eğmeyen bir özellik taşır.
Pasif uyum, insanın doğasından gelen basit bir mekanizmadır. Otoriter
sistemlerin yararlandığı, yanlış bilgileri maksatlı olarak yaymak için
kullanılan propaganda ve şartlandırma araçlarının incelenmesi ise ayrı bir
araştırma konusudur (Hoffer, 1951; Salingaros, 2008). Bireyler, bir grup
insan üzerinde kontrol sağlamak amacıyla, irrasyonel inançları desteklerler.
Çeşitli mezheplerde, tehlikeli tarikatlarda, aşırı uçlardaki siyasi hareketlerde
vb. bunun örneklerine rastlanır. Her ne kadar reklam endüstrisi, iktidara
gelen ve gücü elinde tutan totaliter bir rejimle kıyaslandığında zararsız gibi
görünse de, şişkoburgerleri, içine sentetik fruktoz basılmış meşrubatları
satmak için aynı ikna tekniklerinden yararlanmaktadır.
Gaddarlık sahneleri
II. Dünya Savaşı sonrası Stanley Milgram, hazırladığı deneylerle, savaş
sırasında yaşanan vahşeti izah etmek için psikolojik bir temel keşfetmeye çalışmıştır. Araştırmacılar bu deneylerde sıradan, aklı ve zekâsı
yerinde insanları, kendilerine emredildiği zaman çok kötü şeyler yapıp
103
yapamayacaklarını görmek için, tereddütlü durumlara sokarlar. Sonuçlar
korkutucudur: Evet, tamamen normal insanlar canavarlara dönüştürülebilir.
Bu çok zor bir şey değildir. Deneklerin verilen emirlere uyarak çok feci şeyler
yapmaları için, onları yetkili kılan sözde bir güç sistemi yeterlidir.
Milgram’ın deneylerinde bazı kişilere öldürücü düzeyde elektrik şokları
vermeleri deneklere emredilir, onlar da bu emre uyarlar (Milgram, 2004).
Şok verme eylemini gerçekleştiren denekler aslında elektrik akımının kesik
olduğunu bilmezler ve kendisine şok verildiği zannedilen kişi de şokun
etkisiyle çığlık atma rolü yapan bir oyuncudur. Aslına bakılırsa bu deneyden,
yüzeysel bir değerlendirmenin ötesinde çok daha korkunç sonuçlar çıkar.
Denekler bunların üniversite ortamında gerçekleştirilen laboratuvar deneyleri
olduğunu biliyorlardı ama yine de insan ahlakının temel unsurlarına aykırı
emirlere itaat etmişlerdi. Gerçek hayatta ise emirleri veren güç sistemi
çoğu zaman deneklerin yaşam hakkını da elinde tutar ki bu, emirlere karşı
herhangi bir itirazda bulunma olasılığını çok çok azaltır. Milgram’ın bu klasik
deneyleri onlarca yıl sonra da yinelenmiş ve ne acıklıdır ki, benzer sonuçlar
elde edilmiştir (Burger, 2009).
Milgram’ın çalışmalarını daha da genişleten o utanç verici “Stanford Cezaevi
Deneyi” Philip Zimbardo tarafından tasarlanmış ve gerçekleştirilmiştir
(Zimbardo, 2007). Yukarıdakine benzer şekilde beklenmedik bir senaryo
dahilinde ve amaca uygun bir yönerge çerçevesinde güç ve uyum ilişkileri
düzenlenerek, sıradan öğrenciler sadist gardiyanlara dönüştürülmüştür.
Ancak, olaylar çığrından çıktığı için, birkaç gün geçtikten sonra deneyi
durdurmak zorunda kalınmıştır. Bu rahatsız edici olayda edindiği
deneyimlerden dolayı, Ebu Gureyb hapishanesi rezaletinin soruşturulması
(2004 yılında Irak’ta bir hapishanede kadın-erkek Amerikan askerlerinin
yaptıkları feci şeyler) sırasında Zimbardo’nun da ifadesine başvurulmuştur.
Tabii, uyum sağlama mekanizmasından beklendiği gibi, o bazen sadistçe
olan güç oyunlarına bulaşan bireylerin psikolojik açıdan normal olan
askerlerden hiç de farklı olmadıkları görülmüştür.
Uyum sağlama mekanizması, insanları yanlış bilgileri ve irrasyonel inançları kabullenmeye yönlendirir; ve bu aynı mekanizma, normal bir insanın,
akranlarının baskısıyla ya da varsayılan bir otoritenin doğrudan emirleri
doğrultusunda diğer insanlara çok feci şeyler yapmasına neden olabilir.
Bütün bu birbirleriyle ilintili ama ayrı ayrı eylemlerde, bizim o çok umut
bağladığımız özdenetim yeteneğimiz erir kaybolur. İnsanlar bir grup inancını
benimsemeden önce oturup düşünmezler; kanıtları önlerine koyup, o
inancın arkasındaki mantığın tutarlı olup olmadığını sorgulamazlar, tıpkı
bir reklamda izlediklerini kabullendikleri gibi benimserler. Yetkililer ya da
toplum, utanç verici bir eylem gerçekleştirmelerini talep ederse onlardan,
genel ahlak kuralları ve şefkat duygusunun kazandırdığı bilincin yansıması
olan öz ahlaki değerleri bir çırpıda silinir.
Uyumsuz mimari uygulamalar
Mimari ve imar edilmiş çevre söz konusu olduğunda, hatalı olduğu
kanıtlanabilir bilgi ve bulguları benimseme ya da bunların izinden gitme
eğiliminin, insanoğlunun yaşam kalitesini düşüren bir etkisi vardır. Örneğin
son birkaç onyılda, yüzyıllardır toplumsal yaşamın odak noktası olmuş olan
tarihi kent meydanının kasıtlı olarak ayrıştırılıp dağıtıldığını görüyoruz. Bu
kentsel mekânı “eski moda” öğelerden kurtarıp daha “çağdaş” bir estetik
anlayış sunarak, “daha yüksek kalitede” bir mekân oluşturması için bir
mimarı görevlendiren iyi niyetli siyasetçiler neden olur bu yıkıma (Salingaros & Pagliardini, 2009). Bu sözümona “renovasyon”un olağan sonucu,
sevimsiz, psikolojik açıdan rahatsız edici ve kullanırken çok az insanın
kendini rahat hissettiği bir ortamdır. Buna rağmen, kullanışlı kentsel mekânı
yıkıp yok eden bu endişe verici akım, şimdi bütün dünyada benimsenen
yaygın bir uygulamaya dönüşmektedir. Mimari kurumlar bu tarz projelere
ödüller vermeye devam ettiği sürece, görünüşe bakılırsa, kent halkının
protestolarının da hiçbir yararı olmayacaktır.
Bu çelişkili pratik, sadece kentsel mekânlara yapılan müdahalede değil,
mimari ve kentsel çevreyle ilgili birçok çağdaş girişimde de kendini
gösteriyor. Bu eylemlerin gerçekleştirilmesinde başrolü oynayan iki aktörün
davranışları bazı açıklamalar gerektirir. Bu aktörlerden birincisi, kendi seçim
bölgesindeki kamu alanlarının niteliğini bozan bir projeyi yürürlüğe sokmaya
istekli siyasetçiler; ikincisi de, bu yıkım araçlarını tasarlayan ve gerçekleştiren mimarlardır. Siyasetçilerin eylemlerini yönlendiren unsur, yeniden
104
seçilebilmesinde ona destek olacak güçlü grupları kendilerine bağımlı kılma
arzusudur; ve tabii böyle bir gündem, uzun vadede olumsuz sonuç verecek
şeyleri düşünmeden, günün modasına uymayı gerektirir. Günümüzde belirli
bir mimari estetiğin hakimiyeti demek, kaçınılmaz olarak, siyasetçinin
mimari ve kentsel projeler ile ilgili konularda tavsiyelerine güvendiği bir usta
danışmanın çevreyle uyumsuz öneriler sunması demektir.
İkinci aktör – insanları ve tasarladığı çevre için en iyi olabilecek şeyi bir yana
koyup, meydan okuma niyetiyle olmasa bile kasıtlı olarak, yapısı gereği
insanları rahatsız ve huzursuz eden, psikolojik anlamda saldırgan diyebileceğimiz bir çevre tasarlayan mimar – ise daha başka dürtülerle sürüklenir
bu duyarsızlığa. Bu gibi profesyonelleri, insan ölçekli toplumsal mekânlara
tecavüz etmekle suçlamak (son derece iyi niyetli olsalar bile) abartılı bir
yaklaşım değildir. Çağımızın tasarımcıları uygulamada özgün bir tasarım
anlayışını ve estetiği hayata geçirecek tarzda eğitilmişlerdir; tasarladıkları
mekânların inşa edildikten sonra içinde ve çevresinde yaşayan insanların
yaşam kalitesine zarar verip vermeyeceğini düşünmezler (Salingaros,
2010). O güne kadar tarihsel evrimi süresince kentsel mekâna hayatiyet
kazandıran anlam karmaşıklığının zengin bütünlüğü yerine, belli bir biçimde
bir nesnenin tekilliğini tercih ederler. Onlarca yıldır, mimarlık mesleğini icra
edecek öğrencilere belli bir ideoloji çerçevesinde verilen eğitim, bir mimari
form ya da mekânın yaşama uyum sağlamakta başarılı olup olmadığının
nasıl anlaşılacağını öğretmedi; bir tasarımın başarı derecesini yargılamada
tek kriter, önceden kabul görmüş belirli tip basmakalıp tasarımlardan
herhangi birine ne kadar benzer olduğuydu. Bir yapının formu eğer şöyle
ya da böyle sert ifadeli endüstriyel-minimalist bir görünümde ise “iyi”
sayıldı. Bu daha önceleri denenmemiş yaklaşımlar sonuçta çevreye çoğu kez
zarar verdi. “Kaliteyi yükseltme” sürecinin ürünü olan yeni yapıların ilginç
özellikleri ilk başta bol miktarda ziyaretçi cezbedebilir, ki aslında bu kendi
kendini doğrulayan bir ideolojinin aldatıcı başarısıdır ve maalesef, tasarlanan
kentsel mekânın kullanışlı olduğu yanılgısını yaygınlaştırır.
Günümüz mimarları ve onların işverenleri, nasıl olur da, insanların temel
duyarlılıklarına, binlerce yılın süzgecinden geçmiş ve insanların fiziksel ve
psikolojik rahatlığının güvencesi olan tasarım kurallarına aykırı davranabilirler;
kent sakinlerinin düşmanca gördüğü bu yapıları protesto etmelerini
duymazdan gelebilirler; hatta ve hatta bir mimar ya da işveren olarak kendileri bile içten içe rahatsızlık duydukları halde, bunu itiraf etmezler? Böyle
mimarlar ve işverenler, kendilerini bütün diğer görev ve sorumlulukların
üzerinde addedip, sadece tasarım alanında egemen paradigmaların
buyurduğu yönde hareket ederler. Onlara göre, hem genel olarak bilimin hem
de özel olarak insanın nörolojik yapısının üzerinde, daha yüksek bir otorite
vardır. Bu mimarlar, mamur çevreye zarar vermekte olduklarını asla kabul
etmezler; yerleşik kamu düzeninin isteklerine cevap verdiklerini düşündükleri
için, yaptıkları işlerin muhtemel olumsuz sonuçlarına karşı da sorumluluk
duymazlar. Onlara sorarsanız, sistemin ideolojisine uygun hareket ettikleri
sürece, topluma verecek bir hesapları yoktur.
Bilişsel uyumsuzluk ve ütopyacı yanılgı
İnsan zihni daima sorunları çözerek huzur bulma arzusundadır ama bilgi
ve zekâsının sınırlarını zorlayan karmaşık bir sorunla mücadele ederken,
o sorunu doğrudan karşısına alıp bocalamaktansa, aslında pek de iyi bir
çözüm sayılamayacak basitleştirilmiş bir bilişsel şemayı benimsemeye
daha yatkındır. Gelişkin insan zihninin derinliklerindeki bir özellik, öyle
görünüyor ki, ütopik seçenekleri karşı konulamaz derecede çekici kılar; bu
gibi seçenekleri çekici kılan, herhalde, bir sürü aşırı ölçüde girift soruna bir
çırpıda net bir çözüm bulma umududur. Ütopya, tembel zihne hemencecik
bir çıkış yolu vaat eder. İngiliz felsefeci Roger Scruton, ütopik ideallere
sarılan ve böylece yanlış ama çok rahatlatıcı bir dünya görüşünde karar kılan
düşünme tarzını inceler. Macar felsefeci Aurel Kolnai gibi Scruton da bu tarzı
“Ütopyacı Yanılgı” olarak adlandırır (Scruton, 2010).
Ne yazık ki, ütopyacı bir dünya görüşünü benimseyen kişiler gerçeklere
gözlerini kaparlar ister istemez. Bu araştırmada sunulan görüşler doğrultusunda diyebiliriz ki, inanan bir kişi, benimsemiş olduğu bir dizi hatalı
inancını, hatalı oldukları delillerle kanıtlansa bile terketmeye razı olmaz.
Onca kabul görmüş bir ideolojinin öğretisiyle çelişen fizyolojik bulguları ve
mantıklı analizleri gözardı etmeyi becerir. Kolnai ve Scruton’un sözleriyle:
“Ütopyacı zihin, onu bazı saçma şeyleri, saçma olmalarına rağmen değil, sırf
105
saçma oldukları için benimsemeye iten, belirli bir moral ve metafizik ihtiyaç
tarafından biçimlendirilmiştir… ve onun düşleri, kendi yarattığı sorunlara
kendi içinde ‘çözüm’ bularak sürekli kendini yineleyen düşlerdir… Ütopyacı
yanılgı derken kastettiğimiz işte bu ‘yadsınmaya karşı bağışıklık’ durumudur”
(Scruton, 2010, s. 63-64).
Bir gruba boyun eğmek amacıyla belli inançları benimsemek ama diğer
yandan akılcılığın gerekleriyle yüz yüze gelmek (önceden kanıtlanmış ve bu
temelde geliştirilmiş belli davranış biçimlerinde, örneğin, geleneksel dini
öğretilerde olduğu gibi) çeşitli tarikatları ve eylem gruplarını şiddete zorlar.
Çünkü bu gibi durumlarda, kişinin bir ütopyacı yanılgıyı benimsemesinin
temelinde akıldışı davranışa gönüllü olarak bağlanma isteği yatar. Bir düzene
uymak yerine bir güce tapmanın ön koşulu, daha ileri bir düzene ya da üstün
bir zekâya değil de, belli bir soyut İRADE’ye entelektüel teslimiyettir. Bir
inancın takipçisi, akla ve mantığa taban tabana zıt ve asla kavrayamayacağı
soyut bir ideale uygun davranmak zorundadır. Derin bir güçlü olma ve
kontrolü elinde tutma arzusuyla, bilgelikten ödün verir.
Ütopya, bütün o huzur bozucu karmaşıklığıyla varolan gerçek dünyayı
yadsımakla (ve hatta yıkmakla) kurulur ancak. Ütopik inançlar taşıyan
insanlar gerçek dünya ile yüzleştikleri sürece daimi bir bilişsel uyumsuzluk
durumundadırlar. Ütopya erişilmesi olanaksız bir durum olduğu için de, onu
yaşamlarına yön veren bir ilke olarak benimsemiş olan kişiler sürekli bir hayal
kırıklığı içinde yaşarlar ve bu hayal kırıklığını, aynı şeylere inanmayanlara
karşı düşmanlık biçiminde açığa vururlar. Ütopyaya ulaşmada başarısızlığın
suçu, onun temelindeki yanlış bilgileri paylaşmayanlara yüklenir. Bu anlayış
kişileri aşırı kavgacı, onların yanlış inançlarına katılmayanları suçlayan bir
tavra yönlendirir. Onlara sorarsanız, hayal kırıklığı içindeki bireylerin bilişsel
uyumsuzluğuna bu “diğerleri” neden olmaktadır. Yanlış şeylere inanmanın
yaygınlaşması, bu yanlış şeyleri kabul etmeyen herkese saldırarak sağlanır.
Dolayısıyla, bilişsel uyumsuzluk, her türlü şiddet ve saldırının gerekçesi olur.
Güç ve şiddet unsurlarıyla sıkı fıkı, ütopyacı bir mimarlık ideolojisinin, içinde
yaşadığımız mamur çevrenin “endüstriyel” bir tarzda biçimlenmesinde
belirleyici etkisinin yüz yıllık bir geçmişi vardır. İnsani açıdan bakarsak, uçsuz bucaksız, insan doğasına aykırı ve yaşatılması imkânsız, işlevsiz, hiçbir
işe yaramaz kentsel alanları oluşturan yapılar inşa etmekle çok büyük ve
kapsamlı bir hata yapılmıştır bu sürede (Alexander, 2001-2005; Salingaros,
2005; 2006; 2008). Gelgelelim, mimarları bu tarz bir uygulamaya iten
ütopyacı idealler, bu mesleğin itici gücü olmaya devam ediyor hâlâ. Mimarlık
okulları hâlâ, o kentsel başarısızlıkların en kötülerini dahi yaratıcı ve ileri
görüşlü projeler olarak sunan ve metheden konferanslar düzenlemektedir.
Akıllıca bir propagandayla yanlış bir izlenim hakim kılınmakta, onyıllardır inşa
edilmekte olan bu gayri insani yapıları – aslında sadece bunlara inanmış bir
avuç insanın hoşuna gitmesine rağmen – nüfusun büyük bir çoğunluğunun
beğendiği izlenimi yaratılmaktadır. Böylece, içimizdeki bizi çoğunluğa
uymaya yönlendiren doğal mekanizma harekete geçirilip, düzmece bir
konsensüs sağlanmaktadır.
Sistem daima bilişsel uyumsuzluktan korunmaya çalışır
Bilişsel uyumsuzluk kavramı, günümüz mimarisinde tanık olduğumuz
birçok ilginç olguyu açıklamakta yardımcı olur. Çevremizdeki yabani
yapıları “cana yakın” göstermeye çalışan bütün o devasa çabaların – jüriler,
yarışmalar, yayınlar, akademik kurslar, seminerler, konferanslar, sergiler
vb. etkinliklerin – doğa ile karşı karşıya geldiklerinde bilişsel uyumsuzluğa
düşen mimarların sıkıntılarını hafifletmeye yönelik etkinlikler olduğunu
anlamak kolaydır. Çağdaş mimarlar, biyolojik formlar ile kendi tasarladıkları
arasındaki uyuşmazlığın doğurduğu bilişsel uyumsuzluktan dolayı, sözcüğün
gerçek anlamıyla hasta olabilecekleri için, kendi eserlerini savunmak
amacıyla ellerinden geleni artlarına koymazlar. Benimsedikleri o yabani
estetiği tümden terketmeleri, onları dahil oldukları meslektaş topluluğundan
koparacağı için, bu olasılığı da göze alamazlar.
Halkta olumsuz bir tepkiye neden olan, korku ve endişe duyguları uyandıran
yeni bir yapı, mimari eleştirmenler tarafından bol bol övgülerle karşılanır
daima. Gayri insani mimari formlara, mekânlara, alanlara karşı kamuoyundan
gelen olumsuz eleştiriler ve tepkiler, bu yeni yapılara ödüller bahşederek
etkisizleştirilmeye çalışılır; ama yine de, tehditkâr ve çarpık görünümlü
bir Çağdaş Sanatlar Müzesi örneğidir her biri. Bu ödülleri dağıtmayı
âdet edinmiş kuruluşların hepsi ütopyacı yanılgı içindedir ve dolayısıyla
106
çoğunluğun görüşünü genellikle temsil etmemektedir. Bununla birlikte
bu strateji, yapılanların dünya çapında kabul gördüğü yanlış izlenimini
uyandırarak sıradan insanları aldatır ve onların bu tehditkâr ve olağanüstü
masraflı yapıları mimari “şaheser” olarak benimsemelerini sağlar.
Ütopyacı yanılgı içinde olanlar, kendileriyle aynı fikirde olmayanları tüm
topluma düşman gösterirler. Başarılı denemelerden geçmiş bu şamar
oğlanı taktiğine, tarih boyunca, ütopik bir öğretiye uymayı reddeden
grupları mahkûm etmek için hep başvurulmuştur. Mahkûm edilmek üzere
hedef seçilen (tabii ki, tamamen masum olan) başka bir grup, bir ütopyaya
inançla bağlı grup içinde dayanışmaya ve başkalarının da kendi gruplarına
katılımına hizmet eder. Scruton, mimari ideolojinin ütopyacı ve totaliter
karakterine şöyle işaret ediyor: “Mimaride modernist hareketin en dikkat
çekici karakteristik özelliklerinden biri, kendine ait alanı temizlemek için
kullandığı zehirli dildir: Ona karşı olan herkes, tarihin zorunlu akışına engel
olan düşmanlar, gericiler, ya da nostalji yanlısı kişilerdir; ve bunlar, bir an
önce etki ve yetki sahibi konumlarından uzaklaştırılmalı ve güçleri ellerinden
alınmalıdır” (Scruton, 2010, s. 149).
Scruton, modernist ütopyanın ruhunda varolan a priori anlayışını vurgulamak için şunları da söyler: “A priori, yeni deneyimlerden korkan ve
bunlardan dersler çıkaramayanların sığındığı güvenli yerdir, bunlar için;
şimdiye kadar neler yapılmış olduğuna ve insanların bunlar hakkında
neler düşünmüş ve söylemiş olduklarına bakmak gerektiği fikri, sanki
büyük bir günahtır” (Scruton, 2011). Modern mimari ve kentsel yapılaşma
programının öğretisi bu çerçevede tanımlanır ve takipçileri tarafından icra
edilir. Ve işte, ne en son bilimsel bulgulara ne de denenmiş ve kanıtlanmış
geleneksel âdet ve usüllere kulak veren, bunları kabul etmemekte direnen
1920’lerin avangard sanatçı bozuntularının bağnaz taraftarlarının sergilediği,
günümüzün çelişkili hali ortada (Salingaros, 2005; 2006; 2008).
Doğruları yadsımak için yedi taktik
İrrasyonel inanışlara saplanıp kalmış insanları eğitmek kayıtlı tarihin
başlangıcından beri ciddi bir sorun olmuştur. İnsanların beyinlerindeki
programları silebilmek için, kafalarındaki yerleşik düşünceleri değiştirebilecek yeni girdilerin önünü kesmede kullandıkları mekanizmaların bir
biçimde üstesinden gelinmesi gerekir. Dışarıdan gelen yeni bir bilgi önceden
kazanılmış bir inançla çeliştiği zaman, bilişsel uyumsuzluk ortaya çıkar.
Bu durumla başa çıkmak için normal olarak yaptığımız şey, muhakeme
yeteneğimizi kullanarak ve eldeki delilleri akılcı bir yöntemle değerlendirerek,
birbiriyle çelişen iki tezi karşılaştırmak DEĞİLDİR. Böyle bir durumda, fiziksel
bir tehdide tepki gösterir gibi davranırız daha çok. İçgüdüsel bir tavır alır,
inançlarımızı tehdit eden bu bilgilere karşı mümkün olan her türlü savunma
mekanizmasını harekete geçirir, savaşa girişiriz. Doğruluk veya akılcılık ile
hiçbir ilgisi yoktur bu stratejinin: bir savunma mekanizmasının araçlarından
yararlanmaktır bu, basitçe. Taşıdığımız inançları destekleyen ve güçlendiren
bilgileri kabul eder, bunlardan herhangi biriyle çelişenleri reddederiz normal
olarak (Nickerson, 1998).
Sahte bir gerçeklik anlayışının devamına neden olan bu davranış biçimi,
siyaset biliminin araştırmalarında belgelenmiştir. Seçmenler, bir kez şu ya
da bu nedenle belli bir siyasi duruşu benimsedikten sonra, sahip oldukları
görüşleri akla uygun kılmak için, uydurma birtakım “gerçekler” ileri
sürerler. “Seçmenler, sadece zaten inandıkları şeyleri onaylayan olguları
benimser ve içselleştirirler” (Lehrer, 2009) … “vermiş oldukları kararları
rasyonalize etmelerini sağlayacak biçimde olaylar icat ederler veya olayları
görmezden gelirler” (Achen & Bartels, 2006). Yapılan araştırmalar, seçime
katılan adayların ve savunulan görüşlerin makul bir zeminde tartışıldığı ve
değerlendirildiği, geleneksel olarak resmedilen o sağlıklı seçim atmosferinin
gerçekliğini hiçbir biçimde doğrulamamaktadır.
Siyasi inançların sosyolojisi üzerine yapılan yeni bir araştırma (Prasad
vd., 2009), insanların bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için geliştirdikleri
tekniklerin bir listesini, daha önceleri yapılmış olan başka bir listeyi (ZuwerinkJacks & Cameron, 2003) genişleterek verir. Aşağıda bu iki liste birleştirilmiş,
daha da genişletilmiş ve orijinal başlıkları da parantez içinde verilmiştir.
Biyolojik analojiler sayesinde daha anlaşılır olacağı için, hayvanlar âleminden
örnek alınan savunma tekniklerine benzetilen taktikler, eğlenceli başlıklarla
sunulmuştur. Akılcı tartışmanın önüne set çekme yöntemleri, mantıksız bir
107
sonuca varmak için de olsa insanın bilgi ve zekâsına ihtiyaç duyar ama yine
de esas olarak insani diyebileceğimizden daha alt bir seviyede işler. Aşağıdaki listede sadece sonuncusu insana özgü bir tanımlama gibi duruyor.
Bu yedi taktiğin her biri, kişinin, benimsemiş olduğu yanlış bilgiyle çelişen
makul bir bulguyla karşılaştığında, akılcı sonucu reddetmek için kullandığı
tekniklerden birini anlatır.
Doğruları yadsımak için yedi taktik
1.
“Devekuşu” tekniği – (Duymazdan Gelme).
2.
“Gergedan” tekniği – (Kaynağa Saldırma).
3.
“Yılan balığı” tekniği – (Tartışmadan Sıyrılma).
4.
“Mürekkep balığı” tekniği – (Tartışmayı Bulandırma).
5.
“Kertenkele” tekniği – (Hedef Saptırma).
6.
“Bukalemun” tekniği.
7.
“Kendi kendini doğrulayan savcı” tekniği – (Kendini Haklı Çıkarma).
1. “Devekuşu” tekniği ile bir kişi – yani araştırmacı – birisiyle – yani
bir denekle – konuşurken ve onun belli bir konudaki inançlarının yanlış
olduğuna dair kanıtlar sunarken karşılaşır. Bilişsel uyumsuzluk rahatsız edici
derecede büyük bir gerilim yaratır, dolayısıyla, kendisiyle konuşulan denek
söylenenlerin bir kısmına set çekerek, ya da başka bir deyişle duymazdan
gelerek yani onları süzerek cevap verir. Olağan fizyolojik bir tepkiyle, frekans
değiştirir ve mesajı almaz, yani iletişim kanalını kapatır ve söylenenlere
karşılık boş boş bakar. Bulunduğu ortamın gerçekliğinden kopan deneğin
araştırmacı kişiyle tekrar bağlantı kurması olanaksız hale gelir. [Bu konudaki
yaygın söylentiye göre, devekuşu tehlikelerden korunmak için, başını kuma
gömer; ama gerçekte devekuşunun yaptığı, yere serilip cansız bir öbek gibi
görünmektir.]
2. “Gergedan” tekniği soruyu bir yana bırakıp soran kişiye karşı
saldırıya geçmek demektir. Bu davranış, araştırmacının ehliyetini ve konuya
hakimiyetini kibarca tartışmaya açmaktan, onu niyeti bozuk ya da ikiyüzlü
olmakla (yani art niyetli olmakla) suçlamaya, hatta ona hakaret etmeye ve
şiddet uygulamaya kadar varabilir. Aslında bu durumda hatalı inanışlara
takılıp kalmış olan kişinin deneğin kendisi olma ihtimali daha yüksek iken,
araştırmacı beyni yıkanmış biri olmakla suçlanabilir. Araştırmacıya kişisel
saldırı için her türlü bahane geçerlidir. Aralarında sosyal, dini ya da etnik bir
fark varsa veya varolduğu sanılıyorsa, belli önyargılardan yola çıkarak klasik
bir suçlamanın gerekçesi hazırdır: Araştırmacı faşist, komünist, anarşist,
totaliter görüşlü vb. olmakla suçlanabilir. [Herhangi bir tehdit altında
olduğunu hisseden ve rahatı kaçan gergedan, hemen başını önüne eğer ve
huzursuzluk kaynağını hedef alıp saldırıya geçer.]
3. “Yılan balığı” tekniği konuyla asgari düzeyde ilintili ve akla aykırı
bir yanıt vermek demektir. Yanlış inanca sahip olan kişinin – deneğin –
sorulara verdiği cevaplar, olgulara değil, salt o konudaki bazı kanaatlere
dayanır. Halbuki, o saçma kanaatlere takılıp kalındığı takdirde, konuyla
ilgisi olan herhangi bir akılcı tartışma, mantıklı bir çıkarsama yapılamaz.
Konuyla uzaktan bir bağ kurulabilir ama bir analiz yapma imkânı olmaz.
Varolan yanlış inançlar, sorgulanma ve gözden geçirilme tehlikesinden uzak,
aynen korunur çünkü bunlar deneğin düşünceleri çerçevesinde kalan kişisel
kanaatleri sayılır. [Yılan balığının derisi kaygan bir salgı ile kaplı olduğundan,
elle tutmaya çalışılırsa, insanın avcundan kayar kurtulur.]
4. “Mürekkep balığı” tekniği ortalığı bulandırıp, uydurma kanıtlarla
araştırmacının kafasını karıştırmayı hedefler. Akıldışı bir inanca sahip denek
kendini savunurken, ortaya bir sürü geçersiz iddia atmak zorunda kalır.
Araştırmacının mantığa ve olgulara dayanan akılcı tezine karşı akıldışı bir
inancı desteklemek sorun yaratır. Kanıtlara dayanarak görüşler ileri sürmek
tartışmayı hemen sonuçlandıracaktır ama, bu asla sağlanamaz. Bu stratejinin
hedeflediği, konuyu kafa karıştırıcı bir hale sokmak için ilgili ilgisiz her şeyi
gündeme getirip, öte yandan yanlış inancı korumak ve sorgulanmasına
izin vermemektir. Akla aykırı biçimde benimsenmiş bir inancı savunmak
için tutarlı bir mantık üretmek mümkün değildir. [Mürekkep balığı, tehlike
anında kendisini savunmak için mürekkep salar ve suyu bulandırır; böylece
saldırganın görüşünü engelleyerek, kendi kaçışını kolaylaştırır.]
108
5. “Kertenkele” tekniği yanlış bir inanca karşı sunulan esas kanıtları
görmezden gelip, o inancı destekliyormuş gibi görünen bazı yanıltıcı, konuya
uzak ve hedef saptırıcı, bölük pörçük bilgileri öne sürme yöntemidir. Bu gibi
durumlarda denek, mantıklı ama konuya teğet geçen bir düşünce yapısı
oluşturmaya çalışır ve taşıdığı yanlış inancı desteklemek için, o inancın
esasına yönelik başlıca itirazların etrafından dolaşan bir saptırma taktiği
uygular. Esas tartışma konusuna doğrudan girmek mümkün olmaz; etrafında
dolaşılır sadece. [Kertenkele zorda kaldığı zaman kuyruğunu bırakır; kuyruk
hâlâ kımıldarken dikkatlerin onun üzerinde toplanmasını sağlar; kendisi de
bu arada kaçar kurtulur.]
6. “Bukalemun” tekniği araştırmacıyla aynı fikirdeymiş gibi görünmenin aldatıcılığını kullanır. Pek mümkündür ki, tartışmanın mantığı, ileri
sürülen kanıtlar ve akılcı görüşlerin etkisinde kalan denek, o anda dürüst bir
biçimde ikna olduğu düşünülse de, bu tamamen yüzeysel ve kısa sürelidir.
Kendi muhitine geri döndüğü anda, yanlış bilgiler üzerine inşa olmuş eski
düşüncelerini tekrar benimser. [Bukalemun, bulunduğu çevreye ve ortama
uyum sağlamak için derisinin rengini değiştirir. Bu değişiklik geçicidir ve
kamuflaj maksadıyla renk değiştirme, onun davranış özelliklerinden sadece
birisidir.]
7. “Kendi kendini doğrulayan savcı” tekniği yanlış bilginin
doğruluğuna, bir otorite ve/veya bir grubun çoğunluğu tarafından kabul
edildiği için inanmayı haklı gösterir. Üzerinde karara varılmış bir konunun
artık sorgulanmaması gerektiği varsayılır. Yanlış bir bilginin ilk kabulünde
de, akılcı bir muhakemeye gerek yoktur, grup düşüncesinin o yönde olması
yeterlidir. Ama öte yandan, bundan sonra ne olacağı çok önemlidir: Bu olayın
ardından deneğin beyni, akılcı gibi görünen açıklamalar bulmaya yönelik
devreler geliştirmek üzere evrimden geçer. Bir kez bu aşama atlatıldıktan
sonra da bu yanlış inanç, o inancı taşıyan denek için doğruluğu gayet açık ve
inanılması doğal bir düşünce olur artık. Denek, bu yanlış inancın neden olduğu
şeylerin (bunlar çok hayati ve hatta çok feci sonuçlar da olabilir) gerçekten o
inancı doğrulayan şeyler olduğunu ileri sürer. Bu düşünce süreci yanlış bilgiyi
doğrulamak için, çarpık ve ters yönde, zincirleme sondan başa doğru giden
uydurma bir mantık silsilesi oluşturur ve onu izler. Başlık olarak seçtiğimiz
“kendi kendini doğrulayan savcı” ifadesi için, adalet sistemi içerisinde, ceza
davalarında yaşanan olaylardan esinlenilmiştir. Bu alanda yapılan araştırmalar,
hakimlerin, savcıların, dedektiflerin ve polislerin, eldeki deliller daha sonra
DNA bulguları ile yalanlansa ve tersine dönse bile hatalarını kabul etmemekte
direndiklerini gösteren kayıtlarla doludur. Bu sistemin içinde görev alan
kişilere ve ekiplere baktığımızda, DNA testini reddedip, eski kanıtları yeniden
yorumlamaya, verilmiş hükümleri doğrulamaya çalışanlara inatla karşı çıkan
ve artık kapanmış dosyaları yeniden açanlara çok sinirlenenlere o kadar sık
rastlarız ki. Bütün bunların altında yatan – hiçbir zaman açıkça itiraf edilmese
de – hatayı kabul etmenin sistemin bütününü riske soktuğu, dolayısıyla
hataları inkâr etmek için her türlü çabanın gösterilmesi gerektiği düşüncesidir.
Kendilerini haklı çıkarma ihtiyaçları, savcıları, ters yönde işleyen bir mantık
süreci izlemeye yöneltir: Eğer bir kişi fiilen cezaevinde ise ya da cezası infaz
edilmiş ise, bu gerçekleşmiş durum, bu kişinin mahkûm edilmesine giden
sürecin doğrulanması ve haklı gösterilmesi için yeterlidir.
Yanlış bilgilerin kalıcı belleğe şifrelenmesi
Bir şeyin doğru olduğunu bilmenin insanda yarattığı fiziksel, duyumsal ve
duygusal etki, tartışılmaya değer (Lakoff & Johnson, 1999). Bir bilgi paketini
beyne depolayan nöral ağ, kişinin fiziksel varlığının bir parçası haline dönüşür
ve o andan itibaren kesin tanımlı bir duygu ile eşleşir (o bilgi yanlış bile olsa).
Bir yanlış bilgi parçası, böyle bir nöral şifreleme ardından “doğru” olarak
kayda geçtikten sonra, ona her başvurulduğunda aynı karakteristiklerle,
fiziksel ve duygusal “doğru” olarak anılır. Dolayısıyla, aksini gösteren akılcı
kanıtlarla yüz yüze gelinse bile, bedenin ve beynin verdiği sinyallerle bir şeyin
doğruluğuna karar vermiş içgüdülerin tersi yönde, onlara aykırı davranmak
zordur. Temel bir inancın başka biri tarafından sorgulanmasına verilen tepki,
bu inanç bilişsel uyumsuzluğun yarattığı bir duygusal durumun üzerine inşa
edilmiş olduğu için, akıldışı bir tepki olabilir ancak.
Hem karmaşık nöral devrelerin hem de bilgisayar yazılımlarının evrimleşmesi süreciyle ilgili bir husus daha vardır. Bir yazılım ya da nöral ağ,
bir çalışmada hedef olarak seçilmiş bir doğrultuda (yani, bir bilgisayar
yazılımının şifreleriyle belirli bir işi başarmak için, diyebiliriz) “öğrenme” diye
109
adlandırılabilecek bir evrimden geçerken, sistem birbirlerini izleyen bir sürü
adım içeren ve giderek gelişen bir süreç izler. Bir nöral ağın ya da genetik
programın evriminde her adım, gelişigüzel bir algoritma doğrultusunda bir
sürü alternatif seçenek üretir ve seçim süreci, arzulanan tatminkâr bir çözüme
en yakın duran seçenekle sonuçlanır. Nihayetinde elde edilen, işleyen ama yapılması gereken işi nasıl becerdiği dışarıdan bakınca anlaşılmayan bir devre
ya da programdır. Buradaki kritik nokta, bu evrimden geçmiş devrelerin ve
programların işleyişini anlamanın imkânsız değilse de çok zor olduğudur,
çünkü bunlar rasyonel bir plan doğrultusunda geliştirilmemişlerdir (Hillis,
1998). Bunların oluşturulma süreci çözümlenemez.
etmek zorunda kaldık – gerçekten ilgi çekici anormal bir durum. 20. yüzyılda
mimarlığın ne anlama geldiğine örnek sayılabilecek modeller ve benimsenmiş
görsel tipolojiler ile bilimsel bulgular kaçınılmaz olarak çelişiyor (Alexander,
2001-2005; Salingaros, 2005; 2006; 2008). Tasarımda gereğine uygun
olduğu varsayılan bir şey, kısır bir döngü içerisinde, halihazırda moda olan
şeyle tanımlanıyor ve ortaya konulan bu mantık dışı model bir grup mimar,
mimari eleştirmen, mimarlık dergileri, ödül kurulları vb. tarafından da destek
görüyor. Yerleşik kurumlara karşı bir görüş ileri sürmek, kabul görmüş ve
benimsenmiş görsel öğelere, bir grup inancı sistemine uyum sağlayacak
şekilde oluşturulan örgütsel bir yapıyla çelişmek demektir.
Böyle evrimsel dönüşümden geçmiş bir nöral mekanizmanın beynimizdeki
devrelere uygulandığını ve belirli bir yanlış bilgi parçası için düzmece bir
açıklama “üretilmiş” olduğunu varsayalım. Bu yanlış bilginin şifrelerini
oluşturan nöral devrelerin fiziksel yapısını, ne buna maruz kalan kişi ne de
başka biri çözümleyebilir ya da anlamlı bir açıklama getirebilir, çünkü bu
oluşum asla mantıklı bir sürece uymaz. Bu evrimleşme a posteriori olmuştur
ve o bilgiyi kişinin belleğine kalıcı olarak yerleştirmek, beynine kazımak için
hangi ilişkilerin ve bağlantıların kullanıldığını kimse tahmin edemez. Bununla
birlikte, bu biçimde içselleştirilen yanlış bir bilgi parçasının gerçekten doğru
olan bir şeyin duyumsanması ve onun yarattığı duygu ile ilintili olduğu
kesindir ve bu sayede doğru olduğu HİSSEDİLİR. Böyle yanlış bilgiler insan
öncesi bilinç düzeyine iner ve orada depolanır: Akıl ve mantık çerçevesinde
tartışılması pek mümkün olmayan sezgisel bir hale dönüşür, “içgüdüsel his”
olur. Yanlış inanışların, bir kez içselleştirildikten sonra, öğrenmeye büyük bir
engel teşkil etmesinin sırrı da budur.
Belli bir mimari ya da kentsel tipolojinin işlevsel olmadığı ve onu uygulayan
ünlü mimarın ciddi bir hata yaptığı ileri sürüldüğünde, bilişsel uyumsuzluk
tetiklenir. Toplumsal bilinci, ünlü mimarların – üstelik, hayranlık duyduğu ve
ulaşmaya heves ettiği en yüksek düzeydeki kişilerin – her yaptığını sorgusuz
sualsiz benimsemeye ve geçerli saymaya şartlanmış bir öğrenci, böyle
bir durumda ne yapacağını şaşırır, bocalar, tartışmadan kopar ve ilgisiz
kalır. Dövüş ya da sıvış ikileminde kalmanın verdiği kaygılı bir bakış belirir
gözlerinde, çünkü öğrenci konumunda olan kişiler, benimsedikleri dünya
görüşünü yitirince umutsuzluğa kapılırlar. Akılcı bir tartışmaya girmek
yerine, bedenleriyle daha ilkel bir düzeyde, duyumsal bir tepki verirler. Böyle
öğrenciler, kendilerine öğretilen ve artık doğru olduğuna inandıkları bir şeyin
aslında yanlış olabileceğini düşünmeye hazır değillerdir hiçbir zaman.
Yazarın deneyimlerinden bazı örnekler
Hem arkadaşlarımda gözlediğim hem de mimari ve kentsel tasarım
konularında yeni çalışmalarımı sunarken karşılaştığım mantıksız ve kimi
zaman da çok tuhaf kaçan tepkileri, yanlış bilgilerin korunmasını sağlayan ve
insanda doğuştan varolan savunma stratejisi açıklar. Binaların ve şehirlerin
tasarımında teorik bir temel oluşturacak görüşler geliştirirken, kesin ve iyi
tanımlı, rasyonel bir temelden yoksun mesleğimizin o haline karşı mücadele
Konuşmayı kaba bir biçimde kesme davranışı olarak kendini gösteren bu
Duymazdan Gelme tavrını yetişkin mimarlarda da gözlemledik. Daha kıdemli
mimarlar ve öğretim üyeleri düzeyinde rastlanan tipik tepkiler çoğunlukla,
Tartışmadan Sıyrılma, Hedef Saptırma ya da Tartışmayı Bulandırma biçiminde kendini gösterir. Bizzat mesleki uygulama faaliyetlerine katılan
mimarlar ve mimar akademisyenler ise daha sıklıkla kavgacı ve hasmane
tavırlar gösterir, en aşırı biçimiyle Kendini Haklı Çıkarma tekniğine
başvururlar. Bu bazen şiddete başvurmaya kadar varabilen tepkiler,
aniden ortaya çıkan bilişsel uyumsuzluk durumunun o kişilerde yarattığı
huzursuzlukla izah edilebilir. Mimarın kendi kapalı çevresinde alışık olduğu
otoriter konum, etrafındaki herkesin hakim ideolojiye uyum sağlamış olması
110
sayesinde korunur; bundan dolayı da, herhangi biri o ideolojiyi sorgulamaya
kalktığında, bu çevrenin bütün değerler sistemi tehdit altında kalır. İnşa
etmek için bir ömür tükettiği dünya görüşünü terketme ve her şeye yeniden
başlamak zorunda kalma düşüncesi ürkütücü olabilir.
Öte yandan, meseleye bir de karşı yönden bakarsak, mimarın bir felaket
gibi algıladığı, onda irrasyonel bir düşmanlık hissini kışkırtan kimlik kaybı
riskinin yarattığı duruma hiç ama hiç benzemeyen bir durumla karşılaşırız.
Örneğin bir mimarın, gayet iyi bilinen ve kabul görmüş bir bilimsel olgunun
geçerliliği hakkında, bir bilim insanını sorguladığını varsayalım. Bilim
insanları, konuları bilimsel olmayan görüşler ileri sürerek tartışmaya açan
kişileri, konudan habersiz ya da cahil addederek, basitçe savuştururlar. Bu
ortamda, kanıtlanması imkânsız dogmaların olması riski yoktur: Bilimsel
bulguların dayandığı temel deneydir ve onları sorgulamak için daha başka,
daha ayrıntılı ve hassas deneyler dışında bir şey yoktur. Ve aslında bilim
– her fikir ta ki çürütülene kadar tartışılır, sınanır, karşı çıkılır ama varlığını
sürdürür olduğu için – tam da bu sayede gelişir ve serpilir. Bilim her türlü
olasılığa açıktır ama sadece yinelenebilir ve doğruluğu kanıtlanabilir deneyler
icra eden meslektaşların uğraşlarıyla ortaya konulan şeyleri kabul eder ve
neye inanmak gerektiği konusunda acımasızca seçicidir.
Mimari konuları mimarlarla tartışmaya giriştiğinizde hiçbir konuyu asla
açıklığa kavuşturamazsınız çünkü görüşlerini savunmak için geçersiz
malzeme ve gerekçeler sunmak zorundadırlar. Birçoğu zaten mimari ve
kentsel tasarımın bilimsel bir temeli olduğunu kabul etmezler ve bu konuda
yayınlanmış ne varsa hepsini baştan ve topyekûn reddederler. Bu savunma
stratejisi, mimarinin deneysel temelini gözardı eder, bu alanda keşfedilmiş
ve bilinen şeylerin kişisel tercihler olduğunu ve dolayısıyla hiç de rasyonel
olmadıklarını ileri sürer. Uyumlu mimari tasarımın altında yatan bilimsel
bulguları gerçekten tartışmaya açma girişiminde bulunanlar da, işi siyasete
çevirir, gerçek olguların doğrudan üstüne gitmez, etrafından dolanırlar.
İrrasyonel karşı görüşler ileri sürme zorunluluğu, mimarları hep meselenin
aslından uzak dolaylı ifadelere yönlendirir. Ama böylece, yanlış inançlarını
gözden geçirme ve değiştirme tehlikesinden koruma istekleri gerçekleşmiş
olur.
Çağdaş mimarinin, görsel yeniliklerle dolu çarpıcı bir tarz geliştirmek
amacıyla, akılcı tasarımdan bilerek ve isteyerek uzak durma eğiliminde
olduğu doğrudur; dolayısıyla, mimarın kişisel olarak içine düştüğü bilişsel
uyumsuzluğun esas kaynağı bu eğilim değildir. Fakat burada asıl olan
ama asla itiraf edilmeyen şey, bunun ciddi sonuçları olmayan masum bir
oyun olduğu varsayımıdır. Oysa bu yanlış bir varsayımdır, çünkü mimarlık
kültürünün kahramanları tarafından bir farklılık elde etme amacıyla tercih
edilen formlar, mekânlar, dokular, o ortamlarda yaşayanların psikolojisi
ve fizyolojisi üzerinde doğrudan etkilidirler. Dolayısıyla esas aldatmaca,
tasarımda irrasyonel tutum takınılması değil (ki bu zaten kabul edilmektedir), bunun sadece geçerli olmakla kalmayıp, aynı zamanda zararsız bir
tutum olduğunun ileri sürülmesidir.
Uyumsuz, işlevden yoksun ve sürdürülemez kent biçimlerini sorgulayan
görüşlere gösterilen rahatsız edici tepki, dini inanç düzeyine ulaştı artık.
Mimarlar, dünyayı normal insanların gördüğünden farklı bir gözle görmek
üzere yetiştiriliyorlar: İçeriğe bağlı anlam ilişkileri değil, birbirlerinden
kopuk birtakım nesneler toplamı olarak bakıyorlar ona. Aldatıcı bir biçimde,
ekonomik ilerleme için zorunlu olduğu dayatılan endüstriyel estetik
paradigmanın ürünleriyle sarılmış sıradan insanlar, etraflarındaki bütün o
çevreyle uyumsuz binaların ve diğer sürdürülemez uygulamaların varlığı için
kaçınılmaz ve mantıki nedenler OLMASI GEREKİR diye düşünüyorlar ama
bunu açık seçik dile getiremiyorlar. O güvenilir uzman kişiler, bu tüketimciliğin
ve dünya dışı görünümlü binaların insanoğlunun doğal evriminin bir parçası
olduğundan eminler mi acaba? Bütün bu yapılanların, görsel kültür gibi sığ
bir tanım şöyle dursun, bir yanlış bilgilenme ya da yanlış anlama üzerinde
sürmesi AKIL ALMAZ bir durum. Felsefi düşünce tarzının tasarım anlayışında
ve uygulamalarında neden olduğu bir bölünme, parçalanma olabilir mi bu?
Mesleklerini savunmaya zorlanan mimarlar da bu çelişkileri açıklamakta
sıradan insanlardan daha başarılı olamıyorlar çoğu kez.
“Bukalemun” tekniği, Aleksandr Soljenitsin’in bir kısa hikâyesinde fevkalade
güzel tasvir ediliyor (Solzhenitsyn, 2006, s. 73-84). Yüksek dereceli bir
devlet memuru, yapılan planlara bakılırsa kötü düşünülmüş, devasa bir
sanayi projesinin uygulamaya konulmasıyla mahvolacak olan harika bir
111
nehirde geziye çıkar. O çılgınca girişime karşı olanlar tarafından ileri sürülen
inandırıcı görüşleri dinler ve ikna olur; ama, der Soljenitsin, iktidarını
sürdürdüğü koridorlara geri döndüğü anda bu memur, yine planlanan
doğrultuda, bildiğini okuyacaktır. Biz de gözlemlerimiz sırasında, uyumlu
mimari konusundaki görüşlerimiz üzerinde konuştuklarımızı anlayan
– ya da anlamış gibi görünen – ama ardından, küresel tüketimci sistemin
teşvik ettiği uyumsuz mimari projelerin en kötülerinin tanıtımında rol alan
ve destekçisi olmaya devam eden mimarlarla, siyasetçilerle, gazetecilerle
karşılaştık. Bir yandan moda olan görüntüler ve onları yaratan kültürün
kahramanları bilinçaltlarının derinliklerine işlemiş, diğer yandan da yerleşik
güç odaklarının otoritesi ellerini kollarını bağlamış olduğu için, bizim bütün
çabalarımız boşa çıktı.
Son zamanlarda ortaya çıkan ve bizleri rahatsız eden bir başka davranış
biçimi de bizim yayınlarımızı ve konuşmalarımızı takip ederek insan
ölçeğinde uyumlu tasarımın ilkelerini öğrenmiş olan mimarlarla ilgilidir.
Bunlar sorunun özünü anlamış oldukları halde, o ilkeleri, yaşayan ve
sürdürülebilir bir yaşama destek olan binalar, kentsel dokular yaratmak için
kullanmak yerine, o teknikleri yüzeysel bir anlayışla, varolan gayri insani
endüstriyel paradigmalara kamuflaj olacak tarzda uyguluyorlar! Ortadaki
çelişkiyi görmüyorlar veya görseler de, yerleşik ideolojiye sadakatleri akıl
ve mantıklarına baskın çıkıyor. Anlayışlarına katkıda bulunan her özgün
ilerleme, daha mamur bir çevreye kavuşmak için değil, yerleşik sistemin
devamı doğrultusunda ideolojik bir süzgeçten geçiyor. Ünlü mimarlar, ipe
sapa gelmez postmodern bir modelden, yenilikçi bir “yeşil” mimariye sözde
geçişin sahte paradigma değişikliğinin reklamını yapmak için, medyayı nasıl
başarıyla kullanmaları gerektiğini öğrendiler artık.
Kilitleme ve güvensizlik duvarı
Dünyamızda, gelecekte de sürdürülebilir bir yaşamı mümkün kılabilmek
için, kullandığımız teknolojileri küçük ve yerel ölçekte tutmak, küresel çapta
endüstrileşmenin tercihleri doğrultusunda uluslararası mali kuruluşların
ve devlet yönetimlerinin uygulamak istediği çok enerji tüketen projelere
ciddi kuşkuyla bakmak gerekir (Max-Neef, 2010). Çevreyi imar ederken,
insanların yaşamını kolaylaştıracak ve onları duygusal yönden tatmin
edecek biçimlere yönelmeli, uyumsuz endüstriyel tipolojileri reddetmelidir
(Alexander, 2001-2005). Küresel tüketimci toplumun temel varsayımlarının
birçoğunun yanlış olduğunun inkârı, bu alandaki reformların önünde bir
engel teşkil eder. İnsanlar, yeterli kanıt gördükleri halde doğruları inkâr
ederler ve böylece bu toplum irrasyonel düşünceye bağımlı hale gelir.
Dolayısıyla, bizim öncelikle akıldışı inanışların neden rağbet gördüğünü
anlamamız gerekmektedir.
Bir insanı, herhangi bir konuyla temasa geçmeden önce olay ya da
kişi hakkında ona olumlu/olumsuz bir şey söyleyerek, önyargılı kılmak
çok kolaydır. Siyasi faaliyetler sırasında görüşlerine başvurulacak bir
siyasetçiyle ilk konuşan kişi olabilmek için yarışan lobiciler bunu gayet
iyi bilirler. Birinci sırayı kapıp ilk sözü söyleme şansını elde eden kişi,
siyasetçinin kafasına konuyla ilgili olumlu ya da olumsuz düşünceler sokar;
bilinçaltını etkileyen bu düşünceler, onun mesleki faaliyetleriyle ilgili daha
sonraki bütün kararlarında etkili olur. Bu tekniğin kötü niyetli kullanımı için
bazı yazarlar “kilitlemek” tabirini bulmuşlardır (McFadyen, 2000), ki siyasi
bir kişiliğe suikast maksadıyla uygulanır. A ve B kişileri buluşmadan önce,
B’ye A hakkında çirkin bir şey söyleyin; bundan böyle o, A’ya karşı olumsuz
önyargılar taşıyacaktır; bu durumda “kilitlenme”nin hedefi A’dır. Bir fikir ya
da kişiyi, daha henüz gündemde değilken onun hakkında aşağılayıcı sözler
söyleyerek gözden düşürmek için de aynı teknik kullanılır. “Kilitleme” bir
grubun inançlarını dış etkilerden yalıtmaya da yarar. Bir toplum, gerçekte
doğru olsa da olmasa da paylaşılan ortak inançlarla tanımlanır. Bu ortak
zemin, herhangi bir grubu da sahip olduğu belirli inançlara göre tarif
eder. Dolayısıyla, inançların örtüşmesi anlamında birbirine çok uzak ama
fiziksel olarak birbirlerine çok yakın ve yaşamları iç içe olan toplulukların
varlığı, görünürde uzlaşmaz bir çelişkidir. Nesiller boyu birarada yaşamış
ama birbirine çok uzak inanç sistemlerine bağlı halkların bir gün karşı
karşıya gelip birbirlerini öldürmeye kalkışmaları sonucu, soykırımlara tanık
olunmuştur. Ya da mimarların, geçmişin bütün kalıntılarını, bu tür şeylerin
onların modern görüşlerini kirlettiği ve onları rahatsız ettiği düşüncesiyle
yıkıp yok etme çağrısı buna koşut bir olgudur.
112
Her sosyal grup birlik ve bütünlüğünü inançları vasıtasıyla sağlar; bu nedenle,
taşıdığı inançları dış etkilerden korumak ister. Grubun gücünü koruyabilmesi
için böyle sıkı sıkıya bağlı olması hayati önemdedir. Eğer inançlar kanıtlanabilir bir temel üzerine inşa edilmişlerse, yeni grup üyeleri kazanmak için
en iyi yöntemler, eğitim ve açıklıktır. Eğer böyle değilse, sistemin dışında
kalan alanda çarpışan fikir ve inançların önüne bir güvensizlik duvarı örülür
çünkü bunlar sistem için birer tehdit unsurudur. Grup kültlerinde izleyicilere
verilen ilk mesaj, külte bağlı olanlar dışında hiç kimseye inanmamalarıdır ki
bu, sosyal birlik ve bütünlüğünü sağlamış bir grubun doğal olarak dışlayıcı
tavrının en aşırı biçiminden başka bir şey değildir. Bu yöntemde sadece ve
sadece grubun inançlarıyla uyum gösteren bilgiler seçilir ve grubun içine
sızmasına izin verilir. Önceden kazanılmış olan görüşleri doğrulamayan bilgi
ve belgelerin elekten geçirilip inançların tazelenmesi, bilişsel uyumsuzluğu
önler (Nickerson, 1998).
İlginçtir ki, paylaşılan bir inanç ne kadar insafsız ve acımasız ise, topluluğu
birarada tutma etkisi de o kadar fazla olur. Dinlerin, bazı tehlikeli mezhep
ve tarikatların ve terörist örgütlenmelerle ilgili kayda geçmiş olayların
incelenmesi bunu kanıtlamaktadır. İyi olduğundan ve açıkça kötü olan bir
duruma yol açmayacağından emin olunan bir şeye kişisel olarak inanmak
kolaydır; bu durumda, sosyal grubun destekleyici kurallarının yardımıyla
bilişsel yeniden yönlenme gerekmez. Ama eğer belli bir gruba uyum
sağlamak, sıradışı ve alışılmadık derecede zor bir eylem gerektiriyorsa, o
zaman grup üyeliğine aday kişinin kabul edilmesini sağlayacak olan eylem
onu özel bir kişi, grup gerçeğini ise daha da geçerli ve hayati kılar. Bu tespit
deneylerle kanıtlanmıştır (Gerard & Mathewson, 1966). Bu üyeliğe kabul
ritüelleri bütün toplumlarda vardır ve bazılarında diğerlerine göre daha
dikkat çekici ve daha çetin olur. Üyeliğe kabul işleri ne kadar zor ise, gruba
bağlılığın da o kadar güçlü ve kalıcı olması şaşırtıcı değildir.
Çok yanlış ve fevkalade kötü şeylerin doğruluğunu kabul ederek gruba uyum
sağlayan bir kişi, kendini bir birey olarak görmeye ve böyle düşünmeye
son verir, gruba çok daha sıkı bağlanma ihtiyacı duyar. Bunun nedeni, o
saçma inançların sadece grubun tanımladığı sosyal çerçevede “doğru” ama
onun dışında tehlikeli olabilecek derecede yanlış olmasıdır ki bu, böylesi
inançlara sahip kişilerin o grup dışındaki yaşamlarını sorunlu hale getirir.
Bu kutuplaşma senaryosunda, dış dünyada özgürce erişilebilecek olan
doğru bilgiler o inançlı kişinin dünya görüşünü temelinden sarsacağı ve
kendi varlığının anlamını sorgulatacağı için, onu belirli bir kültün kapalı
dünyasındaki yalıtılmış ve rahat ortamına mahkûm eder. Böylesi bir
durumun, kötümser olduğu kadar, beklenmedik sonuçları da olur: En hatalı
inançlara sahip kişiler, yaklaşılması ve diyalog kurulması en zor kişiler,
eğitilmesi ve fikri değiştirilmesi de en zor kişilerdir aynı zamanda (Nyhan
& Reifler, 2010).
Bilişsel uyumsuzluk ve kendi dinini yayma tutkusu
Bilişsel uyumsuzluğun insanın duygusal durumunda yarattığı rahatsız
edici etkiyi küçümsememek gerekir. Yanlış bir bilgiyi benimsemiş bir kişi,
günlük yaşamda karşılaştığı çelişkilerden kendini yalıtamaz ve gerçek
dünyayla yüzleşmekten kaçamaz. Ama öyle olsa da, inançlı kişi hatalı
inançlarını gözden geçirmek yerine, hatırı sayılır derecede maharet ve
ustalıkla inançlarında kendini haklı çıkarmaya yönelik çaba harcar. Bilişsel
uyumsuzluk halinin neden olduğu kuşku ve huzursuzluğu azaltmanın bir
yolu da o yanlış bilgileri yayıp yaygınlığından medet ummaktır. Hatalı olan
inançları taşıyan bir bireyin, doğrudan ilişkiye geçtiği diğer kişilerden ne
kadar çoğu aynı inançları taşırsa, savunduğu şeylerin kusurlu ve asılsız
olmadığına emin olması da o kadar kolaylaşır.
Yanlış inanç sahibi kişi, o inancın sempatizanlarının sayısı ve onların
yarattığı toplumsal etkinin sağladığı sahte bir geçerlilik hissi edinir. Dışarıya
karşı yalıtılmış o duvarların içine diğerlerini de alıp etki alanını genişletince,
yadsınamaz gerçeklerin ondan yana olduğu aldatmacasıyla huzur bulur.
Çoğunluk sayesinde güvence sağlamak, yanlış inancı doğru kılmanın (ki bu
imkânsızdır) kültürel düzeyde karşılığı olur. Kendi dinini yayma tutkusu, aynı
hatalı inançlara başkalarının da ikna olmasını sağlama arzusu, içten gelen
bir ihtiyaç, bilişsel uyumsuzluğun yarattığı huzursuzluğa karşı korunmak
için etrafındaki koruyucu alanı, duygusal bariyeri genişletme ihtiyacıdır;
savunulması imkânsız bir dünya görüşünü savunmada yardımcı olur.
113
Sözde dini tarikatlar, böyle misyonerlik faaliyetlerine ciddi kaynaklar ayırırlar, konuştukları görüştükleri herkesi kendi tarikatlarının inanç sistemine
bağlama misyonuyla görevlendirdikleri kişileri, toplumun her kesiminde
çalışmak üzere görevlendirirler. Tarikatın inançları ile tanıştırma ve yeni
müritlerin kazanılması faaliyeti, onların da daha başka müritler kazanmak için
sorumluluk alabilmesine yönelik yetiştirilmesiyle el ele gider. Yeni müritler
kazanmada yararlanılabilecek ikna tekniklerinde uygulamalı yetiştirilen
tarikat üyeleri, aynı zamanda, o tarikatın reklamını yaptığı görüşleri,
irrasyonel inançları ve yanlış bilgileri iyice sindirmeleri için bir beyin
yıkamaya tabi tutulurlar. Bu yetiştirme yöntemlerinin sıklıkla kullanılması,
tarikatın dogmalarını makul, misyonerlerini de ilgi çekici kişiler olarak sunan
bir aldatma kültürünü yaygınlaştırır.
büyük ölçüde, halen varlığını sürdüren güçlü bir ideolojik ve örgütsel yapıya
bağımlı olduğuna işaret eder. Gerçeklerin gösterdiği doğrultunun tersine
gitmede başarılı olmak, ancak kendi ideolojisine topyekûn bağlılık talep eden
grup inancının arkasında toplumsal bir destek olduğu takdirde mümkündür.
Schmalz bu başarının en can alıcı unsurlarını, güce bağlı “hiyerarşide
ayrıcalıklı bir karizmaya sahip olmak, örgüt içinde bilgi ve güç kontrolünü
elinde tutmak ve yayılıp genişleyerek meşruiyet kazanan bir ideolojiyi
savunmak” olarak tarif eder. İdeoloji, gereken desteği karmaşık örgütsel
bir yapının varlığından alır, çünkü aksi takdirde, kehanetlerinin iflası halinde
kendini koruyabilmek için yeterli desteği bulamaz. Yukarıda saydığımız bu
karakteristikler, bugün mimari eğitim ve öğrencilere deneyim kazandırma
çalışmalarında yararlanılan tekniklerin belirgin özelliklerindendir.
Festinger, Riecken ve Schachter tarafından, yanlış bilgileri terketmeyi
reddeden insanlar üzerine – bu özel durumda, hiçbir zaman gerçekleşmemiş
olan bir kıyamet olayına inanmaları ile ilgili – klasik bir araştırma yapılmıştır
(Festinger, Riecken & Schachter, 2008). Bu araştırmanın sonuçlarına göre,
bırakın bu hatalı inanca itibar etmemeyi, bu kehanetin topyekûn iflası,
aslına bakılırsa, araştırmaya katılan denek grubun tarikatın öğretilerine
bağnazca bağlılıklarını arttırmış. Bu sunum, sezgilere aykırı bir biçimde
gerçeklerden kopuşta yanlış bilgilenmenin rolünü göstermesi bakımından
son derece öğretici ve rahatsız edicidir. Güçlü bir “iman” duygusuna
sahip olanlar (müritlerin başlangıçta ödedikleri yüksek bedel, herhangi bir
biçimde inançlarından vazgeçmeye kalktıklarında onları caydırır), birtakım
zekâ oyunlarıyla kendini kandırma yöntemleri uydurarak, hatalı inançların
çürütülmesine karşı onları bir şekilde rasyonalize etme yöntemleri
geliştirmeye yönelir. Dramatik bir yenilgi karşısında bile pes etmezler,
başkalarını da ikna etmeye çalışarak inancını yaygınlaştırmaya ağırlık
verirler: “Bir inanç sisteminin doğruluğuna çok ve giderek daha çok insan
ikna edilebiliyorsa, o inanç sisteminin neticede doğru olması gerektiği
aşikârdır ” (Festinger, Riecken & Schachter, 2008, s. 11).
Araştırılıp doğrulanabilir bir öğreti temelinde değil de, yanlış bilgiler üzerine
kurulu çeşitli disiplinler tanımlamak mümkündür. Öğrencileri şartlandırmak
demek, hiçbir gerekçe öne sürmeden onların beyinlerine dogmalar, beylik
önermeler, görüntüler, kült kahramanları kazımak; diğer yandan da,
ahlaki üstünlük duygusu aşılama, etik bir amaç iddiasında olma, dünyayı
değiştirme misyonu taşıma vb. özelliklere sahip bir kültürel mitolojiyi ilmek
ilmek dokumak demektir (Salingaros, 2008). Bu endoktrinasyon yönteminin
olumsuzlama yönünün de asli bir işlevi vardır: Yanlış bilgileri soruşturan ve
sorgulayan her düşünceyi, felaket tellallığı yaparak mahkûm etmek. “Eğitim
ve öğretim” katı bir ideolojik çerçeve içinde yapılır, ki bu sayede, yanlış
bilgilenmeye dayalı hakim ideolojiyi tehdit eden her unsur daima, tarikatın
üstün ahlaki ilkelerine bir saldırı, ilerlemeye sekte vuran irticai bir hareket,
zamanı tersine çevirme girişimi vb. olarak algılanır. Bu endoktrinasyon
stratejisi, eğitimleri sırasında edindikleri dogmatik görüşleri gelecekte
sorgulamaktan müritleri muaf tutmakta çok başarılıdır.
Festinger’in araştırmasını eleştirici/tamamlayıcı bir çalışmasında Mathew
Schmalz (Schmalz, 1994), iflas etmiş bir ideolojinin reddinin ve gerçeklerle
yüz yüze kalmaktan kaçınabilmek için onun yerine yeni bir mitin keşfinin,
Bu kendi dinini yayma tutkusu, çağdaş mimarinin soyut düşünme tarzını
dini bir dogma gibi benimsemiş mimarların karakteristik özelliğidir. Bu
gruba dahil mimarlar, kendi düşüncelerinin mutlak olarak doğru ve bu tarz
düşünmenin de toplum için en iyisi olduğuna inanırlar. Bu hatalı inançların
oluşturduğu kurumsal yapı o kadar güçlüdür ki, bu paradigmanın içinde
olanlara, doğaya ve canlılara dost yapıların, süslemelerin, rahat ve huzurlu
114
mekânların, insan ölçeğinde binaların doğalarından kaynaklanan değerli
yönlerini gösteren doğruluğu kanıtlanmış araştırmalar sunulsa bile,
bunlar kendi düşüncelerini yeniden gözden geçirmeyi asla göze alamazlar
(Alexander, 2001-2005; Salingaros, 2005; 2006; 2008; 2010). Toplumun
geri kalanının cahil olduğu inancı yerleştirilerek, bilişsel uyumsuzluk bertaraf edilir. Böyle mimarların bıkmadan usanmadan, onlara ayak uydurması
gereken halkı çağdaş mimari biçimlerin değerini takdir edebilmesi için
“eğitme” çağrıları yapmalarının nedeni, kendilerini ahlaki bakımdan değilse
bile entelektüel yönden üstün saymalarıdır. Sıradan insanları o dünya
dışı garip formları ve alanları sevebilmeleri için ikna etme girişimlerinin
başarısızlıklarıyla bir yüzyıl geçmiş olsa dahi kendi dinini halka yayma
tutkusuyla hareket eden bu mimari akım, toplumun gerçek ihtiyaçlarının
mesihvari inkârını ısrarla sürdürmektedir.
Mimari ve kentsel tasarım konusundaki bu yayılmacılık, günümüzün
küresel basın yayın organları tarafından da, safça ama gönüllü olarak
özendirilmektedir. Dünyanın en saygın medya kuruluşlarından bazıları, böyle
bir mimari propagandaya alet olmaktan gocunmuyorlar. Herhangi bir şehir,
bir mimari kült kahramanının tasarlamış olduğu tek bir binanın orada olması
nedeniyle ve sadece o nedenle kaçınılmaz olarak, “Ziyaret Edilmesi Gereken
Yerler” başlığı altında sunulmakta. Turistik rehber gibi sunulan ama aslında
reklam ajansları tarafından kaleme alınan bu tür yazılar, masum haber kisvesi
altında, belli bir ideolojinin reklamını yapmaktadırlar. Bunlar, yüz karası bir
dogmanın yayılmasına hizmet ediyor: Uyumsuz stiliyle ünlü bir çağdaş yapı,
bir şehri turistik çekim merkezine dönüştürebilir. Bu hikâyenin tekrar tekrar
basımı da, mesajın bütün dünyaya yayılmasını garanti eder. Orijinal haber
kaynağının yetkilileri ustalıkla yönlendirilirse, uyumsuz mimari örneğinin
görüntüleri de – gündemdeki ideolojinin şampiyonları olan bir avuç mimarın
adları ile birlikte – kamuoyunun bilinçaltına yerleştirilir.
Kuhn ve paradigma değişiklikleri
Thomas Kuhn o ünlü “paradigma değişiklikleri” kavramını sunarken
(Kuhn, 1970), bununla, bir bilimsel kuramın, doğru ve geçerli kanıtlar
olmasına rağmen uzun bir süre boyunca görmezden gelinmesi ve sonra,
araştırmacıların çoğunluğu tarafından birdenbire kabul görmesi şeklinde
tezahür eden kesintili süreci tarif ediyordu. Kuhn, daha yeni olan bir kuramın
mükemmel derecede rasyonel bir bilimsel temele oturması ve gözlemlenen
olayları, yerine geçeceği kuramdan kaçınılmaz olarak çok daha iyi açıklıyor
olması durumunda bile, o kuramın diğerinin yerine geçebilmesi için bir nevi
“momentum” oluşturulması gerektiği kuramını ortaya attı. Halbuki, bilimsel
işleyişten beklenen, olması gereken bu değildir. İdeal bir gözle bakılırsa,
bilimsel verilerle desteklenen daha iyi bir açıklamanın, gözlemlenen olguların
daha eski ve daha kaba bir formülasyonunun yerine kolaylıkla geçebilmesi
beklenir. Ama bu böyle olmaz.
Bilim tarihinde çoğu zaman görülen odur ki, bir konuda çok daha üstün
ve gelişmiş bir açıklama ortaya atıldığında, o günün bilimsel toplulukları
tarafından direnç görür, bir kenara itilir ve unutulur, ta ki aradan uzun bir
süre geçip tekrar keşfedilene ve takdir görene kadar. Bu fenomen tıpkı, grup
düşüncesi mekanizmasının etkisi altında bir inançtan diğerine çark eden,
bilim insanı olmayan kişilerin davranışlarını andırır. Bu ikinci durumda,
çoğu kez akılcı bir temel yoktur: Topluluğun bir kesiminin siyasi eğilimini,
günün yaygın inanışlarından birini ya da kültürel alışkanlıklardan gelen belli
bir davranış kalıbını değiştirmesidir söz konusu olan. Belirli modalar bütün
bir ulusun zihnine yer eder, bir süre onu işgal eder, sonra yerini başka bir
modaya bırakır. Burada üzerinde durulması gereken nokta, bir modanın
hükümranlığı sırasında, onun izleyicilerini başka bir şeye ikna etmenin
neredeyse imkânsız; akılcı tartışmaların da etkisiz; ve bir gün bir değişiklik
zuhur ederse de, bunun aniden olmasıdır.
Kuhn bilim insanları derken, toplumun en zeki ve bilgili, en akılcı kesimlerinden birinin temsilcilerinden söz ediyordu doğal olarak. Ama görünüşe
bakılırsa bunlar yine de, sıra kendi faaliyet gösterdikleri alanda bazı
inançları benimsemeye geldiğinde, doğal olaylara rasyonel açıklamalar
getirmeleri beklenirken, bizzat irrasyonel tavırlar sergilemektedirler. Bilimin
dayandığı temel, deneydir nihayetinde: Araştırmacı laboratuvar deneylerinde
ölçümler yapar ve gözlemlerini rasyonel yöntemlerle analiz eder, salt
felsefi spekülasyonlarla yetinmez. Ancak, bilim insanları bile irrasyonel
değerlendirmelerden uzak durma tutarlılığını gösteremiyorlarsa, bilim insanı
115
olmayanlardan rasyonel tartışmaların güdümünde hareket etmelerini nasıl
bekleyebiliriz? Kuhn, onlarca yıldır üzerinde konuşulan bir kavram attı ortaya,
ama ne yazık ki, o paradigma değişikliklerinin nasıl gerçekleştiğini ve daha da
önemlisi, nasıl çabuklaştırılabileceğini söylemedi. Bu soruya yanıt olabilecek
şeylerin ipuçlarını bilişsel uyumsuzluk kavramını anlayarak yakalayabiliriz.
Sonuç
Küresel krizin en dolaysız göstergelerinden biri, grup zihniyetinin ataleti
nedeniyle içinden çıkılmaz hale gelen sorun, endüstriyel tüketim modelini
ve onunla ittifak halindeki tasarım anlayışını terketmeye yanaşmayan
bir ideolojinin hakimiyetidir. Modern toplumumuzun maddi beklentileri
– daima yeni olan, daha iyi olduğu sanılan ürünlere duyulan açlık eşliğinde –
saldırgan ve sınır tanımaz bir biçimde doğal kaynak ve enerji tüketimini
körüklüyor. Niceliksel ölçüleri değil de asli nitelikleri ön planda tutan
bir tasarım anlayışının, yaşadığımız çevreye olumlu etkileri olabilir. Öte
yandan, bu öncelikler çerçevesinde ilerlememize engel olan iki durum söz
konusu: (i) endüstriyel modelin, kendi yarattığı sorunlara kendisinin çare
bulabileceğine olan sarsılmaz inanç; ve (ii) günümüz mimarlarının mesleki
topluluklarının çıkarlarını gözeten, yanlış bilgiler üzerine inşa edilmiş,
yürürlükteki yöntemler. Bu dünyanın bütün vatandaşlarının arzu ve istekleri
daha gerçekçi bir düzeye erişse bile, çağdaş tasarım anlayışının, üstesinden
gelinmesi gereken kalıcı etkileri sürecektir.
Burada esas ilgi alanımız çağdaş mimari ve kentleşme olsa da, irrasyonel
inançları sürdürme mekanizması hakkında söylediklerimiz her konuya
uygulanabilir, evrensel geçerliliği olan görüşlerdir. Bu makalede, insanların
hatalı inanışlarını sürdürme yöntemlerini – yedi başlık altında topladığımız,
doğruyu inkâr etmek için taktikleri – ve onları çürüten kanıtlara rağmen
vazgeçmeme niyetiyle alışkanlık haline getirdikleri stratejiyi inceledik.
Yanlış bilgiler üzerine kurulu bir dünya görüşüne sahip bireyler de zaman
zaman, tamamen kendi başlarına, bilgi haznelerini zenginleştiren doğru
bilgi kaynaklarından yararlanmak suretiyle bir aydınlanma atılımı yaparlar.
Bununla birlikte, kayda geçmiş örnekler, grup düşüncesinin izinde giden
kişinin düşüncelerinde dönüşüm sağlamada tam bir başarı olasılığının çok
düşük olduğunu göstermektedir. Bu kötümser tespit, tehlikeli tarikatlara üye
olan kişiler üzerinde çalışan profesyonel psikologların genel kanısıdır, çünkü
maalesef, daha önce bu tarikatların izinde gidenlerin çok küçük bir yüzdesi
normal yaşama dönmede başarılı olabilmektedir.
Küçük bir araştırma, mimarlık alanında neden bu kadar aşırı derecede kutuplaşma olduğunu ortaya koyar. Halihazırda mimarlar, hakim ideolojiye uyma
düşüncesini aşılayan bir eğitim sürecinden geçerler ve genç mimarlar,
meslekleriyle ilgili konularda belli ve önceden saptanmış inançların gözden
geçirilmesini kabul etmeyen bir düşünme tarzıyla eğitilirler. Eğitim sonrası
profesyonel ortam da daha iyi bir durumda sayılmaz çünkü meslek erbabı,
asla sorgulanmayan bir dogmalar silsilesi (sadece bir yüzyıllık geçmişi olan,
modern mimari ve kentleşme “kriterleri”) çevresinde faaliyet göstermeye
devam etmektedir. Mimar olmayan herhangi bir kişi de mimarlarla – onların
görüşlerinin esas nüvesini teşkil eden inançlarının ne kadar sağlıklı olduğu
konusunda – tartışmaya girerek, bu koşulların geçerliliğini kendi kendine
rahatlıkla doğrulayabilir. Mamur çevremizin korunması ve dünyamızın
yaşanabilir ortamının sürdürülebilmesi, binalarımızı ve şehirlerimizi,
önyargıları aşan bilimsel düşüncenin ışığında inşa etmemize bağlı olduğu
için, bu dargörüşlülük ilerlemenin önünde ciddi bir engeldir.
Teşekkür. Bu araştırma yazısının daha önceki yayınlarında, faydalı
görüşleriyle katkıda bulunan Christopher Alexander, Kenneth G. Masden,
Michael Mehaffy, Antonio Ruiz de Elvira, Mathew Schmalz ve Roger
Scruton’a içten teşekkürlerimi sunarım.
Kaynaklar
Raymond S. Nickerson (1998). “Confirmation Bias: A Ubiquitous Phenomenon in Many Guises”,
Review of General Psychology, Cilt: 2, Sayı: 2, s. 175-220.
Christopher Achen ve Larry Bartels (2006). “It Feels Like We’re Thinking”, baskı öncesi pdf:
www.princeton.edu/~bartels/thinking.pdf.
Brendan Nyhan ve Jason Reifler (2010). “When Corrections Fail: The Persistence of Political
Misperceptions”, Political Behavior, Cilt: 32, Sayı: 2, s. 303-330.
Christopher Alexander (2001-2005). The Nature of Order, Kitap 1-4, Center for Environmental
Structure, Berkeley, California. Kitap 1: The Phenomenon of Life; Kitap 2: The Process of
Creating Life; Kitap 3: A Vision of a Living World; Kitap 4: The Luminous Ground.
George Orwell (1949). Nineteen Eighty-Four, Penguin Books, Londra (yeni baskı: 2003).
Solomon E. Asch (2003). “Effects of Peer Pressure upon the Modification and Distortion of
Judgments”, Lyman Porter, Harold Angle ve Robert Allen (yay. haz.), Organizational Influence
Process, 2. baskı, M. E. Sharpe, Armonk, New York, 17. bölüm, s. 295-303.
Solomon E. Asch (2004). “Opinions and Social Pressure”, Elliot Aronson (yay. haz.), Readings About
the Social Animal, 9. baskı, Worth Publishers, New York, 3. bölüm s. 17-26.
Gregory S. Berns, Jonathan Chappelow, Caroline Zink, Giuseppe Pagnoni, Megan Martin-Skurski
ve Jim Richards (2005). “Neurobiological Correlates of Social Conformity and Independence
During Mental Rotation”, Biological Psychiatry, Cilt: 58, s. 245-253.
Jerry M. Burger (2009). “Replicating Milgram: Would People Still Obey Today?”, American
Psychologist, Cilt: 64, Sayı: 1, s. 1-11.
Nicholas Christakis ve James H. Fowler (2009). Connected, Back Bay Books, New York.
Robert B. Cialdini (1993). Influence: Science and Practice, 3. baskı, Harper Collins, New York.
Jared Diamond (2005). Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed, Penguin, New York.
Leon Festinger, Henry W. Riecken ve Stanley Schachter (2008). When Prophecy Fails, Pinter &
Martin, Londra (1. baskı: 1956).
Kenneth S. Friedman (2003). Myths of the Free Market, Algora Publishing, New York.
Harold Gerard ve Glover Mathewson (1966). “The Effects of Severity of Initiation on Liking for a
Group”, Journal of Experimental Social Psychology, Cilt: 2, s. 278-287.
Richard Hames (2011). “Clueless: the future of stupidity”, The Hames Report, 14 Ocak 2011,
http://fiveliteracies.typepad.com/richard_hames/2011/01/clueless-the-future-of-stupidity.html.
W. Daniel Hillis (1998). The Pattern on the Stone, Basic Books, New York.
Eric Hoffer (1951). The True Believer, Perennial Classics, New York.
Thomas Kuhn (1970). The Structure of Scientific Revolutions, 2. baskı, University of Chicago Press,
Chicago.
George Lakoff ve Mark Johnson (1999). Philosophy in the Flesh: The Embodied Mind and Its
Challenge to Western Thought, Basic Books, New York.
Jonah Lehrer (2009). How We Decide, Houghton, Mifflin, Harcourt, New York.
Manfred Max-Neef ve Philip B. Smith (2010). Compassionate Economics, Green Books, Foxhole,
Dartington, Totnes Devon.
Giuliana Mazzoni ve Amina Memon (2003). “Imagination Can Create False Autobiographical
Memories”, Psychological Science, Cilt: 14, s. 186-188.
“Cognitive Dissonance and Non-adaptive Architecture”,
P2P Foundation, 2 Şubat 2011.
İngilizceden çeviren: Yavuz Oymak
116
Ian McFadyen (2000). Mind Wars, Allen & Unwin, St. Leonards, NSW.
Monica Prasad, Andrew J. Perrin, Kieran Bezila, Steve G. Hoffman, Kate Kindleberger, Kim Manturuk
ve Ashleigh Smith Powers (2009). “There must be a reason: Osama, Saddam, and Inferred
Justification”, Sociological Inquiry, Cilt: 79, Sayı: 2, s. 142-162.
Peter J. Richerson ve Robert Boyd (2005). Not by Genes Alone: How Culture Transformed Human
Evolution, University of Chicago Press, Chicago.
Nikos A. Salingaros (2005). Principles of Urban Structure, Techne Press, Amsterdam.
Nikos A. Salingaros (2006). A Theory of Architecture, Umbau-Verlag, Solingen.
Nikos A. Salingaros (2008). Anti-Architecture and Deconstruction, 3. baskı, Umbau-Verlag, Solingen.
Nikos A. Salingaros (2010). “Life and the Geometry of the Environment”, Athens Dialogues
E-Journal, Harvard University’s Center for Hellenic Studies, Kasım 2010; yeni baskı: The
Permaculture Research Institute, Ekim 2010, http://argos.chs.harvard.edu/cgi-bin/WebObjects/
athensdialogues.woa/wa/dist?dis=19.
Nikos A. Salingaros ve Pietro Pagliardini (2009). “The Geometry and Life of Urban Spaces”,
İtalyancası: Nikos Salingaros, No alle archistar: il manifesto contro le avanguardie, Libreria
Editrice Fiorentina, Floransa, 2009, 15. bölüm. İspanyolcası: Cuadernos de Arquitectura y Nuevo
Urbanismo, Tecnológico de Monterrey Campus Querétaro, Sayı: 6/7, Yıl: 4, Mart 2010, s. 7-20,
http://viewer.zmags.com/publication/b55fd62e#/b55fd62e/8.
Mathew N. Schmalz (1994). “When Festinger Fails: Prophecy and the Watch Tower”, Religion,
Cilt: 24 (Ekim 1994), s. 293-308. Yeni baskı: Jon R. Stone (yay. haz.), Expecting Armageddon:
Essential Readings in Failed Prophecy, Routledge Press, New York, 2000, s. 233-250.
Roger Scruton (2010). The Uses of Pessimism and the Danger of False Hope, Oxford University
Press, Oxford.
Roger Scruton (2011). Yazara kişisel mektup, 18 Ocak 2011.
Aleksandr Solzhenitsyn (2006). “No Matter What”, E. E. Ericson, Jr. ve D. J. Mahoney (yay. haz.), The
Solzhenitsyn Reader içinde, ISI Books, Wilmington, Delaware, s. 73-84.
Carol Tavris ve Elliot Aronson (2007). Mistakes Were Made, Harcourt, Orlando, Florida.
Nigel Thrift (2009). “Pass it On: Towards a Political Economy of Propensity”, Social Science and
Innovation Conference at the Royal Society of the Arts (RSA) konferansında sunulan makale,
Londra, 11 Şubat 2009, http://www.aimresearch.org/uploads/File/Presentations/2009/FEB/
NIGEL%20THRIFT%20PAPER.pdf.
Edward O. Wilson (2006). The Creation: An Appeal to Save Life on Earth, W. W. Norton, New York.
Philip Zimbardo (2007). The Lucifer Effect, Random House, New York.
Julia Zuwerink-Jacks ve Kimberly Cameron (2003). “Strategies for Resisting Persuasion”, Basic and
Applied Social Psychology, Cilt: 25, Sayı: 2, s. 145-161.
Stanley Milgram (1961). “Nationality and Conformity”, Scientific American, Cilt: 201, s. 45-51.
Stanley Milgram (2004). “Behavioral Study of Obedience”, Elliot Aronson (yay. haz.), Readings About
the Social Animal, 9. baskı, Worth Publishers, New York, 4. bölüm, s. 27-40.
117