DÜNYA GÖRÜŞÜ ve TOPLUMBİLİM (makale, 4 s.)

Dünya Görüşü ve Toplumbilim
Prof.Dr. Çağlar Keyder,
Boğaziçi Ünv. Ve Newyork Eyalet Ünv. Öğretim Üyesi
Dünya Görüşü (Bersay İletişim Yayınları) kitabından kısaltılarak alınmıştır
….
Toplumla ilgili yazmış olan insanların hepsi şöyle diyorlar: Ortaya yeni bir toplum çıktı, eskisine
benzemiyor. Eskisi çok daha katmanlaşmış, statülerin çok daha önceden belirlendiği, durağan bir
toplumdu; şimdiyse türevlerin hareketlerinin sonucunda ortaya çıkan bir katmanlaşma söz konusu.
İnsanlar birtakım kişisel eylemleri sonucunda tüccar, zanaatkâr, bürokrat, işçi, kâşif oluyorlar. Böyle
bakıldığında bütün bunlar tamamen kaotik, tesadüfi bir biçimde gerçekleşiyor gibi gözüküyor. Ama
aslında öyle değil. Ortaya çıkan sonucu biz teorik olarak anlayabiliyoruz. Çünkü ne olursa olsun,
bireyler ne kadar özgür olurlarsa olsunlar, yaptıkları seçimlerde sonunda öyle bir sistemik gereksinim
var ki bu bireylerin birtakımı mesela burjuva olarak, diğer bir takımı işçi olarak, diğer birtakımı diyelim
üniversite hocası olarak ortaya çıkıyor. Kimileri dükkâncı olmayı veya kendi imalathanelerinde bir takım
şeyleri sürdürmeye devam ediyorlar. Toplum bireyler tarafından tek tek oluşturulsa dahi sonunda
ortaya çıkan toplum yapısını biz katmanlaşmış olarak anlayabiliyoruz. Başka deyişle bu bir tesadüfi
kaotik bir yapı değil, çünkü ortada bir sistem var.
İktisatçılar ve siyaset teorisi yapanlar şöyle ya da böyle bir varsayımla işe başlasalar da, biz baktığımız
zaman toplumda bir düzen görüyoruz ve bu yapının içinde çeşitli katmanlar var. Peki, bu katmanların
hepsi aynı dünya görüşüne mi sahip? Gerek siyaset teoricileri, gerekse iktisatçılar herkesin çıkarlarını
maksimize etmeye çalışmalarından, bütün bireylerin hep aynı mantıkla hareket ettiklerini varsayıyorlar.
Böyle bakınca, -bu yeni toplumda, modern toplumda- tüm bu çıkarların benzerliği nedeniyle herkesin
aynı dünya görüşüne sahip olduğu imajı doğuyor. Oysa bu toplum çok farklı katmanlardan oluşuyor.
İşçiler, burjuvalar, entelektüeller, yöneticiler... Bu katmanlar değişmiyorlar. Kriz oluyor yine
değişmiyorlar, yine burjuvalar var, yine işçiler var. Sosyologlar "Acaba bunların toplumdaki yerlerinden
dolayı farklı dünya görüşleri olması söz konusu olmaz mı?" diye düşünmeye başlıyorlar.
Eski geleneksel toplumun dünya görüşü ve ona karşı çıkan modern toplumun dünya görüşü
biçimindeki sistemik bir çatışma yerine modern toplumun kendi içinde farklı katmanların farklı dünya
görüşleri olması nedeniyle çatışıma olabileceğini söyleyen bir yaklaşım söz konusu olmaya başlıyor. Bu,
modem dünya görüşü yaklaşımının ilk uyanışı. Şöyle bir sonuç çıkıyor: Bana toplumun hangi katmanında olduğunuzu söyleyin ben de size dünya görüşünüzün o katmana uygun olması gerektiğini söyleyeyim...
Bu dünyayı farklı gören insanlar var... Dünyayı farklı görmeleri toplumla ilgili farklı projeler olması
anlamına gelecektir. Çünkü bazı gruplar, toplumun bu şekilde devamını tercih edebilirler; diğerleri farklı
bir toplum yapısı isteyebilirler ve başkaları da belki bu toplum yapısını yeteri kadar rasyonel
bulmayacak, daha planlı bir toplum isteyeceklerdir. İlginç olan bütün bunların yeni sistemin kendi
içinden oluşması. Modernite geleneksel toplumlara hiç benzemeyen, kendi içinden birbirine rakip ve
birbirinden farklı dünya görüşleri oluşturabilen bir sistem. Marx'ta bu, biraz mekanik bir şekilde anlatılıyor. Çünkü şöyle bir yaklaşım var, kapitalist toplumun esas katmanlarının ne olduklarını biliyoruz: Sermaye sahipleri, onlar için çalışan işçiler var. Esas farklı dünya görüşleri bu ikisinin arasından çıkıyor;
esas çatışına da burada. Tabii daha somut analiz yaptığımız zaman daha farklı katmanlar da
gözüküyor. Mesela hiçbir kapitalist ekonominin içinde köylülerin, kendi adına çalışan insanların
tamamen ortadan kalkması söz konusu değil. Sermaye sahibi dediğimiz insanların tamamen homojen,
monolitik, yekpare bir kesim oluşturdukları hiçbir kapitalist toplum yok.
Dolayısıyla bu çok kaba bir ilk yaklaşım. Bu kaba yaklaşım şunu diyor: "Herhangi bir sınıflı toplumda
sermaye sahipleriyle sermaye için çalışmaya mecbur olan ücretli işçiler arasında büyük bir farklılık
vardır. Dolayısıyla herhangi bir kapitalist toplumda en aşağı iki tane dünya görüşünün olması beklenir."
…
Özetle, modem toplumun çeşitli boyutlarda katmanlaşması aynı zamanda farklı ve birbiriyle çelişen ve
de çatışan dünya görüşlerini de hemen gündeme getiriyor.
Şimdi tekrar Marx'a dönersek... Marx'ın yaklaşımında farklı katmanları, farklı dünya görüşleri ideoloji
olarak adlandırılıyor. İdeoloji lafı aslında olumsuz çağrımlar yapıyor belki de. Fakat genelde sosyal
teoride o şekilde kullanılmıyor. "Siz ideoloji yapıyorsunuz, ben bilim yapıyorum" şeklinde, bir ayrım
yok. İdeoloji çok daha geniş anlamda kullanılıyor. İdeoloji insanların hangi mercekle dünyaya
baktıklarını gösteren, tüm dünyayı ve toplumsal ilişkileri anlamaya yönelik totalistik bir dünya görüşü
olarak düşünülebilir.
Marx niye bunlarla çok ilgili? Çünkü Marx kapitalistlerle işçiler arasındaki çatışmanın kendiliğinden
olmayacağını biliyor. Çünkü hiçbir çatışma kendi başına olamaz. Önce bu olayın bir çatışma olduğunu
görmemizi sağlayan konseptler gerekli. Bu konseptler de nereden çıkacak? Dünya görüşlerinden.
Sistemdeki çelişkilerle siyasi hareket arasındaki bağlantıyı sağlayan mekanizma dünya görüşüdür. Yani
dünya görüşü olmadan çatışmaya imkân yok. Çünkü çatışmayı sağlamak için önce dünyayı nasıl
gördüğümü öğrenmem lazım; "Ne istiyorum ben dünyadan. Nasıl olsun istiyorum? Nedir benim ahlaki
değerlerim ki yaşadığım koşulların yanlış olduğunu bilebileyim?" Önemli olan o. Bu yüzden siyasi
pozisyonlarla ideolojiler arasında teke tek bir ilişki var.
Şimdi burada, Marx'ın yaklaşımında, daha sonra Marksistler'in yaklaşımında biraz problemli olan bir şey
var, o da şu: Madem siyasetle dünya görüşü arasında böyle bir teke tek ilişki var ve de dünya
görüşünü esas belirleyen toplumun içindeki konum; peki entelektüeller nereden çıktı? Nasıl oluyor da
bu entelektüeller kalkıp örneğin işçi sendikalarına konuşma yapıyorlar, onları örgütlemeye çalışıyorlar
veya siyasi parti kuruyorlar Bu, özellikle üniversite hocaları açısından veyahut da siyaset yapan
entelektüeller açısından biraz zor bir soru ve genellikle burada bir kıvırtma söz konusu. Kıvırana da
şöyle oluyor; "Modem toplum birtakım insanların yüzer gezer olmasına izin veriyor. Yani tam da üretim
çarkının içine girmeden, kendi konumlarının o sistem içerisinde belirlenmesine izin vermeden, o
sistemin sanki dışında kalıp daha objektif bir şekilde bakabiliyorlar” gibi bir cevap… Ama aslında ikna
edici bir cevap değil bu. Dolayısıyla da bu yaklaşımı benimseyen insanlar aynı zamanda entelektüellerin
de aynı silahla vurulabileceğini düşünüyorlar. Peki, o zaman entelektüellerin kendi dünya görüşü nedir
ve niçin böyle söylüyorlar sorusunu soruyorlar. Bu, entellektüellerin sosyolojisi diyebileceğimiz konu
üzerine de epey yazılmış şey vardır ve tahmin edebileceğiniz gibi entelektüeller genelde "Dünyayı biz
idare etsek daha iyi olur" havasında oldukları için, bazen bu tarafa, bazen öbür tarafa
meyledebiliyorlar. Yani biraz kaypak bir pozisyondalar. Fakat bu söylenilen, sanki dünyadaki bütün
insanların içinde oldukları sosyo-ekonomik konumun mahkûmu ve bu konumun dünya görüşünü
dillendiriyorlar, sadece entelektüeller bunun dışında kalıyorlar gibi bir düşüncenin yanlış olduğunu dile
getiriyor.
Bütün bu anlattıklarını modern sosyal teori içerisinde bilgi sosyolojisi dediğimiz alanı özetliyor. Bilgi
sosyolojisi George Lucaks ve Karl Mannheim (İdeoloji ve Ütopya) ile beraber başlayan, sonra pek çok
sosyal bilimcinin de çalıştığı bir saha. Bilgi sosyolojisinin ana teması çok basit. Biraz önce anlattığım
bireylerin toplumsal-ekonomik konumu düşüncelerini de belirler önermesi.
Bu şekliyle bilgi sosyolojisi biraz zor kabul edilebilecek bir perspektif, çünkü çok rölativist. Şöyle bir şey
söylüyor "Biz aynı olguya bakıyoruz, ama sen şöyle görüyorsun, bense böyle, ikimiz de haklıyız, çünkü
senin dünya görüşün öyle, benim dünya görüşüm böyle. Aynı zaman içinde, aynı oda içinde bir şeye
baksak bile farklı şeyler görebiliriz." Bu yaklaşımın götürdüğü nokta da şu: Demek ki gerçeklik diye,
bilim diye bir şey yok. Bilim sosyolojisi yaptığımız zaman "Bunu şu şekilde söylüyor; çünkü onun
toplumsal konumu şöyledir" demek mümkün. Böylece gayet rölativist bir okuma çıkıyor ortaya. Dünya
görüşleri çoğalabiliyor. Ne kadar çok toplumsal konum varsa (erkek-kadın, yaşlı-genç, zengin- yoksul,
beyaz-siyalı, burjuva-işçi, kentli-köylü...) o kadar çok farklı ifade, farklı yorum, farklı dünya görüşü
ortaya çıkabiliyor.
Burada da kalmıyor. Bilgi sosyolojisi gerçekten çok tahripkâr, yapı bozucu bir yaklaşım. Sosyal
bilimlerde bilim diye bir şey olmadığını bütün sosyal bilimciler kabul ediyor. Fakat bilgi sosyologları
şunu da diyorlar: "Neden diğer bilimlere bakmayalım? Orada dünya görüşü yok mu?" Pozitif bilimlerde
dünya görüşleri biraz farklı; çünkü dünya görüşü toplumsal konumla ilişkili olarak düşünülmeli... Fizik
veya kimyada, biyolojide, gerçek doğa bilimlerinde bu nasıl oluyor? Geçen yüzyılın sonuna doğru bu
soru gündeme geldi ve bilgi sosyolojisi yapan insanlar doğa bilimlerine de bakmaya başladılar. Burada
üzerinde anlaşılmış bir perspektif olduğunu söylemek zor. Hâlâ büyük tartışma var. Fakat genellikle
tartışma Thomas Kuhn'dan çıkarak başlıyor.
Kuhn 'Bilimsel Devrimlerin Yapısı' (1962) adlı kitabını yazıyor. Bu kitapta şunu iddia ediyor: "Doğa
bilimleri sandığımız gibi taş üzerine başka bir taş koymakla tedrici bir şekilde mükemmelleşen, her
aşamada gerçeğe daha çok yaklaşan bir çaba değildir. Çünkü doğa bilimlerinde de birtakım test
edilemeyen ve imanla kabul ettiğimiz varsayımlar var ve bu test edilemeyen varsayımlar belli
dönemlerde geçerli oluyorlar. Bilimle uğraşanlar bunları kabul ediyor ve bu test edilemeyen
varsayımların üzerinden giderek birtakım deneyler yapıyorlar, yeni teoremler ortaya çıkarıyorlar ve bu
test edilemeyen varsayımlar bir nokrada koskoca bir bilim oluşturulmasına temel oluyor,"
Bu bilim oluşturma olayına Kuhn, bilimin 'normal gelişimi' diyor. Yani bilimin normal gelişimi her an
belli birtakım varsayımlar üzerine taş üstüne taş koymakla oluyor ama bu yapılan olayın test
edilmemesinden dolayı bunun doğruluğu, gerçekliği üzerine pek bir şey söylemeye imkân yok. Ne
oluyor sonra? Bir nokra geliyor -devrim demesinin nedeni bu-, insanlar şöyle diyorlar: "Test edilmeyen
varsayımlardan çıkan bu bilim aslında birçok soruna yol açıyor. Bazı deneyleri yapabilmek için bir sürü
farklı varsayım yapmanız gerekiyor. Öyle bir yere geliyoruz ki artık elimizdeki bu aletler, araçlar
yetmiyor." O noktada devrim olma zemini oluşuyor. Devrim nasıl oluyor? Bütün bu yapılan normal
bilimi bir kenara atıyoruz ve onun yerine yepyeni varsayımlarla başlıyoruz işe. Böylelikle o yeni varsayımların üzerinden yeni bir bilim yapısı ortaya çıkıyor. Bunu söylediğiniz anda doğa bilimlerini de
sosyolojize etmiş oluyorsunuz: "Aslında bu doğa bilimiyle uğraşan insanlar da toplumda yaşayan insan
sonuç olarak. Yani onlar Tanrı değil." Onlar da insan oldukları için etraftaki grubun baskısına boyun
eğiyorlar, onların onayladığı şeyi yapıyorlar. Mesela düşünün, doktora yapacak bir fizik öğrencisi, eğer
dahi değilse tabii ki, hocasının yaptığı şeyin üzerine, ufak bir taş koyarak yapacak ne yapabilecek? Eğer
bir dergide yayın yapmak isliyorsa, ona göre yayın yapacak... Yani kabul edilen varsayımlara isyan
etmesi, tamamen devrimci olması çok zor. Ne zaman bu devrimcilere yol açılır? Ancak hakim bilim
yaklaşımı çıkmaza girerse, sekteye uğrarsa, işte o zaman bilimsel devrim olabilir.
Sosyolojinin yıpratıcılığı işte burada. Bilgi sosyolojisi rölativist bir bakış açısı getiriyor. Buna göre bir
toplumun içinde çok çeşitli dünya görüşleri, çok çeşitli normatif varsayımlar, dünyaya ilişkin çok çeşitli
perspektifler olacak... Peki, bu durum bir toplumun yaşayabilmesi açısından ne anlama gelir? Genelde
toplumların sürekli bir çatışma içinde olmadığını biliyoruz. Birtakım aşırı dönemler oluyor tabii. Bazı
dönemlerde hakikaten toplumun yapısının çözüldüğünü, toplumun çelişkilere, çatışmalara açıldığını
görüyoruz. Ama genelde toplumlar işliyor. Yani biliyorsunuz ki buradan çıktığınız zaman sokakta
birbirini döven insanlar olmayacak; muhtemelen otobüsler işleyecek; yarın fabrikalar açılacak... Demek
ki bütün bu çatışmaya rağmen; bütün bu dünya görüşü farklılıklarına rağmen toplumun işlemesini
sağlayan, düzenini sağlayan bir mekanizma söz konusu...
İşte burada Marx'tan ve Weber'den gelen yaklaşımla daha klasik, daha muhafazakâr yaklaşım arasında
bir köprü ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü bütün bu çatışmaya rağmen mademki toplumun bir şekilde
işlemesi söz konusu, demek ki bu farklı dünya görüşlerini bir araya getiren bir mekanizma var, işte
hegemonya kavramı buradan çıkıyor. Hegemonya şu demek: Herhangi bir toplum içinde belirli bir
dünya görüşünün diğerlerinin üzerinde hakimiyet kurabilmesi. O kadar ki bu rakip dünya görüşleri
kendilerini ancak o hegemonik dünya görüşünün izin verdiği kavram ve kanallarla anlatabiliyorlar.
Hegemonya çok güçlü bir kavram. Çünkü iktidarı ideoloji üzerinden anlatmaya çalışıyor. Mesela
"Toplum niye ayakta duruyor?" diye sorduğumuz zaman, "işçilerin başka şansı yok, fabrikada
çalışmazlar, makineleri kırarlarsa da polisi bulurlar karşılarında..." dersek esas mekanizmayı güç
kullanmak olarak düşünüyoruz. Hem ekonomik güç, -çünkü işçinin başka hayat şansı yok- hem de
kolluk gücü. Eğer bir şey yaparlarsa polis gelecek. Hegemonya kavramı buna alternatif bir yaklaşım
getiriyor. Marx'ın söylediği gibi, dünya görüşlerinin farklı olması beklenilen şeydir; eğer farklı değillerse
ortada bir aldatmaca veya başarılı bir hegemonya pratiği var demektir. Tabii aldatmaca çok sürekli
olamaz. Demek ki hegemonya esas mekanizma.
Şimdi bu hegomonik dünya görüşü lafının gerisinde ne yatıyor ona bir bakalım. Yine bu ideoloji
sorununu gündeme getiren Marxist yazına baktığınız zaman, Marx'ın şöyle bir lafı vardır: "Her
dönemde hakim fikirler, hakim güçlerin fikirleridir." Yanı hakim güçler, kendi fikirlerini topluma empoze
ediyorlar. Nasıl yapıyorlar ama bunu? İşte hegemonya kavramı bunu anlatmaya çalışıyor. Gramsci'ye
göre olay iknadan geçiyor. Madem ki hakim güçler var ve bu hakim güçlerin onların hakimiyetini
sağlayan bir dünya görüşleri var; bunu toplumun tümüne kabul ettirebilirlerse o zaman sorun
çıkmayacak demektir.
Dikkatinizi çekmek isterim, hakim güçlerin başkalarına anlattıkları dünya görüşünü kabul etmiş
olmaları, bir komplo anlamına gelmiyor. Hakim güçler gerçekten ve samimi olarak inanıyorlar
başkalarına da dayattıkları görüşe... "Yetenekli olanlar başarılı olur", "Bu sistem herkese hak ettiğini
veriyor" gibi görüşlere bakın... Bu düşünceler aslında hakim güçlerin doğal düşünceleri. Zaten böyle
görüyorlar dünyayı. Kendileri yetenekli oldukları için zengin olduklarını düşünüyorlar veya fırsatları iyi
kullandıkları için orada olduklarını zannediyorlar. Karşılarındaki bu işi yapamayanların aslında yeteneksiz olduğunu düşünüyorlar... Dolayısıyla kendi düşüncelerini anlatıyorlar.
Soru şu: Demin sözünü ettiğimiz teoride karşılarındaki insanların aslında farklı konumda oldukları için
farklı dünya görüşlerine sahip olmaları gerekiyor, O halde nasıl oluyor da onları ikna edebiliyorlar? Bu
soruyu yanıtlarken esas iletişim meselesinin altında yatan konulara geliyoruz...
Burada gündeme gelecek olan, hakim güçlerin ellerinde olan ideolojik araçlar. Eskiden Avrupa'da
kiliseymiş, buralarda da herhalde din unsuru sistemin devamını sağlayan önemli bir mekanizma.
Şimdi durum daha karışık. Önce, devletin ideolojik araçları çok zenginleşti ve çeşitlendi. Burada esas
olarak okullardan söz etmek gerekir. Okula gitme zorunluluğu modernleşmeyle beraber en güçlü
sosyalleştirme aracı oldu. Çocuklar her gün belli şeyleri öğreniyorlar. Karşı çıkabilme gücüne ve
kapasitesine daha ulaşmadan öğreniyorlar. Devletin elinde başka araçlar da var. Örneğin askerlik ve
askerlik sırasında öğretilenler. Ayrıca milli bayramlar, müsamereler, merasimler… Bütün bunların içerik
analizi yapıldığında hakim dünya görüşünün nasıl aktarıldığı ortaya çıkıyor.
Bildiğiniz gibi, eskiden iletişim kanalları da devlet tekelindeydi: Devlet radyosu, devlet kitapları, sonra
devlet televizyonu... Şimdilerde bu kanallar sermayedarların eline geçti; hakim ideoloji de daha çok
kapitalist dünya görüşünü yansıtmaya başladı. Modem dünyada iletişimden kaçmaya imkân yok, her
an bombardımana maruz kalıyoruz. Dolayısıyla ideolojik araçlar artık çok fazla. Modern toplumlarda
güce gerek yok. Yani "Sistemi ayakla tutan polis gücüdür; kapitalistler devleti ele geçirdiler, devleti ele
geçirdikleri için mahkemeleri ele geçirdiler, askerleri ele geçirdiler, polisleri ellerine geçirdiler, o yüzden
bu sistemi ayakta tutuyorlar" demek genelde yanlış olur. Hakim güçlerin, toplumu bu şekilde, nispeten
çatışmasız tutabilmelerinin altında yatan sır, kitleleri kendi dünya görüşleriyle ikna etmiş olmaları.
Şunu da eklemek lazım. Dünya görüşleri hiçbir zaman pür, yani sadece devletçi veya sadece kapitalist
olmuyor. Mesela Amerika'da kapitalist dünya görüşü veya piyasayı yücelten dünya görüşü her zaman
içinde çok yüklü bir şekilde din olayını da barındırır, Amerika'nın hegemonik konumunu haklılaştıran
bakış açısı da aynı şekilde, sanki Amerika seçilmiş bir ülkeymiş ve de dünya medeniyetine karşı böyle
bir sorumluluğu varmış gibi, gayet dini motiflerle süslenerek ortaya konulur... Böyle bir eklemlenme
süreci hep var. Bir dünya görüşünün hakim bir oryantasyonu vardır ama farklı bağlamlarda farklı
motiflerle eklemlenebilir. Yani bir yerde milliyetçilik olabilir, ama sonuçta esas oryantasyonu sistemin
ana çizgisini savunmaktır.
…
Gramsci çok ilginç bir düşünür. Bunu yazdığı zaman Leninist politikaya karşı yazıyor, Leninist siyasete
karşı yazıyor. O zamana kadar sosyalist çevreler içindeki görüş, "efendim önce ihtilal yaparız, devleti
ele geçiririz ondan sonra bu iş biter." Gramsci'nin söylemek istediği ise şu: "Devleti ele geçirdiğinizde
insanların kafalarındaki görüşü değiştirmezseniz hiçbir şey yapamazsınız. Dolayısıyla mücadele, devleti
ele geçirmek şeklinde olmamalı; mücadele, sizin hitap etmek istediğiniz kesimlerin o ikna
olmuşluklarını önce çözeceksiniz, ondan sonra onları başka şeylere ikna edeceksiniz. Ancak öyle
kazanırsınız" diyor.
…
İkna gidip de konuşmak anlamında değil. İkna demek siyaset yapmak demek ve siyaset yaptığınız
zaman da tabii ki kiminle yaptığınız önemli. Bakın buradaki ikilem şu: “ben Bolşevik Partisi kurarım,
500 tane militan biraz da askeri kendime çekerim, ondan sonra da devleti ele geçiririm, olur biter"
yerine “Hayır öyle olmayacak, alternatif dünya görüşünü ben önce yapısal olarak o görüşe hazır olan
insanlara anlatayım: nasıl ki burjuvalar kendi normal görüşlerini savunuyorlar, aslında işçiler de kendi
normal görüşlerini savunmaya hazır olmalılar. Yani, diğerlerinin onları ikna etmişliğinden çıkıp yeni
görüşlerini savunmaya hazır olmalılar." Bu olay da siyasetle olacak bir şey ve muhatabınızı iyi seçmeniz
gerekiyor.