Örnek Hayatı ve Dava Adamlığıyla

TARİH / İsmail ÇOLAK
Örnek Hayatı ve Dava Adamlığıyla
“Mehmet Akif, Ankara’ya gelir gelmez Hacı Bayram
Camii’nde kürsüye çıktı. Halka cihat çağrısı yaptı. Daha sonra
milletimizi uyandırmak ve rehberlik etmek gayesiyle Anadolu
yolculuğuna çıktı.”
M
ehmet Akif, 20. yüzyılın başında milletçe karanlık bir tünelden geçtiğimiz
zorlu hengâmede imdadımıza yetişen
seçkin insanlardandır. Bütün ruhunu ve varlığını milletine adayan umman sineli bir dava adamıdır. Ferdî hayatında milletinin kader çizgisini
yaşayarak, mukadderatının tayininde hayatî bir
rol üstlenmiştir. Bu yüzdendir ki milletinin gönlündeki ve maşerî vicdanındaki muallâ mevkiini hep korumuştur.
Büyük yıkılışların yaşandığı Osmanlı’nın son
döneminden, yeniden dirildiğimiz Millî Mücadele-Cumhuriyet safhasına geçişte onun hissesi yabana atılamayacak kadar büyüktür. İstiklal
Savaşı sürecindeki emsalsiz hizmetleriyle yeni
Türk Devleti’nin ruh mimarlarından olmuştur.
Burada hayatı, mefkûresi ve mücadelesi ile örnek bir insan/kul, örnek bir dava ve çile adamı
olarak yaşayan Akif’in hayatından ve mücadelesinden çarpıcı kesitler bulacaksınız.
16 Mart 1920’de İstanbul’un resmen işgal
edilmesi sonrasında Ankara’dan gelen davet
üzerine Anadolu’ya geçmeye karar verdi. 1920
yılı Nisan sonlarında çıktığı yolun büyük bir
kısmını yürüyerek kat etti ve Mayıs başlarında
Ankara’ya vardı.
Ateş Püskürtüsü Konuşmalar
Mehmet Akif, Ankara’ya gelir gelmez Hacı
Bayram Camii’nde kürsüye çıktı. Halka cihat
çağrısı yaptı. Daha sonra milletimizi uyandırmak ve rehberlik etmek gayesiyle Anadolu yolculuğuna çıktı. Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar,
Antalya, Afyon, Konya, Kastamonu’yu ziyaret
etti. Millî şuuru ve cihat ruhunu kamçılayan
ateşli konuşmalarla halkı Millî Mücadele’yi desteklemeye davet etti.
Bağımsızlığımızın Ruh Mimarı
Anadolu-İslâm Karakolu’nun Mondros Ateşkesinden sonra İtilaf Devletleri tarafından
hayâsızca istila edilmesi üzerine “tek dişi kalmış medeniyet”e karşı ilk cihat sancağını açanlar arasında Mehmet Akif de yer aldı. 1920
yılından itibaren o dönemin önemli yayın organlarından olan Sebilü’r-Reşad dergisini, Millî
Mücadele’ye katılmak maksadıyla Anadolu’ya
geçmek isteyenlerin toplanma ve Anadolu’dakilerin İstanbul’daki yakınlarıyla haberleşme
merkezine dönüştürdü.
52 MART 2014
somuncubaba 53
Anadolu gezilerine eşlik eden oğlu Emin
Akif’in, konuşmalarının halkın üzerindeki etkisi hakkında aktardığı izlenimler oldukça çarpıcıdır: “Büyük kalabalıklar üzerinde kasırgalar
koparıyordu. Herkes vatan savunması uğrunda kellesini koltuğuna almaya artık hazırdı.”
Damadı Ömer Rıza’nın tespitleri de müthiştir:
“Onun sesini işitenler arasında millî savaşa
inanmayanlar, inandılar. Millî Mücadele’deki rolü hayli büyüktür. O, millî savaşın manevî
kahramanıdır.”
Burdur’dan Ankara’ya döndükten birkaç gün
sonra I. İnönü Zaferi’nin müjdesini aldı. Emin
Akif, duyduğu tarifsiz sevinci şöyle ifade edecekti: “Zaferi duyduğunda çocuklar gibi sevindi;
havalara zıpladı.” Anadolu seyahatini Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki meşhur hutbesiyle
tamamladı; Millî Mücadele’nin bir cihat olduğunu, Sevr’in parçalama gayesini güttüğünü açıkladı. Sözlerini cemaati ateşleyen şu muazzam
sözlerle tamamladı: “Haydi, silkinelim ve hep
birlikte Sevr paçavrasını yırtalım. Millî cihada
omuz verelim.”
Allah, Bir Daha Yazdırmasın!
Mehmet Akif’e son bir vazife düşmüştü:
Anadolu’daki şahlanışı şiire/marşa dökmek...
Eşref Edip’in deyimiyle halka moral, cesaret ve
ruh veren; emperyalizme karşı mücadele azmini kamçılayan bu marş, arşın kapılarına dayanarak şöyle haykıracaktı:
İlahî,ruhumun senden şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli!
İstiklal Marşı’nı kahraman ordumuza seslenerek derin bir vecd, istiğrak ve tefekkür
ile yazdı. 12 Mart 1921’de alkışlar eşliğinde TBMM’de kabul edilen marş, Bahtiyar
Vahabzade’nin muhteşem ifadesiyle “Vatan sevgisinin en güzel şekli, bir milletin
istiklâlini şakıyan bir ateş püskürtüsü” oldu.
Marşı, hiç tereddüt etmeden kahraman ordumuza ve milletimize armağan etti. Kendi şiiri olarak kabullenmedi; ünlü eseri Safahat’a
bile almadı. Ona en büyük mükâfat olarak
şu yeterdi: “Allah, bu millete bir daha İstiklâl
Marşı yazdırmasın!”
O, en karanlık günlerde bile sarsılmaz
imanıyla bir ümit abidesi gibi dikildi. “O Türk
milletinin hür ve bağımsız bir devlete sahip
olacağından bir an ümidini kesmedi. Aksini
düşünenleri asla affetmedi.” Büyük Taarruz,
son ebedî saadeti oldu. Onun Türk Devleti’nin
temellerine koyduğu en sağlam harç, kuvvetli mısralarla örülmüş İstiklal Marşı’ydı. Onun
ebedî hatırası, gür bir ses dalgası halinde yayıldıkça “Mehmet Akif Ersoy” milletimizin yüreğinde yaşayacaktır.
vermişti. Onun için verilen söz, ölüm pahasına
Onun, tanınmayı, sevilmeyi, okunmayı ve
rehber edinmeyi fazlasıyla hak eden ahlâk, namus, dürüstlük, insanlık, incelik, vefa, fedakârlık
ve karakter abidesi kâmil bir “iman adamı” olduğunu, aşağıdaki yaşanmış hadiselerden de
anlamak mümkündür.
pur vardı, onunla geldim.
Ölümüne Sözünde Durmak!
1909 yılının bir soğuk ve karlı bir Cuma günüydü. İstanbul’da çetin bir kış yaşanıyordu.
Dışarıda adam boyu kar vardı. Araba, tramvay,
şimendifer, vapur, hiçbirisi çalışmıyordu. Fakat bir arkadaşını ziyaret edeceğine dair söz
54 MART 2014
da olsa yerine getirilmeliydi. Ertelenmesi veya
unutulması imkânsızdı. Gerisini arkadaşı Mithat
Cemal şöyle anlatıyor:
“Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi
gibi adamlar bile gelmedi. Öğle yemeğinden
sonra nihayet kapı çaldı. Fakat bir de baktık ki
Akif Bey gelmiş! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim.
- Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a işleyen bir va-
- Bu kadar mı, dedim. Tabii ki bu kadardı.
Ve tabii ki Beşiktaş’tan Çapa’ya işleyen bir şey
yoktu! Ancak bunu sormaya da lüzum yoktu;
çünkü Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada insanlar
yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim
hayretime şaşıyordu:
- Gelememem için kar, tipi kâfi değil, vefat
etmem lazımdı. Çünkü geleceğim, diye söz vermiştim.
somuncubaba 55
Sulara
İnsanların birbirlerine verdikleri
sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü. Akif’e şöyle dedim:
Güneşin burcunda erirken zaman,
Hayatın sırrını sordum sulara.
Dağların başına çökünce duman,
Gönlümün derdini kardım sulara.
- Akif, sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan bana izin
ver de, ben bu türlü anlamayayım.
Benim verdiğim sözün şiddetli lodosa bile tahammülü yoktur!
Hâl karma karışık, gelecek meçhul,
Hayat paramparça, sevgiler pul pul,
Hâyal mi gördüğüm kullar kula kul,
Çelikten tuzaklar kurdum sulara.
- Ben böyleyim, dedi.
Bu olaydan sonra, ona söz vermekten korktum. Onun gözünde
ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar,
sözü yerine getirmemek için geçerli bir mazeret
değildi.”
Ölenin Çocuklarına Kalan Bakar!
Veteriner Fakültesi’nden Hasan Efendi ile
Mehmet Akif, birbiriyle candan dosttular. Bir
gün birbirlerine şöyle söz verdiler: “İleride çoluk-çocuk sahibi olursak, ölenin çocuklarına
kalan bakacak!” Aradan yıllar geçti; çoluk-çocuk sahibi oldular. 1908’de Akif, Tarım Bakanlığında genel müdür yardımcısı olarak atandı.
O günlerde, Akif’in genel müdürü, haksız yere
görevinden alındı. Bu haksızlığa dayanamadı ve
istifa etti.
Akif’in para biriktirme âdeti yoktu. Elinde
avucunda ne varsa anında çevresindeki yoksul
ve kimsesiz insanlara hiç düşünmeden harcardı. İşten ayrılınca büyük bir maddî sıkıntıya
düştü. O günlerin şahidi Mithat Cemal’in aktardıkları ibret vericidir:
“Bir Cuma günü Akif’in evinde sekiz çocuk buldum. Akif’in beş çocuğuna katılan bu
üç çocuğun gelişi, Akif’in çocuklarına da fazla
hürriyet vermişti. Bir Cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını, hıncımdan çimdikler gibi
sıkarak, Akif’e sordum: “Kim bu yavrular?” Akif
cevap vermedi. Odaya girince, bu üç misafir
çocuğu Akif’e takılarak tebrik ettim. Akif’in
yüzü değişti:
56 MART 2014
- Onlar misafir çocukları değil, benim çocuklarım!
- Üç beş haftada üç çocuğun nasıl oldu?
- Hasan Efendi öldü de...
Çocuklar, rahmetli Hasan Efendi’nin çocuklarıydı. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi. Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir
çocuk...
Odasındaki Tek Kilim
Eşref Edip’in verdiği bilgiye göre Akif’in
evinde eşya adına birkaç kanepe, karyola vazifesini gören bir şey, bir hasır seccade, bir çift
takunya, bir divit, bir de duvarda seccade vardı.
Evden taşınacağı zaman genellikle gece vaktini
seçerdi; komşularına eşyalardan ötürü mahcup
Günü böldüm yılı çarptım, topladım,
Gönlüme kaç gece hançer sapladım,
Bütün rüyaları sırla kapladım,
Düğüm üste düğüm vurdum sulara.
Ne dostta vefa var, ne yârda vefa,
Yenildim bahtıma bilmem kaç defa,
Mermeri eritir çektiğim cefa,
Yılların yükünü sardım sulara.
Düşmanı sevmişim can bile bile,
Şah mat deyip çekti resti gam çile,
Yüzümde beliren çizgiler ile,
Pişmanlık hırkamı serdim sulara.
Hayat zıtlar ile sınav kuyusu,
Kederdir, neşedir gözyaşında su,
Efkârlı bir günde boşadım usu,
Varımı yoğumu verdim sulara.
olmak istemezdi. Yakın arkadaşı Hasan Basri
Çantay o günlerle ilgili bir anısını şöyle naklediyor:
“Akif bir akşam bizi, Ankara’da evine çay
içmeye çağırdı. Biz tam ona gitmek üzereyken, koşa koşa geldi, dedi ki: “Akşam çayını
sizde içeceğiz.” Ben tabii buna memnun oldum. Fakat sebebini öğrenmek istedim. Gülerek dedi ki; “Bizim odanın kilimini bir fakire
vermişler.” Aslında odadaki tek eşya zaten o
kilimdi. O tek kilimi bir fakire veren de Akif’in
kendisiydi!”
Gönül kazanında çile pişirdim,
Bir ok attım Kaf dağından aşırdım,
Bulutları gökten yere düşürdüm,
Yıkadım tül diye sardım sulara.
Hicranımı çözdüm belekten bu gün,
Aşkı çekip aldım felekten bu gün,
Eleyip geçirdim elekten bu gün,
Hasreti çarmıha gerdim sulara.
İbrahim SAĞIR
somuncubaba 57