indirmek için tıklayınız

893
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
GELECEĞİN OTORİTESİ AÇISINDAN ULUS DEVLETLER
Şener Aksu*
Tarihsel akış, günümüzde, geleceğin koşullarının belirleneceği gerilimler ve
gerilimlerden türeyen olasılıklarla karşı karşıyadır. Tarih iç içe geçmiş süreçler akışıdır ve
zaman zaman bu süreçler yeni dengeler oluşturacak karmaşalar doğurmaktadır. İşte
21.Yüzyılın başı böyle bir karmaşa zamanıdır ve karmaşa içinden geleceğin zeminini,
koşullarını oluşturacak güçler belirecektir. Bu koşulların ne olduğunu daha şimdiden
ayrıntılarıyla bilmek şüphesiz olanaksızdır. Ancak geleceğe yönelik tahminlerde bulunmak,
bilinçli bir varlık olarak insan için hem gereksinim, hem bir olanaktır. Geçmişin
yaşanmışlıklarını biriktiren, yaşanılanı kavrayan ve geleceğin ayrımında bulunan bilincimiz,
göreceli bir zaman düzlemidir. Dolayısıyla geleceğin içinde bulunmadığı hiçbir işlev,
bilincimizi doyuramayacak, her zihinsel etkinlik, gelecekle ilişkilendirilecektir. Geleceği
oluşturan günümüzün koşulları ve günümüzün koşulları da geçmişin yığılması olduğuna göre,
geleceğe bakmak isteyen, yüzünü öncelikle geçmişe dönmelidir, çünkü yarının filizlerinin
kökleri, geçmişten beslenmektedir.
Yüzyılımızın kargaşası, nasıl bir geleceğe gebedir? Yüzyılımızın kargaşasının içinde
hangi gerilimler çatışkıdadır, bu çatışkıda hangi dinamikler güçlenmektedir? Gelecekti nasıl bir
toplum, nasıl bir insan, nasıl bir otorite ortaya çıkacaktır? Bu soruların yaşama uyarlı
yanıtlarını bulmak, “yaşamalanı-otorite” ilişkisi zemininde bir bakışı gerektirmektedir, çünkü
önünde sonunda insan etkinlikleri gereksinimlere dayanmakta, bu gereksinimler karşılanması
zorunlu olarak yaşamalanıyla bağlanmakta ve gereksinimlerin karşılanmasının örgütlenme
zorunluluğu otoriteyi doğurmaktadır. Tarih nasıl zaman ve mekân bütünlüğündeki düzlemde
gerçekleşiyorsa, toplumsal dokular da “yaşamalanı-otorite” bütünlüğünde biçimlenmektedir.
Nerede bir insan etkinliğinden söz edersek edelim, bu hem yaşamalanıyla ve hem de otoriteyle
ilişki içinde olacaktır. İnsan daha baştan toplumsal bir varlık olduğu için “yaşamalanı-otorite”
düzlemine yerleşir.
Nerede bir yaşamalanı varsa, kaçınılmaz olarak orada bir otorite vardır. Doğal dünyada
yaşamalanlarının sınırları, canlılar tarafından kokularıyla belirlenirken, insan toplumları,
mayınlarla, tel örgülerle yaşamalanlarını belirlemişlerdir. Yaşamalanı yok olan türler de yok
olacağından, her can yaşamalanlarını korumaya yönelik içgüdüsel bir eğilim taşır. “Şehitlik”
kavramının altında yatan ruhsallık da bu gereksinimden beslenir. Türler, sadece var olmakla
yetinemezler ve gelecekte de var olmak arzusundadırlar. Her kuşak, genlerin geleceğe
taşınması görevini özsel olarak kavrar. Bu nedenle, yaşamalanının korunması, türün gelecek
kaygılarını dindirecektir. Bu nedenle yaşamalanını koruma, tercih olmaktan çok içsel bir
zorunluluktur. Sadece yaşamalanının korunması zorunluluğu bile, otoriteyi elzem kılar.
Demek ki gelecekteki insan, zorunlu olarak yaşamalanı-otorite ilişkisi içinde var olacaktır.1092
*Kocaeli Üniversitesi Öğretim Elemanı
1092
Daha geniş bir tartışma için bkz. Şener Aksu, Ulusal Egemenlikler ve Geleceğin Otoritesi, Kocaeli Üniversitesi Yayınları,
İzmit, 2003
894
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Eğer yaşamalanı-otorite ilişkisinin genel geçer ilkelerini bilirsek, (bunun için şüphesiz
bilindik tarihteki ilişkinin incelenmesi gerekir), geleceğin toplumunun hangi koşullara göre
biçimleneceği konusunda bir öngörü oluşturabiliriz. Elbette sadece yaşamalanı-otorite
ilişkisinin ilkeleri, geleceğimizi anlamamıza yetecek veri oluşturmaz. Bilindik tarihin bize
sunduğu, kargaşa dönemlerinin olasılıklarının ayrımına varmak, bizim toplumsal dokunun
gerilim ve bileşim olanaklarını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Bu bildiride geleceğin insanı,
toplumu, otoritesi, öncelikle “yaşamalanı-otorite” ilişkisinin ilkeleri zemininde irdelenecek,
sonra da bilindik tarihin verilerinin ışığında, olasılıklar tartışılacaktır.
a)Yaşamalanı-otorite ilişkisinin genel geçer ilkeleri
Hayatın her ayrıntısında, tek hücreli canlılardan memelilere kadar her basamakta, türün
yaşaması, aynı zamanda mekânda yer kaplamasıyla olasıdır. Mekânda kapsadığı alan, türün
yaşamalanıdır ve ancak yaşamalanıyla var olabilir. Yer kaplama sadece bedenin hacmiyle
değil, gereksinimlerin giderme etkinliklerinin sınırlarıyla da ilişkilidir. Dolayısıyla yaşamalanı,
türün mekândaki varlığıdır. Yaşamalanının sınırları, türün çoğalması olasılığını içerdiği için,
her tür yaşamalanını korumak ve hatta genişletmeye yönelik içgüdüsel bir eğilim taşır. Salt bu
eğilim bile otoriteleşmeyi zorunlar, çünkü yaşamalanının korunması işbirliği gerektirir ve
işbirliği kaçınılmaz olarak türün bireylerini merkezileştirir. Tür hem diğerleriyle, hem de kendi
türüyle, sadece mekânda değil, zamanda da kendi soyunun sürmesine yönelik rekabet
içindedir. Bu rekabet, genlerin geleceğe taşınmasına yönelik baskın eğilimin doğal bir
sonucudur1093 ve otoriteleşmenin özsel kaynağıdır. İnsan toplumlarındaki ilk otoritelerin akraba
bağı üzerine kurulmuş olması da bu içgüdünün sonucudur.
Yaşamalanının korunmasının yanı sıra, türün öteki gereksinimlerinin karşılanmasına
yönelik, tür içi gerilimler, aykırı bir biçimde otoritenin kaynağını oluşturur, çünkü otorite bu
gerilimlerin bireşiminden gücünü alır. Önünde sonunda otorite öldürme gücüdür ve öldürme
gücünün her bireyin elinde bulunmasının getirdiği güvenlik kaygıları ve kargaşa olasılıkları
yerine, bir yerde merkezileşmesi göreceli güven duygusu oluşturur ve yaşamsal çıkarlar
açısından daha kabullenilebilir bir durumdur. Böylece otoriteyle göreceli olarak denge bulan
gerilimler sayesinde tür, öbür türlere karşı hem kendini hem yaşamalanı korunma zemini bulur.
Ayrıca gelecekte de var olma arzuları karşılanan tür, denilebilir ki otoriteyle zamansallığa
kavuşmuş olur. 1094
İnsanın otorite arayışının altında daha özgün nedenler vardır: “Tek başına çok güçsüz
bir varlık olan, ancak toplumsallıkta gerçek etkinliğini ortaya koyabilen insan bireyi, özellikle
kendini koruyabilme adına durmadan toplumsal güç oluşturma tasarıları geliştir.”1095 İnsanın
bu güçsüzlüğü, özellikle insana özgü yavru sorunlarına da bağlıdır. Leakey’in söylediği gibi,
insan yavrusu doğduğundan daha tamamlanmamış bir embriyon gibidir. 1096 Bu nedenle türün
gelecekte var olması, yavruların korunması için dayanışmayı ve işbölümünü zorunlu kılar. Bu
nedenle insan hem mekânda yerleşeceği bir yaşamalanına, hem zamanda var olmasını güvence
1093
Bu konuda yapılan ilginç bir tartışma için bkz. Richard Dawkins, (çev.Asuman Ü.Müftüoğlu), Gen Bencildir, Tübitak
Yayınları, Ankara, 1995
1094
1095
Afşar Timuçin, “Korkunun İktidarı” Felsefelogos, sayı 16, yıl 2001/4 s.19
Bu konudaki tartışma için bkz. Richard Leakey-Roger Lewin, (Çev. Füsun Boytak), Göl İnsanları, Tübitak Yayınları,
Ankara 1998
1096
895
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
altına alacağı bir otoriteye içgüdüsel olarak bağlanır. Dolayısıyla sınırlar için gerekirse türün
bireyleri gönüllü olarak hayatlarını ortaya koyarlar. Yaşamalanları ülküleştirilir ama sadece
yaşamalanları değil, ayrılmaz bir biçimde otoriteler de ülküleştirilir. Ancak otoritelerin
dayandığı zemin gerilimler ve karşıtlıklar içerdiği için, insan türünün bireyleri de Kant’ın
“toplumdışı toplumsallık” dediği bireysel çıkarlarını da önceleme eğilimi taşıdıklarından,
otoritelerin edimselleşmiş hali olan iktidarlar, uzun süre kutsallıklarını sürdüremezler. Gerilim
ve ayrışmaların bireşimi olan otorite ve onun kurgulanmış hali olan iktidar kırılgandır ve türün
gereksinimlerini karşılayamadığı anda dağılmaya, parçalanmaya yüz tutacaktır.
Yaşamalanıyla otorite arasındaki genel geçer kurallar, bilindik tarihin verilerinden
çıkarılabilir. Bunlardan ilki, otoritenin en ilkel hali, yani yaşamalanındaki türün gerilim ve
eğilimlerin bileşkesi olmasına yol açan kaynağı, yaşamalanını koruma içgüdüsü olduğu için,
yaşamalanına yönelik saldırı veya saldırı olasılıklarının otoriteyi güçlendirmesidir. Otoritenin
en güçlü olduğu dönemler, yaşamalanına saldırı dönemleridir. Bu nedenle iktidarlar,
otoritelerini güçlendirmek için zaman zaman düzmece dış tehdit bile üretirler.
Yaşamalanı otorite ilişkisinde göze çarpan ikinci genel geçer ilke, türün
gereksinimlerini karşılamasıyla ilgilidir. Eğer yaşamalanı türün ihtiyaçlarını karşılayacak
zenginliklere sahip değilse veya üretim ve tüketim doğru örgütlenemediği için kıtlık varsa,
otorite salt haline yaklaşacak ve katılaşacaktır. Diktatörlüklerin azgelişmiş yahut gelişmekte
olan ülkelerde ortaya çıkması da bu ilkenin göstergelerinden biridir. Eğer kıtlık yaşamalanının
kaynaklarının eksikliklerinden doğuyorsa, otoritenin yüzü çevre yaşamalanına yönelik olacak
ve otorite yayılmacı bir eğilim taşıyacaktır. Eğer kıtlık paylaşımdaki dengesizliklerden
kaynaklanıyorsa, yaşamalanındaki paylaşım gerilimleri otoriteyi zor durumda bırakacak, bu
kez otorite yaşamalanına yönelik saldırı eğilim taşıyacaktır. Gelir dağılımındaki makasın çok
açık olduğu ülkelerdeki iç savaş ve karışıklıklar, bu genel geçer ilkeyle açıklanabilirler. 1097
Yaşamalanı-otorite ilişkisinde, yaşamalanının kaynakları yetse bile otoritelerin başka
yaşamalanlarına yönelik eğilimlerinin tükenmesi olası değildir. Çünkü aile, klan, kavim her ne
türden bir toplumsal birliktelik olursa olusun, hem nüfus olarak çoğalmak, hem yaşamalanını
genişletme arzusu içindedirler. Hem mekânda hem nüfusta çoğalma, gelecekte var olma
olasılığını artıracağı için, otoriteler bu eğilimi içlerinde saklı tutacaklardır. Ama bu eğilim
sadece yaşamalanının dışında değil, aile, klan, etnik topluluk gibi alt birlikteliklerin arasında da
sürecektir ve bu gerilim kimlik çatışmalarında simgeleşecektir. Dolayısıyla otoritenin
dayandığı kimliğin, alt kimlikleri yok etmeyi göze alacak bir saldırganlığa dönüşmesi de pek
olasıdır. Bu olasılık “soykırım” gibi veya “Irkçılık” gibi eylem ve ideolojiler üretir. Her ne
olursa olsun otoritelerin bu ilkel eğilimlerinin ehlileştirilmesi gerekir. Ne kadar çok
ehlileştirilirse ehlileştirilsin, önünde sonunda otorite güçtür, öldürme gücüdür ve bu konuda
ötekilerden aşırı bir güce ulaşan cinsin, bu türden eylemleri hep saklı kalacak, olasılık olarak
duracaktır. Hem yaşamalanını genişletmeye, hem yaşamalanını düzenlemeye yönelik otoritenin
salt hali askeri güç hazır beklemektedir. Yves Lacoste’nin eserinin ismi gibi, “coğrafya
savaşmak için” yeterli nedendir.1098 Ancak yaşamalanı çatışma nedeni değildir, aynı zamanda
otoritenin ehlileştirilmesi olanağı da olabilir. Örneğin, adalardan oluşan yaşamalanı, aşırı
koşulların egemen olduğu çöl yaşamalanlarına göre daha az baskıcı bir otorite üretecektir.
1097
Paylaşım konusundaki eşitsizlikler üzerine bkz. P.A.Samuelson (Çevr.Demir Demiryıl) İktisat, Menteş Kitabvi, İstanbul,
1973, s.910 ve devamı
1098
Bakınız, Yves Lacoste, Coğrafya Savaşmak içindir,Özne Yayınları, İstanbul,1998
896
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Ayrıca komşu yaşamalanlarında farklı zamanlarda gerilimler çıkması nedeniyle, içsel olarak
saldırganlığa erişmemiş olsa da, dışsal olarak saldırganlıkla karşılaşma olasılığı, her dönem
için güvensizliği körükleyecektir. Bu dış etkiler de otoriteyi katılaştıracaktır.
Yaşamalanı ne kadar küçük olursa olsun, içinde karşıtlıklar, gerilimler ve eğilimler
barındırır. Bu gerilimlerin ilki, üretim, paylaşım, tüketimle ilgilidir. Dolayısıyla otorite bu
gerilimlerin uzlaştığı zemin olamazsa, gerilimler ve karşıtlıkların hedefi olur. Bu nedenle
otoriteler, üretimin iki yönü, sermaye ve emeği uzlaştıracak çözümler üretmelidir. Oysa emek
ve sermaye çelişkisi kolay uzlaşır çelişki değildir. Toplumsal doku bu iki büyük gerilim
etrafında biçimlenir ve dolayısıyla toplumsal doku da durul değildir. Toplumun sınıflara
bölünmesi, toplum için karşıt kimliklerin türemesine neden olacak ve otoriteyi erozyona
uğratacak arayışları besleyecektir.
Bir başka gerilim kaynağı, yaşamalanındaki olay ve süreçlerin birbirinden farklı
genişleme ve akış oranlarıdır. Yaşamalanında ortaya çıkan ve herhangi bir zamanda başlayan
bir olayın bitişi, o olayın doğallığıyla belirgindir ama yaşamalanının içinde bir boşluk
olamayacağına göre, başka olayların süreçleriyle de kaçınılmaz olarak kesişecek ve sürecin
doğallığı zorlanacaktır. Dolayısıyla olayların doğal akışları, başlangıç ve genişleme enerjileri
asla simetrik yahut eşgüdüm içinde olamayacaktır. Her süreç farklı zamanlarda başlayacak,
mekâna kendi gücüne göre ve öteki süreçleri baskılayacak şekilde yayılacaktır. O halde çelişki,
yaşamalanındaki varoluşa içkindir. Yaşamalanı dışarıya yalıtkan olsa bile, çelişkiden arınık
olamaz, çünkü geçmişin gerilimlerini, yığılma ve gevşemelerini de içinde taşıyacaktır. Nihayet
her şey geçmişinin toplamıdır. Öte yandan, sadece yaşamalanındaki süreçler değil, başka bir
yaşamalanında başlamış olan süreçler de yayılma eğilimindedir. Kendi yaşamalanında
başlamamış olsa bile insan, bir değerin, bir sürecin, bir gerilimin ayrımına vardığında, artık o
değer veya gerilim, onun gerçeği haline gelir. İnsan toplumları geçirgenlik özelliği gösterir ve
bu nedenle yaşamalanındaki süreçler hiçbir sınırlamayla korunamazlar.
Bu durumda otorite (somutlaşmış adıyla devlet) durul bir çatı oluştursa da, iktidar,
(otoritenin somutlaşmış işlevi) bu kaynar kazanın uzantısı olarak hep çalkantının bir parçası
olacaktır. Yaşamalanındaki gerilimlerin kaynağı da, eşitsizliklerin yerleşik olmasıdır. Birçok
eşitsizlik kaynağı vardır ve mutlak bir eşitlik sağlanması da olası değildir. Dolayısıyla otorite,
eşitsizliklerin dengesi olarak da ifade edilebilir. Ancak eşitsizliklerin varlığı, dengesizliğin her
an kapıyı çalacağının işaretidir. Otorite, Foucault’un da işaret ettiği gibi bu eşitsizlikler ve
gerilimlerin olumlu bileşimi olabilir: “Gücün değerini koruyan, onaylanır kılan, onun yalnızca
üzerimizdeki hayır diyen bir kuvvet olmayıp, şeyleri evirip çevirmesi ve üretmesi, hazzı teşvik
etmesi, bilgiyi oluşturması, söylem üretmesidir.”1099 Otoritenin oluşturduğu bu söylem
(ideoloji) şüphesiz dil aracılığıyla olasıdır. Dil, otoritenin temel gücünü oluşturur.
Yaşamalanında otoritenin meşruluğunu sağlayacak olanaklar, dil aracılığıyla bireylerin
bilinçlerine işlenirken, gelecekteki nesillere de bu kalıplar, yine dilin olanaklarıyla taşınır.
Demek ki otoritelerin kılıcı dildir. Dilsiz otorite düşünülemez... Bu nedenle bazı diller
yasaklıdır, bazı dillerin egemenliğinden korkulur...
Yaşamalanı-otorite ilişkisi karşılıklı bir ilişkidir, birindeki değişiklik ötekini de
etkileyecektir. Bu ilişkiden çıkarılan bu ilkeler, geleceğin otoritesinin biçimlenmesinde bize
yol gösterici olacaklardır.
1099
Michel Foucault’tan aktaran, Felsefelogos, Sayı 16, Yıl 2001/4 s.10
897
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
b)Kargaşanın genel geçer ilkeleri
Kargaşa (kaos) bilindik fiziğin kabullendiği bir olasılıklar bütünüdür. Kargaşada
süreçlerin içsel dinamikleri, dışsal baskı ve gerilimler karşısında direnecek kadar güçlü
olmadıklarından, sürecin doğallığı daralma, büzüşme ve kesilmeye karşı korunaksızdır.
Dolayısıyla bir adım sonrasını görmek olanaksızlaşır. Sisin insanın algılarını bozması ve
yolunu kaybettirmesi gibi, kargaşa da öngörülere kapalıdır. Gerçi kargaşanın da bir doğası
vardır fakat, düzen kadar genel geçer ilkeler türetilecek güvenirlikte tekrarlar barındırmaz.
Fizik bilimi, karmaşayı kabullenmekte, fakat en azından bilim olmanın gerektirdiği “yasa”ları
bu alanda üretememekte, matematik yerine daha çok istatistik kullanarak, varsayımlara
ulaşmaktadır. İnsan toplumları da bilindik evrenin yasalarının dışında değildir. “Fizik yasaları
bağlamında, çok daha karmaşık olan canlı varlıklarda olup bitenlerin, yaşamayan varlıklarda
da olup bitenlerden farklı olmasını gerektiren bir bulgu henüz yoktur.”1100
Kargaşa hayatın başlangıcına da, varlığına da içkindir. Sözgelimi “her canlı yaratık
(istisnasız hepsi) aynı yapı malzemelerini kullanıyorlar: Aynı dört nükleotidi, yirmi amino asidi
ve diğerlerini. Aynı genel makinelerle protein moleküllerini yapıyorlar...”1101 Hayatı başlatan
koşullar, yerkürenin bir döneminin karmaşa koşullarından türediği halde, hayatın içsel düzenini
oluşturmuşlardır. Bu durum her hangi bir insan yavrusu için de geçerlidir, spermlerin sayısı ile
yumurtanın döllenmesi arasındaki olasılık, daha sonra beden ve zihinsel yetileri
koşullandıracak bir kargaşayı işaret eder. Demek ki kargaşa geçicidir ve kendinden sonra
gelen dinamiklerin ortaya çıkışını sağlayan eğimlere olanak tanır. Buradan anlaşılacağı üzere
karmaşanın doğası, düzen doğurur. Her kargaşayı düzen takip ettiğine göre, kargaşayla ilgili ilk
ilkemiz, kargaşanın ardının düzen olduğudur. Ancak kargaşanın uzaması başka bir etki daha
yapar. Kargaşa uzadıkça düzen arayışı daha artar ve uzun kargaşalar ardından baskıcı otoriteler
kurulur.
Kargaşanın bir başka genel geçer özelliği, rastlantıya açık olmasıdır. Rastlantı, şüphesiz
ki varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. Gerçi belirlenimci düşünürler, sözgelimi Hegel, rastlantıyı
“arazlı bir zihnin çaresizliği” olarak görür ama tarihçi için rastlantı, dışlanacak bir kavram
değildir. Rastlantı, farklı süreçlerin kesişip, yeni bir süreç başlatmasıdır. Dolayısıyla
yaşamalanında süreçlerin, olayların, olguların kesişme oranı kadar rastlantıya yer olacaktır.
Kargaşa ortamında, süreçlerin kendi doğallığında sürmesi zorlaştığından, kesişim ve öteki
sürece katışım olasılıkları artacak,1102 dolayısıyla daha çok rastlantı oluşacaktır. Demek ki
kargaşa ortamlarında rastlantı baskın bir eğilimdir.
Kargaşanın “periyodikliği olmayan bir düzen olması”1103, onun bilinemez olması demek
değildir. Kargaşanın oluşmasına neden olan eğilimler, büyük ölçüde kargaşa sonunda
kurulacak düzenin de dinamikleri olacaktır. Ancak rastlantının baskısı altında söz konusu
dinamikler, öteki süreçlerle karışıp, bambaşka yeni süreçler de üretebilirler. Dolayısıyla
kargaşa dönemine girişteki süreçlerin bilinmesi, bütün kargaşa dönemlerinin karşılaştırılması,
bizim için kargaşanın ne türden bir düzen olduğu hakkında ipuçları verecektir. Sözgelimi,
kargaşada nesnellik yerine öznellik egemendir. Kargaşa, devletlerin veya dönemlerin
1100
Richard Feynman, (Çev. Nermin Arık) Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak Yayınları, Ankara, 1995, s.81
Mahlon b. Hoagland, (Çev. Şen Güven) Hayatın Kökleri, Tübitak Yayınları, Ankara 1993, s.45
1102
Rastlantı ve kaos konusunda daha geniş bir tartışma için bkz. Davit Ruelle, (Çev.Deniz Yurtören) Rastlantı ve Kaos,
Tübitak Yayınları, Ankara 1998 ve James Gleick, (Çev.Fikret Üçcan) Kaos, Tübitak Yayınları, Ankara, 1987
1103
Hao Bai-Lin’den aktaran James Gleick, a.g.e., s.361
1101
898
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
çöküşüyle başladığı için öznellik, düzenin getirdiği baskıdan kurtulur ve zaman-mekân
düzleminde, gücü kadar kendine yer bulur. Öteki iradelerin ve süreçlerin baskısına, düzendeki
otoritenin sınırlayıcılığından daha çok dayanır, çünkü kargaşanın güçleri merkezi değil
dağınık, dolayısıyla sürgit devam edecek dirilikte değildir. Demek ki kargaşanın olası
ilkelerinden biri de öznelliktir. Öznenin tarihe etki olanağı kargaşalarda olağanüstü düzeye
ulaşır. Bu yüzden kahramanlar, öncüler, daha çok yerel ya da genel kargaşa dönemlerinde
ortaya çıkar.
Kargaşanın içinde bir başka büyük olasılık olumsuzluktur. Olumluluk için gerekli olan
sürgit emek ve güç, kargaşada yerini dağınıklığa ve kesintiye bıraktığı için olumluluk için
gerekli enerji birikemez. Dolayısıyla kargaşa olumsuz bir eğilim içerir. Bu yüzden kargaşa
ortamında insanın ilkelliği eylemlerini kolaylıkla ele geçirir. Bir değerler varlığı olan insan,
kargaşa ortamında değerlerinden yoksun kalır, çünkü değerlerini sürdürecek koşulları bulamaz.
Zaten olumsuzluk, olumluluğa göre daha baskındır, çünkü olumluluk fazladan emek, fazladan
dikkat, fazladan güç ister. Karanlığın ışığa baskın olması gibi, barbarlık da uygarlığa baskındır.
Uygarlığın sürmesi, değerlerin egemen olması, büyük bir çabayı gerektirir. Bu çaba devam
ettirilemediğinde, barbarlığın yüzü hemencecik sokağa çıkar.
Kargaşanın bu olası ilkelerini bilmek, geleceğin düzeninin şekilleneceği 21.yüzyıl
kargaşasından nasıl bir otorite çıkacağına yönelik öngörümüzü güçlendirecektir.
c)Günümüzün tarihsel birikim ve gerilimleri
Süreçler, ardışık mekânlar dizisidir ama aynı zamanda iç içe yığılma, sıkışma, ayrışma
ve katışmadan oluşan bir karmaşa oluştururlar. Bu karmaşayla ilgili olarak Bergson dikkatimizi
çekecek bir belirleme yapmıştır: “Eğer geçmiş kendi şimdisiyle bir arada var oluyorsa ve eğer
kendi kendisiyle de çeşitli sıkışma düzeylerinde bir arada var oluyorsa, şimdinin kendisinin
sadece geçmişin en sıkışmış düzeyi olduğunu kabul etmek gerekir.” 1104 Bergson’un bu
belirlemesini zemin alırsak, günümüzün tarihsel birikimini, bir başka deyişle gerilimini
anlamak, geçmişin bütünselliğini kavramayı gerektirir. Bunun iki zorluğu olacaktır. Birincisi,
geçmişin bütün nicelik farklarını bilmemiz olanaksızdır ve eğer tarih tek bir süreçse, bu kez de
tarihin içindeki bir bilincin bunu kavraması olanaksızlaşır. İkincisi, günümüzdeki bir bilinç,
şimdinin kendisinde geçmişin en sıkışmış düzeyinin nitel bir parçası olacaktır, çünkü, geçmiş
bellektir ve bellek bilinçsiz olamaz,(ya da her bilinç geçmişin toplamıdır) o halde bilinç kendi
kendisi üzerine düşünce etkinliği yürütecektir ki, bu etkinlikten bilimsel (güvenilir) yargılara
varılamaz. Çünkü özne kendini nesne yapsa da bu ilişki özneden özneye bir ilişkidir.
Dolayısıyla bilmekten çok bir anımsamak etkinliği olacaktır.
Peki, geçmişi kavramak çözümsüz müdür? Şüphesiz ki geçmişin bütün ayrıntılarını
bilmek olanaksızdır, ancak, zaten geçmişin ayrıntıları nicelliktir, sayısız nicelik bir araya
gelerek nitelik oluşturur ve her nitelik içinde sayısız nicelik barındırır. Hatta denilebilir ki
nitellik, nicelikler bileşimidir. O halde biz dikkatimizi niceliklere değil, niteliğe yöneltmeliyiz.
Söz konusu nitelik üzerine düşünme, nitelik bu bilincin içine yerleşmişse daha olasıdır, çünkü
nitel eğilimler teklik oluşturmaz, çoğuldurlar. Tarih de bir anlamda bu nitel atılımlar
örgüsüdür. Bu güçlü eğilimlerin ayrımına varmak pek olasıdır ve bizi nicelliğin bulanık
1104
Bergrson’dan aktaran Gilles Deleuze, (Çevr. Hakan Yücefer) Bergsonculuk, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 1006, s.104
899
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
sularından kurtarır. Söz konusu nitel eğilimleri kavradığımızda, geçmişin bugün süren gücünü
de ortaya çıkarmış oluruz. Ancak bu bulgular her zaman tartışmalı kalacaktır, çünkü insan
(kolektif belleğin bir parçası olan öznel bellek de) bilinç varlığı olarak geçmişte kendi
kendisini araştırmış olacaktır.
Günümüzün tarihsel birikimi ve gerilimi, acaba hangi nitel eğilimlerin etkisi altındadır?
Son üç yüzyılın irdelenmesi, yaşamalanlarında üretim-tüketim zincirini kökten
değiştiren endüstri devriminin, bununla ilintili olarak da otoritede yeni bir denge kuran
ulusçuluğun başat eğilimler olduğunu ortaya koyacaktır. Ulusçuluk bilinçlerde öyle
yaygınlaşacaktır Schleiermacher gibi bir çok kişi ulusu, “insan ırkının, özellikleri Tanrı
tarafından doğuştan verilmiş, doğal bölünmesi”1105 olarak göreceklerdir. 19.ve 20.yüzyılın
iletişim ve ulaşım olanaklarına uyarlı, orta büyüklükteki iktisadi pazarların ortaklık zeminine
dayanan ulusçuluk, yaşamalanındaki toplulukla otoriteyi bütünleştirme kurgusudur. Endüstri
devriminin getirdiği iktisadi koşullara uygundur ve yeryüzünün uzak köşelerinde bile yankı
bulmuştur.
Ulusçuluk, yaşamalanında bulunanların duygu ortaklığını gerektiren ulus kavramına
dayanır. Erözden’in deyişiyle; “ Ulus kavramı dördü içsel, biri dışsal olmak üzere beş temel
unsura sahiptir.”1106 Dört içsel unsur, ulus kavramının tarihsel akıştan doğal olarak aldığı
unsurlardır. Ortak pazarın getirdiği çıkardaşlık zemini için sınırları belli bir yaşamalanı, ortak
pazarda herkesin bilip iletişim kurduğu ortak dil, yaşanmış veya yaşanmışlığı öğretilmiş
geçmişin bilgisi, yani ortak bellek ve birliktelikten doğan otoritenin edimselleşmesi olan devlet
gerekir. Devlet de tek bayrak, tek para ve tek orduyla simgelenir. Toplumun uluslaşmasında
olumsuz unsursa “düşman”dır. Düşman fikri, içgüdüsel olarak yaşamalanındaki topluluğun
varoluşunu tehdit ettiği için, topluluk ortak duyuşa daha kolay kavuşur. Bazı topluluklar, ortak
pazar yerine, ortak düşman sayesinde ulus olabilmişlerdir. Baskı altında gaz moleküllerinin
birleşimi gibi, düşman da toplulukları ulus olmaya zorlamaktadır.
Ulus, ortaklık duygusuna dayandığı ve değerli sayıldığı için, ulusun her bireyi de
ötekiler kadar değerli sayılmakta ve dolayısıyla ulusçuluk, demokrasiye öykünmektedir.
Tarihsel koşulların da zorlamasıyla, özellikle toprağa/savaşa dayalı ekonomilerde iktidarın
soyluluk üzerine kurulu oluşunun meşrutiyetine son verme gereksinimiyle, eşitlik ve özgürlük
kavramları ulusçuluğun değerleri arasına girmiştir. Şüphesiz ki değerleri yaşamalanıyla
sınırlıdır ve yaşamalanındaki ulusu ötekilerden ayırsa da yaşamalanının içine yönelik
bütünleyici, olumlu bir ideolojidir. Ancak bu ayrım eğer yaşamalanının içine de yönelirse, o
vakit, ulusçuluk ırkçılığa dönüşecektir ve olumsuzlaşacaktır.
Ulusçuluk kurgusu, endüstri devriminin getirdiği iktisada, dolayısıyla yaşamalanına
uygun otoriteleşmeyi sağlasa da bu otorite, hiçbir zaman karşıtlıklardan, çatışmalardan arınık
değildir ve kırılganlığını içinde taşır. Öncelikle yaşamalanının bir önceki düzeninde, yani
toprağa/savaşa dayalı ekonomiyle uyum içinde oluşmuş yapılar; genetik birlikteliğe dayanan
aşiret ve ruhsal birlikteliğe dayanan cemaat, ulus kurgusuyla yok olmamışlardır. Güçlerini
kaybetseler de bilinç veya bilinçaltında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu çok doğaldır, çünkü,
geçmiş şimdide ve gelecekte sürüp gider, birbirinden yalıtık geçmiş ve gelecek olanaksızdır.
1105
Aktaran, Monsserrat Gurbernau, Milliyetçilik – 20.Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler, Sarmal Yayınları, 1997,
s.94
1106
Ozan Erözden, Ulus-devlet, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 1997, s.106
900
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Toprağa/savaşa dayalı iktisat, yaşamalanlarında nasıl endüstri iktisadına katılmış, ona göre
biçim alıp evirilmişse, aşiret ve cemaat yapıları da ulus kurgusuna katılıp, yaşamalanı ve
hayatın boşluklarında, yasal veya yasadışı olarak varlıklarını sürdürecek evrimle olanaklarını
bulmuşlardır. Dolayısıyla eskinin şimdide yeniden ortaya çıkma olasılığı hep vardır. Otoritenin
edimselleşmiş hali olan iktidarlar, sadece bu nedenle bile, meşruluklarını geliştirmeye yönelik
tasarılar üretir ve eylemde bulunurlar.
Ulusçuluğun ortaya çıkış süreci ve kurduğu yapılar bize, küreselleşmenin ortaya çıkışı
ve kuracağı yapılar konusunda ipucu verecektir. Ulusçuluk, yaşamalanındaki yeni iktisadın
zorlamasıyla otoriteleşmede karşılığını bulmuştu. Özellikle sermayenin ulusallaşmasıyla, ortak
pazarın önündeki bütün yapılar çöktü. Yaşamalanının ortak pazara dönüşmesi; tek vergi, tek
dil, tek para, tek hukuk, tek iktidarın kurulmasıyla gerçekleşti. Ulusçuluk, sermayenin
yaygınlaşmasıyla (sömürgeciliğin doymak bilmez açlığını dindirmek için) yeryüzünün her
yerinde yankı buldu, etkin oldu. Sömürgeciler ulusçuluğu, sömürme olanaklarını artıran bir
elaman olarak kullandılar ve ulusçuluğu her yere yaydılar.1107 Özellikle çok toplumlu
imparatorlukların kaynaklarına göz diken sömürgeciler, bu güçlü iktidarları, ulusçuluk
hançeriyle ya parçaladılar, ya tehdit ettiler ve kaynaklarını sömürdüler. Böylece yerkürenin
her yerinde ulusçuluk, yaşamalanlarındaki özgün koşullarda filizledi. Tarihsel ve kültürel
kaynaklardan beslenen tepki ulusçuluğu yanında, sömürgecilerle işbirliği yapan sınıfın
önderliğindeki sömürge ulusçuluğu, azgelişmiş ülkelerde ortaya çıkan karma ulusçuluk gibi
farklı ulusçuluk süreçleri yaşandı.
Yaşamalanındaki endüstriyel iktisadi değişikliğin otoritelere bir başka etkisi de
toplumculuk olmuştur. Toplumculuk, özellikle emek/sermaye geriliminden beslenen bir
tasarımdır ve 20.yüzyılın sonuna kadar birçok devletin doğmasını sağlamıştır. Toplumculuğun
güçlü temsilcisi Sovyetler Birliği, 20.yüzyılın ortalarında iki kutuplu dünyanın kurulmasında
önemli rol oynamış, ancak 1990’larda dağılmasıyla ulus-devletler, yerkürede en yaygın otorite
türü haline gelmiştir. Ancak toplumculuk tümden tarih dışı kalmamıştır, örneğin Güney
Amerika ülkelerinde yeni bir toplumcu dalga başlamıştır. Bir başka açıdan da Çin, uluslar arası
sermayeyle işbirliğine girse de, eski toplumcu otorite kurgusunu tümden terk etmediği için,
toplumculuğun 21.yüzyıldaki taşıyıcısı olmuştur. Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerin de bu
ideolojiyi geleceğin otoritesine taşıdıkları söylenebilir. Dolayısıyla geleceğin otoritesinde
toplumculuk da, yasal ya da yasadışı olarak var olacaktır.
Günümüzde yaşamalanı kavramı da niteliksel bir değişim geçirmektedir. Sanal ticaret
etkinliği, yeryüzünde sınırların belirlenmesi gibi, sanal sınırların belirlenmesi, korunması gibi
etkinlikler, yeni bir yaşamalanı kavramını ortaya çıkarmıştır. Sanal yaşamalanı, doğal
yaşamalanlarının sınırlarını ortadan kaldırmakta güçlük çeken uluslararası sermayenin
akışkanlığına uyarlıdır. İnternet nerede varsa, sermaye oraya ulaşacaktır. Sanal yaşamalanının
dili İngilizce, parası dolardır. Tıpkı ulusal pazarların kuruluşunda olduğu gibi, ortak dil, ortak
para, tek vergi, tek hukuk ve tek iktidar özlemi, sanal yaşamalanında bir yaşamsal olanak
bulmaktadır. Şimdilik dil ve para gerekleşmiş görünüyor, tek hukuk, tek vergi ve tek iktidar
özlemiyse sürmekte...
Günümüzün tarihsel birikimi ve gerilimi gelip ulus sermaye / uluslar arası sermaye
geriliminde kilitlenmiştir. Uluslararası sermaye, yeryüzünü bir pazar haline getirmeyi
1107
Bu konuda geniş bir tartışma için bkz. Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990,2.Basım
901
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
arzulamakta, gereksinimleri küreselleşme denilen ideolojide kurgulanmaktadır. Bu gerilimde,
orta ölçekli ulus-devletleri ve yaşamalanlarını ortadan kaldırmak için küresel güçler, geçmişin
günümüzde süren yapılarıyla (sözgelimi cemaat, tarikat, mezhep, aşiret gibi...) ittifak yapmakta
veya ulus altı kimlikleri desteklemektedir. Hem ulus altı yapılar, hem ulus üstü yapıların ortak
karşıtı ulus-devletlerdir, dolayısıyla söz konusu güç birliği kaçınılmazdır. 1108Ulus-devletler,
orta ölçekli yaşamalanları üzerine kurulmuşlardır, oysa yaşamalanlarını belirleyen, oradaki
ortak kimliktir. Ulus altı kimlikler veya ulus üstü kimlik egemen olursa, ulus devletin
dayandığı yaşamalanı ayağının altından kayıp gidecektir.
d)Geleceğin otoritesi hakkında öngörü
Gelecekten söz ediliyorsa, bu bilmekten daha çok sezmekle ilgilidir. Ancak sezgi pek
belirsiz ve güvenilmez bir kavramdır; içinde esinlenişi ve duygulanışı barındırır. Bu yüzden
biz, Bergrson’da yönteme dönüşmüş olan sezgiyi temel almalıyız. Bergson’da sezgi bir
yöntemdir. Bu yöntem, problemleri doğru ortaya koymayı, yanılsamaya karşı duyarlı olmayı
ve problemleri mekândan çok zamana bağlı çözmeyi gerektirir.1109 Mekânın ayrıntılarında
boğulma olasılığı, bilinç için her zaman bir tehdittir. Bu yüzden soruyu doğru yapılandırmak,
çözüm için elzemdir. O halde geleceğin otoritesiyle ilgili soru nasıl oluşturulabilir?
Geleceğin otoritesi hakkında önemli çalışmalar yapan Russell, soruna şu soruyla
başlamıştır: Bir dünya hükümeti neden istenmez?1110 Soruyu böyle kurgulamasının gerekçesi
mekâna bağlı kalmasıdır. Yaşadığı dönem ve özellikle ulusçuluk hakkındaki fikirleri, bir
hükümetin diğerlerine egemenliğini olanaklı görmesine neden olmuştur. Yanlış kurgulanmış
sorudan Russell, bir dünya devletinin ancak, “herhangi bir devletin tartışmasız bir üstünlük
kazanması”yla1111 olacağı çıkarımını yapar. Böyle bir çıkarım, çözüm değil, yeni sorular
doğurur:; acaba dünyaya egemen olacak kadar güçlü bir devlet olabilir mi?
Habermas, ulus devletlerinin artık zamanını doldurduğunu ve geleceğin başka bir
yapıyla süreceğine yönelik gelişmelerin kaçınılmaz olduğundan söz eder ve geleceğin
otoritesiyle ilgili soruyu, ulus devletler üzerinden kurar: Ulus-devleti “aşmak”: Fesih mi,
Yoksa Dağıtmak mı?1112 Çözümü de ulus devletleri dağıtmaktan yana bulur. Ulus üstü
örgütlerin güçlenip, ulus altı kimliklerin ve yapıların ön plana çıkacağı ve demokrasinin
yerleşimini gerektiren bir yapılanmadan söz eder. Habermas’ın tutumu, zamana daha yakındır
ve geçmişin günümüzde sıkıştığının, daraldığının, yeni yapılara gereksinim duyulduğunun
ayrımındadır. Tasarısını insan türünün günümüzün kargaşasından yeni bir düzenle
kurtulacağının bilinciyle oluşturur. Ancak Habermas’ın sorusu da yeterince doğru
yapılandırılmamıştır. Ulus devletlerin geleceğini iki seçeneğe indirgemek, aşırı
genelleştirmeyle oluşturulmuş bir daraltmadır ve özneden yoksundur. Ulus-devletleri dağıtıp
feshetme kararını kim verecektir?
Belki de soruyu yeniden kurmak gerekir: Geleceğin otoritesi nasıl olacaktır?
1108
Bu konuda çarpıcı bir irdeleme için bakınız, Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar (Ders Notları), İmaj Yayınları,
Ankara, 2000, 3.Basım
1109
Bergson’un yöntemleri için bkz. Deleuze, a.g.e, s.48-69
1110
Bertrand Russell, (Çev. Akşit Göktürk) İnsanlığın Yarını, YKY Yayınları, İstanbul, 1998, s.67
1111
Dora ve Bertrand Russel, (Çev.Melih Ölçer) Endüstri Toplumunun Geleceği, Bilgi yayınları, İstanbul, 1979, s.69
1112
Jürgen Habermas, (Çev. İlknur Aka) “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset Kuramı Yazıları, YKY. İstanbul, 2002,
s.32
902
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Bu soru hem olasılıkçıdır, hem zamana yakındır, hem de yanılmaya uzaktır, çünkü
temelinde bir arayıştır ve yaşamsal atılımların hepsine eşit uzaklıktadır. Ayrıca, özellikle
bilincin kendi kendini kandırmasına dayalı yanılgılardan sakınmanın bir yolu olarak da
güvenilirdir. Sultan Murat(II), oğluna öğütlerinde, “Kişioğlunun kendi kendini aldatması gibi
büyük bir aldanış olmaz1113” der. Bir araştırmada, tartışmada veya tasarımda, bilincin kendi iç
zorlukları hesaba katılmazsa,1114 çözüm yerine yeni sorunlar bulunur. Dolayısıyla soruyu doğru
ortaya koymak, arayış yolumuzdaki içsel nedenlerle sapmaları kısmen de olsa önleyebilir ve
güvenli bir tartışmanın zeminini oluşturur.
Geleceğin otoritesinin nasıl olacağı, geçmişte otoritenin nasıl olduğuyla ilgilidir. İbni
Haldun’un deyişiyle; “Geçmiş geleceğe benzer. Suyun suya benzemesinden daha çok...”1115
Dolayısıyla otoritenin geçmişini incelemek öncelikli olacaktır. Otorite-yaşamalanı ilişkinin
genel geçer ilkeleri bize, yaşamalanındaki değişikliklerin otoriteyi değiştirdiğini gösterir.
Demek ki geleceğin otoritesinin olasılıklarını arayacağımız yer, yaşamalanının değişme
olasılıklarıdır. Yaşamalanının değişmesi demek, insanın yaşamalanıyla ilişkisinin değişmesi
demektir. Geçmişte yaşanmış bu tür değişikliklerin sonuçlarından çıkarım yapabilirsek,
günümüzde yaşamalanıyla ilgili değişikliklerin, ne tür sonuçlar çıkaracağını anlayabiliriz.
İnsan türünün yaşamalanıyla ilişkisi, öncelikle bir mekân ilişkidir ve bu ilişkinin ilk
ortaya çıkardığı bağ, mülkiyettir. Mülkiyetin ilk ortaya çıktığındaki içeriğiyle, uygar
toplumlarda kazandığı içerik farklıdır; ilkeller, Yaşamalanlarıyla kendilerini bir görürler ve
yaşamalanının üzerinde, bir bireyin yahut ailenin mülkiyetini kabullenmezler.1116 Toprakla, o
toprakta yaşayan topluluk arasında varoluşsal bir bağ bulunur ve dolayısıyla otorite,
yaşamalanının korunması ve topluluğun korunması dışında bir anlam içermez. Avcılık veya
toplayıcılıkla gereksinimlerini karşılayan toplulukta, toprak, gereksinimlerinin ortak
kaynağıdır. Dolayısıyla yaşamalanındaki topluluk, toprakla kendini özdeş görür. Sınırları belli
toprak diye tanımlayabileceğimiz yaşamalanı, topluluğun avlayacağı hayvanları barındırır,
toplayacağı bitkileri yetiştirir. Koşullandırılmış, yönlendirilmiş emekle yapılan üretim çok kıt
olduğu için, toplumsal ayrışma da yoktur. Hatta hukuk da yoktur, sadece tabular vardır. İlkel
otorite, yaşamalanındaki topluluğun güçlerinin merkezileşmesinden başka bir şey değildir.
Tarım ve hayvancılığın başlamasıyla, koşullanmış ve yönlendirilmiş emek artı ürün
oluşturmuş, dolayısıyla toplumsal ayrışma başlamıştır. Bu ayrışma türün bireylerinin hem
yaşamalanıyla, hem otoriteyle olan bağlarını farklılaştırmış, hatta kısmen gevşetmiştir. Yine de
birey henüz gereksinimlerini karşılayacak birikimi sağlayamaz, bu nedenle ailesine yaşamsal
bağlarını koparacak güçte değildir. Dolayısıyla çıkarların çatışmasından doğan gerilim, aile ve
klan gibi kan bağına dayalı yapılar arasında oluşur. Topluluğun yaşamalanıyla ve birbiriyle
ilişkisinde ortaya çıkan bu yeni durum, otoriteyi de etkiler. Otorite artık topluluğun varlığını
sürdürmesine yönelik ortak güç olmanın yanında, çatışan çıkarların da bileşkesini oluşturacak
şekilde geniş bir edimsellik kazanır ve kurumsallaşır. Mülkiyet, ilişkilerin temelini oluşturur ve
1113
Sultan Murat Han,( Baskıya Hazırlayan Abdullah UÇMAN) Fatih Sultan Mehmet’e Öğütler, Tercüman 1001 Temel Eser
Yayınları, s,91
1114
İdeoloji kavramının tarihini inceleyen biri, Bacon’dan başlayarak Destutt de Tracy’e bilincimizin nasıl kaygan ve
güvenilmez olabileceğine tanık olacaktır. Bu konuda güzel bir derleme için bkz. Sinan Özbek, İdeoloji Kuramları, Bulut
Yayınları, İstanbul, 2000
1115
İbni Haldun, (Çevr.Turan Dursun), Mukaddime 1, Onur Yayınları, Ankara, 1977, s.76
1116
İlkellerin mülkiyet anlayışı için bkz. Felicien Challaye, (Çev. Turgut Aytuğ) Mülkiyet Tarihi, Remzi Kitabevi Yayınları,
İstanbul, 1972, s.12
903
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Russell’in deyişiyle, mülkiyet ya savunucudur ya saldırgan, bu yüzden otorite zorunlu olarak
karşıtların bileşkesine dönüşür. Dayandığı zemin karşıtların bileşkesi olunca da kırılganlığı
artar. Bu nedenle otorite, kendi varlığını sürdürebilmek için yaşamalanını ve hatta geçmiş ve
geleceği de düzenlemeye girişecektir. Geçmişi tarih bilgisiyle, geleceği de dil aracılığıyla
yapılandırır.
Endüstri ilişkilerinin başlamasıyla birey, gereksinimlerini karşılamak için başkasına
ihtiyaç duymaz, bu durumda aile ve klanın gücü zayıflar. Fakat bu kez, bireysel çatışmalar ve
özgürlük sorunu otoriteyi dönüştürür. Yaşamalanındaki topluluk üyeleri, topluluğun devamı
için, herkese eşit uygulanacak sınırlı bir özgürlüğe rıza gösterir. Yaşamalanlarında genetik bağ
üzerine kurulu aile ve klan yapısının, ruhsal bağ üzerine kurulan tarikat ve cemaat
birliktelikleriyle çözülmesi, en küçük parçası olan bireylere ayrışması, güçlü bir toplumsal
dokuya olanak verir ve toplumlar ulusa dönüşür. Otorite de ulusun gücüne dayanır.
Yaşamalanındaki her birey, doğrudan otoritenin bir parçası olur.
21.Yüzyılın hemen başında, bireyin yaşamalanındaki otoriteye bağı, teknolojideki
gelişim sonrası insan emeği yerine robot emeğinin geçmesi ve iletişim-ulaşım olanaklarının
artmasıyla zayıflayacaktır.. Yaşamalanındaki birey, bilgisayar ekranından dünyadaki her yere
bağlanabilir, dolayısıyla o ekrandan dünya da ona bağlanacaktır. Artık yaşamalanının sınırları
gevşemiştir. Sadece yaşamalanının değil, yaşamalanıyla özdeş olan otoritenin de sınırları
gevşemiştir. Yeni bir mülkiyet anlayışı doğmaktadır. Sanal mülkiyet ilişkileri, daha önceki
mülkiyet ilişkilerindeki değişimlerde olduğu gibi, otoriteyi etkileyip dönüştürecektir.
21.Yüzyılda birey, gereksinimlerini karşılarken, yaşamalanı ve otoriteye geçmiş yüzyıllardan
daha az bağlıdır. Demek ki, yeni bir mülkiyet ilişkisinden, yeni bir yaşamalanından ve yeni bir
otoriteden söz etmek gerekir. Yeni yaşamalanının sınırlarının internetin ulaştığı yere kadar
uzanacağı açıktır.
Endüstri ilişkileriyle yaşamalanları, topluluğun ortak çıkarının sınırlarını
oluşturmaktaydı. Yaşamalanındaki sermaye, topluluğun varlığının teminatı gibiydi ve ulusaldı.
Sermaye sahipleri ve kuruluşları, sermayenin özsel eğilimi nedeniyle “kâr” öncelikli olsa da,
ulusal çıkarlar vazgeçilmez bir duyarlılık oluşturuyordu. Bu nedenle sermaye, sınırlar ötesiyle,
koşullu bir ilişki içindeydi. 21.Yüzyıla gelindiğinde, sermaye artık ulusal kimliğinden sıyrıldı.
Sermayenin kendi özsel eğilimi olan “kâr”, ulusal çıkarlardan bağımsız hale geldi. Artık
sermayeler uluslarının sorumluluğunu hissetmemeye başladı ve yerkürede dolaşımı meşrulaştı.
Toprağa dayalı iktisat koşullarından, endüstri iktisadi koşullarına geçişte, yaşamalanındaki
sermayenin istekleri gibi, yerküreyi kendi pazarı gören uluslar arası sermaye de artık
yeryüzünde tek para, tek hukuk, tek dil ve tek vergi istemektedir. Bu istekler şüphesiz
yeryüzünde tek otorite arayışıdır.
Geleceğin otoritesinin yaşamalanı yerküre olacaktır. Hem bu kadar geniş, hem başka
yaşamalanları olmadığı için sınırsız olan bir yerin yaşamalanı kabul edilmesi, insanın
yaşamalanıyla ilişkisini değiştirecektir. En azından yaşamalanını korumak için otoriteye
duyduğu içgüdüsel gereksinim zayıflayacaktır. Gerçi, yerküre otoritesi için “uzaylılar” veya
küresel ısınma insanlığın ortak tehdidi olarak kullanılabilir, ancak birincisi bir olasılıktan
ibarettir, ikincisi de özellikle “su paylaşımını zorladığı için” çıkarların bileşkesinden çok,
çıkarların çatışmasıyla merkezi bir otoritenin önünde engel olacaktır. Su kaynaklarındaki
daralma, kıtlığın otorite üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, otoriteyi sertleştirecek ve
dolayısıyla baskıcı otoriteyle bireyin kendisini özdeşleştirmesi güçleşecektir. Anlaşılan,
904
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
çıkarların asla ortak olamayacağı yerkürede, ortak korku da olmadan, insanları ortak bir duyuşa
taşımak, geleceğin otoritesinin aşması gereken en önemli engeldir. Merkezi otorite
kurulabilirse eğer, bu engel genetik bilimin yardımıyla aşılabilir. Klonlama olmasa bile
genlerle oynanarak, insan türünün otoriteye daha uyarlı hale getirilmesi olasıdır. Genetik
bilimin olanaklarındaki beklenmedik gelişmeler, “insan, insanın kurdudur” deyişine yeni bir
içerik kazandıracaktır. Belki de türümüz, genetik oynamalar yüzünden ya edilgenleşecek, bir
anlamda “toplumdışı toplumsallığın” yaratıcılığından uzaklaşacak, ya da kendi kendini
tüketecektir. Kendini tüketmesinin bir başka olasılığı da iklime yaptığı etkidir. Bir gün
yaşamalanı ayaklarının altından çekilebilir.
Bir başka sorun emekle ilgilidir. Küçücük bir yaşamalanında bile denk bölüşüm
yapılamazken, yerkürede denk bir bölüşümü gerçekleştirmek de pek zordur. Bu durum
emek/sermaye çelişkisinin daha da derinleşeceğine işaret eder. Günümüzde uluslar arası
sermaye, ulus-devletlerin sınırlarını aşmakta güçlük çekmemektedir. Ulusal sermaye / uluslar
arası sermaye gerilimi de tükenmiş gibidir. Öyle ki; bazı ulus-devlet görevlileri; “gerek ulusal,
gerekse uluslar arası anlamda piyasaları düzenleyici ve gözetleyici otoritelerin bir çatı altında
olmasında ya da çok etkin bir koordinasyon içinde bulunmasında, gelinen nokta açısından
sınırsız fayda bulunmaktadır”1117 diyecektir. Uluslar arası finans kuruluşlarının da bu isteği
karşılamaya arzulu oldukları ortadadır. Borç alan devletlerin pazardaki güçleri, kamu
kuruluşlarının özelleştirilmesiyle, borsa ve bankaların yaşamalanının dışındaki sermayenin
egemenliğine girmesiyle zayıflamaktadır. Yeni borç alabilmek için, finans kuruluşların
isteklerine boyun eğen devletler, istese de istemese de pazardan çekilmeye başlamıştır. Buna
karşın, emek uluslar arası bir akışkanlık kazanmamıştır. Tersine emeğin göçüne yönelik
sınırlamalar, her zamankinden daha katılaştırılmış, önlemler arttırılmıştır. Emeğin uluslar arası
olmasını sermaye istememektedir. Uluslar arası olan emek, uluslar arası bir güce ulaşacak,
sermaye karşısında güçlenecektir. Ayrıca gelişmiş ülkelerdeki işçi hakları, bütün emekçiler için
örnek oluşturacak ve emeğin sömürülmesi güçleşecek, günümüz Çin’indekine benzer ucuz
emek bulmak güçleşecektir.
Bu türden bir küresel otorite arayışının adayı, uluslar arası finansın siyasi ve askeri
gücü gibi rol üstlenen Amerika Birleşik Devletleridir. Amerika Birleşik Devletleri’nin
uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi gibi tasarılar, uluslar arası finans kurumlarıyla
işbirliği içinde yürümektedir. Eğer Amerika Birleşik Devletleri bir gün Dünya Birleşik
Devletleri olursa, bu Russel’in görüsünü doğru çıkaracaktır. Üstelik geleceğin otoritesinin
teknolojiyi elinde tutması gereği,1118 Nasa ve Slikon Vadilerine sahip ABD’yi geleceğin
otoritesinin güçlü adayı yapmaktadır.
Geleceğin otoritesi şüphesiz teknokrat olacaktır. Teknokrat olmak zorundadır çünkü
bilgi artık her zamankinden daha çok otorite kaynağıdır. Bin yıl önce, Divan-ı Lügat’it Türk’te,
“devletin alameti bilgi”dir1119 diye geçer. Bilgiyi denetlemek artık teknolojiyle olasıdır.
Bireyleri, toplumları, kitleleri harekete geçiren veya uyuşturan medya teknolojik etkinliktir.
Geleceğin otoritesi önünde sonunda bir medya otoritesi olacaktır. Bilgi üretimi ve tüketimini
kim elinde bulundurursa o otorite olacaktır. Demek ki geleceğin otoritesi bilimi de kontrol
altında tutmaya gereksinim duyacaktır. Bu durumda koşullanmış bilim, koşullanmış medya,
1117
Ali Alp, Finansın Uluslararasılaşması, YKY, İstanbul, 2000, s.420
Şener Aksu, a.g.e., s.139
1119
Fikri Silahdaroğlu, Divan-ı Lügati’t Türk’den Derlemeler ve Uyarlamalar, Kültür Bakanlığı Yayınları 1997, s.59
1118
905
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
insanın bilgi kaynaklarını çürütecektir. Zaten insan, 21.yüzyılın teknolojik toplumunda, iyiden
iyiye ayrıntıya uğraşım işbölümüyle kendine ve ürettiğine yabancılaşacaktır. Üstelik kendi
kendinin gereksinimini karşılama yetileri körelecek, hep muhtaç yaşayacaktır. Dolayısıyla
özgür bir arade geleceğin en cılız olasılıklarından biridir. Otorite yaşamsal bilgileri
paylaşmayacağı, öte yandan da, medya veya diğer olanaklarla kendi istediği bilgilerin
bombardırmanıyla bilinçleri bulandıracağı için, özgür irade bir yana, bir iradeden bile söz
edilmeye bilir. Özellikle 25. Kare gibi olanaklarla bilinçaltının yönlendirilmesiyle, insanların
ilgi, istek ve beklentileri de otorite tarafından kolaylıkla yönlendirilebilir. Örneğin seçimler
yapılabilir, yönlendirilmiş bilinçler kendi istekleriymiş gibi otoritenin istediğini seçerler.
Böylece demokrasi örtüsü altına bir tekno-aristokrat sınıfı oluşabilir.
Geleceğin otoritesinin emeğe yönelik tutumu da şimdiden ortaya çıkmış gibidir.
Gelceğin otoritesinin bütün yerküreyi tek bir pazara döndüreceği kesindir. Böylece sermaye
özgürce dolaşabilecektir. Ne var ki emeğin yerel tutulması istenecektir. Bu isteğin kökleri
19.yüzyıla dayanır. Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkışını bakış açısının merkezine koyan
Manchester okulu, sermayenin yerkürede özgür dolaşımıyla ilgili bir tasarı oluşturmuştur. Bu
tasarıda emeğin özgür dolaşımına yer verilmez. Neo-klasik okul da sermayeyi merkez alan
bakış açısıyla, sermayenin en üst veriminin sermaye zengini ülkelerde düşük, sermaye kıtlığı
çeken ülkelerde yüksek olduğunu ileri sürerek, sermayenin özgür dolaşımının, sonunda
yerkürede dengeli bir sermaye dağılımıyla sonuçlanacağını, sermayenin önündeki engellerin
kaldırılması halinde insanlığın refahının artacağını savunur. Ancak Neo-klasikler de emeğin
özgür dolaşımına ilgi göstermezler. Demek ki, otoritenin kaynağı sermaye olacaksa, geleceğin
otoritesi asla merkezi bir devlet halinde kurgulanmayacaktır. Sermaye için federasyon veya
konfederasyon daha uygun olabilir, çünkü emeğin yerelliğe hapsedilmesi, emeğin küresel
boyutta bir örgütlenmeden yoksun bırakacaktır. Emeğin sermaye yerine kendi arasında
gerilimlerle oyalanması, kimlik çatışmalarıyla desteklenecektir. Kimliklerin oluşabilmesi için
de yerelliğin olması gerekir. Bu doğrultuda tarikat ve cemaatlerin geleceğin toplumsal
yapısında önemli yer tutabileceği düşünülebilir, çünkü sayıları ne kadar çok olursa olsun
müritler, tarikat şeyhinin iradesine boyun eğerler. Tarikatlara ve cemaatlere bölünmüş
emekçiler kolaylıkla yönlendirilebilir.1120 Açıktır ki Şeyhi denetlemeyi başaran sermaye,
sayısız emekçiyi de denetleyebilecektir.1121 Cemaat ve tarikatların geleceğin toplumunda yer
alması pek de aykırı bir çıkarım değildir. Nihayet geçmişin süreç ve yapıları, geleceğin süreç
ve yapılarına içkindir.
Küresel otoriteye yönelik görüşler, sadece sermaye çevrelerince üretilmemiştir.
Sözgelimi Kant, 18.yüzyılın sonunda, insanlar arasında sürekli bir barışın olasılığı üzerine
yaptı tartışmanın sonucunda böyle bir otoriteye vurgu yapmıştır. Hatta bu türden bir felsefe
girişiminin doğanın bir amacı olduğuna yönelik yargısını da eklemiştir.1122 Kant’ın sürekli
barışı sağlayacak uluslar arası örgüt arayışı, bugünkü Avrupa Birliği’ni çağrıştırır. Avrupa
Birliği, insan olanakları ve araçları bakımından uygarlığın üst düzeyinde bir kurgudur. Bu
kurgu, kuruluşu açısından bile çatışmayı dindirmeye yöneliktir. Alman-Fransız gerilimine son
verme kaygılarıyla başlayan birliktelik süreci, geleceğin küresel otoritesi olmaya adaydır.
1120
Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı tarikatlarla işbirliği yaptığına yönelik savlar, daha şimdiden bu ilişkinin kurulduğu
konusunda şüpheleri artırmaktadır.
1121
İnsanın otoriteye boyun eğişi anlaşılmadan tarikat anlaşılamaz. Otoriteye boyun eğiş konusunda ilginç bir tartışma için
bkz. Etienne de La Boêtie, (Çev.M.Ali Ağaoğulları) Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Yayınları, Ankara, 1995
1122
Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, İstanbul, YKY, 1997, s.126
906
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
Tarihsel birikim ve nüfus açısından Çin, 21.Yüzyıldaki diri ekonomisiyle hem Amerika
Birleşik Devletleri için, hem de Avrupa Birliği’nin olası bir Dünya Birliği’ne dönüşmesi
olasılığı kadar güçlü bir küresel otorite adayıdır. Çin’in gücü sadece kendisiyle ilgili
kalmayabilir, Rusya ve Hindistan’la sorunlarını çözüp oluşturmaya koyuldukları birlik,
Asya’nın küresel otoritesi arayışıdır. Japonya bu birliğe katılırsa, bu olasılık daha da
güçlenecektir.
Bir başka olasılık Birleşmiş Milletlerin küresel bir otoriteye dönüşme olasılığıdır.
Ancak, büyük askeri güçlerin gerilimini bu örgüt nasıl dindirip tek çatı altında
merkezileştirecek, bu soru en azından bugün için çözümsüzdür. Üstelik Birleşmiş Milletleri’n
sicili uluslar arası kamuoyunda pek parlak değildir. Bu durumda belki de başka bir çözüm
üretilmesi gerekecektir; yeni bir Birleşmiş milletler örgütü kurmak... Koşullarının daha
demokratik, daha güçlü ve eylemlerinin daha adil olması durumunda bu yeni örgüt de
geleceğin otoritesi olmaya adaydır. Belki de böyle bir otorite için henüz koşullar hazır değildir.
Eski otoritelerin, bölgesel veya genel güçlerin erimesi gerekir.
e) Geleceğin Otoritesi Açısından Ulus-devletler
Yaşamalanı-otorite ilişkisinin ilkeleri ve kargaşanın ilkelerinden hareketle, geleceğin
otoritesinin edimselleşmesinde, yakın geçmişin nitel eğilimi olan ulus-devletlerin durumu
hakkında fikir elde edilebilir. Günümüzde ulusçuluk süreciyle küreselleşme süreci arasındaki
gerilim, ulus-devletler düzenini çatırdatınca, yerkürenin bir çok bölgesine kargaya egemen
oldu. Bu kargaşalar eğer uzun sürerse, başta o bölgeler olmak üzere, katı otorite arzusunun
artacağı açıktır. Bu beklenti, yeni bölgesel iktidarlar yerine, güçlü bir küresel otorite arayışını
körükleyebilir. Kargaşadan doğan bu olanak, küreselleşme sürecini güçlendirecektir. Bölgesel
çatışmaların sona erdirilmesi için güçlü bir merkezi otorite isteği, otoritenin ilk ortaya çıkışını
anıştırır. Herkesin öldürme gücünü kullanmasından doğacak kargaşa yerine, birinin öldürme
gücüne rıza gösterilmesi, otoritenin ortaya çıkışını kolaylaştıran bir bileşkeydi. Günümüzün
toplulukları da benzer şekilde, yerkürede sadece bir gücün varlığını, bölgesel güçlerin
çatışmasının doğuracağı kargaşaya yeğlemeleri pek olasıdır. Demek ki ulus-devletler, bölgesel
çatışmalar çıktıkça zor durumda kalacaklardır.
Küresel bir devletin kurulmasının olasılıkları, ulus devletlerin kuruluş olasılıklarından
çıkarılabilir. Bir yaşamalanındaki bütün alt kimlik ve yapıları söküp, bireyin ait olma
duygusunu ulus potasında eritmek, ancak bireyin bu yapılarla olan bağını gevşetmekle olasıydı.
Küresel devlet de yerküredeki orta ölçekli güçler olan ulus devlet yapılarını parçalayarak, alt
kimliklere ve yapılara bölerek, küresel güce muhtaç hale getirmekle, bütün insanlığın ait olma
duygusunu küresel bir kimlikte birleştirebilir. Bu durum, ulus-devletlerin ikinci dereceden
yapılara bölünmesi demektir. Bu yapılar etnik kimlikler olduğu gibi dini kimlikler de olabilir.
O halde ulus devletler bu sürece direnebilmek için ulusaltı aidiyet duygusunun kışkırtacak
eylem ve etkinliklerden uzak kalmalıdır ya da bu aidiyet duygusuyla ulus duygusunun
kaynaşmasını sağlayacak yollar aramalıdır.
Küresel devleti arzulayan ulus üstü sermaye, ulus devletlerin yerel pazarların efendisi
olmasından rahatsızdır, bu nedenle borçlarla veya başka yollarla ulus devletleri pazarın dışına
itmeyi istemektedirler. Uluslar arası finans kuruluşlarının borç verirken önceliğinin, kamu
iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi isteğinde kilitlenmesi, anlaşılır bir tutumdur. Gelecekte
907
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
var olmak isteyen ulus devletler, kendi pazarlarını korumanın bir yolunu bulmalı, bunun içinde
öncelikle borçlanmamalıdır, çünkü borç almak, özgürlük vermektir. Borçlu ulus devletlerin
kendi pazarları üzerinde egemen olmaları pek olası değildir, hatta irade göstermeleri, karar
vermeleri de pek olası değildir. Demek ki ulus devletler yaşamalanlarının ayakları altından
çekip gitmesini önlemek için, öncelikle borçsuzluğu başarmalıdır.
Gerek bölgesel çatışmalar, gerek genel gerilimler, örneğin Amerika Birleşik Devletleri
– Rusya karşıtlığı gibi, her iktidarın silaha yatırım yapmasına neden olmaktadır. Silah
gereksinimi, ulus devletlerin borçlanmasındaki en büyük nedendir. Ulus devletler silahlanmaya
ayırdıklarını, bütçelerinde tutabilseler, büyük olasılıkla uluslar arası finans kuruluşlarından
borç almak zorunda kalmayacaklardır. Ancak bu kendi ellerinde değildir, otoritenin özsel
eğilimleri, yaşamalanını sürekli genişletmeye yönelik beklentileri besler, dolayısıyla ulus
devletler, en azından komşularıyla gerilimi dindirmekte güçlük çekeceklerdir. Ulus devletler,
küresel bir devlet kurulursa, ellerindeki silahları kaybedeceklerdir. Ancak yaşamalanındaki
karşıtlıklar, yasal olmayan yollardan silahlanacak ve dolayısıyla silah üretimine ayrılan pay
asla azalamayacaktır. O halde ulus devletler, kontrol edilebilir ve yetinilebilir seviyede
silahlanmalıdır. Yoksa korunmak için silaha harcadıkları para, intihar edecekleri tetik haline
gelecektir.
Küresel bir otorite olacaksa, küresel bir dil mutlaka gereklidir. Otoritenin kılıcı dil
olduğuna göre, yerkürenin bir yaşamalanına dönmesi, ancak ortak bir dilin egemenliğiyle
olasıdır. Bu durumda ulus devletler, varoluşlarının simgesi olan dili korumalıdır. Teknoloji
üretemeyen ulus devletlerin kendi dillerini korumaya olanakları azdır ama olanaksız değildir.
Bilinmelidir ki kimin dili konuşulursa, onun efendiliği sürer. Ulus devletlerin dillerini
korumaya özen göstermeleri gerekecektir. Dil biterse ulus da biter, ulus duygusu da... Dilin
devamını sağlamak otoritelerin beklemedikleri bir yerden beslenebilir. Sanat, dili koruyan en
uygun zemindir. Gerçi otoriteler, denetlenemeyen sanatlara pek yakın durmazlar, çünkü sanat,
bir anlamda bilincin yaratıcılığının sürmesi, özne olma arzusunun devam etmesi demektir.
Otoritelerin yaratıcı bireyler istemez. Ancak, eğer dil korunmadan otorite korunamayacaksa, bu
konuda sanata katlanmak gerekecektir. Ulus devletlerin sanata yatırım yapmaları bu nedenle
elzemdir.
Geleceği oluşturan sıkışma bugün önümüzü görmemizi engelleyebilir. Ancak
bilinmelidir ki hayat olasılıklar örgüsüdür. Ulus devletler döneminin çökmeye başladığı
kargaşada, geleceğe yönelik olumsuz düşünceler pek olasıdır, çünkü olumsuzluk kargaşanın
genel geçer ilkelerinden biridir. Ancak, aynı zamanda kargaşa ortamında öznelerin insan
türünün geleceğine yönelik etki etmesi için de iyi bir olanak olduğu unutulmamalıdır.
Kahramanlar, öncüler daha çok kargaşa ortamında ortaya çıkarlar. Tarih, zaten öznelerin
etkinliğinin bileşkesi olduğuna, geleceğin de bugünkü etkinliklerimizle biçimleneceğini
bildiğimize göre, yarının kuruluşundan herkes sorumlu olacaktır. O halde olumsuzluğa ve
umutsuzluğa mahkum olamayız, kendi etkinliklerimizi değiştirerek, geleceğin de değişmesini
sağlayabiliriz. Üstelik kargaşa ortamları aynı zamanda rastlantının en çok olduğu ortamlardır.
Süreçlerin kesişmesinin ne tür bir süreç doğuracağı, hangi sürecin hangisiyle kesişeceği, ne
türden bir kesişim olacağını hesaplamak olanaksızdır. Dolayısıyla geleceğin bugünün tam bir
devamı olacağı söylenemez. O halde bugün başat olan nitel eğilimlerin dönüşüp değişebileceği
unutulmamalıdır. Küreselleşme bugün en güçlü nitel eğilimdir ancak bu sürecin içeriği
yaşandıkça dolacaktır. Ne olacağını tam olarak bilmek olası olmayacağına göre umutsuz olmak
908
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
yerine, sorumlu olmak gerekir. Şüphesiz ki ulus devletler geleceğin otoritesi karşısında zorluk
içindedir, ancak, geleceğin otoritesi belki de, ulus devletlerin evirilmesinden doğan bir
federasyon olarak kurulabilir. Bu olasılığın, öteki olasılıklar kadar yaşamsal nedeni vardır. Asıl
sorun, bir olabilirlik olan bu eğilimin, edimselleşip edimselleşmeyeceğidir. Aradaki fark,
ulusçuluların tutumuyla ilgilidir.
KAYNAKÇA
AKSU Şener, Hegel ve Tarih Felsefesi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2006
AKSU Şener, Ulusal Egemenlikler ve Geleceğin Otoritesi, Kocaeli Üniversitesi Yayınları,
İzmit, 2003
ALP Ali, Finansın Uluslararasılaşması, YKY, İstanbul, 2000, s.420
ARON Raymond, Özgürlük Üzerine Deneme, Kesit Yayıncılık, İstanbul 1995
BASALLA George, Teknolojinin Evrimi, Ankara, 1998
CHALLAYE. Felicien, (Çev. Turgut Aytuğ) Mülkiyet Tarihi, Remzi Kitabevi Yayınları,
İstanbul, 1972, s.12
Davit Ruelle, (Çev.Deniz Yurtören) Rastlantı ve Kaos, Tübitak Yayınları, Ankara 1998
DAWKINS Richard, (çev.Asuman Ü.Müftüoğlu), Gen Bencildir, Tübitak Yayınları, Ankara,
1995
DELEUZE Gilles, (Çevr. Hakan Yücefer) Bergsonculuk, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 1006,
s.104
ERÖZDEN Ozan, Ulus-devlet, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 1997, s.106
FEYMAN Richard, (Çev. Nermin Arık) Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak Yayınları, Ankara,
1995, s.81
FRIEDMAN Thomas, Küreselleşmenin Gelceği, Boyner holdiğn Yayınları, İstanbul, 2000
GLEICK James, (Çev.Fikret Üçcan) Kaos, Tübitak Yayınları, Ankara, 1987
GÖKBERK Macit, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, İstanbul, YKY, 1997, s.126
GURBENAU Monsserrat, Milliyetçilik – 20.Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler,
Sarmal Yayınları, 1997, s.94
HABERMAS Jürgen, (Çev. İlknur Aka) “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset
Kuramı Yazıları, YKY. İstanbul, 2002, s.32
HOAGLAND Mahlon b., (Çev. Şen Güven) Hayatın Kökleri, Tübitak Yayınları, Ankara
1993, s.45
HUNTİNGTON, Samuel P.(Der.Murat Yılmaz) Medeniyetler Çatışması, Vadi Yayınları,
İstanbul, 1997
İbni Haldun, (Çevr.Turan Dursun), Mukaddime , 2 cilt, Onur Yayınları, Ankara, 1977, s.76
LACOSTE Yves, Coğrafya Savaşmak içindir,Özne Yayınları, İstanbul,1998
909
II. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMCİLER KONGRESİ
LEAKEY Richard -Roger Lewin, (Çev. Füsun Boytak), Göl İnsanları, Tübitak Yayınları,
Ankara 1998
ORAN Baskın, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990,2.Basım
ÖZBEK Sinan, , İdeoloji Kuramları, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000
PARKİNSON, C. Northcote, Siyasal Düşüncenin Evrimi, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul,
1994
RUSSELLRussell, (Çev. Akşit Göktürk) İnsanlığın Yarını, YKY Yayınları, İstanbul, 1998,
s.67
SAMUELSON P.A. (Çevr.Demir Demiryıl) İktisat, Menteş Kitabvi, İstanbul, 1973, s.910 ve
devamı
SENNETT, Richard, Otorite, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992
WOOD Ellen Meiksins, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, İletişim Yayınları,
WRISTON Wolter, Ulusal Egemenliğin Sonu, Düşün Yayınları, İstanbul, 1993