Aile Dergisi Kasim Sayisi_Layout 1

“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin.
Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider.
Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."
Enfâl Suresi, 46.
Editörden
G
ençlik, hayatın bir yandan en
güzel bir yandan da en zorlu
ve çalkantılı dönemi... Artık
çocukluktan çıkılmış, yetişkinlik için tabiri caizse alıştırmalar yapılmaya başlanmıştır.
Gençliği bir nevi “alıştırma/
alışma” dönemi olarak kabul
edince birtakım acemiliklerin yaşandığı,
hataların yapıldığı bir dönem olduğunu
kestirmek de zor değil. Bu dönemde
genç, kendisini hayata hazırlayacak denemelerde bulunurken bir taraftan da
kendisini tanımlamaya, hatta her yönden
yeterli olduğunu ispatlamaya çalışır.
Aslında küçük bir çocukken oluşmaya
başlayan bu tanımlama yani benlik algısı, kişinin kendisini bir birey olarak ortaya
koymaya çalıştığı gençlik döneminde
daha bir önem kazanır. İlgisinin kendisine her zamankinden fazla yöneldiği bu
dönemde, gencin kendisiyle ilgili algısının niteliği, onun mutlu ya da mutsuz, huzurlu ya da huzursuz, başarılı ya da başarısız vs. oluşunu ve gelecek hayatını da
etkileyecektir. Bu sebeple önemli bir
konu olduğunu düşündüğümüz “Gençlerde Benlik Algısı”nı Aile Dergimizin bu
ayki kapak konusu olarak belirledik. Dr.
Elif Arslan uzman psikolog Orçun Aykol’a
yönelttiği sorularla konuyu; benlik algısının temelleri, gençlerde aşırı öz güveni düşündüren davranışlar, beden algısının gençlerin benlik algısını nasıl etkilediği ve oluşmuş olan olumsuz benlik algısı için neler yapılabileceği üzerinden ele
aldı.
Kapak konumuzdan bağımsız olarak ele
aldığımız diğer bölümlerdeki bazı yazılarımızdan da bahsetmek istiyorum: Biz
Bize bölümümüzün ilk yazısı Doç. Dr. Fatma Asiye Şenat’ın kaleme aldığı “Besmeleye Davet Mektubu”. Bir Müslümanın
hayat tarzı olması gereken bu önemli konuya nefis muhasebesi üslubunda güzel
bir açılım getirdi yazarımız. Bu bölümdeki
ikinci yazımızı, Aydan Usta’nın “Yüreklere
Sevgi Tohumları Ekebilmek” başlıklı çalışması oluşturuyor. Aile-ce bölümümüzde “Çocuk ve Ergenlerde Kendine Zarar Verme” konusu psikolog Serhat Yabancı’nın kaleminden ilginize sunuldu.
Hayatın İçinden’de bu ay, Merve Gül Olgun’un ebru sanatçısı Nuran Öner’le
gerçekleştirdiği söyleşiye yer verdik. Ayrıca İslami müziğin dünyaca ünlü isimlerinden Maher Zain’le Sevde Nur Özkan
bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşiyi de
siz değerli okuyucularımızın istifadesine
sunarken yılın son sayısında buluşmak
üzere sizleri Allah’a emanet ediyorum.
Dr. Faruk Görgülü
İÇİNDEKİLER
2
Kasım 2014 Sayı: 287
GENÇLERDE
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Mali işler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
Yayın Koordinatörleri
Dr. Elif ARSLAN
Merve Gül OLGUN
Sevde Nur ÖZKAN
[email protected]
www.facebook.com/diyanetailedergisi
BENLİK
ALGISI
4
Dr. Elif Arslan
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Teknik Servis
Latif KÖSE
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
Tasarım
Mustafa CİNGÖZ-MG Ajans
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı No: 147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 295 8661-62
Faks: 0312 295 6192
BESMELEYE
DAVET
MEKTUBU
Doç. Dr. Fatma
Asiye Şenat
10
KISA KISA
23
Engin Eker
Geçmişimizdeki Olaylara
Doğru Bakabilmek
16
Aydan Usta
Yüreklere
Sevgi Tohumları Ekebilmek
30
Ayten Kılıçarslan
Almanya’da Çocuk
Camileri Projesi
18
Sevde Nur Özkan
Serbest Kürsü
32
20
Fatih Sönmez
Çocuklarda ve Ergenlerde
Kendine Zarar Verme
Merve Gül Olgun
Nuran Öner ile
Ebru Sanatı
40
Elif Erdem
Hanımların Hatibi:
Esma Binti Yezid
(R.Anha)
MAHER
ZAİN
26
Sevde
Nur Özkan
PARA
TARİHİ
YAZMAYA
DEVAM EDİYOR
42
Kamil Büyüker
44 Hatemi Tâî’nin Atı
Dr. Lamia Levent
46 Gribal
Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı
Enfeksiyonlar
48 KIRKAMBAR
EVİNİZİ
DEKORE
EDERKEN...
36
Pelin
Pelister Akyürek
pencere
Dr. Elif Arslan
Diyanet İşleri Uzmanı
4
GENÇLERDE
BENLiK
ALGISI
GENÇLERİN BENLİK
ALGILARINI HANGİ
UNSURLAR, NASIL ETKİLİYOR?
VE BU ALGININ NASIL
OLDUĞU NE ANLAMA
GELİYOR? OLUŞMUŞ OLAN
BİR BENLİK ALGISI ZAMANLA
DEĞİŞİME UĞRAR MI?
Herkes gibi gençler de olumlu bir benlik
algısına sahip olmak ister. Çünkü
olumlu bir benlik algısı başarı, mutluluk
ve huzur getirir. Olumlu bir benlik
algısına sahip olan insanlar
karşılaştıkları zorluklarla daha kolay
başa çıkarlar”
ençler söz konusu olduğunda hemen herkesin
söyleyeceği birkaç söz vardır.
Gençlerin geleceğimiz, umudumuz, yarınlarımız
olduğu, iyi yetişmelerinin önemi
gibi konular bunların başında gelir. İşin diğer bir boyutu ise gençlerle ilgili algılarımızdır. Kimi ümitvardır gençlerle ilgili olarak, kimi
kendi gençliğiyle kıyaslar, eleştirir
onları. Bazıları vurdumduymaz ve
idealsiz olduklarını düşünür, bazılarıysa bu dönemin özelliği
olarak görür onların pek çok
hâl ve tavrını. Velhasıl herkesin gençlerle ilgili bir algısı
vardır. O algı üzerinden yaklaşır gençlere, ilişkilerin türünü
de söz konusu bakış açısı belirler.
Bu arada gençlerin yetişkinlerle
ilgili algısı da üzerinde durulmaya
değer bir konu olmakla birlikte
bu yazımızda biz, gençlerin kendi-
G
lerini nasıl algıladıkları üzerinde
durmak istiyoruz. Gençlerin benlik
algılarını hangi unsurlar, nasıl etkiliyor? Ve bu algının nasıl olduğu
ne anlama geliyor? Oluşmuş olan
bir benlik algısı zamanla değişime
uğrar mı?
Gençlerdeki benlik algısını etkileyen unsurları sorduğumuz uzman
Psikolog Orçun Aykol, benlik algısının tarifini yaparak başlıyor cevabına: “Benlik algısı kişinin kendisinin ve çevresinin onu nasıl değerlendirdiğine, algıladığına ilişkin
bir dizi sözlü ya da sözel olmayan,
davranışsal mesajlardan oluşur.”
Herkes gibi gençler de olumlu bir
benlik algısına sahip olmak ister.
Çünkü olumlu bir benlik algısı başarı, mutluluk ve huzur getirir.
Olumlu bir benlik algısına sahip
olan insanlar karşılaştıkları zorluklarla daha kolay başa çıkarlar.
Yine kişilerin psikolojik sağlıklarının
da benlik algılarıyla yakından ilişkili olduğu bilinmektedir.
pencere
6
“Erken çocukluktan beri
olumlu olarak geliştirilemeyen
benlik algısı hem ergenlikte
hem de yetişkinlikte belirgin
psikolojik, ilişkisel sorunlara
neden olabilir. Birey özgüvensiz, kendini yetersiz, değersiz, beceriksiz vb. hissedebilir. Hem sosyal ilişkilerinde hem de mesleki hayatında hissettiği bu duygular
onun yapabilecek yeteneği
olsa dahi birçok görevi yapamayacağını düşünüp harekete geçmemesine neden olabilir.”
Temeli ailede atılıyor
Pek çok konuda olduğu gibi bireyin benlik algısında da ilk temellerin ailede atıldığını görüyoruz. Benlik algısının bebeklikten itibaren
oluşmaya başladığını belirten Psikolog Aykol, ergenlikte ise hızlı bir
hareketlilik kazanan bu algıyla ilgili
olarak şunları söylüyor: “Çevresi ve
kendisi tarafından nasıl algılandığının çok önemli olduğu bu dönemde ergen birey sosyal, fiziksel,
akademik vb. tüm yönleriyle “yeterli” olduğunu hem kendine hem
de diğerlerine kanıtlamaya çalışır.” O kendisini kanıtlamaya çalışırken ailesinin ne yaptığı, nasıl
davrandığı, onu anlayıp anlayamadığı da çok önemli görünüyor.
Küçüklüğünde el bebek gül bebek büyüttüğümüz, tabiri caizse ağzının içine baktığımız,
yaptığı her hareketi, söylediği
her sözü önemseyerek eşe
dosta anlattığımız çocuklarımızın çoğunda muhtemelen
küçüklüklerinden olumlu bir
benlik algısı oluşuyor, hatta
bazen biraz abartıyor bile olabiliriz. Ancak onlar biraz büyüyüp “birey” olmaya, bizden ayrı
bir “kişilik” olarak kendilerini ifade
etmeye, ortaya koymaya başladıkları vakit nasıl davranıyoruz,
nasıl tepki veriyoruz, işin bu kısmı
ihmal edilmemesi gereken çok
önemli bir husus gibi duruyor.
Psikolog Aykol, ergen bireyin kendisinin her yönden yeterli olduğunu kanıtlamaya çalıştığı bu dönemde ailenin tavrının önemini
şöyle açıklıyor: “Ergen birey bunları yaparken aile tarafından desteklendiğinde, başarısı ve yeterlilikleri eleştirilmediğinde ya da diğer akranlarıyla kıyaslanmadığında
daha yeterli bir benlik algısına sahip olurken tam tersi muameleye
maruz kaldığında yetersiz/olumsuz
benlik algısına sahip olacaktır.”
“Aslında herkes dâhidir. Ama siz
kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma
yeteneğine göre yargılarsanız, tüm
hayatını aptal olduğuna inanarak
geçirir.”
Albert Einstein
Olumlu bir benlik
algısının gelişmesi için…
Yukarıda benlik algısının olumlu olmasının etkilerine kısaca değinmiştik. Özgüven, özsaygı gibi kavramlarla da ilişkili olduğu bilinen
benlik algısının olumsuz olmasının
etkilerini ise Sayın Aykol şöyle
açıklıyor: “Erken çocukluktan beri
olumlu olarak geliştirilemeyen benlik algısı hem ergenlikte hem de ye-
tişkinlikte belirgin psikolojik, ilişkisel sorunlara neden olabilir. Birey özgüvensiz, kendini yetersiz,
değersiz, beceriksiz vb. hissedebilir.
Hem sosyal ilişkilerinde hem de
mesleki hayatında hissettiği bu
duygular onun yapabilecek yeteneği olsa dahi birçok görevi yapamayacağını düşünüp harekete geçmemesine, karşı cinsle ilişki kurmakta güçlüklere (beğenilmeyeceğim, konuşamayacağım vb.) neden olabilir.” Hayatın hemen her
alanını etkilediği görülen benlik
algısını ve bununla bağlantılı olarak ergen çocuğun öz güvenini
geliştirmek için uzman psikoloğumuz anne babalara şu tavsiyelerde bulunuyor:
• Ergenin kendi kişiliğini ve kimliğini oluşturmaya çalıştığını,
onun da birey olduğunu ve
bazı haklara sahip olduğunu
unutmayın,
• Sınırlarına saygı gösterin ve
ona özel bir kişisel alan bırakın,
• Dinleyen, anlamaya çalışan ve
kabul edici tutumlar sergileyin,
• Mükemmel bir çocuk/ergen tasarlamayın, hata yapabileceğini unutmayın,
Bebeklikten itibaren ihtiyaçları uygun zaman ve biçimde karşılanmamış, duygusal ve fiziksel olarak ihmal edilmiş bireylerin yetişkinlikte, ilişki içinde hem
karşısındakine (dış dünyaya) hem de kendisine güven duyması oldukça güçleşir ve yine psikolojik bazı
sorunlar ortaya çıkmaya
başlayabilir.”
• Ergene yeni durumlar/fikirler
hakkında deneyim fırsatı tanıyın,
• Kıyaslamayın, aşırı eleştirel, cezalandırıcı, aşağılayıcı ve baskıcı
olmayın,
• Yaşamın akademik başarı
(okul,dershane vb.) dışında birçok alanı kapsadığını ve başarının sadece okul başarısı olmadığını unutmayın, ergene
sosyal ilişki kurabileceği sınırlar tanıyın,
• Herkesin farklı yeteneklerinin
olabileceğini bilin ve çocuğu-
nuzun yeteneklerini fark edip
onu o yeteneğe kanalize edin,
• Takdir edin.
Ya aşırı özgüven…
Yukarıdaki satırları okurken “şimdiki gençlerin problemi özgüven
eksikliği değil, aşırı özgüven” diyenler olabilir. Zira bazen gençlerde
kendine aşırı/gereğinden fazla güvendiğini düşündüren tavır ve davranışlara rastlıyoruz. Gençlerin,
“Bana bir şey olmaz” anlayışı,
anne babaya ve çevreye karşı eleştirel olması, “her şeyi ben bilirim”
tarzındaki davranışlarını bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. İçlerinde bulundukları yaş dönemine özgü olan bu davranışlar zaman
zaman aileleri ve öğretmenleri zor
durumda bıraksa da Psikolog Aykol, bu tür davranış ve tutumların
gencin kimlik ve kişiliğinin temellerinin atılmasında etkili olabileceğini açıklıyor: “Bu durum o döneme özgü ve ergen bireyin çevreyi, kendini keşfetmesine olanak
tanıyan bir duygu olabiliyor. Böyle durumlarda anne-babanın bunu
zedelemeden ve çocuğun kendine
zarar vermesini önleyerek bu güveni yaşaması için zemin hazırlaması gerekiyor. Böylece çocuk bir
pencere
8
birey olarak aileden ruhsal olarak
‘ayrışabilir’ ve kendi kimlik/kişiliğinin temellerini atabilir.”
Güven duygusu kendine
güvenle sınırlı değildir
Güven duygusu sadece kendine
güvenle tanımlanabilecek bir duygu değildir. Gençlerde güven denince akla ilk olarak anne-babaya
güvenmek geldiğini söyleyen Sayın
Aykol, “koşulsuz” bir sevgi ile ve sınırlarına saygı duyularak büyütülen
bireylerin kendileri ile birlikte başkalarına güvenmeyi de öğrenebildiğini dile getiriyor. Aykol güven
duygusunu ve gelişimini şöyle açıklıyor: “Güven duygusu bebeklikten
itibaren gelişmeye başlayan ve
bebeğin önce bakım veren olarak
“anneye” yani dış dünyaya güvenmesiyle ya da “güvenmemesi” ile
ortaya çıkan ve yaşam boyu değişerek devam eden bir duygudur.
Bebeklikten itibaren ihtiyaçları uy-
gun zaman ve biçimde karşılanmamış, duygusal ve fiziksel olarak
ihmal edilmiş bireylerin yetişkinlikte, ilişki içinde hem karşısındakine (dış dünyaya) hem de kendisine güven duyması oldukça güçleşir ve yine psikolojik bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlayabilir.”
Gençlerde beden algısı
benlik algısını etkiliyor
Ergenlik dönemindeki çocuklarının
dış görünüşleriyle çok ilgilendiklerini, aynanın karşısından neredeyse ayrılmadıklarını ya da aynaya
küstüklerini anne babalardan sıkça duyarız. Bu ilginin sebebi gençte meydana gelen fiziksel ve hormonal değişikliklerdir. Bazı gençlerin kolaylıkla atlattıkları bu dönem
bazıları içinse oldukça sancılı geçmekte, bedenleriyle ilgili algıları
olumsuz ve gerçekten uzak olabilmektedir. Mesela kilosu normal olan bir genç, kendini aşırı kilolu olarak algılayabilmektedir. Bu
meselenin konumuzla ilgili olan kısmı ise ergenlerde beden algısı ile
benlik algısı arasındaki güçlü ilişkidir.
Psikolog Aykol, kendi bedenlerini
olumlu olarak algılayan, kendisini
beğenen ergenlerin benlik algılarının da aynı doğrultuda yüksek olduğunu ve kendilerini olumlu algıladıklarını, aksi durumda ise kendilerine bakış açılarının olumsuz olduğunu belirtiyor: “Bilindiği üzere
ergen için en önemli şeylerden biri
fiziksel olarak hem akran grubunda hem de karşı cins tarafından beğenilmek ve kabul görmektir. Bu olmadığında ergenin benlik algısı
zedelenecek ve kendisini olumsuz/yetersiz algılayacaktır. Bununla birlikte günümüzde insanlara
hem basın yayın yoluyla hem de
sağlık alanında sürekli olarak bedene yönelik standartlar aktarılmakta ve “ideal” bir beden tablosu çizilmektedir. Bu yüzden er-
genler buna uyum sağlama telaşıyla
sert ve bilinçsiz diyetler, aşırı spor
vb. sağlıksız tutumlar benimsemektedir. Psikolojik olarak da yeme
bozuklukları denen anoreksiya
nevroza ya da bulimia’ya varan
hastalıklar gündeme gelebilir. Bedene yönelik hassasiyet ergenlikte normal olmakla birlikte bu abartılı boyuttaysa aileler ergenle birlikte bir ruh sağlığı profesyoneline
başvurmalıdır.”
Uzmanımızın sözünü ettiği basın
yayın organlarının sunduğu “güzel
insan” imajının yanı sıra ailelerin ve
çevrenin bilinçli veya bilinçsiz olarak verdikleri mesajlar da gençlerin beden algılarını ve dolayısıyla
benlik algılarını, öz saygılarını etkilemektedir. Medya bir yana, ailelerin çocuklarına beden imajıyla
ilgili sözlü veya sözsüz olarak verdikleri mesajların farkına varmaları ve bu konuda dikkatli olmalarının önemi ortada. Daha önemli bir
konu da insanın bedenden, maddeden ibaret olmadığının bilinmesi, bu anlayışın hayatımıza yansıması ve çocuklara/gençlere gerek
hâl diliyle gerek kal diliyle bu mesajların verilmesi.
İnsanın her şeyden önce “insan”
olarak yaratılmakla kazandığı payeyi bilmek, kendine o gözle bakmak ve o şerefli hâli korumak için
gayret sarf etmek… Şeyh Galip’in
çok güzel ifade ettiği gibi insanın
“âlemin özü” olduğunu bilmek,
hissetmek ve hissettirmek gerekir:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i
âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.”
(Kendine hoşça bak; sen âlemin
özüsün, varlıkların göz bebeği olan
insansın.)
Olumsuz benlik algısı
değiştirilebilir mi?
Kişide benlik algısı kısa bir sürede
ve bir çırpıda oluşmadığı gibi bir çırpıda da değişmesi beklenmez elbette. Olumlu deneyimle olumlu
benlik algısını destekleyeceği ve
kendine güvenini artıracağı için
çocuklara ve gençlere, başarılı olabilecekleri, kendilerini değerli hissedebilecekleri ortamlar hazırlanmalıdır.
Bunun için sabırla ve kararlılıkla uğraşmak gerekir. Uzmanımız Sayın
Aykol, bu konuda gerekirse bir
uzman yardımına başvurmanın
önemine değiniyor: “Olumsuz benlik algısı psikoterapi sürecinde bi-
reyin yaşam öyküsü yeniden ele alınarak ve çeşitli müdahalelerle
daha olumlu ve işlevsel bir hâle getirilebilir, benlik algısı ile birlikte özsaygı ve özgüven arttırmaya yönelik
müdahaleler kullanılabilir.”
“Ergenlik dönemindeki
çocuklarının dış görünüşleriyle
çok ilgilendiklerini, aynanın
karşısından neredeyse
ayrılmadıklarını ya da aynaya
küstüklerini anne babalardan
sıkça duyarız. Bazı gençlerin
kolaylıkla atlattıkları bu
dönem bazıları içinse oldukça
sancılı geçmekte, bedenleriyle
ilgili algıları olumsuz ve
gerçekten uzak
olabilmektedir. Mesela kilosu
normal olan bir genç, kendini
aşırı kilolu olarak
algılayabilmektedir.”
kısa-kısa
10
GEÇ
KALMA
GENÇ
GEL!
Camileri, hayatın ve
şehrin kalbine
yeniden taşıyabilmek
adına son yıllarda her
kutlamada farklı bir
konunun öne
çıkarıldığı “Camiler ve
Din Görevlileri
Haftası” için bu yıl
“Cami ve Gençlik”
teması belirlendi.
Türkiye İstatistik
Kurumu’nun (TÜİK)
“Karayolu Trafik Kaza
İstatistikleri, 2013”
verileri de yaşanan can
kaybının ve ekonomik
zararın büyüklüğünü
ürkütücü rakamlarla
ortaya koyuyor.
rafik kazaları ve buna bağlı
ölüm ve yaralanmalar ülkemizin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Trafikteki
araç sayısının günden güne
artması ve ulaşım ağlarının yetersiz
kalması gibi durumlar, bireylerin dikkatsiz araç kullanımlarıyla da birleşince ortaya çıkan sonuçlar hepimizin malumu… Konuyla ilgili gelinen
son duruma ilişkin Türkiye İstatistik
Kurumu’nun (TÜİK) “Karayolu Trafik
Kaza İstatistikleri, 2013” verileri de yaşanan can kaybının ve ekonomik zararın büyüklüğünü ürkütücü rakam-
T
ençliği anlamak, geleceği inşa etmenin temel esaslarındandır.
Yüce din İslam’ın mabedi ve Kâbe’nin birer şubesi sayılan camilerin safları genç
nesillerden mahrum kaldığında bu
kutsal mekân, kimsesiz bırakılmış
sayılır. Camileri, hayatın ve şehrin
kalbine yeniden taşıyabilmek adına son yıllarda her kutlamada farklı bir konunun öne çıkarıldığı “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” için
bu yıl “Cami ve Gençlik” teması belirlendi. Caminin maneviyatı ile
gençliğin enerjisini buluşturmak,
gençliğin camiye aktif katılımını
sağlamak konusunda toplumda
G
bir farkındalık oluşturmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı birtakım
projeleri uygulamaya geçirdi. "Camide hayat var, geç kalma genç gel"
çağrısıyla bu anlamlı haftaya davet
edilen gençler ülke çapında düzenlenen pek çok etkinlikle; gönül
dünyalarına hitap edebilecek bir camide, yeni bir iletişim dilini inşa sürecinde neler yapılacağına dair çalışmaları takip etti.
Bu doğrultuda günümüzde gençlerimizin yeryüzünü imar etmesi
şuuruyla, değerlerimiz doğrultusunda ve geleceğin sorumluluğunu
da yüklenebilecek nitelikte yetişmesi Rabbimizden en büyük niyazımızdır.
KAZA
GELİYORUM
DEMEDEN...
larla ortaya koyuyor. Buna göre Türkiye’de geçtiğimiz yıl meydana gelen
161,306 trafik kazasında 3,685 kişi hayatını kaybederken 274,829 kişi yaralandı. Ölümlerin %37,2’si, yaralanmaların %66,7’si yerleşim yeri içinde
gerçekleşirken; ölümlerin %62,8’i,
yaralanmaların %33,3’ü yerleşim yerlerinin dışında oldu. Trafik kazalarının
nedenleri incelendiğinde ise sürücü
hatası, taşıt ve yol durumunun en
başta gelen faktörler olduğu görüldü.
Bu kusurların %88,7’sinin sürücü,
%9’unun yaya, %1’inin yol, %0,9’unun
taşıt ve %0,4’ünün yolcu kaynaklı ol-
duğu tespit edildi. Son olarak trafiğin
gün içindeki zamanının da trafik yoğunluğunu ve sürücü performansını
etkileyerek trafik kazalarında rol oynadığı ortaya konuldu. Sonuçlar; bireylerin hem kendi hem de trafikteki diğer araçların güvenliğini sağlamak
adına daha dikkatli ve bilinçli araç
kullanımının gerekliliğini ortaya
koyması bakımından
oldukça önem
taşıyor.
YORGUNLUKTAN
KURTULMAK
mümkün mü?
Daha çok sırt, bel, bacak kasları
bölgesinde, güçsüzlük ve hâlsizlik
şeklinde kendini gösteren
yorgunluğun sadece bedensel
kaynaklı olduğunu düşünebilirsiniz.
Ancak sanıldığının aksine bazen çok
fazla hareketsiz kaldığımızda da
yorgunluk duyabileceğimizi
unutmamak gerekiyor.
H
avaların iyiden iyiye
soğumaya yüz tuttuğu; sonbaharın hızla
kapımızı çaldığı şu günlerde, sıkça karşılaştı-
ğımız sorunlardan biridir yorgunluk… Sizler de şu dönemlerde
“İşlerimi sürekli erteliyorum”, “Sürekli uyumak istiyorum” gibi şikâyetlerle yakınıyorsanız, yorgunlu-
SİRKE temizlikte
bir numara
emizlik malzemelerinin
çeşitlilikte sınır tanımadığı günümüzde, kimyasal madde içeren deterjanlar dikkatli bir şekilde
kullanılmadığı takdirde, sağlık
açısından büyük bir tehdit oluşturur. Ancak konuyla ilgili bilinçli
bireylerin tercihi, genelde doğal temizlik ürünlerinden yanadır… Bu doğal temizleyicilerin başında da şüphesiz
sirke gelir. Birbirinden farklı
kullanım alanlarını ve faydalarını göz önünde bulundurarak
söyleyebiliriz ki sirke; temizlik
konusunda da evlerimizin vazgeçilmezi olmayı hak eden temel ihtiyaç malzemelerinden biridir. Örneğin; sirkeyi, sebze
ve meyvelerin temizliğinde güvenle
kullanabilirsiniz. İçerisine
birkaç damla
T
sirke ilave ettiğiniz suda, sebzelerinizi bir müddet beklettikten
sonra iyice durularsanız; pek çok
bakteri ve parazitin de önüne
geçmiş olursunuz… Yine, küf lekelerini çıkarmak için de sirke ideal bir temizlik ürünü olabilir. Hafif lekeler için, sirkeyi eşit miktarda suyla seyreltebilirsiniz. Sirke, gümüş eşyaların
parlatılmasında da oldukça
etkilidir. Sirkenin ev hanımlarının işini kolaylaştıracak bir diğer faydası da mobilyalar
üzerindeki su lekelerini çıkartması...
Ahşap mobilyalar
üzerine konulan ıslak
bardakların bıraktığı,
silinince geçmeyen beyaz halkaları çıkartmak için eşit oranda
sirke ve zeytinyağını
karıştırıp, yumuşak
bir bezle lekeye
uygulayabilirsiniz.
ğun temel belirtilerini taşıyorsunuz
demektir… Daha çok sırt, bel,
bacak kasları bölgesinde, güçsüzlük ve hâlsizlik şeklinde kendini
gösteren yorgunluğun sadece bedensel kaynaklı olduğunu düşünebilirsiniz.
Ancak sanıldığının aksine bazen
çok fazla hareketsiz kaldığımızda
da yorgunluk duyabileceğimizi
unutmamak gerekiyor. Uzmanlar;
dengeli ve sağlıklı beslenmenin
dışına çıkıldığında, tiroit beziyle ilgili çalışma düzensizlikleri yaşandığında, hatta sigaranın fazla içilmesine bağlı olarak da yorgunluğun artabileceğine dikkat çekiyor.
Dahası yorgunluğun kronik hâle
geldiği durumlarda yeni bilgileri öğrenme ve akılda tutma güçlükleri
sık gözlemleniyor. Ancak alacağınız önlemlerle yorgunluk hissinin
üstesinden gelmeniz mümkün…
Buna göre; öncelikle metabolizmanızın yavaşlamaması için vücudunuzun susuz kalmaması gerekir. Yeteri kadar karbonhidrat
alımı yorgunluktan korunmanızı
sağlar.
Kısa ve sık dinlenme aralıklarını tercih ederek çalışma düzeninizi gözden geçirebilirsiniz. Sabah yürüyüşleri ve sağlıklı bir uyku düzenine sahip olmak da gün içinde yorgunluğunuzu hafifletmeye yardımcı
olur. Sonuç olarak yorgunluk, vücudumuzun fiziksel çalışmaya,
strese, uykusuzluğa verdiği fizyolojik bir cevaptır diyebiliriz... Eğer
hissedilen yorgunluk hâli uzun sürüyorsa sebebinin başka hastalıklar olabileceğini de unutmamak gerekiyor.
biz bize
12
Doç. Dr. Fatma Asiye Şenat
Osmangazi Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
BESMELEYE
DAVET
MEKTUBU
Sevgili Özüm,
Sana ne zamandır bu mektubu yazmayı
istiyordum bilemezsin, tahmin bile
edemezsin... Özel bir gündem maddemiz
var bugün seninle. Bu sebepten hâlinihatırını sormayı, yeniden taşındığın eski
şehrinde günlerinin nasıl geçtiğini sormayı
vereceğin cevapları çok merak etmeme
rağmen başka bir zamana erteliyorum...
Bu mektubun özünü “dost acı söyler”
hükmüne bağlayabilirsin. Sende ne
zamandır gözlemlediğim bir haslet var
cancağızım… Ve sebepleri hakkında
birtakım öngörülerim ve tahminlerim de...
Söylemek istediklerimin özü ise şu:
Az besmeleli bir hayat sana yakışmıyor
Asiye! Dikkat ediyorum, en basitinden
sofraya otururken besmele çektiğine tanık
olmuyorum. Bilmem, belki içinden
diyorsun ama çoğu kez bunu sımsıkı
unuttuğunu seziyorum. Bereket Hz.
Peygamber unuttuğun zaman “öncesine ve
sonrasına” besmele çekmeyi öğretmiş de
yediklerin murdar olmuyor.
biz bize
14
Aslında bir
anne olarak
evlatlarının da
besmeleye
ağızlarının
alışması için
zaman zaman
sesli
mırıldanman
önemli diye
düşünürüm.”
(Bu arada bahis açılmışken, çok fazla
yemene rağmen “daha doymadım” deyince “yoksa besmele mi çekmedin diyen haminneni hatırla. Onun teorisi
doğruysa az yiyip çok beslenmek mümkün ve böylece kilo meselen de kökten
çözüldü demektir ortağım. E, besmele “ekmeğimizin bereketidir” de aynı zamanda.) Ancak Hz. Peygamber evveline ahirine besmele çekmeyi öğretirken
senin gibi daimi unutucuları da kastetmemişti zahir. Bu yolla besbelli besmelesizliğin kirini, sonsuzluğunu, temizlemeye çalışıyorsun. Ancak “Besmelesiz başlayan her işin akıbeti neticesizdir” diyen Hz. Peygamber’in ardı
sıra gitmek için daha fazlası gerek.
Besmeleni çekiver de Süleyman
Çelebi:
“Allah adı olsa her işin önü
Herkiz ebter olmaya anın sonu” dedikçe, her seferinde bütün hayatını
önüne döküp sorgulamaya kalkma.
Aslında bir anne olarak evlatlarının da
besmeleye ağızlarının alışması için zaman zaman sesli mırıldanman önemli
diye düşünürüm. Hani az önce de-
dim ya, bu durumun sebepleri hakkında bazı düşüncelerim var diye, sen çocukken kulağına yeterince Allah adı doldurulmadı gibi geliyor bana.
Çocukken yanında yörende bu kelimeleri daha sık duysaydın, sana şimdi
bu mektubu yazmak zorunda kalmazdım belki de.
Aynı hâlin senin yavrularında da devam
etmemesi için bu lafzı onların kulağına,
zihnine, gönlüne ekmek gerek. Yalnız
ağız alışkanlığı sağlayacağım derken gerçekten sadece ağzın içinde kalan bir
ibare olmaması için bilinç uyanıklığı da
lazım. Bunu nasıl yapacaksın bilmem,
benim aklım o kadarına ermez. Ses tonunla, bakışınla, hâl dilinle anlatmak
belki, orası da senin hocalığına kalmış
iki gözüm, onu da mı ben söyleyeyim?!
Kısaca çocuklarının yanında sesli oku
besmeleyi ama sıradanlaşmasına da izin
verme. Senin çocukluğundan, imdi anneliğinden laf açılmışken...
Az besmeleli hayat örüntünün temel
sebeplerinden biri de bana göre zaten
hep dualı, zikirli-fikirli bir hayatın içinde olmaya gayret etmen...
Diyeceksin ki nasıl? Yani namazım niyazım mı beni besmeleden uzak tutuyor? Şöyle anlatayım. Dikkat et, abdest
alırken, namaza başlarken niyet ediyorsun. Peki, niyetin besmelesi nerede? Oysa burası belki en derinden, ciğerden besmele çekmen gereken durumlardan...
Zaten güzel bir hâlin, demin başındasın diye, aldığın abdestin, kıldığın namazın içinde besmelenin ruh hâli zaten var diye farz ediyorsun. Olmaz sözüm, olmaz iki gözüm...
Çünkü namazla-abdestle ilgili sadece
kaba hatalardan değil, incelikli bütün
risklerden (şeytanın artan hırsı ve
oyunları, gösteriş tasası, kendini
beğenme vb.) de Allah’a sığınmak
lazım. Bunların her birini her an sayamazsın ama “can özünden besmeleyi çekince” hepsinden korunmak üzere zırhını kuşanmış
olursun. Besmele sadece tehlike
hissedince, telaş yüreğini derinden vurunca kuşanılacak zırh değil bir başka
deyişle. Dolayısıyla ken-
dini rahat hissetmediğin, tedirginlik veren durumlarda “Bismillah, Allah’a tamamen güvendim çünkü değiştirme
gücü ve kudreti sadece Allah’ın elinde”
duasını okuduğun gibi tamamen sütliman gibi gözüken durumlarda da
adını anmak gerek Cemil ve Celil’in.
An’ın farkında olmayı da zorunlu kılan
besmele aslında Allah’ı hayatın her alanına davet etmenin de adı, yolu. Yine
diyeceksin ki Allah zaten hayatımızın
her anında yanımızda değil mi? El-hak
öyle. Ama her hayırlı işin başında
O’nun güzel adını anmak hayrın farkında olmayı zorunlu hâle getirdiği
gibi sürecin tamamında da istikamet
üzere olmaya davet ediyor. Haram
işe besmeleyle başlayacak hâlimiz yok
ama helali işlerken de her adımı O’nunla atmanın çok yönlü bir bilinç yenilenmesi sağladığı tartışmasız.
Allah’ı sık sık anıp “rahatsız etmekten”
dem vuran tuhaf çıkarımlara prim vermediğine güvenirim. Kulun hayatına davet edilmek kulun hayatına kalite kattığı gibi Allah için de çok kıymetli olmalı. Baksana “Beni çok çok anın... Siz
beni anın, ben de sizi anayım” diyor.
İşte sana diyeceklerim bu kadar. Oh be,
söyledim kurtuldum, gereğini yapmak
sana ait artık. Haydi, Allah’a emanet
olasın can özüm…
biz bize
16
Aydan Usta
Turgutlu Müftülüğü
Hatice Orhan Kur’an Kursu Öğreticisi
YÜREKLERE
SEVGİ
TOHUMLARI
EKEBİLMEK
Hep duyarız; “Her
şeyin başı sevgi,
sevgiyle bütün
engeller aşılır”
diye. Herkes de
kayıtsız şartsız
kabul eder bunu.
Peki, bu sevgi
tohumları nasıl
ekilecek kalplere?”
Ü
zerinde uzun
uzun konuşulup yazılası bir
konu... Hatta
şiirlerle, güzel
cümlelerle çok
da güzel süslenebilir. Ama ne yazık
ki merkeze kendimizi sevmeyi koymazsak; ne söylersek söyleyelim,
ne yaparsak yapalım her şey eksik
kalır. İyi de kendimizi nasıl seve-
ceğiz? Yaptığımız her güzel davranışta yanağımızdan makas alarak
değil tabii ki. Olması gerekeni yaptığımızda “Şerefli bir insan gibi davrandım” deyip Yüce Yaradan’a şükür bilincinde olmamızın yanında,
yanlış yaptığımızda pişman olup
“Yüce Yaradan beni halife kıldı,
oysa ben bu makama layık olamadım” bilinciyle pişman olup af dilemektir. Yaptığı yanlışta da doğruda
da farkındalık yaşayıp gerekeni yapmasıdır insanın kendini sevmesi. Sonuçta, müthiş bir iç huzuru ve ellerinde başkalarının kalbine ekeceğin sevgi hazineleri…
Gelelim sonraki aşamaya. Elimizdeki
sevgi tohumlarını başkasının kalbine nasıl ekeceğiz? Aslında uygulamaya dökülünce çok da zor olmadığını görüyoruz. Olmazsa ol-
tir. Yüce Yaradan Kur’an-ı Kerim’de; "Ey iman edenler! Başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız iyilikleri boşa çıkarmayın!"
(Bakara, 2/264.) buyurmuyor mu?
Somut örnekler verecek olursak;
hiç ummadığı bir anda bir öğrencinizin gözlerinin içine bakıp “Söyle bakalım, hayatta en çok istediğin şey nedir?” sorusunu yöneltmek...
Bu soruyu belki cevabını gerçekten
merak ettiğin için değil, (verilen cevap ilerleyen zamanlarda değişiklik gösterecektir) onun hayallerine
duyduğun saygıdan sorarsın. Belki en yakını bile sormamıştır bu soruyu ona. Arkası gelir tabii. Basit bir
sorunun araladığı kapıdan koca bir
yürek karşılar seni. Ne hayaller, ne
umutlar ve daha neler neler… En
önemlisi de biri onu dinliyordur,
sorgulamadan, hayallerine karışmadan. İşte ilk tohum…
Her zamankinden farklı bir ruh
hâliyle gözlemlediğin birinin omzuna dokunarak “Hayırdır?” sorusunu sorman, onun hassasiyetini
anlaman bile yeterlidir bazen. Yanlış yaptığını bildiğin bir çocuğun
gözlerine rencide etmeden, kaçamak bakışlarla “Herkes yanlış yapar ama ben seni seviyorum” mesajını verebilmektir sevgi tohumu
ekebilmek.
“Yanlış yaptığını bildiğin
bir çocuğun gözlerine
rencide etmeden,
kaçamak bakışlarla
“Herkes yanlış yapar ama
ben seni seviyorum”
mesajını verebilmektir
sevgi tohumu ekebilmek.”
mazımız samimiyetimizdir. Ismarlama, yapmacık sözler, zoraki davranışlar karşımızdakine verdiğimiz
kıymetin ölçüsünü hemen ortaya
koyar. Sırf desinler diye yapılan
göstermelik davranışlar, bize olan
güveni sarsar. Bir güzellik yapacaksak, bunu bütün insanlığın
duyması gerekmez. Herkesin gözüne sokarak yapacağımız bir iyilik, pek de kıymetli olmasa gerek-
En umulmadık anda yaşlı birinin ziyaretine giderek “Unutulmadın,
aklımdasın” mesajını vermektir.
Düğünde, bayramda, cenazede
yalnız olmadığını gösterebilmektir.
“Bana zaman ayırabilir misin?” dediklerinde, günün modası olan
“çok yoğunum” sözünün arkasına
gizlenmeden evini, gönlünü açabilmendir. Sevgi tohumları ekmek
için büyük meblağlar ödemek de
gerekmez. Onun çok arayıp bulamadığı bir kitabı gördüğünde, tereddütsüz alıp hediye etmek “Senin isteklerini önemsiyorum”un
sessizce söylenişidir. Çok da zor
gibi durmuyor aslında değil mi?
Çünkü mesele Allah (c.c.) için sevebilmek, O yarattı diye sevebilmek, eşref-i mahlûkat olduğu için
sevebilmek.
Mesele duyarlı olabilmek, gözlerini kapatmamak, kulaklarını tıkamamak. Mesele sevgi tohumlarını
önce içimize ekebilmek... Nasıl
olsa günü gelince filizlenir başka
yüreklerde…
serbest kürsü
Sevde Nur Özkan
18
Gençlere Sorduk...
Yaşamınızda benlik algınızı etkileyen
hususlar neler oldu? Aileniz size
yeterli öz güveni kazanmanızda
yardımcı oldu mu?
8)
Koçak (1 s notlarım yüke
iy
r
y
a
H
r
, öğretn beri de
çevrem
ğumda
Çocuklu uştur. Arkadaş aman beni takz
sek olm ve ailem de her a oldular. Bahd
m
menleri r ve hep yanım algımın pozitif
dir ettile bu husus benlik sağladı diyebisettiğim luşmasına katkı evgi gördüğüm
yönde o lardan daima s amın asıl sebelirim. On venimi kazanm
ü
için öz g
.
bidirler
Şevket Bak
ır (23)
Çevremdek
ni çok um i insanların söylemle
ri
var. Her za ursamayan bir yapımm
a
n
b
a
na göre do
olanı yapa
ğru
rı
ğumdan b m. Ailem de çocuklu
eri kendim
e olan güv nimi oluştu
erm
u
ş ve deste
lerdir.
klemiş-
Birgül Değirmen (17)
Uzun süredir cildimdeki sivilceler beni
rahatsız ettiği için rahat hareket edemiyorum. Örneğin insanlarla fazla
konuşmak istemiyorum. Bu da bende
karamsarlık ve çekingenlik oluşturmuş
durumda. Ailem ise bütün konularda
öz güvenimin tam olması için çaba sarf
ediyor.
a
n
ı
n
a
Uzm uk...
d
r
o
S
Nazlı Özburun
Uzman Aile Terapisti
B
an (21)
Cafer Yağbas
em benlik
ında yetişm
Zor şartlar alt bir şekilde etkiledi.
algımı ciddi r beraberinde manevi
Maddi sorunla tirdi. Ailemin; benim
sıkıntıları da gein öz güven oluşumu
ve kardeşlerim çli olduğunu düşünn
hakkında bili
müyorum.
enlik algısı; insanın kendisini nasıl algıladığı, çevre
tarafından nasıl algılandığı, ne olduğu ve ne olması gerektiği ile ilgili düşün-
celeridir.
Bireyin benlik algısı üzerinde aile tutumları çok önemlidir. Birey, kendisini değerli gören bir ailede doğmuşsa
olumlu bir benlik algısı geliştirmesi
daha kolaydır. Bunun için anne babanın bebeği istemeleri ve bebeğin
gelişine hazır olmaları önem taşır. Yaşamın ilk yıllarında sevgi ve ilgi görmek, önemsenmek, değer verilmek
gibi olumlu yaşam deneyimleri olumlu benlik algısının, bunun tersi olan
ihmal edilmek ve yok sayılmak gibi
olumsuz yaşam deneyimleri ise olumsuz benlik algısının gelişmesine neden olur.
Anne, baba ve çocuk arasındaki güvenli bağlanma ve ebeveynin çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olması ço-
Anne Babalara
Sorduk...
sen (44)
erFidan Ar
cesaret v da
r zaman
ma he
klarım
Çocukları şünüyorum. Çocu şamadıdiğimi dü ılı olduğu için anlair şey yasakin yap durum olmadı. B fikirlerini
ğımız bir zaman onların hareket
e
pacağım ldım ve bu ölçüd
a
a
k
mutla
ettim.
Çocuğunuz olumlu bir benlik algısına
sahip mi? Onun sahip olduğu benlik
algısında sizin payınız nedir?
Kadir Baloğ
lu (39)
B
iraz sinirli b
cuğum çok ir doğam olduğu için ço
ra
olabilir faka hat hareket edemiyo
r
t onu çok
severim. İm
kânlar nisp
e
getirmeye ç tinde arzularını yerin
e
alışırım. İlgi
sevdiği şeyle
alanlarına v
e
ranışlarını v re saygı gösteririm. Dav
e dış görün
ğendiğimi d
ile getiririm. ümünü be-
Sakine Koral (50)
Evet. Çocuklarımızın olumlu bir
benlik algısına sahip olabilmesi için
bize düşenleri yapmaya çalıştık.
Çocuklarımızın hayal dünyalarını
ve isteklerini destekledik. Toplum
içerisinde daima onure ettik.
cukta sağlıklı bir benlik bilincinin ve
kendisini önemli hissetme duygusunun yerleşmesine yol açar.
Benlik algısının olumlu gelişmesi,
başkalarına zarar verme pahasına da
olsa bireyin kendisini iyi hissetmesi, bir özgüven patlaması değildir.
Tam tersine olumlu benlik algısı
geliştirmiş kişiler, çevresindeki insanlarla ben değerliyim, benin dışımdaki herkes de değerli inceliğinde iletişim kurarlar.
han (36)
a
r
a
K
r
a
t
k
a
r
Fatma Bay
nlik allumlu bir be
rum.
larımın o
Evet, çocuk olduğunu düşünüyo şfete
ip
k
h
a
e
ıma v
gısına s
kendini tan
tiyaç
Çocuklarım de yardımlarıma ih larık
me evresin Bir anne olarak çocu mer.
lu
a
m
rl
lu
o
y
o
lara
duyu
riyle
çlerinde on
mın bu süre k, dinin güzel emirlerdım
re
a
y
sajlar vere rının şekillenmesine
benlik algıla
ediyorum.
Aile içinde varlığıyla kabul gören, fikirleri önemsenen ve dikkate alınan,
başarıları fark edilen bireyler olumlu benlik algısı geliştirirler. Fiziksel
veya zihinsel özellikleriyle dalga geçilen, başarıları yetersiz görülen çocuklar kendilerini kabullenmekte
zorluk yaşarlar. Kendilerini ifade
etmekte ve çevreleriyle iletişim kurmakta zorlanırlar.
Olumlu benlik algısı bireye yaşamda başarı ve mutluluk getirir, ya-
şamda karşılaşılan problemlerle
daha kolay baş etmesini sağlar.
Çoğunlukla psikolojik sağlık; benlik
algısı ile yakından ilişkilidir.
Anne babaların, çocuklarıyla ilgilenirken değer vermeyle şımartmayı
ayırt etmeleri önemlidir. Ergenlik döneminde ergenin fikirlerini dinlemeyi,
gerektiğinde cesaretlendirmeyi bilerek olumlu benlik algısı geliştirme
ve devam ettirme konusunda dikkatli olmaları gereklidir.
aile-ce
20
Fatih Sönmez
Uzman Psikolog
Çocuk ve
Ergenlerde
KENDİNE
ZARAR
VERME
Yapılan araştırmalarda
kendilerine fiziksel
zarar veren bu çocuk
ve ergenlerin
ebeveynlerinin büyük
oranda boşanmış
oldukları
görünmektedir. Aile
içindeki şiddet ve
uyumsuzluk bu çocuk
ve ergenlerde suçluluk,
kendini sorumlu tutma
ve bunun yanında
evdeki ilişki biçiminin
şiddet olmasından
dolayı kendilerini
şiddetle ifade etmekte
oldukları
görülmektedir.
endine zarar verme davranışlarının başlangıcının on iki- on üç yaşları
olduğu söylenebilir. Sıklıkla zarar verilen beden
bölgelerinin sırasıyla kollar, eller,
bilek bölgeleri ile bacaklar ve nadir olarak boyun bölgesi olduğu
görülmekte, cinsel organlara ve
göğse kesinlikle zarar vermemektedirler.
Konuya kendine zarar veren bireyler açısından bakıldığında, sakinleşme açlığı içinde bulundukları
söylenebilir. Her biri aynı zamanda “içlerinde kopan bir fırtınadan,
sürekli dalgalanan duygulardan”
bahsetmektedirler. Bu davranışları
yapma nedenlerini, anlık rahatlama, öfkeyi kontrol etme, kan görünce rahatlama, sakinleşme ya da
o andaki gerilimi giderme ve zevk
alma olarak açıklamaktadırlar. Zarar verme davranışlarını, kendilerini öldürmek için yapmadıklarını
K
ifade etmektedirler. Kendilerine
zarar verme davranışları, açıkça
ikincil kazanç sağlama ve diğerlerini kontrol etme amaçlı değildir.
Kendilerine zarar veren ergenlerin
öykülerinde fiziksel ve cinsel istismarın ağırlığı dikkat çekicidir.
Kesme davranışının belirli periyodlarda tekrarlayıcı olduğu ve zarar verme davranışlarından en
sıklıkla kullanılan metodun kendini
kesme olduğu dikkat çekmektedir.
Ardından kendisini bir yerlere vurma ve saç yolma gelmektedir.
Kendine zarar veren ergenlerin
anne babalarının büyük oranda,
ergen küçük yaşlarda iken ayrı yaşamaya başlamış ve boşanmış
çiftlerden oluştuğu söylenebilir.
(Tedavisini sürdürdüğüm ergenlerin ailelerinde boşanma genellikle ilkokul öncesi döneme denk
gelmektedir.)
aile-ce
22
“Kendine zarar verme
çocuğun ve ergenin
çaresizlik duygularının bir
dışa vurumudur. Bu çocuk
ve ergenlerin ailelerinde
ebeveynlerin duygularını
söze dökme yoktur ve
konuşmaktan ziyade kavga
ederler. Aynı zamanda bu
çocuk ve ergenlerin
ailelerinde alkol ve madde
kullanımı da yaygın olarak
görülmektedir.”
Kendilerine zarar veren ergenlerin
babalarını tanımlayışları genellikle
dengesiz, olur olmaz yerde kızan ve
içi boş otorite figürleri şeklindedir.
Büyük çoğunluğu anne figürünü oldukça baskın, katı ve kuralcı, nüfuz eden; ama öz bakımları yerinde olmayan, feminen özelliklerden
uzak bir şekilde tasvir etmektedir.
Annelerin bir kısmının geçmişte kişide kimlik, bellek, algı ve çevre ile
ilgili duyumlar gibi normalde bir bütün hâlinde çalışan işlevlerin bütünlüğünün bozulması, majör depresyon, alkol, madde kullanımı ve
intihar girişimlerinden ötürü psikiyatrik yardım aldığı ya da devam ettiği söylenebilir.
Ergenler zarar verdikleri bölgeleri
gizlemeye çalışmaktadırlar. (Çoğunlukla uzun kollu giysiler giyerek
kollarındaki kesikleri gizleme eğilimi vardır.)
Yukarıda çocuk ve ergenlerde görülen kendine zarar verme davranışlarının en sık rastlanılan vakalarından bahsettim. Peki, bu çocuk
ve ergenler neden kendilerine zarar verme yolunu seçerler?
Yapılan araştırmalarda kendilerine
fiziksel zarar veren bu çocuk ve ergenlerin ebeveynlerinin büyük
oranda boşanmış oldukları görünmektedir. Aile içindeki şiddet ve
uyumsuzluk bu çocuk ve ergenlerde suçluluk, kendini sorumlu
tutma ve bunun yanında evdeki
ilişki biçiminin şiddet olmasından
dolayı kendilerini şiddetle ifade
etmekte oldukları görülmektedir.
Şiddet gören, dışarıya yöneltemediği şiddeti kendisine yöneltmekte ve bununla yaşadığı huzursuzluk ve kaygıyı azaltma umudu içinde olmaktadır. Ailede görülen şiddet ilişkisi otomatik olarak çocuğa
yansır. Kendine zarar verme çocuğun ve ergenin çaresizlik duygularının bir dışa vurumudur. Bu
çocuk ve ergenlerin ailelerinde
ebeveynlerin duygularını söze dökme yoktur ve konuşmaktan ziyade
kavga ederler. Aynı zamanda bu
çocuk ve ergenlerin ailelerinde alkol ve madde kullanımı da yaygın
olarak görülmektedir.
Bir yandan bu yaptıklarından utanç
duyan söz konusu çocuk ve ergenlerin psikolojik destek ve yardım almalarının gerekli olduğu gibi
bu destek ve yardımın söz konusu
ailelere de uygulanması gerektiği
önemle belirtilmiştir.
Türkiye’de orta ve dengi okullarda
okuyan öğrencilerin %30’luk kısmında kendine zarar verme davranışı görülür. Toplum ve ruh sağlığı açısından bakıldığında bu ciddi bir orandır.
Bu davranışları gösteren çocuk ve
ergenlerin aileleri ya da okuldaki
psikolojik danışmanlar tarafından
zamanında fark edilip, zamanında
müdahale edildiği takdirde çok
vahim olabilecek sonuçlar önle-
nebilir. Kendine zarar verme davranışı her ne kadar intihar teşebbüsü olmasa da bu davranışlar
intihar teşebbüsünün yani çocuk
ve ergenin öz yıkımının bir sinyali
olabilir. Ayrıca bu davranışları sergileyen çocuk ve ergenler daha
sonra bu davranışlarla yetinmeyip
alkol, uçucu ve uyuşturucu maddeye yönelebilirler. Bu davranışların aileler tarafından basite alınması
ya da numara yapıyor, dikkat çekmeye çalışıyor gibi düşünülmesi bu
bireylerin ruhsal ve fiziksel kayıplarına neden olabilir.
Bir davranış varsa bunun ruhsal nedenleri vardır ve içinde duygusal ve
düşünsel çatışma barındırır. Bu
tarz davranışlar özellikle çocukluk
çağında başlar ve anlaşılmazsa
ergenliğe sıçrar, daha sonra yetişkinlikle ağır ve geri dönüşü çok zor
ya da imkânsız yeni olumsuz davranışlara yol açar.
Kendine zarar vermenin nedeni
ne olursa olsun bu geçerli bir çözüm değildir. Asıl sorunun kısa
zamanlı ve geçici olarak kaybolmasına yarar ve sorunun tamamen
ortadan kalkmasına hiçbir fayda
sağlamaz. Burada yapılacak asıl çözüm; kişinin kendine zarar verme
davranışlarının nedenlerini araştırmak ve ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
Sorumlu ben miyim?
Keşke farklı
açıdan baksaydım!
Affetmeli
ne kaybed miyim,
erim ki?
GEÇMİŞİMİZDEKİ
OLAYLARA
DOĞRU
BAKABİLMEK
█
Serhat Yabancı
Evlilik Terapisti
Hayat devam
ediyor. Zaman
algımız, hayatı
algılamamızı
etkiliyor. Sürekli
geçmişe takılıp
kalmak, nasıl ki kişiyi
mutsuz ediyorsa
sürekli geleceği
düşünmek de bir o
kadar mutsuz
etmektedir.
aile-ce
24
eçmişe takılan üzüntü
yaşarken, geleceğe takılan ise kaygı yaşamaktadır. İşte böyle
bir durumda geçmiş
ile gelecek arasında
sıkışmadan bugünümüzü yaşamak
gerekiyor. Geleceğe yatırım yapmak, geçmişte yaşananlardandersler çıkarmak ve olumsuz yaşantılara güçlü bir şekilde “hoşça
kal” demek lazım. Sağlıklı bir hoş
geldin ve sağlıklı bir hoşça kal için
affetme mekanizmamızı çalıştırmalıyız. Hem kendimizi hem diğer
insanları affedip, olumsuz duygulardan ve geçmişten gelen duygu
yüklerinden kurtulmamız gerekiyor.
Psikolojik deneyimler aslında bireyin psikolojik açıdan güçlenmesini de sağlar. Dezavantaj gibi görünen durumları, birey kendi içinde geliştirdiği savunma mekanizmalarıyla avantaja çevirebilir. Böylece birey, kendi içsel dünyasına
yaptığı bu özel yolculukta acılarına
yüklediği anlamlarla derinleşir ve
yaşam böylece deneyimlerimizle
hayatın içindeki acı, tatlı, iyi, kötü
gibi durumlara atfettiğimiz değerlerle mana kazanır.
Geçmişi temizlemek konusuna
geçmeden önce, şu hususu en
başta belirtmek gerekir: Yaşantıyı
silmek, unutmak sistemsel olarak
mümkün değildir. Beyin, “Bu benim canımı çok sıkıyor, şu yaşantıyı delete yapayım” diyemez. Ancak bir organik sorun (hastalık
veya ağır yaşlılık) durumunda bu
kısmen olabilir. Kimse de yaşanmış
bir olayı silmek için nörolojik bir
hastalık geçirmek istemez. O hâlde yaşanılan bir şeyi unutmak değil, ancak doğru yorumlamak ve
buna bağlı olarak da onun sebep
olduğu duygulardan arınmak mümkün olabilir.
• İlk yapılması gereken, unutmak
için zihnimizi zorlamaktan vazgeçmektir. Geçmişi unutmaya
çalışmak, hatırlama oranını arttırır. Çünkü unutmak için devamlı “unutmalıyım” telkinini
hatırlamak zorundasınız. Bu
durum ise, problemi çözülemez bir hâle getirir.
G
“Yaşanılan olayları
öncelikle kabul etmeliyiz.
Sorunu kabul etmeyen
çözüm bulamaz. Ayrıca
kabul etmek, onaylamak
değildir. Yaşanılanı doğru
bulmasak bile
kabullenmemiz, çözümü
kolaylaştırır.”
• Olumsuz içerikli geçmiş olaylarla yaşamak; çoğu zaman değersizlik, pişmanlık, suçluluk,
kandırılmışlık, öfke, kin gibi
duygu ve düşüncelere maruz
kalmamıza neden olur. Aslında
sadece olayı hatırlamak ile bitmez. İlave olarak az önce bahsettiğimiz duygu ve düşünceleri
de beraberinde çağırırız. Peki,
bu olaylar neden herkeste aynı
etkiyi oluşturmaz? Bu olayı yaşayanlarda, neden hissedilen
duygular farklıdır?
• O hâlde bizi üzen ve mutsuz
eden olayların bizzat kendisi değil; bizim onlarla ilgili bakış açımız, duygu, düşünce ve yorumlarımızdır.
Olaylar ile yıllarca beraber yaşamak
yerine onları çözmeye, analiz etmeye ne dersiniz? Peki, bunu nasıl yapacağız?
Kişisel gelişim kitapları genelde
“Unutun, takılmayın, anı yaşayın”
gibi cümleler sarf eder. Ama bilmeliyiz ki, bu o kadar kolay değil,
kolay olsa yapardık.
Unutmak, yok saymak, küçümsemek veya abartmak da çözüm değil.
Aşama aşama
değerlendirelim:
• Yaşanılan olayları öncelikle kabul etmeliyiz. Sorunu kabul etmeyen çözüm bulamaz. Ayrıca
kabul etmek, onaylamak değildir. Yaşanılanı doğru bulmasak bile kabullenmemiz, çözümü kolaylaştırır. Keşkeler hayatımızda hayal kırıklıkları ve hataların suçluluk sonuçlarıdır.
Olayın yaşandığı gerçeğini bizim
bakış açımız değiştiremez.
• Sosyolojide bir kural vardır:
“Olayı, zamanı içerisinde yorumlamak” İşte esas noktamız
bu. Biz başımızdan geçen olayları yorumlarken, o dönemden
ve o günkü şartlardan bağımsız
yorumluyoruz. Bu nedenle, hep
bir eleştiri, bir haksızlık, pişmanlık, kandırılmışlık duygusu
içine kapılıyoruz. İkinci bakış
açımız bu olmalı. O gün yaşanılan olayı, bir bütün olarak
ele alalım. Çevresel etmenler,
ruh halimiz, olgunluk düzeyimiz,
yaşımız, çaresizliğimiz, duygularımız vb. tüm etmenleri, başımızdan geçen olayları dikkate almadan doğru yorumlayamayız. Kendimize haksızlık etmiş oluruz. O zaman içinde
tepkimiz, duruşumuz, bize verilen rol vs. tüm eylemler bir bütündür. Eğer bugün olsa “şöyle yapardım, keşke şunu deseydim, yapsaydım veya yapmasaydım” gibi düşüncelerimiz var ise bunu “o gün öyle gerekiyordu, şartlar onu yapmamı
gerektirdi” diyerek gerçekçi bir
yorum geliştirebiliriz.
• Değiştiremediğimiz, dışımızda
gelişen olaylar ve çaresizliğimiz
söz konusu ise sorumluluğumuz
yoktur. “Nedenleri ben seçmedim, kuralları ben koymadıysam
sorumlusu da ben değilim” diyebiliriz.
“Olayları
değiştirmeyeceğimize
göre onları yorumlarken;
kendimizi suçlamamalı,
tüm şartları birlikte ele
almalı, zamanın ruhu
ilkesine bağlı kalmalı ve
bugünkü şartlar ile
geçmişi
yorumlamamalıyız.”
• Kendimizi suçlamamız, sadece
kendimizi kötü hissettirir. Niye
böyle davrandım demek yerine
yaşantıyı kabul et ve sorumluluğunu gözden geçir diyebiliriz.
Kendimizi suçlasak da suçlamasak da bir şeyi değiştiremeyiz. Bunun yerine neden sonuç
ilişkilerine odaklanmalıyız. O
an çaresiz olabiliriz, kendimizi
kötü hissedebiliriz, olgunluk
düzeyimiz yetersiz olabilir. Nedenleri hem kendi gelişimimiz
hem de çevresel etmenlerle
beraber ele almalıyız.
• Olayın yarattığı acı ve keder, bizim yorumumuzla şekillenir.
Yani bizim o olayı yorumlamamız acı ve keder oranını direkt
şekillendirir. Ayrıca acı var ise,
hayatımızda önem verdiğimiz
bir şey var demektir. Önemsiz
bir şeyin acısı da değeri kadardır.
• Bugünümüzü şekillendirirken
çıkmaza düştüğümüzde, bunu
geçmişe ve çocukluğumuza
bağlamak bir savunma mekanizmasıdır.
• Sonuçta, nasıl düşünürsek öyle
hissederiz. Olayları doğru yorumlamak, doğru hisleri meydana getirir.
• Olayları değiştirmeyeceğimize
göre onları yorumlarken; kendimizi suçlamamalı, tüm şartları
birlikte ele almalı, zamanın ruhu
ilkesine bağlı kalmalı ve bugünkü
şartlar ile geçmişi yorumlamamalıyız. Bu konuda esas olan unutmak
değil, kendimizi de diğer insanları
da affetmektir. Affetmek, geçmişten gelen olayların duygusal yükünden kurtulmamızı sağlar. Düşünün ki, hem kendimize olan öfkeyi hem başkalarına olan öfkemizi
ne kadar taşıyabiliriz? Ne kadar
daha onları cebimizde taşıyıp bir
yandan da mutlu olabiliriz? Bu,
hem yaşadığımız andaki pozitif
duyguları kaçırır hem de bizi yıllarca
depresif yaşamaya mahkûm eder.
12
3
4
56
7
89
10
Yaşadığın olayı, arkadaşın yaşamış olsa ve sana şu an anlatıyor olsa, ona ne söylerdin?
Nasıl bir öneride bulunurdun?
Yaşadığın olayda sen
neleri değiştirebilirdin?
Unutmak; mekanik ve zihinsel olarak mümkün olmadığına göre en
sağlıklısı affetmektir. Bu arada affetmek, aynı şeylerin tekrar yaşanacağı veya affettiğimiz kişilerle tekrar görüşeceğimiz anlamına gelmez.
Sadece olumsuz duygulardan arınmak (kendimiz) için yaparız.
Bu anlamda Allah’a bırakmak da affetmek anlamında manevi tedavi
sağlar. Bilinç düzeyimizi yükseltmek
ve farkındalığımızı arttırmak için
aşağıda sıralanan soruların cevaplanması faydalı olacaktır.
Olayda farkındalığın yoksa
sorumluluğun olabilir mi?
Bu olay başka nasıl
düşünülebilir?
Şu an geçmişteki olay ile ilgili ne
yapılsa kendini mutlu hissederdin?
Farkındalığın var ama değiştirebilecek gücün yoksa yine
sorumlu olur muydun?
Bu olaya hep bildiğin ve yorumladığın
gibi bakmaya devam edersen ne olur?
Farklı baksan ne
kaybedersin?
Şu an ne olsa o olaydaki
karakterleri affederdin?
Affetmemek sana ne
kazandırıyor?
Soruları kâğıda yazıp tek tek cevaplarsak, olayı ve olayların derin
analizini yaparak tekrar sorgulamış oluruz. En azından fark
etmediğimiz bakış açılarını ve hataları da görmüş oluruz.
söyleşi
26
Sevde Nur Özkan
Lübnan kökenli bir ailenin çocuğu olarak
16 Temmuz 1981’de Lübnan’da doğan
Maher Zain, sekiz yaşında İsveç’e
taşınmalarından sonra bu ülkede
yaşamaya başlamıştır. Maher Zain;
R&B şarkıcısı, söz yazarı ve bir müzik
yapımcısıdır. Genç sanatçının 2009’da
çıkarmış olduğu ilk albümü “Thank You
Allah” uluslararası büyük bir başarıya
imza atmıştır. 2012’de piyasaya sürülen
“Forgive Me” albümüyle yakaladığı
başarıyı sürdürmüştür. Türkiye’de de
geniş bir dinleyici kitlesine sahip olan,
güler yüzüyle tanıdığımız Maher Bey ile
Diyanet Aile Dergisi okuyucuları için
güzel bir sohbet gerçekleştirdik.
Allah’ın
yardımı olmadan
başarı gerçekleşmez
üziğe başlamanız ve müzik kariyerinizin
devamı nasıl gerçekleşti?
Çocukluğumdan beri müzik, hep hayatımın bir parçası oldu. İlk ilhamımı Lübnan’da yaşadığımız sırada, sık sık şarkı
söyleyen dedemden aldım. Yıllar geçtikçe içimdeki müzik aşkı büyüdü ve bir gün,
şu anda dünyadaki en büyük müzik yapımcılarından biri olarak kabul edilen
RedOne’la tanıştım. Bu tanışmayla birlikte
müzik benim için daha ciddi bir uğraşı, bir
meslek hâline geldi. Sonraları ise bu kariyeri bitirme kararı aldım; çünkü müzik piyasası içinde kendimi rahat hissetmiyordum ve aynı zamanda bir dönüşüm yaşıyordum. Sonunda 2008 yılında şu anki yapımcı şirketimle bir sözleşme imzaladım
ve ilk albümümü çıkardık, devamını zaten
biliyorsunuz…
söyleşi
28
“Ben şuna inanıyorum; bir
vizyonunuz varsa,
inanıyorsanız ve bu hedef
doğrultusunda çok
çalışıyorsanız Allah’ın
izniyle başarıdan başka yol
yoktur. Ayrıca anne
babamın dualarının da
benim başarım üzerinde
çok etkili olduğuna
inanıyorum.”
Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar tarafından dinleniyorsunuz ve müzik dünyasında kısa bir
sürede ciddi bir başarı elde ettiniz.
Bu başarıyı elde etmenizi sağlayan
ilhamınız nereden geliyor?
Her şeyden önce şuna inanıyorum:
Allah’ın yardımı, lütfu ve keremi olmadan hiçbir başarı gerçekleşmez. Hayatta elde edilen başarıların ve ilerlemelerin temelinde
Allah’ın yardımı yer almaktadır.
Buna gönülden inanıyorum. Şunu
da açık yüreklilikle söylemeliyim ki
hayattaki her şeyden ilham alırım.
Temel olarak sahip olduğum inancım ve kişisel hayatımdaki tecrübelerim beni yönlendirdi ve yol
gösterdi. Şöyle ki; Doğu kökenli
olan, dolayısıyla Doğu altyapısı
olan ve Batı’da yetişen biri olarak
her iki kültürün hayatımda birleşmesi, kendisini müziğimde de gösterdi. Her iki kültürün de enstrümanlarından faydalanma imkânı
buldum. Bu ayrıcalıklı durum ise
herkese nasip olmayan bir zenginliktir.
İnsanların kalbine dokunan bir
tarzınız var ve kalpleri fethettiniz.
R&B müzik stilinizle büyük bir hayran kitlesine sahipsiniz. Bu müzik
tarzının insanların iç dünyalarını etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Küresel düzeyde müzik olgusuna
bakıldığı zaman, müziğin insanları olumlu ya da olumsuz yönde rahatlıkla etkileyebilecek güçlü bir
araç olduğu görülecektir. Müzik insanların ruh dünyasının, manevi atmosferinin üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. Bu bir gerçektir. Müzi-
ği dinleyip de içeriğinden ve taşıdığı manadan olumlu ya da olumsuz anlamda etkilenmemek mümkün değildir. Ben müziği olumlu,
ruhu şenlendirici, duyguları canlandırıcı ve ilham veren mesajlar
yayan bir araç, aynı zamanda da bir
eğlence aracı olarak kullanıyorum.
Şundan da çok mutluyum: Elhamdülillah dünya çapında, her ülkede müziğim geniş kitleler tarafından kabul gördü ve edindiğimiz
intibaya göre insanlar üzerinde
olumlu bir etkisi var. Bu durum da
beni mutlu ediyor. Bu yüzden Allah’a şükrediyorum.
“Thank you Allah” (Çok şükür Allah’ım) isimli albümünüz 8 Platin
plak ödülü kazandı ve 2010 yılında en çok satılan albüm oldu. Bu
başarıyı nelere borçlusunuz?
Bu albüm üzerinde gerçekten çok
ciddi bir şekilde çalıştık ve arkamda büyük bir takım var. Başarı tek
başına elde edilen bir şey değildir.
Arkanızda aynı ideallere gönül vermiş kaliteli bir takım varsa, başarıya ulaşmanız daha kolay olur. Bu
takımda yer alan her birey, üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine
getirdi. Ben şuna inanıyorum; bir
vizyonunuz varsa, inanıyorsanız
ve bu hedef doğrultusunda çok çalışıyorsanız Allah’ın izniyle başarıdan başka yol yoktur. Ayrıca anne
babamın dualarının da benim başarım üzerinde çok etkili olduğuna
inanıyorum.
Amerika’dayken İslami yaşamdan
uzak olduğunuzu ve bazı olaylardan sonra büyük bir dönüşüm yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bize bu
keskin değişimin sebebini anlatabilir misiniz?
Ben aslında her zaman müziği çok
sevdim fakat müzik etrafında dönen hayatı sevemedim. Amerika’da çalıştığım sırada İsveç’e kısa
süreli bir ziyaretimde birkaç yeni arkadaşla tanıştım. Onlarla camiye
gittikçe daha fazla vakit geçirmeye ve sohbet etmeye başladık. Kişisel değişim ve dönüşümlerin arkasında yapılan arkadaşlıkların
önemli tesiri vardır.
Yavaş yavaş şunu hissettim; bu
çevre ve zaten sahip olduğum de-
ğerler bana daha iyi geliyor ve
eşim olacak kişiyle tanıştıktan kısa
bir süre sonra artık bir yuva kurmaya karar verdim.
Hayatınızda bu değişim deneyimini
yaşadıktan sonra müziğiniz hakkında ne düşünüyorsunuz?
İlk planda müzik alanında çalışmayı
bırakmaya karar verdim ancak
sonra fark ettim ki müziği farklı bir
yönde devam ettirebilirim. Biraz
önce de ifade ettiğim gibi müziğin
insanlar üzerindeki tesirinden istifade etmek istedim. Sonra yeteneğimi inandığım mesajı ve değerleri desteklemek için kullanmaya karar verdim. Görüldüğü gibi
müzikle birlikte dilleri, ülkeleri,
milletleri, renkleri farklı geniş kitlelere ulaşma imkânı bulduk.
Türkiye’de hayranlık duyduğunuz
ve beğendiğiniz bir müzisyen var
mı?
Türk müziğini çok seviyorum ve
sevgili arkadaşım Mustafa Ceceli,
Emre Moğulkoç ve diğer yapımcılar gibi başarılı müzik yapımcıları ile
birlikte çalışmanın mutluluğunu
ve onurunu yaşıyorum. Onlarla
üçüncü albümüm için tekrar birlikte
çalışmayı arzu ediyorum.
“Forgive Me” (Beni Affet) albümünüzdeki altı parçayı Türkçe olarak seslendirdiniz.Başka Türkçe
şarkılar seslendirip hayranlarınızı
tekrar sevindirmeyi düşünüyor musunuz?
Evet, şarkılarımdan altı tanesini
Türkçe seslendirdim. Allah nasip
ederse ileride bu anlamda şarkılarımın sayısı artarak devam edecek.
Müslüman gençlerin yaşama bakış
açısını nasıl buluyorsunuz? Onlara neler tavsiye edersiniz?
Bu modern toplumda genç olmanın nasıl bir şey olduğunu ve onları bekleyen tehlikeleri biliyorum.
Çoğu zaman modernizmin hayata
kattığı unsurlar çok zor ve kafa karıştırıcıdır. Sürekli değişen dünyada bazen kolaylıkla kendi mecramızdan çıkabiliriz. Çünkü genç nesilleri mecralarından koparacak
uyaranlar çok fazla. Fakat benim
tavsiyem gençlerimizin anne babalarını mümkün olduğunca din-
“Aile benim için çok şey
ifade eder: Onlar bana
destek, huzur, haysiyet,
sevgi ve sevgili
Peygamberimizin
buyurduğu gibi “dinimin
yarısını” verdiler. Mutlu,
sağlıklı ve huzurlu toplumlar
ancak sağlam ailelerin
üzerine bina edilebilir.”
lemeleri ve onların dediklerini kulak ardı etmemeleri; tabiri caizse
kendilerini iyi insanlarla kuşatmaları ve yaptıkları işlerin ne sonuç vereceğini her zaman tekrar tekrar
düşünmeleri… Aslında ifade ettiğim bu üç husus her yaştaki insan
için geçerlidir.
Sizi büyük bir beğeniyle dinleyen
Türkiye’deki dinleyici kitlenize nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Sürekli ve koşulsuz sevgileri ve
destekleri için Türkiye’deki kardeşlerimize çok teşekkür ediyorum.
Allah’ın izniyle kendileri için daha
büyük işler yapmaya söz veriyorum. Bu konuda da kendilerinden
dua bekliyorum.
Diyanet Aile Dergisi olarak şunu soralım: Maher Zain için aile ne ifade eder?
Aile benim için çok şey ifade eder:
Onlar bana destek, huzur, haysiyet,
sevgi ve sevgili Peygamberimizin
buyurduğu gibi “dinimin yarısını”
verdiler. Mutlu, sağlıklı ve huzurlu
toplumlar ancak sağlam ailelerin
üzerine bina edilebilir. Gelecek
kuşakların kişilikli, erdemli ve ahlaklı olabilmeleri aile bireylerinin
birbirlerine olan bağlılıklarından
geçer. Ailedeki bağlar ne kadar güçlü ve kuvvetli ise toplumun birliği
de o kadar sarsılmaz olur. Aile aynı
zamanda çocuklar için ilk eğitimlerini gördükleri bir mekteptir. Günümüzde özellikle genç neslimizin
yaşamış olduğu kimlik krizleri ve
savrulmalar aile denen mektebin,
üzerine düşen görevi tam manasıyla yerine getirememesinden
kaynaklanıyor.
gurbetten
notlar
Ayten Kılıçarslan
30
Almanya’da
Çocuk Camileri
Projesi
“Almanya ve diğer Avrupa
ülkelerinde, yaşanılan
ülkenin şartları dikkate
alınarak çocuklara
kazandırılmak istenen
değerleri temel alan “yerli”
çalışmalara ihtiyaç vardır.
Zira hangi coğrafyada
olursa olsun, birlikte
yaşanılan toplumun ve
ülkenin şartları, kişinin
kimliğinin oluşumuna
doğrudan etki eder. Bu
nedenle başarılı eğitim;
kopyalanan değil, şartları
dikkate alan ve güçlü kimlik
oluşumunu destekleyen
özgün eğitim içerikleri ile
verilebilir.”
lmanya’da “Kindermoschee” (çocuk camii) adını verdiğimiz
çalışma, özgün bir
müfredat olarak yakın zamanda kamuoyuyla paylaşılacaktır. Diğer kopyalanmış çalışmalardan farkı, 4-6
yaş grubu çocukların iki dilli, metodik çalışmanın öne çıktığı, değerlerin temel alındığı, Almanya’daki çocukların hayat gerçeklerini göz önünde bulunduran özgün bir DİTİB projesi olmasıdır.
A
Müfredat iki dilli olacaktır. Müfredatta materyallerin de yer alması,
bu materyallerin anaokullarından
tanıdık unsurlarla pekiştirilmesi,
projeyi daha da ilginç hâle getirmektedir. Çocuk bir konu işlenirken anaokulunda öğrendiği Al-
manca şarkıyı burada tekrarlayabilecek, ancak aynı konuyla ilgili
benzer başka bir Türkçe çocuk şarkısını da öğrenerek dil dağarcığını
geliştirecek ve kavramlar dünyası
zenginleşecektir. Haftada üç saatlik
derste el becerileri gelişirken, hayal dünyası da genişleyecektir.
Değerler dünyasında Almanca olarak kullanmayı öğrendiği kelimelerle kendisini Almanca konuşulan
bir ortamda aynı rahatlıkla ifade
edebilecek, okul hayatında bu bilgileri değerlendirebilecektir. Çocuklarımız çoğu kez yarım dilli olmakla, yani her iki dili de yarım bilmekle suçlanmaktadırlar. Hâlbuki
bu çoğu kez doğru bir tespit değildir. Tam tersine ailesinde ana dili
geliştirilen bir çocuk, Almanca’da
kendisini iyi ifade edemese de
“Değerler eğitimi,
interaktif bir eğitimdir.
Mantalitesi, mantık
kurgusu ve kullandığı dili
ile çocuğun yaşadığı
ülkenin gerçeklerini
dikkate alır. Çocuğun
evrensel değerleri de fark
etmesini sağlar.”
ana dilinde daha başarılı olabilir.
Ancak bunu her iki dile de vakıf bir
eğitmen ölçebilir. Çocuğun Almanca kelime dağarcığındaki fakirlik, onun aynı kavramı kendi
dilinde bilmediği anlamına gelmez. Değerler eğitimi, çocuğun
gündelik hayatında kullandığı Almanca ve Türkçe kavramları zenginleştirerek bu sorunu çözmek için
de yardımcı olabilecek bir tarzda
olmalıdır. Böylece çocuk, okul hayatına da hazırlanmış olacaktır.
Camiye
i Gidiyorum
idi
DİTİB - Diyanet İşleri
Türk İslam Birliği
DİTİB Merkez Camii
Venloer Str.160, 50823 Köln
www.ditib.de
Camimi
C
Cam
am
a
mim
mimi
imi Seviyorum
Seviyyorum
yorum
m
Değerler eğitiminde konular olumlu dil kullanılarak işlenmelidir. Çocuk cezayı değil mükâfatı öğrenmeli, neyi yapmaması gerektiğinden önce, neyi yapmasının ona değer katacağının farkına varmalıdır.
Değerler eğitimi yasaklar eğitimi
değildir.
bir veya birkaç hafta boyunca tekrarlanır. Veli işlenen dersleri yakından takip etmek zorunda kalır.
Sadece çocuk değil, veli de eğitimin bir parçası olarak davranışlarını kontrol altında tutmayı ve alışkanlıklarını gözden geçirmeyi öğrenir. Burada edinilen veli-çocukeğitimci ortak çalışma alışkanlığı,
daha sonra çocuk altı yaşına ulaştığı ve Kur’an kursuna başladığında da devam eder. Önemli olan çocukların, din eğitimini alacağı kişinin de benzer metotları kullanabilme kabiliyetinin gelişmiş olmasıdır. Aynı şekilde velinin, okul
eğitiminde çocuğunun eğitim sürecine dâhil olması ve aktif olmayı öğrenmesi amaçtır.
Değerler eğitimi, sadece çocuğu
değil, velisini de hedef kitlesi olarak görür. Kur’an kurslarından farklı olarak, velilerin ev ödevleri yoluyla aktif katılımcı olduğu ve eğitimci ile birlikte çalıştığı bir eğitim
sistemidir. Öğrenilenler sadece
ders saatiyle sınırlı kalmaz ve en az
Çocuklar, değerler eğitiminde rutin alışkanlıklar edinir. Sosyal hayatın aynı zamanda uyulması gereken kurallar bütünü olduğunu
kavrar ve kurallara uymayı öğrenir.
Göçmen ailelerin en
büyük problemi, çocuğa kuralları ve ku-
rallara uymayı öğretmekte yeterince başarılı olamamasıdır. Özellikle okul hayatına kadar akşam erken yatma, diş fırçalama, yemekten önce ve sonra elini yıkama, öksürürken ağzını kapatma gibi kuralları dahi düzenli olarak uygulamayan ailelerin sayısı oldukça fazladır. Çocuk en geç ergenlik döneminde sınırları ile tanışmakta, bu
da sosyal hayatta sorunlara neden
olmaktadır. Değerler eğitiminde
çocuğun alışkanlıklar oluşturmasına, adap öğrenmesine ve uygulamasına imkân verecek ritüeller
oluşturulur. Bu ritüeller anaokulunda mevcuttur. Camide de benzer veya başka ritüellerin olması,
camilerin kuralsızlığın hâkim olduğu
yerler gibi algılanmasının önüne geçecek, cami adabı yerleştirilmeye
çalışılacaktır.
Değerler eğitimi, aileye destek veren, çocuğu ailesi ile bir bütün olarak kabul eden bir eğitimdir.
Değerler eğitimi, interaktif bir eğitimdir. Mantalitesi, mantık kurgusu ve kullandığı dili ile çocuğun yaşadığı ülkenin gerçeklerini dikkate
alır. Çocuğun evrensel değerleri de
fark etmesini sağlar. İslami değerleri temel alan müfredatın hazırlanması tek başına yeterli olmayacaktır. Bu müfredatın uygulanmasını kolaylaştıracak hatta
mümkün kılacak materyallerin de
yerinde üretilmesi gerekmektedir.
Zira bu materyallere, müfredatta
dikkate alınan temel unsurlar aynı
hassasiyetle yansıtılmalıdır.
hayatın
içinden
32
E
Merve Gül Olgun
Nuran Öner ile
Ebru
Sanat
ı
üzerine...
“Geleneksel Türk İslam
sanatlarından ebru
sanatına gönül vermiş
Nuran Öner, insanı kâmil
olma yolunda klasik ebru
ile tanışmış bir
sanatkâr... Yirmi yıllık
devlet hizmetinde tarih
öğretmeniyken insanın
ruh güzelliğini ortaya
çıkarmak üzere, ebruyu
tüm dünyaya tanıtmayı
amaç edinen şefkatli bir
öğretmen…Ebru
sanatının bilinmeyen
güzelliklerini keşif
yolculuğumuzda Nuran
Hanım’la Diyanet Aile
Dergisi okuyucuları için
keyifli bir söyleşi
gerçekleştirdik.”
E
Ebruya gönül vermiş bir sanatçı
olarak öncelikle sizden ebru sanatıyla tanışma hikâyenizi dinleyebilir miyiz?
Ebru sanatıyla tanıştığım gün, yani
bundan 15 yıl önce, benim için bir
milattı âdeta... O gün Cenabı Allah’ın Esmayıhüsnasının suya yansıması olan bu sanata âşık olmuştum. Topraktan, sudan, at kılı fırçalardan, hayvan ödünden; bütün
bunların birlikteliğiyle mükemmel
bir sanatın ortaya çıktığını görüp
hayran olmamak elde değildi…
Allah’ın izniyle altı yıldır da bu sanatın öğretmenliğini yapıyorum.
Üstadım Sadrettin Özçimi Beyefendidir. Üstadımın hocası Alparslan Babaoğlu, onun da hocası Cumhuriyet tarihimizin en büyük
ebru sanatçısı olan Mustafa Düzgünman’dır. Bunun yanı sıra Etimesgut Belediyesine bağlı Satuk
Buğrahan Türk İslam Sanatları
Merkezi müdürlüğünü yapıyor;
ebru derslerine giriyorum.
İslam sanatlarının hâkim olduğu bir
iklimin ürünü olarak gelişen ve
nesilden nesle nakledilen ebru sanatıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Ebru sanatı için “Birtakım desenlerin su üzerinde tespit edilmesi”
diyebiliriz kavramsal olarak… Kitre dediğimiz maddenin suyla karıştırılmasıyla elde edilen kıvamlı bir
su üzerine toprak boyalar ezilip terbiye edilir. Ve at kılı fırçalarla hay-
hayatın
içinden
34
Ebru sanatındaki gelenek-yenilik
tartışması, gerçekte yerine oturtulamamış bir tartışma gibi görünüyor… Sizin bu konudaki bakış
açınızı öğrenebilir miyiz?
van ödü karıştırılarak birtakım desenler çıkarılır. Ancak ebrunun
bundan çok daha öte bir anlamı
var. Şöyle ki; ebru sanatı Cenabı Allah’ın en büyük sanat eseri olan insanın ruh güzelliğini ortaya çıkarmak, zenginleştirmek için yapılan
bir sanattır. Kâinat kitabını inceliyorsunuz, onu idrak ediyorsunuz ve
Cenabı Allah’ın sanatının ne kadar
güzel olduğunu anlıyorsunuz. İşte
bu ruh güzelliğini, ruh inceliğini bu
sanatlarla yakalamak mümkün…
Biz tamamen klasik ebruyu devam
ettirmek ve nesillere aktarmak için
çıktık yola, Allah utandırmasın…
Klasik Türk ebrusu kâmil insan olmanın yollarını gösteriyor bizlere.
Dünya genelinde ebru sanatı, Türk
kâğıdı olarak bilinir. Zaten Unesco
tarafından da somut olmayan kültürel miraslar listesinde yer almış,
onaylanmıştır ebru sanatı… Kısacası klasik Türk ebrumuz; insanların zihnî durgunluğunu sağlayan,
ruhuna ışık saçan, belli şekillerden
ve modellerden disiplin meydana
getiren bir sanattır.
Türk İslam sanatlarındaki “Sanat
Hakk’ı aramak için yapılır” anlayışından hareketle Hakk’ı aramak
amacıyla yola çıkıldığında gerçek
sanatçının Yaradan olduğu eninde
sonunda anlaşılmaktadır... Bu yönüyle ebrunun nasıl bir dinî/tasavvufi yaklaşıma sahip olduğunu
düşünüyorsunuz?
Ebru bir aşktır, gizli bir hazinedir;
o da insanın ruhudur. Cenabı Allah’ın Esmayıhüsnasının suya yansımasıdır. Her ebru dünyada bir tanedir. Aynen insan gibi hiçbiri birbirine benzemez. Parmak izi gibi,
yani öyle bir aşk ki bu ebru sanatı kafanızdaki bütün negatif duygu
ve düşüncelerin atılmasına yardımcı olur ve size daha iyi insan,
daha kâmil insan olma yolunda tertemiz bir ruh bırakır...
Ebruda razı olmak vardır. Belirsizliklere de razı olacağız; atalarımız yetmiş ebru yaptıktan sonra
şimdi ebru çıkıyor derlermiş. Yani
öyle her istediğimizin her zaman
olamayacağı, hayatımızda bazı belirsizliklerin olacağı ve bizim buna
razı olmamız gerektiği bu sanatla
bize gösteriliyor. Razı olmak ve tevekkül etmek… Saygı, sevgi, hoşgörü ve dahası…
Bizim ebru sanatıyla yola çıkışımızın amacı İslam’ı en güzel biçimde,
Peygamberimizden öğrendiğimiz
biçimde tebliğ etmektir. İşte biz bu
sanatlar aracılığıyla inşallah bir
tebliğ vazifesi ifa etmeye gayret
ediyoruz. Çünkü insanlar burada
bu güzel renklerin doyumsuz dünyasında gerçeğin farkına varıyorlar.
Cenabı Allah’ın sanatını çok daha
iyi ve güzel anlıyorlar. İnşallah bu
güzel ruhaniyet devam eder…
Kullanılan ebru malzemeleri ve
teknikleriyle ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz?
Geleneksel süsleme sanatlarımız
içerisinde önemli bir yeri olan
ebru, geçmişten geleceğe usta sanatçılar eliyle taşınan bir süsleme
sanatı… Bu sanatın gelişimi ile ilgili kısaca neler söylemek istersiniz?
Ebru sanatı öncelikle hat sanatına
alt zemin olarak hazırlanırken Hatip Mehmet Efendi döneminden
sonra müstakil bir sanat olarak duvarlarımızda tablolar şeklinde boy
göstermeye başlamıştır. Ancak
ondan önce, ilk olarak Orta Asya’da, Özbekistan’ın Buhara kentinde ortaya çıkmış, buradan günümüze kadar bazı yolculuklar izlemiştir. İran’a, İpek yoluyla Çin’e
gitmiş, bugün dünyanın her tarafında bilinmesi Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte zirveye ulaşmasıyla mümkün olmuştur. Daha sonra gelen diğer üstat hocalarımızla
ebru sanatı bugünlere kadar devam
ettirilmiş…
Ebru sanatında bizim kullandığımız
malzemeler tamamen doğal malzemelerdir. Biz deniz yosunu dediğimiz bir madde kullanıyoruz.
Boyalarımız ise desteseng (el taşı)
denilen bir taşla, cam bir yüzey
üzerinde; tabiattan saf hâlde çıkmış toprakların ezilmesiyle elde
ediliyor. Ebru boyaları suda erimeyen boyalar olduğu için renkleri
solmaz, yıllarca muhafaza edilebilirler.
Ebru sanatının fırçaları at kılından
elde edilir ve en güzel boya tutan
fırçanın da yaşlı atın kuyruğundan
olduğu görülmüştür.
Ebrunun en önemli maddelerinden
biri de hayvanın ödüdür. Öd necis
bir maddedir ama biz onu terbiye
ediyoruz ve onu burada en güzel
bir görüntü için kullanıyoruz. İşte
burada şöyle bir öğreti gizli aslında: Hayatta kötü insan yoktur,
herkes terbiye edilmeye muhtaçtır.
Eğer Cenabı Allah’ın bize emrettiği şekilde bir terbiye içine girersek
inanın şu dünyada kötü niyetli insan kalmayacaktır. Ben bu sanatı
icra ettikten sonra her insanın da
bir hazine olduğunu gördüm. İnsanlar keşfedilmeyi bekliyorlar.
Yurt içi ve yurt dışında katıldığınız
pek çok sergi ve festivallerde ebru
sanatını suya nakşettiğiniz gibi insanların gönül dünyalarına da sunuyorsunuz. Özellikle yabancı ülkelerde bu sanata ilgi noktasında
izlenimleriniz nasıl?
makta, organlar arası koordinasyonda her zaman kullanılacak bir
eğitim süreci olduğunu düşünmekteyiz.
Son yıllarda İslam sanatlarına her
kesimden büyük bir ilginin olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle ebru
sanatının böylesine sevilmesini
neye bağlıyorsunuz?
Ebru sanatının evrensel bir sanat
olduğunu düşünüyorum. Çok şükür Cenabı Allah bunun geliştirilmesini Türk milletine nasip
etmiş. Yurt dışında özellikle
Amerika Birleşik Devletleri’nin Oklohama eyaletinde
ve civarındaki şehirlerde
düzenlenen Türk festivallerine üç yıldır davet ediliyoruz. Oralarda pek çok
etnik grupla bir araya
geliyor, ebru sanatına
her geçen yıl daha da
aşırı bir ilgi olduğunu
gözlemliyoruz. Herhangi
bir deseni çıkarttığımız
anda gözleri yaşarıp ağlıyor yabancı kardeşlerimiz.
Yani inanılmaz bir ilgi var
ebru sanatına. Çünkü bu
sanat bizim ruhumuzla çok
bağlantılı.
Tabi ki bu konuda öncelikle
belediyelerimize, halk eğitim
merkezlerimize İslam sanatlarına verdikleri desteklerden dolayı teşekkür ediyoruz. Bu kadar sevilmesinin sebebinin özellikle
ebru sanatının yaratılışa
uygun bir sanat olması
olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanların yaptıkları çalışmaları çabucak görüyor olmaları, renklerin o
cümbüşü, o güzelliği derken birdenbire insana
kâinatı gösteriyor; Allah’ın
sanatını gösteriyor. Zaten
bütün sanatların amacı
Rabbimizi bilmek. En güzel
cümleyi en sona mı bıraktım
bilmiyorum ama ebruda
önemli olan benlik duygusunu
yıkmaktır, tevekkül etmektir, razı
olmaktır, biz olmayı sağlamaktır.
Engelli bireylerin toplumsal hayata katılımlarını ve sosyalleşmelerini desteklemek amacıyla atölye çalışmalarınızın olduğunu öğrendik… Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Engelli gençlerimizle proje kapsamında birlikte çalışmak bana huzurun kaynağını gösterdi. Ben bu
güzel ruhlu insanların davranışlarında zaman içerisinde çok değişiklikler gördüm; hayata daha çok
bağlandılar. Mesela; otistik bir çocuk fırçadaki boyayı teknenin her
tarafına atmak yerine -elini diğer taraflara çekmemize rağmen- sürekli sağ köşeye atıyordu, ama iki
ayın sonunda o çocuğun teknenin
diğer yönlerine de boyayı atabildiğini gördük. Engelli projesi kapsamında bizi Avrupa’ya davet ettiler; belediyemizde çalışan engelli gençlerle birlikte gittik. Fransa’da otistik çocuklara ders verdik.
Bu bağlamda ebru sanatının engelli
çocuklarımıza ruh gücü kazandır-
de menekşe tevazu ve alçakgönüllülüğü, papatya masumiyeti ve
sevgiyi, sümbül ise bana göre dürüstlüğü temsil ediyor.
Hiçbir sanatta lale, gül gibi motifler ebrudaki gibi özdeşleşmemiştir. İslam kültüründe de değer verilen bu motiflerin ebru ile anılır olması nasıl bir duygu dünyasına işaret eder?
Sizin de dediğiniz gibi bazı motifler ebruyla bütünleşmiştir. Ebru sanatında Cenabı Allah’ın esmasının
suya tecellisini görüyoruz ve lale de
Allah’ın birliğini temsil ediyor. Gül
ise peygamberimizi temsil ediyor.
Hatta bir hocamız şöyle diyor;
“Gül peygamberimizi temsil ediyor
ama açılmamış tomurcuk Allah’ın
esmasının bütününü, açılmış güller de esmayı temsil ediyor” diyor
böyle bir duygu aktarımı çok anlamlı bir şey. Diğer çiçeklerimizde
Geleneksel Türk sanatının yaşatılması ve geleceğe aktarımı konusunda özellikle çocuk ve genç nesil üzerinde yoğunlaştığınızı görüyoruz… Bu bağlamda ebrunun
geleceğini nasıl görüyorsunuz?
İnşallah Cenabı Allah milletimizin
bütün fertlerinin ebru sanatıyla
tanışmasını nasip eder. Hayallerimizin peşine düşelim çünkü biz çalışıyoruz ve hayal ediyoruz. İleride
ben inanıyorum ki, ebru sanatı
bütün okullarımızda temel ders
olarak gösterilecektir. Gençlerimiz kendi kültürel değerlerini bilmedikleri için başka yollara yönelebiliyorlar. Bizim değerlerimiz kâmil insan yetiştirmek için hazır bir
şekilde duruyor, yetkililerimize sesleniyorum; bizler hazinesi büyük bir
milletiz, yeter ki bu hazineleri çıkaralım, gençlerimize verelim…
evimiz
36
evinizi
Pelin Pelister Akyürek
İç Mimar
DekORE
ederken..
Evlerimiz, içinde huzur
bulduğumuz,
yorgunluğumuzu attığımız,
tarzımızı, yani kısacası bizi
temsil eden yuvalarımızdır.
Her konuda olduğu gibi
dekorasyon konusunda da
ayrıntılara girmek
mümkün... Bu yazımızda
ayrıntılara çok da fazla
girmeden; bir mekânı
dekore etmek
istediğimizde genel
hatlarıyla izlenilmesi
gereken yolları ve doğru
bilinen yanlışları sizlerle
paylaşmak istiyoruz.”
DUVARLAR VE
ZEMİN
Bir sanatçı tuval üzerinde çalışırken
önce arka fonu oluşturur. Bulutlar,
dağlar, çimenler; daha sonra uzaktaki
ağaçlar, bu ağaçların önünde duran ve
onların bir kısmını kaplayan yakındaki ağaçlar ve son olarak merkezde
duran dağ kulübesi ya da akan bir nehir…
Evinizin de bir tuval olduğunu düşünün.
Önce arka fon oluşturulmalıdır. Yapılan en büyük hatalardan biri merkezde duran koltuk takımını ya da aksesuar
olan halıyı öncelikli olarak almaktır.
evimiz
38
Tüm takımınızı düz
bir kumaş ile
döşemeye karar
verirseniz, koltuk
üzerinde
kullanacağınız
yastıkları perde
deseninden seçebilir
hatta perde
kumaşınızdan
yastıklar
yaptırabilirsiniz.”
Bu hamle sizi renk ve doku olarak kısıtlayacak, seçim yelpazenizi daraltacaktır.
Öncelik, duvarlar ve zemindedir. İlk olarak zemin rengi seçilmelidir. Zeminde seçeceğiniz renk, mobilya tonlarınızı belirler. Koyu tonlara sahip bir parke (sapelli, merbau gibi) yine koyu tonlarda mobilyalar için uygundur. (Ceviz, kiraz,
maun gibi). Zeminde açık renkli bir parke tercih edecekseniz, (elma, akçaağaç
gibi) mobilyalarda da yine açık tonlarda
kaplamalar seçebilir hatta beyaz ve bej
gibi cilalara yönelebilirsiniz.
Duvarlar ikinci aşamada hazırlanmalıdır.
Boya ya da duvar kâğıdı seçimlerinden
hangisini tercih ediyorsanız ve eğer profesyonel bir yardım almıyorsanız asla
koyu renkleri ya da çok belirgin desenleri tercih etmeyin. İç mekânlarda dengeli bir renk dağılımı istiyorsanız en fazla üç renk ve bir desen kullanmanız
doğrudur.
“Aydınlatma seçimi ise
mekânın aldığı gün ışığı
miktarına göre
ayarlanmalıdır. Eğer gün
içerisinde loş ışık alan bir
oda düzenliyorsanız,
merkezde bulunan sarkıt
aydınlatma dışında
tavanda gizli aydınlatma da
kullanmak gerekir. Geniş
bir oda ise abajurlar ya da
lambaderler ile de
desteklenebilir.”
Desen hakkınızı kullanırken doğru
alanın neresi olduğunu iki defa düşünün.
Desen kullanımı için perdeler en
doğru tercihtir. İki kanat fon ve ortada tül kullandığınız klasik bir
perde tasarımı seçtiyseniz ve fonlarınızda desen tercih ediyorsanız
tüllerinizde desen kullanmamanız, tüllerinizde desen tercih ediyorsanız fonlarınızı düz kullanmanız gerekir.
Tekstil ve mobilyalar
Şimdiye kadar zemin rengimizi
seçtik ve duvarlarımız ile perdelerimize karar verdik. Daha önce de
bahsettiğim gibi zemin rengimiz
mobilyalarımızı belirledi. Duvarlarımız arka fonu meydana getirdi
ve perdelerimiz tekstil şablonunun
başlangıcını oluşturdu. Şimdi sıra
koltuk ve mobilyalarda…
Perdelerinizi daha önce seçtiğiniz
için artık koltuk seçimi yapmak
daha kolay. Perdenizde seçtiğiniz
rengin açık ya da koyu tonu ya da
yine perde rengini destekleyecek
bir zıt ton, mekânı hareketlendirmek için bire birdir. Tüm takımınızı düz bir kumaş ile döşemeye ka-
rar verirseniz,
koltuk üzerinde kullanacağınız yastıkları perde
deseninden
seçebilir hatta perde kumaşınızdan
yastıklar yaptırabilirsiniz. Böylece desen tek bir noktada kalmaz,
mekâna serpiştirilmiş olur. Mobilyalardan birini seçip, odanızda
bir odak noktası oluşturmak üzere kullanmanız da doğru bir hamle olabilir. Köşede duran renkli
bir ayna ve çekmeceli dekoratif
sehpa, varak ile kaplanmış bir
konsol; mekâna ilk girişte ilgiyi
çekecek ve gösterişli güzel bir çiçek buketi içerisindeki tek bir kırmızı gül gibi parlayacaktır.
Aksesuarlar
Aksesuar seçimi son noktadır. Dekorasyon öncesi heves edilip alınan aksesuarların yarıdan fazlası
dolapların içinde bekler, gereksiz
masraftır. Ayrıca aksesuar denince akla yalnız süs eşyaları gelmemelidir. Halı, aydınlatma, ayna ve
tablolar da aksesuardır.
olarak gün
ışığı rengi
tercih edilmelidir. Doğru bir aydınlatmada iç
mekânda
kullandığınız renkler
gündüz nasılsa gece de
aynı görünür. Ayna kullanımı ise
son dönemlerde aynaların da
renklenmesi ile daha çok gündeme
gelen bir konu... Renkli aynalardan
kastımız bronz, füme ve antik eskitmeli aynalardır. Yaygın olan klasik aynalar artık iç mekânlarda
tercih edilmemektedir. Renkli aynalar büyük panolar üstünde daha
büyük ölçeklerde kullanılabildiği
için dekoratif objeler hâline geldiler. Tabi renkli aynaların kullanımında da dikkat edilmesi gereken
önemli birkaç nokta bulunmaktadır.
Halılarda karışık ve renkli desenler
seçmek yerine yumuşak renkler ve
belirsiz desenler seçilmelidir. Parlak renklere sahip çok desenli bir
halı mekânda kullandığınız diğer
deseni gölgeleyeceği ve tasarımdaki dengeyi bozacağı için tercih
edilmemelidir.
Dar koridorlarda ve kapı girişlerinde
mekânı genişletmek için kullanılmasının yanında salonlarda konsol
arkalarında duvarı kaplayacak kadar büyük ölçeklerde renkli aynalar kullanabilirsiniz. Yalnızca bu
aynaları tek parça olarak değil de
parçalı olarak kullanmak yani orta
boyda kareler ya da baklava dilimleri gibi, mekâna bir şıklık katacak, aksesuarınıza kişilik kazandıracaktır. Tüm bu genel bilgiler dışında dekorasyon yapmadan önce
beğendiğiniz ve uygulamak istediğiniz tarzı belirlemeniz gerekir.
Aydınlatma seçimi ise mekânın
aldığı gün ışığı miktarına göre ayarlanmalıdır. Eğer gün içerisinde loş
ışık alan bir oda düzenliyorsanız,
merkezde bulunan sarkıt aydınlatma dışında tavanda gizli aydınlatma da kullanmak gerekir. Geniş
bir oda ise abajurlar ya da lambaderler ile de desteklenebilir. Ampul
Dekorasyon ile ilgili ulaşabileceğiniz tüm görselleri mini bir dosyada biriktirmek daha sonrasında
da satın aldığınız tüm ürünlerin birer minik örneğini bu dosya içerisine atarak adım adım ilerlemek işinizi çok kolaylaştıracak, geri adım
atıp bir önceki aşamaya dönmenizi
engelleyecektir.
saadet asrının
hanımları
Rukiye Aydoğdu
Diyanet İşleri Uzmanı
40
HANIMLARIN HATİBİ:
Esma Binti
Yezid
(R.Anha)
Günlerdir kafasında türlü sorular dolaşıyordu, ancak hiç birine bir cevap
bulamıyordu. Düşünüyordu, çabalıyordu, kendisini teskin etmeye
çalışıyordu, ancak hiçbir şey onu tatmin etmeye yetmiyordu...
ençti Esma, gencecikti. Gen- tığınız zaman mallarınızı biz koruruz, iplik eğirip
çliğinin verdiği heyecanın ya- size elbise yaparız, çocuklarınızı besleriz. Buna göre
nında, kabına sığamayan bir ya- bizler sizin kazandığınız hayır ve sevaplarda size
pısı vardı. Zekiydi, atılgandı, ce- ortak olamaz mıyız?”
surdu. Bir o kadar da açık sözİşte bu kadardı; Esma, içinde biriktirdiği ne varlüydü, düşündüğünü en
sa Allah Resulü’ne arz etmiş, rahatlagüzel şekilde kalıba
mıştı. Resul-i Ekrem de onu ciddidökmesini bilir,
yetle dinledikten sonra, yüzünkendisini ifade ederdi. Bununla
O, hanımların
de etrafını aydınlatan gülümbirlikte, kaç zamandır kendi
semesiyle oradakilere şöyle
sözcüsüydü.
Hanım
kendine konuşuyordu. Kimdedi:
sahabilerin içlerinden
selere açamadığı derdine
“Siz bir kadından, din koçıkamadıkları bir durum
kendisi bir hâl çaresi bulmak
nusunda sorduğu bir soiçin çabalıyordu. Ancak ne
olduğunda veya kendi özel
ruda bundan daha güzel
yapsa boş, evin işleri yine üsdurumlarıyla alakalı Allah
söz işittiniz mi?” Sonra da
tündeydi, çocukların bakımı
bir kadının eşiyle güzel geResulü’ne iletmek istedikleri
bütün zamanını alıyordu. Alçinerek
sıcak bir yuvaya sasoruları bulunduğunda
lah Resulü’nün yanındaki sahip olmasının, az önce sayhabenin neredeyse tüm vakitEsma devreye
dığı bütün üstünlüklere denk
lerini onunla birlikte geçirme imgirerdi.
olduğunu
söyledi. Bu haberi dikânları varken; o ya yemek yapıyor,
ğer bütün hanımlara ulaştırmasını
ya ip eğiriyor, ya diğer işlerle ilgileniisteyen Allah Resulü, hem Esma’nın
yordu. Erkekler kadar ibadete zaman ayırhem de bütün hanım sahabilerin içini rahatma fırsatı olmadığı gibi Allah yolunda cihatta da
onlar kadar aktif rol alamıyordu. Hepsini bir bir dü- latmıştı. Bu günden sonra da Esma “hatîbetü’nşündü, içinde biriktirdi. Oysa Esma, Ensar ha- nisâ/ kadınların sözcüsü” olarak anılır oldu.
nımlarının ileri gelenlerindendi. Allah Resulü’ne ilk (İbnü’l-Esîr, VII, 19.)
biat edenlerdendi. Akşamla yatsı arasında bir va- O, hanımların sözcüsüydü. Hanım sahabilerin içkitte, Allah Resulü’nün huzuruna varışı, ona biat lerinden çıkamadıkları bir durum olduğunda veya
edişi, onun “Size İslam üzere hidayet veren Allah’a kendi özel durumlarıyla alakalı Allah Resulü’ne ilethamd olsun, ben sizinle biat ettim” deyişi hâlâ göz- mek istedikleri soruları bulunduğunda Esma devlerinin önündeydi.
reye girerdi. Hz. Aişe’nin de yakın arkadaşların(İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 12.)
dan olunca, sık sık hane-i saadete gelme imkânı
Böyleyken neden Allah Resulü’ne halini arz et- elde eder, bunu ilme olan merakını, öğrenme armiyor, sorularını ona yöneltmiyordu? Etrafında zusunu gidermek için fırsat bilirdi. Yine bir defakendisi gibi düşünen Ensar hanımlarının varlığı da sında, hanımların özel hâlleriyle alakalı bir sorukendisine cesaret verince, soluğu Allah Resulü’nün yu Hz. Peygamber’e yöneltmiş, Hz. Aişe de onun
yanında aldı. Resul-i Ekrem, her zamanki gibi as- bu tavrını takdir ederek, “Şu Ensar kadınları ne iyi
habı ile beraberdi. Esma, sözlerine ashabın di- kadınlardır! Utanma duygusu onları, dini (hülinden düşürmediği şu cümle ile başladı: “Anam kümleri) sorup öğrenmekten alıkoymuyor” debabam sana feda olsun ya Resulallah!” dedi. Son- mekten kendini alamamıştı.
(Müslim, Hayız, 61.)
ra devam etti:
“Ben sana kadınların elçisi olarak geldim. Allah seni Esma’nın öğrenmeye olan bu merakı, Hz. Peybütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. gamber’in hadislerini zihnine nakşetme konusunda
Biz sana ve senin Rabbine iman ettik. Kadın ol- da kendini gösterdi ve seksen bir rivayet, onun ağduğumuz için evlerinizde kapanıp kalmış, nefis- zından nakledilerek bugüne geldi. Esma, ilim kolerinizi tatmin etmiş ve çocuklarınızı karnımızda nusunda gösterdiği cesaret kadar cihatta da şetaşımışızdır. Siz erkekler ise cuma namazı kılmak, caat sahibi idi. Esma’nın gözleri Mekke’nin ve Haycamiye ve cemaate çıkmak, hastaları ziyaret et- ber’in fethini gördü. Gözler, Esma’nın Yermük’te
mek, cenazelerde bulunmak, birden fazla hacca nasıl cesurca savaştığına şahit oldu. Esma binti
gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bu- Yezid, Müslüman bir kadının yuvasında, ilimde ve
lunuyorsunuz. Bütün bunların en önemlisi Allah irfanda, yeri geldiğinde savaş meydanında cesayolunda cihat etmektir. Fakat siz hac veya umre retiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle nasıl örnek olaiçin yahut düşmanla savaşmak üzere evinizden çık- bileceğini tüm Müslümanlara gösterdi.
G
geçmiş zaman
olur ki
42
PARA
TARİHİ
YAZMAYA
DEVAM EDİYOR
Kamil Büyüker
Yeryüzü kurulalı beri
üzerine savaşlar
yapılan, birçok
ihtilafa sebep olan
para hakkında ne
biliyoruz? Tarihini
layıkıyla bilmesek de
para hâlâ tarih
yazmaya ve tarihi
şekillendirmeye
devam ediyor.
Hayatın idamesi için olmazsa olmaz araçlardan birisi şüphesiz paradır. Ancak para araç olmaktan çıkıp amaç olmaya başladığı zaman
çoğunlukla ihtilafa, kargaşa ve
kavgalara; hatta savaşlara neden
olabilmektedir. O zaman paraya
hak ettiği değeri vermekten başka
çıkar yolumuz kalmıyor. Elimizdekinin kıymetini bilmeli, Kur’an’ın
öngördüğü şu öğüde de kulak vermeliyiz: “Eli sıkı olma, büsbütün eli
açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.” (İsra, 29.)
Çevremizde paraya ram ve esir
olmuş sayısız insan görürüz. O
zaman “İnsanların yaptığı paralar
kadar, paraların şekillendirdiği insanlar da vardır” sözü tam da yerini bulmaktadır. Hatta ve hatta
kimi şarkıların nağmelerinde “Varlığı bir dert yokluğu yara” şeklinde
ifadeler de geçer. Peki, belki de yeryüzü kurulalı beri üzerinde savaşlar yapılan, birçok ihtilafa sebep
olan para hakkında ne biliyoruz?
Tarihini layıkıyla bilmesek de para
hâlâ tarih yazmaya ve tarihi şekillendirmeye devam ediyor. Bu değiştirici ve dönüştürücü etkisinden
hareketle biz de paranın tarihine kısaca bir göz atalım.
Paranın ilkleri
Sözlükte “parça, gümüş parçası”
anlamındaki Farsça “pâre”den gelen kelime, genel olarak bütün
ödeme araçlarını ifade eden bir genişlik kazanmıştır. Tarihteki ilk madenî para basımının MÖ. VII. Yüzyılda Anadolu’da Lidyalılar tarafından yapıldığı bilinmektedir.
Tarihteki ilk madenî
para olma özelliği taşıyan Lidya parası,
darp suretiyle basılmıştır. Sabit bir alt kalıp üzerine konan madeni pula hareketli bir üst kalıp yerleştirerek, bir çekiçle vurmak suretiyle darp gerçekleştirilmiştir.
Tarihteki ilk madenî para basım yerinin Anadolu olması
özellikle uygarlık gelişiminin
göstergesi olarak oldukça
önemlidir. Anadolu bu üstünlüğünü sürekli devam
ettirmiştir. Dünyanın ilk bü-
yük darphanesi ise Fatih Sultan
Mehmet tarafından İstanbul Simkeşhane’de kurulmuştur.
(İbrahim Artuk, “Nümismatik İlmi ve Faydalarına Kısa Bir Bakış”, Türk Nümismatik Derneği Bülteni, Bülten No. 9, İstanbul, 1982,
s.10.)
Tarihî kayıtlara göre, MÖ.118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kâğıt para ise MS. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
Araplarda ise Bizans’ın altın parası olan dinar, hem İslamiyet öncesinde hem de sonrasında kullanılmıştır. Dinar, Hıristiyanlık sembollerinden kademeli şekilde arındırılarak Müslümanlarca bir müddet daha basıldı. İlk İslam dinarı,
para sistemini esaslı biçimde düzenleyen Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan zamanında Hicri
77 (696) yılında çıkarıldı. Dinarın yanında İran’ın gümüş dirhemleri de
bir süre kullanıldı. Sasani dirhemleri Hz. Ömer döneminde basıldı ve
üzerlerindeki İslam dışı motifler yerlerini yavaş yavaş İslami simge ve
ibarelere bıraktı. İlk İslam dirhemini
altın ve bakır sikkede olduğu gibi
Abdülmelik b. Mervan çıkardı.
Osmanlı’da paranın tarihi
Osmanlı Devleti, devraldığı coğrafyada kendisinden önce hükümran olan devletlerin çıkardığı
madeni paraları
(sikke) kullanmayı
sürdürdü. İlk Osmanlı sikkesinin
Osman Bey zamanında basıldığı konusu tartışmalıdır. Genel
kabul, 1326 yılında Orhan
Bey adına kestirilen akçenin ilk Osmanlı parası
olduğu yönündedir.
İlk paralar Bursa ve Edirne’de darp edildi. Osmanlı Devleti’nde darphaneler
iltizam sistemiyle üçer
yıllığına özel kişilere ihale edilir, ihale edilmediği takdirde emaneten bir
kamu görevlisi tarafın-
dan yönetilirdi. Paraların ayarını ve
içlerindeki değerli maden miktarını “sâhib-i ayâr” denilen bir görevli
denetlerdi. Osmanlılar, Selçuklular
ve Anadolu beylikleri gibi altın ve
gümüşün ülkeye girişini teşvik edip
vergiden muaf tutarken, sıkıntı çekilmemesi için ihracına sınırlamalar getirip yasakladı.
Tahta geçen her padişah sikkeyi
kendi adına bastırırdı. Akçe, Fatih
Sultan Mehmet devrine (14511481) kadar genel itibariyle değerini korudu.
16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kuruş denilen yabancı iri gümüş
sikkeler Osmanlı piyasalarına girmeye başladı. 17. Yüzyılın ortalarında ise para, arz talebi karşılayamayınca Avrupalı tüccarlar yabancı mağşuş sikkeleri Osmanlı piyasalarına taşıdı.
17. Yüzyılda sınırlı miktarda bakır
sikke basıldı; ancak savaşları finanse edebilmek, hazinenin açıklarını kapatabilmek, altın ve gümüşün karşılamadığı para arzını ikmal etmek amacıyla 1688’de bol
miktarda mankur/ mangır veya pul
denilen bakır paralar çıkarıldı.
17. Yüzyılın sonlarına doğru yapılan bir düzenlemeyle para, akçenin
yerine Osmanlı para birimi hâline
geldi. 1 para=3 akçe, 1 kuruş=40
para ölçüsü getirilen bu sistemdeki
ilk gümüş kuruş 1690 yılında basıldı.
Osmanlının son para tecrübesi
1840’ta karşılıksız olarak basılan ve
ilk Osmanlı kâğıt parası olan ‘kâime’dir. Bu tarihten itibaren kâime
zaman zaman piyasadan çekilse de
1928’e kadar gündemde kaldı.
5 Aralık 1927’de Cumhuriyet’in
ilk kâğıt paralarının
tedavüle girmesiyle birlikte altı ay
içerisinde piyasadan çekildi.
(DİA, Ali Akyıldız,
C. 34, s.164-166.)
bilgelik hikayeleri
Dr. Lamia Levent
Diyanet İşleri Uzmanı
44
HATEMİ
TÂÎ’NİN ATI
Cömertlik, alicenaplık her
yiğidin kârı değildir. Nefsine
hükmeden yiğitlerin harcıdır
bu meziyetler. Onlar ki aradan
yüzyıllar geçse de isimleri,
namları unutulmaz; dilden
dile, diyardan diyara anlatılır
durur. İşte o cömertlerden
biri, Cahiliye devrinin ünlü
şairi ve Tay kabilesinin reisi
Hatemi Tâî… Onun masalsı
hikâyesini bize, Sadi Şirazi
şöyle haber veriyor.
atemi Tâî’nin rüzgâr ayaklı, duman
gibi siyah bir atı varmış. Bu at koşmada saba yeli, kişnemede gök gürültüsü gibiymiş. Öyle bir siyahlığı
varmış ki, gözler ona bakmaktan kamaşırmış. Şimşekle yarışa çıksa, şimşeği geçermiş. Koşarken ovalara, dağlara âdeta dolu
yağdırırmış.
Bu at sel yürüyüşlü imiş. Ovalar ve sahralar aşar,
rüzgâr ona yetişemez; toz gibi onun gerisinde
kalırmış. Gemi suda nasıl yüzer giderse, bu at
da çölde öyle gider, kartal ondan ileri koşamazmış.
H
Gün gelmiş, Hatemi Tâî’nin hem
kendisinin hem de bu paha biçilmez atının namı Rum hükümdarının kulağına kadar gitmiş. Ona
demişler ki:
Hatem’in cömertlikte eşi olmadığı gibi, atının da koşmada ve savaşta eşi yoktur!
Bunu duyan Rum hükümdarı vezirine dönmüş:
“Şahitsiz dava insana utanç getirir.
Ben Hatemi Tâî'den o atını isteyeceğim. Verecek olursa bilirim ki
onda büyüklük şerefi vardır. Şayet
vermeyecek olursa anlarım ki,
onun bu şöhreti içi boş bir davulun sesi gibidir ve bir kuru gürültüden ibarettir.”
Sadece bununla kalmadı Rum hükümdarı. Haber kendisine anlatıldığı gibi mi değil mi, bunu iyice anlamak için Tay kabilesine en hünerli
elçisini gönderdi. Hatta bu elçinin
maiyetine on kişi daha verdi.
Bu heyet; kara duman gibi korkunç,
karanlık ve yağmurlu bir gecede
Hatem'in kabilesine indi. Âdeta
yer ölmüş, gök onun üzerine eğilmiş, ağlıyor gibiydi.
Zorlu bir yolculuğun ardından Tay
kabilesinin bulunduğu topraklara
vardılar. Zinderud Irmağı’nın kenarına yetiştiklerinde nasıl rahat ettilerse öyle rahat ettiler. Hatem heyeti kabul etti ve o günün geleneğine uygun bir şekilde bir at kesti,
şeker döktürdü. Misafirlere iyi bir
ziyafet çekti. Bir de her birine avuç
avuç altınlar verdi.
Heyet o geceyi Hatem'in konağında geçirdi. Sabah olunca, elçi heyetinin başkanı Rum hükümdarının
ricasını anlattı. Hatem, at meselesini duyunca şaşkın bir sarhoşa
döndü. Pişmanlıkla elini ısırdı:
“Ey hünerli ve şanlı Rum serverleri! Bu haberi bana niçin gelir gelmez
söylemediniz. O yel yürüyüşlü ve
düldül koşuşlu atımı dün gece size
ikram için kesmiştim. Çünkü o sırada yağmurlar yağıyor, seller akıyordu, yılkıların otlağına kadar gidip at getirmek korkulu işti. Size ziyafet için başka bir şeyim de yoktu. Misafirlerimin karınları aç ola-
rak uyumalarını mürüvvetime yakıştıramadım. Çünkü bana her tarafa yayılacak ad lâzımdır. Meşhur
bir atım olmasa da olur” diye düşünmüştüm.
Hatem mahcuptu. Ülkelerine dönecek bu heyete cömertliğini fazlasıyla gösterdi. Ayrıca bu heyete
parlak giysiler giydirdi, kese kese altınlarla birlikte asil Arap atları verdi. Heyet Rum diyarına döndü,
olayı hükümdara olduğu gibi anlattı. Rum hükümdarı da hayret denizine düştü. Hatem’in cömertliği
karşısında söyleyecek söz bulamadı. Hatem’in cömertliği, âdeta
Rum diyarında yankılandı. Herkes
onu konuştu, onu anlattı…
Hatem cömertliğinin ve ahlakının
gereğini yaptı, cümle âlem bu güzel yaradılışlı civanmerdi bir kez
daha takdir ve hayranlıkla alkışladı. Hatemi Tâî’nin adı, cömertler
defterinde silinmez harflerle yazıldı. Aradan asırlar geçse de, bu harfler hâlâ okunmaya devam ediyor.
bir nefes sıhhat
Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı
46
29 Mayıs Hastanesi Başhekim Yard.
GRİBAL
ENFEKSİYONLAR
“Grip
çok hızlı yayılma
potansiyeli nedeniyle
toplum sağlığını tehdit
edebilir, salgınlar şeklinde
görülebilir. Grip soğuk algınlığı
ile karıştırılmamalıdır. Her iki
hastalıkta da burun tıkanıklığı ve
burun akıntısı varken; grip kas
ve eklem ağrıları ve yüksek
ateşle birlikte daha ağır
bir hastalık
durumudur.”
“Grip hastalarına yakın
temastan uzak
durulmalıdır. Tokalaşmak,
öpüşmek ve kucaklaşmak
hastalığın yayılmasını
kolaylaştırır.
Bulunduğumuz
ortamların
havalandırılması, temiz
tutulması büyük önem
arz etmektedir.
Zorunluluk yoksa
hastalığın yaygın olduğu
dönemlerde kalabalık
ortamlardan uzak
durulması bizi hastalıktan
koruyan bir durumdur.”
zellikle kış aylarında ve
havaların soğuduğu
kışa geçiş dönemlerinde daha çok karşılaşılan, nedeni virüsler
olan bir hastalıktır. Özellikle havaların soğuduğu dönemlerde görülmesinin sebebi kalabalık ve kapalı ortamlarda daha çok kalınma
zorunluluğuna bağlıdır. Bağışıklık
sistemi zayıflamış kişiler gribal enfeksiyonlar açısından risk altındadır; özellikle kronik hastalığı olanlar; kanser, böbrek ve şeker hastalığı olanlar daha kolay grip hastalığına yakalanır ve bu hasta
gruplarında hastalık daha ağır seyirli olur. Grip çok hızlı yayılma potansiyeli nedeniyle toplum sağlığını
Ö
tehdit edebilir, salgınlar şeklinde
görülebilir. Grip soğuk algınlığı ile
karıştırılmamalıdır. Her iki hastalıkta da burun tıkanıklığı ve burun
akıntısı varken; grip kas ve eklem
ağrıları ve yüksek ateşle birlikte
daha ağır bir hastalık durumudur.
Grip hastasına yaklaşımda en
önemli hususlardan biri bulaştırıcılığın önüne geçmektir. Bağışıklık sistemini güçlü hâlde tutmaya
çalışmak; özellikle yeterli ve dengeli beslenme, düzenli yaşam tarzı, dinlenme ve yeterli uyku çok
önemlidir. Grip hastalığı tedavi
edilirken temel mantık, hastanın şikâyetlerini rahatlatmak şeklindedir;
asıl hedeflenen nokta hastanın
vücudunun desteklenerek hastalıkla mücadele gücünün artırılmasıdır. Ancak kalp ve akciğer sorunları olan ya da bağışıklık sisteminin yetersiz olduğu hastalar
daha titiz ele alınmalı ve tedavi
edilmelidir. Burada burun açıcı
spreylerin uzun süre kullanılmaması gerektiğini belirtmekte fayda
görüyorum. Gribal enfeksiyon başta da bahsettiğimiz gibi virüslere
bağlı geliştiği için antibiyotik kullanımı yersizdir ve hastalığın daha
da alevli geçmesine yol açabilir.
Gereksiz antibiyotik kullanımı antibiyotik direnci dediğimiz bir duruma yol açar ki gerçekten ihtiyacımız olan durumlarda antibiyotiklerin etkisiz kalması ile sonuçlanır. Antibiyotik kullanımı bu hastalığın komplikasyonları ve üzerine bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların eklenmesi durumunda doktor tarafından takdir
edilerek uygulanacak bir tedavidir.
Gribal enfeksiyonların komplikasyonu olarak zatürre; bademcik il-
tihabı, sinüzit ve kulak iltihabı vs.
olabilir. Bu nedenle risk grubunda
olan ya da şikâyetleri beklenenden
uzun sürenler doktora başvurmalıdır.
Grip aşısı herkese önereceğimiz bir
aşı değildir; özellikle risk grubunda kabul edilen kronik hastalığı
olan, bağışıklık sistemi baskılanmış
ve grip olduğu takdirde ağır seyredeceğini öngördüğümüz hastalara önerebiliriz. Grip nedeni olan
virüslerdeki yıllık değişimler nedeniyle aşılar da değişkenlik göstermektedir ve aşılar üretilirken bir
yıl öncesindeki veriler ışığında
üretilir.
Grip hastalarına yakın temastan
uzak durulmalıdır. Tokalaşmak,
öpüşmek ve kucaklaşmak hastalığın yayılmasını kolaylaştırır. Bulunduğumuz ortamların havalandırılması, temiz tutulması büyük
önem arz etmektedir. Zorunluluk
yoksa hastalığın yaygın olduğu
dönemlerde kalabalık ortamlardan uzak durulması bizi hastalıktan koruyan bir durumdur. Hasta
olan kişilerin diğer sağlıklı bireylere
karşı sorumlu davranması, aksırdığında ya da hapşırdığında bir
mendille ağzını kapatması çok
önemlidir; mendil bulamazsa koluyla, elinin dışıyla kapatmalıdır.
Mümkünse maske takması daha
da yararlı olur.
Gribal enfeksiyonlara yakalanmamak için koruyucu önlemler büyük
önem taşımaktadır. Sonuç olarak; kalabalık ortamlardan mümkün olduğunca uzak durmayı, bulunduğumuz ortamları havalandırmayı, mevsime uygun giyinmeyi ve düzenli yaşama dikkat etmeyi
tavsiye edebiliriz.
kırkambar
48
KISSADAN
HİSSE
B
Darı Ekmek!
ir hükümdar askerleriyle
bir gezintiye çıkar. Çok
yaşlı bir adamın tarlasına
fidan dikmekle meşgul
olduğunu görür. İhtiyara
seslenir:
-Baba, sen ne diye fidan dikmeye
uğraşıyorsun? Diktiğin fidanların
meyvesinden yiyemeyebilirsin.
İhtiyar:
-Evlat! Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil.
Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yediysek,
bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yiyebilir.
Aldığı cevaptan hoşnut olan hükümdar, ihtiyara bir kese altın verilmesini emreder.
İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmaz ve şöyle der:
-Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz
fidanlar şimdiden meyve verdi.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna
gider, bir kese daha altın verilmesini emreder.
Yaşlı köylü sıradan biri değil, çarıklı
erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi.
-Evlat, herkesin diktiği fidan yılda
bir defa meyve verir; bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi.
Bu cevap karşısında hükümdar bir
kese daha altın verilmesini söyler.
Bu defa vezir araya girer ve hükümdarı uyarır:
-Aman hükümdarım! Bir an önce
buradan gidelim. İhtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine,
devletin hazinesine darı ekecek.
DUA
RAPTİYE
Neye yaklaşsam sonu uzaklık ve kırgınlık,
Anla ki yok Allah'tan başkasıyla yakınlık.
Necip Fazıl Kısakürek
“Biz nefislerimizin ve (Allah’ın rahmetinden)
uzaklaştırılmış olan şeytanın şerrinden,
onun bizi şirke düşürmesinden, kendimize
ve herhangi bir Müslüman’a kötülük yapmaktan sana sığınırız.”
Tirmizi, Deavât, 14,
TADIMLIK
Amentü Billahi
Zerreler akıyorken, zamanın yalağında
Bir sır var, bu âlemde; zerrelerce bir sır var!
Hayattan kelebekler uçar, ölüm bağında
Bir sır var bu kalemde, çizgilerce bir sır var!
Ahmet Tevfik Ozan
“Birbirinizle ilgiyi kesmeyin, birbirinize sırt
çevirmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize
haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.”
Tirmizi, Birr ve Sıla, 24.
Göründü hilal-i mâh-ı Muharrem
Âdem ağlar Havva ağlar Şit ağlar
N’oldu Kerbela’da zât-ı mükerrem
İdris ağlar Salih ağlar Nuh ağlar
Habib-i Kibriya kurret-i aynî
Nice gülgün etdin o gül-cebîni
Nasıl elvân etdin vech-i Hüseyn’i
Halil ağlar gülzar ağlar nar ağlar
Sahra-yı Kerbela kan gülistanı
Bozuldu risalet bağu bostanı
Ehl-i beytin soldu baharistanı
Ahmed ağlar Mahmud ağlar Hızır ağlar
...
Alvarlı Efe Muhammed Lutfi