“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." Enfâl Suresi, 46. Editörden G ençlik, hayatın bir yandan en güzel bir yandan da en zorlu ve çalkantılı dönemi... Artık çocukluktan çıkılmış, yetişkinlik için tabiri caizse alıştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Gençliği bir nevi “alıştırma/ alışma” dönemi olarak kabul edince birtakım acemiliklerin yaşandığı, hataların yapıldığı bir dönem olduğunu kestirmek de zor değil. Bu dönemde genç, kendisini hayata hazırlayacak denemelerde bulunurken bir taraftan da kendisini tanımlamaya, hatta her yönden yeterli olduğunu ispatlamaya çalışır. Aslında küçük bir çocukken oluşmaya başlayan bu tanımlama yani benlik algısı, kişinin kendisini bir birey olarak ortaya koymaya çalıştığı gençlik döneminde daha bir önem kazanır. İlgisinin kendisine her zamankinden fazla yöneldiği bu dönemde, gencin kendisiyle ilgili algısının niteliği, onun mutlu ya da mutsuz, huzurlu ya da huzursuz, başarılı ya da başarısız vs. oluşunu ve gelecek hayatını da etkileyecektir. Bu sebeple önemli bir konu olduğunu düşündüğümüz “Gençlerde Benlik Algısı”nı Aile Dergimizin bu ayki kapak konusu olarak belirledik. Dr. Elif Arslan uzman psikolog Orçun Aykol’a yönelttiği sorularla konuyu; benlik algısının temelleri, gençlerde aşırı öz güveni düşündüren davranışlar, beden algısının gençlerin benlik algısını nasıl etkilediği ve oluşmuş olan olumsuz benlik algısı için neler yapılabileceği üzerinden ele aldı. Kapak konumuzdan bağımsız olarak ele aldığımız diğer bölümlerdeki bazı yazılarımızdan da bahsetmek istiyorum: Biz Bize bölümümüzün ilk yazısı Doç. Dr. Fatma Asiye Şenat’ın kaleme aldığı “Besmeleye Davet Mektubu”. Bir Müslümanın hayat tarzı olması gereken bu önemli konuya nefis muhasebesi üslubunda güzel bir açılım getirdi yazarımız. Bu bölümdeki ikinci yazımızı, Aydan Usta’nın “Yüreklere Sevgi Tohumları Ekebilmek” başlıklı çalışması oluşturuyor. Aile-ce bölümümüzde “Çocuk ve Ergenlerde Kendine Zarar Verme” konusu psikolog Serhat Yabancı’nın kaleminden ilginize sunuldu. Hayatın İçinden’de bu ay, Merve Gül Olgun’un ebru sanatçısı Nuran Öner’le gerçekleştirdiği söyleşiye yer verdik. Ayrıca İslami müziğin dünyaca ünlü isimlerinden Maher Zain’le Sevde Nur Özkan bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu söyleşiyi de siz değerli okuyucularımızın istifadesine sunarken yılın son sayısında buluşmak üzere sizleri Allah’a emanet ediyorum. Dr. Faruk Görgülü İÇİNDEKİLER 2 Kasım 2014 Sayı: 287 GENÇLERDE Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali işler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR Yayın Koordinatörleri Dr. Elif ARSLAN Merve Gül OLGUN Sevde Nur ÖZKAN [email protected] www.facebook.com/diyanetailedergisi BENLİK ALGISI 4 Dr. Elif Arslan Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Teknik Servis Latif KÖSE Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU Tasarım Mustafa CİNGÖZ-MG Ajans Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No: 147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: 0312 295 8661-62 Faks: 0312 295 6192 BESMELEYE DAVET MEKTUBU Doç. Dr. Fatma Asiye Şenat 10 KISA KISA 23 Engin Eker Geçmişimizdeki Olaylara Doğru Bakabilmek 16 Aydan Usta Yüreklere Sevgi Tohumları Ekebilmek 30 Ayten Kılıçarslan Almanya’da Çocuk Camileri Projesi 18 Sevde Nur Özkan Serbest Kürsü 32 20 Fatih Sönmez Çocuklarda ve Ergenlerde Kendine Zarar Verme Merve Gül Olgun Nuran Öner ile Ebru Sanatı 40 Elif Erdem Hanımların Hatibi: Esma Binti Yezid (R.Anha) MAHER ZAİN 26 Sevde Nur Özkan PARA TARİHİ YAZMAYA DEVAM EDİYOR 42 Kamil Büyüker 44 Hatemi Tâî’nin Atı Dr. Lamia Levent 46 Gribal Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı Enfeksiyonlar 48 KIRKAMBAR EVİNİZİ DEKORE EDERKEN... 36 Pelin Pelister Akyürek pencere Dr. Elif Arslan Diyanet İşleri Uzmanı 4 GENÇLERDE BENLiK ALGISI GENÇLERİN BENLİK ALGILARINI HANGİ UNSURLAR, NASIL ETKİLİYOR? VE BU ALGININ NASIL OLDUĞU NE ANLAMA GELİYOR? OLUŞMUŞ OLAN BİR BENLİK ALGISI ZAMANLA DEĞİŞİME UĞRAR MI? Herkes gibi gençler de olumlu bir benlik algısına sahip olmak ister. Çünkü olumlu bir benlik algısı başarı, mutluluk ve huzur getirir. Olumlu bir benlik algısına sahip olan insanlar karşılaştıkları zorluklarla daha kolay başa çıkarlar” ençler söz konusu olduğunda hemen herkesin söyleyeceği birkaç söz vardır. Gençlerin geleceğimiz, umudumuz, yarınlarımız olduğu, iyi yetişmelerinin önemi gibi konular bunların başında gelir. İşin diğer bir boyutu ise gençlerle ilgili algılarımızdır. Kimi ümitvardır gençlerle ilgili olarak, kimi kendi gençliğiyle kıyaslar, eleştirir onları. Bazıları vurdumduymaz ve idealsiz olduklarını düşünür, bazılarıysa bu dönemin özelliği olarak görür onların pek çok hâl ve tavrını. Velhasıl herkesin gençlerle ilgili bir algısı vardır. O algı üzerinden yaklaşır gençlere, ilişkilerin türünü de söz konusu bakış açısı belirler. Bu arada gençlerin yetişkinlerle ilgili algısı da üzerinde durulmaya değer bir konu olmakla birlikte bu yazımızda biz, gençlerin kendi- G lerini nasıl algıladıkları üzerinde durmak istiyoruz. Gençlerin benlik algılarını hangi unsurlar, nasıl etkiliyor? Ve bu algının nasıl olduğu ne anlama geliyor? Oluşmuş olan bir benlik algısı zamanla değişime uğrar mı? Gençlerdeki benlik algısını etkileyen unsurları sorduğumuz uzman Psikolog Orçun Aykol, benlik algısının tarifini yaparak başlıyor cevabına: “Benlik algısı kişinin kendisinin ve çevresinin onu nasıl değerlendirdiğine, algıladığına ilişkin bir dizi sözlü ya da sözel olmayan, davranışsal mesajlardan oluşur.” Herkes gibi gençler de olumlu bir benlik algısına sahip olmak ister. Çünkü olumlu bir benlik algısı başarı, mutluluk ve huzur getirir. Olumlu bir benlik algısına sahip olan insanlar karşılaştıkları zorluklarla daha kolay başa çıkarlar. Yine kişilerin psikolojik sağlıklarının da benlik algılarıyla yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. pencere 6 “Erken çocukluktan beri olumlu olarak geliştirilemeyen benlik algısı hem ergenlikte hem de yetişkinlikte belirgin psikolojik, ilişkisel sorunlara neden olabilir. Birey özgüvensiz, kendini yetersiz, değersiz, beceriksiz vb. hissedebilir. Hem sosyal ilişkilerinde hem de mesleki hayatında hissettiği bu duygular onun yapabilecek yeteneği olsa dahi birçok görevi yapamayacağını düşünüp harekete geçmemesine neden olabilir.” Temeli ailede atılıyor Pek çok konuda olduğu gibi bireyin benlik algısında da ilk temellerin ailede atıldığını görüyoruz. Benlik algısının bebeklikten itibaren oluşmaya başladığını belirten Psikolog Aykol, ergenlikte ise hızlı bir hareketlilik kazanan bu algıyla ilgili olarak şunları söylüyor: “Çevresi ve kendisi tarafından nasıl algılandığının çok önemli olduğu bu dönemde ergen birey sosyal, fiziksel, akademik vb. tüm yönleriyle “yeterli” olduğunu hem kendine hem de diğerlerine kanıtlamaya çalışır.” O kendisini kanıtlamaya çalışırken ailesinin ne yaptığı, nasıl davrandığı, onu anlayıp anlayamadığı da çok önemli görünüyor. Küçüklüğünde el bebek gül bebek büyüttüğümüz, tabiri caizse ağzının içine baktığımız, yaptığı her hareketi, söylediği her sözü önemseyerek eşe dosta anlattığımız çocuklarımızın çoğunda muhtemelen küçüklüklerinden olumlu bir benlik algısı oluşuyor, hatta bazen biraz abartıyor bile olabiliriz. Ancak onlar biraz büyüyüp “birey” olmaya, bizden ayrı bir “kişilik” olarak kendilerini ifade etmeye, ortaya koymaya başladıkları vakit nasıl davranıyoruz, nasıl tepki veriyoruz, işin bu kısmı ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir husus gibi duruyor. Psikolog Aykol, ergen bireyin kendisinin her yönden yeterli olduğunu kanıtlamaya çalıştığı bu dönemde ailenin tavrının önemini şöyle açıklıyor: “Ergen birey bunları yaparken aile tarafından desteklendiğinde, başarısı ve yeterlilikleri eleştirilmediğinde ya da diğer akranlarıyla kıyaslanmadığında daha yeterli bir benlik algısına sahip olurken tam tersi muameleye maruz kaldığında yetersiz/olumsuz benlik algısına sahip olacaktır.” “Aslında herkes dâhidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.” Albert Einstein Olumlu bir benlik algısının gelişmesi için… Yukarıda benlik algısının olumlu olmasının etkilerine kısaca değinmiştik. Özgüven, özsaygı gibi kavramlarla da ilişkili olduğu bilinen benlik algısının olumsuz olmasının etkilerini ise Sayın Aykol şöyle açıklıyor: “Erken çocukluktan beri olumlu olarak geliştirilemeyen benlik algısı hem ergenlikte hem de ye- tişkinlikte belirgin psikolojik, ilişkisel sorunlara neden olabilir. Birey özgüvensiz, kendini yetersiz, değersiz, beceriksiz vb. hissedebilir. Hem sosyal ilişkilerinde hem de mesleki hayatında hissettiği bu duygular onun yapabilecek yeteneği olsa dahi birçok görevi yapamayacağını düşünüp harekete geçmemesine, karşı cinsle ilişki kurmakta güçlüklere (beğenilmeyeceğim, konuşamayacağım vb.) neden olabilir.” Hayatın hemen her alanını etkilediği görülen benlik algısını ve bununla bağlantılı olarak ergen çocuğun öz güvenini geliştirmek için uzman psikoloğumuz anne babalara şu tavsiyelerde bulunuyor: • Ergenin kendi kişiliğini ve kimliğini oluşturmaya çalıştığını, onun da birey olduğunu ve bazı haklara sahip olduğunu unutmayın, • Sınırlarına saygı gösterin ve ona özel bir kişisel alan bırakın, • Dinleyen, anlamaya çalışan ve kabul edici tutumlar sergileyin, • Mükemmel bir çocuk/ergen tasarlamayın, hata yapabileceğini unutmayın, Bebeklikten itibaren ihtiyaçları uygun zaman ve biçimde karşılanmamış, duygusal ve fiziksel olarak ihmal edilmiş bireylerin yetişkinlikte, ilişki içinde hem karşısındakine (dış dünyaya) hem de kendisine güven duyması oldukça güçleşir ve yine psikolojik bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlayabilir.” • Ergene yeni durumlar/fikirler hakkında deneyim fırsatı tanıyın, • Kıyaslamayın, aşırı eleştirel, cezalandırıcı, aşağılayıcı ve baskıcı olmayın, • Yaşamın akademik başarı (okul,dershane vb.) dışında birçok alanı kapsadığını ve başarının sadece okul başarısı olmadığını unutmayın, ergene sosyal ilişki kurabileceği sınırlar tanıyın, • Herkesin farklı yeteneklerinin olabileceğini bilin ve çocuğu- nuzun yeteneklerini fark edip onu o yeteneğe kanalize edin, • Takdir edin. Ya aşırı özgüven… Yukarıdaki satırları okurken “şimdiki gençlerin problemi özgüven eksikliği değil, aşırı özgüven” diyenler olabilir. Zira bazen gençlerde kendine aşırı/gereğinden fazla güvendiğini düşündüren tavır ve davranışlara rastlıyoruz. Gençlerin, “Bana bir şey olmaz” anlayışı, anne babaya ve çevreye karşı eleştirel olması, “her şeyi ben bilirim” tarzındaki davranışlarını bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. İçlerinde bulundukları yaş dönemine özgü olan bu davranışlar zaman zaman aileleri ve öğretmenleri zor durumda bıraksa da Psikolog Aykol, bu tür davranış ve tutumların gencin kimlik ve kişiliğinin temellerinin atılmasında etkili olabileceğini açıklıyor: “Bu durum o döneme özgü ve ergen bireyin çevreyi, kendini keşfetmesine olanak tanıyan bir duygu olabiliyor. Böyle durumlarda anne-babanın bunu zedelemeden ve çocuğun kendine zarar vermesini önleyerek bu güveni yaşaması için zemin hazırlaması gerekiyor. Böylece çocuk bir pencere 8 birey olarak aileden ruhsal olarak ‘ayrışabilir’ ve kendi kimlik/kişiliğinin temellerini atabilir.” Güven duygusu kendine güvenle sınırlı değildir Güven duygusu sadece kendine güvenle tanımlanabilecek bir duygu değildir. Gençlerde güven denince akla ilk olarak anne-babaya güvenmek geldiğini söyleyen Sayın Aykol, “koşulsuz” bir sevgi ile ve sınırlarına saygı duyularak büyütülen bireylerin kendileri ile birlikte başkalarına güvenmeyi de öğrenebildiğini dile getiriyor. Aykol güven duygusunu ve gelişimini şöyle açıklıyor: “Güven duygusu bebeklikten itibaren gelişmeye başlayan ve bebeğin önce bakım veren olarak “anneye” yani dış dünyaya güvenmesiyle ya da “güvenmemesi” ile ortaya çıkan ve yaşam boyu değişerek devam eden bir duygudur. Bebeklikten itibaren ihtiyaçları uy- gun zaman ve biçimde karşılanmamış, duygusal ve fiziksel olarak ihmal edilmiş bireylerin yetişkinlikte, ilişki içinde hem karşısındakine (dış dünyaya) hem de kendisine güven duyması oldukça güçleşir ve yine psikolojik bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlayabilir.” Gençlerde beden algısı benlik algısını etkiliyor Ergenlik dönemindeki çocuklarının dış görünüşleriyle çok ilgilendiklerini, aynanın karşısından neredeyse ayrılmadıklarını ya da aynaya küstüklerini anne babalardan sıkça duyarız. Bu ilginin sebebi gençte meydana gelen fiziksel ve hormonal değişikliklerdir. Bazı gençlerin kolaylıkla atlattıkları bu dönem bazıları içinse oldukça sancılı geçmekte, bedenleriyle ilgili algıları olumsuz ve gerçekten uzak olabilmektedir. Mesela kilosu normal olan bir genç, kendini aşırı kilolu olarak algılayabilmektedir. Bu meselenin konumuzla ilgili olan kısmı ise ergenlerde beden algısı ile benlik algısı arasındaki güçlü ilişkidir. Psikolog Aykol, kendi bedenlerini olumlu olarak algılayan, kendisini beğenen ergenlerin benlik algılarının da aynı doğrultuda yüksek olduğunu ve kendilerini olumlu algıladıklarını, aksi durumda ise kendilerine bakış açılarının olumsuz olduğunu belirtiyor: “Bilindiği üzere ergen için en önemli şeylerden biri fiziksel olarak hem akran grubunda hem de karşı cins tarafından beğenilmek ve kabul görmektir. Bu olmadığında ergenin benlik algısı zedelenecek ve kendisini olumsuz/yetersiz algılayacaktır. Bununla birlikte günümüzde insanlara hem basın yayın yoluyla hem de sağlık alanında sürekli olarak bedene yönelik standartlar aktarılmakta ve “ideal” bir beden tablosu çizilmektedir. Bu yüzden er- genler buna uyum sağlama telaşıyla sert ve bilinçsiz diyetler, aşırı spor vb. sağlıksız tutumlar benimsemektedir. Psikolojik olarak da yeme bozuklukları denen anoreksiya nevroza ya da bulimia’ya varan hastalıklar gündeme gelebilir. Bedene yönelik hassasiyet ergenlikte normal olmakla birlikte bu abartılı boyuttaysa aileler ergenle birlikte bir ruh sağlığı profesyoneline başvurmalıdır.” Uzmanımızın sözünü ettiği basın yayın organlarının sunduğu “güzel insan” imajının yanı sıra ailelerin ve çevrenin bilinçli veya bilinçsiz olarak verdikleri mesajlar da gençlerin beden algılarını ve dolayısıyla benlik algılarını, öz saygılarını etkilemektedir. Medya bir yana, ailelerin çocuklarına beden imajıyla ilgili sözlü veya sözsüz olarak verdikleri mesajların farkına varmaları ve bu konuda dikkatli olmalarının önemi ortada. Daha önemli bir konu da insanın bedenden, maddeden ibaret olmadığının bilinmesi, bu anlayışın hayatımıza yansıması ve çocuklara/gençlere gerek hâl diliyle gerek kal diliyle bu mesajların verilmesi. İnsanın her şeyden önce “insan” olarak yaratılmakla kazandığı payeyi bilmek, kendine o gözle bakmak ve o şerefli hâli korumak için gayret sarf etmek… Şeyh Galip’in çok güzel ifade ettiği gibi insanın “âlemin özü” olduğunu bilmek, hissetmek ve hissettirmek gerekir: “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.” (Kendine hoşça bak; sen âlemin özüsün, varlıkların göz bebeği olan insansın.) Olumsuz benlik algısı değiştirilebilir mi? Kişide benlik algısı kısa bir sürede ve bir çırpıda oluşmadığı gibi bir çırpıda da değişmesi beklenmez elbette. Olumlu deneyimle olumlu benlik algısını destekleyeceği ve kendine güvenini artıracağı için çocuklara ve gençlere, başarılı olabilecekleri, kendilerini değerli hissedebilecekleri ortamlar hazırlanmalıdır. Bunun için sabırla ve kararlılıkla uğraşmak gerekir. Uzmanımız Sayın Aykol, bu konuda gerekirse bir uzman yardımına başvurmanın önemine değiniyor: “Olumsuz benlik algısı psikoterapi sürecinde bi- reyin yaşam öyküsü yeniden ele alınarak ve çeşitli müdahalelerle daha olumlu ve işlevsel bir hâle getirilebilir, benlik algısı ile birlikte özsaygı ve özgüven arttırmaya yönelik müdahaleler kullanılabilir.” “Ergenlik dönemindeki çocuklarının dış görünüşleriyle çok ilgilendiklerini, aynanın karşısından neredeyse ayrılmadıklarını ya da aynaya küstüklerini anne babalardan sıkça duyarız. Bazı gençlerin kolaylıkla atlattıkları bu dönem bazıları içinse oldukça sancılı geçmekte, bedenleriyle ilgili algıları olumsuz ve gerçekten uzak olabilmektedir. Mesela kilosu normal olan bir genç, kendini aşırı kilolu olarak algılayabilmektedir.” kısa-kısa 10 GEÇ KALMA GENÇ GEL! Camileri, hayatın ve şehrin kalbine yeniden taşıyabilmek adına son yıllarda her kutlamada farklı bir konunun öne çıkarıldığı “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” için bu yıl “Cami ve Gençlik” teması belirlendi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) “Karayolu Trafik Kaza İstatistikleri, 2013” verileri de yaşanan can kaybının ve ekonomik zararın büyüklüğünü ürkütücü rakamlarla ortaya koyuyor. rafik kazaları ve buna bağlı ölüm ve yaralanmalar ülkemizin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Trafikteki araç sayısının günden güne artması ve ulaşım ağlarının yetersiz kalması gibi durumlar, bireylerin dikkatsiz araç kullanımlarıyla da birleşince ortaya çıkan sonuçlar hepimizin malumu… Konuyla ilgili gelinen son duruma ilişkin Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) “Karayolu Trafik Kaza İstatistikleri, 2013” verileri de yaşanan can kaybının ve ekonomik zararın büyüklüğünü ürkütücü rakam- T ençliği anlamak, geleceği inşa etmenin temel esaslarındandır. Yüce din İslam’ın mabedi ve Kâbe’nin birer şubesi sayılan camilerin safları genç nesillerden mahrum kaldığında bu kutsal mekân, kimsesiz bırakılmış sayılır. Camileri, hayatın ve şehrin kalbine yeniden taşıyabilmek adına son yıllarda her kutlamada farklı bir konunun öne çıkarıldığı “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” için bu yıl “Cami ve Gençlik” teması belirlendi. Caminin maneviyatı ile gençliğin enerjisini buluşturmak, gençliğin camiye aktif katılımını sağlamak konusunda toplumda G bir farkındalık oluşturmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı birtakım projeleri uygulamaya geçirdi. "Camide hayat var, geç kalma genç gel" çağrısıyla bu anlamlı haftaya davet edilen gençler ülke çapında düzenlenen pek çok etkinlikle; gönül dünyalarına hitap edebilecek bir camide, yeni bir iletişim dilini inşa sürecinde neler yapılacağına dair çalışmaları takip etti. Bu doğrultuda günümüzde gençlerimizin yeryüzünü imar etmesi şuuruyla, değerlerimiz doğrultusunda ve geleceğin sorumluluğunu da yüklenebilecek nitelikte yetişmesi Rabbimizden en büyük niyazımızdır. KAZA GELİYORUM DEMEDEN... larla ortaya koyuyor. Buna göre Türkiye’de geçtiğimiz yıl meydana gelen 161,306 trafik kazasında 3,685 kişi hayatını kaybederken 274,829 kişi yaralandı. Ölümlerin %37,2’si, yaralanmaların %66,7’si yerleşim yeri içinde gerçekleşirken; ölümlerin %62,8’i, yaralanmaların %33,3’ü yerleşim yerlerinin dışında oldu. Trafik kazalarının nedenleri incelendiğinde ise sürücü hatası, taşıt ve yol durumunun en başta gelen faktörler olduğu görüldü. Bu kusurların %88,7’sinin sürücü, %9’unun yaya, %1’inin yol, %0,9’unun taşıt ve %0,4’ünün yolcu kaynaklı ol- duğu tespit edildi. Son olarak trafiğin gün içindeki zamanının da trafik yoğunluğunu ve sürücü performansını etkileyerek trafik kazalarında rol oynadığı ortaya konuldu. Sonuçlar; bireylerin hem kendi hem de trafikteki diğer araçların güvenliğini sağlamak adına daha dikkatli ve bilinçli araç kullanımının gerekliliğini ortaya koyması bakımından oldukça önem taşıyor. YORGUNLUKTAN KURTULMAK mümkün mü? Daha çok sırt, bel, bacak kasları bölgesinde, güçsüzlük ve hâlsizlik şeklinde kendini gösteren yorgunluğun sadece bedensel kaynaklı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak sanıldığının aksine bazen çok fazla hareketsiz kaldığımızda da yorgunluk duyabileceğimizi unutmamak gerekiyor. H avaların iyiden iyiye soğumaya yüz tuttuğu; sonbaharın hızla kapımızı çaldığı şu günlerde, sıkça karşılaştı- ğımız sorunlardan biridir yorgunluk… Sizler de şu dönemlerde “İşlerimi sürekli erteliyorum”, “Sürekli uyumak istiyorum” gibi şikâyetlerle yakınıyorsanız, yorgunlu- SİRKE temizlikte bir numara emizlik malzemelerinin çeşitlilikte sınır tanımadığı günümüzde, kimyasal madde içeren deterjanlar dikkatli bir şekilde kullanılmadığı takdirde, sağlık açısından büyük bir tehdit oluşturur. Ancak konuyla ilgili bilinçli bireylerin tercihi, genelde doğal temizlik ürünlerinden yanadır… Bu doğal temizleyicilerin başında da şüphesiz sirke gelir. Birbirinden farklı kullanım alanlarını ve faydalarını göz önünde bulundurarak söyleyebiliriz ki sirke; temizlik konusunda da evlerimizin vazgeçilmezi olmayı hak eden temel ihtiyaç malzemelerinden biridir. Örneğin; sirkeyi, sebze ve meyvelerin temizliğinde güvenle kullanabilirsiniz. İçerisine birkaç damla T sirke ilave ettiğiniz suda, sebzelerinizi bir müddet beklettikten sonra iyice durularsanız; pek çok bakteri ve parazitin de önüne geçmiş olursunuz… Yine, küf lekelerini çıkarmak için de sirke ideal bir temizlik ürünü olabilir. Hafif lekeler için, sirkeyi eşit miktarda suyla seyreltebilirsiniz. Sirke, gümüş eşyaların parlatılmasında da oldukça etkilidir. Sirkenin ev hanımlarının işini kolaylaştıracak bir diğer faydası da mobilyalar üzerindeki su lekelerini çıkartması... Ahşap mobilyalar üzerine konulan ıslak bardakların bıraktığı, silinince geçmeyen beyaz halkaları çıkartmak için eşit oranda sirke ve zeytinyağını karıştırıp, yumuşak bir bezle lekeye uygulayabilirsiniz. ğun temel belirtilerini taşıyorsunuz demektir… Daha çok sırt, bel, bacak kasları bölgesinde, güçsüzlük ve hâlsizlik şeklinde kendini gösteren yorgunluğun sadece bedensel kaynaklı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak sanıldığının aksine bazen çok fazla hareketsiz kaldığımızda da yorgunluk duyabileceğimizi unutmamak gerekiyor. Uzmanlar; dengeli ve sağlıklı beslenmenin dışına çıkıldığında, tiroit beziyle ilgili çalışma düzensizlikleri yaşandığında, hatta sigaranın fazla içilmesine bağlı olarak da yorgunluğun artabileceğine dikkat çekiyor. Dahası yorgunluğun kronik hâle geldiği durumlarda yeni bilgileri öğrenme ve akılda tutma güçlükleri sık gözlemleniyor. Ancak alacağınız önlemlerle yorgunluk hissinin üstesinden gelmeniz mümkün… Buna göre; öncelikle metabolizmanızın yavaşlamaması için vücudunuzun susuz kalmaması gerekir. Yeteri kadar karbonhidrat alımı yorgunluktan korunmanızı sağlar. Kısa ve sık dinlenme aralıklarını tercih ederek çalışma düzeninizi gözden geçirebilirsiniz. Sabah yürüyüşleri ve sağlıklı bir uyku düzenine sahip olmak da gün içinde yorgunluğunuzu hafifletmeye yardımcı olur. Sonuç olarak yorgunluk, vücudumuzun fiziksel çalışmaya, strese, uykusuzluğa verdiği fizyolojik bir cevaptır diyebiliriz... Eğer hissedilen yorgunluk hâli uzun sürüyorsa sebebinin başka hastalıklar olabileceğini de unutmamak gerekiyor. biz bize 12 Doç. Dr. Fatma Asiye Şenat Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi BESMELEYE DAVET MEKTUBU Sevgili Özüm, Sana ne zamandır bu mektubu yazmayı istiyordum bilemezsin, tahmin bile edemezsin... Özel bir gündem maddemiz var bugün seninle. Bu sebepten hâlinihatırını sormayı, yeniden taşındığın eski şehrinde günlerinin nasıl geçtiğini sormayı vereceğin cevapları çok merak etmeme rağmen başka bir zamana erteliyorum... Bu mektubun özünü “dost acı söyler” hükmüne bağlayabilirsin. Sende ne zamandır gözlemlediğim bir haslet var cancağızım… Ve sebepleri hakkında birtakım öngörülerim ve tahminlerim de... Söylemek istediklerimin özü ise şu: Az besmeleli bir hayat sana yakışmıyor Asiye! Dikkat ediyorum, en basitinden sofraya otururken besmele çektiğine tanık olmuyorum. Bilmem, belki içinden diyorsun ama çoğu kez bunu sımsıkı unuttuğunu seziyorum. Bereket Hz. Peygamber unuttuğun zaman “öncesine ve sonrasına” besmele çekmeyi öğretmiş de yediklerin murdar olmuyor. biz bize 14 Aslında bir anne olarak evlatlarının da besmeleye ağızlarının alışması için zaman zaman sesli mırıldanman önemli diye düşünürüm.” (Bu arada bahis açılmışken, çok fazla yemene rağmen “daha doymadım” deyince “yoksa besmele mi çekmedin diyen haminneni hatırla. Onun teorisi doğruysa az yiyip çok beslenmek mümkün ve böylece kilo meselen de kökten çözüldü demektir ortağım. E, besmele “ekmeğimizin bereketidir” de aynı zamanda.) Ancak Hz. Peygamber evveline ahirine besmele çekmeyi öğretirken senin gibi daimi unutucuları da kastetmemişti zahir. Bu yolla besbelli besmelesizliğin kirini, sonsuzluğunu, temizlemeye çalışıyorsun. Ancak “Besmelesiz başlayan her işin akıbeti neticesizdir” diyen Hz. Peygamber’in ardı sıra gitmek için daha fazlası gerek. Besmeleni çekiver de Süleyman Çelebi: “Allah adı olsa her işin önü Herkiz ebter olmaya anın sonu” dedikçe, her seferinde bütün hayatını önüne döküp sorgulamaya kalkma. Aslında bir anne olarak evlatlarının da besmeleye ağızlarının alışması için zaman zaman sesli mırıldanman önemli diye düşünürüm. Hani az önce de- dim ya, bu durumun sebepleri hakkında bazı düşüncelerim var diye, sen çocukken kulağına yeterince Allah adı doldurulmadı gibi geliyor bana. Çocukken yanında yörende bu kelimeleri daha sık duysaydın, sana şimdi bu mektubu yazmak zorunda kalmazdım belki de. Aynı hâlin senin yavrularında da devam etmemesi için bu lafzı onların kulağına, zihnine, gönlüne ekmek gerek. Yalnız ağız alışkanlığı sağlayacağım derken gerçekten sadece ağzın içinde kalan bir ibare olmaması için bilinç uyanıklığı da lazım. Bunu nasıl yapacaksın bilmem, benim aklım o kadarına ermez. Ses tonunla, bakışınla, hâl dilinle anlatmak belki, orası da senin hocalığına kalmış iki gözüm, onu da mı ben söyleyeyim?! Kısaca çocuklarının yanında sesli oku besmeleyi ama sıradanlaşmasına da izin verme. Senin çocukluğundan, imdi anneliğinden laf açılmışken... Az besmeleli hayat örüntünün temel sebeplerinden biri de bana göre zaten hep dualı, zikirli-fikirli bir hayatın içinde olmaya gayret etmen... Diyeceksin ki nasıl? Yani namazım niyazım mı beni besmeleden uzak tutuyor? Şöyle anlatayım. Dikkat et, abdest alırken, namaza başlarken niyet ediyorsun. Peki, niyetin besmelesi nerede? Oysa burası belki en derinden, ciğerden besmele çekmen gereken durumlardan... Zaten güzel bir hâlin, demin başındasın diye, aldığın abdestin, kıldığın namazın içinde besmelenin ruh hâli zaten var diye farz ediyorsun. Olmaz sözüm, olmaz iki gözüm... Çünkü namazla-abdestle ilgili sadece kaba hatalardan değil, incelikli bütün risklerden (şeytanın artan hırsı ve oyunları, gösteriş tasası, kendini beğenme vb.) de Allah’a sığınmak lazım. Bunların her birini her an sayamazsın ama “can özünden besmeleyi çekince” hepsinden korunmak üzere zırhını kuşanmış olursun. Besmele sadece tehlike hissedince, telaş yüreğini derinden vurunca kuşanılacak zırh değil bir başka deyişle. Dolayısıyla ken- dini rahat hissetmediğin, tedirginlik veren durumlarda “Bismillah, Allah’a tamamen güvendim çünkü değiştirme gücü ve kudreti sadece Allah’ın elinde” duasını okuduğun gibi tamamen sütliman gibi gözüken durumlarda da adını anmak gerek Cemil ve Celil’in. An’ın farkında olmayı da zorunlu kılan besmele aslında Allah’ı hayatın her alanına davet etmenin de adı, yolu. Yine diyeceksin ki Allah zaten hayatımızın her anında yanımızda değil mi? El-hak öyle. Ama her hayırlı işin başında O’nun güzel adını anmak hayrın farkında olmayı zorunlu hâle getirdiği gibi sürecin tamamında da istikamet üzere olmaya davet ediyor. Haram işe besmeleyle başlayacak hâlimiz yok ama helali işlerken de her adımı O’nunla atmanın çok yönlü bir bilinç yenilenmesi sağladığı tartışmasız. Allah’ı sık sık anıp “rahatsız etmekten” dem vuran tuhaf çıkarımlara prim vermediğine güvenirim. Kulun hayatına davet edilmek kulun hayatına kalite kattığı gibi Allah için de çok kıymetli olmalı. Baksana “Beni çok çok anın... Siz beni anın, ben de sizi anayım” diyor. İşte sana diyeceklerim bu kadar. Oh be, söyledim kurtuldum, gereğini yapmak sana ait artık. Haydi, Allah’a emanet olasın can özüm… biz bize 16 Aydan Usta Turgutlu Müftülüğü Hatice Orhan Kur’an Kursu Öğreticisi YÜREKLERE SEVGİ TOHUMLARI EKEBİLMEK Hep duyarız; “Her şeyin başı sevgi, sevgiyle bütün engeller aşılır” diye. Herkes de kayıtsız şartsız kabul eder bunu. Peki, bu sevgi tohumları nasıl ekilecek kalplere?” Ü zerinde uzun uzun konuşulup yazılası bir konu... Hatta şiirlerle, güzel cümlelerle çok da güzel süslenebilir. Ama ne yazık ki merkeze kendimizi sevmeyi koymazsak; ne söylersek söyleyelim, ne yaparsak yapalım her şey eksik kalır. İyi de kendimizi nasıl seve- ceğiz? Yaptığımız her güzel davranışta yanağımızdan makas alarak değil tabii ki. Olması gerekeni yaptığımızda “Şerefli bir insan gibi davrandım” deyip Yüce Yaradan’a şükür bilincinde olmamızın yanında, yanlış yaptığımızda pişman olup “Yüce Yaradan beni halife kıldı, oysa ben bu makama layık olamadım” bilinciyle pişman olup af dilemektir. Yaptığı yanlışta da doğruda da farkındalık yaşayıp gerekeni yapmasıdır insanın kendini sevmesi. Sonuçta, müthiş bir iç huzuru ve ellerinde başkalarının kalbine ekeceğin sevgi hazineleri… Gelelim sonraki aşamaya. Elimizdeki sevgi tohumlarını başkasının kalbine nasıl ekeceğiz? Aslında uygulamaya dökülünce çok da zor olmadığını görüyoruz. Olmazsa ol- tir. Yüce Yaradan Kur’an-ı Kerim’de; "Ey iman edenler! Başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız iyilikleri boşa çıkarmayın!" (Bakara, 2/264.) buyurmuyor mu? Somut örnekler verecek olursak; hiç ummadığı bir anda bir öğrencinizin gözlerinin içine bakıp “Söyle bakalım, hayatta en çok istediğin şey nedir?” sorusunu yöneltmek... Bu soruyu belki cevabını gerçekten merak ettiğin için değil, (verilen cevap ilerleyen zamanlarda değişiklik gösterecektir) onun hayallerine duyduğun saygıdan sorarsın. Belki en yakını bile sormamıştır bu soruyu ona. Arkası gelir tabii. Basit bir sorunun araladığı kapıdan koca bir yürek karşılar seni. Ne hayaller, ne umutlar ve daha neler neler… En önemlisi de biri onu dinliyordur, sorgulamadan, hayallerine karışmadan. İşte ilk tohum… Her zamankinden farklı bir ruh hâliyle gözlemlediğin birinin omzuna dokunarak “Hayırdır?” sorusunu sorman, onun hassasiyetini anlaman bile yeterlidir bazen. Yanlış yaptığını bildiğin bir çocuğun gözlerine rencide etmeden, kaçamak bakışlarla “Herkes yanlış yapar ama ben seni seviyorum” mesajını verebilmektir sevgi tohumu ekebilmek. “Yanlış yaptığını bildiğin bir çocuğun gözlerine rencide etmeden, kaçamak bakışlarla “Herkes yanlış yapar ama ben seni seviyorum” mesajını verebilmektir sevgi tohumu ekebilmek.” mazımız samimiyetimizdir. Ismarlama, yapmacık sözler, zoraki davranışlar karşımızdakine verdiğimiz kıymetin ölçüsünü hemen ortaya koyar. Sırf desinler diye yapılan göstermelik davranışlar, bize olan güveni sarsar. Bir güzellik yapacaksak, bunu bütün insanlığın duyması gerekmez. Herkesin gözüne sokarak yapacağımız bir iyilik, pek de kıymetli olmasa gerek- En umulmadık anda yaşlı birinin ziyaretine giderek “Unutulmadın, aklımdasın” mesajını vermektir. Düğünde, bayramda, cenazede yalnız olmadığını gösterebilmektir. “Bana zaman ayırabilir misin?” dediklerinde, günün modası olan “çok yoğunum” sözünün arkasına gizlenmeden evini, gönlünü açabilmendir. Sevgi tohumları ekmek için büyük meblağlar ödemek de gerekmez. Onun çok arayıp bulamadığı bir kitabı gördüğünde, tereddütsüz alıp hediye etmek “Senin isteklerini önemsiyorum”un sessizce söylenişidir. Çok da zor gibi durmuyor aslında değil mi? Çünkü mesele Allah (c.c.) için sevebilmek, O yarattı diye sevebilmek, eşref-i mahlûkat olduğu için sevebilmek. Mesele duyarlı olabilmek, gözlerini kapatmamak, kulaklarını tıkamamak. Mesele sevgi tohumlarını önce içimize ekebilmek... Nasıl olsa günü gelince filizlenir başka yüreklerde… serbest kürsü Sevde Nur Özkan 18 Gençlere Sorduk... Yaşamınızda benlik algınızı etkileyen hususlar neler oldu? Aileniz size yeterli öz güveni kazanmanızda yardımcı oldu mu? 8) Koçak (1 s notlarım yüke iy r y a H r , öğretn beri de çevrem ğumda Çocuklu uştur. Arkadaş aman beni takz sek olm ve ailem de her a oldular. Bahd m menleri r ve hep yanım algımın pozitif dir ettile bu husus benlik sağladı diyebisettiğim luşmasına katkı evgi gördüğüm yönde o lardan daima s amın asıl sebelirim. On venimi kazanm ü için öz g . bidirler Şevket Bak ır (23) Çevremdek ni çok um i insanların söylemle ri var. Her za ursamayan bir yapımm a n b a na göre do olanı yapa ğru rı ğumdan b m. Ailem de çocuklu eri kendim e olan güv nimi oluştu erm u ş ve deste lerdir. klemiş- Birgül Değirmen (17) Uzun süredir cildimdeki sivilceler beni rahatsız ettiği için rahat hareket edemiyorum. Örneğin insanlarla fazla konuşmak istemiyorum. Bu da bende karamsarlık ve çekingenlik oluşturmuş durumda. Ailem ise bütün konularda öz güvenimin tam olması için çaba sarf ediyor. a n ı n a Uzm uk... d r o S Nazlı Özburun Uzman Aile Terapisti B an (21) Cafer Yağbas em benlik ında yetişm Zor şartlar alt bir şekilde etkiledi. algımı ciddi r beraberinde manevi Maddi sorunla tirdi. Ailemin; benim sıkıntıları da gein öz güven oluşumu ve kardeşlerim çli olduğunu düşünn hakkında bili müyorum. enlik algısı; insanın kendisini nasıl algıladığı, çevre tarafından nasıl algılandığı, ne olduğu ve ne olması gerektiği ile ilgili düşün- celeridir. Bireyin benlik algısı üzerinde aile tutumları çok önemlidir. Birey, kendisini değerli gören bir ailede doğmuşsa olumlu bir benlik algısı geliştirmesi daha kolaydır. Bunun için anne babanın bebeği istemeleri ve bebeğin gelişine hazır olmaları önem taşır. Yaşamın ilk yıllarında sevgi ve ilgi görmek, önemsenmek, değer verilmek gibi olumlu yaşam deneyimleri olumlu benlik algısının, bunun tersi olan ihmal edilmek ve yok sayılmak gibi olumsuz yaşam deneyimleri ise olumsuz benlik algısının gelişmesine neden olur. Anne, baba ve çocuk arasındaki güvenli bağlanma ve ebeveynin çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olması ço- Anne Babalara Sorduk... sen (44) erFidan Ar cesaret v da r zaman ma he klarım Çocukları şünüyorum. Çocu şamadıdiğimi dü ılı olduğu için anlair şey yasakin yap durum olmadı. B fikirlerini ğımız bir zaman onların hareket e pacağım ldım ve bu ölçüd a a k mutla ettim. Çocuğunuz olumlu bir benlik algısına sahip mi? Onun sahip olduğu benlik algısında sizin payınız nedir? Kadir Baloğ lu (39) B iraz sinirli b cuğum çok ir doğam olduğu için ço ra olabilir faka hat hareket edemiyo r t onu çok severim. İm kânlar nisp e getirmeye ç tinde arzularını yerin e alışırım. İlgi sevdiği şeyle alanlarına v e ranışlarını v re saygı gösteririm. Dav e dış görün ğendiğimi d ile getiririm. ümünü be- Sakine Koral (50) Evet. Çocuklarımızın olumlu bir benlik algısına sahip olabilmesi için bize düşenleri yapmaya çalıştık. Çocuklarımızın hayal dünyalarını ve isteklerini destekledik. Toplum içerisinde daima onure ettik. cukta sağlıklı bir benlik bilincinin ve kendisini önemli hissetme duygusunun yerleşmesine yol açar. Benlik algısının olumlu gelişmesi, başkalarına zarar verme pahasına da olsa bireyin kendisini iyi hissetmesi, bir özgüven patlaması değildir. Tam tersine olumlu benlik algısı geliştirmiş kişiler, çevresindeki insanlarla ben değerliyim, benin dışımdaki herkes de değerli inceliğinde iletişim kurarlar. han (36) a r a K r a t k a r Fatma Bay nlik allumlu bir be rum. larımın o Evet, çocuk olduğunu düşünüyo şfete ip k h a e ıma v gısına s kendini tan tiyaç Çocuklarım de yardımlarıma ih larık me evresin Bir anne olarak çocu mer. lu a m rl lu o y o lara duyu riyle çlerinde on mın bu süre k, dinin güzel emirlerdım re a y sajlar vere rının şekillenmesine benlik algıla ediyorum. Aile içinde varlığıyla kabul gören, fikirleri önemsenen ve dikkate alınan, başarıları fark edilen bireyler olumlu benlik algısı geliştirirler. Fiziksel veya zihinsel özellikleriyle dalga geçilen, başarıları yetersiz görülen çocuklar kendilerini kabullenmekte zorluk yaşarlar. Kendilerini ifade etmekte ve çevreleriyle iletişim kurmakta zorlanırlar. Olumlu benlik algısı bireye yaşamda başarı ve mutluluk getirir, ya- şamda karşılaşılan problemlerle daha kolay baş etmesini sağlar. Çoğunlukla psikolojik sağlık; benlik algısı ile yakından ilişkilidir. Anne babaların, çocuklarıyla ilgilenirken değer vermeyle şımartmayı ayırt etmeleri önemlidir. Ergenlik döneminde ergenin fikirlerini dinlemeyi, gerektiğinde cesaretlendirmeyi bilerek olumlu benlik algısı geliştirme ve devam ettirme konusunda dikkatli olmaları gereklidir. aile-ce 20 Fatih Sönmez Uzman Psikolog Çocuk ve Ergenlerde KENDİNE ZARAR VERME Yapılan araştırmalarda kendilerine fiziksel zarar veren bu çocuk ve ergenlerin ebeveynlerinin büyük oranda boşanmış oldukları görünmektedir. Aile içindeki şiddet ve uyumsuzluk bu çocuk ve ergenlerde suçluluk, kendini sorumlu tutma ve bunun yanında evdeki ilişki biçiminin şiddet olmasından dolayı kendilerini şiddetle ifade etmekte oldukları görülmektedir. endine zarar verme davranışlarının başlangıcının on iki- on üç yaşları olduğu söylenebilir. Sıklıkla zarar verilen beden bölgelerinin sırasıyla kollar, eller, bilek bölgeleri ile bacaklar ve nadir olarak boyun bölgesi olduğu görülmekte, cinsel organlara ve göğse kesinlikle zarar vermemektedirler. Konuya kendine zarar veren bireyler açısından bakıldığında, sakinleşme açlığı içinde bulundukları söylenebilir. Her biri aynı zamanda “içlerinde kopan bir fırtınadan, sürekli dalgalanan duygulardan” bahsetmektedirler. Bu davranışları yapma nedenlerini, anlık rahatlama, öfkeyi kontrol etme, kan görünce rahatlama, sakinleşme ya da o andaki gerilimi giderme ve zevk alma olarak açıklamaktadırlar. Zarar verme davranışlarını, kendilerini öldürmek için yapmadıklarını K ifade etmektedirler. Kendilerine zarar verme davranışları, açıkça ikincil kazanç sağlama ve diğerlerini kontrol etme amaçlı değildir. Kendilerine zarar veren ergenlerin öykülerinde fiziksel ve cinsel istismarın ağırlığı dikkat çekicidir. Kesme davranışının belirli periyodlarda tekrarlayıcı olduğu ve zarar verme davranışlarından en sıklıkla kullanılan metodun kendini kesme olduğu dikkat çekmektedir. Ardından kendisini bir yerlere vurma ve saç yolma gelmektedir. Kendine zarar veren ergenlerin anne babalarının büyük oranda, ergen küçük yaşlarda iken ayrı yaşamaya başlamış ve boşanmış çiftlerden oluştuğu söylenebilir. (Tedavisini sürdürdüğüm ergenlerin ailelerinde boşanma genellikle ilkokul öncesi döneme denk gelmektedir.) aile-ce 22 “Kendine zarar verme çocuğun ve ergenin çaresizlik duygularının bir dışa vurumudur. Bu çocuk ve ergenlerin ailelerinde ebeveynlerin duygularını söze dökme yoktur ve konuşmaktan ziyade kavga ederler. Aynı zamanda bu çocuk ve ergenlerin ailelerinde alkol ve madde kullanımı da yaygın olarak görülmektedir.” Kendilerine zarar veren ergenlerin babalarını tanımlayışları genellikle dengesiz, olur olmaz yerde kızan ve içi boş otorite figürleri şeklindedir. Büyük çoğunluğu anne figürünü oldukça baskın, katı ve kuralcı, nüfuz eden; ama öz bakımları yerinde olmayan, feminen özelliklerden uzak bir şekilde tasvir etmektedir. Annelerin bir kısmının geçmişte kişide kimlik, bellek, algı ve çevre ile ilgili duyumlar gibi normalde bir bütün hâlinde çalışan işlevlerin bütünlüğünün bozulması, majör depresyon, alkol, madde kullanımı ve intihar girişimlerinden ötürü psikiyatrik yardım aldığı ya da devam ettiği söylenebilir. Ergenler zarar verdikleri bölgeleri gizlemeye çalışmaktadırlar. (Çoğunlukla uzun kollu giysiler giyerek kollarındaki kesikleri gizleme eğilimi vardır.) Yukarıda çocuk ve ergenlerde görülen kendine zarar verme davranışlarının en sık rastlanılan vakalarından bahsettim. Peki, bu çocuk ve ergenler neden kendilerine zarar verme yolunu seçerler? Yapılan araştırmalarda kendilerine fiziksel zarar veren bu çocuk ve ergenlerin ebeveynlerinin büyük oranda boşanmış oldukları görünmektedir. Aile içindeki şiddet ve uyumsuzluk bu çocuk ve ergenlerde suçluluk, kendini sorumlu tutma ve bunun yanında evdeki ilişki biçiminin şiddet olmasından dolayı kendilerini şiddetle ifade etmekte oldukları görülmektedir. Şiddet gören, dışarıya yöneltemediği şiddeti kendisine yöneltmekte ve bununla yaşadığı huzursuzluk ve kaygıyı azaltma umudu içinde olmaktadır. Ailede görülen şiddet ilişkisi otomatik olarak çocuğa yansır. Kendine zarar verme çocuğun ve ergenin çaresizlik duygularının bir dışa vurumudur. Bu çocuk ve ergenlerin ailelerinde ebeveynlerin duygularını söze dökme yoktur ve konuşmaktan ziyade kavga ederler. Aynı zamanda bu çocuk ve ergenlerin ailelerinde alkol ve madde kullanımı da yaygın olarak görülmektedir. Bir yandan bu yaptıklarından utanç duyan söz konusu çocuk ve ergenlerin psikolojik destek ve yardım almalarının gerekli olduğu gibi bu destek ve yardımın söz konusu ailelere de uygulanması gerektiği önemle belirtilmiştir. Türkiye’de orta ve dengi okullarda okuyan öğrencilerin %30’luk kısmında kendine zarar verme davranışı görülür. Toplum ve ruh sağlığı açısından bakıldığında bu ciddi bir orandır. Bu davranışları gösteren çocuk ve ergenlerin aileleri ya da okuldaki psikolojik danışmanlar tarafından zamanında fark edilip, zamanında müdahale edildiği takdirde çok vahim olabilecek sonuçlar önle- nebilir. Kendine zarar verme davranışı her ne kadar intihar teşebbüsü olmasa da bu davranışlar intihar teşebbüsünün yani çocuk ve ergenin öz yıkımının bir sinyali olabilir. Ayrıca bu davranışları sergileyen çocuk ve ergenler daha sonra bu davranışlarla yetinmeyip alkol, uçucu ve uyuşturucu maddeye yönelebilirler. Bu davranışların aileler tarafından basite alınması ya da numara yapıyor, dikkat çekmeye çalışıyor gibi düşünülmesi bu bireylerin ruhsal ve fiziksel kayıplarına neden olabilir. Bir davranış varsa bunun ruhsal nedenleri vardır ve içinde duygusal ve düşünsel çatışma barındırır. Bu tarz davranışlar özellikle çocukluk çağında başlar ve anlaşılmazsa ergenliğe sıçrar, daha sonra yetişkinlikle ağır ve geri dönüşü çok zor ya da imkânsız yeni olumsuz davranışlara yol açar. Kendine zarar vermenin nedeni ne olursa olsun bu geçerli bir çözüm değildir. Asıl sorunun kısa zamanlı ve geçici olarak kaybolmasına yarar ve sorunun tamamen ortadan kalkmasına hiçbir fayda sağlamaz. Burada yapılacak asıl çözüm; kişinin kendine zarar verme davranışlarının nedenlerini araştırmak ve ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Sorumlu ben miyim? Keşke farklı açıdan baksaydım! Affetmeli ne kaybed miyim, erim ki? GEÇMİŞİMİZDEKİ OLAYLARA DOĞRU BAKABİLMEK █ Serhat Yabancı Evlilik Terapisti Hayat devam ediyor. Zaman algımız, hayatı algılamamızı etkiliyor. Sürekli geçmişe takılıp kalmak, nasıl ki kişiyi mutsuz ediyorsa sürekli geleceği düşünmek de bir o kadar mutsuz etmektedir. aile-ce 24 eçmişe takılan üzüntü yaşarken, geleceğe takılan ise kaygı yaşamaktadır. İşte böyle bir durumda geçmiş ile gelecek arasında sıkışmadan bugünümüzü yaşamak gerekiyor. Geleceğe yatırım yapmak, geçmişte yaşananlardandersler çıkarmak ve olumsuz yaşantılara güçlü bir şekilde “hoşça kal” demek lazım. Sağlıklı bir hoş geldin ve sağlıklı bir hoşça kal için affetme mekanizmamızı çalıştırmalıyız. Hem kendimizi hem diğer insanları affedip, olumsuz duygulardan ve geçmişten gelen duygu yüklerinden kurtulmamız gerekiyor. Psikolojik deneyimler aslında bireyin psikolojik açıdan güçlenmesini de sağlar. Dezavantaj gibi görünen durumları, birey kendi içinde geliştirdiği savunma mekanizmalarıyla avantaja çevirebilir. Böylece birey, kendi içsel dünyasına yaptığı bu özel yolculukta acılarına yüklediği anlamlarla derinleşir ve yaşam böylece deneyimlerimizle hayatın içindeki acı, tatlı, iyi, kötü gibi durumlara atfettiğimiz değerlerle mana kazanır. Geçmişi temizlemek konusuna geçmeden önce, şu hususu en başta belirtmek gerekir: Yaşantıyı silmek, unutmak sistemsel olarak mümkün değildir. Beyin, “Bu benim canımı çok sıkıyor, şu yaşantıyı delete yapayım” diyemez. Ancak bir organik sorun (hastalık veya ağır yaşlılık) durumunda bu kısmen olabilir. Kimse de yaşanmış bir olayı silmek için nörolojik bir hastalık geçirmek istemez. O hâlde yaşanılan bir şeyi unutmak değil, ancak doğru yorumlamak ve buna bağlı olarak da onun sebep olduğu duygulardan arınmak mümkün olabilir. • İlk yapılması gereken, unutmak için zihnimizi zorlamaktan vazgeçmektir. Geçmişi unutmaya çalışmak, hatırlama oranını arttırır. Çünkü unutmak için devamlı “unutmalıyım” telkinini hatırlamak zorundasınız. Bu durum ise, problemi çözülemez bir hâle getirir. G “Yaşanılan olayları öncelikle kabul etmeliyiz. Sorunu kabul etmeyen çözüm bulamaz. Ayrıca kabul etmek, onaylamak değildir. Yaşanılanı doğru bulmasak bile kabullenmemiz, çözümü kolaylaştırır.” • Olumsuz içerikli geçmiş olaylarla yaşamak; çoğu zaman değersizlik, pişmanlık, suçluluk, kandırılmışlık, öfke, kin gibi duygu ve düşüncelere maruz kalmamıza neden olur. Aslında sadece olayı hatırlamak ile bitmez. İlave olarak az önce bahsettiğimiz duygu ve düşünceleri de beraberinde çağırırız. Peki, bu olaylar neden herkeste aynı etkiyi oluşturmaz? Bu olayı yaşayanlarda, neden hissedilen duygular farklıdır? • O hâlde bizi üzen ve mutsuz eden olayların bizzat kendisi değil; bizim onlarla ilgili bakış açımız, duygu, düşünce ve yorumlarımızdır. Olaylar ile yıllarca beraber yaşamak yerine onları çözmeye, analiz etmeye ne dersiniz? Peki, bunu nasıl yapacağız? Kişisel gelişim kitapları genelde “Unutun, takılmayın, anı yaşayın” gibi cümleler sarf eder. Ama bilmeliyiz ki, bu o kadar kolay değil, kolay olsa yapardık. Unutmak, yok saymak, küçümsemek veya abartmak da çözüm değil. Aşama aşama değerlendirelim: • Yaşanılan olayları öncelikle kabul etmeliyiz. Sorunu kabul etmeyen çözüm bulamaz. Ayrıca kabul etmek, onaylamak değildir. Yaşanılanı doğru bulmasak bile kabullenmemiz, çözümü kolaylaştırır. Keşkeler hayatımızda hayal kırıklıkları ve hataların suçluluk sonuçlarıdır. Olayın yaşandığı gerçeğini bizim bakış açımız değiştiremez. • Sosyolojide bir kural vardır: “Olayı, zamanı içerisinde yorumlamak” İşte esas noktamız bu. Biz başımızdan geçen olayları yorumlarken, o dönemden ve o günkü şartlardan bağımsız yorumluyoruz. Bu nedenle, hep bir eleştiri, bir haksızlık, pişmanlık, kandırılmışlık duygusu içine kapılıyoruz. İkinci bakış açımız bu olmalı. O gün yaşanılan olayı, bir bütün olarak ele alalım. Çevresel etmenler, ruh halimiz, olgunluk düzeyimiz, yaşımız, çaresizliğimiz, duygularımız vb. tüm etmenleri, başımızdan geçen olayları dikkate almadan doğru yorumlayamayız. Kendimize haksızlık etmiş oluruz. O zaman içinde tepkimiz, duruşumuz, bize verilen rol vs. tüm eylemler bir bütündür. Eğer bugün olsa “şöyle yapardım, keşke şunu deseydim, yapsaydım veya yapmasaydım” gibi düşüncelerimiz var ise bunu “o gün öyle gerekiyordu, şartlar onu yapmamı gerektirdi” diyerek gerçekçi bir yorum geliştirebiliriz. • Değiştiremediğimiz, dışımızda gelişen olaylar ve çaresizliğimiz söz konusu ise sorumluluğumuz yoktur. “Nedenleri ben seçmedim, kuralları ben koymadıysam sorumlusu da ben değilim” diyebiliriz. “Olayları değiştirmeyeceğimize göre onları yorumlarken; kendimizi suçlamamalı, tüm şartları birlikte ele almalı, zamanın ruhu ilkesine bağlı kalmalı ve bugünkü şartlar ile geçmişi yorumlamamalıyız.” • Kendimizi suçlamamız, sadece kendimizi kötü hissettirir. Niye böyle davrandım demek yerine yaşantıyı kabul et ve sorumluluğunu gözden geçir diyebiliriz. Kendimizi suçlasak da suçlamasak da bir şeyi değiştiremeyiz. Bunun yerine neden sonuç ilişkilerine odaklanmalıyız. O an çaresiz olabiliriz, kendimizi kötü hissedebiliriz, olgunluk düzeyimiz yetersiz olabilir. Nedenleri hem kendi gelişimimiz hem de çevresel etmenlerle beraber ele almalıyız. • Olayın yarattığı acı ve keder, bizim yorumumuzla şekillenir. Yani bizim o olayı yorumlamamız acı ve keder oranını direkt şekillendirir. Ayrıca acı var ise, hayatımızda önem verdiğimiz bir şey var demektir. Önemsiz bir şeyin acısı da değeri kadardır. • Bugünümüzü şekillendirirken çıkmaza düştüğümüzde, bunu geçmişe ve çocukluğumuza bağlamak bir savunma mekanizmasıdır. • Sonuçta, nasıl düşünürsek öyle hissederiz. Olayları doğru yorumlamak, doğru hisleri meydana getirir. • Olayları değiştirmeyeceğimize göre onları yorumlarken; kendimizi suçlamamalı, tüm şartları birlikte ele almalı, zamanın ruhu ilkesine bağlı kalmalı ve bugünkü şartlar ile geçmişi yorumlamamalıyız. Bu konuda esas olan unutmak değil, kendimizi de diğer insanları da affetmektir. Affetmek, geçmişten gelen olayların duygusal yükünden kurtulmamızı sağlar. Düşünün ki, hem kendimize olan öfkeyi hem başkalarına olan öfkemizi ne kadar taşıyabiliriz? Ne kadar daha onları cebimizde taşıyıp bir yandan da mutlu olabiliriz? Bu, hem yaşadığımız andaki pozitif duyguları kaçırır hem de bizi yıllarca depresif yaşamaya mahkûm eder. 12 3 4 56 7 89 10 Yaşadığın olayı, arkadaşın yaşamış olsa ve sana şu an anlatıyor olsa, ona ne söylerdin? Nasıl bir öneride bulunurdun? Yaşadığın olayda sen neleri değiştirebilirdin? Unutmak; mekanik ve zihinsel olarak mümkün olmadığına göre en sağlıklısı affetmektir. Bu arada affetmek, aynı şeylerin tekrar yaşanacağı veya affettiğimiz kişilerle tekrar görüşeceğimiz anlamına gelmez. Sadece olumsuz duygulardan arınmak (kendimiz) için yaparız. Bu anlamda Allah’a bırakmak da affetmek anlamında manevi tedavi sağlar. Bilinç düzeyimizi yükseltmek ve farkındalığımızı arttırmak için aşağıda sıralanan soruların cevaplanması faydalı olacaktır. Olayda farkındalığın yoksa sorumluluğun olabilir mi? Bu olay başka nasıl düşünülebilir? Şu an geçmişteki olay ile ilgili ne yapılsa kendini mutlu hissederdin? Farkındalığın var ama değiştirebilecek gücün yoksa yine sorumlu olur muydun? Bu olaya hep bildiğin ve yorumladığın gibi bakmaya devam edersen ne olur? Farklı baksan ne kaybedersin? Şu an ne olsa o olaydaki karakterleri affederdin? Affetmemek sana ne kazandırıyor? Soruları kâğıda yazıp tek tek cevaplarsak, olayı ve olayların derin analizini yaparak tekrar sorgulamış oluruz. En azından fark etmediğimiz bakış açılarını ve hataları da görmüş oluruz. söyleşi 26 Sevde Nur Özkan Lübnan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 16 Temmuz 1981’de Lübnan’da doğan Maher Zain, sekiz yaşında İsveç’e taşınmalarından sonra bu ülkede yaşamaya başlamıştır. Maher Zain; R&B şarkıcısı, söz yazarı ve bir müzik yapımcısıdır. Genç sanatçının 2009’da çıkarmış olduğu ilk albümü “Thank You Allah” uluslararası büyük bir başarıya imza atmıştır. 2012’de piyasaya sürülen “Forgive Me” albümüyle yakaladığı başarıyı sürdürmüştür. Türkiye’de de geniş bir dinleyici kitlesine sahip olan, güler yüzüyle tanıdığımız Maher Bey ile Diyanet Aile Dergisi okuyucuları için güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Allah’ın yardımı olmadan başarı gerçekleşmez üziğe başlamanız ve müzik kariyerinizin devamı nasıl gerçekleşti? Çocukluğumdan beri müzik, hep hayatımın bir parçası oldu. İlk ilhamımı Lübnan’da yaşadığımız sırada, sık sık şarkı söyleyen dedemden aldım. Yıllar geçtikçe içimdeki müzik aşkı büyüdü ve bir gün, şu anda dünyadaki en büyük müzik yapımcılarından biri olarak kabul edilen RedOne’la tanıştım. Bu tanışmayla birlikte müzik benim için daha ciddi bir uğraşı, bir meslek hâline geldi. Sonraları ise bu kariyeri bitirme kararı aldım; çünkü müzik piyasası içinde kendimi rahat hissetmiyordum ve aynı zamanda bir dönüşüm yaşıyordum. Sonunda 2008 yılında şu anki yapımcı şirketimle bir sözleşme imzaladım ve ilk albümümü çıkardık, devamını zaten biliyorsunuz… söyleşi 28 “Ben şuna inanıyorum; bir vizyonunuz varsa, inanıyorsanız ve bu hedef doğrultusunda çok çalışıyorsanız Allah’ın izniyle başarıdan başka yol yoktur. Ayrıca anne babamın dualarının da benim başarım üzerinde çok etkili olduğuna inanıyorum.” Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar tarafından dinleniyorsunuz ve müzik dünyasında kısa bir sürede ciddi bir başarı elde ettiniz. Bu başarıyı elde etmenizi sağlayan ilhamınız nereden geliyor? Her şeyden önce şuna inanıyorum: Allah’ın yardımı, lütfu ve keremi olmadan hiçbir başarı gerçekleşmez. Hayatta elde edilen başarıların ve ilerlemelerin temelinde Allah’ın yardımı yer almaktadır. Buna gönülden inanıyorum. Şunu da açık yüreklilikle söylemeliyim ki hayattaki her şeyden ilham alırım. Temel olarak sahip olduğum inancım ve kişisel hayatımdaki tecrübelerim beni yönlendirdi ve yol gösterdi. Şöyle ki; Doğu kökenli olan, dolayısıyla Doğu altyapısı olan ve Batı’da yetişen biri olarak her iki kültürün hayatımda birleşmesi, kendisini müziğimde de gösterdi. Her iki kültürün de enstrümanlarından faydalanma imkânı buldum. Bu ayrıcalıklı durum ise herkese nasip olmayan bir zenginliktir. İnsanların kalbine dokunan bir tarzınız var ve kalpleri fethettiniz. R&B müzik stilinizle büyük bir hayran kitlesine sahipsiniz. Bu müzik tarzının insanların iç dünyalarını etkilediğini söyleyebilir miyiz? Küresel düzeyde müzik olgusuna bakıldığı zaman, müziğin insanları olumlu ya da olumsuz yönde rahatlıkla etkileyebilecek güçlü bir araç olduğu görülecektir. Müzik insanların ruh dünyasının, manevi atmosferinin üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. Bu bir gerçektir. Müzi- ği dinleyip de içeriğinden ve taşıdığı manadan olumlu ya da olumsuz anlamda etkilenmemek mümkün değildir. Ben müziği olumlu, ruhu şenlendirici, duyguları canlandırıcı ve ilham veren mesajlar yayan bir araç, aynı zamanda da bir eğlence aracı olarak kullanıyorum. Şundan da çok mutluyum: Elhamdülillah dünya çapında, her ülkede müziğim geniş kitleler tarafından kabul gördü ve edindiğimiz intibaya göre insanlar üzerinde olumlu bir etkisi var. Bu durum da beni mutlu ediyor. Bu yüzden Allah’a şükrediyorum. “Thank you Allah” (Çok şükür Allah’ım) isimli albümünüz 8 Platin plak ödülü kazandı ve 2010 yılında en çok satılan albüm oldu. Bu başarıyı nelere borçlusunuz? Bu albüm üzerinde gerçekten çok ciddi bir şekilde çalıştık ve arkamda büyük bir takım var. Başarı tek başına elde edilen bir şey değildir. Arkanızda aynı ideallere gönül vermiş kaliteli bir takım varsa, başarıya ulaşmanız daha kolay olur. Bu takımda yer alan her birey, üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirdi. Ben şuna inanıyorum; bir vizyonunuz varsa, inanıyorsanız ve bu hedef doğrultusunda çok çalışıyorsanız Allah’ın izniyle başarıdan başka yol yoktur. Ayrıca anne babamın dualarının da benim başarım üzerinde çok etkili olduğuna inanıyorum. Amerika’dayken İslami yaşamdan uzak olduğunuzu ve bazı olaylardan sonra büyük bir dönüşüm yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bize bu keskin değişimin sebebini anlatabilir misiniz? Ben aslında her zaman müziği çok sevdim fakat müzik etrafında dönen hayatı sevemedim. Amerika’da çalıştığım sırada İsveç’e kısa süreli bir ziyaretimde birkaç yeni arkadaşla tanıştım. Onlarla camiye gittikçe daha fazla vakit geçirmeye ve sohbet etmeye başladık. Kişisel değişim ve dönüşümlerin arkasında yapılan arkadaşlıkların önemli tesiri vardır. Yavaş yavaş şunu hissettim; bu çevre ve zaten sahip olduğum de- ğerler bana daha iyi geliyor ve eşim olacak kişiyle tanıştıktan kısa bir süre sonra artık bir yuva kurmaya karar verdim. Hayatınızda bu değişim deneyimini yaşadıktan sonra müziğiniz hakkında ne düşünüyorsunuz? İlk planda müzik alanında çalışmayı bırakmaya karar verdim ancak sonra fark ettim ki müziği farklı bir yönde devam ettirebilirim. Biraz önce de ifade ettiğim gibi müziğin insanlar üzerindeki tesirinden istifade etmek istedim. Sonra yeteneğimi inandığım mesajı ve değerleri desteklemek için kullanmaya karar verdim. Görüldüğü gibi müzikle birlikte dilleri, ülkeleri, milletleri, renkleri farklı geniş kitlelere ulaşma imkânı bulduk. Türkiye’de hayranlık duyduğunuz ve beğendiğiniz bir müzisyen var mı? Türk müziğini çok seviyorum ve sevgili arkadaşım Mustafa Ceceli, Emre Moğulkoç ve diğer yapımcılar gibi başarılı müzik yapımcıları ile birlikte çalışmanın mutluluğunu ve onurunu yaşıyorum. Onlarla üçüncü albümüm için tekrar birlikte çalışmayı arzu ediyorum. “Forgive Me” (Beni Affet) albümünüzdeki altı parçayı Türkçe olarak seslendirdiniz.Başka Türkçe şarkılar seslendirip hayranlarınızı tekrar sevindirmeyi düşünüyor musunuz? Evet, şarkılarımdan altı tanesini Türkçe seslendirdim. Allah nasip ederse ileride bu anlamda şarkılarımın sayısı artarak devam edecek. Müslüman gençlerin yaşama bakış açısını nasıl buluyorsunuz? Onlara neler tavsiye edersiniz? Bu modern toplumda genç olmanın nasıl bir şey olduğunu ve onları bekleyen tehlikeleri biliyorum. Çoğu zaman modernizmin hayata kattığı unsurlar çok zor ve kafa karıştırıcıdır. Sürekli değişen dünyada bazen kolaylıkla kendi mecramızdan çıkabiliriz. Çünkü genç nesilleri mecralarından koparacak uyaranlar çok fazla. Fakat benim tavsiyem gençlerimizin anne babalarını mümkün olduğunca din- “Aile benim için çok şey ifade eder: Onlar bana destek, huzur, haysiyet, sevgi ve sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “dinimin yarısını” verdiler. Mutlu, sağlıklı ve huzurlu toplumlar ancak sağlam ailelerin üzerine bina edilebilir.” lemeleri ve onların dediklerini kulak ardı etmemeleri; tabiri caizse kendilerini iyi insanlarla kuşatmaları ve yaptıkları işlerin ne sonuç vereceğini her zaman tekrar tekrar düşünmeleri… Aslında ifade ettiğim bu üç husus her yaştaki insan için geçerlidir. Sizi büyük bir beğeniyle dinleyen Türkiye’deki dinleyici kitlenize nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Sürekli ve koşulsuz sevgileri ve destekleri için Türkiye’deki kardeşlerimize çok teşekkür ediyorum. Allah’ın izniyle kendileri için daha büyük işler yapmaya söz veriyorum. Bu konuda da kendilerinden dua bekliyorum. Diyanet Aile Dergisi olarak şunu soralım: Maher Zain için aile ne ifade eder? Aile benim için çok şey ifade eder: Onlar bana destek, huzur, haysiyet, sevgi ve sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi “dinimin yarısını” verdiler. Mutlu, sağlıklı ve huzurlu toplumlar ancak sağlam ailelerin üzerine bina edilebilir. Gelecek kuşakların kişilikli, erdemli ve ahlaklı olabilmeleri aile bireylerinin birbirlerine olan bağlılıklarından geçer. Ailedeki bağlar ne kadar güçlü ve kuvvetli ise toplumun birliği de o kadar sarsılmaz olur. Aile aynı zamanda çocuklar için ilk eğitimlerini gördükleri bir mekteptir. Günümüzde özellikle genç neslimizin yaşamış olduğu kimlik krizleri ve savrulmalar aile denen mektebin, üzerine düşen görevi tam manasıyla yerine getirememesinden kaynaklanıyor. gurbetten notlar Ayten Kılıçarslan 30 Almanya’da Çocuk Camileri Projesi “Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde, yaşanılan ülkenin şartları dikkate alınarak çocuklara kazandırılmak istenen değerleri temel alan “yerli” çalışmalara ihtiyaç vardır. Zira hangi coğrafyada olursa olsun, birlikte yaşanılan toplumun ve ülkenin şartları, kişinin kimliğinin oluşumuna doğrudan etki eder. Bu nedenle başarılı eğitim; kopyalanan değil, şartları dikkate alan ve güçlü kimlik oluşumunu destekleyen özgün eğitim içerikleri ile verilebilir.” lmanya’da “Kindermoschee” (çocuk camii) adını verdiğimiz çalışma, özgün bir müfredat olarak yakın zamanda kamuoyuyla paylaşılacaktır. Diğer kopyalanmış çalışmalardan farkı, 4-6 yaş grubu çocukların iki dilli, metodik çalışmanın öne çıktığı, değerlerin temel alındığı, Almanya’daki çocukların hayat gerçeklerini göz önünde bulunduran özgün bir DİTİB projesi olmasıdır. A Müfredat iki dilli olacaktır. Müfredatta materyallerin de yer alması, bu materyallerin anaokullarından tanıdık unsurlarla pekiştirilmesi, projeyi daha da ilginç hâle getirmektedir. Çocuk bir konu işlenirken anaokulunda öğrendiği Al- manca şarkıyı burada tekrarlayabilecek, ancak aynı konuyla ilgili benzer başka bir Türkçe çocuk şarkısını da öğrenerek dil dağarcığını geliştirecek ve kavramlar dünyası zenginleşecektir. Haftada üç saatlik derste el becerileri gelişirken, hayal dünyası da genişleyecektir. Değerler dünyasında Almanca olarak kullanmayı öğrendiği kelimelerle kendisini Almanca konuşulan bir ortamda aynı rahatlıkla ifade edebilecek, okul hayatında bu bilgileri değerlendirebilecektir. Çocuklarımız çoğu kez yarım dilli olmakla, yani her iki dili de yarım bilmekle suçlanmaktadırlar. Hâlbuki bu çoğu kez doğru bir tespit değildir. Tam tersine ailesinde ana dili geliştirilen bir çocuk, Almanca’da kendisini iyi ifade edemese de “Değerler eğitimi, interaktif bir eğitimdir. Mantalitesi, mantık kurgusu ve kullandığı dili ile çocuğun yaşadığı ülkenin gerçeklerini dikkate alır. Çocuğun evrensel değerleri de fark etmesini sağlar.” ana dilinde daha başarılı olabilir. Ancak bunu her iki dile de vakıf bir eğitmen ölçebilir. Çocuğun Almanca kelime dağarcığındaki fakirlik, onun aynı kavramı kendi dilinde bilmediği anlamına gelmez. Değerler eğitimi, çocuğun gündelik hayatında kullandığı Almanca ve Türkçe kavramları zenginleştirerek bu sorunu çözmek için de yardımcı olabilecek bir tarzda olmalıdır. Böylece çocuk, okul hayatına da hazırlanmış olacaktır. Camiye i Gidiyorum idi DİTİB - Diyanet İşleri Türk İslam Birliği DİTİB Merkez Camii Venloer Str.160, 50823 Köln www.ditib.de Camimi C Cam am a mim mimi imi Seviyorum Seviyyorum yorum m Değerler eğitiminde konular olumlu dil kullanılarak işlenmelidir. Çocuk cezayı değil mükâfatı öğrenmeli, neyi yapmaması gerektiğinden önce, neyi yapmasının ona değer katacağının farkına varmalıdır. Değerler eğitimi yasaklar eğitimi değildir. bir veya birkaç hafta boyunca tekrarlanır. Veli işlenen dersleri yakından takip etmek zorunda kalır. Sadece çocuk değil, veli de eğitimin bir parçası olarak davranışlarını kontrol altında tutmayı ve alışkanlıklarını gözden geçirmeyi öğrenir. Burada edinilen veli-çocukeğitimci ortak çalışma alışkanlığı, daha sonra çocuk altı yaşına ulaştığı ve Kur’an kursuna başladığında da devam eder. Önemli olan çocukların, din eğitimini alacağı kişinin de benzer metotları kullanabilme kabiliyetinin gelişmiş olmasıdır. Aynı şekilde velinin, okul eğitiminde çocuğunun eğitim sürecine dâhil olması ve aktif olmayı öğrenmesi amaçtır. Değerler eğitimi, sadece çocuğu değil, velisini de hedef kitlesi olarak görür. Kur’an kurslarından farklı olarak, velilerin ev ödevleri yoluyla aktif katılımcı olduğu ve eğitimci ile birlikte çalıştığı bir eğitim sistemidir. Öğrenilenler sadece ders saatiyle sınırlı kalmaz ve en az Çocuklar, değerler eğitiminde rutin alışkanlıklar edinir. Sosyal hayatın aynı zamanda uyulması gereken kurallar bütünü olduğunu kavrar ve kurallara uymayı öğrenir. Göçmen ailelerin en büyük problemi, çocuğa kuralları ve ku- rallara uymayı öğretmekte yeterince başarılı olamamasıdır. Özellikle okul hayatına kadar akşam erken yatma, diş fırçalama, yemekten önce ve sonra elini yıkama, öksürürken ağzını kapatma gibi kuralları dahi düzenli olarak uygulamayan ailelerin sayısı oldukça fazladır. Çocuk en geç ergenlik döneminde sınırları ile tanışmakta, bu da sosyal hayatta sorunlara neden olmaktadır. Değerler eğitiminde çocuğun alışkanlıklar oluşturmasına, adap öğrenmesine ve uygulamasına imkân verecek ritüeller oluşturulur. Bu ritüeller anaokulunda mevcuttur. Camide de benzer veya başka ritüellerin olması, camilerin kuralsızlığın hâkim olduğu yerler gibi algılanmasının önüne geçecek, cami adabı yerleştirilmeye çalışılacaktır. Değerler eğitimi, aileye destek veren, çocuğu ailesi ile bir bütün olarak kabul eden bir eğitimdir. Değerler eğitimi, interaktif bir eğitimdir. Mantalitesi, mantık kurgusu ve kullandığı dili ile çocuğun yaşadığı ülkenin gerçeklerini dikkate alır. Çocuğun evrensel değerleri de fark etmesini sağlar. İslami değerleri temel alan müfredatın hazırlanması tek başına yeterli olmayacaktır. Bu müfredatın uygulanmasını kolaylaştıracak hatta mümkün kılacak materyallerin de yerinde üretilmesi gerekmektedir. Zira bu materyallere, müfredatta dikkate alınan temel unsurlar aynı hassasiyetle yansıtılmalıdır. hayatın içinden 32 E Merve Gül Olgun Nuran Öner ile Ebru Sanat ı üzerine... “Geleneksel Türk İslam sanatlarından ebru sanatına gönül vermiş Nuran Öner, insanı kâmil olma yolunda klasik ebru ile tanışmış bir sanatkâr... Yirmi yıllık devlet hizmetinde tarih öğretmeniyken insanın ruh güzelliğini ortaya çıkarmak üzere, ebruyu tüm dünyaya tanıtmayı amaç edinen şefkatli bir öğretmen…Ebru sanatının bilinmeyen güzelliklerini keşif yolculuğumuzda Nuran Hanım’la Diyanet Aile Dergisi okuyucuları için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.” E Ebruya gönül vermiş bir sanatçı olarak öncelikle sizden ebru sanatıyla tanışma hikâyenizi dinleyebilir miyiz? Ebru sanatıyla tanıştığım gün, yani bundan 15 yıl önce, benim için bir milattı âdeta... O gün Cenabı Allah’ın Esmayıhüsnasının suya yansıması olan bu sanata âşık olmuştum. Topraktan, sudan, at kılı fırçalardan, hayvan ödünden; bütün bunların birlikteliğiyle mükemmel bir sanatın ortaya çıktığını görüp hayran olmamak elde değildi… Allah’ın izniyle altı yıldır da bu sanatın öğretmenliğini yapıyorum. Üstadım Sadrettin Özçimi Beyefendidir. Üstadımın hocası Alparslan Babaoğlu, onun da hocası Cumhuriyet tarihimizin en büyük ebru sanatçısı olan Mustafa Düzgünman’dır. Bunun yanı sıra Etimesgut Belediyesine bağlı Satuk Buğrahan Türk İslam Sanatları Merkezi müdürlüğünü yapıyor; ebru derslerine giriyorum. İslam sanatlarının hâkim olduğu bir iklimin ürünü olarak gelişen ve nesilden nesle nakledilen ebru sanatıyla ilgili neler söylemek istersiniz? Ebru sanatı için “Birtakım desenlerin su üzerinde tespit edilmesi” diyebiliriz kavramsal olarak… Kitre dediğimiz maddenin suyla karıştırılmasıyla elde edilen kıvamlı bir su üzerine toprak boyalar ezilip terbiye edilir. Ve at kılı fırçalarla hay- hayatın içinden 34 Ebru sanatındaki gelenek-yenilik tartışması, gerçekte yerine oturtulamamış bir tartışma gibi görünüyor… Sizin bu konudaki bakış açınızı öğrenebilir miyiz? van ödü karıştırılarak birtakım desenler çıkarılır. Ancak ebrunun bundan çok daha öte bir anlamı var. Şöyle ki; ebru sanatı Cenabı Allah’ın en büyük sanat eseri olan insanın ruh güzelliğini ortaya çıkarmak, zenginleştirmek için yapılan bir sanattır. Kâinat kitabını inceliyorsunuz, onu idrak ediyorsunuz ve Cenabı Allah’ın sanatının ne kadar güzel olduğunu anlıyorsunuz. İşte bu ruh güzelliğini, ruh inceliğini bu sanatlarla yakalamak mümkün… Biz tamamen klasik ebruyu devam ettirmek ve nesillere aktarmak için çıktık yola, Allah utandırmasın… Klasik Türk ebrusu kâmil insan olmanın yollarını gösteriyor bizlere. Dünya genelinde ebru sanatı, Türk kâğıdı olarak bilinir. Zaten Unesco tarafından da somut olmayan kültürel miraslar listesinde yer almış, onaylanmıştır ebru sanatı… Kısacası klasik Türk ebrumuz; insanların zihnî durgunluğunu sağlayan, ruhuna ışık saçan, belli şekillerden ve modellerden disiplin meydana getiren bir sanattır. Türk İslam sanatlarındaki “Sanat Hakk’ı aramak için yapılır” anlayışından hareketle Hakk’ı aramak amacıyla yola çıkıldığında gerçek sanatçının Yaradan olduğu eninde sonunda anlaşılmaktadır... Bu yönüyle ebrunun nasıl bir dinî/tasavvufi yaklaşıma sahip olduğunu düşünüyorsunuz? Ebru bir aşktır, gizli bir hazinedir; o da insanın ruhudur. Cenabı Allah’ın Esmayıhüsnasının suya yansımasıdır. Her ebru dünyada bir tanedir. Aynen insan gibi hiçbiri birbirine benzemez. Parmak izi gibi, yani öyle bir aşk ki bu ebru sanatı kafanızdaki bütün negatif duygu ve düşüncelerin atılmasına yardımcı olur ve size daha iyi insan, daha kâmil insan olma yolunda tertemiz bir ruh bırakır... Ebruda razı olmak vardır. Belirsizliklere de razı olacağız; atalarımız yetmiş ebru yaptıktan sonra şimdi ebru çıkıyor derlermiş. Yani öyle her istediğimizin her zaman olamayacağı, hayatımızda bazı belirsizliklerin olacağı ve bizim buna razı olmamız gerektiği bu sanatla bize gösteriliyor. Razı olmak ve tevekkül etmek… Saygı, sevgi, hoşgörü ve dahası… Bizim ebru sanatıyla yola çıkışımızın amacı İslam’ı en güzel biçimde, Peygamberimizden öğrendiğimiz biçimde tebliğ etmektir. İşte biz bu sanatlar aracılığıyla inşallah bir tebliğ vazifesi ifa etmeye gayret ediyoruz. Çünkü insanlar burada bu güzel renklerin doyumsuz dünyasında gerçeğin farkına varıyorlar. Cenabı Allah’ın sanatını çok daha iyi ve güzel anlıyorlar. İnşallah bu güzel ruhaniyet devam eder… Kullanılan ebru malzemeleri ve teknikleriyle ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Geleneksel süsleme sanatlarımız içerisinde önemli bir yeri olan ebru, geçmişten geleceğe usta sanatçılar eliyle taşınan bir süsleme sanatı… Bu sanatın gelişimi ile ilgili kısaca neler söylemek istersiniz? Ebru sanatı öncelikle hat sanatına alt zemin olarak hazırlanırken Hatip Mehmet Efendi döneminden sonra müstakil bir sanat olarak duvarlarımızda tablolar şeklinde boy göstermeye başlamıştır. Ancak ondan önce, ilk olarak Orta Asya’da, Özbekistan’ın Buhara kentinde ortaya çıkmış, buradan günümüze kadar bazı yolculuklar izlemiştir. İran’a, İpek yoluyla Çin’e gitmiş, bugün dünyanın her tarafında bilinmesi Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte zirveye ulaşmasıyla mümkün olmuştur. Daha sonra gelen diğer üstat hocalarımızla ebru sanatı bugünlere kadar devam ettirilmiş… Ebru sanatında bizim kullandığımız malzemeler tamamen doğal malzemelerdir. Biz deniz yosunu dediğimiz bir madde kullanıyoruz. Boyalarımız ise desteseng (el taşı) denilen bir taşla, cam bir yüzey üzerinde; tabiattan saf hâlde çıkmış toprakların ezilmesiyle elde ediliyor. Ebru boyaları suda erimeyen boyalar olduğu için renkleri solmaz, yıllarca muhafaza edilebilirler. Ebru sanatının fırçaları at kılından elde edilir ve en güzel boya tutan fırçanın da yaşlı atın kuyruğundan olduğu görülmüştür. Ebrunun en önemli maddelerinden biri de hayvanın ödüdür. Öd necis bir maddedir ama biz onu terbiye ediyoruz ve onu burada en güzel bir görüntü için kullanıyoruz. İşte burada şöyle bir öğreti gizli aslında: Hayatta kötü insan yoktur, herkes terbiye edilmeye muhtaçtır. Eğer Cenabı Allah’ın bize emrettiği şekilde bir terbiye içine girersek inanın şu dünyada kötü niyetli insan kalmayacaktır. Ben bu sanatı icra ettikten sonra her insanın da bir hazine olduğunu gördüm. İnsanlar keşfedilmeyi bekliyorlar. Yurt içi ve yurt dışında katıldığınız pek çok sergi ve festivallerde ebru sanatını suya nakşettiğiniz gibi insanların gönül dünyalarına da sunuyorsunuz. Özellikle yabancı ülkelerde bu sanata ilgi noktasında izlenimleriniz nasıl? makta, organlar arası koordinasyonda her zaman kullanılacak bir eğitim süreci olduğunu düşünmekteyiz. Son yıllarda İslam sanatlarına her kesimden büyük bir ilginin olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle ebru sanatının böylesine sevilmesini neye bağlıyorsunuz? Ebru sanatının evrensel bir sanat olduğunu düşünüyorum. Çok şükür Cenabı Allah bunun geliştirilmesini Türk milletine nasip etmiş. Yurt dışında özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Oklohama eyaletinde ve civarındaki şehirlerde düzenlenen Türk festivallerine üç yıldır davet ediliyoruz. Oralarda pek çok etnik grupla bir araya geliyor, ebru sanatına her geçen yıl daha da aşırı bir ilgi olduğunu gözlemliyoruz. Herhangi bir deseni çıkarttığımız anda gözleri yaşarıp ağlıyor yabancı kardeşlerimiz. Yani inanılmaz bir ilgi var ebru sanatına. Çünkü bu sanat bizim ruhumuzla çok bağlantılı. Tabi ki bu konuda öncelikle belediyelerimize, halk eğitim merkezlerimize İslam sanatlarına verdikleri desteklerden dolayı teşekkür ediyoruz. Bu kadar sevilmesinin sebebinin özellikle ebru sanatının yaratılışa uygun bir sanat olması olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların yaptıkları çalışmaları çabucak görüyor olmaları, renklerin o cümbüşü, o güzelliği derken birdenbire insana kâinatı gösteriyor; Allah’ın sanatını gösteriyor. Zaten bütün sanatların amacı Rabbimizi bilmek. En güzel cümleyi en sona mı bıraktım bilmiyorum ama ebruda önemli olan benlik duygusunu yıkmaktır, tevekkül etmektir, razı olmaktır, biz olmayı sağlamaktır. Engelli bireylerin toplumsal hayata katılımlarını ve sosyalleşmelerini desteklemek amacıyla atölye çalışmalarınızın olduğunu öğrendik… Bununla ilgili neler söylemek istersiniz? Engelli gençlerimizle proje kapsamında birlikte çalışmak bana huzurun kaynağını gösterdi. Ben bu güzel ruhlu insanların davranışlarında zaman içerisinde çok değişiklikler gördüm; hayata daha çok bağlandılar. Mesela; otistik bir çocuk fırçadaki boyayı teknenin her tarafına atmak yerine -elini diğer taraflara çekmemize rağmen- sürekli sağ köşeye atıyordu, ama iki ayın sonunda o çocuğun teknenin diğer yönlerine de boyayı atabildiğini gördük. Engelli projesi kapsamında bizi Avrupa’ya davet ettiler; belediyemizde çalışan engelli gençlerle birlikte gittik. Fransa’da otistik çocuklara ders verdik. Bu bağlamda ebru sanatının engelli çocuklarımıza ruh gücü kazandır- de menekşe tevazu ve alçakgönüllülüğü, papatya masumiyeti ve sevgiyi, sümbül ise bana göre dürüstlüğü temsil ediyor. Hiçbir sanatta lale, gül gibi motifler ebrudaki gibi özdeşleşmemiştir. İslam kültüründe de değer verilen bu motiflerin ebru ile anılır olması nasıl bir duygu dünyasına işaret eder? Sizin de dediğiniz gibi bazı motifler ebruyla bütünleşmiştir. Ebru sanatında Cenabı Allah’ın esmasının suya tecellisini görüyoruz ve lale de Allah’ın birliğini temsil ediyor. Gül ise peygamberimizi temsil ediyor. Hatta bir hocamız şöyle diyor; “Gül peygamberimizi temsil ediyor ama açılmamış tomurcuk Allah’ın esmasının bütününü, açılmış güller de esmayı temsil ediyor” diyor böyle bir duygu aktarımı çok anlamlı bir şey. Diğer çiçeklerimizde Geleneksel Türk sanatının yaşatılması ve geleceğe aktarımı konusunda özellikle çocuk ve genç nesil üzerinde yoğunlaştığınızı görüyoruz… Bu bağlamda ebrunun geleceğini nasıl görüyorsunuz? İnşallah Cenabı Allah milletimizin bütün fertlerinin ebru sanatıyla tanışmasını nasip eder. Hayallerimizin peşine düşelim çünkü biz çalışıyoruz ve hayal ediyoruz. İleride ben inanıyorum ki, ebru sanatı bütün okullarımızda temel ders olarak gösterilecektir. Gençlerimiz kendi kültürel değerlerini bilmedikleri için başka yollara yönelebiliyorlar. Bizim değerlerimiz kâmil insan yetiştirmek için hazır bir şekilde duruyor, yetkililerimize sesleniyorum; bizler hazinesi büyük bir milletiz, yeter ki bu hazineleri çıkaralım, gençlerimize verelim… evimiz 36 evinizi Pelin Pelister Akyürek İç Mimar DekORE ederken.. Evlerimiz, içinde huzur bulduğumuz, yorgunluğumuzu attığımız, tarzımızı, yani kısacası bizi temsil eden yuvalarımızdır. Her konuda olduğu gibi dekorasyon konusunda da ayrıntılara girmek mümkün... Bu yazımızda ayrıntılara çok da fazla girmeden; bir mekânı dekore etmek istediğimizde genel hatlarıyla izlenilmesi gereken yolları ve doğru bilinen yanlışları sizlerle paylaşmak istiyoruz.” DUVARLAR VE ZEMİN Bir sanatçı tuval üzerinde çalışırken önce arka fonu oluşturur. Bulutlar, dağlar, çimenler; daha sonra uzaktaki ağaçlar, bu ağaçların önünde duran ve onların bir kısmını kaplayan yakındaki ağaçlar ve son olarak merkezde duran dağ kulübesi ya da akan bir nehir… Evinizin de bir tuval olduğunu düşünün. Önce arka fon oluşturulmalıdır. Yapılan en büyük hatalardan biri merkezde duran koltuk takımını ya da aksesuar olan halıyı öncelikli olarak almaktır. evimiz 38 Tüm takımınızı düz bir kumaş ile döşemeye karar verirseniz, koltuk üzerinde kullanacağınız yastıkları perde deseninden seçebilir hatta perde kumaşınızdan yastıklar yaptırabilirsiniz.” Bu hamle sizi renk ve doku olarak kısıtlayacak, seçim yelpazenizi daraltacaktır. Öncelik, duvarlar ve zemindedir. İlk olarak zemin rengi seçilmelidir. Zeminde seçeceğiniz renk, mobilya tonlarınızı belirler. Koyu tonlara sahip bir parke (sapelli, merbau gibi) yine koyu tonlarda mobilyalar için uygundur. (Ceviz, kiraz, maun gibi). Zeminde açık renkli bir parke tercih edecekseniz, (elma, akçaağaç gibi) mobilyalarda da yine açık tonlarda kaplamalar seçebilir hatta beyaz ve bej gibi cilalara yönelebilirsiniz. Duvarlar ikinci aşamada hazırlanmalıdır. Boya ya da duvar kâğıdı seçimlerinden hangisini tercih ediyorsanız ve eğer profesyonel bir yardım almıyorsanız asla koyu renkleri ya da çok belirgin desenleri tercih etmeyin. İç mekânlarda dengeli bir renk dağılımı istiyorsanız en fazla üç renk ve bir desen kullanmanız doğrudur. “Aydınlatma seçimi ise mekânın aldığı gün ışığı miktarına göre ayarlanmalıdır. Eğer gün içerisinde loş ışık alan bir oda düzenliyorsanız, merkezde bulunan sarkıt aydınlatma dışında tavanda gizli aydınlatma da kullanmak gerekir. Geniş bir oda ise abajurlar ya da lambaderler ile de desteklenebilir.” Desen hakkınızı kullanırken doğru alanın neresi olduğunu iki defa düşünün. Desen kullanımı için perdeler en doğru tercihtir. İki kanat fon ve ortada tül kullandığınız klasik bir perde tasarımı seçtiyseniz ve fonlarınızda desen tercih ediyorsanız tüllerinizde desen kullanmamanız, tüllerinizde desen tercih ediyorsanız fonlarınızı düz kullanmanız gerekir. Tekstil ve mobilyalar Şimdiye kadar zemin rengimizi seçtik ve duvarlarımız ile perdelerimize karar verdik. Daha önce de bahsettiğim gibi zemin rengimiz mobilyalarımızı belirledi. Duvarlarımız arka fonu meydana getirdi ve perdelerimiz tekstil şablonunun başlangıcını oluşturdu. Şimdi sıra koltuk ve mobilyalarda… Perdelerinizi daha önce seçtiğiniz için artık koltuk seçimi yapmak daha kolay. Perdenizde seçtiğiniz rengin açık ya da koyu tonu ya da yine perde rengini destekleyecek bir zıt ton, mekânı hareketlendirmek için bire birdir. Tüm takımınızı düz bir kumaş ile döşemeye ka- rar verirseniz, koltuk üzerinde kullanacağınız yastıkları perde deseninden seçebilir hatta perde kumaşınızdan yastıklar yaptırabilirsiniz. Böylece desen tek bir noktada kalmaz, mekâna serpiştirilmiş olur. Mobilyalardan birini seçip, odanızda bir odak noktası oluşturmak üzere kullanmanız da doğru bir hamle olabilir. Köşede duran renkli bir ayna ve çekmeceli dekoratif sehpa, varak ile kaplanmış bir konsol; mekâna ilk girişte ilgiyi çekecek ve gösterişli güzel bir çiçek buketi içerisindeki tek bir kırmızı gül gibi parlayacaktır. Aksesuarlar Aksesuar seçimi son noktadır. Dekorasyon öncesi heves edilip alınan aksesuarların yarıdan fazlası dolapların içinde bekler, gereksiz masraftır. Ayrıca aksesuar denince akla yalnız süs eşyaları gelmemelidir. Halı, aydınlatma, ayna ve tablolar da aksesuardır. olarak gün ışığı rengi tercih edilmelidir. Doğru bir aydınlatmada iç mekânda kullandığınız renkler gündüz nasılsa gece de aynı görünür. Ayna kullanımı ise son dönemlerde aynaların da renklenmesi ile daha çok gündeme gelen bir konu... Renkli aynalardan kastımız bronz, füme ve antik eskitmeli aynalardır. Yaygın olan klasik aynalar artık iç mekânlarda tercih edilmemektedir. Renkli aynalar büyük panolar üstünde daha büyük ölçeklerde kullanılabildiği için dekoratif objeler hâline geldiler. Tabi renkli aynaların kullanımında da dikkat edilmesi gereken önemli birkaç nokta bulunmaktadır. Halılarda karışık ve renkli desenler seçmek yerine yumuşak renkler ve belirsiz desenler seçilmelidir. Parlak renklere sahip çok desenli bir halı mekânda kullandığınız diğer deseni gölgeleyeceği ve tasarımdaki dengeyi bozacağı için tercih edilmemelidir. Dar koridorlarda ve kapı girişlerinde mekânı genişletmek için kullanılmasının yanında salonlarda konsol arkalarında duvarı kaplayacak kadar büyük ölçeklerde renkli aynalar kullanabilirsiniz. Yalnızca bu aynaları tek parça olarak değil de parçalı olarak kullanmak yani orta boyda kareler ya da baklava dilimleri gibi, mekâna bir şıklık katacak, aksesuarınıza kişilik kazandıracaktır. Tüm bu genel bilgiler dışında dekorasyon yapmadan önce beğendiğiniz ve uygulamak istediğiniz tarzı belirlemeniz gerekir. Aydınlatma seçimi ise mekânın aldığı gün ışığı miktarına göre ayarlanmalıdır. Eğer gün içerisinde loş ışık alan bir oda düzenliyorsanız, merkezde bulunan sarkıt aydınlatma dışında tavanda gizli aydınlatma da kullanmak gerekir. Geniş bir oda ise abajurlar ya da lambaderler ile de desteklenebilir. Ampul Dekorasyon ile ilgili ulaşabileceğiniz tüm görselleri mini bir dosyada biriktirmek daha sonrasında da satın aldığınız tüm ürünlerin birer minik örneğini bu dosya içerisine atarak adım adım ilerlemek işinizi çok kolaylaştıracak, geri adım atıp bir önceki aşamaya dönmenizi engelleyecektir. saadet asrının hanımları Rukiye Aydoğdu Diyanet İşleri Uzmanı 40 HANIMLARIN HATİBİ: Esma Binti Yezid (R.Anha) Günlerdir kafasında türlü sorular dolaşıyordu, ancak hiç birine bir cevap bulamıyordu. Düşünüyordu, çabalıyordu, kendisini teskin etmeye çalışıyordu, ancak hiçbir şey onu tatmin etmeye yetmiyordu... ençti Esma, gencecikti. Gen- tığınız zaman mallarınızı biz koruruz, iplik eğirip çliğinin verdiği heyecanın ya- size elbise yaparız, çocuklarınızı besleriz. Buna göre nında, kabına sığamayan bir ya- bizler sizin kazandığınız hayır ve sevaplarda size pısı vardı. Zekiydi, atılgandı, ce- ortak olamaz mıyız?” surdu. Bir o kadar da açık sözİşte bu kadardı; Esma, içinde biriktirdiği ne varlüydü, düşündüğünü en sa Allah Resulü’ne arz etmiş, rahatlagüzel şekilde kalıba mıştı. Resul-i Ekrem de onu ciddidökmesini bilir, yetle dinledikten sonra, yüzünkendisini ifade ederdi. Bununla O, hanımların de etrafını aydınlatan gülümbirlikte, kaç zamandır kendi semesiyle oradakilere şöyle sözcüsüydü. Hanım kendine konuşuyordu. Kimdedi: sahabilerin içlerinden selere açamadığı derdine “Siz bir kadından, din koçıkamadıkları bir durum kendisi bir hâl çaresi bulmak nusunda sorduğu bir soiçin çabalıyordu. Ancak ne olduğunda veya kendi özel ruda bundan daha güzel yapsa boş, evin işleri yine üsdurumlarıyla alakalı Allah söz işittiniz mi?” Sonra da tündeydi, çocukların bakımı bir kadının eşiyle güzel geResulü’ne iletmek istedikleri bütün zamanını alıyordu. Alçinerek sıcak bir yuvaya sasoruları bulunduğunda lah Resulü’nün yanındaki sahip olmasının, az önce sayhabenin neredeyse tüm vakitEsma devreye dığı bütün üstünlüklere denk lerini onunla birlikte geçirme imgirerdi. olduğunu söyledi. Bu haberi dikânları varken; o ya yemek yapıyor, ğer bütün hanımlara ulaştırmasını ya ip eğiriyor, ya diğer işlerle ilgileniisteyen Allah Resulü, hem Esma’nın yordu. Erkekler kadar ibadete zaman ayırhem de bütün hanım sahabilerin içini rahatma fırsatı olmadığı gibi Allah yolunda cihatta da onlar kadar aktif rol alamıyordu. Hepsini bir bir dü- latmıştı. Bu günden sonra da Esma “hatîbetü’nşündü, içinde biriktirdi. Oysa Esma, Ensar ha- nisâ/ kadınların sözcüsü” olarak anılır oldu. nımlarının ileri gelenlerindendi. Allah Resulü’ne ilk (İbnü’l-Esîr, VII, 19.) biat edenlerdendi. Akşamla yatsı arasında bir va- O, hanımların sözcüsüydü. Hanım sahabilerin içkitte, Allah Resulü’nün huzuruna varışı, ona biat lerinden çıkamadıkları bir durum olduğunda veya edişi, onun “Size İslam üzere hidayet veren Allah’a kendi özel durumlarıyla alakalı Allah Resulü’ne ilethamd olsun, ben sizinle biat ettim” deyişi hâlâ göz- mek istedikleri soruları bulunduğunda Esma devlerinin önündeydi. reye girerdi. Hz. Aişe’nin de yakın arkadaşların(İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 12.) dan olunca, sık sık hane-i saadete gelme imkânı Böyleyken neden Allah Resulü’ne halini arz et- elde eder, bunu ilme olan merakını, öğrenme armiyor, sorularını ona yöneltmiyordu? Etrafında zusunu gidermek için fırsat bilirdi. Yine bir defakendisi gibi düşünen Ensar hanımlarının varlığı da sında, hanımların özel hâlleriyle alakalı bir sorukendisine cesaret verince, soluğu Allah Resulü’nün yu Hz. Peygamber’e yöneltmiş, Hz. Aişe de onun yanında aldı. Resul-i Ekrem, her zamanki gibi as- bu tavrını takdir ederek, “Şu Ensar kadınları ne iyi habı ile beraberdi. Esma, sözlerine ashabın di- kadınlardır! Utanma duygusu onları, dini (hülinden düşürmediği şu cümle ile başladı: “Anam kümleri) sorup öğrenmekten alıkoymuyor” debabam sana feda olsun ya Resulallah!” dedi. Son- mekten kendini alamamıştı. (Müslim, Hayız, 61.) ra devam etti: “Ben sana kadınların elçisi olarak geldim. Allah seni Esma’nın öğrenmeye olan bu merakı, Hz. Peybütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. gamber’in hadislerini zihnine nakşetme konusunda Biz sana ve senin Rabbine iman ettik. Kadın ol- da kendini gösterdi ve seksen bir rivayet, onun ağduğumuz için evlerinizde kapanıp kalmış, nefis- zından nakledilerek bugüne geldi. Esma, ilim kolerinizi tatmin etmiş ve çocuklarınızı karnımızda nusunda gösterdiği cesaret kadar cihatta da şetaşımışızdır. Siz erkekler ise cuma namazı kılmak, caat sahibi idi. Esma’nın gözleri Mekke’nin ve Haycamiye ve cemaate çıkmak, hastaları ziyaret et- ber’in fethini gördü. Gözler, Esma’nın Yermük’te mek, cenazelerde bulunmak, birden fazla hacca nasıl cesurca savaştığına şahit oldu. Esma binti gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bu- Yezid, Müslüman bir kadının yuvasında, ilimde ve lunuyorsunuz. Bütün bunların en önemlisi Allah irfanda, yeri geldiğinde savaş meydanında cesayolunda cihat etmektir. Fakat siz hac veya umre retiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle nasıl örnek olaiçin yahut düşmanla savaşmak üzere evinizden çık- bileceğini tüm Müslümanlara gösterdi. G geçmiş zaman olur ki 42 PARA TARİHİ YAZMAYA DEVAM EDİYOR Kamil Büyüker Yeryüzü kurulalı beri üzerine savaşlar yapılan, birçok ihtilafa sebep olan para hakkında ne biliyoruz? Tarihini layıkıyla bilmesek de para hâlâ tarih yazmaya ve tarihi şekillendirmeye devam ediyor. Hayatın idamesi için olmazsa olmaz araçlardan birisi şüphesiz paradır. Ancak para araç olmaktan çıkıp amaç olmaya başladığı zaman çoğunlukla ihtilafa, kargaşa ve kavgalara; hatta savaşlara neden olabilmektedir. O zaman paraya hak ettiği değeri vermekten başka çıkar yolumuz kalmıyor. Elimizdekinin kıymetini bilmeli, Kur’an’ın öngördüğü şu öğüde de kulak vermeliyiz: “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.” (İsra, 29.) Çevremizde paraya ram ve esir olmuş sayısız insan görürüz. O zaman “İnsanların yaptığı paralar kadar, paraların şekillendirdiği insanlar da vardır” sözü tam da yerini bulmaktadır. Hatta ve hatta kimi şarkıların nağmelerinde “Varlığı bir dert yokluğu yara” şeklinde ifadeler de geçer. Peki, belki de yeryüzü kurulalı beri üzerinde savaşlar yapılan, birçok ihtilafa sebep olan para hakkında ne biliyoruz? Tarihini layıkıyla bilmesek de para hâlâ tarih yazmaya ve tarihi şekillendirmeye devam ediyor. Bu değiştirici ve dönüştürücü etkisinden hareketle biz de paranın tarihine kısaca bir göz atalım. Paranın ilkleri Sözlükte “parça, gümüş parçası” anlamındaki Farsça “pâre”den gelen kelime, genel olarak bütün ödeme araçlarını ifade eden bir genişlik kazanmıştır. Tarihteki ilk madenî para basımının MÖ. VII. Yüzyılda Anadolu’da Lidyalılar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Tarihteki ilk madenî para olma özelliği taşıyan Lidya parası, darp suretiyle basılmıştır. Sabit bir alt kalıp üzerine konan madeni pula hareketli bir üst kalıp yerleştirerek, bir çekiçle vurmak suretiyle darp gerçekleştirilmiştir. Tarihteki ilk madenî para basım yerinin Anadolu olması özellikle uygarlık gelişiminin göstergesi olarak oldukça önemlidir. Anadolu bu üstünlüğünü sürekli devam ettirmiştir. Dünyanın ilk bü- yük darphanesi ise Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul Simkeşhane’de kurulmuştur. (İbrahim Artuk, “Nümismatik İlmi ve Faydalarına Kısa Bir Bakış”, Türk Nümismatik Derneği Bülteni, Bülten No. 9, İstanbul, 1982, s.10.) Tarihî kayıtlara göre, MÖ.118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kâğıt para ise MS. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır. Araplarda ise Bizans’ın altın parası olan dinar, hem İslamiyet öncesinde hem de sonrasında kullanılmıştır. Dinar, Hıristiyanlık sembollerinden kademeli şekilde arındırılarak Müslümanlarca bir müddet daha basıldı. İlk İslam dinarı, para sistemini esaslı biçimde düzenleyen Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan zamanında Hicri 77 (696) yılında çıkarıldı. Dinarın yanında İran’ın gümüş dirhemleri de bir süre kullanıldı. Sasani dirhemleri Hz. Ömer döneminde basıldı ve üzerlerindeki İslam dışı motifler yerlerini yavaş yavaş İslami simge ve ibarelere bıraktı. İlk İslam dirhemini altın ve bakır sikkede olduğu gibi Abdülmelik b. Mervan çıkardı. Osmanlı’da paranın tarihi Osmanlı Devleti, devraldığı coğrafyada kendisinden önce hükümran olan devletlerin çıkardığı madeni paraları (sikke) kullanmayı sürdürdü. İlk Osmanlı sikkesinin Osman Bey zamanında basıldığı konusu tartışmalıdır. Genel kabul, 1326 yılında Orhan Bey adına kestirilen akçenin ilk Osmanlı parası olduğu yönündedir. İlk paralar Bursa ve Edirne’de darp edildi. Osmanlı Devleti’nde darphaneler iltizam sistemiyle üçer yıllığına özel kişilere ihale edilir, ihale edilmediği takdirde emaneten bir kamu görevlisi tarafın- dan yönetilirdi. Paraların ayarını ve içlerindeki değerli maden miktarını “sâhib-i ayâr” denilen bir görevli denetlerdi. Osmanlılar, Selçuklular ve Anadolu beylikleri gibi altın ve gümüşün ülkeye girişini teşvik edip vergiden muaf tutarken, sıkıntı çekilmemesi için ihracına sınırlamalar getirip yasakladı. Tahta geçen her padişah sikkeyi kendi adına bastırırdı. Akçe, Fatih Sultan Mehmet devrine (14511481) kadar genel itibariyle değerini korudu. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kuruş denilen yabancı iri gümüş sikkeler Osmanlı piyasalarına girmeye başladı. 17. Yüzyılın ortalarında ise para, arz talebi karşılayamayınca Avrupalı tüccarlar yabancı mağşuş sikkeleri Osmanlı piyasalarına taşıdı. 17. Yüzyılda sınırlı miktarda bakır sikke basıldı; ancak savaşları finanse edebilmek, hazinenin açıklarını kapatabilmek, altın ve gümüşün karşılamadığı para arzını ikmal etmek amacıyla 1688’de bol miktarda mankur/ mangır veya pul denilen bakır paralar çıkarıldı. 17. Yüzyılın sonlarına doğru yapılan bir düzenlemeyle para, akçenin yerine Osmanlı para birimi hâline geldi. 1 para=3 akçe, 1 kuruş=40 para ölçüsü getirilen bu sistemdeki ilk gümüş kuruş 1690 yılında basıldı. Osmanlının son para tecrübesi 1840’ta karşılıksız olarak basılan ve ilk Osmanlı kâğıt parası olan ‘kâime’dir. Bu tarihten itibaren kâime zaman zaman piyasadan çekilse de 1928’e kadar gündemde kaldı. 5 Aralık 1927’de Cumhuriyet’in ilk kâğıt paralarının tedavüle girmesiyle birlikte altı ay içerisinde piyasadan çekildi. (DİA, Ali Akyıldız, C. 34, s.164-166.) bilgelik hikayeleri Dr. Lamia Levent Diyanet İşleri Uzmanı 44 HATEMİ TÂÎ’NİN ATI Cömertlik, alicenaplık her yiğidin kârı değildir. Nefsine hükmeden yiğitlerin harcıdır bu meziyetler. Onlar ki aradan yüzyıllar geçse de isimleri, namları unutulmaz; dilden dile, diyardan diyara anlatılır durur. İşte o cömertlerden biri, Cahiliye devrinin ünlü şairi ve Tay kabilesinin reisi Hatemi Tâî… Onun masalsı hikâyesini bize, Sadi Şirazi şöyle haber veriyor. atemi Tâî’nin rüzgâr ayaklı, duman gibi siyah bir atı varmış. Bu at koşmada saba yeli, kişnemede gök gürültüsü gibiymiş. Öyle bir siyahlığı varmış ki, gözler ona bakmaktan kamaşırmış. Şimşekle yarışa çıksa, şimşeği geçermiş. Koşarken ovalara, dağlara âdeta dolu yağdırırmış. Bu at sel yürüyüşlü imiş. Ovalar ve sahralar aşar, rüzgâr ona yetişemez; toz gibi onun gerisinde kalırmış. Gemi suda nasıl yüzer giderse, bu at da çölde öyle gider, kartal ondan ileri koşamazmış. H Gün gelmiş, Hatemi Tâî’nin hem kendisinin hem de bu paha biçilmez atının namı Rum hükümdarının kulağına kadar gitmiş. Ona demişler ki: Hatem’in cömertlikte eşi olmadığı gibi, atının da koşmada ve savaşta eşi yoktur! Bunu duyan Rum hükümdarı vezirine dönmüş: “Şahitsiz dava insana utanç getirir. Ben Hatemi Tâî'den o atını isteyeceğim. Verecek olursa bilirim ki onda büyüklük şerefi vardır. Şayet vermeyecek olursa anlarım ki, onun bu şöhreti içi boş bir davulun sesi gibidir ve bir kuru gürültüden ibarettir.” Sadece bununla kalmadı Rum hükümdarı. Haber kendisine anlatıldığı gibi mi değil mi, bunu iyice anlamak için Tay kabilesine en hünerli elçisini gönderdi. Hatta bu elçinin maiyetine on kişi daha verdi. Bu heyet; kara duman gibi korkunç, karanlık ve yağmurlu bir gecede Hatem'in kabilesine indi. Âdeta yer ölmüş, gök onun üzerine eğilmiş, ağlıyor gibiydi. Zorlu bir yolculuğun ardından Tay kabilesinin bulunduğu topraklara vardılar. Zinderud Irmağı’nın kenarına yetiştiklerinde nasıl rahat ettilerse öyle rahat ettiler. Hatem heyeti kabul etti ve o günün geleneğine uygun bir şekilde bir at kesti, şeker döktürdü. Misafirlere iyi bir ziyafet çekti. Bir de her birine avuç avuç altınlar verdi. Heyet o geceyi Hatem'in konağında geçirdi. Sabah olunca, elçi heyetinin başkanı Rum hükümdarının ricasını anlattı. Hatem, at meselesini duyunca şaşkın bir sarhoşa döndü. Pişmanlıkla elini ısırdı: “Ey hünerli ve şanlı Rum serverleri! Bu haberi bana niçin gelir gelmez söylemediniz. O yel yürüyüşlü ve düldül koşuşlu atımı dün gece size ikram için kesmiştim. Çünkü o sırada yağmurlar yağıyor, seller akıyordu, yılkıların otlağına kadar gidip at getirmek korkulu işti. Size ziyafet için başka bir şeyim de yoktu. Misafirlerimin karınları aç ola- rak uyumalarını mürüvvetime yakıştıramadım. Çünkü bana her tarafa yayılacak ad lâzımdır. Meşhur bir atım olmasa da olur” diye düşünmüştüm. Hatem mahcuptu. Ülkelerine dönecek bu heyete cömertliğini fazlasıyla gösterdi. Ayrıca bu heyete parlak giysiler giydirdi, kese kese altınlarla birlikte asil Arap atları verdi. Heyet Rum diyarına döndü, olayı hükümdara olduğu gibi anlattı. Rum hükümdarı da hayret denizine düştü. Hatem’in cömertliği karşısında söyleyecek söz bulamadı. Hatem’in cömertliği, âdeta Rum diyarında yankılandı. Herkes onu konuştu, onu anlattı… Hatem cömertliğinin ve ahlakının gereğini yaptı, cümle âlem bu güzel yaradılışlı civanmerdi bir kez daha takdir ve hayranlıkla alkışladı. Hatemi Tâî’nin adı, cömertler defterinde silinmez harflerle yazıldı. Aradan asırlar geçse de, bu harfler hâlâ okunmaya devam ediyor. bir nefes sıhhat Doç. Dr. Havva Şahin Kavaklı 46 29 Mayıs Hastanesi Başhekim Yard. GRİBAL ENFEKSİYONLAR “Grip çok hızlı yayılma potansiyeli nedeniyle toplum sağlığını tehdit edebilir, salgınlar şeklinde görülebilir. Grip soğuk algınlığı ile karıştırılmamalıdır. Her iki hastalıkta da burun tıkanıklığı ve burun akıntısı varken; grip kas ve eklem ağrıları ve yüksek ateşle birlikte daha ağır bir hastalık durumudur.” “Grip hastalarına yakın temastan uzak durulmalıdır. Tokalaşmak, öpüşmek ve kucaklaşmak hastalığın yayılmasını kolaylaştırır. Bulunduğumuz ortamların havalandırılması, temiz tutulması büyük önem arz etmektedir. Zorunluluk yoksa hastalığın yaygın olduğu dönemlerde kalabalık ortamlardan uzak durulması bizi hastalıktan koruyan bir durumdur.” zellikle kış aylarında ve havaların soğuduğu kışa geçiş dönemlerinde daha çok karşılaşılan, nedeni virüsler olan bir hastalıktır. Özellikle havaların soğuduğu dönemlerde görülmesinin sebebi kalabalık ve kapalı ortamlarda daha çok kalınma zorunluluğuna bağlıdır. Bağışıklık sistemi zayıflamış kişiler gribal enfeksiyonlar açısından risk altındadır; özellikle kronik hastalığı olanlar; kanser, böbrek ve şeker hastalığı olanlar daha kolay grip hastalığına yakalanır ve bu hasta gruplarında hastalık daha ağır seyirli olur. Grip çok hızlı yayılma potansiyeli nedeniyle toplum sağlığını Ö tehdit edebilir, salgınlar şeklinde görülebilir. Grip soğuk algınlığı ile karıştırılmamalıdır. Her iki hastalıkta da burun tıkanıklığı ve burun akıntısı varken; grip kas ve eklem ağrıları ve yüksek ateşle birlikte daha ağır bir hastalık durumudur. Grip hastasına yaklaşımda en önemli hususlardan biri bulaştırıcılığın önüne geçmektir. Bağışıklık sistemini güçlü hâlde tutmaya çalışmak; özellikle yeterli ve dengeli beslenme, düzenli yaşam tarzı, dinlenme ve yeterli uyku çok önemlidir. Grip hastalığı tedavi edilirken temel mantık, hastanın şikâyetlerini rahatlatmak şeklindedir; asıl hedeflenen nokta hastanın vücudunun desteklenerek hastalıkla mücadele gücünün artırılmasıdır. Ancak kalp ve akciğer sorunları olan ya da bağışıklık sisteminin yetersiz olduğu hastalar daha titiz ele alınmalı ve tedavi edilmelidir. Burada burun açıcı spreylerin uzun süre kullanılmaması gerektiğini belirtmekte fayda görüyorum. Gribal enfeksiyon başta da bahsettiğimiz gibi virüslere bağlı geliştiği için antibiyotik kullanımı yersizdir ve hastalığın daha da alevli geçmesine yol açabilir. Gereksiz antibiyotik kullanımı antibiyotik direnci dediğimiz bir duruma yol açar ki gerçekten ihtiyacımız olan durumlarda antibiyotiklerin etkisiz kalması ile sonuçlanır. Antibiyotik kullanımı bu hastalığın komplikasyonları ve üzerine bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların eklenmesi durumunda doktor tarafından takdir edilerek uygulanacak bir tedavidir. Gribal enfeksiyonların komplikasyonu olarak zatürre; bademcik il- tihabı, sinüzit ve kulak iltihabı vs. olabilir. Bu nedenle risk grubunda olan ya da şikâyetleri beklenenden uzun sürenler doktora başvurmalıdır. Grip aşısı herkese önereceğimiz bir aşı değildir; özellikle risk grubunda kabul edilen kronik hastalığı olan, bağışıklık sistemi baskılanmış ve grip olduğu takdirde ağır seyredeceğini öngördüğümüz hastalara önerebiliriz. Grip nedeni olan virüslerdeki yıllık değişimler nedeniyle aşılar da değişkenlik göstermektedir ve aşılar üretilirken bir yıl öncesindeki veriler ışığında üretilir. Grip hastalarına yakın temastan uzak durulmalıdır. Tokalaşmak, öpüşmek ve kucaklaşmak hastalığın yayılmasını kolaylaştırır. Bulunduğumuz ortamların havalandırılması, temiz tutulması büyük önem arz etmektedir. Zorunluluk yoksa hastalığın yaygın olduğu dönemlerde kalabalık ortamlardan uzak durulması bizi hastalıktan koruyan bir durumdur. Hasta olan kişilerin diğer sağlıklı bireylere karşı sorumlu davranması, aksırdığında ya da hapşırdığında bir mendille ağzını kapatması çok önemlidir; mendil bulamazsa koluyla, elinin dışıyla kapatmalıdır. Mümkünse maske takması daha da yararlı olur. Gribal enfeksiyonlara yakalanmamak için koruyucu önlemler büyük önem taşımaktadır. Sonuç olarak; kalabalık ortamlardan mümkün olduğunca uzak durmayı, bulunduğumuz ortamları havalandırmayı, mevsime uygun giyinmeyi ve düzenli yaşama dikkat etmeyi tavsiye edebiliriz. kırkambar 48 KISSADAN HİSSE B Darı Ekmek! ir hükümdar askerleriyle bir gezintiye çıkar. Çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu görür. İhtiyara seslenir: -Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Diktiğin fidanların meyvesinden yiyemeyebilirsin. İhtiyar: -Evlat! Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yediysek, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yiyebilir. Aldığı cevaptan hoşnut olan hükümdar, ihtiyara bir kese altın verilmesini emreder. İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmaz ve şöyle der: -Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi. Bu cevap da hükümdarın hoşuna gider, bir kese daha altın verilmesini emreder. Yaşlı köylü sıradan biri değil, çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi. -Evlat, herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir; bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi. Bu cevap karşısında hükümdar bir kese daha altın verilmesini söyler. Bu defa vezir araya girer ve hükümdarı uyarır: -Aman hükümdarım! Bir an önce buradan gidelim. İhtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek. DUA RAPTİYE Neye yaklaşsam sonu uzaklık ve kırgınlık, Anla ki yok Allah'tan başkasıyla yakınlık. Necip Fazıl Kısakürek “Biz nefislerimizin ve (Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olan şeytanın şerrinden, onun bizi şirke düşürmesinden, kendimize ve herhangi bir Müslüman’a kötülük yapmaktan sana sığınırız.” Tirmizi, Deavât, 14, TADIMLIK Amentü Billahi Zerreler akıyorken, zamanın yalağında Bir sır var, bu âlemde; zerrelerce bir sır var! Hayattan kelebekler uçar, ölüm bağında Bir sır var bu kalemde, çizgilerce bir sır var! Ahmet Tevfik Ozan “Birbirinizle ilgiyi kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” Tirmizi, Birr ve Sıla, 24. Göründü hilal-i mâh-ı Muharrem Âdem ağlar Havva ağlar Şit ağlar N’oldu Kerbela’da zât-ı mükerrem İdris ağlar Salih ağlar Nuh ağlar Habib-i Kibriya kurret-i aynî Nice gülgün etdin o gül-cebîni Nasıl elvân etdin vech-i Hüseyn’i Halil ağlar gülzar ağlar nar ağlar Sahra-yı Kerbela kan gülistanı Bozuldu risalet bağu bostanı Ehl-i beytin soldu baharistanı Ahmed ağlar Mahmud ağlar Hızır ağlar ... Alvarlı Efe Muhammed Lutfi
© Copyright 2024 Paperzz