Prof. Dr. Nazmiye ÖZGÜÇ İÜ, Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi Coğrafya Programı COĞRAFYA: GEÇMİŞ-KAVRAMLAR-COĞRAFYACILAR, e-Ders 10.Hafta e-Ders Kitap Bölümü 10. HAFTA ÖZET: Coğrafyanın özellikle ondokuzuncu yüzyılın ortasında meydana gelen değişimlerden etkilenerek kendi fikir akımlarını ortaya çıkarması üzerinde bu derste durulmaktadır. BÖLÜM 3: COĞRAFYADAKİ FİKİR AKIMLARI: İnsan-Çevre ve Bölgesel Coğrafya 3.1. ÇEVRECİ DETERMİNİZM VE POSSİBİLİZM: “İNSAN” VE ÇEVRE BÖLÜM 3: COĞRAFYADAKİ FİKİR AKIMLARI: İnsan-Çevre ve Bölgesel Coğrafya Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Kant ve Humboldt’un coğrafyanın diğer bilimler arasındaki yeri üzerine ileri sürdükleri görüşler tümüyle unutulmuştu. Bunda, kısmen, kısa süre içinde Ritter ve Humboldt’un aynı yıl birden ölmesi ile üniversite düzeyinde coğrafya eğitiminin kesintiye uğramasının etkisi olmuştu. Ama coğrafyanın gelişme hikâyesinde Humboldt ve Ritter dönemiyle bir sonraki bağlantıyı Charles Robert Darwin’in (1809-1882) Türlerin Kökeni adlı kitabının 1859’daki (yani Ritter ve Humboldt’un öldükleri yıl) yayını oluşturur. Birçok bakımdan Darwin, en azından James Cook’a kadar giden büyük coğrafi keşif araştırmaları geleneğinde, önemli bir yere sahiptir ve bu yüzden de Alexander von Humboldt’un Personal Narrative of Travels to the Equinotial Regions of the New Continent’inin onun için en değerli kitaplardan birisi olması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğitimi, önce Edinburgh’da gördüğü tıp ve sonra Cambridge’de gördüğü din eğitimine dayandığı halde, bunlar onun beş yıl süreyle Beagle adlı gemiyle dünyayı dolaşmasında, Humboldt coğrafyasına olan bağlılığında çok az rol oynamıştı. Beagle, 27 Aralık 1831’de Plymouth’a demir attığında yirmi iki yaşındaki amatör doğa bilimci Darwin kaptana eşlik ederek yaptığı yolculuktan deniz tutmuş olarak dönüyordu ama evrim teorisinin, türlerin coğrafi dağılışlarındaki nedenlerin keşfedilmeye çalışılmasıyla ilgili süreç de böylece başlamış oluyordu. Bununla birlikte Darwin’in Humboldt’un öldüğü yıl (1859) çıkan ünlü kitabının (Türlerin Kökeni Üzerine) aslında Humboldtçu coğrafyanın cazibesi altında kalarak mı yayınlandığı sorusu hep sorula gelmiştir. Daha sonraki bilim insanları ne yazmış olurlarsa olsunlar, bu iki bilim adamı arasındaki ilişkiler dostça olmuştur. Buttimer’in yazdığına göre (2006), Darwin 18 Mayıs 1832’de Rio de Janeiro’ya geldiğinde botanikçi arkadaşı John Stevens Henslow’a şunları yazmıştı: “Daha önce Humboldt’a hayrandım, şimdi ise ona tapıyorum; Tropiklere ilk girişte kafanızda doğabilecek duygular hakkında fikri bir tek o verebilir.” 1839’da Darwin Beagle Seyahatleri olarak yayınlanan kitabının bir kopyasını Humboldt’a göndermiş, Humboldt onu överek “benim tahminlerimin çok üstüne çıktın… Önünde mükemmel bir gelecek var .. Çalışman muhteşem … Benim görüşlerimi genişlettin ve düzelttin” diye yanıt vermişti. 1838’de Royal Geographical Society’ye katılmış, burada konferanslar vermiş ve dergisinde makale yayınlamış olmakla birlikte, Darwin’in bir coğrafyacı olduğu tabii ki hiç bir zaman iddia edilmemiştir; kendisinin ilgi alanı botanikti. Doğa bilimleri alanında kendisinden önceki önemli bir düşünür olan Herbert Spencer’dan (1820–1903) “en dayanıklı olanın hayatta kalacağı” deyişini almıştı. Tabii ki bu konuda ayrı düştükleri noktalar vardı: Darwin zaman içinde bir nüfustaki özelliklerin dağılışındaki değişimleri evrim olarak nitelerken, Spencer bunu daha önceden mevcut bazı planların ortaya çıkması olarak düşünüyordu; ona göre evrimin yönü daima en basitten ve en az farklılaşmış olandan en karmaşık olana doğruydu. Darwin’in, Spencer’in tüm görülerini değil ama “en dayanıklının hayatta kalacağı” görüşünü kendi evrim teorisine temel aldığı bilinmektedir: bu teori daha alt düzeyde ve daha basit olan yaşam şekillerinden daha yüksek ve daha karmaşık yaşam şekillerine yavaş yavaş ya da düzenli bir dönüşümün var olduğuna dayanıyordu. Bu da daha önceki bilimsel görüşlere, özellikle de yaratılış ve tufan teorisine karşıt bir görüş olarak ortaya çıkıyordu. Biyoloji kökenli İngiliz coğrafyacı Mackinder, Darwin’in çalışmasını “değişik iklim koşulları altında hayvanların coğrafi dağılışını ortaya koyduğu” şeklinde değerlendirmiştir; bazı organizmalar değişen koşullara kendilerini başarılı bir şekilde uyarlayabilirken, diğerleri uyarlayamamışlardır. Ancak, coğrafyacılar, “insanlar ve onları çevreleyen ortamlarının yüzyıllar boyunca yerden yere ve zamana göre değiştiğini, bir evrim geçirdiğini” kabul etmişler ve Darwin’in “Doğal Seçim” üzerine olan görüşlerinden de genel bir “insan-yer ilişkisi” teorisinin çıkarılabileceğini görmüşlerdi: Yani, nasıl ki organizmalar hayatta kalabilmek için kendi çevrelerine uyum sağlama ihtiyacındaysalar, aynı şekilde insanlar da içinde yaşadıkları çevre ile uyumlu bir yaşam tarzı benimsemek zorunda ya da ihtiyacındaydılar –başka bir deyişle, insanın yeryüzündeki yaşamı geniş ölçüde içinde yaşadığı fiziki çevrenin türü tarafından ve zaman içinde biçimlendirilecekti. Darwin’in Türlerin Kökeni’nin yalnızca biyolojik bilimleri birleştirici bir ilke kazandırmakla kalmadığını, aynı zamanda da, fiziki çevreyle ve başka yaşam şekilleriyle ilişkisini de sürdüren ve yaşamın yavaş yavaş biçimlenmesinin en son ürünü olan insanı ortaya çıkardığı da ileri sürülmektedir. Coğrafya da, böylece, insanın fiziki ortamına tepki gösterme yollarının incelemesi olmaktaydı ve fonksiyonunu genişleterek insanın yeni bir çevreye karşı göstermesi gereken tepki yollarını önceden tahmin edebilirdi. Bu yüzden de, coğrafyanın bir uygulamalı bilim durumuna ve devrin sömürgeci ülkelerine yararlı hale gelmesi gerekiyordu. Ne gariptir ki Darwin’in fikirlerinin bu şekildeki yorumu İngilizlerin değil ama Alman ve Amerikalı coğrafyacıların yazıları üzerinde daha açık olarak etkisini göstermiştir. A.B.D.’nde Darwin’in etkisi yalnızca evrimden dolayı olmamıştı; aynı zamanda da, bu teoriyi doğru anlamadaki önemi nedeniyle, W.M.Davis’in yerşekilleri (özellikle dağlar) için “coğrafi döngü” teorisini ürettiği fizyografik çalışmalarının da rolü olmuştu. Darwin’in fikirleri “fiziksel çevrenin egemenliği” fikrini korumak isteyen coğrafyacılara muhteşem bir argüman sağlamıştı. Böylece yirminci yüzyıl coğrafyasına, söz konusu yüzyılın başlangıcıyla özdeşleşecek iki miras kalıyordu: Çevreci determinizm ve bölge. 3.1. ÇEVRECİ DETERMİNİZM VE POSSİBİLİZM: “İNSAN” VE ÇEVRE İnsanlar ve içinde yaşadıkları çevre arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında Darwin’in ileri sürdüğü fikirlerin birçok ve karmaşık etkisi olmuştur. Bir yandan, organizma, ihtiyacı olan ama baskısını arttırarak kendisini tehdit eden bir çevreye uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan da varlık olmakla çevre arasındaki ilişkinin araştırılmasını öğrenir ve burada da coğrafyanın yeri vardır. Aslında, bu olguyu ilk hisseden Humboldt olmuştur. 5 Haziran 1799’da Amerika’ya gitmek üzere bindiği Corunna adlı teknede şunları yazar: “Doğanın güçlerinin birbirleriyle nasıl bir etkileşim içinde olduklarını ve coğrafi çevrenin bitki ve hayvanları nasıl etkilediğini bulmaya çalışacağım. Kısacası, doğanın birliğini neyin sağladığını keşfedeceğim”. Humboldt ve Ritter gibi, Darwin de insanları “doğanın canlılar dünyası içinde” alıyordu. Darwin özellikle canlılar dünyası elemanlarının birbirlerine bağlılıklarını vurgulamış ve daha sonra ortaya çıkacak ekolojik yazıların büyük kısmının da çerçevesini belirlemişti. Bununla birlikte, ilk etkilediği coğrafyacılar değil, biyologlardı. Bu bağlamda, Jena’da zooloji profesörü olan Ernst Haeckel (1869) “ekoloji” terimini kullanan ilk kişi olmuş, ama bazı ilgili biyolojik fikirler coğrafi araştırmaya girinceye ve “insan-çevre” ilişkisi üzerine tartışmalar başlayana dek, bu terim pek kullanılmamıştı. En verimli çağında, 1886’da Leipzig’de “coğrafya profesörü” olan Friedrich Ratzel de biyoloji eğitiminin ilk devrelerinde Darwin’in evrim teorisinden çok etkilenmişti. Bu etki Almanya’da Ernst Haeckel’le, Darwinismus olarak zirveye varan akımdan Ratzel’in 1869’da Jena’da onun öğrencisi olarak bilgilenmesiyle başlamıştı –basılan ilk çalışması olan Organik Dünyanın Doğası ve Gelişmesi de büyük ölçüde Haeckel’in Genel Morfoloji’sine dayandırılmıştı (aslında, Haeckel’in Darwinizmi o sıralarda Darwin’in kendisini bile kaygılandırıyordu). Güney Fransa’da yaptığı gezilere ilişkin notlarının yerel bir gazetede yayınlanması üzerine, Ratzel, yakın bir dostunun tavsiyesine uyarak coğrafya alanında çalışmaya başladı. Önce hayvan türlerinin göçleriyle ilgilenmiş, Avrupa ile Kuzey ve Orta Amerikalardaki yolculuklarından sonra da insan göçlerine ilgi duymuştu. 1880’li yılların hemen başında Münih Teknik Üniversitesi’ne yerleştiğinde iki ciltlik büyük çalışması Die Vereinigten Staaten von Nord-Amerika’yı (Kuzey Amerika Birleşik Devletleri) yayınladı. Hemen ardından da, kısa süre sonra fiziki çevrenin insan üzerindeki etkisi hakkındaki fikirlerini ortaya koyduğu Anthropogeographie (1882 ve 1891) adlı iki ciltlik eserinin birinci cildi ortaya çıkıyordu. Burada yeni bir bilim dalının –beşeri coğrafyakavramsal temellerini atmaya çalışmıştı. Bu çalışmanın insan odağı bakış açısını doğal bilimlerden antropolojiye çevirmesine yol açmıştı. Ratzel, insanı, içinde kaynağını türlerin fiziksel çevreye uyma kapasitelerine göre doğal seleksiyonun oluşturduğu evrimin son ürünü olarak görüyordu. İnsanı, kendisini çevreleyen fiziksel güçlerin kıskacında ve ancak onun taleplerine doğru uyum sağlandığında başarılı olabilen, çevrenin bir ürünü olarak görme eğilimindeydi. Başka sözcüklerle, ona göre insan da genelde diğer canlıların bağlı olduğu kanunlara tabiydi. Dolayısıyla, Ratzel çevreci görüşün önemli temsilcilerinden birisidir. Bununla birlikte, coğrafi araştırmalarda insanın yerine büyük önem verişi de dikkat çekicidir. İnsanların yeryüzünde nasıl gruplar oluşturduklarını, dağılışlarını ve bu dağılış üzerinde fiziki çevrenin ve göçlerin etkilerini, bireyler ve toplumlar üzerinde fiziki çevrenin etkilerini –örneğin iklimin doğal karakter üzerine etkisi gibiincelemiştir. “Yalnızca tasvirin artık daha derinleşen coğrafya kavramına yeterli gelmesinin mümkün olamayacağı ve ‘Rerum cognoscere causas’a (şeylerin nedenlerini öğrenmeye) geçilmesi gerektiğine” işaret ediyordu. Ratzel’in fikirleri Avrupalı coğrafyacılar arasında yayıldı, A.B.D.’ne taşındı ve burada coşkulu bir şekilde kabul edildi. Çevreci determinizm ya da doğacı görüş Ratzel’in 1897’de yayınlanan ve bazılarınca en büyük eseri kabul edilen Politische Geographie’sinde de belirgindir. Bu çalışmada, Ratzel, Herbert Spencer’in görüşünden yürüyerek siyasal ünitelerin (devletlerin) toprak açısından yayılma ya da kaynakların tükenme noktasına varıncaya kadar nüfus büyümesinin kaçınılmaz olacağı birer organizma olarak alınabileceğini ileri sürüyordu. Devlet için varoluş yayılmayla mümkündü. Bu açıdan Grossraum (büyük mekâna sahip) ve Kleinstaaten (küçük devletler) olarak ikili bir ayrım yapıyor ve Avrupa devletlerinin Grossraum’a ancak denizaşırı topraklar elde ederek erişebileceğini iddia ediyordu. Ratzel’in bu görüşleri o sıralarda Almanya’da egemen olan imparatorluk inşa etme hayalleriyle denk düşmüştü –Grossraum ve Lebensraum (yaşam alanı/mekanı) kendinden sonra gelen Alman Nasyonal Sosyalistlerin dört elle sarıldıkları kavramlar olacaktı. Jeopolitiğin savunucusu İsveçli Rudolf Kjellén bu fikirlerden hemen etkilenmişti ama esas benimseyen Karl Haushofer olmuştu. Aslında, Ratzel’in, Amerika’daki gezilerinden de esinlendiği toprak bakımından genişlemeye karşı ilk başlarda bir ilgisi vardıysa da, kendisinden sonra Nazi Almanya’sında gelişecek olan ırkçılıkla hiç bir ilgisi yoktu; o, Grossraum’un yeni etnik tatlar yaratarak ırkların birbirleriyle karışımını besleyeceği görüşündeydi ve bu yüzden de Aryanizme her zaman mesafeli durmuştu. Özetle, Ratzel’in Anthropogeographie’sinin etkisinin daima dışsal çevre koşulları içinde ele alınması gerektiği, genetik oluşmayla ilişkilendirilemeyeceğini de vurgulamak gerekir. Ondokuzuncu yüzyıl sonu-yirminci yüzyıl başlarında bazı coğrafyacılar insan faaliyetlerinin ve başarılarının fiziki çevre tarafından kontrol edildiği sonucuna varmışlardı. Aslında çok daha önce, Fransız sosyolog Frédéric Le Play (1806-1882) fiziki çevrenin insanların yaptıkları işin türünü ve bunun da toplumsal örgütlenme biçimlerini belirlediğine inanıyor, buradan da –bir önceki bölümde de belirttiğimiz- ünlü formülüne varıyordu: “Yer: iş: insan (ya da aile)”. Coğrafyacılar bu görüşü hemen benimsediler ve “yer”den “iş” yoluyla “insan”a geçmek onlara doğal görünmüştü. Bu üç kavramın modern terminolojide anlamı fiziki çevre (yer), maddi teknoloji ve ekonomik örgütlenme (iş) ve de toplumsal özellikler (insan) olarak alınıyordu. Aslında bir maden mühendisi olan Le Play görevi nedeniyle Avrupa’da geniş ölçüde dolaşma olanağı bulmuş, 1855’de Avrupalı Emekçiler (Les Ouvriers Européens) adlı kitabını yayınlamıştı. Bu noktadan itibaren de, 1870’e kadar Napolyon’a ve onun toplumsal reform programlarına destek vermişti. Le Play’in kendi kurduğu şemaya göre toplumsal yapılar fiziksel çevreleriyle çok sıkı bağlar taşıyorlardı. Bu da, Le Play ekolünden gelen Henri de Tourville (1843-1903) ve Edmond Demolins (1852-1907) gibi yazarların elinde söz konusu fikirlerin basit bir çevreciliğe kadar indirilmesine yol açmıştı. İnsanlar ve ortamları arasındaki, çevreci determinizm olarak anılan bu yorum özellikle bazı Amerikalı coğrafyacılar tarafından, 1920’ler öncesinde çok tutulmuştu. Ratzel’in çevreci determinist görüşün yayılmasındaki rolü büyük olmakla birlikte, bu görüş en çok, aslında birbirleriyle aynı fikirde olmayan, başka üç coğrafyacının adıyla özdeşleşmiştir: Amerikalı Semple, Huntington ile Fransız Demolins. Örneğin, iki ciltlik Essai de Géographie Sociale. Comment la Route Cree le Type Sociale (1901-1903) adlı eserin yazarı olan Edmond Demolins’e göre stepler özellikle atlar için çok uygundu; atlar, stepler için doğal olan hayvancılığı geliştirmeye çalışan insanlar tarafından kullanılmaktaydı; hareketliliği arttırma, gruplar arasında iletişimi sağlamada da atlar kullanılmakta ve böylece de kültürel birlik sürdürülebilmekteydi. Burada stebin varlığı bütün bir yaşam tarzıymış gibi kabul ediliyordu: Step işe göre toplum yaratıyor, böylece de mülkiyet ve aile üzerine aynı toplumsal karakterin damgasını vuruyordu. Ataerkil aile de stepin karakteristik aile tipiydi. Göçebe hayvancılıkla uğraşanlar steplerden dışarı doğru uzaklaştıklarında ve izledikleri güzergâha göre yenilen gıda, uğraşılan iş ve toplum da değişime uğruyordu. Kuzey Amerika’da, Büyük göller güzergâhını izleyerek Alaska’ya geçen Huron, Iroquois ve Algonquin kabileleri bunlara en tipik örneklerdi. Demolins, görüldüğü gibi, çevresel güçlerin incelenmesi üzerinde yoğunlaşmıştı –Önsöz’ünde de şunları söylüyordu: Yeryüzünde bulunan nüfuslar sonsuz bir çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitliliği yaratan nedir? Verilen cevap genellikle “ırk” olmaktadır. Ama ırk, ırkları yaratanın ne olduğu hâlâ keşfedilemediğinden, hiç bir şeyi açıklayamaz. İnsanların farklılığının ve ırkların farklılığının birincil ve belirleyici nedeni insanların izledikleri yoldu. Bu yol hem ırkları hem de toplumsal türü yaratan yoldur .... Bir halkın bir yolu ya da diğerini izlemesi farksızlığı ifade etmez; Asya’nın büyük steplerinin ya da Sibirya Tundrasının ya da Amerikan otlaklarının ya da Afrika ormanlarının yolu .... Bu yollar kaçınılmaz olarak Tatar Moğollarını, Lapon ve Eskimoları, Kızılderilileri, Hintlileri ya da Negro-Zencileri meydana getirmiştir. ... Yol, daima insan üzerine kaçınılmaz ve kesin damgasını vurmuştur –Batı Avrupa’da İskandinav, Anglo-Sakson, Fransız, Alman, İtalyan ve İspanyol gibi adlarla anılan halklar günümüzdeki yerlerine gelinceye kadar atalarının geçtikleri yolların ürünüdürler. Benzer şekilde, deterministler dağ insanlarının basit, geri, tutucu, hayal gücünden yoksun olma şeklinde yazılan kaderlerinin arızalı arazi yapıları tarafından çizildiğine inanıyorlardı. Çöl insanları da tek tanrıya inanacaklar ama zalimlerin yönetimi altında yaşamaya mahkûm olacaklardı. İklim, insanın karakter ve davranışlarını etkilediği gibi, bazılarına göre, insanların renk ve şekil gibi farklılıklarının da temel nedeniydi. Orta kuşak iklim koşulları insana keşif gücü, çalışkanlık ve demokrasi kazandırırken, fiyortlu deniz kıyılarından büyük denizciler ve balıkçılar çıkacaktı. Deterministler böyle küçük olaylardan ya da örneklerden genele varmayı (endüksiyonu) sık olarak yanlış kullanmışlardı –örneğin Demolins çevrenin etkisini tümevarımla göstermek için Çinlilerin Tibet’ten gelmiş olabileceklerini bile ileri sürmüştü (Minshull 1970). Çevreci deterministler o zamanki İngiltere’nin dünyadaki seçkin konumuna da bir gerekçe bulmuşlardı: Ülkeyi çevreleyen denizler denizciliği gerekli kılmış, çok uygun iklim koşulları da parlak bir yönetim ve çalışma ahlâkı yaratmıştı. Aslında, öteden beri çevre insan tarihi ve toplumların gelişme süreci üzerindeki en önemli etken olarak görülmüştür. Ortaçağlarda çevresel etki ve çevreye uyarlanma fikri, ırk ve kültür bakımından farklılıkları ortaya koymada kullanılıyordu. Bu uygulama hem Batı hem de İslâm dünyalarındaki (İbn-i Haldun gibi) bilim adamlarının yazılarında yansımasını bulmuştu. Eskiçağ ve ortaçağ filozoflarını bir yana bırakırsak, daha sonraki dönemlerde, örneğin, spiritüalizmin kurucusu ünlü Fransız filozof Victor Cousin (1860) şöyle diyordu: Evet beyler, bana bir ülkenin şeklini, iklimini, sularını, rüzgârlarını ve tüm fiziki coğrafyasını verin; doğal ürünlerini, florasını, zoolojisini verin; ben size önceden bu ülke insanının nasıl biri olacağını, bu ülkenin tarihte nasıl bir rol oynayacağını tahminen değil kesin olarak, bir değil bütün devreler için anlatacağıma bahse girerim. Febvre (1922) tarafından çevreci determinist olmakla suçlanan Cousin, “dünyanın tarihsel gelişmenin amacına göre tasarlandığını ve yeryüzünün yüce güç tarafından çeşitli kısımlar halinde yaratılarak bunlardan bazılarının birbirlerini etkileyerek insanlığın ruhsal (spiritüel) gelişmesini güçlendirdiğini” ileri sürüyordu. Berdoulay (1976) ise Cousin’in aslında bir çevresel kontrolden çok, bir tasarımdan söz ettiğini belirtir. Fransız tarihçiler ve özellikle de coğrafyacı Himly ise, bunların genel ve pozitif düşünceye yönelen bilim adamlarının kabul edemeyecekleri şeyler olduğunu belirterek, araştırma alanından çekilip, bir inanç meselesi olarak bireylerin kendisine bırakılmasını savunuyorlardı. Himly, “eğer bir yüce plan varsa bile bunu keşfetmek coğrafyanın amacı değildir” diyerek konuyu açıklığa kavuşturmuştu. Yirminci yüzyılın ilk onlu yıllarında da coğrafyayı biçimlendiren bu tür görüşler Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarındaki daha büyük bir dönüşümün bir parçasıydılar. Bu tür görüşlerin siyasal açıdan da büyük önemi vardı ve işte bu da beyaz Avrupalı ve Kuzey Amerikalıların Afrika ve Asya’daki sömürgelerinde yaşayan halklara ve aynı zamanda da Amerikaların yerli halklarına karşı üstünlüklerini iddia eden çalışmaların arkasındaki faktör oluyordu. Bununla birlikte, determinist görüştekilerin önde gelenlerinden birisi olarak görülen Ratzel, çevresel etkiyle ilgili değerlendirmelerini Anthropogeographie’nin daha sonraki (1891) baskısında biraz değişikliğe uğratmıştır. Dickinson (1969) ve başka bazı yazarlar da Ratzel’in çalışmalarının hiçbir yerinde “çevreci determinizm” damgasını hak edecek bir bakış açısı bulmanın mümkün olmadığını ileri sürerler; o, “yalnızca toplumun birer üyesi olarak ya da birey olarak insanların fiziki çevreden gelebilecek bazı baskılara boyun eğmek ve davranışlarını buna göre ayarlamak zorunda olduklarına” işaret ediyordu. Çevreci görüşün önemli temsilcilerinden biri olduğu halde Ratzel’in A.B.D.’nin bir bölgesi için yaptığı şu tanımlaması onun giderek insanın ağırlığını da kabul edişine çok güzel bir örnektir: “Yeni İngiltere’nin (New England) eski durumunu araziyi bilmeden belki anlayabilirim; ama Puritan göçmenleri bilmeden asla!” Ratzel, özellikle Avrupa ve Amerikan yüksek okul ve üniversitelerinde o sıralarda yaygın olan coğrafya-jeoloji beraberliği içinde gelişmiş coğrafyacılar üzerinde daha fazla etkili olmuştu. Bunlar arasında en seçkinlerden birisi de, jeolojiden coğrafyaya geçmiş, Harvard Üniversitesi profesörü William Morris Davis’dir. 1900’de, Atlantik’in öte yakasında “evrimin ruhu şimdi olgunlaşmış olan öğrenciler tarafından onların büyüme yıllarında içlerine çekilmiştir ve artık her tür çalışmayla uygulanması istenmektedir” diyordu. Davis’in ömür boyu en büyük tutkusu olan fiziki coğrafya evrimle ilgili esinleri uzun zamandır ihmal etmişti ve Davis’e göre “bu fikirlerin tanıtılma zamanı artık gelmişti”. Evrim teorisinden etkilenerek yer şekillerini açıklamak üzere geliştirdiği “aşınım döngüsü“ teorisiyle ünlenen Davis “yeryüzünün insanla ilişkili olarak incelenmesi” –yani, doğal çevrenin insana etkisinin araştırılması- şeklinde aldığı coğrafyadaki çevresel determinizme yaklaşımını, Association of American Geographers’ın kurucusu ve ilk başkanı olarak –1906 yılındaki, bir takdim konuşması olan- “İnorganik Kontrol ve Organik Tepki” adlı yazısında açıkça ortaya koymuştur: “Bir fikir, ancak inorganik kontrol ile buna organik tepkilerden birisi arasındaki ilişkilerden bazılarını içerirse coğrafi niteliğe sahip olur” Mackinder ve Ratzel gibi organik benzetmenin çekiciliğine kapılmış olan, Davis’e göre insan topluluğu fiziki çevreye uyum sağlayarak hayatta kalabilen bir organizmaydı; bu yüzden de “gelişme reçetesi çevre tarafından yazılıyor”du. Her organik türün, belirli ortamları işgal ettiğinden ve o ortamlardaki yaşam alışkanlıkları sürecinden geçtiğinden, belirli bazı yapılara sahip oldukları kabul edilir. Birçok yapı, süreç ve alışkanlıklar fizyografik nedenlere birer tepkidirler. Bir türün tepkileri eski zamanlardaki başlangıcından kalıtım yoluyla günümüze aktarılmıştır ve bu aktarılma fizyografik kontrolleri çevre koşullarına uzun dönemler boyunca dayanıklı kaldığı için sağlanabilmiştir. Görme, duyma ve işitmeyi sağlayan tüm organlar çevremizdeki alanın fiziksel özelliklerine birer tepki olarak görülmektedir. Bu organların gelişmesi yavaş olmuştur ama bir kez gelişme sağlandığında, hangi koşullar altında gelişmiş olurlarsa olsunlar, kalıtsal dayanıklılık sağladıklarından kazançları da yüksek olmuştur. Davis, 1889’da Pennsylvania’daki akarsular ve vadileri incelerken aşınım döngüsüyle ilgili ilk sistematik fikirlerini ileri sürmüştü (bu konuda 1899’da bir yayın daha yaptı; 1905’de de teorinin sorunlarını tartıştı). Arazi şekillerini ideal bir tiplendirmeye giderek, bunların önce bir tektonik hızlı bir yükselmeyle başlayan, sonra çeşitli ajanlar tarafından çeşitli biçimler almalarını sağlayacak aşınım geçirmelerine ve sonunda da iyice aşınarak en son biçimine – yani peneplen denilen alçak bir rölyef haline gelmelerine- yol açan bir dizi aşamadan geçtiklerini ileri sürüyordu. Davis’in evrimsel bakış açısı onun yer şekillerinin evriminin de ötesine gitmesini sağlamıştı. Almanya’daki meslektaşları gibi, Ritter’in “eski teoloji doktrini”nin modern coğrafi çalışmaları desteklemekten artık çok uzak olduğunu hissetmiş ve “modern evrim ilkesi”ne bilinçli olarak yanaşmıştı. Davis, çevreci düşünceyi Amerikan coğrafyasına sokmak için yıllarca çalışan, yorulmak bilmez bir bilim adamıydı; 1932’de yayınladığı “A Retrospect of Geography”adlı yazısında ise görüşlerine daha açıklık getirmişti. Bununla birlikte, o da, etkilendiği Ratzel gibi, insanın önemini yadsımadığını sık sık vurguluyordu. Davis’in fikirlerini her ne kadar teorik düzeyde geliştirdiyse de, bunları uygulamaya geçirmediği de vurgulanmıştır. Buna karşılık, Leipzig’de bir süre Ratzel’in danışmanlığında çalışmış ve onun fikirlerinden çok etkilenmiş bir Amerikalı coğrafyacı olan Ellen Churchill Semple (1863-1932), çevreci determinizmi kitabında açıkça dile getiren coğrafyacı olarak, Amerikan coğrafyasında 1920’lerden önce bu fikrin çok tutulmasında önemli bir rol oynamıştı. Gerek Semple gerekse Davis derslerinde çok sayıda öğrenciyi etkilemişlerdi; özellikle Semple çevrenin insan üzerindeki kontrolü hakkındaki fikirlerini yaymada renkli yazılarıyla daha da etkili olmuştu. Almanca’dan İngilizce’ye çevirme güçlükleri nedeniyle yeniden yazdığı Ratzel’in Anthropogeographie adlı kitabına dayandırdığı çok okunan kitabı Coğrafi Çevrenin Etkileri (The Influences of Geographic Environment, 1911; kitabın alt başlığı On the Basis of Ratzel’s System of Anthropoge-ography’dir) sayesinde Ratzel’in fikirleri geniş bir yayılma alanı bulmuştu. Semple için tarihin fiziksel temelini oluşturan doğal çevre, insanların huyu, kültürü, dini, ekonomik uğraşları ve toplumsal yaşamını etkiliyordu: “Tarihin delilleri bize çöllerin dinlerin doğuşu için uygun olduğunu gösteriyor... Kuru, temiz hava çöl sakininin yeteneklerini harekete geçirir; ama monoton bir çevre onlara üzerinde çalışacakları çok az şey verir. Mantıksal tümevarım için çok az malzemesi olan zihin yeniden düşünmeye dalar”. Bunun gibi daha birçok örnek vardır. Örneğin Semple “Alpin alanlardan hiçbir büyük sanatçı ya da şair çıkamayacağını, çünkü onun muhteşem yüceliğinin zihni felce uğrattığı”nı da ileri sürer. Kitabın asıl başlangıç cümleleri, onun determinist fikirlerini açıklamadaki becerisini göstermek üzere, sık sık belirtilir: İnsan, yeryüzünün bir ürünüdür. Bu, onun sadece dünyanın bir çocuğu, tozunun tozu olduğu anlamına gelmez; ama dünya ona analık etmiş, onu beslemiş, görevlerini öğretmiş, düşüncelerine yön vermiş, bedenini güçlendirerek zorluklarla karşı karşıya getirmiş ve arzularını keskinleştirmiş, karşısına denizlerde dolaşmak ya da sulama gibi sorunlar çıkartmış ve aynı zamanda bu sorunların çözümünü de gizlice kulağına fısıldamıştır. Semple, her ne kadar Ratzel’in ve onun etkilendiği sosyolog H.Spencer’in organizma olarak devlet teorisini reddetmiş olsa da, bu anlatımında da görüldüğü gibi, yine de Influences of Geographic Environment’da Ratzel’in Anthropogeographie’sinde yer alan “insan toplumunun çevresel belirleyicileriyle ilgili” kısmını kabul etmekten de kaçınamamıştır. Bunlar arasında: “O (Doğa) insanın kemik ve dokularına, aklına ve ruhuna girmiştir. Dağlarda yamaçları tırmanabilmesi için demir gibi bacak kasları vermiş; kıyılarda ise bunları zayıf ve yumuşak bırakmış ama bunun yerine küreğini kullanabilmesi için göğüs ve kollarını geliştirmiştir” açıklaması ilgi çekicidir (Campbell ve Livingstone 1983). Bununla birlikte, sonuç olarak, Semple’ın çevreciliği mutlak anlamda bir çevrecilik değildir; toplumsal evrimi “kendisine verilen çevrede kaderince çalışan her insanın, ortamındaki güçlüklere karşı mücadelesinin tarihi” olarak kabulünde de de bu yatar.
© Copyright 2024 Paperzz