1 zülfikar MARAŞ GİRİŞİMİ Sayfa 22’de Aslını inkar eden haramzadedir! Siyasi, kültürel ve sanat gazetesi Aralık’14 - Ocak’15 Sayı: 07 ‘Maraşla Yüzleşmek‘ ‘Yüz yüze bakabilmek‘ 2 zülfikar Kavganın büyüğü arkadan geliyor MEHMET YÜKSEL SİNEMİLLİ A leviler şu an tarihleri boyunca uğradıklarından daha büyük bir asimilasyonu kendi kendilerine yapıyor. Bizim dışımızdaki yönetsel ve inançsal güçlerin binlerce yıldır katliamlara başvurarak uyguladıkları yok etme denemelerine rağmen direnmeyi ve ayakta kalmayı başaran bu topluluk, politizasyon, kentleşme, kapitalistleşme ve bireyselleşme ile birlikte yaşadığımız son 50 yıllık zaman diliminde bütün özünü kaybederek yok olma noktasına gelmiştir. Bu noktada eminim son yıllarda geldiğimiz kentlerde inşa ettiğimiz dernek, vakıf, federasyon ve cemevi örgütlenmeleriyle buralardaki hareketliliğe işaret ederek, “Aleviliğin hiç olmadığı kadar yaşatıldığını ve görünür olduğunu” savunacak dostlarımız çıkacaktır. Ama buna “buralarda yapılan, uygulanan ve yürütülen işlerin -başta erkânlar olmak üzere- ne kadar Alevilikle ilgili olduğunu sorarak cevap verebiliriz. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki başta cenaze olmak üzere erkânlarımız ve özellikle cemlerimiz gerçekliğinden ve bağlamından koparılmış ve özünü kaybetmiştir. Cemevlerimizin birer camiden farkı kalmamış, bütün erkân, ritüellerimiz öz ve içerik bakımından “Sünni”leştirilmiştir. Bu Sünnileştirme öyle boyutlara varmış ki, erkânlarımızda ve günlük yaşamımızda kullandığımız dilimiz bile bozularak Alevi literatüründen tamamen uzaklaşılmıştır. Örneğin birlikte lokmalarımızı paylaştığımız sofralarımızda okunan gülbanglarımızın yerini “afiyet olsun”, cemal cemale oturduğumuz cemlerimizi tanımlarken “halka namazı”, yine cemlerimizde kadınlarımızı ayrı oturtmak ve erkânı yürütürken sıkça kullanmaya başladığımız “dua, rükû” vb. kavramlar, cenaze erkânımızda “erkân” yerine “cenaze namazı veya cenaze kılmak” ile başlayan ve ilerleyen günlerde “mevlit” gibi Alevilikle hiç ilgisi olmayan kavram ve uygulamalara varıncaya kadar. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Dilin tamamen Türkçeleştirilmesini de hatırlatarak şimdilik örnekleri noktalayalım. Bütün bu dejenerasyon ve yozlaştırma uygulamalarına karşın, Alevi kişi ve kurumlarından bir arınma ve öze dönme çalışması ve arayışının -henüz yetersiz de olsa- başlamış olduğunu da sevinerek gözlemliyoruz. Ancak bu kez de eski sol siyasal geçmişimizden gelen hastalıklarımız devreye girmekte ve kabaca bir benzetmeyle “benim dediğim doğru”, ya da “ben daha önemliyim, güçlüyüm, kalabalığım; bu yüzden herkesin bana tabi olması lazım” anlamına gelen söylem ve tavırlar içine giriyoruz. Söz gelimi her kurum ya da yapı kendi meşrebince bir çalışma yaparak herkesi bu çalışmayı kabule ve kendisine biata çağırmakta bir beis görmüyor. Bunun gelmiş olduğu son nokta Bektaşi dostlarımızın son yıllarda hayata geçirmeye çalıştıkları “Dergâhta Birlik” projesi. Tıpkı daha önce İzzettin Doğan tarafından Cem vakfı üzerinden yürütülmeye çalışılan tün Alevileri kendine bağlanmaya yönelik çabaları gibi. Gerçi dostlarımız her ne kadar yapılan eleştirileri sert ve hakaretamiz bir üslupla reddetseler de projenin isminden başlayarak, toplantılardaki uygulanan halet-i ruhiye tersine işaret ediyor. Ele alınan erkânlardaki üslup da dediğimiz destekler mahiyette ne yazık ki. Sözü şimdilik çok uzatmadan birlik ve dirlik çalışmalarının en azından bu üstten bakan ve biz biliriz edasıyla yapılamayacağını, bunun en azından Alevi-Kızılbaş geleneğindeki turablıkla örtüşmediğini belirtelim. Ayrıca her ne kadar kabul edilmese de bu değerli dostlarımızın söylem ve davranışlarında “ocakların ve dedelerin misyonunu dolduran zamanı geçmiş, işlevsiz kurumlar olduğu” mesajı ok hâkim. Bunun için özellikle soldan gelen ve iyi bir entelektüel okuma yapmış olan “aydın”larımızın yol, erkân ve ocaklar-dedeler hakkındaki tavır ve konuşmalarına bakmakta fayda var. Bunların karşısında yola ve ocaklara sahip çıkanlar, yine bu dostlarımız tarafından “gericilik” başta olmak üzere çeşitli kavramlarla suçlanıp hedef haline getirilebiliyor rahatlıkla. Yine günümüzde devlet, tarihte olmadığı kadar Alevi meselesinin bizzat içinde ve müdahil vaziyette. Geçmişte Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde daha çok zor ve katliamlar sonrası gelen, dergâh ve ocaklara postnişin ya da önder atamak şeklinde uyguladığı yöntemler bugün çok daha sinsi ve tehlikeli bir hal almıştır. Yönetici erk artık Alevileri bizzat kendi içlerinden kişi ya da zümreler vasıtasıyla asimile etme politikalarını devreye sokmuş durumda. Alevileri bir şekilde Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) bağlayıp, İslam dairesi içine almanın yöntemlerini geliştirerek bu anlamda çalışmalarını uygulamaya başlamış durumda. Alevi toplumunun temel hak talepleri doğrultusunda kazanılmış Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına rağmen, bunları tanımadığımı beyan etmekte ve aynı zamanda başta erkânlarımız olmak üzere binlerce yıllık kurumsal kimliklerimize el atmakta. Söz gelimi son yaşadığımız Muharrem ayı ve aşurelerimizin devlet ricali tarafından içinin boşaltılarak birer bayramlaşma atmosferinde (kaldı ki uygulama itibariyle o da sorunlu bir görüntüydü) elimizden alınmaya çalışılmasına şahit olduk. Yine eş zamanlı olarak Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığındaki AKP Hükmeti’nin Alevilik konusundaki yezitçe söylemi tutum ve davranışlarının asla değişmediği bilinirken, Alevi görünümlü bazı muhteremler tarafından en önemli Alevi-Bektaşi kurumlarından ve ocaklarından olan bir dergâhımıza utanmadan davet edilmesi ve huzurlarında -üstelik sonunda gülbanksızsemah dönülmesi, erkân yürütülmesi, ellerinin öpülmesi gibi görüntülere tahammül etmek zorunda bırakılmamız. Kürtlerle bağının koparılarak Kürt meselesine desteğinin engellenilmeye çalışılması ve bu uğurda Türklük propagandasıyla Aleviler arasında Kürt düşmanlığı yaratılmaya çalışılması yetmezmiş gibi, Hükümetin Alevi Çalıştaylarının ve Diyanet üze- rinden dedeleri ve dolayısıyla Aleviliği şekillendirme politikalarının desteklendiği görüntüsü ister istemez kafamızda sorular oluşmasına vesile oluyor. Ocaklar ve dedeler üzerinde çekinmeden onları yetersiz gören ve küçümseyen anlayış acaba bu yaptıklarının devletin bu politikasına su taşımak olduğunu anlayamıyorlar mı? Ya da tıpkı bu dostlarımızın yaptığı gibi sorarsak, “hangi amaca ve kime hizmet edilmektedir?” Herkesin ve her kesimin Alevilerin ocak örgütlenmesini hedef alıp bertaraf etmek istediği bir ortamda samimi olan hepimize düşen dikkatli olmaktır. Dedeliğin ya da ocakların gelmiş olduğu durumun iyi niyetle tahliline dayalı eleştirileri tabii ki yapmalı ve duruma çözüm aramalıyız. Bu kaçınılmaz görevimiz. Ama dediklerimizin ve yaptıklarımızın neye yol açıp kime hizmet edeceğini de iyi biçip tartarak… Kendi iç kısır çekişmelerimizi bir an önce bırakıp bu toplumun hayrına ve geleceğimize yönelik içten ve samimi duygu ve endişelerle bir araya gelmenin ve sorunlarımıza cevap aramanın vaktidir. Bunun için kurum başında yer işgal eden dostlarımızın başta siyasi ve ekonomik olmak üzere rant mantığı ve heveslerini bir kenara bırakmaları gerekmekte. Daha sırada halledilmesi gereken başta erkânlar, dil, içerik, inanç, ritüeller, olmak üzere demokrasi, insan hakları, kadın hakları, ekoloji ve çevresel sorunlar ile bu “yol”un emanet edileceği ve geleceğimiz olan gençlerimizle doğru ilişkilenme gibi bir sürü problemimiz mevcut. Ama bunun için ivedilikle “benim dediğim doğru” ya da “ben daha önemliyim/kutsalım/güçlüyüm vb.” kaba ve Aleviliğin turaplığına uymayan yaklaşımların derhal terk edilmesi gerekir. Unutmayalım ki “er erden seçilmeyeceği” gibi “hizmet Hak içindir”… Bunları başaramadığımız taktirde zaten devlet ve derin yapılar ta içimize kadar sirayet etmiş durumda. Ortadoğu’da İslamcı çeteler eliyle başta Kürtler, Ezidiler ve Aleviler olmak üzere hunharca bir katliam yaşanmaktayken, Avrupa’nın göbeğinden Alevi çocuk ve gençleri bu çetelere katılmaya gidiyor; üstelik kendi soydaşlarını ve dindaşlarını kesmeye… Bu durumda kavganın büyüğü gerçekten arkadan geliyor. İş işten geçmeden samimi ve içten duygularla bu toplumun geleceği adına doğru, düzgün ve dürüst hizmet verme zamanıdır. Aksi taktirde arkamızdan ağlayanımız dahi olmayacak… Son olarak içinde bulunduğumuz Aralık ayı, 1978 Kanlı Maraş Katliamı’nın 36. yıl dönümü. Yine anmalarımız katliamın sorumlularını bulamayan, yargılayamayan ve cezalandıramayan devletin engeliyle yapılamamakta. Ama her şeye rağmen unutmama ve unutturmama sözü vererek, katliamda hunharca ve barbarca öldürülen canlarımıza Hak’tan rahmet, kederli ailelere sabır diliyoruz... Aşk, sevgi ve muhabbetle… Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mehmet YÜKSEL Adres: Zülfikar Gazetesi, Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No: 26/28 Büyük Miraaslan Kat: 2 No: 143 Çaloğlu/İST Mail: [email protected] Basım Yeri: Gün Matbacılık, Beşyol Mah. Akasya Sok. 23/A Küçükçekmece /İST Tel: 0212 580 63 81 Yayın Türü: Yaygın Yayın Peryiyodu: Ayda bir yayınlanır Yazılardan Yazarları Sorumludur 3 zülfikar ‘Maraşla Yüzleşmek‘ ‘Yüz yüze bakabilmek‘ Hasan Ali Kızıltoprak M araş Katliamı’ üzerindeki sır perdesi her ne kadar aralansa da, Türkiye’de hala bununla hesaplaşacak bir hükümet yapısı oluşmuş değil. İktidara gelen her hükümet çeşitli yasalarla bu katliamcıları aklarken, hükümeti ise katliamcılara avukatlık yapanları yerel seçimlerde aday göstererek adeta ödüllendirdi. Raporlar yıllarca ‘devlet sırrı’ denilerek gizlendi. MİT ve CIA ajanlarına önemli rollerin düştüğü bu katliam öncesi ve sonrası gelişen katliamların birer devlet politikası olduğu yapılan araştırmalar ve incelemelerin sonuçlarına konu oldu. Birçok devlette olduğu gibi toplumu sindirme, korkutma, yıldırma ve kontrol altında tutmanın bir aracı olarak katliamlar kullanılageldi. Hazırlıkları günler öncesinden yapılan Maraş Katliamı sırasında dönemin Emniyet Müdürü bugün AKP’nin ikinci adamı olan Abdülkadir Aksu’ydu. Maraş’ta 4 gün boyunca oluk oluk kan dökülürken, katliama adları karışan Abdülkadir Aksu, MİT elemanları ve dönemin bürokratları hakkında bugüne kadar hiçbir soruşturma açılmadı. Olaylar sırasında İçişleri Bakanı olan İrfan Özaydınlı, katliamın açığa çıkarılması için özel bir ekip kurdu ve yaptırdığı incelemede oldukça önemli bilgilere ulaştı. Ancak bu bilgiler ‘devlet sırrı’ denilerek gizlendi. Özaydınlı’nın kurduğu özel ekibin ve dönemin Cumhuriyet Savcısı Dündar Saner’in hazırladığı raporlara göre, katliamın planlamasını, Alparslan Türkeş’in dünürü olan MİT hukuk müşavirinin de içinde olduğu 4 MİT mensubu ve katliamdan birkaç gün önce Maraş’a giden CIA ajanı Peck birlikte Direnişçi Mehmet Mengücek’in eşi FATMA MENGÜCEK anlatıyor: Dağdan Karamaraş’a geçtiler... M ehmet dayımın oğluydu, birbirimizi sevdik öyle evlendik. Pazarcık’ta birlikte büyüdük. Olayın olduğu zaman görümcemin düğünü oluyordu. Cuma günüydü. Mehmet haberleri dinliyor, Maraşta 2 öğretmenin öldüğünü öğreniyor. Hemen Maraşa gidiyor. Mehmet’i arıyordum düğünümüz var, nerede diye? Karşıdan Motorsikletiyle göründü. “Mehmet” dedim “bizim saklamıştım, onu kırıp almış. Daha sonra aşağı mahallede Ali amca vardı, ona gidiyor ona “Ali amca bana birkaç tane silah ve ne kadar mermi varsa vereceksin.” Ali amca 3 tane silah ve bir sandık mermi veriyor. Motora bindiğini gördüm. Koşarak yapıştım motora “gitme” dedim. 3 kızımızı ve beni öldürmeden bırakmam dedim. Motoru sürdü gitti. Yolda 5 arkadaşını da buluyor dağdan Kara düğünümüz var, sen neden Maraş’a gidiyorusun?” Mehmet “Kan gövdeyi götürüyor, insanlarımız ölüyor sen düğünden bahsediyorsun” dedi. Gitmemesini istedim. Zorla yakasına yapıştım, üzerinde 2 silahı ve 40 mermi vardı, aldım, götürdüm sakladım. Arkadaşını göndermişti, arkadaşı “bacı silahları ver, Maraş’a götürmemiz lazım” dedi. Vermedim. Kendisi de sonradan geldi, ona da vermedim. Sonra Kendisinin bir büyük silahı vardı gardıropta Maraş’a gidiyorlar. Maraş’a gittiklerinde, Mehmet kalabalık bir katil sürüsünü görüyor, yanlarına yanaşıyor ve bir gün sonra hangi mahalleye saldıracaklarını öğreniyor. Hemen o mahalleye gidiyorlar. Mehmet’in bir tanıdığının evine gidiyorlar. O esnada mahalleye saldırıyorlar. Günlerden Pazar günü. Mehmet hemen bir kulübeye giriyor. Oradan saldırganları durdurmak için ateş ediyor. Katilleri uzun süre geriletiyor. Sonra sürekli ateş ediyor, Mehmet’i dizinden vuruyor. Mehmet oradan yaralı olarak başka bir yere geçiyor. Tuvalet olarak kullanılan bir yermiş burası. Birkaç briket çıkarıp, o delikten ateş etmeye devam ediyor. Mahalle Mehmet’in sayesinde az hasarla kurtuluyor. Sonradan asker geliyor. Mehmet yaralı ancak savaşmaya devam ediyor. Askerler Mehmet’e “teslim ol” diyor. Ancak Mehmet teslim olmuyor. Bir el bombasını askerlere atarak panik yaratmak ve o panikten kurtularak kaçmaya çalışıyor. Ancak askerin birisi Mehmet’i vuruyor. Mehmet orada ölüyor. Daha sonradan o mahalleden insanlar kayınpederime ve kaynanama gelip dualar ettiler. Mehmet gibi bir yiğit yetiştirdikleri için teşekkür ettiler. Babası ve birçok arkadaşı Mehmet’i bulmaya gittiler. Mezbahaya bakıyorlar her bölümde 60’tan fazla insan cesetleri var, Mehmet’i bunların arasında tanımıyorlar. Sonra bir öğretmen arkadaşı tanıyor. Almak istiyorlar ama vermiyor asker. Sonra kendileri getirdiler buraya. Mehmet çatışırken süründüğü için kollarında ve ayaklarında derin sıyrıklar olmuştu. Göğsünden aşağısı delik deşik edilmişti. Mehmet çok iyi bir insandı. Birliğe çok önem verirdi. Köydeki tartışmaları çözerdi. Öncü, Nitel ve Dönüş isminde üç kızımız vardı. Biri Mehmet öldüğünde 4 aylıktı. 4 yaşına geldiğinde burada kolera salgını oldu, o salgında öldü. Bir diğeri kan kanseriydi onu da kaybettim. Şimdi bir kızım var sadece. 4 yapmıştı. ANTİ-KÜRT YASASI TMK İLE KATLİAMCILAR AKLANDI Katliamın planlayıcıları arasında Adalet Partisi İl Başkanı Faruk Kadıoğlu ile dönemin Maraş Belediye Başkanı Ahmet Uncu da vardı. Katliamın ardından 1991 yılına kadar sanık olarak yargılanan 804 kişi değişik oranlarda hapis cezasına çarptırıldı. Katliamda önemli roller üstlenen 68 kişi ise hiç yargılanmadı. Haklarında ceza verilen kişiler de Nisan 1991 yılında Turgut Özal’ın çıkardığı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) nedeniyle, serbest bırakıldı. Günümüzde de “Anti-Kürt Yasası” olarak bilinen TMK ve Maraş katliamının ardından çoğu Kürdistan’da olmak üzere 12 ilde ilan edilen sıkıyönetimin, bu katliamın temel hedeflerinden birinin Alevi toplumunun Kürdistan’da gelişmekte olan PKK’den uzaklaştırılmak amacıyla yaptığını teyit etmeye yetiyor. JİTEM’İN KONTR-GERİLLA TETİKÇİLER ORADAYDI Katliamdan yıllar sonra ortaya çıkan belgelerde katliam startının 18 Aralık’ta Çiçek Sineması’na aniden Cüneyt Arkın’ınbaş rolünde yer aldığı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı film gösterime sokulmasının ardından verildiği belirtiliyor. Gizlenen birçok bilginin aktarıldığı raporda katliamın uygulayıcıları olarak 1990’lı yıllarda Kürt yurtseverlerine yönelik cinayetlerde kullanılan Özel Harp Dairesi elemanları bulunuyor. Katliamın bir gün öncesi ile son gününü içeren 19-25 Aralık tarihleri arasında Maraş’a, çok fazla milli piyango satıcısı gidiyor ve bunların daha sonra açığa çıkan belgelere göre MİT’çi oldukları ve Alevi evlerini kırmızı boya ile işaretledikleri belirtiliyor. PROVOKASYON İLE KATLİAM KÖRÜKLENDİ 20 Aralık akşamı Alevilerin gittiği Yeni Mahalle’deki Akın Kıraathanesi’ne patlayıcı madde atılması ve iki kişinin yaralanmasıyla başladı. 21 Aralık’ta ise Maraş Meslek Lisesi öğretmenlerinden Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu öldürüldü. 22 Aralık’ta yapılacak olan öğretmenlerin cenaze töreni korteji polis kontrolünde saldırılar sonucu dağıldı. Faşist çetelerin ilerleyen saatlerde Kürt Alevilerinin yoğun olarak bulunduğu mahrekallelere saldırısında 100’e yakın işyeri tahrip edilekdi 23 Aralık’ta camilerden ve belediye hoparlöründen, ‘Bütün din kardeşlerimiz son görevlerini yapsınlar’ şeklinde kışkırtıcı anonslar ardından Alevilerin ynşadığı mahallelere otomatik silahlarla saldırılar başladı. Önceden kırmızı boya ile işaretlenen evler tek tek yakıldı. faşist çeteler Maraş’ı tamamen ele geçirdi. Maraş’ı kan gölüne çeviren caniler, kadınlara tecavüz ettiler, hamile kadınların karınlarını deştiler, kundaktaki çocukları boğazladılar. Çocukların zülfikar Memleketim Maraş Maraş Katliamını konu edinen Birîna Raş belgeseli 21 Aralık’da Almanya’nın Köln kentinde, 28 Aralık’da İstanbul Okmeydanı Cemevinde gösterilecek. Uzun bir alan çalışması sonrasında hazırlandı. Gazeteci-Yazar Şükrü Yıldız’ın Genel Koordinesini yaptığı belgeselin yönetmenleri Cemo Doğan ve Deniz Osoy. Demokratik kamuoyu ve Maraş’lılar yıllardır kara bir yara olan Maraş Katliamı ile yüzleşmek meselesini ilk kez uluslararası bir düzeye taşıma çabasındalar.... Her şeye rağmen karanlık raflardaki gizli sırlarla dolu katliamın ardındaki nedenler ve günümüze yansıyan sosyal ,siyasal sonuçları konuşuluyor, hayatını kaybedenler anılmaya devam ediyor. 21 Aralık 2014 günü maraş’ta yapılacak anma etkinliğinin yanısıra dünyanın çeşitli yerlerinde anma etkinlikleri düzenleniyor. Maraş’ta 1978’de yaşanan katliam ve peşisıra uygulanan politikaların kültürel CEMO DOĞAN: “... devleti demokratikleşme yolunda toplumsal katliamlarla sonuçlanmış ‘Maraş Katliamı’ gibi bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye zorlamak ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla oluşabilecektir. Roboski örneği devletin en yakın zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi bir katliamla nasıl ‘yüzleştiği’ ve ‘yalanla’ devam eden reflekslerini kamuoyu açıkca görmüş, bu katliam vijdanlarda bir ‘insanlık suçu’ olarak mahkum olmuştur. Yaptığını inkar eden bir katil aygıt durumunda olan ‘sosyal devlet’in yaşanan travmatik sonuçları sağaltılmasını beklemek yanlış bir beklenti içerisinde olmaktır. soykırım olarak kabul edilmesi, parlamentoda özür dilenmesi, katliamın arkasındaki güçlerin aydınlatılması ve toplumsal yüzleşmenin sağlanması talepleri uluslararası düzeye taşınıyor. Asimilasyonun yıkıcı tahribatları dillendiriliyor. umut verici. Bize kalbini, evini açan tüm dostlarımıza sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi sunmalıyız… Ve ayrıca belirtmeliyim ki ‘Maraş‘lılar her şeye rağmen direnç ve tutkuyla anayurtlarına, dağlarına, yaylalarına, kültürlerine, dilerine ve inançlarına sahip çıkıyorlar, Dünyaya geldiğimiz kadim coğrafyamızda haysiyetimizle, hepbirlikte ve özgürce yaşayabilmek umuduyla…aşk ile… Birîna Raş gözlerini şişlerle oydular, insanları baltalarla doğradılar. Bu saldırılara cami imamları da alet oldu. Mahalle muhtarı saldırganlara silah dağıttı. Belediye araçları saldırı sırasında mühimmat taşıdı. Bağlarbaşı İmamı Mustafa Yıldız’ın cuma vaazında ‘Oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır’ diyerek kışkırtıcılık yaptı. Canlarını kurtarmak için askere sığınan kişiler saldırganlara teslim edilerek katledilmeleri izlendi. Devlet hastanesine getirilen yaralılar başhekimin desteğiyle hastanede öldürüldü. 5 gün boyunca NATO ve Türk Gladiosu’nun ortak planladığı saldırılar 25 Aralık gecesi durduruldu. Olaylarda resmi kayıtlara göre 111 kişi vahşice öldürüldü, bin 500 kişi yaralandı. 552 ev ve 289 işyeri yakılıp yıkılarak tahrip edildi. Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde yaşanan bu katliamların özellikle de Türkiye’nin NATO bünyesine alınmasından itibaren NATO ve Türk Gladiosu’nun ortak icraatı olduğu devlet yetkililerinin de teyit ettiği bir durum. Bu konuda birçok gazeteci ve araştırmacı yazar çarpıcı değerlendirmelerde bulunarak yaşanan katliamın nedenlerini ve nasıllarını ortaya koyuyor. Maraş katliamı ile birçok Elbistan ve Pazarcıklı Kürt-Alevi Yurtseveri, aydını ve demokratı ülke dışı ve içi sürgünler yaşadı. Şark Islahat-ı Planı ile hedeflenen asimilasyon ve soykırım politikalarıyla karşı karşıya kaldı. Kendi topraklarından uzaklaştırıldı ve ülkesine yabancılaştırıldı. Bütün bunlar katliamın hedeflediği uygulamalardı. Birçok alevi kesimi hala bu katliamın niçin yapıldığına ilişkin soruya cevap bulmuş değil ve bunun İslamcı ve milliyetçi kesimlerin damdan düşer gibi gerçekleştirdiği bir katliam olarak ele alıyor. Maraş’ı anlamak için Maraş katliamının yarattıklarına bakmak Maraş’a, Sivas’a, Gazi’ye, Roboskilere bakmak önemli olacaktır.” 5 zülfikar Önce Gıjık Dede vuruldu! parçalanmış cesetler içinde babamı aradım. Babamın cenazesini Pazarcığa götürmek istedik bunu da yasakladılar. 15 yıl gidemedim Maraşa, sonra gittim çok aradım ama mezarını bulamadım. Kaydı vardı ama göstermediler. Gıjık Dede’nin oğlu SEYİT ALİ ÖZKAN: , nce kahveyi taradılar, Babam kahvenin dışında kendilerine silah doğrultulduğunu görünce herkese yere yatmalarını söylüyor. Kendisi çok yaşlı ve sakallı olduğu için kendisine sıkmayacaklarını düşünüyor. Ama babamı orada vuruyorlar. Daha sonraki günlerde hareketlenmeler başladı, Ülkü ocaklarındaki yoğunluktan bunu anlıyorduk. Babam Qureşanlı Dersimli dede ocağından. Oradan 1954 yılında buraya geldik. Zor günlerdi ve çok yoksulluk yaşadık o zamanlar. Ö SULTAN SÖNMEZ: ahallemize saldırdılar, yakaladıklarını öldürdüler, biz askeriyeye girdik, heryerden insanlar geliyordu. Kiminin annesi, kiminin babası, kiminin çocuğu öldürülmüştü. Bir çocuk vardı, daha küçüktü, annesini öldürmüşler yüzü gözü saçmayla doluydu, herkes onu kucağına alıp bakıyordu, sonra o çocuğa ne oldu öğrenemedik, devlet mi aldı, ne oldu bilmiyorum. Gelenler anlatıyordu; “en sevdiğimiz komşularımız evlerinden gazlarla gelip bizim evleri yaktılar. Benim amcamın gelinini de öldürdüler, karnındaki çocuğu çıkarıp kurşunladılar. Maraşta daha çok Kaşanlılar zarar gördü, onlardan Kamil diye bir komşumuz vardı, onun iki çocuğunu öldürdüler, karısını öldürdüler. M DERVİŞ YUSUFOĞLU: abam gür yani Alevi bıyıklıydı, Kürt olduğunu, solcu olduğunu ve Alevi olduğunu gizlemeyen biriydi. Beraber büyüdüğüm arkadaşlarım, benim çocukluk arkadaşlarım eve saldırmışlar, annem ve babam yalnızdılar. Evdeki odunlardan birisiyle babamın kafasına vuruyorlar ve beyin kanamasından ölüyor. Sonradan gittiğimde mezbahada B Ama biz mücadele edeceğiz. Belediyenin gerekçesi yakınlarının gelmediği. “Bizde mezarların üzerine mezar yaptık” diyorlar. Bu başka bir travma. İnsanlar mezarlarına dahi sahip çıkamayacak kadar korkutulmuş ve kaçırtılmıştır. MUHACİR EMİNE TOGUZ: olda elleri sopalı kalabalıklar çevirdi bizi, “Alevimisiniz?” diye sordular. “Yok dedim Alevi değilim?” onlardan kurtulduk ama bir başka kalabalık bize silahla sıktılar, biz kaçtık bir evin bodrumuna saklandık. Gece askerler geldi bizi askeriyeye götürdüler, çocuklarımı sonradan getirdiler korkudan benizleri solmuştu. 4 gün kaldık kışlada hiç bir şey vermediler çocuklar 4 gün aç kaldıkları için çok ağladılar. Bir kız çocuğu getirdiler, 5 yaşındaydı, annesini ve babasını öldürmüşler kızında boğazını bıçakla kesmişler, öldü diye bırakmışlar. Çok yalvardım askere bana verin diye “yok dediler, çocuk esirgeme kurumuna bırakacağız” dediler. Y MÜSLÜM İBİLİ: abah 7 civarında ekmek almaya giderken kalabalık birkaç kadını dövüyorlardı. Biz kaçtık, küçük çocukların ellerine benzin bidonu vermişlerdi onlar yakıyor, büyükleri de yağmalıyorlardı. Bizim mahallede 25 kişiyi öldürdüler. İki tane hamal vardı içinde, onları ölmüş olmasına rağmen iddianemede saldırgan olarak gösterilmişti. Vahşet tanımı hafif kalır yapılanların yanında. Askeriye hiç bir şey yapmadı, müdahale etmediler, hatta askeri araçlara MHP bayrakları asılmasına bile sesiz kaldılar. Kolluk kuvvetleri müdahale etmedi etseydi, ölümler olmayacaktı. İçişleri bakanı CHP’li İrfan Özaydınlı geldi ve “olayları solcular çıkardı” dedi. Demek istiyorum ki, bu AleviSunni davasından öte insanlık davasıdır. HÜSEYİN NERGİZ: araş katliamında babamı ve kardeşimi yitirdim. Ben Adana’daydım. Geldiğimde bizi kente almadılar. Zar zor girdik Maraş’a. Eve gittiğimde ev yanıyordu. Kimse yoktu, söndürmeye çalıian kimse de yoktu. Cenazeleri mezbaya götürmüşlerdi. Mezbehaneye gitim. Cenazelerimizi almak istedim. Cenazeleri köye götürmemize izin vermediler. Maraş’ta gömdük. O günü anlatmak, ağıtları dünyaya haykırmaktır. M S Av. SEYİT KAŞANLI: 8 kişinin mezarı kayıp. Üzerlerine mezar yapılmış. Açtığımız davalardan ve arama çalışmalarından muhtemelen sonuç çıkmayacak. 1 ELİF TABAK: ustafa Yüzbaşıoğlu sunni kökenli bir öğretmendi. Bir devrimciydi. Onu tanımak güzeldi. O Kürt-Alevi mahallelerinde çocuklara gönülü dersler verir, mahallilerin her türlü yardımına koşardı. Mahalleli onu tanırdı, severdi. Bizlere kelimelerin kıymetini anlatırdı. Onun öldürülmesi derin bir yaradır içimde. Yıllardır taşırız içimizde. Neden bu insanlar öldürüldü. Suçumuz neydi. Neden evlerimiz talan edildi, neden öldürüldük, bunun cevabını ararken, bunun hesabını soruyorum her zaman. Biz varoldukça, bu katliamın hesabı sorulmadıkça Maraş içimizde kanamaya devam edecek. M 6 ‘Yüz Yüze’ Yaşamak Maraş Katliamı Alan Çalışması – düzleminde ‘Maraş Katliamı’ na dönük değerlendirmeler; zülfikar leşmek meselesini ilk kez uluslararası bir düzeye taşıma çabasındalar. “Toplumsal Sözleşme”mize büyük katkısı olacak bu çabaların içerisinde bizler de gazeteci Şükrü Yıldız, Deniz Osoy, kameraman arkadaşlarım Kemal Demir ve İsmail Yıldırım ile birlikte anmaları izlemenin yanı sıra, olayı yaşayanlarla çeşitli kayıt ve röportajlar yaparak genişletilmiş bir arşiv oluşturmaya gayret ettik. Zaman içerisinde uzun uzun kayıtlarla daha geniş bir alan çalışmasının kaynakçası olabilecek böyle bir arşiv çalışmasının -3 yıldır uğraşmamıza rağmen- henüz başında olduğumuzu bilmek, çok düşündürücüdür. Devletin gizli raflarında tüm soruların cevaplarına ulaşmak mümkünken, Devlet ve Hükümet, dava dosyası için “kâğıt ücreti” bedel ister pozisyonda ve anmalara güvenlik gerekçesiyle yasak koyar durumdadır. Bu durumda kameralarımızı anmalardaki polis şiddetine ve “ulaşılamayan üst makamların emriyle” şiddet uygulayan askere çeviriyoruz. Aynı gün 35 yıl boyunca Maraşa’a girmemiş, yakınlarının mezarına varmamış, varınca bir mezar bulamamış insanlara… Kıyımın en yıkıcı kısmı olarak tanımlanabilecek “toplumsal ötekileştirmeyle üzücü. yaratılmış korku”nun bireyler üzerinde sosyolojik bir travmaya dönüştüğü gerçeği, o insanları, gelecekten umutsuz kendi topraklarında mülteci-yabancı haline getiriyor. İnsanlar çoğunlukla konuşmaktan imtina ediyor ve hala yaşananları unutmaya çalışıyorlar. Karamsarlar. Türkiye demokrasi mücadelesi bir bütün olarak ele alındığında; “Maraşla Yüzleşmek”, “Yüz yüze bakabilmek” anlamına eviriliyor… Devletle bir büyük “hesaplaşma”k tüm demokratik kamuoyunun ortaklaştırdığı “insani” tavırla mümkün olacaktır. Maraş ile Roboski ilişkisi de bu düzlemde anlam buluyor ve insan odaklı ortak demokratik mücadelede katliamların unutturulmaması için toplumsal bir çaba harcanıyor. Kıyıma maruz kalmış insanlarla gerçekleştirdiğimiz, yaşananlar üzerine yapılan konuşmalar ve röportajlardan, ayrıca bir kaç yıldır yaptığımız ilgili çeşitli kayıtlardan bir bölümü izleyiciyle buluşturulmak üzere 4 bölüm halinde katliamın 36.yılı vesilesiyle kurgulandı; 1.Bölüm “Bırıne Raş” 2.Bölüm “Maraşa Giden Yol” 3.Bölüm “Maraş ve Direniş” 4.Bölüm “Maraş Anmaları yüzleşmek” CEMO DOĞAN “... devleti demokratikleşme yolunda toplumsal katliamlarla sonuçlanmış ‘Maraş Katliamı’ gibi bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye zorlamak ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla oluşabilecektir. Roboski örneği devletin en yakın zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi bir katliamla nasıl ‘yüzleştiği’ ve ‘yalanla’ devam eden reflekslerini kamuoyu açıkca görmüş, bu katliam vijdanlarda bir ‘insanlık suçu’ olarak mahkum olmuştur. Yaptığını inkar eden bir katil aygıt durumunda olan ‘sosyal devlet’in yaşanan travmatik sonuçları sağaltılmasını beklemek yanlış bir beklenti içerisinde olmaktır. Demokratik kamuoyu ve Maraş’lılar yıllardır kara bir yara olan Maraş Katliamı ile yüzleşmek meselesini ilk kez uluslararası bir düzeye taşıma çabasındalar...” G eleceğe umutla bakabilmemiz ve doğduğumuz topraklarda “haysiyet”mizle, hep birlikte ve özgürce yaşayabilmemizin, toplumsal sözleşmelerin -devlete rağmen- halkların yüreklerinde derinleşerek ortaklaştığı ve ilerici pratiklerle günlük hayata yansıdığı bir süreçle ancak mümkün olabileceğini düşünüyorum; bir “Maraş”lı olarak. Sıktığı kurşuna sahip çıkmayan devleti, demokratikleşme yolunda toplumsal katliamlarla sonuçlanmış “Maraş Katliamı” gibi bir siyasi sorumlulukla yüzleşmeye zorlamak, ancak demokratik kamuoyunun baskısıyla olabilecektir. Roboski örneği devletin en yakın zamanlarda asker eliyle gerçekleştirdiği vahşi bir katliamla nasıl “yüzleştiği” ve “yalanla” devam eden diğer reflekslerini kamuoyu açıkça görmüş, bu katliam vicdanlarda bir “insanlık suçu” olarak mahkûm olmuştur. Yaptığını inkâr eden bir katil aygıt durumunda olan “sosyal devlet”in yaşanan travmatik sonuçları sağaltılmasını beklemek yanlış bir beklenti içerisinde olmaktır. Demokratik kamuoyu ve Maraş’lılar yıllardır kara bir yara olan Maraş Katliamı ile yüz- Maraş Katliamının 36. Yılı Bu sene yakın tarihimizin en karanlık sayfalarından biri olarak anılan Maraş Katliamının 36. yılı. Devletin karanlık raflarındaki gizli sırlarla dolu katliamın ardındaki nedenler, günümüze yansıyan sosyal ve siyasal sonuçlarının incelendiği “Memleketim Maraş” Maraş Katliamı Alan Çalışması, “2014 Kayıpları Anma Haftası” vesilesiyle birer video belge halinde yayınlanıyor. Yapılan kayıtlarla, hakkında çok az şey bildiğimiz ve etnik bir arındırmayla sonuçlanan kıyımın ayrıntılarına ulaşılmaya çaba gösterildi. Nedenleri ve sonuçları ile yakın tarihimizin aydınlanmayı bekleyen en önemli meselelerinden bir tanesi Maraş Katliamıdır. Ülke siyaseti, derin devlet aygıtları, uluslararası ajanlar, suikastler, bombalamalar ve tüm bunların provokasyonundaki bir şehirde, günlerce süren, kitlesel bir katliam… Mahallelere, köylere ve geniş bir zamana yayılan kıyımda, on binlerce insanın bu vahşete maruz kalması ve aradan geçen 36 yıla rağmen ayrıntıları hakkında kamuoyunun çok az şey biliyor olması 7 Yaptığımız kayıtlara devam etmek, bugüne kadar edinilmiş tüm ilgili bilgi belgeler ile konuyla ilgili yapılan çalışmaları tasniflemek, bu bilgilerin arşivlenmesi ve günümüzdeki tanıklıklarla genişletilmesi, konuyla ilgili kayıtlar ile ayrıntılandırarak; toplu ve gerçekçi bir “Maraş Fotoğrafı” çıkarmak… “üm bunların katliamla ilgili ortak bir bellek oluşturmaya katkı sunacağını düşünüyoruz.. 7 gün boyunca yaşananları, ayrı zaman ve mekânlarda olan olayların ayrıntılarını, yaşamlarını yitirenlerin öykülerini çok az bilmekteyiz. Yaşananların dışında tertiple ilgili birçok veri olmasına rağmen, asıl aydınlanması gereken ve toplumun bilmeye ihtiyacı olan “gizli” ve “devlet sırrı” niteliğindeki birçok bilgiye de bugüne kadar ulaşılabilmiş değildir. Katliamın bu kısmıyla ilgili devletin bir resmi açıklaması ve aydınlatma çabası yoktur. Bir kaç çalışma dışında henüz elimizde derinlemesine ayrıntılandırılmış geniş bir kaynak da yoktur. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Gerekçeli Kararı ve Mahkeme tutanakları ile ifadeler ve mahkeme tanıklıkları dışında çok fazla yazılı belge yoktur. Korkunç vahşetin travmatik sonuçlarından dolayı insanların konuşmaktan, paylaşmaktan imtina etmesinden kaynaklı zorluklar içerse de, araştırma ve incelemelerde en sık başvurulan kaynak “Olayı Yaşayanlar” olmaktadır. Olayı yaşayan on binlerce insanın birçoğunun hala hayatta olması, fotoğrafın bütününü oluşturacak önemli parçaların onların hafızalarındaki ayrıntılarda olduğu gerçeğiyle anlattıklarının kayıt altına alınmasını önemli, hatta zorunlu kılmaktadır. Yaptığımız “Maraş Katliamı Alan zülfikar Çalışması” kayıtları ile “Neden ve Sonuçları” düzleminde ilerleyip toplumsal hafızamızda bir “İnsanlık suçu” olarak resmolan bu kıyımı, kayıtlarla ayrıntılandırmak ve toplumla paylaşarak, çoğulcu toplumsal sözleşmelerle yürüyeceğini umut ettiğimiz gelecek zamanlara, görsel ve arşivsel bir katkı sunmak amaçlanmıştır. Bu düzlemde ilerlersek; Şehirde yoğunlukla kıyıma uğrayan etnik halk ekseriyetle “Kürt Alevileri”dir. Coğrafyanın kadim bir topluluğu olan Maraş Aşiretleri tarih boyu hatırı sayılır bir kültürel mirasa sahiptirler. Kıl çadırların etkin kullanıldığı yarı göçer-yarı yerleşik bir kır yaşamları vardır. Tarih boyu çeşitli programlar dahlinde demografik yapının değiştiği Maraş şehrinin (bajar) sokaklarına Aşiretler 1960’lı yılların başından itibaren yerleşmeye başladılar. Daha öncesinde 1. ve 2. Muhacirler olarak adlandırılabilecek Erzincan, Erzurum, Dersim’den sürülen çoğunlukla Kürt Aleviler ve Abdalların yerleştirildiği kentin kenar mahalleleri, Çerkez, Avşar ve diğer halklarla birlikte, 1970li yılların sonlarına doğru aşiretlerin de gelmesiyle, Kürt Alevilerin yoğunlukta yaşadığı “öteki” semtler oldular. Zira 1920’li yıllarda Ermeniler Maraş’ın tarih sayfasından silindiklerinde şehrin içerisinde yıldızı parlayan zümre, Muhafazakâr ve Cumhuriyet karşıtı temsildeki halk tabandan, deyim yerindeyse “camide yönetimden” yana “zede”lerden oluşuyordu. Tarihsel nedenleri ve kökleri derinde olan 78’deki bu kitlesel katliam, “Müslüman Türkiye” sloganı eşliğinde, etnik, inançsal ve politik kimliklerinden dolayı ötekileştirilmiş kitleler hedef gösterilerek, hesaplı planlı bir şekilde toplumda infial ve provokasyon yaratılarak yürütülmüştür. Söz konusu dönemdeki “Olaylar Silsilesi” ülkenin 1961 siyasal sürecinden 12 Eylül Cuntasına devam eden ve günümüze evirilen dönemlerde, toplumsal yaşamın nasıl yönetildiğine dair sorularımızın kara kutusu niteliğindedir. Birçok soru cevapsız kalmış, aydınlatılamamıştır. Bir “İnsanlık Suçu” olarak her Aralık ayında duyarlı kamuoyunun gündemine taşınan “Maraş Katliamı” sıkıyönetim sonrasında da devam politikasıyla ve özenle genel kamuoyunun hafızasından silinmeye ve tüm yönleriyle karanlığa gömülüp kapatılmaya uğraşılmıştır. Maraş’ın ayrıntılarıyla aydınlığa kavuşması ilişik birçok politik ve toplumsal olayın da aydınlanması anlamına gelmektedir. Devlet ve hükümetin son yıllardaki anmalara yaklaşımı; yok sayma ve yüksek güvenlikli engellemeler ile mağdurları ve duyarlı kamuoyunu uzaklaştırma temelindedir. Bırakalım ‘yüzleşme’yi Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu sürecindeki bir başvuru ile kamuoyuyla hala paylaşılmamış 46 bin sayfalık dava tutanakları talebine Genelkurmay, kağıt parası (40 bin lira) isteyerek, ciddiyetsizliğini ve sorumsuzluğunu ortaya koymuştur. Demokrasi mücadelesinin bilgi haznesi açısından hayati öneme sahip Maraş Katliamı ayrıntıları toplumsal hafızada zaman geçtikçe silinmektedir. Katliamın Siyasal sonuçları gibi sosyal ve toplumsal sonuçları da hala net olarak ortaya konmuş ve bu konuda sağlıklı bir çıkarıma varılmış değildir. “GÖÇ” ile Maraş Katliamı bir “Maraş Diasporası” yaratmıştır ve yüz binlerce insan “Memleketim” dediği Maraş coğraf- yasının dışında, yurdundan kovulmuş gibi hissederek yaşamaktadırlar. Sudan çıkmış balık gibi Dünya’nın her yerine dağıldılar. Denilebilir ki aslında “Maraş Katliamı” bir uzun sürecinin sonuç operasyonu olarak Kürt Alevi’lerine dönük insafsızca yürütülmüş ve ne yazık ki başarılı olmuştur. Coğrafyada terk edilmişliğin sessizliği, yalnızlığı hakim. Öncelikle Maraşlı Kürt-Alevileri olmak üzere tüm duyarlı devrimci demokrat yurtsever kamuoyu katliamın aydınlatılmasını ve arşivlerdeki bilgilerin kamuoyuyla paylaşılmasını beklemektedir. Her şeye rağmen karanlık raflardaki gizli sırlarla dolu katliamın ardındaki nedenler ve günümüze yansıyan sosyal, siyasal sonuçları konuşuluyor, hayatını kaybedenler anılmaya devam ediyor. 21 Aralık 2014 günü Maraş’ta yapılacak anma etkinliğinin yanı sıra, dünyanın çeşitli yerlerinde anma etkinlikleri düzenleniyor. Maraş’ta 1978’de yaşanan katliam ve peşi sıra uygulanan politikaların kültürel soykırım olarak kabul edilmesi, parlamentoda özür dilenmesi, katliamın arkasındaki güçlerin aydınlatılması ve toplumsal yüzleşmenin sağlanması talepleri uluslararası düzeye taşınıyor. Asimilasyonun yıkıcı tahribatları dillendiriliyor. Umut verici... Bize kalbini, evini açan tüm dostlarımıza sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi sunmalıyız… Ve ayrıca belirtmeliyim ki “Maraş”lılar her şeye rağmen direnç ve tutkuyla anayurtlarına, dağlarına, yaylalarına, kültürlerine, dillerine ve inançlarına sahip çıkıyorlar. Dünyaya geldiğimiz kadim coğrafyamızda haysiyetimizle, hep birlikte ve özgürce yaşayabilmek umuduyla… Aşk ile… 8 zülfikar Annemin Sandığı ve Maraş Katliamı H ROJDA YILDIRIM Maraş katliamı ve 12 Eylül tüm Maraş ve ilçelerini derinden etkiledi. Pazarcık, Afşin ve Elbistan’daki Kürt Alevilerin büyük çoğunluğu yerlerini, yurtlarını terk etti. Kimi Mersin ve İstanbul gibi kentlere, kimi de Avrupa ülkelerine gitti. Tahminlere göre 1978’den 1995’e kadar göç edenlerin oranı %80 civarındadır. enüz çok küçükken evimizin en gizemli parçası olarak görürdüm onu. Annemin sandığını… Benim için bilinmeyen bir dünyaya uzanmak gibi bir şeydi oymalı ceviz sandık. Annemin sandığı açacağı günleri heyecanla beklerdim. O sandığın başına gittiği zaman hemen koşar diz çökerdim yanı başında. Dalıp gidebileceğim, bambaşka, merakla örülü bir dünya vardı o sandığın içinde. Mistik bir havası olan, gizlerle örülü, saklı bir sandıktı o. Biraz açılıp içinden bir şeyler çıkarıldığında hep değerli bir şeyler olurdu. Çocuk gözlerimle kafamı uzatır, üstü örtülerle kapalı olan sandığın derinlerinde nelerin olduğunu görmek için çırpınıp dururdum. Çocukça bir meraktı işte. Belki de o zamanlar çok sevdiğim şekeri ya da herhangi değerli bir şey bulurum beklentisiydi, bilemiyorum. Ve bir gün o beklediğim an geldi. Annem kilitlemeyi unutmuş ve açık bırakmıştı sandığı. Biraz korkuyla karışık duygularla o sandığa doğru yöneldim. Ne de olsa yıllarca merak ettiğim bir gizemin içine dalacaktım. Usulca açtım kapağı. Üstteki örtüleri kaldırdım. Sandıkta üst üste dizilmiş kumaşlar, etrafı nakışlanmış eşarplar, eski belgeler ve bir tutam fotoğraf vardı. Aniden gözlerim fotoğraflara takıldı ve tedirgin de olsam elime aldım. Bir sürü fotoğraf vardı. İlk iki fotoğrafa baktıktan sonra geride kalanlara bakmadan sandığın içine fırlattım ve hızla kapağını kapatarak uzaklaştım oradan… İlk İki fotoğraf… İlkinde yerde kanlar içinde parçalanmış çocuklu, kadınlı, erkekli çıplak cesetler vardı. Bir odaya yığılmış gibi duruyorlardı. Cesetlerin başında tam da feryat ederken sonuna kadar açılmış ağızları bir daha hiç kapanmayacakmış gibi acıdan bağıran iki ablamın çekilmiş fotoğrafları duruyordu. Her ikisinin de dizlerini döverken ve ağlarken çekilmiş fotoğraflardı bunlar… İkincisinde ise bir kamyon ve kamyona bindirilen bir grup insan can havliyle kamyona biniyordu. Yaşanan katliamın yüzlerine yapışmış ifadesi öylece duruyordu karşımda… Maraş katliamını belgeleyen bu iki fotoğraf çocuk ruhumun derinine işledi ve bir daha belleğimden silinmedi. Her Maraş katliamı denildiğinde cesetler üzerinde bağıran iki kadın ve Kara Maraş’tan canını kurtarmaya çalışan çoluklu çocuklu, kadınlı o kamyon canlanıverir aklımda, daha dünmüş gibi… Bir de katliam daha devam ederken Maraş’tan köye bir battaniye içinde taşınan, sürekli ağıt yakan yaşlı nenem gelir aklıma… Katliamda tanık olduğu vahşet anları öylece donuvermişti gözler- inin derininde… Yaktığı ağıtta “keşke gençleri, bebeleri değil de benim canımı alsalardı” dediğini çok sonraları öğrendim. Ve nenem bu acıyla hayata gözlerini kapadı. Izdırabı; korku, kaygı, burukluk, acı bir kederin işlediği gözlerini hayata yumunca bitmişti. Ve katliam sonrası… Sıkıyönetim, ordu ve tanklar… Kışın ortası, dondurucu ayaz ve bütün köylülerimizin toparlandığı köy meydanı. Peşi sıra zorla çırılçıplak soyulan köylülerimiz. Birbirinin sırtına bindirilerek çıplak ayaklarla karda yürütülen, aşağılanan insanlarımız. Her kapı eşiğine saklanmış, olanları korkulu, dehşet içinde izleyen çocuklar… Yıllarca devam eden işkenceler ve devlet terörü… 36 yıl geçti aradan. Annemin sandığı, iki fotoğraf, nenemin halen de beynimde uğuldayan ağıdı ve dipçiklenen, işkence gören çıplak insanlar… Çocukluğumun Maraş’ı buydu… Ve hayat bu faşizan sistem tarafından annemin sandığının dibindeki gerçekler olarak sunuldu bize. Annem sandığa gerçekleri koymuştu… Kimbilir belki de bir daha yaşanmasın diye en dibe saklamıştı… Kimbilir belki de kendi katliamının tanıklığını gömmek istemişti… Belki de unutmamak için, kendi dünyasının bir parçası olan sandığa gizlemişti onları… Kimbilir. Kumaşların, havluların arasına gizlenmiş gerçekler sonraları yüzlerce defa tekrarlandı bu topraklarda…. Katliam sonrası neler yaşadığımıza gelince… Maraş şehir merkezindeki demografik yapı değişti. İnsanlarımıza şehri terk etmeleri dayatıldı. Çoğu gitti. 60 yıl önce (1920’de) Ermenileri kovan zihniyet, 1978’de de Kürtleri zorla tehcir etmişti. Sağ kurtulan Kürt Aleviler arkalarında evlerini, işyerlerini, işlerini-güçlerini bırakıp gittiler. Birçoğu aylar sonra gizlice şehre girip cuzi bir para karşılığında ev ve işyerlerini satıp döndü. Birçoğu da o günden sonra Maraş’a gitmedi, kendisine “Maraşlı” denmesinden nefret etti veya utandı. Maraş katliamı ve 12 Eylül tüm Maraş ve ilçelerini derinden etkiledi. Pazarcık, Afşin ve Elbistan’daki Kürt Alevilerin büyük çoğunluğu yerlerini, yurtlarını terk etti. Kimi Mersin ve İstanbul gibi kentlere, kimi de Avrupa ülkelerine gitti. Tahminlere göre 1978’den 1995’e kadar göç edenlerin oranı %80 civarındadır. Kendi yurtlarında kalanlar ise ana dillerini unutsun diye devlet sistemli programlar uyguladı. İlkokullarda Kürtçe yasağı sert bir şekilde uygulandı. İnsanlar kendi kültürlerinden utansınlar diye Kürtlük, Alevilik sürekli horlandı, aşağılandı. Öğretmenler çocukların dünyasını yasaklarla baskı altına alıp, düşünce dünyalarını yalanlarla örmeye çalıştı. Askerler ise her zaman hazır ve nazırdı! Uygulanan bu yoğun asimilasyon ve inkar politikası neticesini verdi. Köylerde 80’li yıllara kadar Türkçeyi bilmeyenler 90’lı yıllarda en iyi Türkçeyi konuşur oldu. Kendi öz kültürel değerlerimizi yaşamak, gericilik kabul ettirildi. Yani Maraş katliamında sadece bir şehirdeki varlığımızı kaybetmedik. Aynı zamanda dilde, etnik kimlikte de bir kırım yaşadık. İnancımız da tıpkı etnik kimliğimiz gibi yasaklıydı. Cemlerimiz, sazımız, sözümüz, semahımız, kendi doğallığı içindeki sosyalitemiz iyice ötelendi, hırpalandı ve oda yasaklılar listesinde en görünmez kılınan hakikatlerimizden biri oldu. Bugün halen onun sancılarını yaşıyoruz. Maraş’ta Kürt Alevilerinin yaşadığı alanlarda uygulanan sistematik kültürel soykırım gerçekliğinin bir parçası da ekolojik kırım oldu. Geçmişte Kasım ayından Nisan ayı başına kadar toprak görmeyen yerlerde artık kar bile yağmıyor. Elbistan-Afşin termik santrali bölgeyi o kadar zehirledi ki bugün yağmur yerine bu alana kül yağıyor. Santralin çevresindeki gürül gürül akan pınarlar kurudu. Bölgenin ekolojik dengesi bozuldu. Otlar yeşermemeye başladı birçok yerde…. Bu ekolojik kırım yeni uygulamalarla da sürüyor. Pazarcık’ta son yıllarda yapılan iki büyük çimento fabrikası var. Dünyanın en büyük 3.ve 9. Çimento fabrikalarının Elbistan ve Pazarcık’ta bulunması tesadüf olmasa gerek. 9 milyon ton çimento üretiyorlar. Hammaddesi olan kil toprak, marn ve kireç taşını Pazarcık dağlarından çıkarıyorlar, zehrini ise Afşin-Elbistan’da olduğu gibi bize bırakıyorlar. Peki, Maraşlılar olarak bizler katliamla ve sonuçlarıyla yüzleştik mi? Maalesef hayır. Maraş katliamı ve peşi sıra gelişen kültürel soykırım politikaları halen devam etmekte. Sorgulama, yüzleşme ve adalet adına derinlikli bir mücadele de sağlayabilmiş değiliz. Hakkaniyet zaafa uğramış durumda. Bundandır ki Maraş katliamının baş sorumlularından olan Ökkeş Kenger(Şendiller) milletvekili seçilebilmekte. Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı ve daha niceleri bu hunharca kırımın hesabını vermeden dolaşabilmekte. Her şeyden öte devletin kendisi bunun hesabını vermiş değil…Maraş halen yaralarını sarmış değil…katliam yaşamış toplumların katliamı unutma eğilimi, kaçış psikolojisi bir sığınak olsa da yaşayanlar için unutmak imkansız… Maraş tıpkı Dersim, Sivas, Çorum, Gazi, Roboski, Şengal de yaşananlar gibi hesabının sorulmasını bekliyor… 9 Kültürel soykırım Şükrü Yıldız 1 978’de Maraş’ta yaşanan bir etnik arındırma operasyonu ve kültürel soykırımdı. Cumhuriyetin ana kuruluş fikrine uygun olarak Alevi-Kürt nüfusunun yaşadığı bölgelerden uzaklaştırılarak Türkiye metropollerinin içinde eritilmesi amacına dönük, devlet merkezli bir organizasyon, katliamdı. Koçgiri, Dersim, Elbistan, Kırıkhan, Çorum, Sivas katliamları gibi Maraş Katliamı da homojen bir ulus yaratma isteğinin parçasıydı. Türk-İslamcı bir bakışla saldırının hedefinde Kürt kimliği, Alevi kimliği ve bunlarla özdeş hale gelmiş olan sol kimlik vardı. Maraş geçmişten bu yana Alevi toplumun, özellikle de Kürt Aleviliğinin beslendiği ana kaynak noktalardan bir tanesidir. Ebusuud Efendi fetvalarında adı geçen ve hedef haline getirilen bir mekân, Alevi felsefesinin kendisini yoğun biçimde yeniden, yeniden örgütlediği bir alandır. Yine Alevi kültürel birikiminin ve sosyal yapısının, kırsaldan Maraş şehir merkezine doğru kaymasıyla birlikte şehirde ciddi ve hissedilir güç olmuştur. Bu gücün sol kimlikle birleşerek şehirde hâkim bir kimlik haline gelmeye başlaması, Alevi-Kürt kimlikli duruş, devletin ve hükümetin bu merkeze yönelik bir operasyon yapma ihtiyacının sonucu Maraş katliamı bizat devlet merkezinden örgütlendirilmiştir. Aslında bugün geriye baktığımız zaman bulgular, belgeler şahitlerin açıklaması yaşanan durumu net bir şekilde ortaya koymuştur. Mahkeme sürecindeki iddianameler ve sonrası yaşananlar birebir katliamın nasıl uygulandığını bilinir kılmıştır. Katliamın sorumluların devletin içerisinde organize edildiği, MİT’in katliamın içinde olduğu, sokaklarda bunun resminin MHP olarak görüldüğü bilinmektedir. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in ölümünden sonra kasasından çıkan belgeler bunu bir kez daha ortaya koymuştur. Bu anlamda katliamın kimler tarafından yapıldığı üzerinde yaşanan bir tartışma yok gibidir. Sonuçları itibariyle katliamın ciddi bir travmaya yol açtığı bilinmektedir. Maraş, Alevilerin, Kürtlerin, solcuların yaşadığı bir bölge olmaktan çıkarılmıştır. Bugün artık Maraş’taki Alevilerin nüfusları yüzde onla ifade edilebilecek bir duruma gelmiştir. Katliam sonrası büyük bir göç yaşanmıştır. Dünyanın dört bir tarafına insanlarımız dağılmıştır. Türkiye metropollerine başlayan zülfikar kaçış, 12 Eylül darbesiyle birlikte Avrupa’ya göçe dönüşmüştür. Avrupa’da Maraş nüfusundan daha fazla bir kitle bulunmaktadır. Alevi nüfusunun nerdeyse tamamı yurtdışına çıkmıştır. Ve yaşamlarını orada devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Ülkeden kopuş ciddi bir travmaya dönüşmüş, kimliksizleşme ciddi bir şekilde yaşatılmıştır. Acıların üstleri kapatılmaya çalışılmıştır. Sanki katledilenler kimliklerinden dolayı suçluymuş gibi bir psikoloji içerisinde yaşama mahkum edilmiş, hala da bu durları, yaşayan tanıkları aramızdalar. Buna rağmen Maraş Katliamı gerçek bir yüzleşmenin olmadığı bir katliam olarak önümüzde duruyor. Bu katliamının sorumluları açık bir şekilde bilinmesine rağmen, deşifre olmalarına rağmen bu kesimler yaşanılan ve yaşatılanlardan dolayı toplumdan özür dilememişlerdir. Yaptıkları katliam ve insanlık suçu üzerine konuşmamışlardır. Yaptıkları işin yanlış olduğu gibi bir pozisyon içerisinde değiller. Aksine yaşanmışlıkların arkasında durmaktadırlar. Katliamı besleyen argümanları her gün tekrarlamaktadırlar. Her yıl Maraş Katliamı anmalarında devletin koymuş olduğu tavır, tepki yine orada yaşayan ülkücü faşist çetelerin rahatça hareket edebilmesi ve oradaki yaşama raş özgülünde çok başarılı olduklarını da söyleyebiliriz. 3K dedikleri kesimleri çok hızlı bir biçimde uzaklaştırdılar Maraş’tan; arındırdılar. Ama dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Maraşlılar da kendi kimliklerini arama mücadelesine giriştiler. Kürtçe konuşmak büyük bir direniştir Maraş’ta. Yine Alevi kimliğine sahip çıkmak, cemlerde dara durabilmek büyük isyandır. Sosyal adalet, eşitlik için yürümek, etkinlikler düzenlemek büyük bir kahramanlıktır. Şimdilerde Maraş’ta bunun resmi çizilmeye başlanmıştır. Bu direnişten Maraş mağdurlarının istek ve talepleri vardır. Maraş Katliamı’nda katledilen insanlarımıza bağlılığın gereği olarak vardır. Eğer böyle bir pozisyonda duramıyorsak, eğer hesap aşılamamıştır. Yıllarca Alevi hareketi, sol hareket, Kürt hareketi Maraş’a girememiştir. Maraş merkezi bir gericileşmeye mahkûm edilmiştir. Otuzlu yılları geçtik kırklı yıllara geliyoruz yeni yeni Maraş’a girebiliyoruz. Maraş’ta yaşananlar toplumun tüm kesimleri tarafından yeni bilinir bir hale geliyor, görünür bir duruma geliyor; “Maraş’ta bir katliam yaşandı” cümlesinin ötesinde, yaşananların insanların gözünde tekrar somut olarak görülür olduğu süreci yaşıyoruz. Bu aslında Maraş’ın kendi kimliği ile yeniden buluşması durumudur. Maraşlılar kendilerini, geçmişlerini, topraklarını arıyorlar. Tekrar atalarıyla, gelenek ve kültürleriyle birleşme isteği insanların bu sorunun çözülmesi yönünde yeni adımlar atmasına vesile oluyor. Diğer katliamlardan farklı olarak, katliamın tanıkları günümüzde aramızda yaşıyorlar. Birçok yaralı ve ailesini kaybetmiş tanıklar aramızda yaşıyor; yüzlerce ölüden bahsediliyor, 800-900 ciddi yaralanmadan bahsediyorlar, bunlar kayıtlara geçenler. Bir de kayıtlara geçmeyenler var. Tüm bunların mağ- müdahale edebilme gücünde olabilmesi bu olayın yeterince tartışılıp mahkûm edilmediğini gösteriyor. Eğer böyle bir mahkûmiyet olsaydı bugün Maraş’taki anmalar bu biçimiyle yasaklanmaz, saldırılara maruz kalınmazdı. Katledilenlerin yakınları saldırılara maruz kalıyor (oysaki devletin ve güvenlik güçlerinin koruması gereken kesim mağdurlar iken), saldırganların istek ve arzularının hayata geçirildiği bir Maraş resmiyle Türkiye’nin karşı karşı olması, bu yaşanılanlardan dolayı kimsenin pişmanlık içerisinde olmadığının bir resmi olarak ortada duruyor. Bu Maraş’ta devletin Kürt, Alevi ve sol kimliğini hazmedememesi demektir. Zaten 12 Eylül’ün mimarları da 3K (Kürt-Kızılbaş-Komünist) diye tabir ettikleri kesimlerin ortadan kaldırılması amacıyla iktidara geldiklerini söylüyorlardı. Bu aslında Maraş’ın kimliğinin ortadan kaldırılması, yok edilmesi anlamına geliyordu. 80 darbesi sonrasında Maraş’ta ve Maraş’ın köylerinde, ilçelerinde yaşatılanlar, bu kesimlerin Alevi toplumuna, dedelerine, pirlerine yapılanlar, köylerde tek tek insanlara yaşatılanlar düşmanlığın resmiydi. Ma- sorucu bir pozisyonda duramıyorsak, bu yaşanılanların hak edilmiş gibi algılanması olur ki; bu dehşet bir vicdansızlık ve kabul edilemeyecek bir durumdur. Bu anlamda Maraş Katliamı iyi ile kötünün, yanlış ile doğrunun, geçmiş ile geleceğin bir mücadelesidir. Bu anlamda katliamın yaratıcıları olan devlet ile katliamda özelikle birinci derecede rol almış MHP gibi siyasal yapılanmaların bir hesap verme zorunluğu vardır. Ve bütün Maraşlıların da bu hesap sorma mücadelesinin içerisinde olması gerekiyor. Maraş Katliamı uzak bir durum ve olgu değildir, 36 yıl önce yaşanmıştır; Maraş tanıkları günümüzde yaşamamaktadır. Kaldı ki; katliam gibi suçlarda “zaman aşımı” olamaz. Bu tanıkların desteğiyle iç ve uluslararası hukuku sonuna kadar zorlamak gerekiyor. Lahey Adalet Divanı’na kadar gidecek süreç başlatılmalıdır. Bunu yapmak herkesin boynunun borcudur. Tüm insanlığın borcudur, Alevilerin, Kürtlerin, sol ve sosyalistlerin, demokratların borcudur. Bu anlamda Maraş şehitlerinin huzurunda, onların hesabının sorulacağı bir faaliyet içerisinde olmak, tüm Maraşlıların borcudur. 10 Günümüzde Aleviler ve ilkesel konumlanış BÜLENT FELEKOĞLU S elam ile başlayan her sözümüz, zamanda bir mana ile aşka durduğu sürece tüm canlarla hakikat yolculuğumuza ışık olabilir. Biz Alevilerin, Rızkı ve Rızayı yaşam düsturu yapmış olan itikadımızın bize verdiği duyarlılıkla yolda bir olma ilkeleri doğrultusunda ortaklaşmalara gitmemiz gerekiyor. “Neden” sorusu karşımıza ilk çıkan soru olacaktır bu durumda ve ilk ilkesel soru olacaktır. Cevabı ise belirleyicidir. Çünkü zülfikar zamanda hakikat yolculuğumuz bu ilkesel yaklaşımla kendini korumuştur. Tüm Alevi canlar bilir ki bugün Alevilik var ise bu ilkesel duruşlar sayesinde var. Bugün de varoluşumuzun kaçınılmaz yaklaşımıdır. İktidarlar bugün de çok yöntemli olarak Alevilere yönelmişlerdir; kalan ilkesel duruşları teslim almak istiyorlar. Bu durumu net belirleyerek karşı duruşu ya da muhatap duruşu netleştirmek gerekir. Yoksa boş cümlelerle ya da afaki eylemselliklerle sürece cevap olunamaz. Ciddiyetsizlik ne Alevi canların, ne de biz Alevilere yönelenlerin gündeminde olmayacaktır. Alevilerin ilkesel duruşlarıyla ortaklaşarak hem muhataplık hem de gelecek fikirlenmesi geliştirerek kendi gündemlerini belirlemeleri gerekiyor. Hak budur yoksa belirlemediğimiz gündemlerin sadece dahil olanı konumunda oluruz. Lakin günümüz yaklaşımları bu dâhil olma durumunu tüm örnekleriyle önümüze koymaktadır. AKP iktidarı tarihte sufi yaklaşım modellerini önüne koyarak Alevilere bir açılım yapmak istemektedir. Bu gönüllü bir yaklaşımın sonucu değil, kalan asimilasyonu tamamlama görevinin sonucudur ve iktidar perçinlemenin harcı yapılmak istenmektedir. Bu isteğin bize sunulanı ise kendilerinin Sünni tekçi akılla yorumladıkları bir Alevi algısı ile merkeze çekme ya da merkeze yedekleme anlayışı ile olacaktır. Bunu şu örnekle perçinlemek gerekir: Osmanlı’da Hacı Bektaş Veli’nin o ilkesel aşkla dolu yaşamının, Bektaşi ocağına Yeniçerilerin bağlanarak Alevilerin hiçbir zaman kimsenin askeri olmadığı, zulme ortak olmayan, rızkını paylaşan ilkesel yaşam anlayışını kendini koruyan asker kul zihniyetine çekerek sistem içine almak istemesi örneği çok çarpıcı olacaktır. Bu durum Hacı Bektaş Veli’nin asla ortak olmayacağı yaklaşım modelidir ama Osmanlı bunu kendi algısı ile kendine yedeklemiştir. Halen günümüzde de bu yaklaşımın sonuçları ile karşı karşıyayız; AKP iktidarının tam da yapmak istediği budur. Bu algıya karşı durmak Baba İshak’ın, Baba İlyas’ın ve Hacı Bektaş Veli’nin ilkesel duruşlarının bize bıraktıkları mirasın sorumluluğudur. Bu nedenle birinci ilkesel duruş; Alevi kadim tarihini, binyıllardan süzülüp gelen yaşamı sen yorumlayamazsın, yolu biz yaşıyoruz gözlemleyip anlamak isteyebilirsin, yargılayamazsın, kendine benzetemezsin, sana anlatabilirim gönül gözün açık ise ama bildiğin gibi değil bu yargıların var olduğu sürece. Beni önce benim bildiğim gibi anlamalısın sonra biz anlaşabiliriz. İkinci ilkesel duruş; Yaşam tarzım, itikadım, cemim, ziyaretlerim, dergâhlarım, cemevlerim ödün vermediğim temel haklarımdır. Eğitim sistemi, inanç ve kültürel algılarım benim itikadi algılayışım ve yaşam tarzım gözetilerek politika geliştirilmelidir. Tüm kültürel, inançsal, mimari yaşam algım eşit yurttaşlık ilkesi algısı ile ve bana sunulan tüm bu haklar yaşadığım ülke sınırları içinde tüm canlara ve doğal yaşama duyarlı olma ilkesi ile anayasal hak olarak tanınmalıdır. Üçüncü İlkesel duruş; Biz Alevi canlarla ve kurumlarla iletişime geçecek tüm kuruluşlar öncelikli Alevi yaşam tarzı ve itikadını ciddiye almalıdır. Dördüncü ilkesel duruş; Doğal toplum inanışı olan Alevilik, Yaresanilik, Kakailik, Ehl-i Hak, Kızılbaşlık, Bektaşilik ve Arap Aleviliği aynı yolun sürekleridir Ve geniş coğrafyalarda tüm diğer doğal toplum inanışları ile ortaklıkları vardır. Kadim tarihimiz tek dergâh ve ya ocak anlayışı ile anlatılamayacak kadar geniştir. Kadim tarihimiz ayrıştırılmadan açığa çıkarılmalıdır. Ocak, dergâh sistemimizin tekrar yeşertilmesi şarttır, bu bir ayrıştırma yaklaşımı ile çözüme kavuşturulamaz. Aksi yaklaşımlar Alevi yol ve erkânını düşkünlüğe götürme arzusu ve bir ajan faaliyettir. Beşinci ilkesel duruş; Alevi canlar ve yol gözcüleri toplumlarıyla ortaklaşarak, anlatarak, anlayarak yol yaşamlarını, kendi politikalarını, mürşidi Alevi algısıyla tüm alanlarda çalıştaylar ve konferanslar yaparak cem olmalıdır. Geçmiş dönem Der Cemleri bu konuda örnektir. Altıncı İlkesel duruş; Biz Aleviler zamanın her süreğinde alemde cümle can ile aldığımız nefesi zulm olmasın diye mana ve aşk ile besledik; bundan sonra da hiçbir kuvvet bizi kendi yedeğine alamaz, ama ortaklaşabilir, gözlerini hak yolunda zulme kapatırsa kendini ancak bizim Rıza şehirlerimizde cümle can ile Rızkımızı paylaştığımız yaşamda ortaklaşabiliriz. Bu ilkeler naçizane bizim anladığımız mana ile canlara aklımız, kalemimizin yettiği hal ile dememizdir. İlkeler genişletilebilir, derinleştirilebilir. Bunları tartışmak aşkla güçlendirmek mana ile yürümek gönül gözü ile pay etmek gerek. Hak yardımcımız, Pir yolumuz, Musahip canımız, aşk manamız olsun… 11 Arşivlerde Cumhuriyet Rejimi ve Aleviler DR. ŞÜKRÜ ASLAN A rşiv” sözcüğü politika ve toplumsal sorunlarla ilgili hemen tüm kesimler için büyük ölçüde aynı çağrışıma yol açmaktadır. Modern zaman devletlerinin “günah defterleri”. Söz konusu olan çoğunlukla imparatorluklardan artakalan ulus devletlerdir ve bunların her birinin “çok gizli” ibaresiyle işaretlenmiş belgeleri bulunmaktadır. Tahmin edileceği gibi bunların büyük bir kısmı söz konusu devletlerin günahlarıyla ilgilidir ve bu defterlerin üzerindeki gizlilik kaydının ömrü adeta sonsuzdur. Paradoksal sayılabilir ama modern zaman devletleri kitlesel katliamları gizlilik kaygısı içinde rutin bir işlem olarak yaparken, aynı zamanda bütün bu edimleri “kayıt altına” almışlardır. Zira hiyerarşik olarak verilen talimatların uygulandığına dair “ispat” gereklidir. Bu yüzden en gizli edimlerin bile uygulandığına dair fotoğraflar çekilmiş ve saklanmıştır. Son yıllarda dünyada “arşivler”in açılması yönünde yoğun çabalar vardır. Akademisyenler ve akademi dışı araştırmacılar ve çeşitli toplumsal kesimler de bu talebi yüksek sesle dile getirmektedirler. Siyaseten geçmişle yüzleşmenin bir ilk adımı olan bu talebe kimi devletler bir ölçüde yanıt vermekte, bir kısmı ise şimdilik direnmektedir. Türkiye’de “arşivlerin açılması” sadece Alevilerin değil, yakın geçmişle yüzleşme beklentisi olan tüm toplumsal kesimlerin ortak dileği olarak gündemdeki yerini koruyor. Resmi kurumlar bu talebe karşı dirençlerini korumaya devam ediyorlar, ancak bu arşivlerin parçaları şu ya da bu sebeple ya da bağlamda gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Türkiye’de özellikle Dersim’le ilgili basında yer alan “gizli” belgeleri bunun bir örneği olarak düşünebiliriz. Bunun yanı sıra Cumhuriyet devri üst düzey kamu yöneticilerinin kişisel arşivleri de çarpıcı bilgi ve değerlendirmeler içermektedir. Son yıllarda böyle örnekler de ortaya çıktı ve bu arşivler üzerinden devletin zihin dünyasına dair ayrıntıları öğrenmek mümkün olabildi. TBMM 7. Ve 8. Dönem Tunceli Milletvekili olarak görev yapan Necmeddin Sahir Sılan’ın Tarih Vakfına bağışlanan ve geçtiğimiz yıllarda bir seri olarak yayınlanan kişisel arşivi de bunun bir örneğidir. Sılan’ın arşivinde Cumhuriyet rejiminin Alevi geleneğine ve toplumuna nasıl baktığına ilişkin hayli önemli bilgi ve belgeler yer alıyor. Bu makalede söz konusu bilgi/belgelerin toplandığı iki kitaptan bazı detaylara yer vermek istiyoruz. Bu arşivde yer alan belgelerden biri “Dersim Destanı”dır.1 Şaşırtıcı gelebilir ama belgede yer aldığı biçimiyle “destanlar” Jandarma Genel Komutanlığı tarafından 19 Nisan 1939 tarihinde komutanlığa ait matbaada basılmıştır. “Tunceli’li üç aşık”a ait olduğu belirtilen bu destanların ortak özelliği Aleviliğin kutsal figürleri olan Seyitlere, Dedelere ve inanç pratiklerine hakaret ve Türklüğe/devlete vurgu ve övgüdür. Örneğin Pülümür’ün Dagbek köyünden Ali Çavuş’un “Dersim Destanı”nda, “veli”yi şeytan olarak gösteren ve üfürükçü ile modern tıbbı karşılaştıran küçük bir bölüm: “Günlerce üfürdü geçmedi sıtmam Bir iki hap aldım kesildi tamam Dedim aptal mıyım nasıl anlamam Ben veli sanmışım meğer şeytanı” Adı Cumhuriyet, kendisi Hızır Onsuz ağa, seyit hınzır mı hınzır Gayrı Sakarya’dan farksızdır Munzur Geldi Dersimlinin huzur devranı…” Beşpınar’lı Aşık Durmuş’un “Tunceli Destanı” da ondan aşağı kalır değildir. “Zalim ağa ve Seyyit denen adamlara”a ağır hakaretler içerir. Alevi kültüründe nesnelere yüklenen kutsal anlamla dalga geçer ve “devletin izan verdiğini” söyler: “Sanki illet gibi kemirmiş bizi, bükmüş belimizi devirmiş bizi Soymuş da soğana çevirmiş bizi Zalim ağa, Seyyit denen adamlar Devlet vasıta başta, değil sorguçta Keramet olur mu kuru papuçta Kudret görünür mü duvarda burçta Açık gizli yüz vermeyin hayduda Kandırdı vara yoğa sattı vicdanımızı Zor kurtardık elinen şu tatlı canımızı Seyyit fesada verdi bizim imanımızı Getirdi başımıza devlet izanımızı…” Mazgirt’li Âşık Hasan’ın “Tunceli Destanı”nda ise artık “Seyyit, Dede” tanınmamaktadır: Türklüğe ve rejime olabildiğince övgü vardır: “Karşı dağlar benimdir Yurdu sevmek dinimdir Türklük candan sevgilim Onun kini kinimdir Seyit Dede tanımam Benziyorlar şeytana Sözlerine inanmam Çıktı foya meydana Süpürgeden bir sakal Karmakarışık yüzleri Seslerinde var çakal Korkunç bakar gözleri Hamdolsun ki hükümet Verdi tamam dersini Ne seyit var ne gubat Sepetledi hepsini…” zülfikar Destanların üçünde görüldüğü gibi Alevi geleneğinin en önemli unsurları ve bu geleneğin hem taşıyıcıları hem de üreticileri olarak Dedeler, Seyyitler ve onların gündelik pratikleri sert bir tonda aşağılanmaktadır. Aşağılamanın “Tuncelili Âşıklar” aracılığıyla yapılmış olması elbette manidardır. İçeriden bir karşı dil üretmek, çoğunlukla ince düşünülmüş bir politik strateji olarak okunabilir. Fakat konuyu özgün kılan bu yayının Jandarma Genel Komutanlığı (JGK) tarafından yapılmış olmasıdır. Bu kurumu aslında “sistem” olarak okumak gerekir. Çünkü JGK, devletin o yıllarda ana taşıyıcı organıdır. JGK’nın, benzer başka yayınlarının olup olmadığına bakmak gerekir ama Dersim’le ilgili bu yayın özel bir önem taşımaktadır. Sılan’ın arşivinde yararlandığımız diğer belgeler milletvekili ya da parti müfettişi olarak CHP ve DP yöneticilerine yazdığı raporlardır. 11.12.1942 tarihinde CHP Genel Sekreterliğine yazdığı bir raporda Sılan, “hükümetin, dış gaileleri önledikten sonra içeride baysallığı kökleştirmek için Dersim’in ilk sırayı aldığını” vurgular. Çünkü Tunceli, çok hassas, çok dikkat isteyen bir çevredir.2 Başka bir deyişle Sılan’ın raporu rejimin, Dersim halkının Alevi/Kürt kimliğiyle ilgili derin gerilimi ve dışlama zihniyeti içerisinde olduğunu açıkça göstermektedir: “Halk, eski aşiret hayatının tesirlerinden henüz tamamıyla kurtulmuş değildir. Seyitlere, ağalara karşı, eskisi gibi açık ve köklü olmasa bile yine saygı ve bağlılık gösterenler, eski batıl itikatların zebunu olanlar bulunmaktadır. (…) İlk zamanlarda hükümetçe alınan tedbirlere göre, garba nakledilen kafilelerden yakasını kurtarabilmiş olanlarla garba gönderilenlerin bu çevredeki yakınları arasında bugün dahi seyit diye anılan ihtiyar-genç bir zümrenin, eski seyit ve ağaların boşluklarını 12 zülfikar doldurmak için kendilerine muhit hazırlamaya başlaması ve eski aşiret ve tarikat hayatının tesirleri ile seyitlere mensup olanlarla, yani seyit taslaklarına gizlice para toplanarak verilmesi, güneşe ve suya tapmak, ziyaret yerlerine koşmak gibi eski itiyatlara sadakat gösterilmesi ve bu arada geniş toprak sahiplerinin fakir halk tabakaları üzerinde müessir bulunması, eski ve batıl itikatlarla birlikte zararlı unsurların bu çevredeki durumlarını açıkça belirtmektedir.” (s. 336) Sılan, “Tunceli halkının eski ve batıl itikatlardan kurtarılması için verir. Belirttiğine göre Mazgirt’te Seyit olduğu bilinen Ali Koç, Sılan’a şunları söylemiş: “Efendi, güya bende cennetin anahtarı varmış, kızdığımı mahvedermişim. Vallahi bunlar iftiradır, eğer böyle bir kerametim olsa önce Ali Yıldırım’ı yok ederim. Seyitlik de, Dervişlik de boş şeylerdir. Bilhassa Atatürk ve İnönü çağında buna kim inanır.” (s. 351)1 Necmeddin Sahir Sılan 14 Mayıs 1950 tarihli CHP Genel Başkanvekilliğine gönderdiği istifa dilekçesinde parti içinde, Tunceli sürgünlerinin memleketlerine dönmelerine yönelik kendisinin de dâhil olduğu aramak üzere gittiği Ankara’da ilgili müdürlüklerle ve bakanla görüştüğünü ve bu sırada bir bakanın kendisine; “senin Kürtler mi, bırak ölsünler” dediğini aktarır. (s. 389) Sılan, 1950 yılında artık Demokrat Parti üyesidir. Fakat verdiği bilgiler aynı zihniyetin DP içinde de devam ettiğini göstermektedir. “Erzincan İli Parti Teşkilatımızın Durumu” başlıklı 20 Ağustos 1952 tarihli Demokrat Parti’ye sunulmuş raporda en ilgi çekici noktalardan birisi Erzincan Merkez İlçe kongresinde Alevilerin yönetimde çoğunluğu sağlamış olmalarının yarattığı belirtir.” (s. 423) Demokrat Parti Genel İdare Kurulu’na yazılmış 20 Eylül 1952 tarihli raporda özel kanunla Tunceli’nin yönetildiği yıllarda Erzincan’daki Alevi vatandaşların da muhtelif sebepler ve bahanelerle yerlerinden yuvalarından sürülmesi, hatta öldürülmesi gibi haller”, Erzincan ve çevresinde derin bir hoşnutsuzluk yaratan en büyük amil olmuştur. (s. 450) der Sılan. Rejimin Alevileri hedef aldığına ilişkin bundan daha açık bir ifade olmazdı. Sılan’a göre “% 95’i Alevi vatandaşlardan teşekkül etmekte bu çevrede aydınlatıcı ve ilerletici hamle ve teşebbüslere ara verilmemesini” önermektedir. (s. 336) Büyük ölçüde bu gerilimlerin etkisiyle olmalıdır ki parti ve Tunceli arasındaki ilişkilerde “Tunceli’nin hususiyetlerinden birisinin de parti işlerinde çalışacak unsurların bulunmasındaki zorluklar olduğunu” vurgular. Benzer bir durum Halkevleri ve Halk Odaları için de geçerlidir. Örneğin Pülümür’de biri merkezde (Halkevi) birisi de Tahsini’de olmak üzere iki yer bulunmasına karşılık, Pülümür’deki Halkevinde çalışacak kimse bulunamadığından işlevsizdir. Tahsini’deki de “esaslı bir faaliyette bulunmamaktadır.” (s. 343) Hozat Halkevi ise sadece dışarıdan bir misafir geldiğinde açılır, başka zaman kapalıdır. (s. 353) Raporda rejimin Alevi kimliğiyle kurduğu ilişkiye dair Necmettin Sahir Sılan ilgi çekici diyaloglara yer girişimlere parti yönetiminden tepki aldığını belirtir ve Meclis Grup Başkanvekilinin kendisine “sen, bu Kürtlerin işleriyle uğraşma” dediğini aktarır. (s. 386) Aynı şekilde Kayseri’de ikamet etmekte olan sürgünlerin buradan ayrılmalarına izin verilmemesi üzerine TBMM’ye verdiği soru önergesi nedeniyle bazı milletvekillerinin kendisine söylediği sözlerin yüz kızartıcı ve ürkütücü olduğunu belirtir. (s. 388) Kendi seçim bölgesi olan Tunceli’de insanların açlıktan ölmekte olduklarını bizzat iletmek ve çare gerilimdir. Sılan’ın gözlemlerine göre bu durum parti içinde ciddi bir sorun yaratmış ve buradan hareketle Türklük-Kürtlük, Alevilik-Sunnilik ayırımı tetiklenmiştir. Sılan’ın tavsiyeleri “Alevi hüviyetine sahip kişilerin şu veya bu sebeple partiden ihracına matuf herhangi bir hareketten bugünün şartları içinde içtinap edilmesidir. (s. 401-402) Sılan’ın gözlemlerine göre CHP’den ayrılıp Demokrat Partiye katılmak isteyen Alevi vatandaşlara partinin kapıları aylarca kapalı tutulmuştur. (s. 424) “Tunceli İli Parti Teşkilatımızın Durumu” başlıklı Demokrat Parti’ye sunulan 30 Ağustos 1952 tarihli raporunda ise İskân Kanunu ile batıya gönderilen Tunceli’lilerin sayısının 20.000 dolayında olduğunu söyler. Kalanlardan bazılarının Emniyet Müdürlüğü gözetiminde bulundurulduklarını ve özel fişlemeye tabi tutulduklarını olan bu vatan parçasında çok dikkatli ve uyanık bulunmak” gerekir. (s. 444) Bu ifade belki de bütün bu süreci anlatan anahtar cümledir. Sonuç olarak kişisel bir arşivde bile sadece küçük bir bölümünde Alevilerin nasıl bir dışlanmaya tabi tutulduğunu görmekteyiz. Gerçekte arşivler açıldığında Alevilerin de dâhil olduğu inanç ya da etnik kimlik birey ve gruplarının rejim tarafından dışlandıklarını daha açık olarak görmek mümkün olabilecektir. (Endnotes) 1 Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik: Dersim-Sason (1934-1946), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s. 289-312 2 Doğu Sorunu: Necmeddin Sahir Sılan Raporları (1939-1953) Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010 1 Her şeyden önce başarı ve olumlu diye aktardıklarının başında okulların açılması, insanların Türkçe konuşması ve Kürt olduklarından utaanmış olmalarının altını çizer Sılan. Bu çok dikkat çekici bölümüdür. Sılan, kendisine “bize Kürt diyerek zulüm ediyorlar, Kürt olsak sizinle Türkçe konuşabilir miyiz” diye soruyor ve Sılan’ın ona verdiği yanıt şöyle: “Size Kürt diyenlerin kendileri, Kürttürler”. (s. 349) 13 zülfikar Alevi örgütlenmesinde ocak sistemi ve egemenlerin tavrı KEMAL BÜLBÜL İ nançsal, kültürel, siyasal, ekonomik… Yaşama ve topluma “Hizmet etmek” isteyen her yapının sosyal bir yapısı vardır. Bu yapının modern zamanlardaki adı örgüt/örgütlenmedir. Örgütlenmenin, örgütün kendi içinde özgün bir yapısı vardır. Bu özgünlük kültürel, sosyal, ekonomik ve hukuksal disiplinleri içerir. Örgütlenmeler öylesine özgünlükler içerir ki kendi içinde orijinal iletişim biçimi, sosyal bireysel davranışlar, ritüeller ve hatta bir dil bile oluşturur. Alevi örgütlenmesinin adı “Ocak”tır. Ocak Alevi inancının tüm süreçlerini yaşayan ve yaşatan sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik, hukuksal bir yapıdır. Aleviliği böylesi bir örgütlenmeye iten sebepler nedir? Ocak örgütlenmesinin inançsal, kültürel, ekonomik, hukuksal yönü olmasına karşın onu devletten ayıran temel yapı nedir? Ege- menler Aleviliği yok etmek için hangi yöntemleri kullanmışlardır? Ocak yapısı neden egemenlerin hedefi olmuştur? Bu soruların cevabı çok önemlidir. Günümüzde eksik ve yanlış bilinen, bu nedenle eksik ve yanlış tartışılan birçok konuya açıklık getirecektir. Ocak, mürşit, pir (dede), ana, rehber, talip topluluğunu içeren sosyal yapıdır. Yapının örgütlenme biçimi dikey, hiyerarşik egemenliğe göre değil, yatay ve eşit ilişkilere göre düzenlenmiştir. Ancak yataylık ve eşitlikten salt ve mutlak eşitlik anlaşılmamalıdır. Ocağa karşı toplumsal sorumluğu olanlar ile talipler arasındaki fark temsil becerisi, bilme, uygulama ve sorumluluğun gerekleri kadardır. Bu gereklilik dikey hiyerarşide, devlet yapısında veya egemen zihniyetlerde oldu- larıyla ocağa karşı sorumluluk taşırlar. Yanlışlar, doğrular, hatalar, suçlar “Öbür dünyaya, ahirete havale” edilmez. Alevi inancının “Ocak” şeklinde örgütlenmesinin asıl nedeni inancını kendi yaşatma, örgütleme biçimiyle ilgilidir. Ocağın kendi içinde ekonomik, sosyal, hukuksal, bireysel, ailevi ilişkileri düzenleyen kurum ve kuralları vardır. Ekonomik olarak, mürşitten talibe kadar her birey üretim yaşamının içinde olmak zorundadır. Çalışmadan, üretmeden geçinmek rızalığa aykırıdır. Tarih boyunca tüm Alevi mürşit ve pirleri, âşık, sadık, ermiş ve dervişleri mutlaka üretim yaşamının içinde olmuşlardır. Yapılan işler genellikle, rençperlik denilen çiftçilik, çobanlık, zanaatkâr esnaflık vb.dir. Taliplerin ocağa düzenli olarak Çıralık/Hakullah vermesi gerekir. Ocakzadeler Çıralık/Hakullahı toplar, ocağın ihtiyaçları veya muhtaç olan taliplerin ihtiyaçlarını gidermek için değerlendirir. Aleviler Bizans, Selçuklu, Osmanlı döneminde egemen devletin “Vergi, salma” gibi talana dayalı sistemini kabul etmemiştir. “Ben ocağıma Çıralık/Hakullah veriyorum!” diyerek devletlerin vergi sistemine karşı çıktığı için toplu ğu gibi “Emir, komuta” düzeni değildir. Ocakta efendiler ve hizmetçiler yoktur. Her birey birbirine ve ocağın özgün yapısına karşı sorumluluk taşımak, Hak ve hakikat yolunda rızalık almak ve vermek zorundadır. Hak, hakikat, hakkaniyet, rızalık ve eşitlik ilişkisi üzerine örgütlenen Alevilik egemen, ezilen ilişkisini reddeder. Bu anlamda Aleviliğin kutsal değerleri klasik Tanrı, Allah anlayışıyla semavi dinlerin egemenlik ilişkisine benzemez. Semavi dinlerde toplumsal olarak ümmete, bireysel olarak mümine verilen rol “Öbür dünya için imtihanda olduğunu bilmek ve ahiret için ibadet etmektir!” Kuşkusuz semavi dinlerin de dünyevi ilişkileri, toplumsal ahlaki formları, toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları vardır. Ama Aleviliktekinden farklıdır. Alevilikte toplumsal, bireysel, ailevi, inançsal vb. ilişkileri düzenleyen şey ocak sisteminin ruhudur. Talipler tüm davranış- katliama maruz kalmışlardır. Aleviler aynı zamanda devletlerin “Hukuk sistemini” de kabul etmemişlerdir. Yaşadıkları sorunları devletlerin yargısına, mahkemesine, kadısına, camisine, kilisesine götürmemiş Alevi inancındaki Yol/Erkân hakikati üzerinden cemlerde ve yolun usulünce oluşturulan ortamlarda çözüm bulmuşlardır. Adı geçen devlet/imparatorluk veya krallıkların devşirme asker talebini de Aleviler kabul etmemiştir. İnançsal olarak zaten egemen devletin dinini kabul etmeyen Aleviler devletlerin hedefi haline gelmişlerdir. Görüldüğü gibi “Ocak sistemi” tamamen sivil, toplumsal bir örgütlenmedir. Devlet gibi dikey yapılanan, emir komuta ilişkisine bağlı olan örgütlenmelerin dışında bir tür özerk ve özgün örgütlenmedir. Ocağın kendi içinde eğitim kurumu da vardır. Ocağın, bugünkü “Örgün eğitim/ Okul” kurumu dergâh ve tekkeler, yaygın eğitim 14 kurumu ise toplumsal, inançsal, ahlaki ilişkileri örgütleyen Alevi yaşamı ve cemlerdir. Cem ocağın iradesini inançsal, kültürel, hukuksal olarak yürütme yetkisine sahip pirlerin taliplerle direkt ilişkiye geçtiği sosyali kültürel, inançsal ortamdır. Tarih boyunca “Alevileri yola getirmek!” isteyen egemenler ocaklara saldırmış ve ocak yapısını dağıtmaya çalışmışlardır. Zira Alevi Ocakları devletlere vergi ve devşirme asker vermemiş, devletlerin hukuk sistemini kabul etmemiş, devletlerin egemen din anlayışını ise kökten reddetmiştir. Yazımızın konusu olmadığı için ayrıntıya girmeden bir tarihi gerçeği vurgulamak isteriz. Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasında dönemin Türkmen Alevileri öncü rol oynamıştır. Ancak beylikten, imparatorluğa dönüşme sürecinde bildik devlet yapısına bürünen Selçuklu ve Osmanlı, Alevileri toplu katliama uğratmıştır. Beylik sürecinde Alevi mürşitlerinden fikir ve öğüt alan yöneticiler, devletleşme sürecinde, “Devlet zihniyetinin gereklerine göre” davranmaya başlamış devletin kurumlarını da bu zihniyetle oluşturmuşlardır. “Alevi ayaklanmaları” incelendiğinde bu hakikat bariz bir şekilde görülecektir. 1235/1240 Baba İlyas, Baba İshak hareketinden, Koçgiri ve Dersim katliamına kadar devletlerin amacı Alevi inancını sosyal, kültürel, hukuksal, ekonomik, inançsal olarak örgütleyen, özerk ve özgün ocak yapısını dağıtmaktır. Osmanlılar, Alevilere uyguladıkları asimilasyon, baskı, zulüm, sürgün, katliam ve soykırıma rağmen başa çıkamadıklarını, ocak yapısını dağıtamadıklarını görünce “Kaleyi içte fethetme!” yoluna gitmişlerdir. Osmanlıya göre “İçten fethedilecek kale” Hacıbektaş Ocağıdır. Osmanlı Devleti defalarca Hacıbektaş ocağına müdahale etmiş ve Hacıbektaş Ocağının “Alevi süreğini” sürdüren mürşitleri Osmanlı’ya başkaldırmıştır. Şah Kalender Çelebi Hareketi bu başkaldırıların en görkemlisidir. Kimi “Tarihçilerin” Hünkâr Hacıbektaş’ı “Osmanlıcı” veya “Hacıbektaş Anadolu’yu Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için geldi!” tezi tamamen uydurma olup Osmanlının bitmez tükenmez oyunlarının bir parçasıdır. 1826 yılında “Tahta oturan” Osmanlı hükümdarı II. Mahmut Türkmen, Alevi dergâh ve tekkelerini kapatmış, mürşit, postnişin, pir ve ocakzadeleri tutuklatmış, sürgüne göndermiştir. II. Mahmut da ecdadının geleneğini sürdürmüş, önce Hacıbektaş Ocağına müdahale etmiştir. Dönemin Postnişini Hamdullah Çelebi’yi tutuklatmış, Kırşehir’de kadıların “Yargılaması” sonucu Hamdullah Çelebi Amasya’ya sürgün edilmiştir. Dergâha Sünniliğin Nakşibendî Tarikatına yakın hocaları “Postnişin” diye atayan Mahmut Efendi Aleviliği resmen yasaklamıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Mustafa Kemal ve kurucu zihniyetin Alevi politikası II. Mahmut’un güncellenmesinden başka bir şey değildir. 1826’dan 3 Mart 1924’de kadar Alevilere karşı sistematik bir Osmanlı Politikası yürütülmüş zülfikar 30 Kasım 1925 tarihli “Tekke ve Zaviyeler Kanunu” ile Alevilik resmen yasaklanmıştır. Cumhuriyet Osmanlı devlet zihniyetini aynen devam ettirmiş Şeyhül İslamlık kurumunu da “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak düzenlemiştir. 3 Mart 1924’te kabul edilen “Tevhidi Tedrisat, Riyaseti Diyanet” gibi kanunlarla oluşturulan kurumsal devlet yapısı tümüyle “Tek Kimlik” yaratmak içindir. “Şark Islahat Planı” vb. sürgün ve katliam planları Türk/İslam dışındaki kimlikleri özellikle de Kürtleri ve Alevileri hedef almıştır. 1826 II. Mahmut dönemi, 1876 “Kanuni Esasi”, 1839 Tanzimat Fermanı, İttihat ve Terakki dönemi, I. II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet! Bu süreç devletin zihinsel, kurumsal kimliğinin belirlendiği dönemdir. İttihatçıların “Kızıl Elma/ Turancılık, Pan Türkizm” hayalleri 1915 Ermeni Soykırımının sebebidir. Ermenileri “Tehcir Kanunu” ile soykırıma uğratıp, kalanları da susturan, Rumları yerinden yurdundan edip sürgüne gönderen (kalanlar da 6/7 Eylül 1955 Provokasyonuyla sürüldü!) devlet için sıra Kürtlere, Alevilere gelmiştir. 6 Mart 1921/17 Haziran 1921 arasında yürütülen Koçgiri Katliamı ise devlet için çok özel bir harekât olup “Türk/İslamcı Tekçi” kimlik için Kürt/Alevileri yok etme planıdır. Osmanlı döneminde Ermenilerin, Türkmen Alevilerin kökü kazınmış “Şimdi sıra Kürt/ Alevilerdedir.” Çünkü Kürt Aleviler hem etnik kimliğine sahip çıkmakta, hem de ocak sistemini yaşatmaktadır. Bu iki şey devlet için “Çok tehlikelidir!” Koçgiri ve Dersim Soykırımının sebebi Kürt/Alevilerin her iki kimliğini ısrarla örgütlü olarak yaşatıyor olmasıdır. Aleviliğin Ocak sistemi yaşadıkça devlet egemenliğini kuramayacak, “Tekçilik” yaşam bulmayacak, Aleviler sivil, özerk bir güç olarak devlete sorun çıkaracaklardır. Nitekim yüzyıllarca devam eden “Alevileri ve Aleviliği yok etme planı” Koçgiri ve Dersim soykırımıyla sonuca ulaşmıştır. Mustafa Kemal Sivas’tan Ankara’ya giderken 22 Aralık 1920’de Hacıbektaş’a uğrar. M. Kemal’in Hacıbektaş ziyareti üzerine birçok spekülasyon vardır. Hacıbektaş’ta bir gece kalan Mustafa Kemal Bektaşilerin Dede Babası Salih Niyazi Efendi’yle ve Hacıbektaş Ocağı Mürşidi Cemalettin Çelebi ile görüşür. 23 Nisan 1920’de TBMM açıldığında Ocak Mürşidi Cemalettin Çelebi TBMM Başkan Yardımcısı tayin edilen iki kişiden biridir. Ama Cemalettin Çelebi Ankara’ya hiç gitmez, toplantı ve oturumlara katılmaz. Koçgiri Katliamını bir Arnavut Devşirmesi olan Sakallı Nurettin Paşa ve Topal Osman eliyle yürüten TBMM dönemin Teşkilatı Mahsusa (Bu günkü MİT) Başkanı Hüsamettin Ertürk’ü Cemalettin Çelebi’yle görüşmek için Hacıbektaş’a gönderir. Bu arada Koçgiri Katliamı devam etmektedir. Hacıbektaş Ocağı mürşidi Cemalettin Çelebi’nin Koçgiri Katliamına karşı olduğu yolunda bilgiler vardır. Tam da bu dönemde Teşkilatı Mahsusa Reisi Hüsamettin Ertürk Hacıbektaş’ta bir aya yakın kalır. Hüsamettin Ertürk Hacıbektaş’tayken Ocak Mürşidi Cemalettin Çelebi Hakka Yürür!.. Bize göre Hacıbektaş Ocağı Mürşidi Cemalettin Çelebi’nin Hakka yürümesi Teşkilatı Mahsusa’nın planlı bir cinayeti olabilir!.. Osmalı’da Türkmen Alevileri, Cumhuriyet ile Koçgiri ve Dersim’de Kürt Alevileri “Halleden” zihniyet nihayet Aleviliği istediği hizaya getirmiştir. Ocaklar dağılmaya yüz tutmuş, Aleviliğin özgün yapısı bozulmuş, ocakzadeler sindirilmiş, talipler asimilasyon yoluyla Aleviliğe yabancılaştırılmıştır. Baskı, işsizlik, yoksulluk, yeterli tarım arazilerinin olmayışı, olanın da verimsizliği tesadüf değil devletin bir planıdır. Bu bunalım 1950’lerin sonunda kentler toplu göçleri ve Avrupa serüveniyle devam edecektir. Alevilerin kentlere göçü ve Avrupa’ya işçi olarak yollanması da planın bir parçasıdır. Alevilerin bu gün karşı karşıya olduğu açmazlardan biri de 1960’ların özellikle ikinci yarısında meydana gelen gelişmelerdir. Üniversite gençliğinin öncülüğünde gelişen sol, sosyalist uyanışta Alevi Gençliği öncü roldedir. Alevileri tümüyle sola, sosyalistlere kaptırmak istemeyen devlet önlemini alır ve Türkiye Birlik Partisi (TBP) kurdurur. Kentlere göç eden Aleviler birden bire “Yöre derneği” kurmaya başlarlar ki bu furya hala devam etmektedir. 15 Alevilikte Dönüklük HAMZA AKSÜT B u yazıda Alevilikteki dönük kavramını ele alacağım. Alevi toplulukların kökeniyle ilgili yaptığım sorulu-cevaplı periyodik televizyon ve radyo programlarındaki en ilginç sorulardan biri bu konu üzerinedir. Alevi soyundan gelen yeni kuşaklar, “Hocam, bizim köyde bizim sülaleye dönük deniyormuş, biz daha önce başka bir dinden (örneğin Hıristiyanlık) ya da etnisiteden (örneğin, Rum, Ermeni) iken yakın zamanda Aleviliğe geçmişiz, doğru mu?” şeklinde soru yöneltiyorlar. Hemen belirteyim; bu sorunun cevabı, kesinlikle “Hayır”dır. Yeni kuşakların içine düştüğü bu durum, Alevi sözcülerinin ve örgütlerinin yalnızca siyasal söylemde bulunarak bu konularla ilgilenmemesinin bir sonucudur. Aleviliğin tarihsel ve temel kurumu pir/dede/hanedan/taife örgütleridir. Bu örgütler, Fatıma’nın soyundan olan seyyidler ile onlara bağlı Kürt, Türk, Arap, Abdal, Rom ve Fars taliplerden oluşur. Aleviliğin oluşum sürecinde seyyidler çeşitli Kürt, Türk, Arap, Abdal, Fars ve Rom aşiretleri içine dağılmış ve bu aşiretlere pirlik yapmaya başlamıştır. Her seyyid, hangi aşirete sığınmışsa onun dilini konuşmaya başlamış, ancak o aşiretlerin bireyleriyle evlenmeyip seyyidlerle evlenmiştir ve bu durum Aleviliğin en temel kurallarından biri haline gelmiştir. Aleviliğin en temel kurallarından biri de, bu aşiretlerin bireylerinin kendi seyyidlerine ikrar vermesi, onların talibi olması ve ikrarından dönüp başka bir seyyid grubuna ikrar verememesidir. Yüzyıllarca bu yapıyı titizlikle koruyan Alevilikte son yüzyıllarda bu durumun aleyhine bazı girişimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Alevi coğrafyasının en batısında olan Hacı Bektaş Ocağı, hem bu coğrafi konumu hem de Babagan Alevilerden (atası Alevi olmayıp Aleviliğe geçenler) aldığı entelektüel destekle, öteki ocakların taliplerine ikrar bozdurup kendi ocağına bağlama çabasına ve hevesine girişmiştir. Doğal olarak bu durum, öteki ocaklarca tepkiyle karşılanmış, zaman zaman silahlı çarpışmaya kadar gelişen olaylar görülmüştür. Hacı Bektaş Ocağı, özellikle doğudan Orta Anadolu’ya göçen Alevi topluluklara el atma ve onları mürşidinden ayırarak kendisine bağlama çabasına girmiştir. Bu çabanın somut bir göstergesi olarak, el attığı ocağın taliplerinden seyyidlerinin piri, taliplerinin ise mürşidi olan Dede Garkın seyyidleri Malatya’da kalmıştır. Bu durumu bir fırsat olarak gören Hacı Bektaş Ocağı seyyidleri, Şeyh İbrahim Ocağının dede ya da taliplerine el atmış, onların Dede Garkın’a olan ikrarını bozdurmaya çalışmış, seyyidler bu durumu kabul etmeyince taliplere icazetname vererek onları dede/pir olarak görevlendirdiğini ilan etmiştir. İcazetname alan dede olan talip, akrabalarını kendisine talip edinip Dede Garkınlılardan koparak Hacı Bektaş Ocağını mürşid olarak benimsemiştir. Bu durumda, Çorum’daki Şeyh İbrahim Ocağı ikiye bölünmüş, ikrarını sürdüren Aleviler, talip iken dede olan kişilere “dikme”, ona bağlı olanlara da “dönük” ve “purut” adını takmıştır. Bu durum, Sultan Samıt, Ali Seydi, Pir Sultan gibi ocaklarda da görülmüş ve ikrarından dönenlerle evlilik dahi yasaklanmıştır. Seyyidlik kurumuna son derece zülfikar edilmesi gereken bu kişiler, posta oturmaya devam etmiştir. Bütün bunların bir sonucu olarak inanç ve ikrarda bozulmalar ortaya çıkmıştır. On iki post aşağılaması Hacı Bektaş Ocağı, öteki ocakları kendisine bağlamak için başka formüller de geliştirmiştir ki, bunlardan en dikkate değer olanı, on iki post söylemidir. Bu söyleme göre Alevilikte 12 ocak vardır ve bu ocakların her birinin Hacı Bektaş Tekkesinde postu vardır. Ne var ki, burada söz konusu olan postlardan yalnızca Hacı Bekta, pirlikle ilgilidir; ötekiler ise hizmet sahipleridir. Bu hizmetlerin ne olduğuna bir bakalım: 1. 2. 3. 4. 5. Mürşit: Hacı Bektaş Ocağı Rehber: Emircem Sultan Türbedar: Hızır Lale Civan Sultan Aşçı: Karadonlu Can Baba (Avuçan) Ekmekçi: Seyyid Mahmud Hayrani (Hacı Kureyş) 6. Şerbetçi: Kızıl Deli/Seyyid Ali (Ali Seydi) 7. Nakip: Sarı Saltuk (Sarı Sultan) 8. Meydancı: Seyyid Cemal Sultan (Derviş Cemal, Cemal Abdal) 9. Atçı: Boz Geyikli Dede Garkın 10. Kurbancı: Şeyh İbrahim Hacı Sultan 11. Kahveci: Şeyh Şazeli Sultan 12. Mihmandar: Kolu Açık Hacım Sultan Görüldüğü gibi, Türkiye ve Suriye’deki Alevilerin bir bölümünün mürşidi/serçeşmesi olan Dede Garkın Ocağı, atlara bakmakla görevli! Dede Garkın’a bağlı Şeyh İbrahim ocağı, kurban kesmekle görevli! Yine, serçağlan olan Avuçan, aşçı, yemek yapmakla görevli! Avuçan’a bağlı Hacım Sultan Ocağı (merkezi Malatya Karaca, Basak ve Başkınık köylerinde) misafir ağırlamakla görevli! Avuçan’a bağlı şeyh Şazeli Ocağının hizmeti daha renkli: Kahvecilik. Ali Seydi dedeleri ise şerbet yapıp dağıtmakla görevli kılınmış! Hacı Kureyş pirleri ekmek pişirip dağıtmakla görevli! dede/pir tayin etmek amacıyla “icazetname” adı altında belgeler düzenlemiştir. Bu çabanın bir sonucu olarak öyle bir duruma gelinmiştir ki, talip, akrabalarından da aldığı destekle yer yer kendi seyyidine dedelik yapma hevesine kapılmıştır. Konuyu bazı örneklerle açıklamak daha yararlı olacaktır. Malatya’daki bazı Şeyh İbrahim talipleri Çorum yöresine göçerek köyler kurmuştur. Şeyh İbrahim bağlı Alevilerin direncini gören Hacı Bektaş Ocağı, yeni taktikler geliştirerek başka ocağın seyyidlerini “dikme dede/pir” olarak tayin etme fırsatçılığına başvurmuştur. Üstelik; Hacı Bektaş seyyidleri, köylere gidip mürşid postuna oturma görevlerini de ihmal ederek köylere yalnızca harman zamanı “hakullah” toplamak için gitmeye başlamıştır. Mürşid denetiminden yoksun kalan dikme dedeler, birçok suistimale başvurmuş, düşkün ilan İşin daha vahimi: Kara Donlu Can Baba’nın Avuçan, Seyyid Ali’nin Ali Seydi, Seyyid Mahmud Hayrani’nin Hacı Kureyş, Seyyid Cemal’in Derviş Cemal ve Cemal Abdal olarak sunulmasıdır ki, ocakların adını ve kimliğini bozmayı amaçlayan bir plandır. Avuçan Ocağının Karadonlu Can Baba ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Karadonlu Can Baba, Karadon köyünden olup Hacı Bektaş’ın yanındaki hizmetkârlardan biridir, 16 üstelik seyyid de değidir. Avuçan’ın kurucusu ise Ebu’l Vefa ve Seyyid Mençek’tir. Karadonlu Can Baba’nın türbesi, Kırıkkale’nin Balışeyh kasabasındadır. Ali Seydi, Dede Garkın halifesidir ve türbesi Malatya’nın Yazıhan ilçesine bağlı İriağaç köyündedir. Hacı Bektaş ailesinden olan Seyyid Ali’nin (Kızıldeli Sultan) türbesi ise Yunanistan’da, Dimetoka yöresindeki Kızıldeli çayı kenarındadır. Hacı Kureyş Ocağının kurucusu Mahmudü’l Kebir (Büyük Mahmud) olup türbesi Gaziantep’in Yavuzeli ilçesinin Yukarı Kayabaşı köyündedir. (Bu yöre, eski kaynaklarda Gures olarak geçer.) Seyyid Mahmud Hayrani ise Akşehir kadısı olup Mahmudü’l Kebir ile ad benzerliği dışında bir ilgisi yoktur. Hacı Bektaş halifesi olan Seyyid Cemal ile Avuçan halifesi olan Cemal Abdal’ın da bir ilgisi yoktur. Cemal Abdal’ın türbesi Elazığ’ın Karakoçan ilçesindedir. Seyyid Cemal’in türbesi Kütahya’dadır. Aynı şekilde Derviş Cemal ile Seyyid Cemal’in bir ilgisi yoktur. Derviş Cemal, Dersim yöresindeki Şeyhhasan aşiretlerinin dede ocağıdır. Avuçan’a bağlı Sarı Sultan ile Hacı Bektaş halifesi olan Sarı Saltuk’un bir ilgisi yoktur. 12 post söyleminin en vahim tarafı, bu listede başta Baba Mansur olmak üzere, 30 dolayında ocağın adının geçmemesidir. Bu ocaklar, kahvecilik ve ekmekçiliğe dahi layık görülmeyerek yok sayılmıştır. Tarık-pençe çekişmesi Hacı Bektaş Ocağıyla öteki ocaklar arasındaki çekişme, sembol alanında da kendini göstermiştir. Hacı Bektaş seyyidleri, henüz tespit edemediğimiz bir tarihte Aleviliğin en kutsal sembolü olan tarıkı (erkân) bırakarak onun yerine yalnızca pençe kullanmaya başlamıştır. Tarık, Alevilikte, görgü ve sorgudan başarıyla geçen talipleri kutsamak için kullanılan kutsal zülfikar değneğin adıdır. Dede/pir, görgü ve sorgudan geçen bu taliplerin sırtına “Allah, Muhammed, Ali” diyerek üç kez vurur ve böylece onların düşkün olmadığını ilan eder. Görgü ve sorgunun gerekmediği cemlerde ise pençe kullanılır. Dede/pir, “Allah, Muhammed, Ali” diyerek talibin sırtına sağ eli ile üç kez vurur. Mücadelesini sembolle de desteklemek isteyen Hacı Bektaş seyyidleri, dikme dedelerin tarık kullanmasını yasaklar, onların yalnızca pençe kullanmasını şart koşar. Böylece Alevilikte tarıkçı ve pençeci terimleri ortaya çıkar. Pençeci, dönük ile eşanlamlı olarak kullanılmaya başlar. Hacı Bektaş seyyidleri özellikle, Şarkışla ve Amasya yörelerinde başarılı olurlar. Batı Anadolu’daki Yanyatırlı ve Hacı Emirli ocakları (Alevi olmayanlar bunlara Tahtacı der) dahi bu çabalara prim vermezler. Malatya, Erzincan ve Dersim yörelerindeki Aleviler ise bu duruma şiddetle itiraz ederler. Mücahidin alayı toplamak amacıyla bölgeyi gezen Hacı Bektaş dedesi Cemaleddin’in tarıkları kırmak istemesine silahla karşılık verilir ve adı geçen dede bu hevesinden vazgeçer. Hacı Bektaş Ocağı, bu çabalarında, İttihad ve Terakki akımının sözcülerinin ortaya attığı Hacı Bektaş’ın tek mürşid olduğu tezinden aşırı derecede yararlanmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren Alevilikten hızla uzaklaşan talip ve dede çocukları yer yer bu teze kanmaya başlamış, herkes yukarıda sıraladığımız 12 postta kendisine bir yer aramaya başlamıştır. Ad benzerliğiyle de olsa kendisini oraya yamayanlar sevinmiş, ötekiler ise mahzun kalmıştır. Bu seyyid çocukları, 12 post söylemindeki aşağılamanın ve kendilerinin seyyidliğinin iptalinin farkına varamayacak kadar bilinç kaybına uğramıştır. Bu durum, Alevilik açısından en vahim tehlikedir. Neyse ki, son yıllarda mürşid ocaklarının seyyidleri, İttihad Terakki’nin bu tezinin yanlışlığının farkına varmaya başlamıştır. Alevi sözcülerine düşen görev, mürşit ocaklarının bilincini yükseltecek söylemlerde bulunmak olmalıdır. Zorunlu din dersi, Osmalıca dilsel, inançsal kırımdır MURAT IŞIK Z orunlu din dersi, Kuran kursu, Osmanlıca derken eğitim sistemi giderek gericileştirildi. Aslında eğitim sisteminde yaşanan dönüşüm, sadece bugünün sorunu değildir. Zira Kemalistler “Tekke ve Zaviyeler Kanunu”, “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi kurumlar kurarak, Aleviler üzerindeki asimilasyon politikalarını dünden bugüne hayata geçirdi. Bugün ise Alevilere “çocuklarınızı kendi ellerinizle asimile edin” zorlaması yapılıyor. Yani çocuklarınıza dini eğitim aldırırsanız ne olur denilerek… Çocuklarınıza Osmanlıca Okutun… Din derslerine çocukların girmesi, Kuran öğrenmesi niye zorunuza gidiyor… “Siz Müslüman değil misiniz?” dayatmasıyla inceltilmiş bir politika dayatılıyor. Aslında bu durum asimilasyoncu tekçi politikanın normalleştirilerek Alevi toplumuna kabul ettirilmeye çalışılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Yirmi milyon Alevi toplumunun yaşadığı coğrafyada dayatılan bu politika aynı zamanda “Dilsel” ve “Kültürel” bir kırımın da ifadesidir. Devlet sinsice Alevi toplumunun zihinsel, toplumsal, kültürel değerlerini asimile etmeye uğraşıyor; Aleviliği devletleştirmeye ve Sünni İslam içerisinde eritmeye çalışıyor. Bunu yaparken dünkü silahlarla saldırmıyor; Alevileri kendi kendileriyle asimile ediyor. Ancak unutulmamalıdır ki doğada yaşayan her canlı gibi, Aleviler de kendi kültürel ve fiziksel varlıklarını koruma- ları temel bir haktır. Kemalist devletin, AKP devletinin, dayattığı bu politikalara teslim olmamak, Alevi toplumunun varlığını koruması aynı zamanda bir öz savunma sorunudur… Ve Alevilerin varlıklarını korumaları aynı zamanda; düşünsel, örgütsel durumlarını gözden geçirmeleri ile alakalıdır. Aleviler var olan bu yapısıyla, yaşadıkları dağınıklıkla ve her türlü anlayışın içerisinde cirit attığı bir fotoğrafla, şüphesiz ki dayatılmış dilsel, kültürel kırım politikalarından korunmaları mümkün değildir. Zaten kentleşen Alevilikle birlikte Aleviler’de Mürşit- Pir, Pir -Talip ilişkisi kesintiye uğramış ve yol yürüyemez duruma gelmiş... Genç kuşaklar yol erkân öğrenmekten giderek uzaklaşmaktadır. Bugün bir de Emevi zihniyetli-Muaviye soylu iktidarın Alevilere dayattığı gerici, şoven, ırkçı, asimilasyoncu eğitim sisteminin yarattığı ağır tahribat ta eklendiğinde, yaşayan Aleviliğin kendini sürdürmesi, gelecek kuşaklara aktarılması zorlaşmaktadır. Yukarıda Alevi toplumunun kendi varlığını savunması gerektiğinden bahsetmiştik. Bugün dara düşen Alevi inancı ve Alevi toplumunun, Muaviye soylu rejime karşı varlık yokluk mücadelesi verdiği bir ortamda, mücadeleyi büyütmesi, toplumsallaştırması ve iç birliğini sağlaması gerekmektedir. O halde Alevilerin; Türkiye toplumsal güçleriyle ortaklaşması, demokrasi ve özgürlük taleplerini yükseltmelerinden başka çare yoktur. Zira Aleviler genel geçer eylem ve söylemlerden vaz geçerek, zorunlu Osmanlıca ve zorunlu din derslerini boykot etmeli, sahte Alevi açılımlarına da bel bağlamamalıdır. Kaldı ki AKP’yi tanıyoruz. AKP’nin “fikri neyse, zikri de odur.” Bu coğrafyanın en kadim halkı olan Kürtlerin dil ve kültür haklarını vermeyen AKP, sanki toplumun ihtiyacıymış gibi çocuklarınıza Osmanlıca okutun demektedir. Yirmi milyon Alevinin haklarını gasp ettiği yetmiyormuşçasına AKP, Alevileri cami yerleşkeleri içerisinde eritmeye çalışmaktadır. Bu da AKP’nin ikiyüzlü tekçi, inkârcı politikalarının en somut göstergesidir. O halde gün Alevilerin bir olma, iri ve diri olma zamanını göstermektedir. Yoksa dilsel ve Kültürel kırımın önüne geçilmesi güç olacaktır. 17 zülfikar Dîyarê Dersım u Pîrê Pîran Sey Rıza Mehmet Güzel T ije pıra pıra gılê koye de rîye xo musna, huyayiş da tabiet. Derêye derxola de u zinaro de teyr türî bîyê heşar. Wendayışa çukan zê armonîka muzîkî goşê isonî de cınıyeno.Ju hettê koye Muzurî ju hettê Duzgunbawa.. Bover de bızê koye,têdıma. Bızekî dorme mayanê xo de çıngdanê, tomê usarî vejenê. Her ca de vilıkî morî, çeqerî,surî boya vilıkan isonî kena serxoş. Puxır erdı ra u herrı r darino we, vıza vıza meşan.. Rey nişenê ni vilık rey nişenê ê vilıkî. Keyf keyfe perperıkano. Jer de çemê Muzurî dormê xora menderesan vırazeno u tadîno, raya xo ra qe şaş nibeno, ermiş beno şono. Belka mılyon ser no dewran nâ berdewam keno, kam çı zanêno. İşte diyarê Dersım nâ weşo. Kamkê kotî ama dınya uca eyre zaf weş eno. Mı serba Dersım nî hususîyeti ke jor de mordi nî hususî can danê isone Dersım î,ruh danê isonê Dersım î.Esasî de ison şeklê ruhe xo rındekîya coğrafya xo ra ceno. Qehramantiya u xoverdayışa isone Dersım na ca ra ena. İsone Dersım merto, xatır zaneno.XıyanetÎ kıtabê ey de çino. Çıke Dersım welatê Xızırî yo. Tarixa dersim de verba nijatperestan ra serwedayış u xowerdayiş estıbî. Çıme nijatperestan tım Dersım dı bî. Çıke Dersım tarîxa xo de hetta nıka teslime kesi nibi. İmparatoriya Osmanli dema (zemanê] Yavuz de çewres hezar Elevi qırkerdış destpêkerd. Çıke Dersım hem îman u îtîqtî xo ra İmparatoriya Osmanlı ra ferqlı bî. Nijatperesti eke amay ju welatî işgal u talan bıkere se karê xo sıfteyin qatlîamo. Yavuz î ra na het impartoriya Osmanlî Dersım de hama hama vîst ra zêde sefer destpêkerd [başlatmak], no sebeb ra “Pılanê Şarkê Islahat”no dem de destpêkeno u hetta nıka berdewam keno. İmparatorîya Osmanlî şî, devleta Tırk mirasê ey guretê xo ser;çıke zıhnîyet juyo. Kamcin şar zê inan ni fıkriyono se inan ra ferman nuşnîyo (yazılıyor). No ferman dewrê cumhuriyet de welatê Kurdan de sıfte Koçgiri de destpêkerd.General “Sakallı Nurettin Paşa” kamo? Ma zanenime ke hevalê Mustafa Kemal î yo. Gore ma Kurde Elewi Koçgiri çıko se Zilan, Agrî u Dersım o yo. Jenoside Dersım İmparatoriya Osmanlı ra hetta devleta Tırk ekê sere Elewiyan qırkerdış kerdo se pılanê qırkerdış ra ju numarayo. Ma corde kî nuşna, Dersım hem hetê itiqtî ra hem ji hetê nasnamê ra devleta Tırk ra zaf ferqli bî. Zıhniyetê devleta Tırk de u teori ey de homojenî esta; zane tırkî de tım vanê ya:’’Tek devlet, tek millet, tek dil. tek bayrak. “No zıhnîyet esasi de” pılane ıslahate şarkira eno. Hewrê say (şay) serê dîyarê Dersım de oncâ çerexî nê. Hardo asmen bi târî.Teyr-turî oncây halênanê xo. Heywanê yabon koytıra remayış. Dersım de her mahluqat zaneneo ke bêterê, tofan eno serê Dersım. Leşkerê Tırk diyarê Dersım ebe mitralyozan ra çerexna. Ju het ra mitralyozî ju het ra tiyarê bombardıman kenê. Qırayışê domanan u cenîyan asmen kerdenê lone. Camerdî xora raver vejiyay bı koan. İnan henî zane ke leşkerî damişê domanan u cenîyan ni benê. Leşkerî miyonê xo de vanê “qerşunî hêfî, ebê sungî qır bıkerê,” Fekê leşkeran ra gılejgı çarçbinê. Qumandarî emır da leşkeran va “hemê çiyê nî Qızılbaşan şımarê helal o” Aşiri bây letê, tersay; aşire ke ni tersay hetta peni xoverda. hetta qerşuna peen ra teslim ni bây. Sey Rıza ama pêguretenê. Tarix vındert,adırî şayay, nıka Dersım zîbeno, dersım qîreno, Dersım hewar vano.. Xarpêt ra veng bırâ, şewa de tarî bîyê... Çiverê depoyê genım ra koyt zere. Dı tenê leşkerî koytê be bınê çengan. Zerê kıncanê sis de bî, herşa xo ya sıpî quşaxa miyanî ra vêrdî bî ra. Howtayê panc seran ra bu se heybetın bî, xeyle derg bî. Payna hardî bî se hard lerzenê. Rep rep ama verê dara dardıkenê de vındert, rey dorme xo de qayt kerd, lajê xoyo qıj Fındık tenê dot bıne dara dardıkenê de vındertâyı bî. Qumandar Sey Rıza ra: “vırende lajê to kenîme dardê ke to deha zaf jan bıcerê.” Vılê fındıq î zaf barî bî; serê xo zaf qıc bây, howtês serî ra bî. Zımelê xo hona newe arax day bê. Hama hama des deqa dardıkerdış de rejefâ, vıle barî şîka, canê xo da... Qumandar Sey Rızay ra: “sıra ê tu ya.” Sey Rıza hama rep rep ama ley dara dardıkenê vındert, ju Cıngane u ca ro, Cıngane tonda, badê sertene xo kerd duz, sekê vera ey de xeylê şar esto, inan ra hitaben: “Şarê mazlum, şare Kurmanc, şarê Qızılbaş u Elewî, ez nıka şono,ni canı me cene, mı serra hezar serê ke bı vêro şıma şaxsê mı de hefe mazluman mutlaqa bıcerê,” dema tepîya oncâ: “Evladê Kerbelayo, bı hatayo, ayıptır zulümdür..” Badê tadâ qumandarî ra: “Ben sizin yalanlarınıza, hilelerinize kandım bu bana dert oldu; ben de sizin önünüz de diz çökmedim bu da size dert olsun” va, şi vejiya kursî ser, helqeya kındır î eştra vıle xo, ebe lınga xo kursî tonda... Devleta tırk sucê xo zaf gırano, eke ma kurmaco ra ni ama ri se, çewres serê ke hereketa azadi şer dana, ju çewres serê deha dano, no nâ bı zanîyo.Make heyfe Sey Rızay, ma ke heyfe Ali Şeri u Zarifa.. Make heyfe Denız Gezmiş i, make heyfe Mahir i u İbrahim i, make heyfe Mazlum Doğan niguret se na dınya de bı cîwîyış (yaşam)marê heram bo. 18 ‘Milli aşure’nizden Alevilere şifa çıkmaz! Ali Topuz B ir görüntü: Cumhurbaşkanı, askere aşure dağıtıyor. Kazanlardan birinin üstüne 16 yıldızlı Cumhurbaşkanlığı forsu işlenmiş. Forslu aşure, evet. Bir kazana da Türk bayrağı işlenmiş. Bayraklı aşure. Bakar bakmaz görülüyor… Zaten görülsün diye yapılmış. Göstermek için. Aşureden çok da pastaya benziyor. Bir gösteri fotoğrafı bu ve kadrajdaki herkeste bir sevinç, bir neşe. Neşeli aşure. Neşe, fors ve bayrakla gösterilen içinde bir de gösterilmeyen var, örtülen. Hem neşenin, hem forsun, hem bayrağın örttüğü bir şey. zülfikar muştu. Muharrem orucu döneminde su içmeyen Alevilerin iftar sofrasında su bulundurmak, Alevilerden kendisine bir jest olsa gerekti. Bu seferki sofrada da su olduğunu öğrendik, toprak bardaklarda. “Gösterilmemiş”ti su bu defa. “Hassas” davranış mı, gözden kaçırma mı? Bunun da cevabı forslu aşurede. Aleviler cumhuriyetin yurttaşı olduklarına göre, aşure de zaten sadece Alevilere özgü olmadığına göre, şekli beraberliği, içerik farklarını herkesin kendisine bırakarak ihmal edebilir, bu türden törenlere hoş bakabiliriz. Böyle olunca, din-siyaset ilişkisindeki tartışmaları da askıya alarak, cumhurbaşkanının aşure dağıtmasını, Alevilerin devlete lık dahil sağ siyasal akımların hep kötü andığı Yeniçeri adetleri canlandırılıyor değil herhalde… yönelttiği şikâyetlerin çözümü için umut veren bir jest gibi de değerlendirebiliriz. valilik eliyle yayılıvermişti. “Ölen ölür, aslolan baki devlettir” zihniyeti faş olmuyor muydu orada da? “Gösteri”lerin ilişkin olduğu hassasiyetleri pek de önemsemediği ilk sahne değil bu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde tuhaf örneklerini gördük bu gösterilerin… Van depreminde can veren çocuğun fotoğrafının işlendiği halının törenle hediye edilmesi böyleydi mesela; yitirilmiş bir canın güzelim yüzünün devlet törenine yem edilişiydi. Afyonkarahisar’daki cephanelik faciasında can vermiş 25 askerin kamuoyunda yol açtığı ruhsal sarsıntı çok canlıyken, Genelkurmay Başkanı ile Vali hediyeleşmede bir sakınca görmeyip fotoğrafları da İmamlar çorbası “Gêrmî ya Îmaman” diye bilirdim çocukken. “İmamlar çorbası.” 12 İmam’a atfen. Elbette Kerbela yası olarak – oruç günlerindeki yasın bitimi, yas dökümü (Caferiler örneğin, aşureye iyi bakmaz, “Yas gününün bayram havasına bürünmesidir” diyerek Muharrem’de pişirilmesini hoş karşılamazlar). Bir yas dökümü anı olarak “gülme”nin serbest kaldığı zamandır da, çünkü “gülme” oruç günleri boyunca et ve suyla birlikte, tatlıyla birlikte yasaktır. Muharrem orucu (en azından benim içinde doğduğum yerdeki Alevi toplumu için) sadece nefs terbiyesine yönelik bir oruç değildir. Bir fazlayı içerir, yas içerir. Kerbela’nın yeniden yaşanması, tekrar edilmesi, inananların ruhunun Ehli Beyt’e yapılan zulmü unutmaması için tekrar edilmesi. Pişirme ortak ama yüklenen anlam pek değil “Aşure” İstanbul’a gelince duyduğum bir isimdi. İstanbul’da “yabancılar” ya da işte “Sünniler” de pişirip dağıtıyordu. Pişirme ortaktı ama yüklenen anlam pek değil. Törensellik yoktu, yas alameti de. Geleneklerin şeklindeki ortaklık, yüklenen anlamlardaki farkı, hayli derin farkı paranteze alarak söylersek, bir “birleşme” noktası diye kabul edilebilir, ama o kadar. “Şekli” bir birleşme. Elbette ne Sünni aşuresine yas eklemek gerekir, ne Alevi aşuresine neşe katmak. Bu “fark”, “aşure” törenleri siyasal boyuta taşınınca, devlet aygıtının işlemlerine girince, yarı resmi törene, siyasal sahnede gösteriye dönüşünce bir anlam katı daha kazanır. Törenselliğe giden yol O “fark”ı anlayabilmek için, bu törenselliğe giden yola bir bakalım: Bu “tören”sellik, Başbakan Davutoğlu’nun Alevi açılımı geleceği haberini vermesiyle başlatıldı, o da bir dergâhta Aşure törenine katılacaktı. Peşinden Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda “Muharrem Aşı” verildiğini duyduyduk. “Alevi temsilciler katıldı” denildiydi. Cumhurbaşkanı, başbakan olduğu dönemlerde de bir iftara katılmış, önündeki su hayli tuhaf dur- ‘Alevi’lerden çok ‘Sünni’lere yönelik bir sahne Fakat bu törenler, su görünürken de, görünmezken de “Alevi”lerden çok “Sünni”lere yönelik bir sahne gibi durmuyor mu? Haydi suyun şeffaf bardaktan opak kaseye geçirilmesinde Alevi hassasiyetlerine az bir dikkat var diyelim, forslu, pür neşeli “Aşure dağıtımı”na ne diyeceğiz? Kerbela yasına atfen kurulan Alevi aşure sahnesine, 12 İmam ruhu için kurulan sofraya 16 yıldızlı devlet forsunu koymak, hukuken “dine mesafeli” ama fiilen hep “Sünni” devletin damgasını aşureye boca etmek, Alevilere ne tür bir mesaj içerir? “Asıl Alevi benim” sözünün görselleşmesi değil midir bu? Bayrak ve Saray forsu artık aşureye katılması mecburi iki yeni dane midir devletin teklif ettiği “Asıl Aleviliği”ne göre? ‘Kışla’ meselesi Bir de “kışla” meselesi var. Güvenlikçi politikaların öne çıktığı, askerin siyasal alanlarda görünme fırsatlarını pek kaçırmadığı, Kürt meselesine ilişkin “çözüm süreci”nin “Mecbur ve mahkûm değiliz” denilerek şantaj aracına çevrildiği dönemde cumhurbaşkanının forslu neşeli aşure töreni için kışlayı seçmesi, “yeni Türkiye”nin eski kötü huyları bırakmayı hiç de istemediğini de göstermez mi? İslamcı- ‘Aşure’den çok ‘pasta’ Forslu, pür neşeli aşure dağıtımı, yani zaten hayli ağır ve çok katmanlı bir sembolizm içeren çorbaya devlet sembollerinin eklenmesi, Alevilere yönelik ayrımcı ve dışlayıcı resmi tutumun aşılması için atılan adımdan çok, Aleviliğin ne olduğuna dair yeni yöneticilerin zan ve zehablarının hakikat gibi dayatılmasının görselleştirilmesi. Bu yüzden bir yas bitimi töreninden çok, bir kutlama töreni gibi duruyor kare. “Aşure”den çok “pasta”ya benzemesi de bundan. Batı’dan gerektiğinde ahlakını almadan tekniğini almanın bir tezahürü mü desek buna da? Yas ahlakı yerine kutlama tekniğini almak… Peki ne kutlanıyor? Kerbela kutlanamayacağına göre, Alevileri İmam Ali’yle dövmeye ek olarak, yasları bayrama çevrilerek Sünni hâkimiyetin bir daha hissettirilmesi mi? Devlet Newroz’ları gibi Ama hemen ekleyelim: “Sünni aşuresi” de değil bu, orada da “gösteri” yoktur. Bu daha çok devlet Newroz’larına benziyor; hani şu ispirto ateşinin üstünden el ele atlayan devlet zevatının verdiği fotoğraflara… Newroz’un millileştirilmesi Kürt sorununu çözmedi, aşurenin millileştirilmesi de Alevilerin dertlerine deva olmaz, artırmasa bile… 19 zülfikar Tarihsel Kültürel Süreklilik Bağlamında Ana Kültü ve Raa Haqi Hüseyin Ozan i nsan denilen varlık gerek biyolojik, gerekse kültürel anlamda tarihsel bir sürecin, sürekliliğin ürünüdür. Her topluluk tarihte ki bir çok halkın biyolojik ve kültürel sentezi olarak kendini günümüze taşıyabilmiştir. İnsanın teknik ve düşünsel yaratıları sürekli birikim ve dolaşım halinde olmuş, kültürel bölgeler yaratmış ve kültürel bölgelerin karşılıklı etkileşimi insan topluluklarını her defasında yeniden karakterize etmiştir. Bu durum geneli kapsamakla beraber, en yoğun şekilde uygarlık alanları ve yakın çevrelerinde yaşanmıştır. Bu anlamda halkları, onların karakteristiklerini; bağlı olarak Alevi düşünsel toplumsal formasyonunu da bu tarihsel süreklilik bağlamında ve kültürel bir bölgenin gerçekliği olarak kavrayabilir, açıklayabiliriz. Konumuzu ele alırken yoğunlaştırılmış bir özet ve genellemelerle yetinmek durumundayız. Bilindiği gibi son buzul iklimi yaklaşık olarak otuz beş bin yıl kadar önce çözülmeye başlamış ve on iki bin yıl kadar önce günümüzün iklim koşulları oluşmuş, ortadoğuda çölleşme gerçekleşmiş, flora ve fauna da gerçekleşen değişimler insanı paleolitikten mezolotiğe geçişe zorlamış, “Verimli Hilal’in” nesnel koşulları (özellikle tahılların bu bölgede bulunuşu) devrimci bir gelişime izin vermiş, insan avcılık ve toplayıcılıktan, göçebe yaşam tarzından üretici bir aşamaya, neolitiğe geçişi başarmıştır. Neolitik dönemde insan iki farklı ekonomi ve yaşam biçimi geliştirmiştir; Koyun, keçi, sığır yetiştiren ve göçebe/çoban halklar ile tarımcı/yerleşik bir ekonomi ve yaşam tarzına sahip çiftçi halklar. Uygarlığın düşünsel ve teknik yaratıları esas olarak yerleşik/tarımcı halklarının eseri olarak belirmiştir. Bu gelişme insanın varlıkla/ doğayla yeni bir ilişkilenme biçimi anlamına gelecek, yerleşik tarımcı topluluklar varlığı/kainatı anlama, açıklama çabası olan yeni bir kozmogoni anlayışına ulaşacaklardır. Buradan Alevi Yol’un da önemli bir motife, “Ana “ kültüne kaynaklık eden tarihsel aralığa vurgu yapmış olduk. Yerleşik, Tarımcı Anaerkil Toplulukların Belirişi “(...)Anadolu’nun yüksek, korunmuş vadilerinde, Suriye’de, İran’da ve Kuzey Irak’ta, tarım ve hayvancılık sanatları geliştirilmişti ve bunlar, hem insan varlığında, hem onun gelişme olanaklarında çığır açan değişiklik yarattılar. Daha önce insan koşullara göre değişen avcılık ve toplayıcılıkla yaşarken, artık dünyanın dayanıklı işçisidir. Kendine yeterli köyler ortaya çıkmış, sayıları sürekli artarak, doğuya ve batıya yayılarak, iki okyanusa aynı zamanda İ.Ö. 2500 dolaylarında varmıştır”. (Joseph Campbell, Batı Mitolojisi, s.11). Burada Neolitik kültürün yayılımının aynı zamanda “Ana Kültünün” yayılımı anlamına geldiğini vurgulamak gerekir. “(...)Yakındoğu’nun dağlık bölgelerinin yamaçlarındaki ırmak vadilerinde, İ.Ö. 8000 – 5000 dolaylarında, avcılık ve toplayıcılıktan (bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesiyle) tarıma geçildiğini; (...) bu topluluklardan bazıları, İ.Ö. 5000 – 3000 arasında görülen gelişmelerle uygarlığa geçeceklerdir”. (Alaeddin Şenel,İlkel topluluktan dönemde, mitolojik olarak binlerce yıldır biliniyordu. Mamut avı dönemindeki paleolitik çıplak tanrıça kültü ile olan ilişkisi açık değildir, fakat çekirdek Yakın Doğuda İ.Ö. 5500’den, Guadalupe’da İ.S. 1531’e bir sürekliliğinin olduğundan kuşku yoktur.’ Tüm antik dünya, Küçük Asya’dan Nil’e, Yunanistan’dan İndüs Vadisi’ne kadar çıplak dişi formun türlü biçimlerini barındırır”. (Campbell, age s.42) “Doğu Mitololjisi’nde, bu bölgede İ.Ö. 4000’den yükselen bilinen en eski tapınaklara değinmiştim (...)Tapınağın bir parçası olduğu pastoral-tarım köy kültürü Mezopotamya’nın yeni girilmiş bataklıklarına yayıldığında, İ.Ö. 4000-3500, sığır kültü de birlikte gitti. İran’dan Uygar Topluma, s.156). Yaşamın Ana etrafında örgütlendiği, henüz sınıflaşmanın ortaya çıkmadığı bu toplumsal yapıyı “dişil komünal” formasyonlar olarak niteliyoruz. Bu toplumsal formasyon, daha arkaik bir birim olan klanın kendiliğinden komünal yapısının aksine daha geniş ve “iradi” komünal yapılardır. İnsanın doğayla üretim temelindeki yeni ilişkilenme biçimi, gözlem ve pratiğinden edindiği bilgi birikimi, varlığı anlama ve açıklama anlamında insanı farklı bir boyuta taşımış, insan insan ve insan doğa ilişkilenmesinde yeni bir duygu ve anlam dünyası yaratmış, düşünsel karşılığı formüle edilmiştir. Bu yeni Kozmogonin odak kişisi Anatanrıçadır. Ana (Tanrıça) kültünün yayılımı “ (...) Levant’ta neolitik ve neolitik sonrası Hindistan’a geçti, tam Eski Minos II’nin Girit’te yükseldiği dönemde, İ.Ö. 2500’de İndüs vadisinde göründü. (...) Eksen, çekirdek Yakın Doğu’dur, yayılım dönemi Tunç Çağı Sümer, Mısır krallıklarını izlemiştir ve büyük dağılımın temel hareket gücü ticarettir. (...) Öte yandan Girit›de canlı bir yayılma devam etmiş, Orta ve Son Minos aşamalarında (Orta Minos I ve Son Minos II) kuzeybatı Britanya Adalarına kadar ulaşmıştır. Britanya ve Girit dünyasının bağıntısı artık kesinlikle gösterilmektedir”. (Campbell, age s. 58-59) Ana Odaklı Neolitik Toplulukların Düşünsel Toplumsal Formasyonlarına Dair “(...) Pek çok söylencenin simgesel içeriğini anlayabilmek için, yeryüzü merkezli anaerkil dinlerle, daha yakından tanıdığımız, gökyüzü 20 merkezli ataerkil dinler arasındaki temel farklılıkları bilmek önemlidir. Anaerkil toplumun siyasal, ekonomik, toplumsal ve dini temeli tarımsal yıla dayanır. Tarımın Önemi, tüm yaşayan nesnelerin doğumdan olgunluğa, oradan ölüme ve oradan da tekrar doğuşa giden gelişimlerini vurgulayarak dairesel bir yaşam görüşünü beslemiştir. (...) O, tüm insan hayatının ve bütün yiyeceklerin kaynağıdır. Kalıcı olabilmek için, toplumlar çocuk yapmak ve yiyecek üretmek zorundadır. Ulu Tanrıça’nın nimetlerine ne denli bağımlı olduklarını bilirler ve bu nimetlere kavuşabilmek için düzenli olarak ona ibadet ederler. (Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi) (...) Toprak Ana olan Gaia, ilk Ulu Tanrıça ya da Ana Tanrıça’dır. Yunanistan’da yaşayan insanlar, Bronz çağı kabileleri topraklarını işgal ettiklerinde Ulu Tanrıça’ya tapmaktadırlar. Çünkü çiftçidirler, toprağın bereketi onlar için öncelikli önem taşımaktadır. (...) Bu insanlar, bir kadının çocuk doğurma yeteneğiyle toprağın bütün bitkileri “doğurma” yeteneği arasında bir bağ kurmuşlardır. Bu nedenle toprağın ruhu kadındır, ilk Yunanların taptığı en önemli tanrısal varlıklar da kadındır. (...) Kronos, dünyanın hükümdarı olduğunda tanrısal aile, anne egemenliğindeki topluluktan, Zeus’un yönetiminde, onu izleyecek olan baba egemenliğindeki topluluğa geçiş halindedir. (Rosenberg, age) Rosenberg’in tesbitleri Anaerkil toplumların düşünsel ve toplumsal formasyonunu özetlemektedir. Bu açıklamalarda ki “dairesel yaşam”, dolayısıyla “döngüsel zaman” anlayışına yapılan gönderme, aynı zamanda Alevi düşünsel toplumsal formasyonunun temel özelliklerinden birinin daha kaynağını ortaya koyar. Zira döngüsel yaşam/zaman algısı erken neolitik dönemlerden Zerdüşti çıkışa kadar uygarlık alanlarının temel algısıdır. “(...) ikinci yenilik kozmik tarihin gelişimci anlaşılışıdır. Bu, Tunç Çağı mitolojilerindeki sürekli dönen daireler değildir, aşamadır, yaratılıştan düşüşe geçiş ve gelişen kurtuluştur. Sonuçta, kararlı, inkar edilemez zafere, Adalet ve Gerçeğin Tek Sonsuz Tanrısının zaferine ulaşılacaktır”. (Campbell, age, s. 164) Zerdüşti zaman algısının belirmesiyle döngüsel zaman algısı Levant ve Avrupa alanlarında aşılma sürecine girmiş, doğrusal bir zaman anlayışıyla zamanı “tarih” olarak kavrama sürecine girilmiştir. Cambell, Zerdüşti çıkışa dair farklı otoritelerin tarihlemelerini, İ.Ö. 1500 ile 550 aralığındaki önermelerini aktarmaktadır. Bizim için önemli olan husus bin yılları kapsayan bir zaman aralığında tüm uygarlık alanlarını kapsayan bir “döngüsel yaşam ve zaman” algısının varlığı, ayrıca İran’ın doğusunu kapsayan alanların tüm geleneksel toplumlarında bu algının hala esas olduğu, Raa Haqi – Alevi öğretisinde de kendini sürdürdüğünü bilince çıkarabilmemizdir. Uygarlık Alanlarında İki Temel Düşünsel Gelenek Bilim insanlarının yaptığı çalışmalar insan tarihinde ki yaratıların sürekliliğini, etkileşim ve gelişim biçimlerini büyük oranda ortaya çıkarmıştır. İnsanlığın tamamını kapsayan ve neredeyse her bir toplulukta özgünlük arz eden, farklı zülfikar yaşam koşullarına bağlı olarak farklı tarihsel aralıklarda aşılabilen veya halen göçebe topluluklarda sürdürülmekte olan Şamancıl inanç biçimlerinden sonra uygarlık alanlarında ortaya çıkan iki temel algı vardır. “Aşkın ve İçkin Kutsallık” algısı. Yani zaman ve mekanın dışındaki tanrı algısı ki; Yok’tan yaratılış olarak ifadesini bulmuş, İslam’la doruğuna varmıştır. İkinci algı ise “Var’dan Doğuş” ya da kainatın tüm formlarını potansiyel olarak içeren, “doğuş” yaparak zahiri aleme dönüşen kutsalın kendisi biçimindeki algı ve anlayıştır. “ temel mitosların Sümerli biçimiyle bulduğumuz ikincisi, çok geniş bir alana yayılmış bulunan Yaradılış mitosudur. Burada, eskiçağ (antik) yaradılış mitoslarından hiç birisinde, ex nihilo (hiç yoktan) yaratış kavramıyla karşılaşmadığımızı belirtmeliyiz. Tüm eskiçağ mitoslarında yaratış, başlangıçtaki kargaşa (kaos) durumuna bir düzen verme eylemi olarak görünür”. (Samuel Henry Hook, Ortadoğu Mitolojisi, s. 24). Yukarıdaki alıntılamadan gördüğümüz gibi Hook, erken dönem mitoslarının hiç birinde “Yok’tan yaratış eylemine rastlanmadığını belirtmektedir. Bu durum halen tüm Doğu dinleri için esastır. Alevi öğretisinde de “Yok’tan” yaratışın kabul edilmediğini hatırlatalım. Campbell, Doğu - Batı mitos ve ritüellerine, onların coğrafi/kültürel alanlarına dair şu tesbitte bulunmaktadır; “Doğu ve Batının mitos ve ritüelinin eriminde coğrafi bölünme yeri İran yaylasıdır. Doğuya doğru, iki tinsel eyalet Hindistan ve Uzak Doğu; batıya doğru, Avrupa ve Levant”. (joseph campbell, Batı Mitolojisi, s.8) Devamen, Batıya (Levant ve Avrupa) damgasını vuran “Yok’tan” yaratış inancına dair şu açımlamayı sunmaktadır; (...)”Bizim kutsal kitabımıza göre, oysa, tanrı ve onun dünyası, birbirleriyle tanımlanamazlar. Tanrı, yaratıcı olarak dünyayı yapmıştır fakat hiçbir anlamda dünyanın kendisi veya onun içindeki bir nesne değildir. Mantıkta A, B olmadığı gibi. Dolayısıyla Ortodoks Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman’da, tanrıyı dünyada veya kendinde arama ve bulma sorunu yoktur. Bu insanlığın, doğal dinlerinden kalanı reddetme yoludur”. (Campbell, age, s. 95) Armstrong ise bu temel ayrıma şu cümlelerle gönderme yapmaktadır; “Yehova kültü içinde henüz Atman’la (Hint Mitolojisinde ilk varlık. Yz. notu) karşılaştırılabilecek, her yerde hazır ve nazır, içsel bir tanrısal ilke yoktu. Yehova dışsal, aşkın bir gerçek olarak algılanmıştır”. (Armstrong, Tanrının Tarihi) Burada gelenekten kısa bir aktarı yapalım. “ Ana yolundan başka dünyaya gelen yol yoktur. Herkes kendisini Ana yolundan ispat edebilir. Bu yolların biri Var’la geliyor, biri de Yok’la geliyor. Var’la gelen “Doğuş” yoludur, Yok’la gelen yol “Yaratılış” yoludur. Allah bunları Yok’tan yaratmış; hiç yok’tan Adem (insan) doğarmı? Yok’tan gelenler doğuştan doğduklarını görmedikleri için kendilerini inkar etmişlerdir”. (Başköylü Hasan Efendi, Hakk’ın Emri Rızası, s. 115) Efendi, yazmalarının başından sonuna kadar “Ana” ve “Var’dan Doğuş” vurguları yapmakta, Raa Haqi geleneğinin bu temel esaslar üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Yine Raa Haqi – Alevi öğretisinde “Var’dan” doğuşun kanıtı olarak ilk varlığın “Hû” olarak adlandırılan potansiyel olduğunu, Ateş, Hava, Su ve Toprak olarak “Doğuş” gerçekleştirdiğini ve bu dört unsurun biri birine İkrar verip aşk’la bağlanmasıyla kendini kainat aynasında yansıttığını hatırlayalım. Raa Haqi – Alevi geleneğini düşünsel toplumsal boyutlarıyla tartışırken, iki temel algının (Yaratılış - Doğuş/Var’dan var olma) kesişme ya da ayrışma hattında bulunduğu, ortaya çıktığı, karakterize olduğu tesbitinden yola çıkmalı, diğer inanç kimlikleri ve halklarla ortak mitsel dinsel motifleri, ritüel ve kimi toplumsal kurumları bu gerçek üzerinden algılamamız gerekir. Dahası, her iki temel algının aynı kök üzerinde gelişip sonrasında ayrıştığı unutulmamalıdır. Raa Haqi-Alevi Geleneğinde Ana Kültü/ Yolu Alevi süreğinde “Ana” kültünü “Ana Naciye” ya da onun tezahürü olan “Ana Fatıma’da” buluruz. Kürdistan ya da Anadolu alevilerinin tamamında bu motif belirgindir. Tanrıça kültü, Levant çıkışlı farklı inançlarda silik bir şekilde gözlenebilmekle beraber (Meryem Ana, Şii gelenekte Fatıma) Alevilikte Ana kültü olarak belirgin bir biçimde kendini yaşatmaktadır. “Ana Yol’unun” bir bütün olarak farklı bir düşünsel toplumsal formasyon olduğunu, komünal değerler üzerinde temellendiği boyutunu bir kez daha vurgulayalım. Ana Fatıma, Dersim’in Pirlerinden Başköylü Hasan Efendi tarafından “Yol’un Sahibi” ve Mürşidi Kâmilullah olarak nitelenmektedir. Asimilasyon ve eril düşünsel siyasal sistemler tarafından baskılanan Alevilikte, gittikçe silikleşmeye yüz tutan “Ana” motifi, Hasan Efendi tarafından güçlü bir şekilde vurgulanmış, böylece bilinçlerimize çarpması sağlanmıştır.. Ve bu tarihsel mirasımız paha biçilemez değerdedir. Pirimiz Hasan Efendi’nin kitaplaştırılan yazmaları halen hak ettiği sahiplenmeyi görememiş, gerek Dersimli gerekse diğer Alevi aydınlar bu hazinenin farkına gereğince varamamışlardır. Şimdi pirimizin kitaplaştırılan yazmalarından alıntılayalım; “cennette Âdem bir kubbenin önüne geldi ve Âdem’e bir nida geldi: “Kapı’nın üzerindeki yazıyı oku! Kapı o zaman açılır.” Adem Yazıyı okudu: “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah.” Ancak kapı açılmadı. Bu kez içeriden bir nida geldi: “ Ya Adem sen bu kubbenin anahtarı değilsin! Diyerek anahtarı içeriden okudu: “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah Ali’yün Veliyullah Fatımayı Mürşidi Kâmilullah”deyince kapı açıldı. Âdem girmek istediyse de içeri giremedi, sadece kapıdan içeri baktığında; tahtta bir sultanın oturduğunu gördü. Âdem sordu: “başında ki taç nedir? Atam Muhammed’dir, belindeki kemerin? Ali’dir, kulağındaki küpelerin? Hasan ile Hüseyin’dir, yanında olanlar? Ervahi nurdur ve kol taliptir”. Dedikten sonra Âdem’e “sen buranın malı değilsin, var git malını ve geldiğin yeri bul! Dedi”. Burada dikkat çekelim; “Ana” hepsini öncelemekte ve “Doğuş”un anasıdır, Fatıma Mürşidi Kâmilullah’tır!... Taht’ta oturan sultan “Fatıma”dır. Yani “Naciye Ana”dır. 21 zülfikar “Rahmet deryası, Kubbeyi Rahman, Cennet, cümle ervahi Nur olanlar, Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin, Kol, Talip hepsi de Fatıma’da mevcuttur. Cümlesinin ispatı da Fatıma’dır ve Fatıma dünyanın sonunda gelecektir. Fatıma Nur dünyasının kapısıdır”. (Başköylü Hasan Efendi, age, s.50). Efendi, “Doğuş Kapısını Hakk Kapısı” olarak nitelemiş ve Hakk’ın “Doğuş” ile ispat olduğunu belirtmiştir. Ve doğuş Ana’dan olur... Yine Dersim’de Ana’ların adıyla anılan “Xaskare”, “Jele” ve bir çok kutsal mekan, “Ana Fatıma” çeşmesi, ayrıca 12 İmam oruçlarından bir gün önce sadece kadınların tuttuğu “Ana Fatıma Orucu” Ana’nın toplumsal ve düşünsel sistemimizde ki önemine, hatta günümüzde törpülenmiş olsada tikçe güç kazanmaktadır, erk haline gelmektedir. Fakat asıl tehlike göçebe erkek egemen toplulukların istilasıyla gerçekleşmektedir. Tarımcı toplulukların yaşam alanları ve bunların kurduğu kentler pek çok göçebe topluluk için cazip çekim alanlarıdır. Semitik topluluklardan olan Akadlar, Sümer kentlerini istila eder ve tarihin ilk merkezi devletini oluştururlar. (...) Tanrıçanın, kurban çukurları ritlerinde temellendirilmiş barış ve lütufu, çekirdek Yakın Doğudan geniş bir açılım ile iki denizin kıyılarına, doğuya ve batıya yayıldı. Fakat egemenliğinin bir çok sanatı ve yararı kuzey ve güneydeki birçok vahşi halka da dağılmıştı. Bunlar yerleşik tarımcılar değil yarı göçebe sığır (veya koyun, keçi) çobanlarıydı. İ.Ö. 3500›lerde tarımcı köy tarihte ki başat rolüne işaret etmektedir. Yineleyelim; Efendi, Yol’un “Ana Yolu” olduğunu, Baba Yolu olmadığını, Yol’un sahibinin “Ana” olduğunu sürekli vurgulamaktadır. Ayrıca tüm Alevilikte Ocakzade olan kadınların ise “Ana” olarak nitelendiğini hatırlayalım. Burada önemli bir ayrıntıya daha vurgu yapmamız gerekiyor. Ana kültü tarımcı neolitik topluluklarda ortaya çıkmış, iradi komünal bir yaşam biçimine yol açmış, kentlerin belirmesi, toplumsal yapının parçalanma sürecine girip sınıflaşmanın gerçekleşmesiyle erken dönemlerde ki işlevinden uzaklaşmaya/uzaklaştırılmaya başlamıştır. Göçebe toplulukların istilasıyla bu sınıflaşma ve erkek egemen yönde evrilme süreci hızlanmış, Ana/kadın ötelenmiş, eril – sınıflı bir düşünsel toplumsal sistem hakim olmuştur. Ataerkil Toplulukların İstilası (...)“MÖ 2400’lere gelindiğinde, baba veya başarılı bir savaşçı imgesi olan yüce bir erkek tanrıya tapan saldırgan kabileler, pek çok anaerkil topluluğu istila etmeye başlar. Kendileriyle birlikte erkeklerin egemen oldukları yeni bir toplumsal ve siyasal düzen kurarlar. (...) Bir tanrı ailesiyle diğeri arasındaki savaş, Ana Tanrıça’ya tapan ve çiftçilik yapan yerli halkla, erkek gökyüzü tanrılarına tapan savaşçı kabileler arasındaki siyasal ve dini çelişkileri yansıtır”. (Rosenberg age.) Sümer kentlerinde eril sistem yönünde ki gelişmeleri Gılgameş’in İştar’a (tanrıçaya) baş kaldırmasıyla izleyebilmekteyiz. Erkek kral git- ve şehirler için, akıncı çeteler halinde, birden görünüp yağmalayan ve kaçan veya daha ciddisi köleleştirmek üzere yerleşen bir tehlike olmaya başladılar. İki ana eksenden çıktıklarını görmüştük; kuzeyin geniş çayırları ve Suriye-Arap çölü. İ.Ö.. 2500’ lerde Mezopotamya’nın yönetimi belirgin biçimde çölden gelen güçlü adamların eline geçmişti. Agadeli Sargon (İ.Ö. 2350) bunların ilk önemli örneği ve Babilli Hammurabi (İ.Ö. 17281686) ikincisidir”. (Campbell, age s. 65-66) Eril/sınıflı yöndeki gelişmelerin, sıçramanın en önemli kaydı Babil yaratılış mitosunda Tanrı Marduk’un Tanrıça Tiamat’ı yenmesinde izlenebilmektedir. Sonraki bin yıllarda, savaşçı erkek bir tanrı imgesine inanan göçebe ve savaşçı topluluklar gittikçe bütün çiftçi halkları ve bağlı olarak Anatanrıça kültü ve toplumsal sistemini ezip geçerler. Ataerkil Zihniyet Ataerkil zihniyete dair Campbell şu belirlemelerde bulunmaktadır; Eski anne mitos ve ritlerindeki, yaşamın eşit biçimde ve birlikte onurlandırdığı karışık şeylerin aydınlık ve karanlık yönlerinden, daha sonra, erkek çıkışlı ataerkil mitoslarda, “bütün iyi ve soylu olanlar, yeni, kahraman tanrılara bağlanmış, yerli doğa güçlerine artık olumsuz bir ahlaki yargılamanın da eklendiği karanlığın yapısı bırakılmıştı. Yani, çok sayıda kanıtın gösterdiği gibi, iki zıt yaşam biçiminin, mitsel olduğu kadar toplumsal düzenleri de karşıttı. (Campbell, age, s. 25) (...) “Ataerkil görüş, daha eski görüşlerden, zıt çiftleri, erkek ve dişi, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, sanki bunlar soyut şeylermiş ve yaşamın geniş varlığının yönleri değilmiş gibi ayırmasıyla belirlenir. (...)Bunu, aya karşı güneşin mitsel anlamında bulabiliriz. Karanlık güneşin karşıtı olduğu için güneşten kaçar, oysa onda karanlık ve aydınlık bir kürede, bir aradadır”. (Campbell age,s. 27) “Ataerkil mitolojide dişi kişilerin çağrışımları, genelde, Sigmund Freud’un, düşün açık tatmini olarak nitelediği ‘vurgunun değiştirilmesi’yle bulanıklaştırılır. (...) Ataerkil kozmogonilerde, örnek olarak, kutsal analığın normal hayali baba tarafından ele geçirilmiştir. (...) kadın, rahminden doğurduğu gibi, baba da beyninden doğurur. Sözcüğünün gücüyle yaratma, erkek rahme dönüşümünün başka bir örneğidir; ağız, dölyolu, sözcük, doğum. (...) Tüm ataerkil mitolojiler boyunca da böyle olmuştur. Dişinin yalnızca simgesel kozmolojik anlamda değil, fakat kişisel, psikolojik olarak da işlevi sistematik olarak değersizleştirilmiştir. Evrenin kökenleri mitoslarında dişinin rolü azaltıldığı hatta yok edildiği gibi, kahraman efsanelerinde de böyle olmuştur”. (Campbell,age s. 136-137) Neolitikle beraber, çiftçi ve yerleşik halkların doğayla, esasta tarımsal bir üretim biçimi temelinde ilişkilenmeleri sonucunda geliştirdikleri Dişil Komünal düşünsel ve toplumsal sistemler, uygarlığa geçişle başlayan bir süreçle özellikle aşağı Mezopotamya’da içten gelişen sınıflaşma ve erkek egemen göçebe istilacı toplulukların istilasıyla yerini eril bir sisteme terk etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişmeyle ortaya çıkan sistem Ortodoks bir mitoloji geliştirmiş, insan yaşamında ki karşılığını binlerce yıllık bir zulüm tarihi olarak gerçekleştirmiştir. Bu uygarlık merkezlerinin dışına atılan ya da dışında kalan alanlarda ise Ana Kültü’nün düşünsel – toplumsal varlığı devam etmiş; esasta bir özgürlük süreği olarak kendini yaşatmış, sınıflı/eril erkek egemen sistemlerin talan ve köleleştirme saldırıları karşısında komünal bir yaşamın savunusu olarak süregelmiştir. sınıflı/eril sistem ortaya çıktığından beri kadının ve cümle insanın direnişi, özgürlük ve eşitlik arayışı farklı biçimler altında kesintisiz bir biçimde devam etmiştir. Raa Haqi – Alevi çizgisi bu geleneğin devamı, önemli mirasçılarından biridir. Neolitik dişil/komünal geleneğin tarih boyunca ortaya çıkan birikimlerle sentezlenip “Kemalini” geliştirmiş halidir. Bu nedenle eril zulüm sisteminin saldırıları aralıksız devam etmektedir. Yaşanan tüm tahribat ve yabancılaşmaya rağmen bir özgürlük ve eşitlik çizgisi olarak varlığını koruma mücadelesini sürdürüyor. Sadece insandan insana değil, cümle varlığa yönelik bir İkrar halidir. İkrarımıza sahip çıkmalıyız. 22 zülfikar Maraş Katliamı ve Kültürel Soykırım Konfernası Sonuç Açıklaması; Maraş Girişimi Olarak Yola Devam Ediyoruz! L evh-î Kalem Alevi Fikir Topluluğu ve Avrupa Maraş Girişimi olarak 28 Aralık 2014 tarihinde, İstanbul Okmeydanı Cemevinde organize ettiğimiz, “Maraş Katliamı ve Kültürel Soykırım” konulu konferansımızda yürütülen tartışmalar ile bölgemizin temel sorunlarına dikkat çektildi. Başta Maraş Katliamı olmak üzere, kültürel soykırım üzerinde duruldu ve buna karşı yapılması gerekenler konusunda ilkesel bir birliğe varıldı. Sev-Der, Kürecik-Der, Hasanali-Der, Uzunpınar-Der, Uzunhasan-Der, Kaşan-Der, Güç-Der ve Köşk-Der gibi yöre derneklerimizin desteğiyle hazırlanan konferansa“Memleketim Maraş – Birîna Raş” belgeselinin gösterimiyle başladı. “Maraş katliamı ile yüzleşmek” başlıklı ilk oturumunda gazeteci Cemo Doğan’ın moderatörlüğünde dönemin tanıkları Elif Tabak, Ali Doğan, Şıxo Bakır konuşmacı olarak katıldı. Konferans gazeteci Şükrü Yıldız’ın moderatörlüğünü yaptığı ‘Maraş’ta kültürel soykırım’ adlı ikinci oturumda yönetmen Zeynel Doğan, araştırmacı, yazar Mehmet Kömür, çevirmen ve dil bilimcisi Mazlum Doğan ve akademisyen Sema Özveren birer sunun yaptı. Paneller sonrasında Tacım Bakır’ın rehberliğinde Sinemilli dedelerin, bölge Zakir ve âşıklarının katılımıylamuhabbet cemi yapıldı. Konferans hazırlık sürecinde ve konferansta yürütülen tartışmalar sonrasında MARAŞ GİRİŞİMİ olarak yola devam edecek çalışma kapsamında aşağıdaki açıklamanın kamuoyuyla paylaşılmasına karar verildi. Neden Maraş Girişimi? Mezapotamya yani Kürdistan’ın Etniksel, mezhepsel ve siyasal duruşuyla farklı özellikler taşıyan Maraş bölgesi tarihsel olarak da direnişci kimliğiyle tanınır. Fakat bölge üzerinde yine tarihsel olarak o kadar çok oynanmıştır ki, dokusu, insanı, doğal özelliklerinin bozulması için ne gerekiyorsa yapılmıştır. Maraş Cumhuriyete kadar bir direniş kalesidir, hiç bir güce boyun eğmemesiyle tanınmıştır. Sanki bu özelliği nedeniyle, cumhuriyet sonrası teslimiyet bir kimlik haline getirilmek istenmiş. bunun için ulusal, mezhepsel, bölgesel bütün değerleriyle oynanmıştır. Cumhuriyet öncesi direnişçi kimliği öne çıkan Maraş, Cumhuriyet sonrası özellikle de 1980 darbesinden sonar bu kimliğini yeterince koruyamamıştır. Cumhuriyet öncesi Maraş tarihi 1920’lere ka- halkları zorla yerleşik hale getirilmişler, bugün bildiğimiz Osmaniye gibi şehirler bu şekilde kurulmuştur. Bu şekilde devlete tabii hale getirilen bu toplumsal kesimler, daha sonra İttihat ve Terakki tarafından geliştirilen asimilasyon politiklarına tabii tutulmuş, ilk olarak İslamî olmayan topluluklar hedef alınmıştır. dar bambaşka özellikler taşır. Çok dilli ve çok dinli sosyal bir yapıya sahiptir, toplumsal direnişlerin yoğun olarak yaşandığı bir yerdir. Ortaçağ’da bu coğrafyada otoriteye ve çeşitli güçlere karşı yaşanmış olan en büyük birleşik halklar isyanı olan Babailer İsyanı, Maraş ve çevresinde yaşanmıştır. Ardinden 1520’lü yıllarda Kalender Çelebi İsyanı, Zennun Baba İsyanı, Şah İsmail İsyanı ve Celali İsyanları Maraş ve çevresinde ceryan etmiştir. 1800’lere kadar bölgenin etnik, dinsel ve direnişçi özelliği, 1800’lerin ikinci yarısında Maraş’a Rusya’dan sürgün edilen Çerkesler nedeniyle farklılıklar göstermeye başlamıştır. Zira Çerkesler, Osmanlı’nın, daha sonra İttihat ve Terakki’nin ve devamında cumhuriyetin askeri kadrolarının temelini oluşturmuşlardır. (bkz Maraş Kıyımı- Aziz Tunç) Örneğin 1800 yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun kurduğu dönemin özel ordusu olan Fırkai İslahiye bölge halklarına yönelik sistemli ve kapsamlı saldırılarda bulunmuştur. Bunun sonucunda bölgenin devlete tabii olmadan yaşayan daha adı anılmamacasına Maraş’ta yok edilmişlerdir. Böylece gayri müslim topluluklar olarak Süryaniler, Rumlar ve Yahudilerle birlikte Ermeniler de Maraş’tan yok edilerek adeta bir halklar bahçesi olan bölgenin özellikleri yok edilmeye başlanmıştır. Onların topraklarına ve evlerine, Türkleştirilen ve Sünnileştirilen göçmenler yerleştirilmiştir. Böylece 1870’lerde Fırkai İlahiye adlı özel ordunun faaliyetleri ile başlatılan ve Maraş’ın sosyal dokusunun tahrip edilmesini amaçlayan süreç yeni bir aşamaya geçmiştir. Önce Müslüman olmayan topluluklar katledildi İslami olmayan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar Maraş’da sistamatik olarak asimilasyon politialarına tabi tutulmuşlardır. Ermenilerin 1870’lerde geliştirdiği direnişler, 1915’lere kadar devam etmiştir. 1915’te başlayan tehcir ve daha sonra geliştirilen katliamlarla o güne kadar varlıklarını korumuş olan Ermeniler topyekün olarak ve bir Sıra Kürt ve Alevilerde Müslüman olmayan yerli halkın katliam, baskı ve zorba yöntemlerle tasfiye edilmesinden sonra, bölgede yok edilmesi gereken yeni kesim Kürt Aleviler oldu. Yani katliamcı, asimlasyoncu geleneğin baş hedefi olan Kürt ve Aleviler, her iktidarın değişmeyen hedefi durumuna dönüştü. Maraş’taki Kürtlere ve Alevilere yönelik tasfiye amaçlı stratejik planları 1960’larda devreye 23 zülfikar girdi, asimlasyon en üst boyutlara tırmandırıldı, bölge halkı içinde Sunni düşmanlığı yaygınlaştırılarak, devletin asimlasyon ve dönüştürme politikaları cilalandı ve halk varlığını korumak adına Cumhuriyete teslime zorlandı. CHP şahsında şekillendirilen söz konusu politikaların 1960(larda başlayıp 1978’lere gelindiğinde bölge bir hesaptır. Katliamda bu güçlerin kullanılması ve katliamın çok kolay gerçekleşmesi bu nedenle anlaşılırdır. Maraş Katliamı stratejik bir Kızılbaş Kürt operasyonudur. Çok kültürlü bir bölgenin son halkasının da bitirilmesi stratejisidir. Katiam’da CHP iktidardır. Asker faşist gürühu korumakla görevli, halkının Kürt Ulusal, Devrimci Demokrat ve Kızılbaş kimliği buluşma eğilimine girmesi Maraş katliamının planlanmasına neden olmuştur. Neden Maraş Katliamı, Neden Maraş sorularının yanıtı bu gelişmelerde gizlidir. Bu nedenle Maraş Katliamı devletin stratejik, iyi hesaplanmış politik bir operasyonudur. Bunun dışındaki bütün tartışmalar yaşananları gizlemeye, farklı göstermeye yönelik çabalardır. Yani katliam özelde bölgenin Kürt özgürlük, devrimci- demokrat , kızılbaş mücadelesi ile Türkiye genelinde yükselişe geçen ve artık eskisi gibi yöneltilemeyen halk muhalefetini bastırmak için 12 Eylül Faşist Darbesinin zemini yapılmıştır. polis katliamcılara her türlü desteği verme emri alltındadır. CHP’li İçişleri bakanı ise kamuoyunu “Kürt ve solcular sorumludur” ile meşgul etmekle görevlidir. Bunların yanında ise dönemin paramiliter siyasal gücü olan MHP, ÜGD ve kadroları, Türkeş ve MHP Maraş Milletvekili Mehmet Yusuf Özbaş , Ökkeş Kenger (Şendiller), Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Cem Ersever Yüzbaşı olarak tanınan Mehmet Ali Çeviker, MİT görevlileri silah kaçakçıları Ökkeş Çokuçkun . Gabriel Aktürk , CIA ajanı Aleksadre Peck ve yüzlerce MİT elamanı “piyango satıcısı”, ve faşist yer almaktadır. Bu isimler Maraş’la ilgili her yazıya, deklarasyona, insiyatife girmelidir. Zira bu isimler bizi asıl katil devletle buluşturmaktadır. Bu etnik temizliğe uğrayan Alevilerin hemen hepsi aynı zamanda Kürt Alevi’sidir. Bölgedeki katliam Sıkıyönetim şartlarında kitlesel göçü zorlayarak ve teşvik ederek sürmüş ve bir anlamda başarılı olmuştur. Sıkıyönetim mahke- Maraş etnik ve siyasi bir operasyondur. Maraş soykırımı amaçlayan bir katliamdır. Ve planlayıcısı devlettir. Şovenizm ve Faşist eğilimlerin bölgede sürekli canlı tutulması da Maraşın çok kimlikli, mezhepsel yapısına yönelik stratejik mesi, Maraş Katliamı’nı bir katliam olarak tanımlamamış, öyle görmemiştir. Sıkıyönetim mahkemesi Maraş Katliamı’nı iki topluluğun; Alevi ve Sünnilerin birbirleri arasında bir çatışma olarak tanımlanarak, devlet aklanmış ve olası uluslararası bir yargılamanın, insanlık suçu olarak yargılanmasının önü alınmıştır. Mahkemeler sanıkları beraat ettirmiş, kaynağını, bilgilerini, belgelerini gizlenmis ve adeta bir katliam yaşanmamış gibi hukuksal kararlar alınmıştır. Bu bağlamda Maraş katiamı ve sonrasında gerçekleştirilen ve halen devam eden kültürel soykırım politikalarını deşifre etmek ve bunun mücadelesini yürütmek en temel önceliğimizdir. Hem katledilen halkımıza sahip çıkacak, hem de bu insanlık suçunu uluslararası platformlara taşıyarak, devletin Kürt ve alevi halkına yönelik sistemli baskı ve katliam örneklerinin en belirgini olan Maraş’ı aydınlatmak en temel görevimiz olmalıdır. Bu katliamcı devleti deşifre etmekle kalmayıp, bölge halkımız ve kuşaklarımızın değerlerine sahip çıkması bilincini de geliştirecek ve gelecek nesillere devrettirecektir. Doğa katliamına dur demeliyiz, Türkiye coğrafyasında bulunan Hopa, Tortum, Gerze, Yuvarlakçay, Ulukışla Pazarcık, Narlı, Çine, Kayseri-Sarız ve en son Gazi’de çevre hareketleri önemli bir sınav vermiştir. Devletin baskı, sindirme, on yıllara varan hapis cezalarına rağmen toplumda ve gençlik içinde çevre bilinci gelişmiştir. Kürt coğrafyasında ve yöremizdeki Pazarcık, Narlı, Elbistan gibi alanlardaki çevre sorunları önceliklerimiz arasında yer almalıdır. Zira çevre sorunları da salt doğa katiamlarını amaçlamamakta aynı zamanda siyasi stratejiler etrafında geliştirilmektedir. Bölgenin bitki örtüsü bozulmak istenmekte, halk göçe zorlanmakta, topraklar verimsiz kılınarak, köyler ve yöre boşaltılmak istenmekte, halkın ekonomik kaynakları kurutulmak istenmektedir. Taş Ocakları, Sentraller, çöp ve çimento fabrikaları yakın zamanda 24 zülfikar yeşil alanları kurutacak, toplarkları verimsiz hale getirecek, insan sağlığını tehlikeye sokacak kısaca bütün bölgemizi her anlamda bozacak duruma gelmiştir. Siyanürlü altın, nükleer santral, termik santral, çimento fabrikaları, taş ocakları, çöp fabrikaları gibi geleceğimiz yok eden projelere karşı direnişi her alana yaymak, etrafında örgütlenmek ve sonuç alıcı girişimlerde bulunmak da en temel amaçlarımız arasında olmalıdır. Bu amaçla “Ovama dokunma” inisiyatifinin başlatmış olduğu mücadeleyi önemsiyor ve taktirle karşılıyoruz. Bu mücadelenin büyütülmesi ve örnek durumunu sürdürmesi için gereken desteği vermek durumundayız. AKP iktidarının her gün yenisini çı- felsefesinin doğası bunu gerektirir. Aleviliğin tamda bu özelliğinden dolayı hep saldırı altında olması tesadüfi değildir. Cumhuriyet tarihi boyunca CHP ve Devlet laiklik adı altında Aleviliği direniş geleneğinden ve milli gerçekliğinden kopartarak, bir Türk mezhebiymiş gibi yansıtır. CHP daha da ileri giderek, aleviliği laikliğin bir garantisi, Türk devletinin temel özelliklerinden biri gibi göstermeye çalışır ama alevilerin güç olmasını engellemek için de katliamlardan asla vaz geçmez. Bu bir çelişki değildir, aksine aleviliğin özüyle buluşma çabalarına zaman zaman müdahale geleneğidir. CHP Dersim isyanının bastırılmasından sonra devlet kimliğiy- için ulusal ve uluslararası düzeyde girişimlerde bulunur, ülkedeki oluşumlara her türlü desteği sunar. 6- Oluşum söz konusu amaçları için ulusal ve uluslararası siyasi ve sivil ve hukuk çevreleriyle ortak çalışmalar yürütür ve benzer sorunlara destek sunar. 7-Maraş İnsiyatifi Maraş’ta yaşayan Alevi, sünni, hangi mezhep ve etnik kimlikten olursa olsun, halkların ve inançların farklılıklarıyla birlikte kardeşçe bir arada yaşamaları gerektiğine inanır ve bunun için mücadele eder. karttığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle kanun tanımazlığa devam etmekte, Hükümetin hukuk alanında yatırımcı şirketler lehine uyguladığı çifte standartlar, çevre direnişlerine karşı anti demokratik baskıları , çevre konusunda örgütlenmemiz gerektiğini daha acil kılmaktadır. arttırmaktadır. Günümüzde gerek Elbistan Afşin termik santrali, gerekse de Pazarcık’ta kurulan dünyanın 2. ve 9. en büyük iki çimento fabrikasının bölgede yarattığı ölümcül yıkıma dur dememiz gerekmektedir. Çünkü yaşanan ekolojik kıyım bölge halkına uygulanan kültürel ve siyasal kırımdan bağımsız değildir. le bu geleneği sürdürmüş ve büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Kimi Alevi büyüklerine sus payı verilerek, direnenler katledilerek korkutma, asimile etme politikaları Dersim, Maraş vb alanlarda etkili olmuştur. Kürt Özgürlük hareketinin Maraş bölgesini direniş özelliklerinden ve konumundan dolayı esas alan politikaları bölgede Kürt ve alevi özelliklerinin özüne dönüşünün önünü açmıştır. O halde Maraş İnisiyatifinin diğer bir önceliği Aleviliği Kürt kimliğiyle buluşturmak olacaktır. ve devletin siyasal temsilcilerine; 1-Maraş 1978’de yaşananlar katliam ve peşisıra uygulanan politikalar kültürel soykırım olarak kabul edilmeli, parlamento özrü dilenmeli ve yüzleşme sağlanmalıdır. 2-Maraş katliamında sorumluluğu olanlar yargılanmalı hak ettikleri cezaya çarptırmalılar. 3-Maraş Katliamında katledenlerin mezar yerleri yeniden onarılmalı, kaybedilen mezar yerleri araştırılmalıdır 4-bu tür katliam ve soykırımların bir daha yaşanmaması için yasal ve anayasal tedbirler alınmalıdır. 5-Katliamla ilgili tüm arşivler açıklanmalıdır 6-Maraş 78’de katledilen insanlarımızın anısı için anıt mezarlar yapılmalı ve Maraş katliamı ders kitaplarına konulmalıdır. 7-Toplumsal dokuyu bozan, doğayı katleden ve ziyaretlerimizi, mezarlarımızı tahrip eden her türlü doğasal katliama son verilmelidir. 8-Gerçek, kalıcı bir barış ve eşitlik için Dersim Soykırımı, Maraş, sivas, çorum, gazi katliamları başta olmak üzere Alevi, Kürt, Yahudi, Ermeni, Rum ve öteki katliamlarıyla yüzleşmeli ve Kürt sorunun demokratik çözümü sağlanmalıdır. 9-Alevilerin doğuştan sahip olduğu hakları kabul edilmeli ve anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. 10-Zorunlu din derslerine son verilmeli, Kızılbaş Kürt Alevilerin anadilde eğitim hakkı tanınmalıdır. 11-Asimilasyona, Alevi yerleşim bölgelerine cami yapılmasına son verilmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilmelidir ve Cem evlerine yasal statü tanınmalıdır. Alevilik Kürt kimliğiyle buluşmak zorundadır. Bölgemizdeki Alevilerin Kürt olması onlara yönelik politikaları daha da yıkıcı kılmaktadır. İktidarlar öncelikle onların kimlikleriyle buluşmamalarını öncelik haline getirmiş ve asimlasyonu Kemalizmle buluşturarak bölgede Kültürel soykırımı en üst boyutlara taşımıştır. Bölge halkından bazı kesimlerin ısrarla “Biz aleviyiz-Kürt değiliz” söylemi korku ve sindirilmişliğin en büyük göstergesidir. “Alevilerin bir Kürt sorunu yoktur” söylemi, bölge politikalarının en tehlikelisidir. Dersim içinde aynı şey söylenebilinir. Aslında Mardin, Hakkari vb bölgelerinden çok, Kürt alevilerinin Kürt sorunu vardır. Zira bu bölgelerdeki halkımız Kürt kimliklerini bir şekilde koruyabilmiş, kuşaklara aktarmış ve yaşamlarının bir parçası haline geteirmişlerdir. Alevilik Zerdüşlükle ve daha eski doğal inançlarla benzeşen yanlarından dolayı aslında ulusal özellikler de taşır. Gerçek anlamda aleviliği savunanlar kimlikleriyle doğal bir buluşmayı yaşarlar, zira aleviliğin Bu amaçla biz Maraş Girişimi olarak aşağıdaki görevleri yapmayı halkımıza karşı bir borç olarak biliriz: 1- Bölgemizde Aleviliğin Kürt kimliği ve özüyle buluşması için gerekli bütün çabayı gösterir ve söz konusu alanlarda faaliyet yürüten bütün oluşumlara destek verir, gerekli kurum ve organizasyonları oluşturur. 2- Maraş katliamının hesabının sorulması en başta gelen önceliğimiz olacaktır. Bu konuda yerel, ulusal, uluslararası siyasi,hukuk çevrelerine sorunu taşımak, bunu sürekli ve sonuç alınıncaya kadar süren bir çalışma haline getirmeliyiz. 3- Oluşum, Türkçülüğe, kemalizme, dini gericiliğe ve inkarcılığa karşı mücadeleyi esas alır, bunun için siyasi, eğitsel ve tarihsel çalışmalar yürütür. 4- Bölgemizde alevi ve özsel Kürt orjinalinde olduğu gibi kadın özgürlüğünü toplumsal özgürlüğün temeli sayar. Bunun için mücadele yürütür. 5- Ekolojik değerleri önemseyen oluşumumuz, bölgemizde doğaya, tarıma, havaya zarar veren, iklim dokusunu zedeleyen bütün sentral, fabrika, maden ocağı, çöp fabrikası, orman kıyımı vb faaliyetlere karşı tavizsiz bir duruş sergiler. Bunun Ayrıca bu katliamı gerçekleştiren devlet Maraş Girişimi / 30 . 12 . 2014
© Copyright 2024 Paperzz