ISSN 2147-1673 ASIA MINOR STUDIES (INTERNATIONAL JOURNAL OF SOCIAL SCIENCES) 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu Mehmet BİÇİCİ Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar Razan ÇELEM Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar Hızır DİLEK Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler Özlem KALE Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları Ayhan KARAKAŞ Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz Habibe KARAYEL Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim Furkan KÜLÜNK Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 Nagehan ÖZDEMİR Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri İsmail PEHLİVAN Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’sSadâkati’l-Arabiyye Uğur GÜLBİL Cilt/ Volume:2 Sayı / Issue:4 Temmuz/ July 2014 www.asiaminorstudies.com ISSN 2147-1673 ASIA MINOR STUDIES (Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi) Ocak ve Temmuz olmak üzere yılda iki kez yayınlanır Cilt/ Volume:2 Sayı / Issue:4 KİLİS 2014 Temmuz/ July 2014 Tarandığı İndeksler ve Veri Tabanları Indexes &Databases Index Ebscohost http://www.ebscohost.com/ Index Copernicus International (ICI) http://journals.indexcopernicus.com Directory of Research Journals Indexing http://www.drji.org Central and Eastern European Online Library (CEEOL) http://www.ceeol.com/ Academia Sosyal Bilimler İndeksi (ASOS) http://asosindex.com/journal Akademik Türk Dergileri İndeksi http://www.akademikdizin.com/ Bilimsel Yayın İndeksi http://www.arastirmax.com/ ASIA MINOR STUDIES ISSN 2147-1673 Sahibi / Publisher Danışma Kurulu / Advisory Board Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM Editörler / Editors Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM Yayın Kurulu / Editorial Board Doç. Dr. Metin AKİS Doç. Dr. Mehmet EROL Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN Yrd. Doç. Dr. Ramazan Erhan GÜLLÜ Yrd. Doç. Dr. Mehmet SOĞUKÖMEROĞLULARI Dil Danışmanı / Language Advisory Yrd. Doç. Dr. İsmail PEHLİVAN (Rusça) Abdil Celal YAŞAMALI (İngilizce) Emrah PAKSOY (İngilizce) Tuğba BİLVEREN (Türkçe) Muhammet HÜKÜM (Türkçe) Yayın Sekreteri ( Secretary) Ramazan ÇELEM Armağan ZÖHRE Prof. Dr. Mehmet ALPARGU (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Ali ARSLAN (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Enver ÇAKAR (Fırat Üniversitesi) Prof. Dr. Nurullah ÇETİN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Cihat GÖKTEPE (Uluslararası Antalya Üniversitesi) Prof. Dr. Nurettin DEMİR ( Başkent Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK (Fırat Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet SEYİTDANLIOĞLU (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa TURAN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Vygantas VAREİKİES (Klaipeda University-Litvanya) Doç. Dr. Ruhi ERSOY (Gazi Üniversitesi) Adres / Address Kilis 7 Aralık Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 79100 Kilis / TÜRKİYE (TURKEY) Tel: 0533 493 88 11-0505 664 24 12 Fax: +90 (0348) 822 23 51 E-mail:[email protected] Web: www. asiaminorstudies.com Yasal Sorumluluk/ Legal Responsibility Yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. The authors are responsible for the contents of their papers. Bu Sayının Hakemleri / Referees of This Issue Prof.Dr. Mehmed İSMAİL (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Özlem BAŞARIR (İnönü Üniversitesi) Doç. Dr. Ahmet AĞIR (Gaziantep Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Necati ÇAVDAR (Gaziosmanpaşa Üniversitesi) Doç. Dr. Metin AKİS (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Murat ÇELİKDEMİR (Gaziantep Üniversitesi) Doç. Dr. Hülya ARSLAN-EROL (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mustafa İsmail DÖNMEZ (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Doç. Dr. Murat CERİTOĞLU (Gaziantep Üniversitesi) Doç.Dr. Ruhi ERSOY (Gazi Üniversitesi) Doç. Dr. Mehmet EROL (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Doç. Dr. Bekir KOÇ (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Barış ÖZDAL (Uludağ Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Soner ALADAĞ ( Adnan Menderes Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Hamza ALTIN (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Murat FİDAN (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Uğur GÜLBİL (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ali GÜRSEL (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Meral KUZGUN (Kilis 7 Aralık Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet SOĞUKÖMEROĞLULARI (Gaziantep Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre TANSU (Gaziantep Üniversitesi) EDİTÖRLERDEN Saygıdeğer akademisyen, araştırmacı ve okuyucular, Tarih, Dil ve Edebiyat alanında bilimsel yazı kabul eden Asia Minor Studies Dergisi yayın hayatının ikinici yılını doldururken ikisi özel olmak üzere altıncı sayısını yayınlamanın mutluluğunu yaşamaktayız. Bu sayımız onu makale bir taneside kitap tanıtımı olmak üzere toplam onbir adet bilimsel çalışmadan oluşmaktadır. Asia Minor Studies dergisi henüz iki yıllık bir dergi olmasına rağmen ulusal ve uluslarası yedi adet veri tabanı tarafından taranmaya başlanmış ve her geçen süre bilim dünyasındaki yerini ve önemi artırmaktadır. Bu vesile ile dergimizin gelişimine katkıda bulunan akademisyen ve araştırmacılar ile emeği geçen dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Editörler Yrd. Doç. Dr. Serhat KUZUCU Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali YILDIRIM İÇİNDEKİLER/ CONTENTS 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation Mehmet BİÇİCİ.................................................................................................................... 1 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar/ The Officers from Malatya As Taken From the Records of Affairs Ramazan ÇELEM .............................................................................................................. 37 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Mardin Turkish Foundation Educational Activities and Experienced Problems during the Process of Liquidation Hızır DİLEK ....................................................................................................................... 67 Sinemacıları Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Why Do Filmmakers Turn to Literature A Possible Re-Reading of The Relation Between Cinema And Literature Özlem KALE ..................................................................................................................... 89 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Culture Media Products As Written Unpublished Ministrel Poems of Ashig Ali Şahin's Ayhan KARAKAŞ............................................................................................................ 100 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Nowruz Festival in the Mughal Empire According to Sir Thomas Roe Habibe KARAYEL .......................................................................................................... 123 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitimi / Education in Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone Furkan KÜLÜNK ........................................................................................................... 134 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795/ Neighborhood On The Bank Of Danube: Wallachian “Order” And Vidin 1790-1795 Nagehan ÖZDEMİR ....................................................................................................... 143 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Themes of Protection of The Nature and Environment in The Folk Art of Azerbaijan Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ............................................................................... 157 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / Understandng 2nd Constitutional Era Industrialization And Industry Promotion Initiatives İsmail PEHLİVAN ........................................................................................................... 187 Kitap Tanıtımı Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’lElfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye Uğur GÜLBİL ................................................................................................................. 211 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 569 NOLU ŞERR’İYYE SİCİLİNE GÖRE AFYONKARAHİSAR ŞEHRİNİN SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK DURUMU According to Şeriyye Sicil No 569 of the City of the Afyonkarahisar Political, Social and Economic Situation Mehmet BİÇİCİ ÖZET Şer'iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti arşiv belgeleri içerisinde gerek muhteva gerek belge açısından son derece önemli kaynaklardandır. Son yıllarda sicil defterlerin önemi daha iyi anlaşılmış ve siciller üzerindeki çalışmalar artmaya başlamıştır. Şer'iyye Sicilleri'nde, ait olduğu bölgenin fiziki, idari, iktisadi, kültürel ve sosyal yapısı ile ilgili önemli bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı Devleti tarihiyle ilgili genel bilgilere de ulaşmak mümkündür. 569 No'luKarahisâr-ı Sâhib Sancağı Şer'iyye Sicili ait olduğu tarih itibariyle (1845) dönemin iktisadi, kültürel ve sosyal yapısına ışık tutması bakımından önemlidir. Şer'iyye Sicilleri konusunda yapılan çalışmalar dört grupta toplanmaktadır: I-Değerlendirme çalışmaları, IIDefter tanıtımı, III- Transkripsiyon, IV-Karşılaştırmalı hukuk tarihi çalışmaları şeklindedir. Bu çalışmada hukukî açıdan şeriyye sicillerinde bulunan belgeler ele alınmış ve 569 nolu Karahisâr-ı Sâhib defterin tanıtımı yapılarak defterde bulunan belge çeşitleri irdelenmiş, konularına göre tasnife tâbi tutulmuş ve bu belgelere göre Karahisâr-ı Sâhib'in idarî ve fizikî yapısı, iktisadî ve kültürel yapısı ve sosyal yapısına dair bilgiler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Şer’iyye Sicilleri, Osmanlı Devleti, Karahisâr-ı Sâhib ABSTRACT Join studies Şer’iyye Sicilleri, Ottoman document srequired in terms of content need an extremely important document is the source. Dr. Gaziantep Üniversitesi, [email protected] 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ By this time, enough research has been done on there cord said. In recent years, a better understanding of the importance of register sand studies began to increase on record. Şer’iyye courts in the regions where it belongs physical, administrative, economic, cultural and social structures, as they contain important information regarding general information about the history of the Ottoman possible to reach. We're working on the starboard Karahisâr-ı Sahib belongs to the Şer’iyye Sicilleri No. 569 as of the date ( 1845 ), especially in this era of economic, cultural and social structure is important to shedlight on. Studies about “Şer’i” Court Records are collected in four groups: Ievaluationstudies, II- book presentation, III-Transcription, IV – Historical study of comparative law are in the form. In this study kind of work done will increase our knowledge of Ottoman history. Only Karahisâr-ı Sanjak-i Sahib presence of 189 book sand have worked at all, except a few of them, reveals the importance of the matter. In this regard we Anadolu University Language-History and Culture Directorate of Researchand Application Center established within the Şer’iyye Sicilleri Commission of the important results of the studies that have been conducted, we hope, will be taken. KeyWords Şer’iyye Sicilleri, OttomanEmpire, Karahisâr-ı Sahib 1. GİRİŞ Tarihi çok eski devirlere dayanan Afyonkafrahisar’ın en eski adının Akronio olduğu ve bazı kaynaklarda Akronium şeklinde geçtiği tespit edilmiştir1. Battal Gazi 739 yılında Rumlara karşı yaptığı bir akında bu civarda şehit düşmüş2, ancak 1115 yılında Sultan KılıçarslanoğluŞehinşah ile Bizans İmparatoru Aleksius arasındaki savaştan sonra yapılan anlaşma ile Afyon civarı Türklerin eline geçmiştir3. Bu yörenin kesin olarak Türklerin hâkimiyetine girmesinden sonra Sultan Mesud'un emri ile bir kısım Türkmenler bu bölgeye yerleştirilmiştir.1243 yılında Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı neticesinde Anadolu Selçuklu Devletiinin dağılma aşamasına girmesiyle Selçuklu veziri Sahib Ata Fahreddin Ali, Sahibata Beyliği'ni kurmuştur4. Karahisâr-ı Sâhibadınıda bu şahıstan alan 1 Afyon İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968, s. 37. Besim Darkot, "Karahisar", İslam Ansiklopedisi (MEB yay.), C. VI, s. 278. 3 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1989, s. 158. 4 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1982 Osmanlı Tarihi, C. I, Ankara, s. 63. 2 2 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ şehir5, XII. yüzyılda Germiyanoğulları'nın eline geçmiştir 6. Yıldırım Bayezid 1390'da Germiyan Beyliği'ni ortadan kaldırarak Afyon'u Osmanlı topraklarına katmıştır. Ancak, 1402 Ankara Savaşı'ndan sonra şehir Timur'un eline geçmiş, Timur'un Anadolu'yu terketmesinden sonra ise Çelebi Mehmed 1411 yılında Karahisâr-ı Sâhib'i tekrar Osmanlı topraklarına katmıştır 7. Karahisâr-ı Sâhib, Osmanlı idari teşkilatında Anadolu Eyaleti'ne bağlı bir sancak iken 1839 yılında merkezi Bursa olmak üzere Hüdavendigar Vilayeti teşkil edilince buraya bağlı sancaklardan biri haline gelmiştir. Önceleri merkezden tayin edilen sancakbeyleri tarafından idare edilirken, 1867'de mutasarrıflık olarak yerini korumuştur8.Tarihin en eski devirlerinden beri insanlar kendi içlerindeki zayıfların haklarını aramak için aralarında akıllı ve nüfuzlu diğer bir kimseye başvurmak ihtiyacını daima duymuşlardır. Bu durumda hak, adalet, kaza meselelerinin insanlık tarihi ile yaşıt olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim eski Türklerin aileye, mülkiyete, cezaya dair dikkati çekici kanunları bu milletin hukuk anlayışının bir ifadesidir9. İslamın gerek Kur'an, gerekse hadîsler vasıtasıyla üzerinde önemle durduğu konulardan biri de her türlü haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik olan adalet anlayışıdır 10. Bu durum yepyeni bir hukuk doğurmuştur ve buna da îslâm Hukuku adı verilmiştir11. Hazreti Muhammed Müslümanlığı yaymak ve mutlak adaleti sağlamak için ilk yıllarda kadılık görevini bizzat kendisi yapmış, daha sonra da kadılar tayin etmiştir. Dört halife devrinde kadılık müessesesi üzerinde ciddiyetle durulmuştur. Bu teşkilat yapısı Abbasîler'den sonra Samanoğullan'na, Gazneliler'e, Karahanlılar'a, Selçuklular'a ve Memlûklüler'e geçmiştir12. Selçuklu Devleti'nin devamı durumundaki 5 Darkot, agm, s. 278. Turan, age, s. 535. 7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1984, s. 150. 8 Feridun Emecen, "Afyonkarahisar", Diyanet İslam Ansiklopedisi (TDV yay.), C. I, İstanbul 1988, s. 444. 9 Halit Ongan, Ankara'nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara 1958, s. 29. 10 Ziya Kazıcı, İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991, s. 109. 11 Münir Atalar, "Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir Tarihçe", İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. IV, Ankara 1980, s. 303. 12 Ongan, age, s. 33. 6 3 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Osmanlı Devleti ise ilk kadıları Anadolu'ya, İran, Suriye ve Mısır'dan getirtmiştir13. Herbiri teferruatlı ve çok girift bir takım meseleleri içeren tüm konular üzerinde "halkın dava ve düşmanlıklarını hal vefasl etmek keyfiyetine " fıkıh dilinde kaza adı verilir. Bu işlerde görevli bulunan ve şimdiki hâkim demek olan memurlara kadı, kadının bulunmadığı ve bulunamayacağı hallerde ona vekâlet eden, daha açık bir deyimle onun adına vazife gören kimselere de nâibdenilmektedir. Kadıların veya naiblerin bizzat kaza işleriyle meşgul bulundukları, yani eski bir deyimle icrâ-i ahkâm-ı şer'iyye eyledikleri resmî kurumlara ise şer 'iyye mahkemeleri diyoruz14. Tek kadının görev yaptığı şer’iyye mahkemelerinin belli bir binası yoktur. Ancak bu durum, şer'î meclis adıyla yargılamanın yapıldığı belli bir yerin olmadığı manasına gelmemelidir. Kadıların yargı işlerini yürütebilecekleri ve tarafların kendilerini her an bulabilecekleri bilinen yerleri vardır. Bu kadının evi, cami, mescid veya medreselerdeki belli odalar olabilir. Bayram ve Cuma günleri dışında yargı görevlerini ifa ederler15. Bununla beraber bir kadıda bulunması gereken özellikler ise islâm bilginlerince; erkek olmak, akıl ve zekâ, hürriyet, müslümanlık, adalet, vücut sağlığı, hukuk bilgisi şeklinde belirtilmiştir16. Kadıların belli başlı görevleri; bulundukları yerdeki toplumun hukuk ve ceza ile ilgili davalarına bakmaktır. Güvenilir kimseler olduklarından velayet sıfatını taşırlar. Kamu hukukunun korunması, naibler tayin etmek, kefalet, vekâlet, mukavele, borçlanma gibi her çeşit akitler, miras konusunda tek yetkili, aile hukukunu düzenlemek, evlenme ve boşanma gibi, vilayet ve sancakların tüm mukataa işleri, merkezden gönderilen tüm resmî yazıları sicillere işlemek, sefer sırasında bulundukları yerden ayrılmayarak ordunun ihtiyaçlarının karşılanması, yol ve şehirlerin güvenliğinin sağlanması, suistimali görülen sancakbeyi veya diğer bir kadı ya da devlet adamı hakkında tahkikat yapmak bulundukları yerlerin belediye işlerine bakmak, fiyat kontrolü, esnaf teftişi, karaborsanın önlenmesi, arazi ve emlak alımsatımları, esnaf teşekküllerinin meslek ahlâklarının kökleştirilmesi şeklinde sıralanabilir17. 13 Ahmed Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul 1989, s. 62. 14 Atalar, agm, s. 304. 15 Akgündüz, age, s. 62. 16 Kazıcı, age, s. 115. 17 Atalar, agm, s. 309 vd. 4 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti zamanında da ahkâm-ı şeriyyeyi uygulamak üzere kadılar nasb ve tayin olmuşlardır. Kadılar "taraf-ı sultanîden icra-i mahkeme ve hükme vekil" olduklarından yalnız şer'î işlerin niyetine mahsus kazaî vazife ifasıyla kalmayarak, devletin mümessili, idare memuru mahiyetini almışlar ve bu suretle bulundukları sancak ve kazalarda halkın umumi işlerini de bakmaya başlamışlardır. Şer'î mahkeme defterlerinin tetkikinden anlaşıldığına göre kadılar hem kazaî hem de idarî işlere bakmak vazifesiyle mükellef oldukları için sadaretden, kadıaskerlikden, beylerbeğliğinden, validen vesayir makamlardan gelen her emri saklıyorlar ve ona göre hareket etmek üzere suretlerini defterlere kaydediyorlardı 18. Osmanlı toplumunda vezirler, valiler vs. devlet ileri gelenleri her ne suretle olursa olsun hukukî işlere müdahale edemezlerdi. Kadılar bu hususda serbest ve sadece vicdanlarına göre hareket ederlerdi. Hiç kimse onların tarafsızlığını bozma cesaretini gösteremezdi 19. Kadıların adaletli hükümleri her hususta kötülüklere aman vermeyen ciddî kontrolleri ile yalnız müslüman halk üzerinde değil aynı zamanda gayr-i müslim halk arasında da Osmanlı Devleti idaresine karşı büyük bir bağlılık ve sempati doğurmuştur20. Lügatte sicil, resmî vesikaların kaydedildiği kütükanlamında olup21, kadı sicilleri, kadı defteri, mahkeme defteri veya zabıt defterleri diye anılmakta ve daha Abbasîler ve Selçuklular devrinde, sonra da İlhanlılar'da bu gibi sicillerin bulunduğu bilinmektedir 22. Şer’iyye sicilleri ile ilgili iki önemli kavram vardır. Bunlardan birincisi olan mahzar sözlük anlamı itibarıyla huzur yeri, hazır olmak demektir23. Terim anlamı olarak ise; 1) Hukukî bir dava ile ilgili kayıtlar, tarafların iddialalarını ve delillerini içeren, ancak hâkimin kararına esas teşkil etmeyen yazılı beyanlardır. 2) Herhangi bir mesele hakkında düzenlenen yazılıbelgenin muhtevasını, doğruluğunu ilâm için belgenin kayıt altında, mecliste hazır bulunan ve meseleye vakıf olan başta subaşı, çavuş ve muhzır gibi şahısların yazılı olarak takdir ettikleri şehadet beyanlarına ve imzalarına mahzar 18 Mümtaz Yaman, "Şer'îMahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S. 68, (1938), s. 154. 19 Kazıcı, age, s. 130. 20 Şinasi Altundağ, "Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri hakkında", VI. Türk Tarih Kongresi (Ankara 20-26 Ekim 1961), Ankara 1967, s. 353. 21 Ferit Devellioğlu, "Sicili", Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1996, s. 951. 22 Ahmet Akgündüz, Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul 1988, s. 17. 23 Devellioğlu, "Mahzar", agl, s. 572. 5 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ denilmektedir24.İkincisi ise sakk-ı şer 'î olup şer'î mahkemeden verilen ilam, berat, kadı hücceti ve bu gibi yazılardaki tabirler, deyimler demektir25. Terim olarak ise şer'î mahkemelerin sicile kaydettiği veya yazılı olarak tarafların eline verdiği her çeşit belgenin düzenlenmesinde ve yazılmasında takip edilen yazı usulüne veya bu çeşit yazılı belgelerdir26.Kadı göreve başladığı zaman defterin ön kısmına adını, sanını ve vazifeye başladığı tarihi kaydeder. Daha sonraki zamanlarda ise hukukî meseleleri, defterin arka kısmına da gelen emir, buyuruldu ve fermanları yazarlardı27. Kadıların defterleri gittiklere yere rahat götürebilmeleri için şeriyye sicilleri ince, dar ve uzundur. Sicil defterleri genellikle 40 cm. boyunda, 16-17 cm. eninde olup defterlerin yazıları genelde talik kırması şeklindedir28. 2. Şeriyye Sicillerindeki Belgelerin Muhtevası 1) Eyalet merkezleriyle sancak ve kazalardaki şeriyye mahkemelerinin her çeşit zabıt ve kararları, vakfiye, kefalet, vekâletname, mukavele, borçlanma, tereke, taksim gibi şer'î muameleler, mahallen alınacak emniyet, inzibat ve asayişe, belediye hizmetleri, halkın her türlü yiyecek ve giyeceklerine, narhlara ve diğer ihtiyaç maddeleri ve eşyaların imaline, imal eden ve satan sanayi ve ticaret erbabının, çarşı ve pazarların kontrol ve murakabelerine, esnaf teşkilatından yiğitbaşı ve şeyhlerinin seçim ve azllerine, esnaf adlarına hakaret ve murabahacılara karşı alınacak tedbirlere, vakıf ve hayrata, tımar tevcihatına ait işlemlere, mahkeme zabıt ve kararlan dolayısıyla defterlere geçmiş semt, mahalle, köy, kasaba ve şehirlerin isimleriyle sakinlerinin erkek, kadın, ihtiyar, çocuk, müslim ve gayrimüslim adları, unvan ve lakabları, halkın salgınlardan korunması, hastalıkların tedavileri, cerrahlarla hastalar arasında düzenlenen mukaveleler ve mahkemece alınmış kararlar, cami, medrese, han, hamam, hastahane, yol, köprü gibi hayır müesseselerinin inşaatı ve tamiri dolayısıyla tutulan defterlere yazılmış karar ve bilgiler, askerî ve mülkî ricalin müderris, müftü, kadı, âlim, şair ve mimarların hal tercümeleri, arada sırada fetva makamından gönderilen bir kısım fetvalar, bazı tayin ve aziller dolayısıyla vazifeye başlama ve ayrılma tarihleri, azil ve nakiller dolayısıyla teessüre kapılan bir kısım devlet ricalinin, kadı ve naiblerin şiirleri, 24 Akgündüz, age, s. 17. Devellioğlu, "Sakk", agl, s. 572. 26 Akgündüz, age, s. 18. 27 Yaman, agm, s. 154. 28 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Şer 1 Mahkeme Sicilleri", Ülkü Halkevleri, S. 29, (Temmuz 1935), s. 366. 25 6 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 2) Devlet ve hükümet makamlarından beylerbeyine, sancakbeylerine ve kadılara, müftülere, mütesellimlere, dizdarlara, defterdarlara, mütevellilere, voyvodalara, müderrislere, eminlere, vilayet ayanlarına ve iş erlerine, memleket idaresi, siyaseti, emniyet ve asayişi, maliyesi, askerliği, vakıf hayratı gibi işlerle ilgili tayin, nakil, azl ve sürgün cezalara çarptırılanlarla, hapis ve idamları; malların müsaderesiyle isyan ve şekavet hareketlerininin bastırılmasına, mevcud kanunlara göre alınacak vergi ve irat kaynaklarıyla devlete ait emlak ve akarların kiraya verilmeleri hususundaki mali işlere, arazi tahrirleri ve tımar tevcihleriyle ilgili toprak idaresi, toprakların işletilmesi ve bunların tescil ve ref ine, askere alma, erzak ve yiyecek tedarikine ve mühimmat maddelerinin imal ve şevklerine, seferberlik hazırlıklarına ve harb kararlarına, çeşitli şikâyetlere, fırtına, dolu, su baskınları ve yangın gibi doğal afetlerle, açlık ve kıtlık sonucu muhaceretlere, hastalık ve salgınlarda alınacak tedbirlere ve daha birçok hususlara dair ferman, berat, divan tezkiresi ve resmî mektublar çeşidinden hükümet merkezinden gönderilmiş emir ve yazı suretlerinin sicillere geçirilmiş olduğu görülmektedir29. Diğer taraftan bu siciller, merkezî ve mahallî idarelerin Anadolu'ya gelip yerleşen Türklerin etnik kökenlerinin hatıra ve delili olarak, şehir, kasaba ve köy adlarının, buralarda yapılan arazi ve nüfus sayımları, nüfus çoğalmaları ve azalmaları, harb, kıtlık, salgın ve ölüm gibi sebepler sonucundaki göçler ve iskânlar dolayısıyla halk hareketlerinin, isyan, şekavet, zorbalık gibi sosyal buhranların yangın, sel, deprem gibi afetlerin, kıtlık ve açlık gibi iktisadî sıkıntıların, belediyelerin, sanat erbabının, esnaf teşkilatı ve loncaların tarihleri, mahallen teşkil edilen orduların tımar tevcihatı dolayısıyla toprak idaresi ve toprağın işletilmesi işlerinin, orduların yiyecek ve erzaklarının tedariki; mühimmat maddelerinin imal ve şevkleri dolayısıyla harp tarihinin; mülkî ve askerî devlet ricalinin müderris, kadı, âlim, şair gibi yüksek tabakanın biyografileri ile eserlerinin, Türk dili ve folklor ile ilgili materyallerle, örf ve adetlerimize ait malzemeler dolayısıyla ilim ve kültür tarihimizin; cami, medrese, han, hamam, medrese, hastahane gibi hayır tesislerinin inşaat ve onarımlarının, yani sosyal hizmet ve yardım kurumlarının bir bakımı da miramî tarihimizin; sağlık çalışmaları hakkında hastalıkların mahallen tedavileri, bulaşıcı hastalıklarda alman tedbirler, yerli ilaç adları, kırık, çıkık vb. cerrahi işleri gören kimselerle hastalar arasındaki münasebetler dolayısıyla tıp tarihinin ve halk tebabetinin ve nihayet Osmanlı Devleti'nin yükselme, genişleme, dağılmasının, 29 Feyyaz Gürkan "Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Dair Bir Araştırma", IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara 1988, s. 767. 7 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ milletimizin ilerleme ve gerilemesindeki sebeplerinin açıklanmasında yardımcı olan pek çok kıymetli vesikaları ihtiva eden kaynaklardır30. Şeriyye sicilleri Osmanlı padişahlarının akdettiği anlaşmalar ve bütün Osmanlı kanunları, Tanzimata kadar Müslüman Türk Devletlerinde, devletler hukuku alanında, İslâm devletleri hukukuna dair şer'i hükümler uygulandığını ve bunların diğer kaynaklarla desteklendiğini göstermektedir. Tanzimattan sonra ise durum tamamen değişmiş ve Avrupa'da yeni yeni gelişen konuyla ilgili hükümler, Osmanlı hukukunu da tesiri altına almıştır.Tanzimat fermanıyla bütün şeriyye mahkemeleri yeni yapıya kavuşturulurken yetki ve vazifeleri yeniden belirlenmiştir. 1870'te Nizamiye Mahkemeleri, 1873'te Meclis-i Tatbikat-ı Şeriyye, 1916'da Kazaskerlik ve Evkaf Mahkemeleri kurulmuş, ancak 1924 yılındaki Mahâkim-i Şer'iyyenin ilgasına dair kanunla bu mahkemelere son verilmiştir31. Günümüze kadar gelen bu tarih hazinesi defterlerin sayısı 20.000'den fazla olup, ülkemiz sınırları dışında kalan defterlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur32. Vaktiyle dağınık halde bulunan bu siciller ilk önce Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilerek çeşitli müzelerde toplanmış, 1980'li yıllardan sonra ise İstanbul dışında Anadolu'nun tümüne ait sicil defterleri Ankara Millî Kütüphane'de toplanmıştır. İstanbul'a ait siciller ise halen İstanbul Nuruosmaniye'de İstanbul Müftülüğü Arşivi'nde bulunmaktadır.Sicil defterlerinin araştırmacıların hizmetine sunulması amacıyla 1960'lı yıllardan itibaren bu defterlerle ilgili olarak bir takım katalog çalışmaları yapılmıştır. Bu konuda ilk katalog çalışmasını 1963 yılında Osman Ersoy yaparak Ankara Etnografya, Bursa, Diyarbakır, Kastamonu ve Sivas müzelerinde bulunan 2422 adet sicilin katalogunu yayınlamıştır33. Osman Ersoy bunun devamı olarak Afyon, Bergama, Bodrum, Çeşme, Çine, Denizli, Fethiye, Foça, İzmir, Karaburun, Karacasu, Kemalpaşa, Kütahya, Manisa, Marmaris, Menemen, Milas, Muğla, Ödemiş, Söke'ye ait 1080 defterin daha katalogunu yayınlamıştır34. 30 Gürkan, agm, s. 768-769. Halil Cin-Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, s. 237 vd. 32 Cahid Baltacı, "Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel Önemi", Osmanlı Arşivleri-Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul 1985, s. 191. 33 Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna ", Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXI/3-4, (1963), s. 3365. 34 Osman Ersoy, "Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru ", Tarih Araştırmaları Dergisi, XIII/ 24, (1979-1980), s. 1-29. 31 8 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Osman Ersoy'un dışında onun çalışmalarına devam olarak düşünülen bir başka katalog Müctebaİlgürel tarafından yapılmış ve bu katalogta Topkapı Sarayı Müzesi'nde toplanmış bulunan Ayvalık, Bafra, Balıkesir, Bandırma, Bartın, Bayramiç, Biga, Bigadiç, Bolu, Burhaniye, Çanakkale, Devrek, Düzce, Eceabad, Edirne, Edremit, Erdek, Ezine, Fatsa, Gebze, Gerede, Giresun, Gönen, Göreme, Göynük, Hopa, İzmir, Kandıra, Mesudiye, Mudurnu, Ordu, Payas, Şebinkarahisar, Rize, Rodoscuk, Samsun, Sındırgı, Tirebolu, Trabzon, Safranbolu, Zonguldak'a ait 2555 adet defter kayda geçirilmiştir 35. Şeriyye sicillerinin kataloglanmasıyla ilgili bir başka çalışma Adana, Adıyaman, Besni, İçel, Malatya, Maraş, Mut, Siverek, Tarsus, Urfa'ya ait 449 adet defteri içermektedir ve Yusuf Halaçoğlu tarafından hazırlanmıştır36.Şeriyye sicilleri ile ilgili en geniş katalog ise Ahmet Akgündüz tarafından hazırlanmıştır37. Hazırlanan bu kataloglar sayesinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan siciller bir nebze olsun koruma altına alınabilmiş ve araştırmacıların hizmetine sunulabilmiştir. 3. Hukuki Açıdan Şeriyye Sicilleri Şer’iyye sicillerinde mevcut olan yazılı kayıtları iki ana guruba ayırabiliriz. Birincisi; mahkeme tarafından (kadılar tarafından) tanzim edilerek yazılan kayıtlardır. Bunlarda kendi aralarında hüccetler, ilâmlar, ma'ruzlar, mürâseleler ve diğer kayıtlar şeklinde tasnif edilebilir. İkincisi ise kadılara hitaben gönderilen ve sicillere kaydedilen fermanlar, beratlar, buyruldular, tezkireler, temessükler şeklinde tasnif edilebilir. Her iki guruptaki belgeler hakkında ayrıntılı bilgiler ise şöyledir; 3.1 Mahkemenin Tanzim Ettiği Belgeler 3.1.1. Hüccet Lügate göre sened, vesika ve delil anlamına gelmektedir38. Terim olarak ise, kadının kararını (hükmünü) ihtiva etmeyen, taraflardan birinin ikrarını ve diğerinin bu ikrarı tasdikini içeren ve üst tarafında kadının mühür ve imzasını taşıyan yazılı belgelerdir. Hüccet yerine zaman zaman senet tabiri de kullanılmıştır. Bazen kadının 35 Müctebaİlgürel, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru", İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, S. 28-29, (1975), s. 123-166. 36 Yusuf Halaçoğlu, "Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru, Adana Şeriyye Sicilleri", Tarih Dergisi, S. 30, (1976), s. 99-108. 37 Akgündüz, age, s. 83-215. 38 Devellioğlu, "Hüccet", agl, s. 388. 9 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ kararlarını ihtiva etse de, üst tarafında mühürlü ve imzalı kadılara ait bütün belgelere de hüccet denildiği olmuştur 39. Çok çeşitli hususları içeren bu belgeler bir nevi noterlik belgeleri olarak kabul edilebilir. Bunlar hakkında yapılan tespitlere göre hüccetler alım-satım, kira, nafaka, 40vekâlet, vasiyet, kefalet, şehadet, ferağ, borç, hibe, rüşdün ispatı, nezir, keşif, sulh, irsaliye vs. konularını içermektedir. Hüccetlerin rükünleri ise şöyledir. İlk önce kadının tasdik ibaresi yer alır. Bundan sonra başlangıç gelir. Sonra ise metne geçilerek önce tarafların takdimi yapılır ve konunun anlatılmasına geçilir. Konudan sonra meselenin sicile kaydedildiğini belirten ibare yer alır. Tarih kısım ise Arapça ve yazı ile yazılır. En sonda ise şuhûdü'l-hâl başlığı altında meselenin görüşülmesi sırasında hazır bulunan kimselerin adlarını içeren kısım bulunur41. 3.1.2.İlâm Arapça ilm kökünden gelen bu kelime bildirme, anlatma demektir42. Hukukî terim olarak ise bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren belgeyi ifade etmektedir. Ancak Osmanlı diplomatiğinde, kadıların şer'î mahkemede görüşülen bir davanın kararını tasdik maksadıyla şeyhülislamlara veya her hangi bir konuda bilgi vermek amacıyla üst makamlara yazdıkları yazılara ilam denilmiştir. Lakin üst makamlara sunulan ilamlar arz niteliğindedir 43. İlâmların rükünlerine gelince en başta elkab yer alır. Bundan sonra önce davacının kimlik tespiti, sonra da davalının kimlik tespiti yapılır. Sonra ise dava konusu ve ardından davalının cevabı yer alır. Davalının cevabı suçu kabul etme, suçu reddetme, suçu kısmen kabul veya karşı suçlamada bulunma şeklinde değişebilir. Eğer davalının iddiayı inkâr ederse bu durumda hâkimin davacıyı ispata çağırdığı kısım yer alır. Bu durumda şahidlerin dinlenmesine geçilir, ancak davacı şahidlerle iddiasını ispat edemezse davalıdan yemin etmesi teklif olunur. Bunlardan sonra ise hüküm kısmı yer alır. Hükümden 39 Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 420; bkz. Abdülaziz Bayındır, İslâm Muhakeme Usûlü, s. 12; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988, s. 108. 40 Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Ankara 1994, s. 350. 41 Ayrıntılı bilgi için bkz. Kütükoğlu, age, s. 350-358. 42 Devellioğlu, "İlâm", agl, s. 426; Mehmet Zeki Pakalın, "İlâm", Osmanlı Tarih Deyimeleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1993, s. 51. 43 Kütükoğlu, age, s. 345. 10 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ sonra Arapça ve yazı ile yazılmış tarih kısmı bulunur. Tarihi müteakiben kadı veya naibin imza veya mührü yer alır44. İlâmda suçun ispatı ikrar yoluyla yani yemin teklifi sonucunda olursa "ilzam", ispat şekli şehadet yoluyla mümkün olursa "tezkiye " ifadesi kullanılmıştır45. 3.1.3. Ma'rûz: Kelime manası olarak arzolunmuş, arzolunan anlamına gelen bu belge türü, kadıların kararlarını ihtiva etmeyen, hüccetler gibi her hangi hukukî bir durumun tespiti açısından yazılı delil olarak kabul edilmeyen ve sadece kadıların icra makamlarına idarî bir durumu arzettiği kayıtlardır46.Ma'rûzla ilâmın en önemli farkı mahkemenin kararının ma'rûzlarda yer almamasıdır 47. Bu tanımlardan yola çıktığımızda halkın çeşitli konularda mahkemelere yaptığı şikâyetlerin, kadının emriyle görevliler tarafından yapılan keşifler ve tahkikat raporlarının, naiblerin daha çok ceza konularında yürüttükleri soruşturma ve kadının tasvibine bağlı olarakverdikleri hükümlerin kadılar tarafından bir üst makama arzedilmesima'rûzlarda yer alan konulardır 48. Ma'rûzun rükünlerine gelince ilk önce arzın muhatabına göre hangi makama yazıldıysa o makama ait elkabyeralır. Bundan sonra konuya girilerek izah yapılırdı. Ma'rûzlarm bitiş formülleri ise yazılan makama göre değişir. Bundan sonra da tarih yer alır. Ma'rûzun sol alt köşesinde arz sahibinin adı ve vazifesini içeren bir imza bulunur 49. 4.1.4. Mürâsele: Arapça resel kökünden türeyen bu kelime lügatte haberleşmek, mektublaşmak ve resmî kadı mektubu anlamlarına gelmektedir 50. Bu durumda kadıların kendilerine denk veya daha aşağı rütbedeki şahıs ya da makamlara hitaben yazdıkları belgeleri ifade etmektedir. 44 Kütükoğlu, age, s. 345-348. Cin-Akgündüz, Türk-İslâm Hukuk, I, s. 421. 46 Cin-Akgündüz, age, s. 421. 47 Cin-Akgündüz, age, s. 421; 48 Kütükoğlu, age, s. 218-219; Bayındır, age, s. 19 vd. 49 Kütükoğlu, age, s. 219. 50 Devellioğlu, "Mürâsele ", agl, s. 732. 45 11 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 3.2. Üst Makamdan Gelen Belgeler 3.2.1.Fermanlar ve Beratlar Padişahtan gelen tuğralı emirlere ferman adı verilir. Bu belgeler bir konu hakkında padişahın kendisine İslâm hukuku çerçevesinde tanınmış olan yasama yetkisine dayanarak veya icra kuvvetinin başı olması nedeniyle padişahın kesin tavrına göre kaleme alınmış ve sicillere evâmirveya ferman olarak kaydedilmiştir51.Arapça asıllı bir kelime olan ve yazılı kâğıt anlamına gelen berat ise bazen nişan olarak da adlandırılmıştır. Bu tür belgeler padişah tarafından bir memuriyete tayin, bir gelirden tahsis, bir şeyin kullanılma hakkı, bir imtiyaz veya muafiyetin verilmesi halinde düzenlenen ve üzerinde padişahın tuğrasının yer aldığı belgelerdir52. 3.2.2. Buyuruldu Türkçe buyurmak mastarından türetilmiş bir kelimedir. Osmanlı diplomatiğinde sadrazam, vezir, deterdar, kazasker, kaptanpaşa, beylerbeyi gibi yüksek rütbedeki vazifelilerin, kendilerinden aşağıdakilere gönderdikleri emirleri ifade eden terimdir53. 3.2.3 Tezkire, Temessük ve Diğer Kayıtlar Zikr kökünden gelen ve tezekküre vesile olan şey manasındaki54 tezkire aynı beldedeki resmî daireler veya şahıslar arasındaki yazışmalara dair belgedir55. Sicillerdeki tezkireler isesadrazam gibi yüksek rütbeli memurların özel kalem müdürleri olarak kabul edebileceğimiz tezkireciler tarafından yazılmıştır. Bunlar tahrirat olarak da adlandırılır56. TemessükArabçamesek kökünden gelmekte ve tutunma, sarılma anlamını taşımaktadır 57. Kısaca borç senedi diyebileceğimiz temessüklermîrî arazi veya vakıf arazisinden yapılan satışlar neticesinde tasarruf sahiplerine verilen belgeler şeklinde de telaffuz edilebilir58. Bunların dışında sicillerde memur izni, vergi ve cizye toplanması, müderris tayini, ihtida işlemleri gibi çok çeşitli konuları 51 Akgündüz, age, s. 39; Fermanlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kütükoğlu, age, s. 99-124. 52 Kütükoğlu, age, s. 124. 53 Kütükoğlu, age, s. 197. 54 Kütükoğlu, age, s. 245. 55 Pakalın, “Tezkire”, OTDTS, III s. 491. 56 Akgündüz, age, s. 46. 57 Devellioğlu, "Temessük", agl, s. 1073. 58 Akgündüz, age, s. 48. 12 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ belgeler yer almaktaysa da üzerinde çalıştığımız sicilde bu türden belgelere rastlamadık. 4.569 NUMARALI KARAHİSAR-I SAHİB ŞER'İYE SİCİLİ 569 No'luKarahisar-ı SahibŞer'iyye Sicili Cemaziye'l-evvel 1261 (Mayıs 1845) senesinde başlayıp 3 Cemaziye'1-ahir 1261 (Haziran 1845) senesinde sona ermiştir. Belge sayısı; 400, sayfa sayısı; 138, boyutu; 18.5x50 cm olup sırtı siyah meşin, satıhları siyah pantizot bez kaplıdır. Yazı şekli rik'a olup sade bir dil kullanılmıştır. Ankara Millî Kütüphane'de 569 numarada kayıtlıdır. 4.1.Defterde Bulunan Belge Çeşitleri:Makalenin konusunu oluşturan 569 noluKarahisar-ı SahibŞer’yye Sicili ile ilgili belgelerin çeşitleri aşğaıdakitanlolarda konusuna ve belge numaralarına göre gruplandırılarak verilmiştir. Tablo1.Hukuk İçerikli Belge Çeşitleri İLAMLAR Konusu Belge Numarası Alacak Davası 10, 19, 49, 50, 51, 52, 54, 61, 65, 67, 72, 77, 78, 79, 80, 81, 84, 88, 89, 92, 93, 94, 95, 97, 98, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 135, 137-A, 141, 142, 144, 145, 146, 147, 151, 155, 156, 160, 164, 167, 168, 174, 218 İsbat Davası 343, 365 Nafaka ve Mihr-i müeccelTalebi 224 Sulh 40, 44, 45, 46, 47, 48, 137-B, 152, 161, 162, 208, 230, 244, 260, 320, 371,372 177,261,321 Hibe HÜCCETLER Konusu Belge Numarası Nafaka Hücceti Kefalet Hücceti 13, 31, 69, 107, 123, 210, 246, 254, 268, 291, 317, 325, 339, 342, 381 119,253,341 Vekalet Hücceti 1, 345, 348, 377, 393 Veraset Hücceti 204,234,243,253 13 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Kefalet 5, 6, 7, 8, 9, 12, 18, 20, 23, 24, 27, 29, 35, 37, 56, 74, 75, 85, 86, 90, 102, 103, 104, 105, 111,114,136, 166, 179, 180, 185, 198,200,205,207,213, 214, 219, 220, 228, 229, 240, 241, 242, 248, 249, 250, 251, 252, 255, 256, 269, 270, 271, 272, 273, 274, 275, 276, 288, 290, 292, 296, 298, 299, 306, 307, 308, 309, 310, 312, 322, 332, 346, 358, 367, 368, 369, 370, 380, 385, 391,397,398,399,400 2, 3, 14, 21, 25, 30, 55, 58, 76, 112, 113, 172, 209, 262, 263, 284, 287, 316, 328, 344, 347, 356, 375, 392 199,253,341 Sened Düzenlenmesi 82,211,266,267,302,323 Nikah Akdi ve Mehir 106 Boşanma 117,159,224,293,337 Vesayet hücceti 376 Satış akdi 4, 11, 15, 16, 17, 22, 26, 28, 33, 36, 38, 39, 53, 57, 59, 60, 62, 63, 64, 66, 68, 70, 73, 83, 87, 91, 96, 99, 101, 108, 109, 110, 115, 116, 119, 121, 122, 124, 125, 126, 133, 134, 138, 140, 143, 148, 149, 150, 153, 154, 157, 158, 163, 165, 169, 170, 171, 173, 176, 178, 186, 187, 188, 194, 195, 196, 197, 201, 202, 203, 206, 215, 216, 217, 221, 223, 226, 227, 231, 232, 233, 235, 236, 237, 238, 245, 247, 257, 258, 259, 264, 265, 277, 278, 279, 280, 281, 282, 283, 285, 286, 294, 297, 300, 301, 303, 304, 305, 311, 313, 314, 315, 318, 319, 324, 326, 327, 329, 330, 335, 336, 338, 350, 351, 352, 354, 355, 357, 359, 362, 373, 374, 383, 384, 386, 394, 395, 396 VAKFİYET 100 MA'RUZLAR 41, 42, 43, 132, 139, 175, 208, 212, 333, 334, 337, 364, 366, 378, 379 Terike Vasi Tayini 4.1.2.Konularına Göre Belge Çeşitleri: 569 noluKarahisar-ı SahibŞer’yye Sicilinde bulunan Mahalle, Kaza, Nahiye ve Köyleri gösteren idari ve fiziki yapı ile ilgili tablaolar aşağıda varilmiştir. Tablo2. İdari ve Fiziki yapı(Mahalle, Kaza, Nahiye Ve Köyler) Şehir Kaza Mahalle Nahiye Köy Belge numaraları Karahisâr-ı Merkez Sâhib Hacı Abdurrahman 1,7,328,332 ‘’ Marulcu 2,6, 13,331 ‘’ 14 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ ‘’ ‘’ Çavuşbaşı 3, 8, 36, 68, 138, 149, 173, 231,240,368 ‘’ İL Hacı Nuh 4,96, 150,197,337 ‘’ ii Karaman 5, 11, 14, 20, 21, 29, 30, 21, 59, 73, 104, 133, 134, 140, 157, 158, 186, 188, 200, 202, 203, 204, 216, 229, 236, 321, 322,361,371 ‘’ ‘’ Cami'-i Kebîr 9, 16, 99, 228, 264, 300, 304, 305,315 İC İL TâcAhmed 10, 66, 110, 171, 201, 243, 267,270,296,303, 311,384 ‘’ Li Ak-mescid 259,291 ‘’ ‘’ Zaviye 15,64,320,362,37 4 ‘’ ‘’ Nasârâ 17, 55, 56, 71, 90, 124, 125, 153, 172, 198, 235, 250, 261, 299, 308, 330, 347, 400 ‘’ LL Hacı Cafer 19,217,223 ‘’ LL Cansız 251,351 ‘’ LL Arab Mescidi 22, 107, 115, 220, 242, 284, 298, 329, 345, 370, 376, 395, 396 ‘’ LL Hacı Yahya 26, 41, 42, 58, 69, 148, 341, 349, 372 15 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 11 ii Sinan Paşa 33, 143, 169, 277, 279, 280, 281, 282, 285, 286, 294, 307, 340, 356 ‘’ 4C Molla Bahşî 37, 117,343,354 ‘’ CC Yukan-Pazar ‘’ ‘’ Hacı Eyûb 38,62,63,258,350, 394 39,91 44 Hacı Nasuh 43, 247, 252, 283, 335 44 Burmalı 44 Anastına 53, 70, 195, 207, 324, 377 57, 74, 86 44 Hacı Ali oğlu 60, 196, 227, 253, 254, 380, 398 44 Bedrik 246 tt Ardıç 82, 237, 257 44 83,295,357 44 Dâ'îveya Dayı Receb Gündoğmuş 4İ Medli 297, 302 44 Kayadibi 108,314,348,367, 381 44 Kâhil 66 Kubbelü 109, 119,230,245,205, 310 111, 112,287,353,399 (6 Nurcu 116,266,273,383 U Sinan Halife 222, 238 ££ Hacı Mahmud Voyvoda 121, 176,289,301,319 122,386 66 Hacı Evtal 138, 244 ü Doğancı 159,226,268,302, 312 (6 Kara Kâtib 187 U Hacı Mustafa 199,232 44 Efecik 205 66 87, 241 16 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ £4 Fakîh Paşa 209, 210, 211, 213, 214, 215, 224, 293 44 Çavuş-oğlu 318,338 44 Hacı İsmail 323 44 Nahılcı 333,373 44 Egeste 339, 344 44 44 Ayvalı 12 44 44 Köyceğiz 18 44 44 Susuz 23 44 44 Elpirek 24,25 44 44 Sülümenli 27,309,391,392,3 93 Bolca 29 Erkmen 32, 180, 194 Kunduzlu 34 Çıkrık 35,214,313 Bozöyük Süklün 239,262,271,272, 290,316 63,255 Düzağaç 63 Boyalı 63 Senir 63 Anbanas 63,234,317 Çepni 63 Bayatcık 63 Küçük Çorca Kara-ağaç 221 Erbeli 63 Köprülü 75,76, 113, 114 Mihâil 85, 248, 249 Salar 100, 101,397 Karaca Ahmed 102,263,275 Bey 106 İsmail 276 Işıklar 123 Çakır 126,180 Altıntaş 17 63 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Kışlacık 170, 220 Corca-i sagîr Corca-i kebîr Eski Emir 179 İsçe 325,348,375,385 Teber 327 Büyük Çobanl ar 353 306 358 Sincanlı Hırka 40, 77, 78, 79, 80, 81, 84, 88, 89, 92, 93, 94, 95, 97, 98 Sincanlı Gönü 63 Sincanlı Paşa 228 Sincanlı Güney 268 Sincanlı Sefiir 269 Karamık Kara caviran 63,218 Bolvadin Sandıklı Sandıklı 105 174, 364 Eyce 177, 206 Sandıklı Memi 118 Sandıklı Davul 118 Sandıklı Corca-hisar 118 Sandıklı Kızık 120 Hân Bavurdu 326 Hân Barçınlu Dinar Bayat 369 274 Şuhud 161, 162, 163 Şuhud Nefs-i Şuhud 127, 128, 129, 130, 131, 135, 137a, 141, 142, 144, 145, 146, 151, 152, 154, 169 Şuhud Horos 219 Şuhud Baş 165 18 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Şuhud Bedeş 129, 130, 131, 138, 137b, 144, 146, 152, 154, 160 Şuhud Anayurd 131 Şuhud Arab 137 Şuhud Ağir 147,156 Şuhud Kürdler 151 Şuhud Aydın 164 Bulgaristan Samako Konya Beyşehir Hamid Bozkır Ma'deni İsparta 103 Nekri İskender 353 305 Tablao 3.Karahisar-ı Sahib'e ait Yer Adları Mahal Adı Belge No: Abdest-kayası(Altıgöz' de) 188 Altı-göz üveği(İhtisab toprağında) 108 Akyar (Senir Karyesi'nde) 276 Ahur-suyu 304 Arasta-içi (Sandıklı-Teber) 163 Argar (Muttalib toprağında) 187 Ayvalı Deresi(Ayvalı Karyesi'nde) Cirid Kayası (İhtisab toprağında) 236 Çoban kayası (Kınık Karyesi'nde) 324 Değirmen Çayın 118 Develi-kaya (Muttalib toprağında) 111 Dişlek (BavurduKaryesi'nde) 326 Erenler Deresi (Çakır Karyesi'nde9 126 Göce-tören (Sandıklı Mami'de) 118 Gök-pınar Yaylası (Sandıklı-Kızık) 120 Gönpazarı 352 Gözlüce (BavurduKaryesi'nde) 326 Hıdırlık (İhtisab toprağında) 64 Hıdırlık-Katırcıpınarı (İhtisab toprağında) 109 Hıdırlık-Demle pınarı (İhtisab toprağında) 232 Hüdâî Ilıcası (Sandıklı) 118 19 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ İncik (Kınık) 195 İksar (Erkmen) 32 İnecik 361 Kağm-burnu (Teber'de) 332 Kanlı-burun (Teber'de) 247 Kapan-önü 352 Kapu-kaya 120 Kar Köy (Muttalib toprağında) 171 Karaağaç Boğazı (Teber'de) 314 Karılar Pazarı 71 Kartlık (Teber'de) 169 Kebe-dere (Kışlacık'ta) 170 Kırözü (BavurduKaryesi'nde) 326 Kiçi-bayat (Erkmen'de) 194 Kuruköprü (Teber'de) 11 Küp-başı (Sandıklı) 219 Mezâristân 361 Nar-gediği (İhtisab toprağında) 26 Olucak (îhtisab toprağında) 361 Sancak-tepe (Kınık'ta) 354 Saraçhane 346 Su-uçuran (Muttalib toprağında) 231 Şahin Kayası (Bavurdu'da) 326 Tablo 4. Camii ve Medreseler Adı Belge no: Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfi 346 İmaret Cami'-i Şerîfi 273 Kubbelü Câmi'-i Şerîfi 213 Ot Pazarı Cami'i Şerifi 379 Salar Karyesi Cami'-i Şerîfi 100 Tevfikiye Cami'-i Şerifi 365 Zülâlî Cami'-i Şerifi 216 İmâret-i Cami'-i Şerîfi Medresesi 273 Tevkifiye Medresesi 365 20 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ VAKIFLAR Vakıf Adı Belge No: Abdurrahman Mısrî Cami'-i Şerîfı Vakfı 346 Cami'-i Kebîr Vakfı 400 Germiyan Han Vakfı 360 Hacı Evtal Cami'-i Şerîfı Vakfı Hacı Baba Haşmesi Vakfı 180 Hark-ı Kebîr Vakfı 352 Halil Efendi-zâde Abdullah Efendi Vakfı 319 Kayadibi Mahallesi Çeşmesi Vakfı 346 Leblebici Sarı El-Hac Ahmed Vakfı 379 Ot Pazarı Câmi'-i Şerîfı Vakfı Yar-geldi Sultan Vakfı 37 ÇEŞMELER Çeşme Adı Belge No: Hacı Yusuf Çeşmesi 33 Karaman Mahallesi Çeşmesi 200 Kör Çeşme 22 Sarı Çeşme 384 Teber Çeşmesi 197 HANLAR Han Adı Belge No: Balık Hanı 157 Germiyan Han 360 Küçük Bezzâzistan 379 Taş Han 319 Taş Bezzâzistan 157 Turunç Han 335 Yeni Han 335 4.1.2.2 İktisadi Yapı 569 NoluKarahisâr-ı SâhibŞer'iyye Siciline göre Afyon'un iktisadî yapısı hakkında kesin bir hükme varmak mümkün değildir. Defterde geçen lakaplardan hareket ederek şehrin iktisadi yapısını teşkil eden meslek gurupları tespit edilebilir. Ancak bu lakaplardan kişilerin o işle meşgul oldukları sonucu çıkartılmamalıdır. Lakin 21 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ genel durumu ortaya koyması bakımından tespit edilen meslekler aşağıda verilmiştir. Tablo 5. Meslek adları Meslek Adı Belge No Eskici 1 Demirci 1 Çengelci 4 Hamamcı 10 Kâtib 10 Bağçıvan 14 Muhzır-başı 14 Muhtar 14 Berber 16 Bakkal 16 Çalgıcı 19 Müftü 19 Kahveci 20 Bağcı 21 İmam 24 Dülger 26 Keçeci 26 Manav 26 Boyacı 29 Debbağ 29 Duhancı 29 Yağcı 30 Aşçı 32 Hafız 37 Yorgancı 119 Mestçi 119 Dökmeci 124 Uzengici 132 Taşçı 144 Çıkrıkçı 149 Çaycı 176 22 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Ketenci 187 Kadayıfçı 187 Gemci 198 Na'lçacı 199 Tütüncü 205 Mu'allim 207 Tahmisci 208 Kavukçu 211 Hekim 214 Okçu 217 Kağnıcı 227 Marangoz 237 Helvacı 269 Çukadar 269 Papuççu 277 Dülger 278 Kuyumcu 279 Sırmacı 280 Yemişçi 284 Haffaf 287 Demirci 296 Kahveci 297 Leblebici 304 Arabacı 304 Etmekci 317 Vâ'iz 37 îğneci 39 Abacı 41 Sarrâc 41 Bezzâs 55 Bakırcı 57 Attar 57 Kundakçı 57 Çerçi 61 Çömlekçi 63 Rençber 63 23 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Türbedar 63 Nerdübancı 63 Terzi 63 Bâzergân 63 Kürkçü 63 Merkebçi 63 Körükçü 64 Çıracı 70 Camcı 71 Kitabçı 73 Deveci 75 Çubukçu 91 Çizmeci 96 Çoban 103 Kaimmakam 104 Palancı 108 Na'lbant 109 Düğmeci 110 Semerci 116 Kalaycı 117 Kebabçı 119 Kemâneci 329 Çilingir 330 Noktacı 335 Kazgancı 336 Derici 342 Kantarcı 355 Kandilci 370 Sepetçi 370 Hammal 371 Külcü 375 Barutçu 382 Koşumcu 386 Tarakçı 398 24 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 4.1.2.2.1.Para-Fiyatlar 569 noluŞeriyye Sicilinde bulunan terike kayıtları yanında diğer belgelerden de hareketle halkın geçim durumunu, yetiştirdiği ürünleri, günlük hayatta kullandıkları eşyaları ve bu eşyaların fiyatlarını öğrenebiliriz. Defterimizdeki terike kayıtlarının çokluğundan dolayı bütün terikeler dikkate alınmamış, sadece içeriği zengin olan belli başlı terikelerden hareketle bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Tablo 6. Küçük-büyükbaş ve yük hayvanlarının fiyatları Hayvanlar Aded Belge No: Fiat Öküz 1-1-3 18-63-346 300-100-180 İnek 2 18 40 Tosun 1-1-2 18-63-75 40-50-150 Merkep 2-1-2 18-75-198 100-50-200 2 Yaşında Merkep 3 29 90 Sağmal Koyunlu Kuzu 9 18 225 Koç 1-1-4 18-29-346 70-40-300 Sağmal Oğlaksız Keçi 9 18 200 Çebiş Keçi 2 18 40 Buzağılı Camız 1 24 350 Sıpalı Merkep 1-1 24-114 80-100 Kuzulu Koyun 2-5-15 24-27-29 60-1180-500 Keçi 1-1-5 63-346-24 25-30-375 Toklu 5-87-10 29-346-391 125-2760-100 Kancık Merkep 1-2-1 27-75-114 60-200-250 Oğlak 15-15-7 13-346-369 165-50-230 Doru Kır Kısrak 1 63 400 1 yaşında Erkek Tay 1 63 1500 Taylı Kısrak 2-1-1 75-114-272 600-250-100 Kısır Kısrak 7-1 75-369 1800-50 Iğdiç 1-1 75-228 300-150" 1 yaşında Kancık Tay 1 75 1500 Kancık Camuz 4 75 1200 1 yaşında Erkek Camuz 4 75 900 25 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 1 yaşında Erkek Malak 1 75 100 Buzağılı İnek 5-5-1 75-272-274 500-350-100 Kısır inek 7-1-3 75-272-346 300-25-150 Kısır Koyun 25-8-2 75-114-248 800-256-60 Kancık Şişek 1 114 350 Dana 4-1-8 272-346-369 60-10-80 Doru Esb 1 229 93 Düğe 2-1 272-385 300-60 Tahıl veTahıl Ürünleri Mikdarı Belge No Fiat Bulgur (Keyl) 1-3 18-24 30-180 Hınta 1-5-1,5 272-198-248 180-60-60 Şa'îr 2-7-3 248-255-272 80-280-120 Burçak 1 255 20 Saman 3-8 Araba 358-389 90-540 Dakîk 2,5 18 35 Nohud 12 Ölçek 397 70 Darı 8 Ölçek 397 30 Ot 2 Araba 358 60 Haşhaş 3 Çek-12 18-24 Ölçek 21,5 Kıyye 205 225-116 Tütün Karpuz Çekirdeği lOOKıyye 198 150 AltınınCinsi Mikdarı Fiatı Belge No Mahmudiyye Altını ve beşi birlik Mahmudiyye Altını - 3540 k. 11 19 aded 380 k. 268 Takım Altın - 1338 k 10 p. 391 Loz Altını 1 aded 94 k. 266 Sandıklı Altın 1 aded 28 k. 266 Mahmudiyye nısfı 2 aded 74 k. 266 86 Tablo 7. Altın fiyatları 26 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Tablo 8. Bakır ve Gümüş fiyatları Cinsi Ağırlığı Fiatı Sim sutaşı (1 aded) 93 dirhem fi 70 k. 62 k. 10 p. 11 Sim kemer kaşı (2 aded) 37 dirhem, fi 2 k. 73 k. 11 Evanî-i nühasiye 87 müdd. Fî 10 k. 30 k. 97 Sim mecidi 73 müdd, fî 20 k. 1460 222 Gümüş 3.5 dirhem 7k. 30 p. 220 Belge No Tablo 9.Karahisar-ı Sahib'de kullanılan eşya ve giyeceklerden bazıları ve fiyatları Kullanılan Eşyalar Aded Belge No: Fiat Simlice Piştov 1 6 50 Simlice Heybe 1 6 10 Kar Takım Tüfenk 1-1 6-24 40-20 Kahve Cezvesi 9-2 6-7 40-5 Kahve Değirmeni 1-1 6-8 25-10 Billur Bardak 20 6 20 Kütahya Kari Tabak 9-9 6-63 10-30 Müstamel Kilim 8-1-1 6-7-23 200-30-25 Müstamel Seccade 4-1 6-7 20-5 Halı Seccade 1 63 50 Kıl Palas 1-4 6-111 12-150 Müstamel Yorgan 1-1 6-18 50-10 Yün Basma Döşek 2 6 25 Müstamel Çuka Abdestlik 5-1 6-24 100-40 Köhne Çuka Sunta 1 6 15 Müstamel Entari 1 6 15 Müstamel Firenk Şalı 1-2 7-7 10-15 Çiçekli Şalvar 1 7 20 Bez Şalvar 1 38 12 Beyaz Peşkir 2 7 10 İşleme Peşkir 2 7 20 Tahta Sandık 2-1 7-38 20-20 Pembe İplik Kıyye 20 7 25 Leğen ma İbrik 1-1 7-56 50-30 İbrik 1-1 56-63 35-70 27 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Evani-i Nuhâsiye Kıy. 54 fi. 8 7 612 Tüfenk 1-1 7-12 10-100 Köhne Yorgan 1-1 63-102 30-6 Köhne Döşek 1 102 12 Şamdan 2-1 8-74 15-15 Çuval 3-2-1 8-12-23 10,5-40-80 Hırdavat-ı Menzil 1-1 8-12 25-10 Çekiç ve Külek 3 12 20 Müstamel Aba Döşek 1 18 20 Kıl Libas 1 18 30 Yasdık 1 18 5 Kadife Yasdık 2 63 30 Bakraç 1-1 23-144 10-55 Merkep Semeri 1 23 10 Tepsi 1 23 15 Köhne Şalvar 1 23 10 Müstamel Palas 1-1 24-29 10-30 Kıbrıs Kiçeci 46 fi 29 322 Debbağ Yünü Kıy. 15 29 50 Kırmızı Kapaklı Kiçe 16 29 192 Kırmızı Kapaklı Kiçe 35 29 350 Cedid Gömlek 5 38 60 Müstamel Şitari 1 38 25 İşleme Çarşaf 2 38 100 Peşkir 6 38 20 Aba Yağmurluk 2 56 60 Nargile 1 56 20 Kıbrıs Kari Yorgan 5 56 60 Hümâyun Bezi Topl 56 35 Üsküdar Kari Bez top 3 56 200 El Değirmeni 1 56 5 Denizli Alacası 5 56 60 Frenk Şal 1 63 40 Cedid Kutnu 2 63 80 Halep Kari Kutnu 3 63 210 Gönüzlü Çitari 1 63 60 28 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ İhram 2 63 20 Kehribarlıca İmameli Duhan Çubuğu Minder Beyaz 1 63 35 2 63 84 Hah 1 74 40 Müstamel Yorgan 3 85 50 Mest 9 çift 90 35 Zenne Papucu 60 çift 210 200 Çocuk Çizmesi 3 çift 90 15 Lenger 1 63 48 Haybe 2 90 5 Kazgan 1 104 143,5 Tencere 1-5 104 21-25 Sahan 1-2 104 26 Su Tası 2 104 45 Sofra 1 104 4,5 Keten İpliği Zira 111 36 Pamuk İpliği lkıy. 111 15 Makrome 1 136 25 Müstamel Çitari 1 136 50 Yağ Tavası 1 166 4 Sac Ayak 1 179 3 Keten Tarağı 1 179 5 Urba 2 180 60 İşleme Peşkir 4 136 20 İşleme Yağlık 2 136 6 Cedid Geri 2 180 120 Kemer 2 185 5 Kise 1 185 1 Beledi Döşek 1 198 50 Beledi Yorgan 2 198 60 Cenevre Saati 1 198 200 Elvan Renk Basma Top 23 198 1500 Silahlık 1 205 7,5 Tütün Tablası 3 205 9,5 Dülbent Entari 220 30 Altıparmak Entari 220 8 29 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Güğüm 228 10 Çözme Çarşaf 242 7,5 Çmber Kürk 251 10 Kütahya Kasesi 273 10,5 Kılınç 273 8,5 Melez Don 298 9 306 200 251 3 Tahra 309 3 Balta 309 5 Tırpan 309 2,5 İpekli Kuşak Uçkur 3 Orak 309 1 Çapa 4 309 2,5 Mushaf-ı Kebir 1 346 1 4.1.2.3 Sosyal Yapı Türk sosyal hayatına dair yapılan çalışmaların en önemli kaynaklarının başında şeriyye sicilleri gelmektedir. Bu sicillerde insanların günlük hayatlarında kullandıkları herşey(araçlar, yiyecek, içcecek vb.) defterere kaydedilmiştir. Buradan hareketle halkın refah seviyesi ile ilgili genel bir kanaata ulaşılabilir ve hattaşehir tarihi çalışmalarının şeriyye sicillerinin değerlendirilmesiyle çok daha ileri boyutlara taşınacağı inancındayız. Aşağıda yanbaşlıklar şeklinde verdiğimiz günlük kullanıma yönelik tutulan kayıtlarla ilgili başlıklar bulunmaktadır. 4.1.2.3.1. Nafaka ve Kisve Baha Lügatte yiyecek parası, geçimlik, birinin kanunen geçindirmek zorunda olduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık para anlamına gelen nafakanın alınabilmesi için; sahih bir evlilik yapılması ve zevce kocasının istifade edebileceği durumda olmalıdır.Defterimizda nafaka aylık olarak takdir edilmiş olup kişilerin maddî durumları ile doğru orantılı olduğu ortaya çıkmaktadır. Belirlenen miktar 7.5guruştan 200 guruşa kadar nafaka tayin edilmiştir. Bunun yanında fazla gelen nafaka mikdarlarından da ödeme güçlüğünden dolayı indirime gidildiğini ya da günün şartlarına göre arttırıldığına da şahit oluyoruz. 30 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 4.1.2.3.2. Vesâyet Bir yetimin ya da akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimseye vasi,65 taşınan sıfata da vesayet denir. Bir kimsenin vasi olabilmesi için akılbali, hür, müstakim ve tüm yetkileri kullanabilecek durumda olmalıdır. Vasi tayinlerinde öncelik aile yakınlarına, olmadığı durumlarda ise kadının belirleyeceği kişiler vasi tayin edilir. Defterimizdeki vasi tayinleri; çocukların ruiyetine, varislerin hisselerinin alınmasına ya da vasi değişimine ilişkindir. (Bkz. Belge No: 112-76) 4.1.2.3.3. Vekâlet Başka birinin işini görmeğe memur olmak, başkasını kendisinin yerine geçirmesi demektir.66Vekâleticab ve kabulle olur. Vekil müvekkili adına hareket eder. Vekilin kendisine verdiği hakların dışına çıkamaz. Genel ya da özel olabilir. Defterimizde bulunan vekâlet hüccetleri genellikle satış, veraset davalarının takibi ve dışardaki malların alınması ile ilgilidir. (Bkz. Belge No: 345-348-377) 4.1.2.3.4. Veraset Varislik, mirasçılık, mirasta hak sahibi olma demektir. Ölen bir şahsın dünyada kalan mal ve haklarını varislere kalmasına veraset denir.67 Defterimizde verasetle ilgili çok sayıda hüccet bulunmaktadır. Bu kayıtlarda terikenin dökümü yapılarak, masraflar ve borçlar çıkarıldıktan sonra mı? 4.1.2.3.5. Boşanma ve Mehir Lügatte boşanma, nikâhlı kadını bırakma anlamına gelmekte olan ta'lâkla ilgili defterimizdeki az sayıdaki belgelerde boşanmaların kadının kendi rızasıyla mihr-i mü'eccel hakkından vazgeçmek suretiyle gerçekleştiğini görüyoruz. Nikâh esnasında erkeğin kadına vermeyi vadettiği nikâh bedeli mehir olarak adlandırılmıştır. Mehrin peşin olarak ödenmesine "mihr-i mü'accel", nikâhtan sonra ödenmesine "mihr-i mü'eccel" denilmiştir. Ancak defterimizde bir hüküm bu konuyla ilgili olduğundan herhangi bir yargıya varamıyoruz(106). Ancak defterimizdeki az sayıdaki boşanma ile ilgili hükümden hareketle mihr-i mü'eccelmikdarını62,5guruş ile 125 guruş arasında olduğunu görüyoruz. Bunun yanında terikelerde sık sık geçen mihr-i mü'eccel alacağıyla ilgili olarak 42,5guruşdan 2000 guruşa kadar varan bir durum söz konusudur ki bunun kişilerin maddî durumlarıyla alakalı olduğu ortaya çıkmaktadır. 4.1.2.4. Demografik Yapı 569 Noluşeriyye sicilinden hareketle Afyon'un 1845'teki nüfusu hakkında bir kanaate ulaşmak imkansızdız. Zira Afyon'da 31 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ yaşamış olan insanların ne kadarının mahkemeye intikal eden işlerinin olduğunu bilemeyiz. Ancak Afyon'da Türk ve Müslümün nüfusun yanında az da olsa gayr-i müslimnüfusda olup sayılarının cüz'î bir oranda olduğu inancındayız. Gayr-i müslimlerin daha çok Nasârâ Mahallesi'nde yaşadığını defterimize göre söyleyebiliriz. Afyon'da müslümanlarla gayr-i müslimler arasında bir ayrımın olmadığını görüyoruz. Ticaret alanında faal olan bu insanlar zanaatkârlık ve esnaflık gibi mesleklerle meşgul olmaktadırlar. Defterimize göre 1845'lerde gayr-i müslimlerin genellikle arazi aldıları dikkati çekmektedir. Bu satış müslümanlardan gayr-i müslimlere doğru cereyan etmiştir. Hukuki açıdan anlaşmazlıklarını müslüman unsurlar gibi şer'î hukukun uygulandığı şeriyye mahkemelerinde çözmeye çalışmaktadırlar. Hatta mirasların paylaşımında bazenhisse esasına uyduklarına tanık oluyoruz. Öte yandan Afyon'un Sandıklı Kazası'nda gedik esnafının varlığı dikkat çekmektedir. 364 nolu hükümde demirci esnafı ile nalbant esnafı arasındaki bir anlaşmazlık konusu vukuu bulmuş ve bu anlaşmazlığın çözümünde her iki esnafkolunun gedikleri olaya bizzat el koymuşlardır. 4.1.2.5. Kitap İsimleri Tereke kayıtlarından kitap isimlerine de rastlanılmıştır. Bu kitap isimlerinden o dönemin kültür düzeyini tesbit etmek mümkündür. Ayrıca o dönemin kitap fiatlarını yansıtması açısından da önemlidir. Kitap Adı Cild Kelâm-ı kadîm Gülistan ve Bend-i Attar 1-1 Tercüme-i Hikaye Hatt Risalesi ve Tayfur 1-1 En'am-ı Şerîf Sâccild Fiatı Belge No 20.5 273 18 273 17 273 14 273 5.5 185 23 185 Tefsîr-i Kadı Beyzâvî 2 7290 341 Dürer-i gurer 1 1147 341 Sonuç Şer’iyye sicilleri, mahkemeye intikal eden meseleler ve kadıların verdikleri kararların kaydedildiği defterlerdir. Bu defterler 32 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Osmanlı Tarihi çalışmalarında önemli kaynaklardan biridir. Özellikle şehir tarihi çalışmalarında kıymetli bilgiler muhteva eder. 569 NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicili 1845 tarihinde tutulmuş olup, bu dönemde şehrin sosyal ve iktisadi yapısına ışık tutmaktadır. Bu defterde Osmanlı hukukunun XIX. yüzyıldaki işleyişi görülmektedir. Ayrıca defterdeki kayıtlardan Afyon Karahisar’da yaşayan halkın sosyal statüsü, kültür seviyesi ve şehrin ekonomik yapısıyla ilgili genel bilgilere ulaşılabilmektedir. Defterde bulunan hukuki belgeler hüccet, ilam, ma’ruz ve mürasele gibi mahkemelerin tanzim ettiği belgeler ile ferman, berat, buyuruldu, tezkire, temessük gibi üst makamlardan gelen belgelerden oluşmaktadır. İncelediğimiz sicil defteri Afyonkarahisar şehrinin 1845 yılındaki idari ve fiziki yapısı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Defterde 44 mahalle 8 kaza 52 köy ismi bulunmaktadır. Buna göre Afyon’da nüfusun merkezde toplandığı, kırsal nüfusun yoğun olmadığı ya da kırsalda yaşayan insanların anlaşmazlıklarını mahkemeye taşımadıkları söylenebilir. Ayrıca defterde 7 camii 2 adet de medrese adı geçmektedir. Defter kayıtlarında bir de gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleden bahsedilmektedir. Buradan insanların inaçlarına saygı gösterildiği ve bu konuda bir baskının olmadığı sonucuna ulaşılabilir. Defterde geçen 11 adet vakıf ismi dönemin en önemli iktisat ve hayır kuruluş kuruluşu olan vakıfların yaygınlığını göstermesi açısından önemlidir. Defterde geçen 7 adet han ismi şehrin iktisadi olarak canlılığını göstermektedir. Yine defterde geçen 101 farklı meslek ismi şehrin ekonomik canlılığı hakkında fikir vermektedir. Bu defterdeki belgelere bakılarak halkın geçim durumu, yetiştirdiği ürünler, günlük hayatlarında kullanmış oldukları eşyalar ve bu eşyaların fiyatları hakkında da fikir sahibi olunabilmektedir. Örneğin hayvan yetiştiriciliği ile ilgili olarak büyükbaş hayvalardan çok küçükbaş hayvanların beslendiği görülmektedir. Bu durum şehirde meraların ve otlak alanların yetersiz olduğu, şehrin iklimi ve bitki örtüsünün büyükbaş hayvan yetiştiriciliği için uygun olmadığı kanaatini uyandırmaktadır. Defterde ayrıca bölgede genellikle tahıl ürünlerinin yetiştirildiği, bunlar arasında en çok buğday, darı ve samanın başı çektiği görülmektedir. Yine bu bilgilerden bölgede karasal iklimin fazlasıyla hâkim olduğu sonucuna ulaşılabilmektedir. Kullanılan altın ve gümüşlere bakıldığında altın olarak Mahmudiyye altınının gümüş olarak da sim su tasının ve kemer tasının ekonomik değerlerinin fazla olduğu görülmektedir. 33 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ 569 Nolu deftere bakılarak Afyonkarahisar’ın o dönemdeki sosyal yapısı ile ilgili bilgilere de ulaşılabilmektedir. Örneğin şehirde Müslümanlarla gayrimüslimlerin birlikte yaşadığı, gayrimüslimlerin daha çok ticaret zanaatkârlık ve esnaflık işleriyle uğraştıkları ve ekonomik olarak varlıklı oldukları görülmektedir. Defterde o dönemde kullanılan eşya isimleri de yer almaktadır. Bu eşyaların genelde basit herkesin rahatlıkla ulaşabileceği eşyalar olduğu görülmektedir. Ayrıca el sanatlarının da bölgede gelişmiş olduğunu göstermektedir. Yine bu defterde geçen kitap isimleri o dönemin kültürel durumu ve kitap fiyatlarını bildirmesi açısından önemlidir. Buna göre o dönemde okunan kitaplar genellikle tefsir ve tercüme kitaplarıdır. Ayrıca kitap fiyatlarının değişiklik arzettiği görülmektedir. Bazı kitapların uygun fiyatlı olduğu, bazılarının ise fahiş fiyatlarla satıldığı görülmektedir. Örneğin bir Mahmudiyye altınının fiyatı 380 kuruş iken Kadı Beyzavi’nin iki ciltlik tefsirinin fiyatının 7290 kuruş olması oldukça dikkat çekmektedir. 1845 tarihli 569NoluKarahisar-ı Sahib Sancağı Şer’iyye Sicil Defteri incelendiğinde Afyonkarahisar’ın XIX. Yüzyıl ortalarında bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi olduğu, şehirde sosyal ve iktisadi hayatın son derece hareketli olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde de bölge için önemli bir merkez konumunda olan şehrin tarihsel süreç içerisinde bu özelliklerini bünyesinde barındırdığı ve geliştirdiği görülmektedir. Kaynakça AFYON İl Yıllgı (1967), İstanbul 1968, AKGÜNDÜZ, Ahmed (1989). Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul. AKGÜNDÜZ, Ahmet (1988). Şer'iyye Sicilleri, C. I, İstanbul. ALTUNDAĞ, Şinasi (1967). “Osmanlılarda Kadıların Salâhiyet ve Vazifeleri hakkında”, VI. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), Ankara, s. 342-354; ATALAR, Münir (1980). “Şer'î Mahkemelerine Dair Kısa Bir Tarihçe”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, S. IV, Ankara, s. 303-329. BALTACI, Cahid (1985). “Şeriyye Sicillerinin Tarihsel ve Kültürel Önemi”, Osmanlı Arşivleri-Osmanlı Araştırmaları Sempozyumu, İstanbul, s.127-132. BAYINDIR, Abdülaziz. (1968). İslâm Muhakeme Hukuku (Osmanlı Devri Uygulaması), İstanbul. 34 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı. (1988). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, TTK, Ankara. CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1988). Türk-İslâm Hukuk Tarihi, C.I, İstanbul. CİN Halil, AKGÜNDÜZ Ahmet (1989). Türk Hukuk Tarihi, Konya. DARKOT, Besim. (1977). “Karahisar”, İA, MEB yay., C. VI, İstanbul, s.276-284. PAKALIN, Mehmet Zeki, (2004). Osmanlı Tarih Deyimeleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul. DEVELLİOĞLU, Ferit (1996). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara. EMECEN, M. Feridun (1988). “Afyonkarahisar”, DİA, TDV Yayınları, C. I, İstanbul, s.443-446. ERSOY, Osman (1963). “Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru”, Ankara Üniversitesi Dil-ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXI/3-4, Ankara, s.33-65. ERSOY, Osman (1979-1980)."Şeriyye Sicillerinin Toplu Kataloğuna Doğru ", XIII/24, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara, s.1-20. GÜRKAN, Feyyaz(1988). “Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri Üzerine Dair Bir Araştırma”, IX. Türk Tarih Kongresi Semposyumu Bildiriler II (Ankara 21-25 Eylül 1981), Ankara, s.765-779. HALAÇOĞLU, Yusuf (1976). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru, Adana Şeriyye Sicilleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S.30, İstanbul, s.99-108. İLGÜREL, Mücteba (1975). “Şeriyye Sicilleri Toplu Kataloğuna Doğru”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S.28-29, İstanbul, s.123-166. KAZICI, Ziya. (1991). İslam Müesseseleri Tarihi, İstanbul. KÜTÜKOĞLU, Mübahat. (1994). Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul. ONGAN, Halit (1958). Ankara’nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara. TURAN, Osman (1989). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1982). Osmanlı Tarihi, C. I, 35 569 Nolu Şerr’iyye Siciline Göre Afyonkarahisar Şehrinin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Durumu / Mehmet BİÇİCİ Ankara. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1984). Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (Temmuz 1935). “Şer’i Mahkeme Sicilleri”, Ülkü-Halkevleri Dergisi, S. 29, Ankara, s.365-368. YAMAN, Mümtaz (1938). "Şer'îMahkeme Sicilleri", Halkevleri Dergisi, S. 68, Ankara, s.153-164. 36 Ülkü- Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 SİCİLL-İ AHVÂL DEFTERLERİNE GÖRE MALATYALI MEMURLAR The Officers from Malatya As Taken From the Records of Affairs Ramazan ÇELEM ÖZET Bu çalışmada Sicill-i Ahvâl defterlerinden tespit edilen Malatya doğumlu 142 memurun tercüme-i hâli ele alınmıştır. Memurların isimleri, doğum tarihleri, unvanları, meslekleri, görev yaptığı yerler ile görev süreleri, memurların babalarının isimleri, hangi aileye mensup oldukları gibi bilgiler belirtilmiştir. Ayrıca memurların eğitim durumları, hangi okullarda eğitim aldıkları, hangi dilleri bildikleri değerlendirilmiştir. Memurların göreve başladıkları tarih, ne kadar maaş aldıkları, görevlerindeki başarıları ve aldığı cezalar, nişan, madalya ve rütbe alıp almadıklarına dair bilgiler de verilerek Malatya doğumlu memurlar tanıtılmaya çalışıldı. Anahtar Kelimeler: Malatya, Sicil, Memur, Tercüme-i Hâl, Sicill-i Ahvâl Defterleri. ABSTRACT In the present study, 142 officers born in Malatya were studied as taken from the records of affairs. Firstly, information about the names of the officers, their nicknames, birth dates and anchestors’ names was presented and familial information. Furthermore, the schools they attented were examined. The languages they speak and their level were put forward. The officers born in Malatya were introduced giving information about the date they start to work, information of their salary, success and punishment of their work, whether the officers took the sign, medal and degree. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [email protected] Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Key Words: Malatya, Affairs, Officer, Biography, Record of Affairs. Giriş Sicil kelime olarak ‘‘resmi belgelerin kaydedildiği kütük, devlet memurlarının resmi vukuatlarını ihtiva eden defter; Sicill-i ahvâl de ‘‘memurların tercüme-i hâllerinden resmiyete intikal eden hususlar’’ anlamına gelir ( Sarıyıldız, 2009: 134). Memurların vazifeleri süresince hâl tercümelerine konu olan özel veya memuriyet sırasındaki haller, tarihi seyir, ahlak ve gidişat gibi durumların, resmi belgelerin kaydedildiği defterlere ise Sicill-i Ahvâl defterleri denir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi bünyesinde bulunan ve Osmanlı bürokrasisinin son elli yılına ışık tutabilecek bir özelliğe sahip Sicill-i Ahvâl Defterleri, dönemin önemli devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın çabalarıyla tutulmaya başlandı. Bundan dolayı ilk tutulan defter Ahmet Cevdet Paşa’ya aittir (Sürmen, 2011: 24 - Sunay, 2007: 11). Önceleri ‘‘Sicill-i Ahlak’’ tabiri kullanılan bu kayıtların adı daha sonra ‘‘Sicill-i Ahvâl’’ olarak değiştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nde teşkilat yapısının omurgasını kendisinden önce tarih sahnesinde yer almış olan bazı devletlerin teşkilat yapıları oluşturmuştur. Gazneliler ve Selçuklulardan tımar sistemi, İlhanlılardan mali usuller ve mali işlerde kullanılmış olan siyakat yazısı, divani yazı ve tayin fermanlarının yazılış formülleri alınmıştır. Yine saray teşkilatının büyük kısmı Memlüklerden örnek alınarak uygulanmıştır ( Terzi, 2012: 35 ). Osmanlı Devleti’nde toplum, sosyal hayatın sağlıklı işlemesi için gerekli olduğuna inanılan iki büyük sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan ilki ‘‘Askeri’’ denilen sınıftır. Bu sınıf fiilen askerlik anlamından öte, Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilmiş, vergiden muaf tutulan saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı kapsamaktadır. İkinci sınıf ise reayadır. Reaya, idareye hiçbir şekilde katılmayan ve vergi veren Müslüman – Gayrimüslim tüm halkın meydana getirdiği sınıftır ( Aslan-Yılmaz, 2001: 288 ). Yönetici grup olan ve Osmanlı bürokrasisini meydana getiren Askeri sınıf seyfiye, kalemiye ve ilmiye olmak üzere üç alt gruptan meydana gelmektedir. Seyfiye, yönetici kadronun asker kısmını; İlmiye, eğitim ve hukuk alanında görevli olan kadıları, müderrisleri ve diğer din adamlarını; Kalemiye ise devletin bürokratik işlerini yürüten diğer bütün memurları ifade etmektedir. Osmanlı’da orduyla beraber en güçlü ve kendine has nitelikleri olan kurum kuşkusuz bürokrasi olmuştur. Bürokrasinin dokusu, 38 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM devşirme yoluyla toplanan ve yetiştirilen Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkların çocuklarından oluşmuştur. Bunların yetiştirilmesi ve eğitilmesi tamamen Osmanlı Devleti’nin örf ve geleneklerine göre yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren seyfiye ve ilmiye kalemleri üstünlüğü elinde bulundurmuşken daha sonraları bu sınıflarda yaşanan bozulma ve güç kaybı, yönetici sınıf içerisinde güç dengelerinin değişmesine neden olmuş ve XVII. ve XVIII. yüzyıllarda kalemiye sınıfı idari alanda daha çok etkili olmuştur. II. Mahmud döneminde yapılan düzenlemeler neticesinde bu yapılanma güçlü bir sivil bürokrasiye dönüşmüştür. Osmanlının Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle beraber idari işlerin artışı ve merkeziyetçiliğin gelişmesi neticesinde memur ihtiyacı daha da artmıştır. XVI. yüzyılın başlarında birkaç bürodan oluşan Osmanlı bürokratik yapısı XVII. yüzyılda üç ana daire ve 60 civarında alt bürodan oluşan büyük bir organizasyon haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezde bürokratik işler, Divan-ı Hümayun, Defterdarlık ve Defterhane-i Amire tarafından gerçekleştirilmiştir. Yasama ve yürütme görevlerini Divan-ı Hümayun, maliye ile ilgili işleri Defterdarlık ve Tımar sistemini idare görevini ise Defterhane-i Amire yapmıştır. Tanzimat öncesinde, devlet dairelerinin ihtiyacı olan memurlar, otodidaktik denilen bir sistemle yetiştirilmekteydi. Yani her daire aynı zamanda memur yetiştiren birer mektep özelliği taşırdı. Genellikle memur ve devlet ricalinin çocukları kalemlere çırak (şakird) olarak alınırlardı. Çıraklar on iki yaşına gelince kalemlere (dairelere) devam ederlerdi. Evde özel olarak okuma yazma öğrenirler, camilerdeki derslere devam ederler; ancak Türkçe yazı yazmayı ve yazı çeşitlerini, hesap ve defter tutmayı bu kalemlerde öğrenirlerdi (Özger, 2010: 18). Memur adayları, söz konusu eğitim sisteminin yetersiz kaldığı durumlarda açıklarını kapamak için zaman zaman gerek Bâbıâli’de gerekse Bâb-ı Defteri’ de bazı hocalardan düzenli dersler alır; kalemlerde hocaları durumunda olan kâtiplerin karşısında hasır üzerinde oturur ve zamanla yavaş yavaş kalemdeki bazı önemsiz yazıları yazmaya başlarlardı. Meşk usulü ile kalemdeki bilgileri öğrenen bu öğrenci- memurlar ilk memuriyete girdiklerinde maaş almaz; üç- beş sene sonra düşük bir maaşla mülazım olur (KırıcıYiğit, 2011: 12) ve zamanla kıdemiyle orantılı olarak kalem gelirlerinden pay alırlardı. Bu sistem, yani memur adaylarının kalemlerde görevlendirilerek yetiştirilmeleri usulü bütün devlet dairelerinde uygulanılırdı (Akyıldız, 2004: 26). Tanzimat döneminde ise, büyük bir değişim yaşanmış ve yeni personel alım politikasının temelleri II. Mahmud döneminde atılmıştır. 39 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Modernleşme sürecinin temellerinin atıldığı Tanzimat Fermanı sonrasında memur kadrolarında bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu süreçte birçok yenilik gerçekleşmiş ve bazı meclisler açılmıştır. Modern mektepler açılmış (Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-ı Edebiye) ve buradan mezun olan öğrencilerin imtihanla memur kadrolarına yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yeni sistemin doğal sonucu olarak da memurları ilgilendiren vesikaların yazılış biçiminde ve bürokratik işlemlerin usulünde de yenilikler yapılmıştır. Mesai günleri, maaş usulleri, yargılanma şekilleri bir sisteme oturtulmuştur (Uğurlu, 2013: 4). Tanzimatla başlayan bu süreç Meşrutiyet döneminde de sürmüştür. Bu dönemde özellikle memurların sicil kaydının tutulması yolunda çok önemli teşebbüslerde bulunuldu. 1879 ve 1887 yılarında yayımlanan talimatnamelere göre imparatorluktaki memurlar, sahib-i rey (vekâletler, meclis veya mahkeme reislikleri, daire müdürlükleri gibi mevkileri elinde bulunduran) ve diğer bütün mülki memurlar olmak üzere iki kısma ayrıldı. Birinci sınıftan olan memurların sicili doğrudan kontrol edilip, gerektiğinde denetlendiği ve sonra da özel defterlere geçirildiği Bâb-ı Âli’deki merkezi Sicill-i Ahvâl Komisyonu’na gönderildi. İkinci sınıftan olan memurların sicili ise ilk olarak çeşitli vekâletlerde ve vilayetlerde kurulan personel sicil sisteminin şubelerinde kaydedilir veya bazen asıl şekliyle muhafaza edilirdi (Özger, 2010: 21-22). Meşrutiyet döneminde tevcihat (verilmiş rütbeler) ve tayin sisteminde yapılan değişiklikle, önceleri yüksek dereceli memurlar için uygulanan bir yıllığına atanma usulü kaldırılarak atamalar ve görevden almaların yalnızca gerektiğinde yapılması esası getirildi. Sicill-i Ahvâl defterleri memur adlarına göre alfabetik olarak düzenlenmiştir. Bu şekilde oluşturulmuş 17 adet fihrist bulunmaktadır. Sicil kaydı aranılan memurun baba ismi ve doğum tarihi bilindiği takdirde fihrist vasıtasıyla hangi defterde kayıtlı olduğu kolayca öğrenilebilmektedir ( BOAR, 2010; 237). Memurun baba adı ile doğduğu tarih bilinmediği takdirde ise aynı ismi taşıyan başka memurlarla karışıklıklar yaşanabilir. Sicill-i Ahvâl ile ilgili olarak kaleme alınan talimatnameden başka sicil işlerini yürütmekle görevli daire ile ilgili de bir düzenleme yapılmış ve nizamname yayınlanmıştır. Bu nizamname 3 fasıl ve 12 maddeden oluşmuştur ve birde zeyli mevcuttur. İlk fasıl Sicill-i Ahvâl’in kuruluşu, ikinci fasıl Sicill-i Ahvâl İdaresi’nin özel görevleri ve üçüncü fasıl da Sicill-i Ahvâl merkez daireleri ve taşra şubeleri hakkında bilgi vermektedir ( Uğurlu, 2013: 14). Sicill-i Ahvâl dairesi, ‘‘Tedkikat’’, ‘‘Tescilat’’ ve ‘‘Evrak’’ kalemleri olarak üç şubeye ayrılmıştır. Tescilat Kalemi’nin görevleri; 40 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM vukuat görevi gereğince göreve başlayan bir memurun meslek serüveni boyunca terfi, rütbe, nişan, ceza, maaş artış veya azalması, görev değişikliği, ilave görevler, azil, istifa gibi tüm gelişmeleri takip edilir. Tescilat kaleminin diğer bir görevi ise bütün tercüme-i hâl varakalarını ve vukuat zeyllerini numaralandırılarak esas defterlerine aynen yazmak ve memurların sayı, sınıf, derece, milliyet ve tabiiyyetleri hakkında istatistik (hülasatü’l – kuyud) tutmaktır. Bu şubenin diğer bir görevi ise; zeyller üzerine memurun rütbe, nişan, memuriyet tayinleri, değişiklikleri gibi baba isimlerine kadar yazılan ‘‘fihrist muamelesini’’ ni hazırlamaktır. Son görevi ise tercüme-i hâllerin onaylı suretlerini kopyalamaktır. Tedkikat Kalemi; tüm tercüme-i hâl kayıtlarının araştırılması, özetlenmesi ve bilgilerin resmi kayıtlara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi görevini yürütmektedir. Evrak Kalemi ise, gelen ve giden evrakı kaydetmek, ilgili yerlere sevk etmektedir (Uğurlu, 2013: 14 ) Memurların özgeçmişi niteliğinde olan bu belgeler, zaman içinde ufak bazı değişikliklere uğrasalar da genel olarak cevaplanması istenen sorular beş başlıktan oluşmaktaydı: 1- Memurun ismi, varsa şöhreti, babasının adı ve mesleği, 2- Doğum yeri ve tarihi, 3- Okuduğu okullar, aldığı dersler, diploması olup olmadığı, konuştuğu dilleri varsa basılan esreleri ve bunların konuları, 4- Devlet hizmetine girdiği yaş ve tarihi, maaşlı olarak mı yoksa stajyer olarak mı başladığı, bulunduğu makamlar, aldığı rütbe ve nişanlar, her bir görevinde ne kadar maaş aldığı, ne kadar süreyle görev dışında kaldığı, bu süre içerisinde mazuliyet (azledilmiş olma) aylığı alıp almadığı, eğer aldıysa miktarı, tekaüd ( emekli) maaşı bağlandıysa miktarı, 5- Çalıştığı kalemden ayrılma (infisal) nedeni, varsa hakkındaki şikâyetleri, yargılandıysa suçlu olup olmadığı, cezalandırılıp cezalandırılmadığı, beraatine dair belgenin olup olmadığı gibi oldukça geniş kapsamlı malumatları içerir (Sunay, 2007: 12). Sicill-i Ahvâl defterlerinde her memur için iki sayfa ayrılmıştır. Ancak bazı memurların bilgileri yarım sayfada biterken bazı memurlara da bu iki sayfa yetmeyip zeyller yazılmıştır. Böyle bir durumda devamının hangi cild veya sayfada olduğu, ikinci sayfanın kenarına not alınmıştır. Bazı biyografiler tek kalemden çıkmıştır. Bazılarına ise sonradan ilaveler yapıldığı, başka bir kâtip tarafından yazıldığı yazının çeşidi ve mühürden anlaşılmaktadır (Kütükoğlu, 1998: 142). 41 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM 1879 yılında Dahiliye Nezareti bünyesinde kurulan Sicill-i Ahvâl Komisyonu ile başlayan sicil çalışmaları, 1896’da bu komisyonun kaldırılması ile yerine kurulan Memurin-i Mülkiye Komisyonu’nca hiçbir daireye bağlı olmadan yürütülmüştür. 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra Memurin-i Mülkiye Komisyonu kaldırılmış Sicill-i Ahvâl Dairesi adı altında yeniden teşkilatlandırılmıştır. İlk iki komisyon, Sultan II. Abdülhamid dönemi boyunca Sicill-i Umumi Defterleri’ni müşterek usul ve esaslara göre hazırlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden Dahiliye Nezareti Memurin ve Sicill-i Ahval İdaresi, tescil işlemlerini bu defterlere zeyl (ek) olacak şekilde ilave etmemiş, Memurin Muamelat Dosyaları halinde tanzim edilerek saklanmıştır (Gültepe, 2009: 309). 1914 tarihli sicil talimnamesi ile memurların ellerine, tasdikli tercüme-i hâl varakaları yerine sicil cüzdanları verilmeye başlanmıştır ( Sarıyıldız, 2004: 168 ). Sicill-i Ahvâl Memurin Komisyonu 1922 yılına kadar görevini sürdürmüştür. Sicill-i Ahvâl Komisyonu, kurulduğu 1879 yılından kaldırıldığı 1909 yılına kadar zor şartlar altında görevini sürdürmüştür. Mekân, örgütlenme, görevlilerin yeterli derecede eğitime sahip olamamaları, yazışmalarda karşılaşılan güçlükler, yeterli tahsisatın (ödenek) ayrılmaması gibi nedenlerle Sicill-i Ahvâl evraklarının düzenlenmesinde bazı olumsuzluklarla karşılaşılmıştır. Hâl tercümelerinin merkeze ulaştırılması zor bir süreç içerisinde gerçekleşebilmiştir. Komisyondaki bu gibi eksikliklerden başka memurlardan bazılarının özgeçmişlerini vermek istememeleri gibi olumsuzluklara da rastlanmıştır. Bunun yanında bazı bilgileri saklama veya yanlış bilgi verme gibi durumlarda görülmüştür. Tüm bu sebeplerden dolayı 1888’den itibaren hâl tercümelerindeki bilgilerin doğruluğu resmi belgelere bakılarak tasdik ve tescil edilmeye başlanmıştır (Daşçıoğlu, 2006: 563). Sicill-i Ahval Komisyonu’nun kurulmasından itibaren 1909 yılına kadar mülki ve adli memurlardan 92.000 memurun sicil kaydı 201 defterde toplanmıştır. Defterlerin nasıl tutulacağına dair birçok tarifname ve nizamname hazırlanmıştır. Malatyalı memurlar ile ilgili yapılan bu çalışmada, sadece Malatya merkez ve merkeze bağlı nahiye ile karyede doğmuş olan memurlar ele alınmıştır. Toplumsal Statüleri Sicill-i Ahvâl defterlerindeki Malatya doğumlu memurların biyografileri, onların sosyal statülerini, eğitim durumlarını, bildiği 42 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM dilleri, görev yaptığı yerleri, hangi görevlerde bulunduklarını, memuriyetleri süresince almış olduğu rütbe, nişan, madalya ve başkaca ödülleri ve görev yerlerinin değişmesine neden olan durumları gösteren önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Bu bilgilere dayanarak memurlar hakkında çeşitli başlıklar altında bir değerlendirme yapmak mümkündür. Sicill-i Ahvâl defterlerindeki kayıtlara göre tespit edilen Malatya doğumlu 142 memurdan 138’i Müslüman, 4’ü Gayrimüslimdir. Kayıtlarda Gayrimüslim memurlardan 3’nün ( Agop Efendi1, Bağdasar Efendi2, Kiyork Efendi3 ) Ermeni olduğu belirtilmiş sadece Bogos Gündibegyan Efendi4’nin hangi milletten olduğu belirtilmemiştir. Malatya doğumlu memurların isimleri ile birlikte kullanılmış olan Efendi, Bey ve Ağa gibi unvanlar da kayıtlar da mevcuttur. Memurun Adı Abdullah Arifi Efendi Abdullah Efendi Abdullah Hulusi Efendi Abdullah Kâzım Efendi Abdullah Muhlis Efendi Doğum Tarihi H. 1288 Babasının Adı Babasının Mesleği Ali Necib Efendi (1871 - 1872) Hacı Abdullah Efendi H. 1283 ( 1866 - 1867 ) Mustafa Ağa H. 1292 ( 1875 – 1876) H. 1281 Ahmed Ağa Asakir-i Redife Mülazımı İbrahim Ağa Esnaf Hacı İbrahim Ağa Esnaf Ahmed Efendi Kaza Sertahsildarı (1864 – 1865) H. 1275 (1858 – 1859) Abdullah Ragıb Efendi 14 Muharrem 1276 ( 13 Ağustos 1859) Abdullah Ragıb Efendi H. 1278 Abdullah Şükrü Efendi Memurun Unvanı Kayışoğlu ( 1861 – 1862 ) Şeyh Hacı Hüseyin Efendi H. 1258 ( 1842 – 1843 ) 1 BOA. DH. SAİD. 167/122, s. 241 BOA. DH. SAİD. 176/044, s.85 3 BOA. DH. SAİD. 119/159, s.315 4 BOA. DH. SAİD. 173/139, s.275 2 43 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Abdurrahman Efendi Abdülbaki Efendi Abdülkadir Kadri Efendi Abdülkerim Efendi H. 1301 Mehmed Efendi ( 1883 – 1884 ) H. 1271 Receb ( Mart 1855 ) Hacı İbrahim Efendi H. 1275 Osman Efendi ( 1858 – 1859 ) ( 1870 - 1871 ) H. 1290 Fazıl Efendi ( 1873 – 1874 ) Abdülvahab Efendi H. 15 Şubat 1278 ( 27 Şubat 1863 ) Abdürreşid H. 1271 Sabit İzzet ( 1854 – 1855 ) Hasan Ağa H. 1293 Avidis Jaj Hasan Efendi ( 1876 – 1877 ) Ahmed Cemal Efendi Ahmed Cemal Efendi Ahmed Efendi Ahmed Halis Efendi Ahmed Hamdi Efendi Ahmed Hamdi H. 1290 ( 1873 – 1874 ) Ahmed Efendi Tüccar Hacı Esnaf Zanyan Ağa Şeyh Hacı Halil ve Vezirzade H. 1290 ( 1873 – 1874 ) H. 1277 ( 1860 – 1861 ) H. 1299 ( 1882 – 1883 ) Mehmed Necati Efendi Kuleli Kışlası İmam-ı Sanisi Hacı Mehmed Necati Efendi Hassa Ordu-yı Hümayunu Kuleli Kışlası Adamlığı Ahmed Efendi Esnaf İsmail Zühdi Efendi Konya Vilayeti Telgraf ve Posta Başmüdüriyeti Başkâtibi Hüseyin Ağa H. 4 Rebiülevvel 1289 ( 12 Mayıs 1872 ) H. 1289 Mehmed Ağa ( 1872 – 1873 ) Efendi Ahmed Esnaf Hüseyin Efendi H. 1287 Abdülkerim Agop Efendi Müderris Hacı Hasan H. 1272 44 Esnaf Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Hamdi ( 1855 – 1856 ) Efendi Efendi Ahmed Hamid Efendi Ahmed Hamid Efendi Ahmed Kâmil Efendi Ahmed Mansur Efendi Ahmed Naim Efendi Ahmed Sadi Efendi H. 1267 Battalzade ( 1850 – 1851 ) H. 22 Cemaziyelevvel 1291 ( 7 Temmuz 1874 ) H. 1266 Ahmed Turan Efendi Ali Avni Efendi Ali Muhlis Efendi Ali Rıza Efendi Ali Rıza Efendi Ali Rıza Efendi Ali Rıza Efendi Bağdasar Efendi Belediye Meclisi Azalığı Mustafa Ağa Tüccar Abdullah Efendi ( 1849 – 1850 ) H. 1291 Mustafa Bey ( 1874 – 1875 ) H. 1255 Said Efendi Ulema ( 1839 – 1840 ) Hacı Mehmed Efendi H. 1279 Cemaziyelahir ( Kasım 1862 ) Ahmed Şevki Efendi Hacı Mustafa Ağa Hacı Emin Efendi H. 1290 ( 1873 – 1874 ) Kaymakam Hacı İbrahim Efendi H. 1270 ( 1853 – 1854 ) H. 1284 ( 1867 – 1868 ) H. 1303 ( 1885 – 1886 ) H. 1272 Kevser Efendi Tüccar Halil Hakkı Efendi Tüccar Ali Efendi Tüccar Mehmed Münir Efendi Belediye Reisi ( 1855 – 1856) H. 1293 ( 1876 – 1877 ) Kasım Efendi H. 1285 ( 1868 – 1869 ) H. 1285 Aksoğanzade ( 1868 - 1869 ) H. 1298 45 Hacı Mehmed Ağa Tüccar Bağdasaryan Dipanovi Vergi Dairesi Mümeyyizi Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM ( 1881 – 1882 ) Bekir Efendi Ağa Hüseyin Ağa H. 1286 ( 1869 – 1870 ) Bekir Nuri Efendi H. 1265 Şaban Bekir Sıdkı Efendi H. 1291 Bogos Gündibegyan Efendi Süleyman Ağa ( Haziran 1849) Mehmed Ağa ( 1874 – 1875 ) H. 1298 Serkis Ağa Meclis-i İdare Azalığı Mehmed Efendi Mülga Meclisi Temyiz Kâtibi ( 1881 – 1882 ) Burhaneddin Efendi H. 23 Ramazan 1279 ( 14 Mart 1863 ) Cemil Efendi H. 1278 ( 1861 – 1862 ) Ferhad Efendi Ferhad Fehmi Efendi Feyzullah Efendi Bektaş Ağa H. 1290 ( 1873 – 1874 ) H. 1 Zilhicce 1286 ( 4 Mart 1870 ) Bektaş Ağa H. 1 Receb 1260 Veli Efendi ( 17 Temmuz 1844 ) Fikri Efendi H. 1280 ( 1863 – 1864 ) Hacı Abdülvahab Azmi Efendi Hacı Ali Necib Efendi Hacı Hasan Tahsin Efendi Hacı İbrahim Talat Efendi Hacı Mehmed Arif Efendi H. 1286 Vaizzade ( 1869 – 1870 ) H. 1254 Zeynelabidin Efendi Ketebe Hacı Mehmed Efendi Tabur Kâtibi Bekir Efendi ( 1838 – 1839 ) ( 1866 – 1867 ) Hacı Mehmed Said Efendi H. 1300 Cumali Ağa H. 1283 Tüccar ( 1882 - 1883 ) Hacı Mehmed Emin Efendi H. 1295 ( 1878 – 1879 ) 46 Mülkiye Kaymakamı Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Hacı Mehmed Efendi ( 1822 – 1823 ) Hacı Mehmed Sabit Efendi ( 1876 – 1877 ) Hacı Ömer Avni Efendi Halil Avni Efendi Halil Sabri Efendi Reçber ( Mart 1852 ) Hacı Mehmed Emin Efendi Hacı Osman Ramiz Efendi Mustafa Ağa H. 1268 Cemaziyelahir Abdülvahab Efendi H. 1238 H. 1293 Osman Efendi Hacı Mehmed Ağa H. 1277 ( 1860 – 1861 ) H. 1253 Haskizade ( 1837 – 1838 ) Hacı Mehmed Efendi İsmail Ağa H. 1279 ( 1862 – 1863 ) İbrahim Ağa H. 1 Receb 1274 (15 Şubat 1858) Hasan Ağa H. 1270 ( 1853 – 1854 ) Hasan Efendi Abdülbaki Efendi H. 1248 ( 1832 – 1833 ) Hasan Samih Efendi Hasan Tahsin Efendi Hüseyin Efendi Hüseyin Faik Efendi Hüseyin Hami Efendi Hüseyin Hüsnü Efendi Hüseyin H. 1277 Vaiz Mehmed Dilaver Efendi ( 1860 – 1861 ) Hafız Mehmed Emin Efendi Mal Müdürü Hasan Efendi Esnaf H. 28 Ramazan 1266 ( 7 Ağustos 1850 ) Hacı Mehmed Efendi Tüccar H. 1276 Mehmed Efendi H. 1287 ( 1870 – 1871 ) H. 1285 ( 1868 – 1869 ) ( 1859 – 1860 ) Hüseyin Ağa H. 1260 ( 1844 - 1845 ) İsmail Ağa H. 1295 47 Tüccar Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Hüsnü Efendi İbrahim Edhem Efendi İbrahim Hakkı Efendi İbrahim Halil Efendi İbrahim Hulusi Efendi İbrahim Necmeddin ( 1878 – 1879 ) H. 14 Rebiülevvel 1270 ( 15 Aralık 1853 ) Mehmed Ağa Destgâh H. 1283 Mehmed Ağa Esnaf ( 1866 – 1867 ) H. 1296 Yusuf Efendi ( 1879 - 1880 ) H. 1297 Leblebicizade ( 1879 - 1880 ) H. 1292 Abdulvahab Ağa Bakkal Hasan Efendi ( 1875 – 1876 ) Efendi İbrahim Niyazi Efendi İbrahim Nizami Efendi İbrahim Sırrı Efendi Hacı Ömer Timur H. 1262 ( 1846 – 1847 ) Halil Ağa H. 1288 Muharrem ( Mart 1871 ) H. 1277 Zilkade Ali Efendi ( Mayıs 1861 ) İbrahim Şevki Efendi Hüseyin Bey H. 15 Safer 1265 (10 Ocak 1849) İbrahim Talat Efendi İbrahim Talat Efendi İbrahim Zihni Efendi Kiyork Efendi Lütfullah Lütfi Nuri Mahmud H. 1285 Mehmed Efendi ( 1868 – 1869 ) Hacı Osman Efendi H. 1268 ( 1851 – 1852 ) Tüccar Hacı Ömer Efendi H. 1277 ( 1860 – 1861 ) Na’bus Ağa H. 1284 ( 1867 - 1868 ) Hacı Salih Efendi H. 1275 Receb ( Şubat 1859 ) Ali Rıza H. 1293 48 Kâhta Kazası İdare Meclisi Azası Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Bedri Bey ( 1876 – 1877 ) Mahmud Fahreddin Efendi H. 1302 Mahmud Ferid Efendi Mahmud Hâki Efendi Efendi Ali Efendi ( 1884 – 1885 ) H. 1277 ( 1860 – 1861 ) H. 1 Receb 1294 ( 12 Temmuz 1877 ) Mahmud Hamdi Efendi Mahmud Namık Efendi Mahmud Nedim Efendi Mahmud Nedim Efendi H. 1271 Şevval (Haziran 1855) H. 1282 H. 6 Şaban 1308 ( 1873 – 1874 ) H. 1292 Mehmed Atıf Efendi Mehmed Beşir Efendi Mehmed Ulema Hasan Efendi Tüccar Ömer Efendi Tüccar Ahmed Ağa H. 1290 Mehmed Âmil Efendi Mehmed Arif Efendi Hacı Mehmed Efendi (17 Mart 1891) H. 7 Rebiülahir 1296 ( 31 Mart 1879 ) Mehmed Arif Efendi Nüvvab ( 1865 – 1866 ) Mehmed Ali Efendi Mehmed Arif Efendi Abdullah Kemal Efendi Münir Efendi Belediye Dairesi Sandık Kâtibi Hacı Hasan Esnaf Halil Ağa ( 1875 – 1876 ) H. 1302 ( 1884 – 1885 ) H. 1294 ( 1877 – 1878 ) H. 1309 Rahmi Efendi Mekteb-i İbtidai Muallimi Mustafa Lütfi Efendi Bölük Emini Mustafa Ağa Zürra ( 1891 – 1892 ) Mustafa Ağa H. 1263 ( 1847 – 1848 ) H. 1294 Abdullah Şükrü Efendi ( 1877 – 1878 ) H. 1293 Haytaoğulları 49 Mustafa Vergi Memuru Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Cemil Efendi Mehmed Efendi Mehmed Efendi Mehmed Efendi Mehmed Emin Efendi Mehmed Emin Efendi Mehmed Esad Efendi ( 1876 – 1877 ) Efendi Ahmed Ağa H. 1257 ( 1841 – 1842 ) Süleyman Efendi H. 1251 ( 1835 – 1836 ) İbrahim Ağa H. 1281 ( 1864 – 1865 ) H. 1265 Osman Efendi ( 1849 – 1850 ) Hacı H. 1280 ( 1863 – 1864 ) Mehmed Ağa H. 1298 Ali Asım Efendi ( 1881 - 1882 ) Mehmed Faik Efendi H. 1270 Receb ( Nisan 1854 ) Hacı Ali Efendi Devriye Müderrisi Mehmed Faik Efendi H. 20 Safer 1286 ( 1 Haziran 1869 ) Mehmed Behçet Efendi Nevşehir Naibi Mehmed Fevzi Efendi H. 1294 Mehmed Fuad Efendi Mehmed Hamdi Efendi Mehmed Hâzım Efendi Mehmed İzzet Efendi Mehmed Naci Efendi Mehmed Nuri Efendi Mehmed Reşid Efendi Hacı Ahmed Efendi ( 1877 – 1878 ) Hüseyin Ağa H. 1300 Zürra ( 1883 – 1884 ) İbrahim Efendi H. 1294 ( 1877 – 1878 ) Hacın Hasan Efendi H. 1275 ( 1858 – 1859 ) H. 1247 ( 1831 – 1832 ) H. 1272 ( 1855 – 1856 ) H. 1295 Hacı Bekir Efendi Tüccar Mahmud Ağa Tüccar Mustafa ( 1878 – 1879 ) H. 1 Receb 1270 Sofu Abdülfettah Efendi 50 Tüccar Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM (30 Mart 1854 ) Mehmed Said Bey H. 19 Ramazan 1306 ( 19 Mayıs 1889 ) Mehmed Said Bey H. 1290 Mehmed Said Efendi Mehmed Şevki Efendi Arpaeminizade ( 1873 – 1874 ) Haşim Bey Mülkiye Kaymakamı Mahmud Miralay Hilmi Bey H. 1305 Halil Efendi Tüccar ( 1887 – 1888 ) H. 1269 Rebiülevvel ( Aralık 1852 ) Mehmed Tahir Efendi Mehmed Tevfik Efendi H. 1266 ( 1849 – 1850 ) H. 1272 ( 1881 – 1882 ) Mehmed Tevfik Efendi ( 1878 – 1879 ) Mehmed Zeki Efendi Mehmed Zeki Efendi Muhammed Nazif Efendi H. 1298 H. 1295 Bekir Efendi Rüşdiye Muallimi Hüseyin Efendi Cami Müderrisi Ahmed Ağa H. 1285 ( 1868 – 1869 ) Hacı Hüseyin Efendi H. 1292 ( 1875 – 1876 ) H. 1278 Kazancızade ( 1861 – 1862 ) Mustafa Fehmi Efendi H. 1299 İlmiye Mensubu Abdullah Efendi ( 1891 - 1892 ) H. 25 Cemaziyelevvel 1268 ( 17 Mart 1852 İbrahim Tahir Efendi H. 1309 Mustafa Fazlı Efendi Mustafa Hayri Efendi Hasan Efendi ( 1855 – 1856 ) Mehmed Tevfik Efendi Mehmed Zekâi Efendi Zeynelabidin Efendi Timur Ağa ( 1882 – 1883 ) H. 9 Şevval 1283 51 Hafız Mehmed Emin Efendi Mal Müdürü Mehmed Münir Efendi Nafia Kâtibi Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM (14 Şubat 1867) Mustafa Kâmil Efendi Mustafa Kâmil Efendi H. 1270 ( 1853 – 1854 ) H. 25 Zilkade 1262 ( 14 Kasım 1846 ) Mustafa Sabri Efendi H. 1289 Osman Nuri Efendi Osman Remzi Efendi Ömer Sabri Efendi Sun’ullah Galib Efendi Yusuf Cemil Efendi Yusuf Ziyaeddin Efendi Zülkifl Agâh Efendi Hüseyin Bey H. 1259 ( 1843 – 1844 ) Mustafa Sabri Efendi Osman Efendi Ali Efendi Hacı Delilbaşı Mustafa Ağa Mehmed Efendi ( 1872 – 1873 ) H. 1268 Mehmed Efendi ( 1851 – 1852 ) H. 1296 Ahmed Efendi ( 1879 – 1880 ) R. 1267 Nisan Çiftlikat-i Hümayun Dava Vekâleti Memuru Ali ( Nisan 1851 ) H. 1292 Halil Efendi ( 1875 – 1876 ) Abdülbâki Efendi H. 1252 ( 1836 – 1837 ) H. 1296 Mehmed ( 1879 – 1880 ) Ali Efendi Asakir-i Şahane Yüzbaşısı Hacı H. 1273 ( 1856 – 1857 ) H. 1290 Nüfus Memuru Mustafa Ağa Fındıklızade ( 1873 – 1874 ) Hasan Tahsin Efendi Jandarma Tabur Kâtibi Malatya doğumlu memurların isimlerine göre yapılan değerlendirmede ortaya çıkan bir takım özellikler dikkat çekmektedir. Memurlardan 119’u çift isme, 21’i tek isme sahipken 2 memurun ise 3 ismi bulunmaktadır. Bu durum Gayrimüslim memurlarda ise 3 kişi tek isim, 1 kişi çift isim olarak görülmüştür. Memurların 136’sı Efendi, 3’ü Bey ve 1’i de Ağa sıfatını kullanmıştır. Gayrimüslim memurların hepsi Efendi sıfatıyla anılmışlardır. Hacı unvanını kullanan 10 kişi olmuştur. 52 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Osmanlı klasik döneminde ‘‘Bey’’ sıfatı Seyfiye sınıfına mensup şahıslar için kullanılmış iken ‘‘Efendi’ sıfatı İlmiye sınıfında bulunanlar için geçerlidir. Mülkiye sınıfının gelişmesi ile birlikte ‘‘Efendi’’ sıfatını iki sınıfa mensup kişiler kullanmaya başlamışlardır ( Uğurlu, 2013: 37 ). Malatya doğumlu memurların 39 tanesi Mehmed, 15 tanesi Ahmed, 13 tanesi İbrahim, 8’er tanesi Abdullah ve Mahmud, 7 tanesi de Mustafa isimlerine sahiptir. Çift isimli memurlardan en çok kullanılmış olan isim 4 kişiyle Ali Rıza Efendi’dir. Daha sonra ise 3’er kişinin kullanmış olduğu Ahmed Hamdi Efendi, Mehmed Arif Efendi, Mehmed Tevfik Efendi isimleri gelir. Tek isimli memur isimlerinden Mehmed Efendi ismi ise 3 kişi tarafından kullanılmıştır. Malatya doğumlu memurların tercüme-i hâl evraklarında 11’inin unvanı, 43’ünün babasının unvanı, 70’inin de baba mesleği belirtilmiştir. 4 Gayrimüslim memurdan 3’ünün baba mesleği gösterilmiştir. Memur babalarının en çok kullanmış oldukları unvan 4 taneyle Vaizzade, 3’er taneyle de Kazancızade ve Leblebicizade’dir. Ahmed Cemal Efendi5’nin Şeyh Hacı Halil ve Vezirzade olmak üzere iki lakabı olduğu kayıtlarda mevcuttur. Memurlardan Cemil Efendi6, Hasan Ağa7 ve Mehmed Şevki Efendi’nin babalarının isimleri kayıtlarda yer almamıştır. Mehmed Nuri Efendi ile Osman Remzi Efendi’nin babalarının isimleri ( Mustafa ve Ali ) hiç bir unvan ve sıfat olmadan ‘‘……. nam kimesne’’ ifadesiyle yazılmıştır. Sicill-i Ahvâl kayıtlarında memur babalarının 87 tanesinde Efendi, 43 tanesinde Ağa ve 5 tanesinde de Bey sıfatı olduğu belirtilmiştir. 2 memur babasının ise Hacı unvanı olduğu ifade edilmiştir. Gayrimüslim memurların babalarının hepsi Ağa sıfatını kullanmışlardır. Belgelerde görülen diğer bir ayrıntı da memurların babalarının meslekleridir. Baba mesleği olarak en çok tüccar ( 16 kişi ) ve esnaf ( 9 kişi ) grubu ağırlıktadır. Ahmed Hamid Efendi’nin babası Belediye Meclis Azalığı, Ahmed Şevki Efendi8’nin babası Kaymakamlık, Ali Rıza Efendi9’nin babası Belediye Başkanlığı, Hacı Mehmed Arif 5 BOA. DH. SAİD. 171/036, s.69 BOA. DH. SAİD. 058/083, s.163 7 BOA. DH. SAİD. 196/034, s.67 8 BOA. DH. SAİD. 076/129, s.255-256 9 BOA. DH. SAİD. 114/096, s.187 6 53 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Efendi ile Mehmed Said Bey’in babaları Mülkiye Kaymakamlığı görevinde bulunmuşlardır. Eğitim Durumları Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleri askeri, idari ve sosyal alanların dışında eğitim alanında da birçok değişime neden olmuştur. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren batı tarzı eğitim veren okulların açılmıştır. 1845 yılında sıbyan mektepleri, rüşdiye ve darü’l-fünun açılmış, 1868’de ise mekteb-i ibtidaiye, rüşdiye, idadi, lise, yüksekokullar, üniversite şeklinde yeni bir düzenlemeye gidilmiştir ( Daşçıoğlu, 2006: 565-566 ). Memurluk vazifesiyle görevlendirilmiş olan Malatyalı memurların hangi kademelerde ve hangi okullarda eğitim aldıkları bilgilerine kayıtlardan ulaşabilmek mümkündür. Sıbyan Mektebi 17 Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi 33 Sıbyan Mektebi, Medrese 16 Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim 14 Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Telgraf Mektebi 1 Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Rüşdiye-i Askeri 1 Sıbyan Mektebi, Mekteb-i Sultani 1 Sıbyan Mektebi, Özel Hocadan Eğitim, Süleymaniye Cami-i Şerifi’ Darü’l-Hadis Medresesinde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane 1 Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Malatya Mekteb-i İdadi-yi Mülkisi 1 Sıbyan Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Darü’l Hadis Medresesi 1 Sıbyan Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Bayezid Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane 1 Milel-i Muhtelife Sıbyan Mektepleri, Latin Kapuçin Mektebi 1 İbtidai Mektebi 7 İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi 6 İbtidai Mektebi, Medrese 2 İbtidai Mektebi, İdadi Mektebi 1 İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Özel Hocadan Eğitim 1 İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Ma’arif Müfettişliğinde Eğitim, Mekteb-i Müşdi, Mekteb-i Nüvvab 1 54 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM İbtidai Mektebi, Söğütlü Cami-i Şerifi’nde Eğitim 1 İbtidai Mektebi, Rüşdiye Mektebi, Medrese, Bayezid Cami-i Şerifi’nde Eğitim, Mekteb-i Mülkiye-i Tıbbiye, Menşa’i- Muallimin İdadisi 1 Medrese 7 Medrese, Süleymaniye Cami-i Şerifi’nde Eğitim 1 Medrese, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane 1 Medrese, Mekteb-i Mülkiye 1 Medrese, İdadi-i Mülkiye Mektebi 1 Rüşdiye Mektebi 5 Rüşdiye Mektebi, İdadi Mektebi 2 Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane 1 Rüşdiye Mektebi, Mekteb-i Hukuk, Özel Hocadan Eğitim 1 Hekimhan Rüşdiye-i Askerisi, Kuleli İdadisi, Mekteb-i Harbiye 1 Mamüretü’l-aziz Mekteb-i Rüşdiye-i Askerisi, İdadi-yi Mülki, Özel Hocadan Eğitim, Rüşdiye Mektebi 1 Maskata Re’sinde Eğitim, Medrese, Ayasofya Cami-i Şerifi’nde Eğitim, 1 Mekteb-i Hukuk-ı Şahane Mekteb-i İdadi-yi Mülki 2 Ermeni Mekteb-i İdadisi 1 Tahsili Yok 1 Babasından Aldığı Eğitim 2 Özel Hocadan Aldığı Eğitim 2 Özel Hocadan Eğitim, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane 1 Bazı Mekatibde Aldığı Eğitim 2 Memurlardan 88’i eğitimine sıbyan mektebinde, 20’si ibtidai mektebinde, 11’i medresede ve yine 11’i de rüşdiye mektebinde başlamıştır. 17 kişinin eğitimi sıbyan mektebiyle, 7 kişinin ibtidai mektebi, 7 kişinin medrese ve 5 kişinin eğitiminin de rüşdiye mektebiyle sınırlı kaldığı görülmüştür. Memurlardan sadece Hasan Ağa’nın tahsili olmadığı görülmüştür. Abdurrahman Efendi 10 ile Mehmed Arif Efendi ise eğitimlerini babalarından almıştır. Özel hocalardan eğitimini almış 10 BOA. DH. SAİD. 178/013, s.33 55 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM memurlar Hacı Abdülvahab Azmi Efendi 11 ile İbrahim Necmeddin Efendi’dir. Mehmed Reşid Efendi, Adliye Nezareti’nden müstantiklik diploması alırken İbrahim Zihni Efendi 12 ise Mekteb-i Nüvvab ile Mekteb-i Müşdi’den diploma almıştır. Gayrimüslim memurlardan Agop Efendi, eğitimini Latin Kapuçin Mektebi’nde; Bağdasar Efendi ise Ermeni Mekteb-i İdadi’sinde almıştır. Sicill-i Ahvâl Kanunname-i Umumiyesi’nin 6. maddesinin 3. sorusunda memurların hangi dilleri okuyup yazabildikleri, okuma yazma bilmedikleri takdirde ise lisanlara hangi derecede aşina olduğu veya o dili ne kadar anlayabildiklerini belirtmeleri istenmiştir ( Bozkurt, 2011: 7 ). Bu çerçevede incelenen Malatyalı memurların genelinin Türkçe okur-yazar olduğu ortaya çıkmaktadır. Malatya doğumlu memurların okuyup yazabildiği, konuştuğu ve anlayabildiği diller Türkçe, Arapça, Farsça’dır. Bunun yanında azda olsa Fransızca, Kürtçe, Ermenice, Bulgarca, Arnavutça ve İngilizce bilen veya anlayan memurlar da bulunmaktadır. Ahmed Naim Efendi’nin Farsça tercüme ettiği kayıtlarda mevcuttur. Memurların büyük çoğunluğunda eğitim bilgileri kısmında ilk olarak ‘‘Mukaddemat-ı Ulum’’ veya ‘‘Esas-ı İslamiye olan Mukaddemat-ı Ulum-ı Diniye’’ ibaresi yer almaktadır. Bununla kastedilen İslam dininin esasları olan İlmihal, Kur’an-ı Kerim gibi ilk dini bilgiler ve Gramer, Sentaks, Vaaz, İştikak, Geometri, Hesap, Münazara, Mantık gibi ilimlere giriş derslerinin okutulduğudur ( Uğurlu, 2013: 50 ). İlk eğitim aldıkları yerlerde genellikle Arapça eğitimi için Sarf ve Nahiv derslerini, Farsça için Gülistan, Bend-i Attar ve Divan-ı Hafız adlı eser ve derslerini okumuşlardır. Ayrıca Hesap, Tarih, Coğrafya, Hadis, Fıkıh, Matematik, Mantık derslerini de almışlardır. Rüşdiye mektebinde eğitim görmüş kişiler için ‘‘müretteb dersleri tahsil ve ikmal eylemiş’’ ifadesine sıkça rastlanmaktadır. Mesleki Durumları Malatya doğumlu memurlar, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde birçok bölgede çeşitli memuriyetlerde görev almışlardır. Memurlar, atandıkları birimde mülazemet (stajyer) veya muvazzaf (kadrolu) olarak göreve başlamışlardır. 11 12 BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99 BOA. DH. SAİD. 111/176, s.349 56 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Sicill-i Ahvâl kayıtlarına göre yapılan incelemelerde 142 memurdan 67’si göreve stajyer olarak, 69’u ise tayin edilerek maaşla görevlerine başlamışlardır. Gayrimüslim memurların tamamı kadroludur. Sun’ullah Galib Efendi, Malatya Ticaret ve Ziraat ve Sanayi Odası üyeliği ve başkanlığı görevlerini; Ali Rıza Efendi ise Malatya Sancağı Ticaret Mahkemesi üyeliği görevini fahri olarak yapmıştır. Memurların işe başlama yaşları dikkate alınarak yapılan değerlendirmede 71 memur 10-20 yaşları arasında, 50 memur 21-30 yaş aralığında, 15 memur ise 31-40 yaşları arasında görevlerine başlamışlardır. 40 yaş üstü olan tek memur ise Mehmed Efendi’dir. Hacı Ali Necib Efendi, Mahmud Nedim Efendi, Mehmed Said Bey 13, Sun’ullah Galib Efendi14 ve Yusuf Ziyaeddin Efendi15’nin işe başlama yaşı ise kayıtlarda bulunamamıştır. Malatya doğumlu memurların 1’i gayrimüslim olmak üzere 6’sı eğitim alanında görev almıştır. Bu memurlardan Ahmed Cemal Efendi dışındakiler en az iki okul okuduktan sonra muallimlik görevinde bulunmuşlardır. Ahmed Cemal Efendi sadece Mekteb-i Rüşdiye’de eğitim alıp öğretmenlik görevinde bulunmuştur. Agop Efendi, Sıbyan Mektebi ve Latin Kapuçin Mektebi’nde tahsil gördükten sonra Malatya Sancağı Latin Kapuçin Mekteb-i Lisan-i Osmani Muallimliği görevinde bulunmuştur. Hacı Ali Necib Efendi ile İbrahim Zihni Efendi Edirne Müderrisliği yapmışlardır. Malatya doğumlu memurlardan 13’ü Malatya içerisinde yöneticilik yapmıştır. İdare alanında görev almış memurlar 58 Kaymakamlık, 15 Kaymakamlık Vekâleti, 23 Nahiye Müdürlüğü, 3 Nahiye Müdürlüğü Vekâleti, 1 Mutasarrıflık, 6 Mutasarrıflık Vekâleti, 5 İdare Meclis Azalığı görevlerinde bulunmuşlardır. Ali Rıza Efendi, Malatya Belediye Başkanlığı; Mehmed Tevfik Efendi, Meclis-i Mebusan Azalığı; Mehmed Said Bey, Mardin Sancağı Mebusluğu; Abdülbaki Efendi, Mardin Sancağı Mutasarrıflığı ve Kiyork Efendi de Kâhta Kazası İdare Meclisi Azalığı görevini yapmıştır. Malatyalı memurlardan 19’u hukuk alanında görev yapmıştır. 13 kez Müddei-i Umumilik ( Savcılık ), 6 kez Müstantiklik ( Sorgu Hâkimi ), 10 kez Niyabetlik ve 6 kez de Başkanlık görevlerinde bulunmuşlardır. 13 BOA. DH. SAİD. 161/054, s.105 BOA. DH. SAİD. 081/061, s.119 15 BOA. DH. SAİD. 134/125, s.247 14 57 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Abdülbaki Efendi, değişik tarihlerde 9 kez Dersim İdare Meclisi Müddei-i Umumiliği görevinde bulunmuştur. Mehmed Tevfik Efendi, Manastır Vilayeti ve Luleburgas Kazası Bidayet Mahkemesi Riyaseti’nde görev yapmıştır. Emniyet alanında görev yapmış olan Malatyalı 9 memur vardır. Abdullah Hulusi Efendi, Abdullah Ragıb Efendi, Abdülkerim Fazıl Efendi, Mehmed Cemil Efendi, Mehmed Zekâi Efendi görevlerindeki başarıları neticesinde komiserliğe terfi edilmişlerdir. Malatya doğumlu tek tabip olan Osman Remzi Efendi 16, Mülkiye-i Mekteb-i Tıbbiye’de iyi bir eğitim aldıktan sonra İstanbul Polis Müdüriyeti doktorluğuna tayin edilmiştir. Yukarıda adı geçen meslek alanları dışında farklı memuriyetlerde bulunmuş olan Malatya doğumlu memurların görev yaptığı meslekleri şöyle sıralayabiliriz: Telgraf ve Posta Merkezi Muhabirliği, Mal Müdürlüğü, Tahrirat Kâtipliği, Tahsilat Müfettişliği, Ağnam Tahrir Kâtipliği, Fırka-i Seyyare Messahlığı, Vukuat Kâtipliği, Taşra Senedat Kalemi memurluğu, Emlak Komisyonu Başkâtipliği, Masarıfat Başkâtipliği, İhale-i Aşar memurluğu, Tedarik-i Vesait-i Nakliye-i Askeriye Teftiş Komisyonu Azalığı, Nüfus memurluğu, Emti’a-yı Ecnebiye Gümrüğü memurluğu, Aded-i Ağnam Başmüdürlüğü, Arazi ne Tahrirat Kalemleri memurluğu, Kalem-i Umur-ı Tahririyye memurluğu, Tahrir-i Emlak Dairesi memurluğu, Mesalih-i Cariye Kâtipliği refekati, Kol memurluğu, Duhan Fabrikası memurluğu, Aşar Başkâtipliği, Selahat Kumandanlığı Mühimme Kâtipliği. Memurların Aldıkları Ödüller ve Cezalar Madalya ve nişanla ödüllendirme geleneği, Ortaçağ’a kadar dayanmaktadır. Madalya ve nişan ödül sistemi Avrupa kültürüne ait olması nedeniyle Osmanlı Devleti’nde çok geç kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlılar aynı nedenlerle kılıç, sorguç, tuğ, çelenk ve kaftan verirlerdi. Bununla beraber İslam tarihinde Abbasi halifeleri ve Anadolu Selçukluları bir anlamda madalyalara benzer ‘‘atiyye dinarları’’ bastırmışlardır (Özbilgin, 1999: 236). Askeri, mülki ve idari personele, halktan kişilere ve üst düzey yabancılara, devlet adına göstermiş oldukları yararlılık ve üstün başarıdan dolayı padişah emriyle verilirdi ( Sunay, 2007: 123 ). Madalya, resmi veya gayri resmi çeşitli alanlarda üstün başarı gösterenlere takılan madeni nişandır. Kelime anlamı ‘‘medaglia’’dan gelir. Altın, gümüş, bakır ve nikelden yapılmış çeşitleri vardır ( Artuk, 2003: 301 ). 16 BOA. DH. SAİD. 075/136, s.269 58 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Nişan ise devlet tarafından üstün hizmet karşılığı verilen, genellikle süslü ve değerli taşlarla bezeli bir çeşit madalyondur. Sözlükte ‘‘alamet, işaret’’ gibi anlamlara gelen nişan kelimesi Farsça olup Osmanlı bürokrasisinde değişik manalarda kullanılmıştır ( Artuk, 2007: 154 ). Rütbe, devlet memurları ile halktan bazı kimselere verilen paye ve unvanlar için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılarda rütbe, Yeniçeri teşkilatıyla meydana gelmiş, sonradan mülkiye sınıfına ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde de ulemaya verilmeye başlanmıştır. Malatya doğumlu memurların aldığı madalya, nişan ve rütbeler şöyledir: Memurun Adı Aldığı Rütbe, Nişan ve Madalya Abdullah Kâzım Efendi Rütbe-i Salise Abdülbaki Efendi Rütbe-i Hamise 4. Rütbeden Nişân-ı Âli Osmani Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası (Nikel) Ahmed Cemal Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası Ahmed Cemal Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası (Nikel) Ahmed Hamid Efendi Rütbe-i Rabia Ahmed Şevki Efendi Rütbe-i Rabia Bekir Efendi Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası (Nikel) Burhaneddin Efendi Rütbe-i Salise Hacı Osman Ramiz Efendi Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi Rütbe-i Salise 4. Rütbeden Mecidi Nişanı İbrahim Talat Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı Rütbe-i Salise Tahlısiye Madalyası Mehmed Cemil Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı Hamidiye- Hicaz Demiryolu Madalyası (Nikel) Liyakat Madalyası 59 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM İftihar Madalyası Mehmed Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı Mehmed Emin Efendi Rütbe-i Salise Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi Mehmed Emin Efendi Rütbe-i Salise Mehmed Reşid Efendi Rütbe-i Salise Mehmed Şevki Efendi Rütbe-i Salise Mehmed Tahir Efendi Rütbe-i Rabia Rütbe-i Salise Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi Mehmed Zekâi Efendi 5. Rütbeden Mecidi Nişanı 4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani Yunan Muharebe Madalyası Liyakat Madalyası (Gümüş) Tahlısiye Madalyası Osman Nuri Efendi Rütbe-i Rabia Osman Remzi Efendi Rütbe-i Rabia Sun’ullah Galib Efendi Rütbe-i Salise Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Sanisi Rütbe-i Saniye Sınıf-ı Mütemayizi 4. Rütbeden Nişan-ı Âli Osmani Malatya doğumlu memurlardan 22’si yaptığı hizmetler ve memuriyetlerinde göstermiş olduğu başarılar neticesinde çeşitli rütbe, nişan ve madalyalarla ödüllendirilmiştir. Toplam 22 rütbe, 8 nişan ve 11 madalya almışlardır. En çok ödüllendirilmiş olan memurlar 4 madalya ve 1 nişan ile Mehmed Cemil Efendi ve 3 madalya ve 2 nişan ile Mehmed Zekâi Efendi17 olmuştur. Ayrıca Mehmed Tevfik Efendi18, 30 Ağustos 1324 ( 13 Eylül 1908 ) tarihinde 2 700 kuruş maaşla Trabzon Vilayeti İstinaf Mahkemesi Müddei-i Umumiliği'ne nakledilmiştir. Trabzon'da bulunduğu müddetçe üstün hizmet ve dürüstlükle görevini yaptığı Mahalli Encümen-i Adliyesinin 25 Mart 1326 ( 7 Nisan 1910 ) tarihli 17 18 BOA. DH. SAİD. 173/186, s.369 BOA. DH. SAİD. 076/021, s.39-40 60 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM belgesinde belirtilmiş ve kendisine 21 Şaban 1329 ( 17 Ağustos 1911 ) tarihinde mahreç Kuds-i Şerif Payesi verilmiştir. Osmanlı bürokrasisinin klasik döneminde olduğu gibi Tanzimat ve sonrası dönemde de devlet memurları, başarılarından dolayı ödüllendirildikleri gibi işledikleri suçlar nedeniyle de cezalandırılmışlardır. Tanzimat’ın ilanından sonra yapılmış olan kanunlarla memurların istihdamı ile birlikte işledikleri suçlar ve buna karşılık verilmesi gereken cezaları da belirten bir takım nizamnameler düzenlenmiştir. Burada asıl amaç, memurların rüşvet ve yolsuzluk suçlarına bulaşmalarına engel olmaktır. Memurlara verilen cezalar genellikle görev yerinin değiştirilmesi ya da daha düşük konumdaki bir memuriyete tayin edilmesi şeklinde olmuştur. Bunun yanında memurun işlediği suçun ağırlığına göre maaş kesintisi, hapis cezası, emekliliğe ayrılma, memurluktan uzaklaştırılma ve memurluktan atılma gibi durumlarla da sonuçlanmıştır. Malatyalı memurların işledikleri bazı suçlar ve aldıkları cezalar şöyledir: Abdullah Ragıp Efendi19, 14 Rebiülevvel 1298 ( 14 Şubat 1881) tarihinde 150 kuruş maaşla Muhasebe-i liva Mesâlih-i Câriye Kitâbeti'ne alınıp 4 Cemaziyelevvel 1300 ( 13 Mart 1883 ) tarihinde maaşı 300 kuruşa artırılmış ise de 45 yük küsür kuruşluk bir zahire ücretinin nakliyesinden dolayı mahkemeye alınmış ve ayrıca amirinin emrine itaatsizliği nedeniyle bir aylık maaşının kesilmesi ile 23 Rebiülahir 1303 ( 29 Ocak 1886 ) tarihinde azledilmiştir. Abdullah Ragıb Efendi, aldığı emanet paraları yalan söyleyerek çiftçilere borç olarak vermek, borçlarına karşı evlerine ipotek koymak ve lirayı bazı mutasarrıflardan 100 kuruşa alıp diğer mutasarrıflara 103 kuruşa vermesinden ve bazı kişilere daha fazla akçe borç geri ödeme yaptırması ve mültezimlerden geciken paralar nedeniyle faiz istemesi ve bu gibi birçok yolsuzluğundan dolayı 23 Şaban 1311 ( 1 Mart 1894 ) tarihinde azledilmiştir. Ahmed Hamid Efendi20, 5 Kanunuevvel 1307 ( 17 Aralık 1891 ) tarihinde 1 240 kuruş maaşla Malatya Sancakları Yazı İşleri Müdürlüklerine memur olarak atanmış ve görevini yerine getirdiği dönemde ahlaksızlık yapmış olması nedeniyle Sancak İdaresi’ni kötü bir duruma düşürmesinden dolayı 20 Nisan 1308 ( 3 Mayıs 1892) tarihinde Vilayet yönetimince azledilmiştir. 19 20 BOA. DH. SAİD. 035/039, s.75-76 BOA. DH. SAİD. 076/183, s.363 61 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM Ali Rıza Efendi21, 3 Safer 1316 ( 23 Haziran 1898 ) tarihinde Günay Nahiyesi Müdüriyeti'nde işe başlamış ve disiplinsiz hareketlerinden dolayı mahkemeye çıkarılarak 13 Cemaziyelevvel 1318 ( 8 Eylül 1900 ) tarihinde Vilayet idaresi tarafından azledilmesine gerek duyulmamıştır. Ali Rıza Efendi’nin görev süresi içerisinde fuhuş olayı nedeniyle tutuklanan kişileri para alarak tahliye ettiği ihbarı üzerine Denizli Sancağı İdare Meclis tarafından yapılan sorgulama neticesinde bu suçu işlediğine dair yeterli kanıt olmadığı görülmüş, görevi başında tavla oynaması suçu nedeniyle tayin cezası verilmesi istenmişse de suçundan dolayı af dilemesi nedeniyle bu ceza uygulanmamıştır. Fikri Efendi22’nin görevine devamsızlığıyla beraber asi tavırlarda bulunması ve bazı haberleşmeleri zamanında yapmamasından dolayı 15 Zilhicce 1323 ( 10 Şubat 1906 ) tarihinde 400 kuruş maaşla Erzurum Vilayeti Telgraf ve Posta Merkezi Posta Kâtipliği'ne nakledilmiştir. Hacı Abdülvahab Azmi Efendi23, 13 Nisan 1327 ( 26 Nisan 1911 ) tarihinde Akçadağ Kazası Nüfus memuriyetine atanmış, Elazığ Vilayeti Nüfus Müdüriyeti'nin yaptığı araştırma sonucu belgesinden nüfus belgelerinin yıpranmış olduğu, izinsiz nikâh yapanlar hakkında soruşturma açmadığı nedenleriyle azledilerek 25 Mayıs 1327 ( 2 Haziran 1911 ) tarihinde görevinden ayrılmıştır. Mehmed Emin Efendi24, 20 Rebiülevvel 1326 ( 22 Nisan 1908 ) tarihinde Şatratülamâra Kazası Kaymakamlığı'na nakledilmiştir. Bu görevde iken devam eden göçebelik hareketlerinden ve Şatre yolunun aşiretler tarafından tutulması olayında hiçbir şekilde bu durumu engelleyememesi ve yollar açıldığı halde elçileri boş yere sorgulaması nedeniyle Vilayetçe işten el çektirilerek 1 Rebiülahir 1330 ( 20 Mart 1912 ) tarihinde azledilmiştir. Sonuç Sicill-i Ahvâl kayıtlarının incelenmesi sonucu Malatya doğumlu 142 memur tespit edilmiştir. Memurların 138’i Müslüman 4 tanesi ise gayrimüslimdir. Memurlar ilk olarak eğitimlerini sıbyan okulu ve ibtidai mektebinde almışlar daha sonra memuriyet görevlerine mülazemet veya muvazzaf olarak başlamışlardır. Görevleri süresince yaptıkları yer değişiklikleri ve bu değişikliklerin birçok sebepten ( becayiş, terfi, istifa, azledilme, çalıştığı kurumun 21 BOA. DH. SAİD. 055/248, s.493-494 BOA. DH. SAİD. 084/171, s.337 23 BOA. DH. SAİD. 191/098, s.98-99 24 BOA. DH. SAİD. 004/338, s.670-671 22 62 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM lağvedilmesi vb. ) kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca memurların görev süreleri sırasında işledikleri bir suçtan dolayı mahkemeye çıkarıldığı, suçlu bulunanların cezalandırıldığı, suçsuz olanların ise tekrar aynı görevlerine veya aynı derecedeki farklı bir göreve atandığı bilinmektedir. Bunun yanında Malatyalı memurlar başarılı hizmetleri neticesinde çok sayıda madalya, nişan ve rütbe ile ödüllendirilmiştir. Malatya doğumlu memurlar Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Anadolu, Orta Asya ve Balkanlar’daki birçok ülke ve bölgede görev yapmışlardır. Kaynakça Arşiv Belgeleri Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl Defterleri ( BOA. DH. SAİD. D. ) nr. 109/88, 133/192, 156/68, 167/021, 003/319, 178/013, 144/199, 026/144, 089/011, 167/122, 171/036, 188/216, 087/101, 191/011, 076/183, 128/250, 038/117, 076/129, 015/227, 034/241, 154/199, 184/248, 176/044, 049/003, 051/250, 058/083, 103/002, 032/244, 055/232, 082/104, 172/095, 116/116, 055/045, 004/373, 041/070, 089/168, 088/047, 116/104, 099/110, 033/049, 087/102, 120/131, 169/064, 081/115, 167/084, 136/122, 147/209, 111/176, 166/078, 060/238, 160/213, 013/144, 090/156, 098/002, 156/184, 171/251, 193/073, 011/196, 055/176, 070/093, 009/486, 039/050, 108/011, 151/028, 049/234, 099/137, 094/073, 161/054, 076/021, 153/236, 157/029, 173/186, 090/181, 168/139, 039/053, 071/086, 127/097, 062/035, 116/005, 075/136, 134/125, 174/151. 024/246, 033/045, 051/128, 033/044, 154/239, 038/139, 042/180, 138/124, 196/034, 001/351, 010/469, 119/159, 125/049, 195/005, 004/338, 136/100, 192/189, 137/205, 072/223, 125/081, 035/039, 199/109, 102/237, 184/213, 055/248, 146/056, 084/171, 007/079, 004/424, 174/130, 108/028, 026/210, 161/056, 010/493, 129/047, 017/106, 176/038, 193/082, 008/341, 081/061, 167/207, 186/014, 039/052, 003/457, 114/096, 173/139, 191/098, 105/228, 033/041, 036/137, 020/085, 177/097, 164/006, 133/180, 196/217, 018/039, 022/141, 192/049, 027/166, 120/153, Kitap, Makale ve Tezler AKYILDIZ, Ali, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004. 63 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM ARTUK, İbrahim, ‘‘Madalya’’, TDVİA, C. 27, Ankara, 2003, s. 301302. ARTUK, İbrahim, ‘‘Nişan’’, TDVİA, C. 33, İstanbul, 2007, s. 154156. ASLAN, Seyfettin – YILMAZ, Abdullah, ‘‘Tanzimat Döneminde Osmanlı Bürokratik Yapı ve Düşüncesinin Değişimi’’, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C. 2, S. 1, 2001, s. 287 – 297. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Yayın No. 108, İstanbul, 2010. BOZKURT, Nurgül, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Simavlı Memurlar’’, Akademik Bakış Dergisi, S. 27, Kırgızistan, Kasım – Aralık 2011, s. 1-12. DAŞÇIOĞLU, Kemal, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Buldanlı Memurlar’’, Buldan Sempozyumu, Denizli, 23 – 24 Kasım 2006, s. 561-570. GÜLTEPE, Necati, ‘‘Osmanlılarda Bürokrasi: Merkezin Yöntemi’’, Osmanlı – Teşkilat, S. 6, Ankara, 1999, s. 241-255. KIRICI, Ahmet Önder – YİĞİT, İrfan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Çorumlu Devlet Adamları ( 1839 – 1909 Yılları Arası ), Çorum Belediyesi Kültür Yayınları, Çorum, 2011. KÜTÜKOĞLU, Mübahat S., ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterlerini Tamamlayan Arşiv Kayıtları’’, Güney – Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, S. 12, İstanbul, 1998, s. 141-157. ÖZGER, Yunus, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Bürokrasisinde Yozgatlı Devlet Adamları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2010. SARIYILDIZ, Gülden, Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun Kuruluşu ve İşlevi ( 1879 –1909 ), Der Yayınları, İstanbul, 2004. SARIYILDIZ, Gülden, ‘‘Sicill-i Ahvâl Defterleri’’, TDVİA, C. 37, İstanbul, 2009, s. 134-136. SUNAY, Serap, II. Abdülhamid Döneminde Balıkesirli Mülki Görevliler Hakkında Bir İnceleme ( Sicill-i Ahvâl Kayıtlarına Göre 1879 – 1909 ), Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar, Mayıs 2007. SÜRMEN, Ahmet, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Bürokrasisinde İstanbul Doğumlu Yahudi ve Rum Devlet Adamları, Yüksek Lisans Tezi, Yozgat, 2011. 64 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM TERZİ, Mehmet Akif, Türk Devlet Geleneğinde Bürokrasi ve Memur, Sistem Ofset, Ağustos 2012. UĞURLU, Ümmühan, Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Osmanlı Döneminde Tokatlı Devlet Memurları, Yüksek Lisans Tezi, Tokat, 2013. 65 Sicill-i Ahvâl Defterlerine Göre Malatyalı Memurlar / Ramazan ÇELEM EK: Ahmed Hamid Efendi’ye ait Sicill-i Ahvâl belgesi 66 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 MARDİN TÜRK OCAĞININ EĞİTSEL FAALİYETLERİ VE TASFİYE SÜRECİNDE YAŞANAN SORUNLAR Mardin Turkish Foundation Educational Activities and Experienced Problems during the Process of Liquidation Hızır Dilek* ÖZET Birçok kurum, kuruluş ve kişi kozmopolit bir iklime sahip olan Mardin’in yakın dönem tarihine önemli derecede etki etmiştir. Mardin’in yakın dönemine etkileri olan kuruluşlardan biri Mardin Türk Ocağı olmuştur. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte Atatürk devrimlerini halka götüren bir dernek olmuştur. Ayrıca yaptığı etkinliklerle halkın ilgisini ve dikkatini de çekmiştir. Mardin Türk Ocağı tarafından düzenlenen etkinlikler için mekân sıkıntısı yaşanınca Mardin Türk Ocağı 1930 yılında ihaleye girerek 25000 liraya 23 parça emlak satın almıştır. Alınan bu emlakların borçları 15 yıl taksitlendirilerek 1945 yılında bitirilmesi planlanmıştı. Bu emlaklar dışında ayrıca Zinciriye Medresesi ve Savur halkı tarafından yapılan Savur Türk Ocağı da Mardin Türk Ocağına ait binalardır ve bunlar para ile satın alınmamış emlaklardır. Mardin Türk Ocağının bu çalışmaları yaptığı dönemden bir yıl sonra Türk Ocakları fesh edilmiştir. Bu fesh edilme kararına bağlı olarak Mardin vilayetinde bulunan Mardin Türk Ocağı, Savur Türk Ocağı ve Derik Türk Ocağı da fesh edilmiş; ancak ocaklara ait malzemelerin satışı ve borçların ödenmesinde sıkıntılar yaşanmıştır. Bu tasfiye işleminin yapılabilmesi için, Cumhuriyet Halk Partisi teşkilatınca oluşturulacak bir heyet tarafından satım işleminin gerçekleştirilmesi gerekliydi; ancak Mardin vilayetinde Cumhuriyet Halk Partisi teşkilatı bulunmamaktaydı. Bu çalışma, ocakların tasfiyesinde yaşanan sıkıntıları ve bu sıkıntıların çözülmesinde nasıl bir yol izlenmiş olduğunu incelemeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Mardin Türk Ocağı, Tasfiye, İnkılap. * Arş. Gör. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Muallim Rıfat Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Öğretmenliği, [email protected]. Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek ABSTRACT Many foundations, institutions and persons significantly have impact on recent history of Mardin which has cosmopolitan structure. Mardin Turkish Foundation is one of the foundations which have impact on recent history of Mardin. As well as its foundation date is not known, it had been an association which gets Ataturk revolutions to public. Also conducting a series of activities, it had drawn attention of public. When place problem happened for the activities, Mardin Turkish Foundation had bidden and bought 23 real estates with 25000 Turkish Liras worth in 1930. The foundation had made and installment plan for the debts of the real estates and it was thought to pay off the debts in 1945. Without the real estates which bought, Zinciriye Madrasa and Savur Turkish Foundation Building which constructed by Savur Public, are buildings of Mardin Turkish Foundation and these buildings had not been bought by cash. Turkish Foundations were annulled one year later of the period in which Mardin Turkish Foundations did works. According to the annulment decision, Mardin Turkish Foundation, Savur Turkish Foundation, and Derik Turkish Foundation annulled too, but there have been some difficulties about sales of the foundations materials and debt discharging. As occurring of this annulment process, it was necessary to actualize selling process by a committee which formed by organization of Republican People’s Party, but there was not organization of Republican People’s Party in Mardin. This study aim to research experienced problems during the liquidation process and how a solution method followed. Keywords: Revolution Mardin Turkish Foundation, Liquidation, Cumhuriyet Dönemi Türk Ocakları ve Türk Ocaklarının Kapatılması Tanzimat döneminin bazı Türk aydınları, dünyanın değişik bölgelerine yerleşmiş, farklı isimlerle birçok devlet kurmuş olan Türkler’ in tarih ve dilce birliği ve bütünlüğü görüşünü ortaya atarak Türkler’in sadece Osmanlı Türkler’inden oluşmadığını Osmanlı Türkler’inin de bu Türk medeniyetinin bir parçası olduğu gerçeğini yaymaya çalışmıştır. Türk tarihinin, kültürünün ön plana çıkmasında etkisi olan Türk milliyetçiliği fikir ve uygulama aşaması olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Tanzimat devrinde fikir aşamasında olan Türk milliyetçiliği, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan 68 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek edilmesinden geçmiştir.1 sonra Türk milliyetçiliği uygulama aşamasına Türk milliyetçiliğinin ürünü olan Türk Ocağı, II. Meşrutiyet devrindeki (1908-1923) Türk milliyetçi kuruluşların en büyüğüdür. II. Meşrutiyet devrinde Türk Derneği ( Kasım 1908), Türk Yurdu (Ağustos 1911) isimleriyle kurulan ve bu derneklerle aynı görüşleri benimseyip savunan milliyetçi derneklerin üçüncüsüdür.2 Bu kuruluş Osmanlı Devleti’ndeki kozmopolit iklime tepki olarak ortaya çıkan milliyetçiliğin gelişmesinde başrol oynamıştır.3 Türk Ocakları, 3 Temmuz 1911’de kuruluş hazırlıklarını tamamladığında ilk zamanlar bir dernek olarak faaliyete geçmiştir. Kuruluşundan sonra maddi yardım kabul edecek olan dernek ilk mühim bağışı Tanin Gazetesi sahibi Hüseyin Cahid (Yalçın) tarafından yapılmıştır. Bu önemli bağıştan ve Türk Ocağı’nın resmen kurulmasından sonra ocağın ilk başkanı Ahmed Ferid seçilmiştir. Ahmed Ferid’ ten sonra ocağın başkanlığına Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gelecektir. 1913 yılında İstanbul’da basılan ocak tüzüğünde ocağın kuruluş gayesi olarak Türklerin; milli terbiyelerinin, ilmi, içtimai ve iktisadi seviyelerinin ilerlemesi ve gelişmesi için Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmak, asla politikaya karışmamak ve siyasi partilere hizmet etmemek olarak belirtilmiştir. Bu amaca ulaşmak için okullar yaptırmak, kendi adını taşıyan kulüpler açtırmak, buralarda dersler, konferanslar, halka açık toplantılar düzenlemek, kitaplar ve dergiler yayımlamak, milli serveti korumak ve çoğaltmak gibi maksatları olmuştur.4 Türk Ocakları, yukarıdaki amaçlarını 1920 yılına kadar 30 şubesiyle gerçekleştirmiştir. Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra ocaklara gösterilen ilgi artmış, 1924 Nisanına kadar 41 şube daha açılmış ve ocakların Türkiye genelindeki sayısı 71’e ulaşmıştır. Türk Ocakları’nın gayelerinin daha geniş kitlelere ulaşmasında milli hükümetin ve onun reisi olan Mustafa Kemal’in ocaklara sahip çıkması etkili olmuştur.5 1 Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S. 196s.201. Kenan Akyüz, a.g.m., s.201. 3 Yusuf Bayraktutan (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası, s.90. 4 Kenan Akyüz a.g.m., s.202-203. 5 İbrahim Karaer, Türk Ocakları ve İnkılaplar ( 1912-1931), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, (Yayınlanmış Doktora Tezi), Ankara, 1989, s.33-34. 2 69 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Mustafa Kemal, ocakları maddi ve manevi destekleyerek bu kuruluşlar vasıtasıyla Türkiye’nin çağdaşlaşma ülküsünün yayılmasını amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda yurt gezilerine çıkan Mustafa Kemal yurt gezisinde Türk Ocaklarını da ziyaret ederek ocakların çalışmalarını yerinde izlemiştir.6 Ocaklar gerek Mustafa Kemal gerek iktidar ile olan ikili ilişkilerini 1927 yılına kadar devam ettirmiştir. Öyle ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1927 yılında Türk Ocağı Yasası’nda değişikliğe giderek ocaklardan daha fazla yararlanma yoluna gitmiştir.7 1927 yılında Türk Ocakları Yasası’nda yapılan değişikliğe göre Türk Ocağı, devlet siyasetinde CHP ile beraberdir.8 CHP, bu değişiklikle Türk Ocakları üzerinde desteğini ve denetimini artırma yolunu açmıştır.9 Bu gelişmeler neticesinde Türk Ocakları ile CHP’nin hukuki açıdan birlikte hareket etme yolunu açmıştır. 10 1929 ekonomik bunalımı ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması Türk Ocakları’nın çalışmalarının ön plana çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemde ocaklılar bir taraftan Mustafa Kemal’e olan sevgileri bir taraftan da demokrasi özlemlerinden dolayı ikilem arasında kalmıştı. Halkın demokrasi özlemi ve ekonomik bunalımın etkisinden dolayı Serbest Cumhuriyet Fırkasına ilgi göstermiştir. Fırkanın kurulmasıyla birlikte bazı ocaklılar yeni fırka da görev almıştır. CHP mensupları yeni fırkaya gösterilen bu ilgiyi kabullenemeyecektir. İlerleyen günlerde çok partili sistem sorunlar oluşunca Serbest Cumhuriyet Fırkası üç ay sonra kendini fesh etmiştir. Bu olaydan sonra gözler Türk Ocakları’na çevrilecektir. Mustafa Kemal, Türk Ocakları’nın üçüncü maddesine atıfta bulunarak ocaklar ile fırkayı birleştirme yoluna gitmeye karar vermiştir. 11 Son toplantısını Nisan 1931 yılında yapan Türk Ocakları kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile 6 Ercan Haytoğlu, “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam Türk Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl:2009, C. 25, No:5, s.1212. 7 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212. 8 İbrahim Karaer, a.g.t., s.59. 9 Kenan Olgun, “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk Kongresi 1216 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010, s.928. 10 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1212. 11 Ercan Haytoğlu, a.g.m., s.1213. ; İbrahim Karaer, a.g.t., s.61-62. 70 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek birlikte 10.04.1931 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına (C.H.F) devrolunmuştur.12 Mardin, Mardin Türk Ocağı, Faaliyetleri ve Tasfiye Süreci Kadim bir şehir olan Mardin, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu şehrin tarihi kesin olmamakla birlikte M. Ö. 2850’ye dayandırılmaktadır.13 Mardin, milattan önce başlayarak Komuk* ve Madi hanedanları, zaman zaman Asuriler, İraniler, Romalılar, Araplar, Artuklu Devleti, Akkoyunlu Devleti ve Osmanlı Devleti’nin egemenlikleri altında kalmıştır.14 Mardin, uzun bir dönem Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşını kaybetmesiyle birlikte ülkenin birçok yeri işgale uğramış, ancak Mardin’in İngiltere ve Fransa arasındaki anlaşmazlıktan dolayı işgali gecikmiştir. 15 Bu anlaşmazlıktan sonra şehre işgale gelen Fransız askerleri şehirde propaganda yaparak şehir halkını kandırmaya çalıştıysa da bu konu da başarılı olamamıştır. Mardin halkı Fransız askerlerinin şehri işgal için geldiğini öğrendikleri vakit eldeki imkânlarla askerlerin üzerine yürümüşlerdir. Yapılan propagandanın etki etmediğini gören Fransız askerlerinin komutanı Normand tarafından geri çekilme kararı alınmıştır.16 İşgallerin sona ermesinde etkin olarak çalışan Türk Ocakları, Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinde şube açmıştır. Ocaklar belli dönemlerde zorluklar ile karşı karşıya kalmasına rağmen ocakların birbirine olan desteğiyle bu zorluklar aşılmıştır.17 12 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2004, s.384-385. Ayrıca fesh edildiğini gösteren belge için bakınız sayfa 386. 13 Hanna Dolapönü,( 1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık, s.17. * G. Maspero, Eski Doğu kavimlerini anlattığı tarih kitabında Komuk Eli’nin Diyarbakır vilayetinin tamamını, Batman ve Savur sularından Maraş yakınlarına; Gölcük’ten Viranşehir ve Derik’in güneyindeki ovanın başladığı yerlere kadar geniş bir alana yayılmış olan bir kavimdir. Komuk Eli, zamanın en büyük fatihlerinin kendi istiklaline saygı duymasını sağlayacak bir kuvvete sahip olmuştu. Bkz. Halis Ataksoy, Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli, İstanbul, Çeştüt Matbaacılık, 1988, s.1. 14 B.C.A. 490.01/688.337.1, ek:81. 15 Latif Öztürkatalay, Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset, 1995, s.28. 16 Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü, İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938, s.53-60. 17 Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara, Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.11. 71 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek 1920’li yıllarda Mardin’de Atatürk devrimlerini halka götüren kurumların başında olan Mardin Türk Ocağı, kuruluşundan itibaren Mardin vilayet bütçesinden destek gören bir kuruluş olmuştur. 18 Türk Ocağı Savur, Derik ve Mardin Merkez ilçe de olmak üzere üç şube açmıştır. Bu şubelerden en son faaliyete geçen Derik Türk Ocağı’dır. 19 Kaynaklarda kurucuları hakkında yeterli bilgiye ulaşılmamakla birlikte mevcut kaynaklarda Türk Ocakları’nın 1927 kurultayına Mardin Türk Ocağı adına Cevdet Şakir Bey, Savur Türk Ocağı adına da Salih Bey’in katıldığı bilgisine ulaşılmıştır.20 Mardin Türk Ocağı başkanlığını ne zaman yaptığı kesin olmamakla birlikte Aziz Uras’ın Mardin Türk Ocağı’nda bir dönem başkanlık yaptığı bilinmektedir. 21 Ayrıca ilk başkanlarından olması muhtemel olan kişilerden biri de Cevdet Şakir Beydir.22 Yukarıda değinildiği gibi Atatürk devrimlerinin halka ulaştırılmasında önemli görevler üstlenmiş olan Mardin Türk Ocağı, Romen rakamlarının kabul edilmesinden sonra rakamları halka tanıtmıştır. Aynı şekilde Türk Ocakları Merkez Heyetinin Latin harflerinin halka öğretilmesi ile ilgili tamimi yayınlamasından sonra Mardin Türk Ocağı da 20 Ağustos- 31 Ağustos 1928 tarihleri arasında yeni harfleri halka öğretmek için kurslar açmıştır. 23 1928 yılında Mardin Türk Ocağı’nın açmış olduğu okuma yazma kurslarına katılan 200 vatandaş katılmış bu 200 kişiden yirmisi bayandı.24 Türk Ocakları merkez heyetinin yayınladığı tamimden sonra Mardin Türk ocağı, 12 Eylül 1928’de Muallimler Birliği 25 ile ortak bir karar alarak 20 güne yakın yeni harfler ile eğitim vermiştir. 26 18 Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, vd. Mardin Aşiret- Cemaat – Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2001, s.368. 19 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 219; “Derik’te Türk Ocağı Açılıyor”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 20 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., Türk Ocakları Tarihi(Açıklamalı Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Yayınları, s.214215; Füsun Üstel,( 2004), İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Ocakları (1912-1931), İstanbul, İletişim Yayınları, s. 253-254. 21 T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M Basın ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010, s.586. 22 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172. 23 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272. 24 Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47. 25 “1918 yılı Ocak ayında İstanbul ili ilkokul öğretmenleri, ilköğretim meclisine üye seçmek amacıyla Üniversite konferans salonunda toplanmışlardı. Bu münasebetle Ahmet Halit Beyin ortaya attığı bir teklif üzerine orada hazır bulunanlarca bir cemiyet kurulmasına karar verilmişti. Hüseyin Hüsnü, Sadullah, Mehmet Fevzi, Ahmet Asım, Ali Şevki, Re’fet Avni, Mustafa Fehmi, Seyfettin Ârif Beylerden oluşan bir komisyona, seçim işi ve 72 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Ocakların açmış olduğu bu kurslara halk ilgi göstermiş, okuma yazma kursları haricinde Mardin ve Savur Türk Ocağı Eylül 1928’de çok amaçlı kurslar açmıştır.27 Savur Türk Ocağı’nın açmış olduğu bu kurslara yirmi kişi kayıtlı olup, ocak bu kursların daha verimli olabilmesi için Türk Ocakları Genel merkezinden kendilerine elli adet alfabe gönderilmesini istemiştir.28 İnsan sosyal bir varlık olmasından kaynaklı yaşamının büyük bir kısmını diğer bireylerle birlikte geçirmektedir. Bu bağlamda Türk Ocakları, Türk kadınını sosyal hayatın içine çekebilme konusunda önemli mesafeler kat edecektir.29 Türk Ocakları’nın Mardin şubesi bayanları Türk Ocağında aktif olarak çalışması için çeşitli kurslar tertip etmiştir. Bu kurslardan biri bayanların her gün gelebilecekleri ve vakitlerini en verimli şekilde geçirebileceği Singer nakış makineleriyle verilen ücretsiz dikiş ve nakış kursu olmuştur.30 Türk Ocakları’nın eğitim çalışmaları arasında yer alan müsamereler, eğlenceler, seyahatler, serbest tartışmalar halkın toplumsal çalışmalara katılmasına etki etmiştir. 31 Bu bağlamda Mardin bir nizamname hazırlanması, hükümetten hemen izin alınması konuları görev olarak verilmişti. Bu kişiler, Büyük Reşit Paşa Nümûne Mektebi binasında ilk toplantılarını yapıp nizamnameyi hazırlayarak kurucu sıfatıyla 9 Mart 1918 tarihinde hükümete başvurup Cemiyet’in kuruluşunu resmîleştirerek Türk Ocağı’nda geçici bir merkez kurup çalışmaya başladılar. Sonradan yönetim kurulu üyelerinden birçoğunun devamsızlığı ve Cemiyet’in bir faaliyet gösterememesi nedeniyle, başkanı bulunan Sadullah Bey tarafından 1919 yılı Ocak ayında olağanüstü kongre daveti çıkarıldı ve dokuz maddelik nizamnamenin daha açık ve kesin biçimde düzenlenmesi kararlaştırılarak Hüseyin Hüsnü, Ahmet Hamdi, İrfan Emin, İbrahim Memduh, Enver Kemal Beylerden oluşan bir nizamname komisyonu seçilmişti. Kongrenin ikinci ve üçüncü toplantılarında yeni nizamnamenin kabulü, yönetim kurulu üyeleri ve hakem heyeti ile denetçilerin seçimi yapılmıştır.” Bkz. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz (çevrimiçi) 15.01.2014. 26 Türk Yurdu Dergisi, S. 203-9, Ankara, Eylül 1928, s.47; Mardin’de kurulan memurlar birliği de yapacağı çalışmalarda Mardin Türk Ocağıyla birlikte hareket edeceğini kamuoyuna bildirmişti. Bkz. “Mardin’de Kulüp”, Hâkimiyet-i Milliye, 13 Kânunusani 1930, s. 3. 27 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s. 270-272. ; “Mardin Türk Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 28 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.263. 29 Yusuf Sarınay, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve Türk Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat s. 148. 30 “Mardin Türk Ocağında Dikiş Dersleri”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 31 Hasan Ferid Cansever, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara, Türk Yurdu Yayınları, 1995, s.52. 73 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Türk Ocağı gençliğin ilgisini çekebilmek, bilgi seviyesini artırmak ve yardımlaşmayı sağlamak için her hafta müsamereler düzenlemiştir. Düzenlenen bu müsamereler sayesinde halkın ilgi ve dikkati çekilmiştir.32 Türk Ocakları’nın bir diğer eğitim aracı olan ve ruhun en canlı unsurunu oluşturan musikiye, büyük önem verecek olan Mardin Türk Ocağı, Türk musikisi ve Batı musikisi aracılığıyla ile halkın eğitimine, milli duyguların gelişimine yardımcı olmuştur. Türk Ocakları tarafından Türk musikisinin yeni kuşaklara öğretilmesi için çok sayıda musiki dersleri açılmış, ocakların düzenleyeceği müsamereler, temsiller ve konferanslarda musikiden yararlanılarak halkın ocak faaliyetlerine katılımı sağlanmıştır.33 Türk milletini ruhen yüceltmeyi amaçlayan Türk Ocakları, aynı zamanda bedenen güçlü bir millet yaratmak için spora da gereken önemi vermiştir.34 Mardin’de gençlik ve spor çalışmaları Cumhuriyet döneminden öncesine kadar avcılık ve atıcılık alanlarında gelişme göstermiştir. 1920 yılında askeri birlikler futbol takımı kurup teşkilatlanmasından sonra sivil halk ve şehrin öğretmenlerinden Nurettin Siret Bey, Arif Kurtuluş ve Hasip Bey’in destekleriyle de bir futbol takımı kurulmuştur. Askeriye ve sivil halk, takımlarını kurduktan sonra bölge de “Prot” (Amerikan Koleji) adıyla anılan grup maçlarına katılmak için temasa geçmiştir. 35 Askeriye ve sivil halkın takımlarını kurmasından sonra ve daha önce bir kulüp olmayan Mardin Türk Ocağı takımının 3.6.1923 tarihinde Diyarbakır Türk Ocağı takımını 5-0 yenmesinden sonra Mardin Türk Ocağı, dönemin valisi olan Hadi Bey’in 1925’te Mardin’de yaptığı toplantıdan sonra “Türk Ocağı” adı ile ilk spor kulübünün kurulmasına karar verir ve bu toplantıdan çıkan kararla birlikte spor çalışmaları düzene girmiştir. Bu karardan sonra kulübe yazılmak isteyen gençlerin sayısı artmıştır.36 Valilik ve askeri birliklerin gayreti ile şehrin uygun bir yerine saha yapılmıştır. Bu yapılan saha sonrası Türk Ocağı Kulübünden bazı futbolcular ayrılmış ve yeni bir kulüp kurmuşlar. Kulüpten ayrılan bu futbolcular kırmızı-sarı forma rengi ile Işık İdman Yurdu takımını Türk Ocağı takımında kalan oyuncular da Altın Mızrak Spor Kulübünü kurdular. Işık İdman Yurdu takımı ile Altın Mızrak Kulübü arasında 1927 yılında oynanan maçı 5-1 gibi bir skorla Işık İdman Yurdu 32 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., A.g.e., s.295 İbrahim Karaer, (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Neşriyatı, s. 97-99. 34 İbrahim Karaer, a.g.e., s.173. 35 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172. 36 1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y., s. 145. ; Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 172. 33 74 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek kazanacaktır. Bu çalışmalar ve spora verilen destek artıkça kurulan spor kulüpleri de artmıştır. 27 Temmuz 1930 tarihinde Öğrenciler Birliği tarafından Uyanış Spor Kulübü kurulacaktır.37 Türk Ocaklarının yurt genelinde yayılması ve çalışmalarını artırmasından sonra ocakların çalışmalarını daha geniş bir binada yürütmesi için bina yaptırdığı taktirde belediye, il genel meclisleri tarafından ödenek ayrılması gündemde gelmiştir. Ocakların çalışmaları için gayrimenkul bağışı kabul etmesi ve işletmelerde imtiyaz sahibi olmasına olanak tanınmıştır.38 Bu bağlamda 1928 yılında Mardin Valisi Hadi Bey’in desteğini alan Mardin Türk Ocağı ve Savur Türk Ocağı, vilayet bütçesinden Mardin Türk Ocağı’na 2.000, Savur Türk Ocağı’na da 500 lira ödenek ayrılmıştır. 39Ayrıca Mardin Belediyesi bütçesinden Mardin Türk Ocağına yıllık 750 lira bina yapması durumunda 1.500 lira tahsisat ayıracaktır. 40 Mardin ve Savur Türk Ocaklarına ayrılan bütçe belediye ve il genel meclisleri tarafından ayrılan ödeneğin dışında ocakların çalışmaları oranında tahsisat konulmuş ve bir sonraki yıl bu çalışmalar baz alınarak artırılmıştır. Bu bağlamda Mardin ve Savur Türk Ocakları’nın 1927 ile 1928 yılı bütçeleri incelendiğinde Mardin Türk Ocağı’nın 1927 yılındaki bütçesi 7.500 lira iken faaliyetlerini artırmasından sonra ocağa ayrılan ödenek 1928 yılında 8.637 liraya çıkarılmıştır. Aynı şekilde Savur Türk Ocağı’nın da 1927 yılındaki bütçesi 1.700 lira iken artan faaliyetlerine bağlı olarak 2.754 lira olmuştur.41 Yukarıda da değinildiği gibi ocaklar faaliyetleri kapsamında gayrimenkul alabilmiştir. Mardin Türk Ocağı’da çalışmalarına daha geniş bir alana yaymak için 1930 yılında iki defa ihaleye girerek gayrimenkul satın almıştır. Bu ihalelerin ilkinde bir ev, bir otel ve yedi dükkânı 5.211 liraya satın almıştır. Bu 5.211 liranın 1.305 lirası ödenmiş geriye kalan 3.906 liralık borç ise her yıl 260 lira 40 kuruş vermek şartıyla on beş yıllığına taksitlendirilmiştir. İkinci ihalede ise 14 dükkân 25.237 liraya satın alınmıştır. İhale bedeli olan 25.237 liranın 4.898 lira 50 kuruşu ödenmesinden sonra geriye kalan 20.124 lira 50 kuruş her yıl 1.410 lira 63 kuruş ödenmek koşuluyla on beş yıllığına taksitlendirilmiştir. Sonuç olarak Mardin Türk Ocağı’nın almış olduğu bu gayrimenkullerden 24.053 lira borcu oluşmuştur. 37 Latif Öztürkatalay, a.g.e., s. 171-175. İbrahim Karaer, a.g.e., s. 27. 39 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd., a.g.e., s.251. 40 “Mardin Türk Ocağına Yardım”, Hâkimiyet-i Milliye, 5 Temmuz 1929, s.2. 41 Hüseyin Tuncer, Yücel Hacaloğlu, vd. a.g.e., s.285. 38 75 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Ocak bu borcunu her yıl 1.671 lira 3 kuruş borç ödeyerek 1945 yılında bitirmeyi hedeflemiştir.42 Ancak Türk Ocakları’nın, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın da girdiği 1930 yerel seçimlerinde bazı yerlerde bu partiyi desteklemesi ve akabinde ortaya çıkan Menemen hadisesi ocağın sonunu getirmiştir. Bu olaylardan sonra yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal, yurt gezisi sırasında Türk Ocakları ile ilgili yeni düzenlemelere gidileceğinin sinyallerini vermiştir. Mustafa Kemal çıkmış olduğu bu yurt gezisinin ilk günlerinde Türk Ocakları için olumlu fikirleri varken gezinin ilerleyen günlerinde bu fikirleri yavaş yavaş değişim göstermiştir.43 Nisan 1931 yılında son toplantısını yapan Türk Ocakları kendini fesh ettiğini bildirdikten sonra tüm mal varlığı ve borçları ile birlikte 10.04.1931 tarihinde CHF’ye devrolunmuştur. 44 CHF’nin Türk Ocakları’nı fesh etmesinin ana nedenlerinden biri Türk Ocakları’nın siyasal bir güç kazanmasıydı. Bu siyasal güç CHF ile aynı doğrultu da olmayıp karşı yönde olunca Türk Ocakları’nın fesh edilip tüm mal varlığı ve borçları ile birlikte CHF’ye devredilmesine neden olmuştur.45 Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’nın Kapatılması ve Eşyalarının Satışı 1931 yılında Türk Ocakları’nın tasfiyesinden sonra Mardin vilayetinde bulunan Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’na ait menkul ve gayrimenkullerin hesaplanması gerekiyordu. 46 Ocaklara ait gayrimenkullerin hesaplanması “Türk Ocakları’nın menkul ve gayrimenkul emlak ve eşyasının tasfiyesine ait talimatnamenin” satış maddelerine göre Cumhuriyet Halk Fırkası idare heyetleri tarafından yapılması gerekmekteyse de Mardin’de Halk Fırkası teşkilatı bulunmadığından ocaklara ait menkul ve gayrimenkullerin satışı kim veya hangi kurum eliyle yapılacağı bilinmemekteydi. 47 Bu talimatnamenin üçüncü bölümünün ikinci maddesine göre bu menkul ve gayrimenkullerin satışında herhangi bir ihtilaf olması 42 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11. Mustafa Arıkan, Ahmet Deniz, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları ve Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15, Konya 2004, s.408. 44 Füsun Üstel, a.g.e., s.384,385 Ayrıca fesh edildiğini gösteren belge için bakınız sayfa 386. 45 Yılmaz Gülcan, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul, Alfa Yayınları, 2001, s.168. 46 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:219. 47 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214. 43 76 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek durumunda bu ihtilaflar kanunlara uygun bir şekilde çözülmedikçe satılamayacağı belirtilmişti. Bu maddeye dayanarak Mardin Türk Ocağı’nın gayrimenkullerinin satışında belli sorunlar ortaya çıkmıştı.48 Çünkü dağılan Mardin Türk Ocağı’ndan partiye yirmi üç (23) parça gayrimenkul iki ayrı ihale şeklinde 30.234 liraya satın alınmıştı. 1930 yılında gerçekleştirilen bu ihalelerin ilkinde bir hane, bir otel ve yedi dükkân 5.211 liraya satın alınmıştı. İhale bedeli olan 5.211 liranın 1.305 lirası tahsil edilmiş, geriye kalan 3.906 liralık borcun ise dönemin (3542) sayılı kanununa göre her yıl 260 lira 40 kuruş ödenerek on beş yılda tamamlamayı hedeflenmişti. İkinci ihale de ise on dört (14) dükkân için dükkânlar 25.237 liraya satın alınmıştı. İhale bedelinin 4.898 lira 50 kuruşu tahsil edilmiş olup geriye kalan 20.124 lira 50 kuruşluk borç ise her yıl 1.410 kuruş 60 kuruş ödenmek koşuluyla on beş yıla yayılmıştı. Bu iki ihale sonucunda yıllık 1.671 lira 3 kuruş ödenerek 1945 yılında tamamlanması düşünülmüştü. 49 Ocak, ihalelerin toplam değeri olan 30.234 liranın 6.203 lirasını ödenmiş geriye kalan 24.031lira ile maliyeye ve ayrıca belediyeye de 736 lira borcu kalmıştı. 50 Ocak bu gayrimenkulleri almış olmasına rağmen vakti gelen taksitleri ödeyememiş olmakla birlikte ocağın dağılmasından sonra partiye satışları da mümkün olmamıştı. Bu durumda ocağın gayrimenkullerinin satışını bir çıkmaza sokmuştu. Partinin ihtilafı çözmemesi halinde büyük bir zarara uğraması muhtemeldi. Partinin bu zarara mahal vermemesi için yapması gereken dükkânların kirasından elde edilen gelirin bankadan alınıp gecikmiş olan taksitlerin ödenmesine izin vermesi olacaktı. 51 Mardin’deki ocakların dağılmasından sonra ocaklara ait gayrimenkullerin satışı çıkmaza girince 1/10/1933 tarihinde Birinci Umumi Müfettişlik makamından Mardin Valiliğine telgraf çekilerek iki ihale ile satın alınan bu gayrimenkullerin borçları, parti merkezince verilmesine karar verildiği bildirilmişti. Yukarıdaki tarihten önce ocak adına Mardin Ziraat Bankası’nda bulunan paranın parti merkezine gönderilmesi istenilmişti.52 Mardin Türk Ocağı’nın binası olan daha sonra Mardin Halkevine tahsis edilen bina için Mardin Halkevi, binanın tamir ve tadilatında kullanmak üzere parti merkezinden yardım istemesi üzerine parti merkezi bu dönemde bankada bulunan paranın ocak gayrimenkullerinden elde edilen gelir olduğunu dile getirmişti. Parti 48 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11. 50 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26. 51 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:214-215. 52 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:202. 49 77 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek genel merkezi Mardin Halkevi’ne binalarına yardım işini ayrıca düşünülmesi gereken bir durum olduğunu bildirmişti. 53 Burada dikkat çeken husus parti Türk Ocakları’ndan kalan menkul ve gayrimenkullerin paraya çevrilip merkeze gönderilmesini ve ocakların mevduat hesabında varsa parası bunların parti merkezine gönderilmesi, paraların parti genel merkezine ulaşmasından sonra merkezden Türk Ocakları’na ait borçların ödenmesi işlemine başlanmıştı. Parti merkezinin üzerinde durduğu bu para ile kendi kurumu olmasına rağmen Halkevine ocağın bankadaki parasından yardım etmemişti. Aşağıdaki tabloda ocağın Mardin Ziraat Bankası mevduat hesabının ayrıntıları verilmiştir: Lira Kuruş Gelirin geldiği yer 23 00 Mardin Türk Ocağından nakit devrolunan 223 03 Savur Türk Ocağından nakit devrolunan 267 67 Derik Türk Ocağından nakit devrolunan 4.687 50 Mardin Türk Ocağı emlaklarından gelen kira bedeli 42 47 Derik Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli 172 85 Savur Türk Ocağı menkul eşyasının satış bedeli 118 --- Hesapta bulunan para 5.551 52 Toplam mevduat hesabı Tablo.1 Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:200-202 Cumhuriyet Halk Partisi ocağa ait olan borçları üzerine almış, bu borçları da ocağa ait gayrimenkullerin satış bedelinden çıkaracağını umuyordu. Ancak bu gayrimenkuller hazineye birinci dereceden ipotekli olmasından dolayı ocağa ait borçlar satıştan önce parti merkezinden ödenmesi mümkün değildi. Gayrimenkullerin satışı yapıldıktan sonra gayrimenkullerin sahipleri tarafından taksit ve vergi borçları ödendikten sonra gayrimenkullerin tapu işlemi gerçekleştirilecek idi.54 Şehrin iktisadi vaziyeti ve gerek yeni şehir planında caddelerin dört metre genişletilmesi planlanmıştı. Bu yeni plan çerçevesinde ocağa ait dükkânların bir kısmı yola gideceğinden dükkânları alacak 53 54 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:203. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:20. 78 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek olan müşterileri tedirgin etmekte, buda emlakların satışının gerçekleşmesini engellemişti. Emlakların bu şekli ile değerinin altında bir fiyata satılmaması için valilik tarafından, parti merkezinden dükkânların yenilenmesi için para yardımında bulunulmuştu. 55 Parti yetkilileri, emlakları partinin para yardımı dışında yerel yönetimlere veya bölgeye faydası olan kurumlara satmayı da düşünmüştü. Bu vesile ile ekstra bir harcama yapılmaması için uğraşılmıştı. Bunun için dükkânların bir kısmının Hilaliahmer Cemiyeti’ne satılması planlanmıştı.56 Cemiyet, kendisine verilmek istenilen emlakları almayacak almak istememesinin nedenini ise binaların eski olmasını ve emlakların bir kısmının uzun süre boş kalmasını, akabinde kahvehane olarak kullanılmasına bağlamıştı. Ayrıca şehirde kıraathane, sinema ve tiyatro gibi sosyal hayatı geliştiren araçların olmadığını dile getirmiş ve Mardin’de Halk Partisi teşkilatının olmaması ileride kurulması halinde de cemiyete verilmesi düşünülen emlakların tekrar Halk Fırkasına verilmesinin istenilmesi nedeniyle Hilaliahmer Cemiyeti bu teklife soğuk bakmıştı.57 CHP, Mardin Türk Ocağı’na ait emlakları satmak istediği kurumlardan biri Hilaliahmer Cemiyeti diğeri de borçlu olduğu kurum olan Mardin Belediyesi ve Hususi Muhasebe’ydi. Partinin emlakları Hususi Muhasebe ya da Mardin Belediyesine satmak istemesinin sebebi emlakların biriken borçlarının bir kısmı bu kurumlara ait olup emlaklar satıldığı takdirde borçların bir kısmı silinecek idi. Ancak Hususi Muhasebe ve belediyenin bütçelerinin müsaitsizliği nedeniyle emlaklar satılamadı. Partinin planladığı şekilde ne Hilaliahmer Cemiyetine ne de Hususi Muhasebe ve Mardin Belediyesi’ne devredemedi.58 Parti genel merkezinin planladığı ancak istediği şekilde gitmediği bir diğer konu da ocaklara ait olan eşyaların satışıydı. Eşyalar muhtemel satış bedelinin altında satılmıştı. Aşağıdaki tabloda Savur Türk Ocağına ait eşyaların ihaleye çıkarılan satış fiyatı ile satış fiyatları verilmiştir: 55 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:26,211. 57 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:212. 58 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:11. 56 79 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Adet Eşyanın cinsi Muhtemel Satış Lira Kuruş Satış Bedeli Lira Kuruş 50 1 Çerçeve içinde Gazi’nin fotoğrafı 5 3 1 Çerçeve içinde Gazi’nin yağlı boya fotoğrafı 10 7 1 Gazi’nin kristal üzerinde yazılı hitabesi 20 14 1 600 mumluk lamba şişe markalı 25 17 1 Adî tahtadan yapılmış camsız dolap 10 10 1 Sahibinin Sesi markalı gramofon “ 12 plakla birlikte” 80 56 ? Adî tahtadan yapılmış masa 5 3 40 Portatif sandalye 50 35 4 Orta kıt’ada bayrak 1 1 3 İkinci el yeşil masa örtüsü 1 1 1 İkinci el siyah masa örtüsü 2 2 2 Saç soba ile 12 boru 8 5 1 20 nolu lamba 1 1 Gazi’nin lüks tabakalı nutku 10 7 17 Adî bezden pencere perdesi 3 3 ? Yazı takımı 3 3 4 Bir sürahi, bir su bardağı ve iki tabak 1 1 3 Gazi paşanın heykeli 4 2 80 173 60 Standart Satıştan beklenilen 50 50 60 70 239 Satıştan elde edilen Tablo 2. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:78. Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi eşyaların büyük bölümü satılması düşünülen fiyatın altında satılmıştı. Malzemelerin bu fiyata satılmasının sebebi ürünlerin ikinci el olması ve çoğu eşyanın kullanışsız olmamasındandır. Aşağıdaki tabloda ise Derik Türk Ocağı’nın satılığa çıkarılan eşyalarının satış bedeli ile satış fiyatları verilmiştir. 80 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Adet Eşyanın cinsi Muhtemel satış bedeli Lira Kuruş Satış bedeli Lira Kuruş 1 Koltuk 3 3 2 Küçük koltuk 3 3 6 Kadife sandalye 6 6 1 Büyük masa 10 10 1 Soba 1 50 1 Zil 1 50 1 Yazı takımı 1 1 Baskı 20 20 1 Zımba 50 50 1 Gazi paşa fotoğrafı 5 5 5 Perde 3 3 2 Büyük şapka askısı 50 50 2 Küçük şapka askısı 20 20 ? Gazi’nin küçük boy fotoğrafı 50 50 1 Rey sandığı 3 3 1 Camlı kütüphane 1 1 1 Büyük su küpü 1 1 1 Büyük bayrak 1 1 6 Küçük bayrak 2 2 1 Bayrak direği “iple beraber” 15 39 Demir sandalye 4 4 Demir masa 10 10 1 Cetvel tahtası 10 10 1 Istampa 10 10 53 Posta pulu “kırkar paralık” 53 100 Satıştan umulan para 1 50 50 1 60 15 60 4 64 Satıştan elde edilen 62 Tablo 3. Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:79. 81 47 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Savur ve Derik Türk Ocakları’nın eşyalarının satışında en az zararla çıkan Derik Türk Ocağı’dır. Zararın az olmasının sebebi ocakların kapatılmasına yakın bir zamanda açılmış olması ve buna bağlı olarak eşyalarının büyük kısmı yıpranmamış olmasına bağlanabilir. Yukarıdaki iki tablolarda da görüldüğü gibi satılan eşyalar ve satılacak olan gayrimenkuller tahmin edilen fiyata satılamamıştı. Ocaklar fesh edildikten sonra maliyeden taksitle alınan ocağa ait gayrimenkuller değerinin altında fiyat biçilmişti. Savur ve Derik Türk Ocakları’na ait satılan bu eşyaların haricinde ocaklara ait borçlar vardı. Bu ocaklardan Savur ve Derik Türk Ocağı’nın bir taraftan ne alacağı ne de borcu vardı. Bu borçların tamamı Mardin Türk Ocağına aitti.59 Mardin Türk Ocağı’na ait olan borçlar ile alacaklarının listesi aşağıdaki tablolarda gösterilmiştir. Lira Kr. Alacaklıların isimleri ve alacağın tutarı 24.030 50 1930 senesinde ocak namına Mardin Maliye’sinden alınan ve dükkânların taksit bedeli. 1.079 75 1927-1932 senelerinde Türk Ocağı ve Halk Fırkası namına tahakkuk eden bina vergisi. Mardin Türk Ocağı’nın Mardin Maliye’sinden satın almış olduğu üç bin liralık emlakın dellaliye resmi olup mültezim Mardinli Nurettin Efendiye ait. 755 701 8 Mardin Ocağı’nın Derik Maliye’sinden satın aldığı emlakın taksit bedeli. 27.566 33 Toplam borç. Tablo 3: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:72. Yukarıdaki tabloda dikkat çeken ocağa ait borcun büyük kısmının (24.030 lira) ocağın faaliyetlerinin daha geniş bir alanda yapması için aldığı emlaklara aitti. Ocağın borçlu olduğu kurumlar dışında şahıslar da vardı. Bunlardan biri Mardinli olan köy kâtibi Nurettin Cani Efendi’dir. Nurettin Efendi’nin alacağı zamanında açık artırma yöntemiyle satın alınan emlaklardan alacağı olan 782 liralık borçtu. Ocaklara ait borçlar artınca parti mensupları, şahısların ocağa ya da partiye ait olan borçlarından vazgeçmesi için çalışmalar yürütmüştü. Parti yetkililerinin gerekli görüşmelerinden sonra 59 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 160. 82 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Nurettin Efendi, 782 lira olan borcundan 182 lirasından feragat etmişti.60 Üç nolu tabloda ocağın borçları gösterilmişti. Aşağıdaki dört nolu tabloda ise alacaklarını gösterilmiştir. Lira Krş. Borçlunun ismi ve borcun miktarı 500 Mardin Belediye’sinin 1930 yılında bütçesinden ocak için ayırdığı ancak vermediği para 80 Ticaret Odasına kiraya verilen dükkânın 1930 yılı kira bedeli 57 Hudut taburuna kiraya verilen Zinciriye Medresesinin 1930 yılı kira parasından geriye kalan 240 Hudut taburuna kiraya verilen 1931,1932 yılı kira paraları 147 1932 yılında Mardinli Abdülkadir Efendi’ye kiraya verilen iki dükkândan geriye kalan para 50 1931 yılında Eczacı Kenan Bey’e kiraya verilen dükkândan geriye kalan 100 1932 yılında Dişçi Muammer Bey’e kiraya verilen dükkânın kirası 82 50 Medresesinin Kahveci Hızır oğlu Hamit Efendi’ye 1932 yılında kiraya verilen kahvehanenin kira bedelinden geriye kalan Askeri bina olarak kullanılan binanın 1932 yılı kira bedeli 50 1.306 Zinciriye 50 Toplam Tablo 4: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:71. Ocağın alacaklarına bakıldığında ocağa ait olup kiraya verilen emlakların büyük çoğunluğundan yıllık kira bedelleri alınamamıştı. CHP, ocağa ait olan emlakları elinde bu şekilde bulundurduğu sürece zarara uğramaktaydı. Çünkü partinin elindeki emlaklar eski yapılardan oluşmaktaydı. Bundan dolayı parti bu emlakları düzenleyip değerinin üstüne satabilmek için çalışmalara başlamalıydı. Partinin bundan sonra yapması gereken emlakları ihaleye vermekti. Emlakların tadilatlarından sonra ocağa ait olan yirmi üç dükkân on beş gün 60 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 125, 139,142. : Ocağın Nurettin Efendi’ye olan borcu şu şekilde oluşmuştu: Ocağa ait gayrimenkuller alındıktan sonra bu menkullerin maliyeye olan vergilerinin ödenmesi gerekmekteydi. Ocak namına 875 lira maliyeye para yatıran Nurettin Efendi, bu parasını ocakların dağıtılmasından sonra almayı umuyordu. Ancak kendisi Mardin’den ayrılıp Diyarbakır’da silah altına alınmasına rağmen herhangi bir ödeme yapılmamıştı. 24.06.1939 tarihinde Ulus gazetesinde ocaklara ait borçların ödeneceğini bildirilmesi üzerine Tasfiye Komisyonu’na bir telgraf çekmişti. Bkz. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:150. 83 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek süreyle açık artırma usulüyle ismi aşağıdaki tabloda yazılı olan kişilere satmış, parti bu ihaleden toplam 38.450 lira kazanmıştı. 61 Tahrir no Cinsi Mevkii Mahallesi Alanın adı Satış değeri 1 Salon Birinci cadde Şar Abdülkadir Kalav 3.000 260 Dükkân Birinci cadde Şar Abdülkadir Kalav 1.800 Dükkân Birinci cadde Şar Abdülkadir Kalav 1.410 264 Dükkân Birinci cadde Şar Abdülkadir Kalav 1.800 266 Dükkân Birinci cadde Şar Abdülkadir Kalav 1.740 258 Dükkân Birinci cadde Şar Haydar Okyar 1.800 272 Dükkân Birinci cadde Şar Haydar Okyar 1.840 274 Dükkân Birinci cadde Şar Haydar Okyar 1.900 276 Dükkân Birinci cadde Şar Nihat Munğan 1.660 278 Dükkân Birinci cadde Şar Nihat Munğan 1.510 286 Dükkân Birinci cadde Şar A.Basit Yardımcı 1.110 288 Dükkân Birinci cadde Şar A.Basit Yardımcı 1.010 268 Dükkân Birinci cadde Şar Abdurrahman Yardımcı 1.960 270 Dükkân Birinci cadde Şar Abdurrahman Yardımcı 1.840 280 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 1.010 282 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 710 262 61 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek: 95, 98, 100,101. 84 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek 284 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 1.200 290 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 1.010 292 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 1.350 294 Dükkân Birinci cadde Şar Cibrail oğlu Hanna 1.400 254 Dükkân Birinci cadde Şar Cemil Güneş 660 256 Dükkân Birinci cadde Şar Terzi Selim 1.560 300 Hane Birinci cadde Şar A. Kerim Adam, Adam ve Nerro 5.170 Toplam 38.450 Tablo 5: Kaynak: B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:101. Ocağa ait olan bu yirmi üç emlak haricinde satılamayan iki emlak vardı. Bunlar Savur Türk Ocağı binası olarak kullanılan bina ile Maarif Bakanlığı tarafından Türk Ocağı’na Muallimler Birliğini kurması için verilen Zinciriye Medresesi’ydi. Savur Türk Ocağı’na ait bina 1941 yılında Savurlu olan ‘Vasfi Avcı’ diye bir vatandaşa 500 liraya satılmıştı.62 Ancak medrese satılmamıştı. 1941 yılı olmasına rağmen medrese ile ilgili bir işlem yapılmamıştı. Parti merkezinden medresenin neden satılmadığı konusunda bir malumat istenilince Birinci Umumi Müfettişi Abidin Özmen, bu medresesin Mardin Artukluları hükümdarlarından Tahir İsa’nın yaptığı Mardin’deki önemli Türk eserlerinden biri olduğunu söylemişti. Özmen, medresenin partiye geçmeden önce de okul olarak kullanılması için Vakıflar Genel Müdürlüğünden Maarif Bakanlığı’na bağışlandığını, Maarif Bakanlığı’ da medresenin Muallimler Birliği merkezi yapılması için Mardin Türk Ocağı’na verdiğini bildirir. Özmen, medresenin tapusunun olmadığını dile getirdikten sonra buranın ilerde bir memleket müzesi olması için satılmamasını istemişti.63 Mardin’deki parti yetkilileri parti merkezine Zinciriye Medresesi’nin satılmasını istemeleri durumunda medreseye ait bir tapu belgesinin hazırlandığı gerekli tapu harcının gönderilmesi 62 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:85. B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:16. 63 85 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek durumunda medreseye ait tapu çıkarılıp satılabileceği iletilmişti. Ancak CHP genel merkezi Zinciriye Medresesi için bir komisyon oluşturdu. Komisyonda çıkan karar, medresenin tarihi bir öneme sahip olduğu, tarihi eserlerin muhafazası ve bakımına mecbur olduğu yönündeydi. Bu mekânın ilerde bir memleket müzesi olması için satılmaması gerekildiği kararına varılmıştı. 64 Sonuç Milli Mücadele’de önemli görevler üstlenen Türk Ocakları, Milli Mücadele’nin bitmesinden sonra da ülkede eğitsel, sanatsal ve kültürel birçok çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmaları yapan Türk Ocakları ülkenin dört bir yanına şubeler açmıştır. Açmış olduğu bu şubelerin üçü Mardin, Savur ve Derik Türk Ocakları’dır. Kuruldukları yıldan itibaren açmış olduğu okuma-yazma kursu, bayanlara yönelik olan dikiş-nakış dersleri, spora teşvik edici faaliyetleri ile halkın ocağa olan ilgisini çekmiştir. Hatta ocak tarafından hazırlanan etkinlikler mevcut binalar yetersiz kaldığından ihaleye girilip başka binalar taksitle satın alınmıştır. Taksitle satın alınan bu binalar Türk Ocakları’nın fesh edilmesine yakın dönemde,1930 yılında satın alındığından emlakların borçları ödenmeden tüm yurtta ocaklar fesh edildiği gibi Mardin vilayetindeki ocaklar da fesh edilmiştir. Türk Ocakları’nın tasfiyesi sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi’ni en çok uğraştıran konu emlakların satışı ve bu satıştan elde edilen gelirin sahiplerine dağıtılması olmuştur. Bu süreçte parti yetkilileri kimi kurum ve şahıslar ile görüşerek borçlarının bir kısmından feragat etmeleri için uğraşmışlardır. Mardin Türk Ocağı’nın borçlu olduğu kişilerden biri olan Mardinli Nurettin Efendi gerekli ikna çalışmalarının sonunda borcunun bir kısmından feragat etmiştir. Mardin Türk Ocağı’na ait olan emlakların içinde olan ancak satın alma yoluyla alınmayan Zinciriye Medresesi de satışa çıkarılan emlaklar arasındaydı. Ancak medrese zamanında eğitim kurumu olarak kullanılması ve Muallimler Birliği’nin merkezi yeri olması için verilmişti. Ocakların tasfiyesinden sonra medrese de Türk Ocakları’nın emlakları arasında sayılmıştı. 1942 yılına kadar medresenin satışı gerçekleştirilmemişti. Mardin’i teftişe gelen parti müfettişlerinden olan Abidin Özmen, eserin Türk kültüründen kalma tarihi bir eser olduğunu, ileride buranın müzeye çevrilmesi düşünüldüğünden, buranın satılmaması yönünde rapor yazmıştı. 64 B.C.A., 490.01/73.276.1 ek:1, 234. 86 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Parti merkezi de bu uyarıyı dikkate alarak Zinciriye Medresesi’ni satmamış, memleket müzesi olması için gerekli yenileme çalışmalarına başlamıştır. Sonuç olarak Mardin Türk Ocağı’na ait emlakların satışı 1942 yılına kadar gecikmiştir. Ocağa ait eşyaların satışında eşyalar muhtemel fiyatın altında satılmıştır. Ocakların tasfiyesinden sonra parti bu emlaklardan önemli ölçüde zarar etmiştir. Kaynakça A)Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi B.C.A., 490.01/73.276.1. B)Süreli Yayınlar Belleten Türk Yurdu Hakimiyet-i Milliye Türkiyat Araştırmaları C)Kitap ve Makaleler Akyüz Kenan, “Türk Ocakları”, Belleten C.50, S.196, Nisan 1986, s.201-228. Arıkan Mustafa, Deniz Ahmet, “Türk Ocaklarının Kapatılışı, Borçları ve Emlakın Tasfiyesi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.15, Konya 2004. s.401-432. Ataksoy, Halis Diyarbakır Tarihinde Komuk Eli, İstanbul, Çeştüt Matbaacılık, 1988 Aydın Suavi, Emiroğlu Kudret vd.(2001), Mardin Aşiret- CemaatDevlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları. Bayraktutan Yusuf, (1996), Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları, Ankara, T.C Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki ve Teknik Açık öğretim Okulu Matbaası. Cansever Hasan Ferid, Türk Ocakları ve Hizmet Anlayışımız, Ankara, Türk Yurdu Yayınları, 1995. Dolapönü Hanna, (1972), Tarihte Mardin, İstanbul, Hilal Yayıncılık. Gülcan Yılmaz, Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), İstanbul, Alfa Yayınları, 2001. 87 Mardin Türk Ocağının Eğitsel Faaliyetleri ve Tasfiye Sürecinde Yaşanan Sorunlar / Hızır Dilek Haytoğlu, Ercan “Türk Ocaklarının Kapatılması Sürecinde Acıpayam Türk Ocağının Tasfiyesi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl:2009, C. 25, No:5, s.1212. Karaer İbrahim (1992), Türk Ocakları(1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Neşriyatı. Mardin- Cumhuriyetten önce sonra- CHP Mardin Halkevi broşürü, İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1938 Olgun, Kenan “CHP Müfettiş Raporlarına göre Birinci Yılında Halkevlerinin Gerçek Durumu”, Altıncı Uluslararası Atatürk Kongresi 12-16 Kasım 2007, Bildiriler C.I, Ankara, 2010, Ölçen Yavuz, “Milli Mücadelede Mardin”, I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 2006. s. Öztürkatalay, Latif Mardin ve Mardinliler, İstanbul, Seçil Ofset, 1995. Sarınay Yusuf, (1994), Türk milliyetçiliğinin tarihi gelişimi ve Türk Ocakları: 1912. İstanbul, Ötüken Neşriyat. Tuncer Hüseyin, Hacaloğlu Yücel, vd., Türk Ocakları Tarihi(Açıklamalı Kronoloji), (1998), C.1 (1912-1931), Ankara, Türk Yurdu Yayınları. T.B.M.M ALBÜMÜ 1920-2010 C. 2 1950-1980, Ankara, T.B.M.M Basın ve Halk ile İlişkiler Müdürlüğü, 2010. Üstel Füsun, İmparatorluktan Ulus- Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları(1912-1931), İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2004. 1987 Mardin İl Yıllığı, Haz. Levent Günçal, Turgut Sayın, y.y, t.y. Elektronik Kaynaklar: dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/806/10263.pdf. Yahya Akyüz. 88 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 SİNEMACILARI EDEBİYATA YÖNELTEN MUHTEMEL SEBEPLER ÜZERİNE BAZI DİKKATLER Why Do Filmmakers Turn To Literature A Possible Re-Reading of The Relation Between Cinema And Literature Özlem KALE ÖZET Bu çalışmada öncelikle “sinemanın doğuşu, Türkiye’ye gelişi ve edebiyatla ilişkisi” ele alınacaktır. Daha sonra “uyarlama” ile ilgili bilgi verilerek “edebiyattan sinemaya uyarlanan eserlerin nasıl dönüştürüldüğü” anlaşılmaya çalışılacaktır. Nihayetinde “roman ve film arasındaki benzerliklerle farklar” tespit edilerek “sinemanın edebiyata başvurma nedenleri” sinema ve roman yazarı, film yönetmeni, tarihçi, eleştirmen ve edebiyat araştırmacılarının görüşlerinden faydalanılarak araştırılacaktır. Bu araştırma yapılırken edebiyattan sinemaya uyarlanan yerli ve yabancı romanlardan örnekler verilecek ve “romanların sinemaya uyarlandıkları zaman elde ettikleri kazanç ve uğradıkları kayıplar” edebiyat sosyolojisi bağlamında incelenecektir. Sonuç itibarıyla iki sanat dalı arasındaki etkileşimin nasıl olması gerektiği ve farklı dillerle üretilen yapıtların birbiriyle mukayese edilmesinin doğru olup olmadığı hususunda bir fikir beyanında bulunulacaktır. Anahtar kelimeler: Edebiyat, sinema, uyarlama, etkileşim, roman, film. ABSTRACT In this study, I will initially discuss the birth of cinema, its beginning in Turkey and its relation with literature. Later, I will Yrd. Doç. Dr. Kilis 7Aralık Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. [email protected] Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE provide information regarding (cinematic) adaptation and the adaptation process from literature to cinema. Finally, I will point out the differences and similarities between novel and cinema, by referring to script writers, directors, historians, critics and literary scholars' opinions. I will also illustrate examples from foreign and local movies and will touch upon their box office and as well as their loss, in terms of literature sociology. As a result, I will present my opinion in regards to the interaction between the two arts and my critical considerations regarding the comparison between art pieces that are created in different languages. Key Words: Literature, cinema, adaptation, interaction, novel, fiction. Sinemanın Doğuşu, Türkiye’ye Gelişi ve Edebiyatla Etkileşimi Edebiyat, resim, müzik, tiyatro gibi sanatların; matematik, fizik, kimya gibi fen bilimlerinin; toplumbilim, ruhbilim, yöntembilim gibi toplumsal bilimlerin varoluş tarihlerini bilimsel bilgi olarak saptamak olanaksızdır. Sanatların ve bilimlerin varoluş tarihlerinin bilinmezliğine karşın sinema sanatının ve biliminin varoluş tarihi bilinir. Fransız kardeşler Louis Lumiere (1864-1948) ve Auguste Lumiere (1862-1954), 28 Aralık 1895’te Paris, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de bir sinema-film gösterisi yapmışlardır. Lumiere kardeşlerin yaptığı bu gösteri, sinemanın varoluşunun başlangıcı olarak kabul edilir.1 1. Sinematografın Türkiye’ye gelişi konusunda ise çeşitli görüşler vardır. 2. Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında belirtildiğine göre Bertrand adlı bir Fransız, padişahın izniyle 1896 sonları ya da 1897 başlarında sarayda bir film gösterimi yapmıştır.2 Gazeteci-yazar Rakım Çalapala, sinemanın yurda bir Fransız ressam tarafından getirildiğini öne sürer.3 Yazar ve sinema eleştirmeni Ali Özuyar, Babıâli’nin sinematograf adlı icattan haberdar olmasını, Mösyö Jamin adlı bir Fransız vatandaşının, sefareti aracılığıyla gönderdiği yazıyla ilişkilendirir. Özuyar’ın bildirdiğine göre 17 Haziran 1896’da, Fransız sefaretinden Osmanlı hariciye nezaretine bir yazı gönderilmiş ve Mösyö Jamin’in sinematografı için gerekli olan lambanın, gümrükten geçirilmesine izin verilmesi istenmiştir. 2. 1 Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2003, s. 15. 2 Scognamillo, age, s. 15. 3 Rakım Çalapala, Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz, Yerli Film Yapanlar Cemiyeti, İstanbul, 1947, s. 21. 90 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE Abdülhamid’in elektrikli ve manivelalı aletlere karşı hassasiyetini bilen sadrazam Halil Rifat Paşa, hariciye nezaretinin kendisine ilettiği bu yazı üzerine, adı geçen aletin ne olduğunun araştırılması için çalışma başlatmıştır. 20 Eylül 1896 tarihinde sadrazama bildirilen sonuç raporunda, “sinematograf adı verilen aletin, ilmî yönden insanlık için faydalı” olduğu belirtilmiştir. Özuyar’a göre bu rapor, ülkedeki sinema faaliyetlerinin erken dönemde başlamasında etkili olmuştur.4 Senaryo yazarı ve yönetmen Nurullah Tilgen, yurtta ilk sinema gösterileri hususundaki önceliği Lumiere kardeşlerin temsilcilerine verir ve onların Türkiye’de yaptıkları film gösterimlerinden bahseder. 5 Gazeteci-yazar Ercüment Ekrem Talû, Lumierelerin temsilcilerinden Weinberg’in, 1896-97 yıllarında, Galatasaray’daki Sponek Birahanesi’nde halka açık film gösterimleri düzenlediğini söyler. 1868 Romanya doğumlu bir Polonya Yahudisi olan Weinberg’in ardından Matalon isimli bir başka Yahudi, Beyoğlu’ndaki Lüksemburg apartmanlarında kiraladığı bir odada film göstermeye başlamıştır. İlk sinema salonu, Weinberg’in 1908’de işletmeye başladığı ve günümüzde var olmayan Tepebaşı’ndaki Pathe Sineması’dır. Konulu ilk Türk filmi, Weinberg tarafından çekimine başlanan ancak daha sonra bir oyuncunun vefatı üzerine yarım kalan Leblebici Horhor adlı filmdir. Harbiye nazırı Enver Paşa’nın emriyle kurulan “Merkez Ordu Sinema Dairesi”, konulu Türk film çekimi denemelerine ortam hazırlayan en önemli kurum olmuştur. Tamamlanan ilk film ise 1916 yılında yine Weinberg tarafından çekimine başlanan ve 1918’de Fuat Uzkınay tarafından tamamlanan Himmet Ağa’nın İzdivacı’dır. Fuat Uzkınay aynı zamanda 14 Kasım 1914 günü, Ayastefanos’taki Rus abidesinin yıkılışının 150 metrelik bir filmini çeken, ilk Türk sinemacısı ve belgeselcisidir.6 2. Edebiyat Uyarlamaları 2.1. Edebiyattan Sinemaya Uyarlama Nasıl Yapılır? Sinema kendisinden önce var olan edebiyat, resim, müzik, tiyatro, heykel, dans gibi sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir. Ancak “Yedinci Sanat” en güçlü bağını edebiyatla kurmuştur. Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerine geçmeden önce “uyarlama” kavramına açıklık kazandırmakta fayda vardır. 4 Ali Özuyar, Sinemanın Osmanlıca Serüveni, De Ki Basım Yayım Ltd. Şti., İstanbul, 2008, s. 11. 5 Nurullah Tilgen, “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız Dergisi, Ekim 1956, s. 12. 6 Scognamillo, age, s. 23. 91 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE Sinemanın en önemli öğesi olan senaryo, iki şekilde meydana getirilir. Bunlardan birincisi film yapmak isteyen kişinin, tasarladığı konuyu yalnızca sinema diliyle ifade edilecek şekilde vücuda getirdiği “özgün senaryo”, ikincisi ise daha önce yazılmış bir metni senaryo biçimine dönüştürme işlemi olan “uyarlama”dır. Bu kavram sinema için düşünülecek olursa “edebî eserleri, sinema, tiyatro, radyo ve televizyonun teknik imkanlarına uygun duruma getirmek, adapte etmek” yahut “bir yabancı eseri, kişi ve yer adlarını değiştirerek yerli bir eser durumuna getirmek” şeklinde tanımlanabilir. 7 Sinema uyarlamalarında, sinema için hazırlanmamış bir metni sinemaya uygun biçime sokma söz konusudur. Bu nedenle sinema uyarlamalarında, başka bir sanatın ürünlerini sinema sanatının gereklerine uydurma çabası ağır basar. Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalar genel olarak üç türde gerçekleşir. Bunlardan ilki, romandan farklı bir seyir izleyen sinema örneklerini kapsar. Bu tür uyarlamada sanatçı, başarılı olmuş bir ürünün biçimini, malzemesini ya da fikrini ödünç alır ve kendi yapıtı için kullanır. Bu türün en tipik örnekleri, Shakespeare metinlerinden ya da bazı destanlardan hareketle yapılan filmlerdir. Bu tür uyarlamalar, yönetmene serbest hareket etme olanağı tanır. İkinci tür uyarlamalar, kaynak alınan metne bağlı kalmayı hedefler. Bu tür uyarlamalarda sinemacı, romancının yazı diliyle yaptığını görüntü diliyle yapmayı hedefler. Bondarcuk’un Savaş ve Barış romanından yaptığı uyarlama bu türe örnek gösterilebilir. Üçüncü tarzda ise bir dönüştürme söz konusudur. Burada, edebi metnin iskeleti korunur; ancak sinemacılar bu iskeletten yepyeni bir sanat yapıtı ortaya çıkarırlar.8 Uyarlanacak eser ister sinema yararına bir senaryo hammaddesi olarak kullanılsın ister sinemaya egemen kılınsın ve isterse sinema dilinde yeniden üretilmeye çalışılsın ortaya çıkan şey yeni bir üretimdir. Zira roman, değişik okumalara açık, çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Bir metnin anlamı, yazarın zihninde, eserin metninde ve okurda gizlidir. Yazar-metin-okur üçlemesinin hangisi ön plana çıkarılırsa metnin aslı da o yöne doğru kayar. Bu nedenle herhangi bir uyarlamanın “aslına sadık kalması” mümkün değildir; zira sinemacı, kendi özgün okumasından yola çıkarak uyarlamaya girişir. Yeniden yorumlanan ve görsel dile çevrilen kaynak metin artık 7 Türkçe Sözlük, C. 1, 2, Türk Dil Kurumu Yayınları, 9. b., Ankara, 1998. Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve Sinema İlişkileri 2”, Türk Dili, S. 383, İstanbul, Kasım 1983, s. 495, 496. 8 92 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE yeni bir yapıttır. Uyarlama yapılırken aslında edebî dönüştürülerek sinemada tekrar kullanıma sokulmuş olur. 9 metin a. İlk Uyarlamalar Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamaların geçmişi, George Melies’ın Jules Verne’den esinlenerek, 1902’de çektiği A Trip to the Moon (Ay’a Seyahat) filmine kadar uzanır. Bu film, aynı zamanda bilim-kurgu türünün de ilk örneğidir. Edebiyatı ve özellikle de Balzac, Hugo, Dickens gibi yazarların romanlarını, Melies’i takiben diğer Fransız ve İtalyan yönetmenleri, ardından da Amerikalılar öykü materyali olarak kullanmışlardır. Türkiye’de, sinemaya uyarlanan ilk tiyatro eseri, Mehmet Rauf’un Pençe adlı oyunudur. Bu eser, 1917’de Sedat Simavi tarafından, İstanbul’da Alemdar ve Beyoğlu’nda (Skating Palas) gösterilmiş, hatta ünü Berlin’e kadar ulaşmıştır. Edebiyattan yapılan ilk uyarlama ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye adlı romanıdır. Bu roman, sinemaya 1919 yılında Ahmet Fehim tarafından uyarlanmıştır. O yıllarda henüz sinema yazım tekniği bilinmediğinden eser doğrudan doğruya görüntüye aktarılmıştır. Filmle ilgili ilk eleştirilerden biri, dönemin münekkidi ve tiyatro sanatçısı İ. Galip Arcan’dan gelir: (Gökmen, 1989: 23)“Bizde her sınıf halk tarafından büyük zevk ile okunmuş, takdir edilmiş olan yegâne romancımız Hüseyin Rahmi beyin bu eseri ekseriyetçe okunmamış meçhul bir roman olsaydı senaryo hakkında biraz daha şedit bir tenkit yapmak haklı olabilirdi... Dört kısımlık büyük bir mevzu olarak imal edilen film, Hüseyin Rahmi beyin Mürebbiye romanı ile mukayese edilirse bir hayli sönük ve küçük kalır...” Türkiye’de yerli popüler edebiyat eserlerinin sinemaya uyarlanması oldukça yaygındır. 1919-1980 arasında yapılan genel bir değerlendirmede 3100 film arasından 230’dan fazlasının yerli popüler edebiyat eseri uyarlaması olduğu saptanmıştır. 3. Sinemacıların Edebiyata Başvurma Sebepleri Sinemacıların edebiyata başvurma nedenlerini incelerken edebiyatçı ve sinemacıların kitap, söyleşi ve makalelerinde dile getirdikleri görüşlerden faydalanmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz. Sinemacıların edebiyata yönelme sebeplerinin başında ticarî – sanatsal kaygılar ile zaman, yaratıcılık ve senaryo kıtlığı sayılabilir. 9 Özlem Kale, Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan Romanlar ve Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul, 2013. 93 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE Uyarlamalara, konu sıkıntısını aşmanın yanı sıra kitap ya da tefrika olarak yayımlanan yerli edebiyat ürünlerinin halkta ilgi uyandırması ve halkın bu eserleri sinemada görmek istemeleri sebebiyle de başvurulur. Okunmuş ve tutulmuş bir eserden yapılan filmin seyirci bulma olasılığı özgün bir senaryodan çekilen filme nazaran daha fazladır. Halkın ilgisinin ölçülmüş olduğu edebiyat eserlerini sinemaya uyarlamak onları yeni bir konuya alıştırmaktan daha kolay ve garantili bir yöntemdir. Yazar Selim İleri, özellikle popüler edebiyatın sinema yapımcılarının “gişe garantisi” olduğuna dikkat çekerken Kerime Nadir ismi üzerinde durur. İleri’ye göre Kerime Nadir’in romanlarından iyi “iş filmi” çıkar ve yapımcıların yaptıkları hesaplar boşa gitmez.10 Senaryo yazarı Bülent Oran 1960’lardaki “film enflasyonu” yüzünden aynı anda iki filmin senaryosunu yazmak zorunda kaldığını, bu nedenle de çoğu zaman çekilmekte olan filme “senaryo yetiştirmek” zorunda olduğunu ifade ederek konuyu “zaman kıtlığına” bağlar.11 Yönetmen Ülkü Erakalın, kendisiyle yaptığımız görüşmede, özellikle 1960-1980 yılları arasında, film çekme bütçesi içinde senaryoya ayrılan payın sadece %3 olduğunu belirterek senaryocuların ekonomik açıdan “mağdur” olduklarını söyler. Zaten kısıtlı olan film bütçesinden senariste ayrılan pay, romanın hazır bir senaryo olarak değerlendirilmesi durumunda düşecek ve bu vesileyle dekor, kostüm, film negatifi gibi ihtiyaçlara daha fazla para harcanabilecektir.12 Özellikle 1960’tan sonra Türkiye’de çekilen film sayısının yılda iki yüzü bulduğu göz önüne alınırsa arzu edildiği gibi bir hikâye bulma ve proje teklif etme yükünün kısıtlı bütçe sebebiyle yönetmenin omuzlarına yüklenmesi kaçınılmazdır. Zaten maddi tatminsizliklerden dolayı piyasada çok az sayıda profesyonel senaryo yazarı bulunmaktadır. Hatta bunların arasında, tefrika edilen ve yazarları tarafından tamamlanmamış olan romanları ikmal etmek suretiyle onları senaryolaştırma mahareti gösteren senaristler de vardır.13 Bu senaristler, özgün senaryo yazarlarından daha fazla tercih edilirler; zira diğerlerine nazaran kısa zamanda ve düşük ücretle daha fazla “iş” üretirler. Bu bağlamda sinemacının, film sayısıyla doğru orantılı olarak artan konu bulma sıkıntısını daha ekonomik şekilde gidermek için, edebiyata ve yabancı filmlerden yapılan adaptasyonlara başvurması son derece doğaldır. 10 Selim İleri, “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat, S. 2, İstanbul, Nisan 1973, S. 12. 11 İbrahim Türk, Senaryo Bülent Oran, Dergâh Yayınları, İstanbul, Mart 2004, s. 287. 12 Ülkü Erakalın’la 12.03.2009 tarihinde yapılan görüşme. 13 Nijad Özön, “Roman ve Sinema”, Türk Dili-Roman Özel Sayısı, S. 154, İstanbul, Temmuz 1964, s. 797-800. 94 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE Konuyu bir de seyirci açısından değerlendirmek gerekir. İzlemenin, okumaktan daha zahmetsiz ve az zaman alan bir eylem olduğu göz önüne alınırsa uyarlamalar sayesinde romanın daha “kestirme bir yoldan” tüketileceği söylenebilir. İçeriği ya da sayfa sayısı nedeniyle okunması zor gibi görünen kitapların, “filme alınmalarını” bekleyen okurlar vardır. Roman okumaya konsantre olmakta zorlanan okur, romanın film uyarlamasını izlemeyi tercih eder. Kesintisiz bir biçimde akıp giden sahneler, dikkati sabitlemek yerine bu sürekliliğe uyulmaya çalışılmasını ve konunun bir bütün içinde algılanmasını sağlar. Bu nedenle sinema izleyicilerinin, edebiyat uyarlamalarına rağbet etmesi normaldir. 14 Ancak madalyona bir de diğer yüzünden bakılacak olursa kitap okumak ve film izlemenin farklı eylemler olduğu görülür. Okuyucu, kitap okurken istediği sayfaya tekrar dönebilir, bazı satırları yeniden okuyabilir ve okumaya ara vererek hayal gücünü devreye sokabilir. Görsel imgelerin özümsenmesi daha kolay gibi görünse de düşünce üretmek için yapılan görüntüler, zaman zaman o düşüncelerin önüne geçebilir. Yazılı metin, daha huzurlu bir algılama sürecine imkân verir. Kitabın doğrudan doğruya söylemediği ama ima ettiği fikirler, yazılı metinden çıkarılabilir. Kısacası okuyucu, romanı “yönetmenin gözünden” izlemek yerine kendi kendine yorumlamayı tercih edebilir. Türk sinemasında “bölge işletmeleri” adı verilen kuruluşların sinema severlerin beğenisine dönük olarak yaptıkları anketler bir hayli önemlidir.15 Sinema filmleriyle ilgili piyasa araştırmasına girişen bölge işletmelerinin yaptıkları anketlerle beyazperdede görülmek istenen oyuncular belirlenir. Örneğin Ege Bölgesi’ndeki seyirciler, “efe konulu bir filmde” Kartal Tibet’i görmek isterlerken Doğu Anadolu’daki seyirciler bir “kabadayı filminde” Yılmaz Güney’in oynamasını arzu ederler. Bu durumda neyin nasıl anlatıldığı değil kim tarafından anlatıldığı önem kazanır. İzleyicinin istediği doğrultuda çekilecek olan film bir roman uyarlamasıysa romanın anlatmak istedikleri kolayca göz ardı edilebilir; zira izleyici sadece aktör/aktristle ilgilenmektedir. Klasik olmuş edebiyat yapıtlarının film olması, kitlesel kültüre katkı sağlayabilir; ancak okumak, akılda kalması gereken bölümleri süzmek ve geneli yorumlamak gibi beyni çalıştıran faaliyetler gerektirir. Herkesin kendi başına alımlaması gereken bu süreci senariste ya da yönetmene bırakmanın sağlıklı bir tutum olmadığı kanaatindeyiz. Öte yandan Türk sinema izleyicisi genellikle aşk ve dram tarzı filmlere meyyaldir. Popüler edebiyat 14 Zeynep Çetin Erus, Amerikan ve Türk Sinemalarında UyarlamalarKarşılatırmalı Bir Bakış, Es Yayınları, İstanbul, 2005, s. 48-60. 15 Erman Şener, “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki İlişkiler ve İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179, İstanbul, 1976, s. 5. 95 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE bunun için biçilmiş kaftan gibidir. Sinema emekçisi Agah Özgüç’ün deyişiyle “best seller üçlüsü” olan Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand ve Esat Mahmut Karakurt sayesinde düşük bütçeli olmasına karşın “yüksek gişeli” filmler çekmek mümkün olmuştur.16 Çok okunan bir romanın popülerliğinden ya da yazarın adının saygınlığından istifade etmek isteyen yönetmene düşen iş, “romanın halkla özdeşleşebilmesi için” filmin duygusallık dozunu biraz arttırmaktır. Bu noktada sinemacı, romandaki hayâlî olaylar ve kişileri ete kemiğe büründürürken izleyicinin “hayâl ettiği şeyleri” karşısında görmesini esas alır. Bunun sebebi sanatsal kaygıdan ziyade ticarî başarıya ulaşma gayesidir. Bunu başarabilmek için de sinemacı, gerekirse romanı güncelleştirip romanın olay örgüsü, karakter ve mekan gibi unsurlarını değiştirerek “romana duygusal açılımlar” katar. Türk sinemasında uyarlamaya başvurulma nedeni olarak gösterilebilecek bir başka faktör de romanın politik mesaj taşımasıdır. Yapımcı veya yönetmen, hayat görüşüne uygun bulduğu romanı sinemaya uyarlayarak ilgi çekmeye çalışır. Yaşanan dönemin özelliklerini yansıtan roman sinemaya uyarlanmak suretiyle bir eleştiri yahut protesto vasıtası olarak kullanılır. 1980 İhtilali ya da 2. Dünya Savaşı’nı anlatan filmler bu duruma örnek gösterilebilir. Diğer yandan “beyaz sinema” diye adlandırılan İslamî filmlerden, doksanlı yıllarda birçok örnek görmek mümkündür. Geniş bir kesim tarafından ilgi gören bu romanlardan yapılan uyarlamalar ticarî olarak da başarılı olmuş hatta ardından devam niteliğinde filmler çekilmiştir. Hekimoğlu İsmail’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ve büyük bir gişe başarısı sağlayan Minyeli Abdullah bu kategoriye örnek gösterilebilir. İdeolojik veya tezli bir romanı sinemaya uyarlamak isteyen yönetmen, öncelikle kendi dünya görüşüyle uyarlama yapacağı roman yazarının dünya görüşü arasında paralellikler kurar. Bu paralelliği yakaladığında, yazarın bakışını kendi dünya görüşüne biraz daha yakınlaştırmak adına romandaki bazı detayları değiştirmekten imtina etmez. Bu iddiayı birkaç örnekle temellendirmek yerinde olacaktır. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye romanını 1973 yılında aynı adla sinemaya uyarlayan Halit Refiğ, romanda yer almamasına karşın, filminin sonunda Aliye’nin eline bir Cevşen vererek kendi ifadesiyle “yobazlar tarafından, vatana ve nişanlısına ihanetle suçlanan bir kadının aslında ne kadar imanlı ve dindar olduğunu” göstermiştir. Böylece, dini çıkarları doğrultusunda yorumlayan “yobaz tiplerle iyi Müslüman ayrımının” altını çizerek Aliye’yi linç edenlerin haksızlığını pekiştirmiştir. Aynı filmin Ömer Lütfi Akad tarafından 16 Agâh Özgüç, “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060, İstanbul, Ocak 1996, s. 6-7. 96 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE çekilen 1949 versiyonunda, orijinal romanda Yunanlı olan düşmanlar, tâbiyeti belirsiz olarak gösterilmişlerdir. Bunun sebebi filmin baş oyuncusu Sezer Sezin’e göre “dünya kardeşliğini zedelememek” içindir.17 Halit Refiğ ise Ömer Lütfi Akad’ın çektiği 1949 yapımında düşmanın tâbiyetinin belli olmayışını “o dönemin koşullarında eski düşmanlarımızla dost olmaya çalışmamıza” bağlar. Yönetmenliğini kendisinin yaptığı 1973 versiyonunda ise “işler kopma noktasına geldiği için” düşmanın Yunanlı olarak gösterilmesinde bir beis görülmemiştir.18 Sonuç Edebiyat-sinema etkileşimi çoğunlukla tek taraflı bir ilişkidir. Roman ve hikâyeler başta olmak üzere, pek çok edebî yapıt sinema sektörünce “senaryo hammaddesi” olarak görülerek beyaz perdeye aktarılmıştır. Özellikle Hollywood, çok satan edebî yapıtları işleyerek sinema sektöründe edebî yapıtların sinemaya uyarlanması alanında çığır açmıştır. Dünya geneline bakıldığında, yapıtları sinemaya en çok uyarlanan isimlerin başında Shakespeare’in geldiği görülür. Üç yüz civarında yapıtı filmlere konu olmuştur. Bunun dışında Dostoyevski, Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Flaubert, Proust, Alexander Dumas, John Steinbeck gibi yazarların yapıtları da defalarca sinemaya uyarlanmıştır. 19 Türk sinema tarihinde, Batı’dakinden farklı olarak, sinemaya uyarlanan ilk yapıtlar Türk klâsikleri olmamıştır. Sinema sektörü ilk yıllarda daha çok piyasa romanlarıyla beslenmiş, gereksinimini melodrama konu olabilecek romanlardan karşılamıştır. Dönemin “en çok gişe yapan” filmini yapma iddiasında olan sinemacılar, uyarlama yapacakları eserleri, romanın ve yazarın popülaritesine göre belirlerler. Seçtikleri klâsik eserin toplumsal mesajlarını ve yazarın kendi dönemine bakış açısını göz ardı ederek romanı “popüler tarzda” yorumlamaya çalıştıkları da olur. Bunun sebebi, çok okunan bir romanı, çok izlenen bir film hâline getirmek istemeleridir. Nijad Özön’ün deyişiyle, (1995: 211)“1950 ve 60’lı yıllarda Türk sineması için geçim derdi yoktur, ev sıkıntısı yoktur, gecekondu yoktur, karaborsa yoktur, evli bir çiftin karşılaşacağı sorunlar yoktur. İnsanlar, yaşadıkları yer, çevre ve zaman ne olursa olsun Mükerrem Kâmil romanına göre tanışır, Esat Mahmut romanına göre sevişir, Kerime Nadir romanına göre verem olup ölürler.” 17 Sezer Sezin’le 17.10.2008 tarihinde yapılan görüşme. Halit Refiğ’le 18.11.08 tarihinde yapılan görüşme. 19 Tuncay Yüce, “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, İstanbul, 2005, s. 67-74. 18 97 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE Roman uyarlamalarına gereksinim duyulmasının balıca sebepleri arasında sanatsal ve ticarî kaygılar, yazar ve yönetmenin politik mesajlarının uyuşması, beğenilmiş bir romandan uyarlanan filmin ilgi görme garantisi, senaryo yazmak için yeterli zamana sahip olmama, film bütçesinde senaryoya ayrılan payın düşük olması, ve senaryo kıtlığı vb. sebepler sayılabilir. Uyarlama yapacak olan sinemacının, önem verdiği bir yazarın romanını, kendi bakış açısına göre yorumlayarak toplumun gözleri önüne sereceği bilinciyle hareket etmesi kuşkusuz en doğru olandır. Eserin yaratıcısının emeğine saygı göstermek gerekli ve önemlidir. Sinema başlangıcından itibaren edebiyattan etkilenmiştir ve her iki sanat dalı var olduğu sürece bu ilişki sürecektir. Ancak unutulmamalıdır ki her iki sanat dalı da kendilerini farklı dillerde ifade eder ve edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalar, romandan bağımsız, yeni ürünlerdir. Kaynakça AYKIN (1983). Cemal Aykın, “Batı Toplumlarında Roman ve Sinema İlişkileri 2”, Türk Dili, S. 383. ÇALAPALA, Rakım (1947), Türkiye’de Filmcilik-Filmlerimiz, İstanbul: Yerli Film Yapanlar Cemiyeti. ERUS, Zeynep Çetin (2005). Amerikan ve Türk Sinemalarında Uyarlamalar-Karşılatırmalı Bir Bakış, İstanbul: Es Yayınları. GÖKMEN, Mustafa (1989). Başlangıçtan 1950’ye Kadar Türk Sinema Tarihi, İstanbul: Denetim Ajans Basımevi. İLERİ, Selim (1973). “Kerime Nadir Adı Teminattır”, Yedinci Sanat, S. 2. KALE, Özlem (2013). Türk Edebiyatında Sinemaya Uyarlanan Romanlar ve Uyarlama Sorunu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Doktora Lisans Tezi), İstanbul. ÖZGÜÇ, Agâh (1996). “Geçmişten Günümüze Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları”, Varlık, S. 1060. ÖZÖN, Nijad (1964). “Roman ve Sinema”, Türk Dili – Roman Özel Sayısı, S. 154. ÖZÖN, Nijad (1995). Karagözden Sinemaya 1, Ankara: Kitle Yayınları. ÖZUYAR, Ali (2008). Sinemanın Osmanlıca Serüveni, İstanbul: De Ki Basım Yayım. 98 Sinemacilari Edebiyata Yönelten Muhtemel Sebepler Üzerine Bazi Dikkatler / Özlem KALE SAYIN, Aylin (2005). Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları ve Bu Uyarlamaların Toplumsal Yapıyla Etkileşimi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sinema-TV Anasanat Dalı, (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi), İstanbul. SCOGNAMILLO, Giovanni (2003). Türk Sinema Tarihi, İstanbul: Kabalcı Yayınları. ŞENER, Erman (1976). “Türkiye’de Sinema ile Edebiyat Arasındaki İlişkiler ve İşbirliği”, Milliyet Sanat, S. 179. TİLGEN, Nurullah (1956). “Bugüne Kadar Filmciliğimiz”, Yeni Yıldız Dergisi, S. 12. TÜRK, İbrahim (2004). Senaryo Bülent Oran, İstanbul: Dergâh Yayınları. YÜCE, Tuncay (2005). “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2. 99 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 YAZILI KÜLTÜR ORTAMI ÜRÜNÜ OLARAK DESTANCI ÂŞIK ALİ ŞAHİN’İN YAYINLANMAMIŞ DESTANLARI Culture Media Products As Written Unpublished Ministrel Poems of Ashig Ali Şahin's Ayhan KARAKAŞ ÖZET Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin canlı bir şekilde sürdürüldüğü birkaç yöreden biridir. Âşık Ali Şahin bu gelenek içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Adana’nın Karaisalı ilçesinde doğan âşık destanlarıyla ön plana çıkmıştır. Destanlar âşıklık geleneği içerisinde sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamında meydana getirilen ürünlerdir. Çalışmamızda ele alacağımız destanlar yazılı kültür ortamı içerisinde değerlendirilecektir. Âşıklar bu destanlarda her türlü olayı hikâye ederek anlatmışlardır. Kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde halkın haber ihtiyacını karşılayan destanlar âşıklara maddi bir gelir de sağlıyordu. Âşık Ali Şahin yıllarca Adana’da destan yazmış ve yazdığı bu destanları Adana’daki matbaalarda bastırarak kalabalık yerlerde satmıştır. Bu çalışmada Âşık Ali Şahin’in altı adet destanı incelenmiş, destan metinlerinin tamamı ve metinlerin fotoğraflarından biri çalışmanın sonunda verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Çukurova, Âşık Ali Şahin, Destan ABSTRACT Çukurova region is maintained in a lively manner of minstrelsy tradition is one of the few regions. Ashig Ali Şahin has a very important place in this tradition. Born in the district of Adana Karaisalı has been in the forefront with destan. Destans written in the tradition of minstrelsy are the products formed in the written, oral and electronic culture. Ashigs of all kinds in this epic event were told by the story. Is common during periods of mass media news that meets Yrd. Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ the needs of the people to ashigs would also provide an income property. Ashig Ali Şahin years wrote and wrote this destans in Adana and printing press was purchased in crowded places. In this study we examined Ashig Ali Şahin six destan, destan texts and photos are given at the end of the study. Key Words: Çukurova, Ashig Ali Şahin, Ministrel Poems 1. Giriş Çukurova yöresi âşıklık geleneğinin eskiden beri güçlü olarak yaşadığı yörelerden biridir. Yörede geçmişte çok büyük ve usta âşıklar yetişmiş ve eserleri günümüze kadar taşınmıştır. Devam eden gelenek sonucunda günümüzde de önemli ve usta âşıklar yetişmektedir. Bu âşıklar da geleneği sürdürmek için çaba göstermektedirler. Çukurova yöresinde âşıklık geleneği, bundan 20-30 yıl öncesine göre canlılığını kaybetmiş ve zayıflamış olsa da, günümüzde varlığını sürdürmektedir. Geleneği temsil eden âşıklar yörede hâlâ yeni ürünler ortaya koymakta ve halkın duygularına tercüman olmaktadırlar. İnsanların ölüm ve diğer olaylar karşısındaki acılarını, sevinçlerini, özlemlerini türkülerle dile getirmektedirler. Aynı zamanda daha önceden gelenek içerisinde öğrendikleri usta malı eserleri de yeri geldikçe icrâ etmektedirler. Yörede saz çalarak veya sazsız, doğaçlama şiir söyleyenlere “âşık”, bu söyleme biçimine de “âşıklama” adı verilir. Âşık ağıt yakar, destan söyler, halk hikâyesi anlatır, güzelleme düzer, öğüt verir, sevilmeyeni yerer, yiğitleri koçaklar. Âşıklar yüzyıllardır süren sanatlarını birtakım kurallara göre uygularlar. Çağların deneyim ve beğeni imbiğinden geçmiş kurallar bütününe “âşıklık geleneği” adı verilmiştir. Bu gelenek âşığın seslendiği kitlenin kültür düzeyi ve beğenisine göre şekillenir. Geleneği yönlendirip şekillendiren halktır (Artun, 1996: 34). Âşığın şiirleri yaşadığı çevreyle ilgilidir. O nasıl şiirleriyle çevresini etkiliyorsa, yaşadığı çevre de âşığın şiirinin oluşmasında etken olacaktır. Âşığın doğa ile iç içe yaşamı onun yeteneği, anlatım gücü, duygu ve hayalleriyle birleştiğinde ortaya gerçek şiir çıkacaktır (Artun, 1996: 36). Günümüz âşıklık geleneğinde olduğu gibi Adana âşıkları da şiiri doğaçlama ve yazma yoluyla yaratıyorlar. Geleneksel şiirin büyük bir bölümünde kalem veya önceden ezberleme yoktur. Âşık, ortamın anlam ve önemine göre saz eşliğinde doğaçlama şiir söyleyen sanatçıdır (Artun, 1996: 60). 101 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ 2. Âşık Ali Şahin’in Hayatı Âşık Ali Şahin 1927 yılında Adana’nın Karaisalı ilçesinin Söğütlü köyünde doğmuştur. Ali, küçük yaşta baba mesleği olan kalaycılığı öğrenmiştir. Babasının ilk eşinden çocuğu olmadığı için, Ali’nin anasını almış; o da ölünce bir evlilik daha yapmıştır. Ali’nin sesi güzeldir. Karacaoğlan ve Âşık Garip’i okumak ister; ama okumayazması yoktur. Arkadaşı Ali İhsan’ın yardımıyla okuma- yazmayı öğrenir (Arı, 2009: 384) Bir süre sonra analıkların elinden kaçarak Ceyhan’ın Burhan köyüne gelir. Burhan ve Tatlıkuyu köylerinde bir yandan türkü söyler, bir yandan da ot kazar, ekin eker. 1946-1949 yılları arasında İstanbul’da askerliğini bitirip yeniden köyüne döner. 1952 yılına kadar köyde çeşitli işlerde çalışır. Aynı köyden Döndü adında bir kızı kaçırarak evlenir. Adana’ya yerleşip dayısının hızarında çalışmaya başlar. Oradan çeşitli nedenlerle ayrılıp Çotlu köyünde yarıcılık yapmaya başlar. Bir gün Adana’ya pamuk satmaya geldiğinde bir destancıyla karşılaşır ve destancılık yapmaya karar verir. Bu yıllarda A. Vahap Kocaman ve Ferrahi ile tanışır. Ferrahi ile Ferrahi’nin ölümüne kadar destancılıkta ortaklık yaparlar (Arı, 2009: 385). Âşık Ferrahi’nin ölümünden sonra Ali Şahin’in destancılığı takriben 1977 yılına kadar devam eder. Ancak çocuklarının büyümüş olması, destan yazıp satmasına karşı çıkmaları bu işin de bitmesine vesile olur. Çocuklarının bu müdahalesine fazla üzülen âşık, o güne kadar yazmış olduğu bütün destanların suretlerini yakar (Atılgan, 2002: 296). 3. Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destan Sözlü kültürlerin ürettiği, sanat ve insanlık değerleri açısından son derece üstün sözel edimler, insan ruhuna yazının taht kurmasıyla yiter ve bir daha yaratılamaz. Buna karşılık, yazı olmadan insan bilinci gizilgücünden istediği gibi yararlanamaz, başka bazı güzel ve güçlü yapıtlar üretemez. Bu bağlamda sözlü kültür, yazı üretmek zorundadır ve üretecektir de (Ong, 2007: 27-28). Sözlü kültürü teşkil eden unsurlar, yazılı kültürü oluşturanlara nispetle millet hayatında daha geniş bir katılımcı kabule sahiptirler ve bu yüzden fertlerin faaliyetleri üzerinde daha etkilidirler. Milletlerin milli kimliklerini oluşturan ortak kabuller, geniş ölçüde sözlü kültür içinde teşekkül eder. Sözlü kültür unsurlarının sürekliliği; fonksiyon, yapı ve muhteva değişmeleri, yerlerini yeni unsurlara terk etmeleri ortak kabulleri yaratan topluluğun bunlara karşı takınacağı ortak tavra bağlıdır. Çünki kabuller, resmî değil, gönüllü katılım kabulleri hususiyetine sahiptir (Yıldırım, 1998: 38). 102 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Sözlü kültürde bir konuyu kalıplaşmamış, biçimlenmemiş ve belleğe seslenmeyen bir yoldan düşünmek mümkün olsa bile bu zaman kaybından başka bir şey değildir; çünkü böyle bir düşünme biçimi oluştuktan sonra yazı yardımıyla olabileceği gibi kaydedilip anımsanamaz. Kalıcı bir bilgi olmaktan ziyade, ne kadar karmaşık olursa olsun, geçici bir düşünce olur. Sözlü kültürlerde toplumun ortak malı olan hazır kalıplar ve yoğun biçimlendirmeler, yazılı kültürde yazının üstlendiği görevlerden bazılarını görürken, elbette, deneyimlerin zihinsel düzenleyişini, düşüncenin tarzını da belirler (Ong, 2007: 51). Kültürü taşıyan geleneklerin farklılığına karşılık, onların taşıdığı kültür unsurları arasında da yapı, biçim, muhteva ve fonksiyon bakımından aynı durum söz konusudur. Bu sebeple, yazılı ve sözlü gelenekte yer alan kültürün unsurlarını, kendi hususî durumlarını dikkate alarak incelemek ve değerlendirmek lâzımdır. Çünki, bir topluluğu veya milleti meydana getiren fertler üzerinde, her iki gelenekte yer alan unsurların tesir gücü ve onlar tarafından kabul derecesi farklıdır. Dolayısıyla, biz, kültür unsurlarını, taşındıkları geleneği esas alarak, sözlü kültür ve yazılı kültür kavramları içinde toplamayı uygun buluyoruz (Yıldırım, 1998: 38). Bugün yazılı ve sözlü ortamlar, birbiri içine iyice girmiş durumdadır. Ve giderek birbiri içinde eriyerek yeni oluşumlar ve yeni kaynak tipleri üretmektedirler. Toplumlar var oldukça, bu ortamlar ve bu oluşumlar da sürecektir. Değişmeler, dönüşmeler, yeni kaynak tipleri, yeni ortamlar ortaya çıkarabilir. Nitekim toplumun var oluşundan bu yana gelişen sözlü ve yazılı ortamlara, bugünlerde, bir de, sesli ve görüntülü ortam eklenmiştir. Ama bu yeni durum, öncekileri ortadan kaldırmaz. Sözlü ortam ve yazılı ortam kaynakları, toplumda yine, geleceğe geçiş kanalları olma işlevini sürdürürler (Yıldırım, 1998: 94). Türk halk edebiyatında özellikle saz şairlerinin genel olarak 11’li hece ölçüsü ve dörtlük nazım birimiyle ortaya koydukları ve her türlü hayat olaylarını içine alan destanlara eskiden beri rastlanmaktadır. Bu destanların 7’li ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmış örnekleri de vardır. Dörtlük sayısıyla ilgili olarak kesin bir şey söylemek mümkün olmamakla beraber, on dörtlük ile yüz dörtlük civarında olabileceği kanaati yaygındır (Albayrak, 2004: 123). Destan kavramının şekil, tür ve hacim açısından değerlendirildiğinde araştırmacıların henüz tam bir fikir birliği içerisinde olmadıklarını görüyoruz. Destanı hem nazım şekilleri hem de konu ağırlıklı türler içerisinde değerlendiren Öcal Oğuz’a göre, halk şiirimizde hacim bakımından diğer örneklere benzemeyen destan, bu özelliği ile bir nazım şekli olmakla birlikte, konusuna göre tasnif edilmesi sebebiyle 103 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ bir tür olarak karşımıza çıkmaktadır ki, bize göre tartışılması gereken bir konu özelliği taşımaktadır (Oğuz, 2001: 17). Destanı bir tür olarak ele alan Özkul Çobanoğlu’na göre ise, meselenin en önemli ve konumuzla ilgili olan kısmı olan, âşık tarzı şiir geleneğinin heceli şiirleri bağlamında, çözümünde şimdiye kadar destan bahsini ele alan bütün araştırıcıların üzerinde ittifak ettiği bir husus olan destanların “halk şiirinin en uzun nazım biçimi” oluşu özelliğinden hareketle ve dörtlük sayısı itibariyle uzunluk-kısalık meselesini veya bir başka ifadeyle hacmi, şimdiye kadar içinde yer aldığı “şekil” ölçütünün, kafiye örgüsü, nazım birimi gibi şıklarının dışına çıkarak, şekilden ayrı ve müstakil bir ölçüt olarak kullanılması son derece önemli bir rol oynayabilir (Çobanoğlu, 2000: 11). Âşık tarafından destan yapmaya değer bulunan bir vak’ayı, bir cismi veya kavramı hikâye ederek anlatan ve sözlü kültür ortamında, âşığın ele aldığı konuyu anlatım tutumuna bağlı olarak geleneksel âşık havaları eşliğinde icra ettiği nazım türüne destan denmektedir (Çobanoğlu, 2000: 3). Tür olarak destan, koşma tipine girer. Varsağı, semai gibi destanın yapısı da koşmanın aynıdır. Aralarındaki ayrım dört noktada toplanır: Dörtlük sayısı, konu, anlatım (kompozisyon), ezgi (Dizdaroğlu, 1969: 93). Destanların birçoğunun sahibi bellidir. Ne var ki gün gelir asıl sahibi unutulur ve eser anonim hale gelir (Kaya, 2004: 329). Destanların konusunu oluşturan temel öge, belirli bir olay veya durumdur. Savaş, deprem, göç, salgın hastalık, su baskını, yangın, yiğitlik, eşkıya serüveni, yaşlılık, beklenmeyen ölüm olayları, güldürücü konular, çeşitli durumlar hakkında öğüt, doğumdan ölüme insanın yaşı, toplumsal yeği ve eleştiri gibi konular görüldüğü gibi hem kişisel hem de toplumsal olabilmektedir (Albayrak, 2004: 123). Âşık musikisinde destanlar özel ezgi kalıplarına göre okunur, güfteler de bu melodi kalıplarına döşenir. Konunun ifade tarzına göre zaman zaman farklı melodi kalıpları da kullanılır. Destanlar genellikle uzun hava tarzında serbest bir ritimle, konuşma diline yakın bir şekilde ve saz eşliğinde icra edilir. Ancak saza ihtiyaç duymayan destan okuyucuları da vardır (Şenel, 1994: 209). Gazetelerin henüz yaygın olmadığı dönemlerde çeşitli olaylar hakkında halka bilgi vermek için destanlar önemli bir vasıta olmuştur. Bundan dolayı edebî kıymetlerinden çok halk kitlelerine hitap etmeleriyle değer kazanmışlardır. Bu özellikler dışında destanların kazanç kaygısıyla da yazıldığı söylenebilir (Şenel, 1994: 209). Yakın zamanlara kadar Anadolu’nun çeşitli yörelerinde meydana gelmiş ve toplumu etkilemiş olayları konu edinen tek sayfalık destanları, halkın kalabalık olduğu yerlerde kendine has bir makamla okuyan destan 104 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ satıcılarına rastlanmaktaydı (Albayrak, 2004: 124). Yazılı kültür ortamı âşıkları destanlarını okuyarak topladıkları kalabalığa sattıkları belli başlı icra bağlamları; kahvehaneler, köy odaları, pazarlar, panayırlar, mahalle ve sokak araları, harman yerleri, tren ve benzeri ulaşım araçları, cami önleri, okul önleri, gar ve otobüs terminalleri ve herhangi bir nedenle toplanmış kalabalıkların bulunduğu yerlerdir (Çobanoğlu, 2000: 225). Yazılı kültür ortamı destanlarının satışı üç ana kısımdan oluşur. 1. halkın dikkatini çekme, 2. destanı ezgiyle okuyup etkileme ve satın almaya hazırlama, 3. destanı satma. Âşık yalnız başına veya bir arkadaşı ile beraber halkın yoğun olarak gelip geçtiği bir yere gider ve ezgili bir sesle destanını ezberden okuyarak etrafına kalabalığın toplanmasını sağlar. İşte bu noktada yazılı kültür ortamı destanlarının da söz ve ezgi ile icrası söz konusudur. Hangi yolla olursa olsun amaç halkı etrafına toplamaktır. Âşık toplanan kalabalığı yeterli gördüğünde veya destanı okuyup bitirdiğinde yahut, kalabalığın destandan etkilendiğini hissettiği an söylediği destanı keser ve omzuna astığı çantası içinden çıkardığı destanları topluluğa dağıtır veya elinde bulunan tomardan almak isteyenlere vererek parasını toplar. Yeniden destanını okumaya başlayarak etrafına yeni bir grubun toplanmasını sağlar ve satma işlemi aynı şekilde devam eder (Çobanoğlu, 2000: 222-223). Âşık tarzı destanlarda âşıkların yaşadıkları döneme, sosyal ve coğrafî çevreye dair pek çok konuya rastlamak mümkündür. Âşıklar destanlarında yaşadıkları yörenin geleneklerini, göreneklerini, fiziki ve coğrafi özelliklerini, toplumun düşünce sistemini, değer yargılarını, dönemin giyim ve kuşam tarzını, halkın kabullerini sanat ve estetik anlayışını, tarihi ve sosyal olaylarını şiirlerinde dile getirmişlerdir (Cerrahoğlu, 2013: 636). Tarihle destanının yakın bir ilişkisi vardır. Her tarihi olay arkasında destanlar bırakmış, âşık, ozan, saz şairi veya halk şairi adını verdiğimiz insanlar tarafından önce söze, daha sonra da yazıya geçirilmiştir (Alptekin, 2011: 16). Destanlar, edebî bir tür olmakla beraber tarihin kırık dökük aynalarıdır. Bu türdeki yazılı metinler dikkatli bir şekilde incelendiğinde uzak geçmiş ile ilgili çok kıymetli malzemeler elde edilmektedir (Demir, 2006: 24). Âşık destanları yakın ve uzak geçmişimizde meydana gelen toplumsal olayları yansıtması yönüyle hem belgelerin kısıtlı olduğu dönemlerde bu açığı kapatarak tarih bilimine katkı sağlar hem de belgelerin aktardığı tarihi bilgiler dışında yaşanan olayların halka yansımalarını verir. 105 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ 4. Âşık Ali Şahin’in Destanları Çalışmamızın konusunu oluşturan destancı Âşık Ali Şahin’in tespit ettiğimiz ve daha önce herhangi bir çalışmada yayınlanmayan altı adet destanı vardır. Çalışmanın sonunda metinlerini ve fotoğraflarını verdiğimiz bu destanlar; “Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı”, “Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı”, “Zamanın İbret Destanı”, “Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı”, “Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”, “Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı” adlarını taşımaktadır. Destanlardan ilki 36x26 cm ölçüye sahip ve arkalı-önlü olarak basılmıştır. Destanın bir yüzünde tek, diğer yüzünde ise iki destana yer verilmiştir. Destanda iki farklı yüzde olmak üzere iki adet de fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraflar destanlarda anlatılan olayların kahramanlarıdır. Destanın her iki yüzünde de yazan, fiyatı ve matbaa ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Destanın fiyatı 25 kuruştur. Basıldığı yer ise Zemin Matbaası-Adana-Telefon 2342. Destanın üzerinde basım tarihi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen destanın 1970’li yılların başında bastırıldığı tahmin edilebilir. Destan metinleri üç sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde basılmıştır. Diğer üç destan ise 28x21 cm ölçülerine sahip ve tek yönlü olarak basılmıştır. Bu destanlarda birer destan metnine yer verilmiştir. Destanlarda fotoğraf bulunmamaktadır. Destanlar Ali Şahin tarafından Adana’da Güneş matbaasında bastırılmıştır. Destanların fiyatları 25 kuruştur. Basım tarihleri tahminen 1960’lı yılların ortalarıdır. Destanlar, iki sütun halinde ve 12 punto büyüklüğünde dizilmiştir. 19. yüzyıl yazılı kültür ortamı destancılığında destan adlarının çoğunlukla kısa olduğu dikkati çekmektedir. Ancak yazılı kültür ortamının üretim ve tüketim şartları açısından sözlü kültür ortamından farklılığı kendini destanların adlandırılmasında ve gittikçe büyüyerek âdeta destanın özeti halini almasıyla kendini ortaya koyacaktı (Çobanoğlu, 2000: 264-265). Çalışmamızın konusunu oluşturan destanların adlandırılmalarına bakıldığında paralel şekilde konunun özetlendiği uzun başlıklar olduğu görülmektedir. Destanların biçimsel özellikleri aşağıdaki tabloda toplu olarak gösterilmiştir. Destan Nazım Şekli D1 Koşma Kafiye Şeması abab/cccb/dddb 106 Ölçü 11’li Hece Dörtlük Sayısı 24 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ D2 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 17 D3 Koşma aaab/cccb/dddb 11’li Hece 15 D4 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 21 D5 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 19 D6 Koşma abab/cccb/dddb 11’li Hece 20 D1: Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı D2: Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı D3: Zamanın İbret Destanı D4: Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı D5: Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı D6: Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı Destanları konu olarak değerlendirme aşamasında Özkul Çobanoğlu’nun konu tasnifi esas alınmıştır. Çobanoğlu çalışmasında daha önce yapılan tasnif çalışmalarına da yer vermiş ve bunları da göz önünde bulundurarak geniş bir tasnif ortaya koymuştur (Çobanoğlu, 2000: 56-89). Çalışmamıza konu olan destanların tamamı “Sosyo-Kültürel Çevreyle İlgili Destanlar” başlığı altında değerlendirilebilir. Alt başlık olarak bakıldığında ise destanlardan ikisi (D1, D2) intiharlara dair destanlar, ikisi (D4, D6) cinayet destanları, biri (D3) sosyo-kültürel değişmeye dair destanlar, biri ise (D5) araba kazalarıyla ilgili destanlar kategorisinde yer almaktadır. İntihara dayalı destanlarda çoğunlukla intihar eden kişinin ağzından intiharın sebebi, günü, saati, tarihi, yeri ve şekli anlatılır. Geride kalanlara, anne ve babaları başta olmak üzere, ağlamamaları ve başa gelenin kader olduğu vurgulanır (Çobanoğlu, 2000: 78). İntiharın konu edildiği ilk destanda (D1) küçük yaşta annesini kaybeden, üvey anne elinde büyüyen ve istemediği halde evlendirilmek istenen Ayşe’nin çektiği acılar, intihar edişi ve geride kalanlara sitemi ayrıntılı olarak kendi ağzından aktarılmıştır. İntihar konulu diğer destanda (D2) Talihsiz Elif’in sevdiği yerine başka biriyle evlendirilmek 107 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ istenmesi üzerine intihar edişi ayrıntılı olarak kendi ağzından anlatılmıştır. Cinayet destanlarından birincisinde (D4) kız kaçırma sebebiyle iki kardeşin öldürülmesi anlatılmaktadır. Olayın sebebi, ölen ve öldürülenlerin yakınlıkları, kullanılan silahlar, olayın meydana gelişi, âdeta bir film sahnesi gibi, tüm ayrıntısıyla anlatılmıştır. Ayrıca geride kalanların duydukları acı da aktarılmıştır. Cinayet konulu diğer destanda (D6) kumar parası isteyen oğlu tarafından öldürülen Antalya müftüsü anlatılmaktadır. Bu destanda da cinayetin işlenişi, cinayet aleti, yeri detaylı bir şekilde verilmiştir. Cinayetin ardından yakınlarca duyulan üzüntü ve cinayeti işleyene kızgınlık görülmektedir. Tanzimat’ın ilanından itibaren resmen takip edilen batılılaşma politikaları gereği meydana gelen sosyo-kültürel değişmelerin âşık tarafından olumsuz bulunan yönlerini konu edinen destanlar da vardır. Meydana gelen sosyo-kültürel değişmeler nedeniyle bozulduğu kabul edilen zamandan ve yaşanılan ortamdan hoşnutsuzluk bu tür destanların ana temasıdır (Çobanoğlu, 2000: 82). “Zamanın İbret Destanı” adlı destanda Âşık Ali Şahin yaşadığı dönemde toplumda meydana gelen sosyo-kültürel değişmeleri eleştirel bir bakış açısıyla anlatmaktadır. Destanda dini değerlerin yozlaşması, insanların güvenilmez hale gelmesi, kadınların giyim-kuşamı, gençlerin büyüklerine karşı davranışları eleştirilmiş ve dini değerlere dönüş öğütlenmiştir. Araba kazalarıyla ilgili destanlarda kazanın vuku bulduğu tarih, yer ve saat verilir. Daha sonra kazada ölenlerin ağzından kazanın oluşu anlatılır. Kazada uğranılan kayıplar olabildiğince acındıracak bir şekilde anlatılır (Çobanoğlu, 2000: 77). “Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı”nda Adana’dan aldıkları yükü Antep’e götüren şoför Hakkı ve Şükrü’nün geçirdikleri kaza ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Kazada ölen şoför Hakkı’nın dilinden olayın gelişimi, geride kalanların çektikleri acılar duygulu bir biçimde hikâye edilmiştir. Sonuç Âşık destanları günümüze kadarki süreç içerisinde üç farklı ortamda meydana getirilmiştir. Bunlar; sözlü, yazılı ve elektronik kültür ortamlarıdır. Diğer halk edebiyatı ürünlerinde de olduğu gibi destanlar da ilk olarak sözlü kültür ortamında söylenmiş ve bu ortamda kuşaktan kuşağa aktarımı da yapılmıştır. Çeşitli toplantılarda bir araya gelen âşıklar bu türün en güzel örneklerini vermişlerdir. Çalışmamızda örneklerini verdiğimiz destanlar ise yazılı kültür ortamı 108 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ içerisinde üretilmiş destanlardır. Özellikle matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte âşıklar destanlarını yazarak üretmeye başlamışlardır. Çok çeşitli konularda yazdıkları bu destanları matbaalarda bastırarak halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde satarak bir gelir elde etmişlerdir. Elektronik kültür ortamında ortaya konulan destanlar kaset, cd ve günümüzde internet ortamında oluşturularak dinleyicilerin ilgisine sunulmuştur. Destanlar nazımla söylenmiş ürünler olmalarına rağmen düz yazıdaki giriş-gelişme ve sonuç bölümlerine uygun bir anlatım sırası izlemiştir. Giriş olarak kabul edilebilecek bölümde âşık birkaç dörtlükle hangi olayı anlatacağını ve olayın merak uyandıracak bir nitelikte olduğunu belirtir. Gelişme bölümünde olay detaylandırılır. Olayın nasıl geliştiği ve varsa arka planı bazen olayın kahramanının ağzından bazen de âşık tarafından aktarılır. Sonuç bölümünde ise olay sonlandırılır, olayın özelliğine bağlı olarak ders verme amacı güden dizelere de yer verilebilir. Kitle iletişim araçlarının çok çeşitli ve erişilebilir olduğu günümüz teknoloji çağı göz önünde bulundurulduğunda bugün dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olay dakikalar içinde tüm dünyaya ulaşabilmektedir. Yazılı kültür ortamı içerisinde üretilen destanlar iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde bir haberleşme aracı özelliği taşımaktaydı. İnsanlar kendi yörelerinde veya başka yörelerde meydana gelen özellikle trajik özellikteki olayları bu destanlar vasıtasıyla takip edebiliyorlardı. Bir gazete ya da haber programı mantığıyla değerlendirilebilecek olan destanlar aynı zamanda âşıklar için de bir kazanç kapısıydı. Çalışmamıza konu olan destanların anlatım özellikleri incelendiğinde; olayın takdimi bazı kalıp ifadelerle (duydum, dinleyin…) yapıldıktan sonra asıl olayın anlatımına geçilmektedir. Özellikle ölüm temalı destanlarda ölenin ağzından olayın tüm ayrıntıları verilmektedir. Olaylar kronolojik bir şekilde hikâye edilerek anlatılmaktadır. Bu bölümlerde de bazı kalıp ifadelere (-mIş ağlıyor, An ağlıyor) rastlanmaktadır. Ölüm teması olmayan “Zamanın İbret Destanı”nda âşık doğrudan gözlem ve düşüncelerini sıralamıştır. Burada sıraladığı görüşlerini çoğunlukla dinî değerlerle temellendirmiştir. Yazılı kültür ortamında üretilen destanlar âşıkların maddi bir kazanç bekledikleri ürünlerdir. Bu yüzden yazılı kültür ortamında ürettikleri destanların daha geniş bir okuyucu kitlesi tarafından ilgi gösterilmesi için destan adlarının daha uzun seçilmesi ve âdeta destanın özeti niteliğini taşıması, daha çok kişinin dikkatini çekecek trajik olayların seçilmesi, destanlara fotoğraf eklenmesi ve destanların 109 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ kalabalık mekânlarda belirli bir ezgiyle satılması bu görüşü destekler niteliktedir. Her türlü olayın konu ve hikâye edildiği destanlar kültür varlığımızın bir bölümünü oluşturmuştur. Bundan sonra yapılacak çalışmalarla da bu konunun değişik yönleri irdelenebilecektir. Kaynakça Albayrak, Nurettin, Ansiklopedik Halk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü, Leyla ile Mecnun Yayıncılık, İstanbul, 2004. Alptekin, Ali Berat, “Çukurovalı Âşıkların Dilinde 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 29, Niğde, 2011, ss. 15-26. Arı, Bülent, Adana’da Geçmişten Bugüne Âşıklık Geleneği, Altınkoza Yayınları, Adana, 2009. Artun, Erman, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (1966-1996) ve Âşık Feymani, Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Adana, 1996. __________, “Prizrenli Âşık Ferkî’nin Destanları, 3.Uluslararası Kıbrıs-Balkanlar-Avrupa Türk Edebiyatları Sempozyumu Bildirileri, Romanya, 2000. __________, “Âşık Esrarî’nin Vehhâbî Destanı”, Folklor/Edebiyat, C. VI, S. XXII, Ankara, 2000. __________, “Âşıkların Destanlarının Sosyal Tarihe Kaynaklık Etmeleri”, Milli Folklor, S.53, Ankara, 2002, ss. 39-56. __________, “Kıbrıslı Âşık Kenzî’nin Destanları, VI. Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi Bildirileri, Doğu Akdeniz Üniversitesi Yayınları, KKTC, 2002. __________, Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı, Karahan Kitabevi, Adana, 2012. Atılgan, Halil, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, Adana, 2002. Cerrahoğlu, Münir, “Destanların Eğitimdeki İşlevi/ Atasözlerinin Destan Metinleri İle Öğretilmesi”, TURKISH STUDIES International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/13, Fall 2013, www.turkishstudies.net, Ankara, 2013, ss. 633-644. Çobanoğlu, Özkul, Âşık Tarzı Kültür Geleneği ve Destan Türü, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2000. 110 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Demir, Necati, “Trabzon Yöresinde Destan Kültürü ve Tarihi Alt Yapısı”, TURKISH STUDIES -International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 1/1, Summer 2006, www.turkishstudies.net, Ankara, 2006, ss. 24-44. Dizdaroğlu, Hikmet, Halk Şiirinde Türler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1969. Gökdemir, Gönül, “1950-1975 Yıllarında Yazılan Âşık Destanlarında “Namus” Kavramı”, Milli Folklor, S. 64, Ankara, 2004, ss. 52-67. Karakaş, Ayhan, “Çukurovalı Âşık Ali Anbarcı’nın Yörük Üstüne Türküleri”, Asia Minor Studies, Volume: 1, Issue: 1, Kilis, 2013, ss. 64-77. Kaya, Doğan, Anonim Halk Şiiri, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2004. Koz, M. Sabri, “Bir Kars Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, No. 351, Yıl: 30, Cilt: 18, 1978, ss. 8454. Kum, Naci, “Bekçi Baba Destanı”, Türk Folklor Araştırmaları, S: 19, Yıl: 2, Cilt: 1, 1951, ss. 300. Oğuz, M. Öcal, Halk Şiirinde Tür, Şekil ve Makam, Akçağ Yayınevi, Ankara, 2001. Ong, Walter J., Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, İstanbul, 2007. Öztürk, Ali, Türk Anonim Edebiyatı, Bayrak Yayımcılık, İstanbul, 1986. Şenel, Süleyman, “Âşık Edebiyatı ve Musikisinde Destan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.9, TDV Yayınları, İstanbul, 1994. Yıldırım, Dursun, Türk Bitiği, Akçağ Yayınevi, Ankara, 1998. __________, “Dede Korkut’tan Ozan Barış’a Dönüşüm”, Türk Dili, S. 570, Ankara, 1999, ss. 505-530. 111 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Ek 1: Destan Metinleri Karaisalı’nın Nayıplar Köyünde Kendini Kendirle Asan Talihsiz Ayşe’nin Acı Destanı Dinleyin kardeşler acı ölümü Sevdalıdır diye bana baktılar Duyunca kaleme çöktüm ağladım Onun için bana nişan taktılar Bir matem bürümüş Nayıp köyünü Sanki içerime ateş yaktılar Ben bile canımı sıktım ağladım Ne kadar canımı sıktım ağladım Bir kız kendisini iple asıyor Şu yalan dünyadan ölmek isterim Bütün köylü duymuş eve koşuyor Ben bu akılımdan dönmek isterim Duyan deli gibi aklı şaşıyor Eller gibi ben de gülmek isterim Ben de buna merak ettim ağladım Fakat bu canımdan bıktım ağladım Sebebim bellidir bilen biliyor İçerden kendiri aldım elime Belki ben ölünce yalan söylüyor Kimse yok yanımda gittim ölüme Siz yalan söyleyin Allah görüyor Yapma diye kimse çıkmaz önüme Ben bu eziyeti çektim ağladım Kapıdan dışarı çıktım ağladım Analık elinde bittim büyüdüm Ağlaya ağlaya açtım kapıyı Acı sözlerini çektim eridim Gözlerim görmüyor doğu batıyı Çok zaman ağlayıp yattım uyudum Benim bu derdime bulun yakıyı Sabahleyin yine kalktım ağladım Elimi koynuma soktum ağladım Aklım yeter yetmez annem ölüyor Elimde kendirle girdim içeri Şaşırdım kendimi kafam dönüyor Kim ister Mevlâ’dan böyle işleri Çektiğim çileyi köylü biliyor Kulağım duymuyor gelen sesleri Çok zaman boynumu büktüm ağladım Dönüp dışarıya baktım ağladım Annem öldü benim yüzüm gülmüyor Nişanlım aklıma geldi o zaman Çektiğim çileyi babam bilmiyor Ağladı gözlerim doldu o zaman Düşündüm evlenmek bana gelmiyor Kafam deli gibi oldu o zaman Garezi kendime yaptım ağladım Kendiri salmaya attım ağladım 112 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Gözüm dışarda dönüp bakıyom Babam çok ağlama belin bükülür Bağladım kendiri düğüm yapıyom Bacım deli gibi yere yıkılır Ben bu hayatımı böyle satıyom Gören bir hoş olur canı sıkılır Kendiri boynuma taktım ağladım Sizi ben kendime yaktım ağladım Asbabım kesildi düğünüm olacak Her gün ağlayarak işe giderim Gelinlik elbisem kime kalacak Ben kendi canıma garez ederim Babam benim için fazla yanacak Demek böyle imiş benim kaderim Belki gelir diye korktum ağladım Kaderime boyun büktüm ağladım Okuntum dağıldı bayrağım yasta Nişanlım ağlayıp merak etmesin Şaşırdım kendimi kafam çok hasta Kimse benim gibi acı çekmesin Şöyle bir düşündüm akıl yok başta Cehizimi kimse açıp dökmesin Ben kendi halime baktım ağladım Bir gün evvel açıp baktım ağladım Babam gelmiş başucumda duruyor İstemem dünyada gelin olmayı Bacım çok ağlamış bir hoş oluyor Gönül arz ediyor düşüp ölmeyi Görenin gözüne yaşlar doluyor Ben de istiyordum murat almayı Belki kalbinizi söktüm ağladım Ben bu acı derde çattım ağladım Bana çok ağladı köyün kızları Babam unutmasın kızı Ayşe’yi Duyup işitenin doldu gözleri Acı söz kalbimde kırdı neşeyi Küçük yaştan beri acı sözleri Demedim kendine böyle bir şeyi Bütün içerime attım ağladım Bütün içerime attım ağladım Bir gün evvel baktım cehizlerime Âşık Alim der ki ben de yanarım Taş olsa dayanmaz benim yerime Destanı yazarken sebep ararım Ağlayı ağlayı aldım elime İşte vaziyeti böyle sorarım Geri sandığıma kattım ağladım Olayı destana kattım ağladı 113 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ ,Adana’nın Yeni Barajına Kendisini Atan Genç Kızın Acı Destanı Bir kız kendini suya atıyor Aklım başımdadır deli sanmayın Bunun sebebini bilmez anneler Aldanıp şeytana nefse kanmayın Anne baba kardeş yola bakıyor Sakın benim gibi aşka yanmayın Akşam oldu Elif gelmez anneler Çokları bu işi bilmez anneler Aşkımın elinden düştüm oyuna Fabrikaya vardım dilim laloldu Baktım içerimi yakar boyuna Takatım kesildi dizim yoruldu Kendimi atıyom baraj suyuna İzin istemiştim izin verildi İçerim yanıyor sönmez anneler Elif gitti geri dönmez anneler Şaşırdım kendimi aklım oynadı Ağlayı ağlayı gittim ölüme İçerim yandıkça gözüm ağladı Bir tanıdık kimse çıkmaz önüme Düşündüm taşındım baktım olmadı Atacam kendimi baraj gölüne Kimse benim gibi yanmaz anneler Kimse bir teselli vermez anneler Anneden babadan ayrılmak zordur Düğün hazırlığı görülüyordu İçerim yanıyor sanki bir kordur Bir hafta içinde kuruluyordu Benim bu ölmemde bir sebep vardır Gönül nişanlıma darılıyordu Keyf için bir insan ölmez anneler Dadim Celal beni almaz anneler Varıp otobüse bindim ağladım Fabrikaya varıp izin demiştim Barajın içine indim ağladım Çok fazla hastayım tezin demiştim Gençliğime bakıp yandım ağladım Bekletmeyin beni yazın demiştim Derdim hiç kimseye denmez anneler Kafam bir hoş aklım ermez anneler Bir zaman ağlayıp gezdim orada Kise bilmez neden hastayım Aşkıma bir şiir yazdım orada Şaşırdım kendimi büyük yastayım Kendi hayatıma kızdım orada Resim üzerine güzel ustayım Ecel beni geri salmaz anneler Gözlerim yazıyı görmez anneler Altı ay olmuştu nişan olalı Laloldu ağzımda dilim kalmadı O zamandan beri içim yaralı Kurudu vücudum kanım kalmadı Var mı benim gibi bahtı karalı Benim yaşayacak halim kalmadı Düşündüm ki bu iş olmaz anneler Ecel beni tuttu salmaz anneler 114 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Annem ile babam ararlar beni Yatıyor cesedim suyun içinde Gelip fabrikaya sorarlar beni Kimse gelip beni bulmaz anneler İzin aldı diye söylerler beni Nere gittiğimi bilmez anneler Bossa fabrikası yasta duruyor Elif’in masası boşta duruyor Çantamı bıraktım yolun içinde Annesi bacısı bir hoş oluyor Adresim vardır onun içinde Âşık Ali bile gülmez anneler Zamanın İbret Destanı İnsan kısım kısım yer damar damar Doğrudan eğriye sapan çoğaldı Aldanıp şeytana nefsine kanar Vicdanı parayla satan çoğaldı Evlat babasıyla oynuyor kumar Bakın böyle işi yapan çoğaldı Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Çokları aldanıp neye kanıyor Cahil gibi sanki aklı ermiyor Gözlerim gördükçe içim yanıyor Ölüp gidenleri gözü görmüyor Doksanlık karılar koca arıyor Ne kadar söylesen yola gelmiyor Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Kimi gündüz kimi gece derdinde Utanmadan bir de dine sövüyor Kimi engin kimi yüce derdinde Evlat babasını tutup dövüyor On yaşında kızlar koca derdinde Çokları var şimdi bunu seviyor Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Aldanıp şeytana nefse kanıklar Çokları çalışmaz kendi işinde Şeytanın sözünü essah sanıklar Geceli gündüzlü avrat peşinde Yoldan azdı bütün koca moruklar Aklı fikri bütün dünya süsünde Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Müslümanım diye çalım satıyor Ezgine de deli gönül ezgine Bütün kötü işi kendi yapıyor Razıyım Mevlam senin yazgına Çoklarının böyle canın yakıyor Çokları aldanmış dünya zevkine Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Şöyle bir düşünün ne güne kaldık 115 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Bu gidişler beni yandırmak ister İman ve Kur’an’la ölmek doğrudur Millet bir birini öldürmek ister Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Evlat babasını kandırmak ister Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Güç yetmez kızlara başlık çoğaldı Bütün kalbimizde puştluk çoğaldı Kadınlar kendini fazla açıyor Fikirler bozuldu pislik çoğaldı Terziler fistanı kısa biçiyor Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Annesi vermezse kızı kaçıyor Şöyle bir düşünün ne güne kaldık Âşık Alim der ki gördüm bunları Mevlam esirgesin bütün kulları Çalışıp doğruya gelmek doğrudur Terk etmeyin sakın doğru yolları Beş vakit namazı kılmak doğrudur Şöyle bir düşünün ne güne kaldı Kozan’ın Sayca Köyünde İki Kardeşin Destanı Bir cinayet olmuş gine Kozan’da Ahmet dabancayı çekti yürüdü Millet bu acıyı duymuş ağlıyor Elim boşdur dostlar kalbim kurudu Akşam namazına yakın ezanda Mahmud’un elinde bir şiş varıdı Duyan bir talaşta kalmış ağlıyor Bakdım kardeşime vurmuş ağlıyor Kozan kazasının Sayca köyünde İki kardeş bakın bizi haşladı Dört kişi vurulmuş evin önünde Vurunca bıçağı cana işledi Ölen iki kişi halkın dilinde Bizi koyup kadınlara başladı Kadınlar yara çok almış ağlıyor Bakın kadınlara nolmuş ağlıyor İki kardeş bakdım beni gördüler Önüme geçince lafa dutdular Kız kaçırma işin öne sürdüler Çekince silahı beni yıkdılar Bir de bakdım acı cevap verdiler Kardeşim Halil’i bakın netdiler Hayat tehlikede kalmış ağlıyor Oda kan içinde solmuş ağlıyor Dabancayı gördüm geri çekildim Yeyince kurşunu dilim dolaşdı Sıkma derken sıkdı yere yıkıldım Sonra bıçağıyla gelip yanaşdı Yarem derinmiş birden büküldüm O zamana kadar köylü ulaşdı Gelen şu halımı görmüş ağlıyor Gören bir gaflete dalmış ağlıyor 116 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Kadınlar yaralı ağlar hıçkırır Aman kocam diye yanar hıçkırır İki kardeş yatmış kanlar fışkırır Çevirdi silahı sıkdı döşüme Bunu gören millet dalmış ağlıyor Toplanıp dostlarım gelin başıma Ağlaşır yavrular durmaz peşime Muhtarın kardeşi Halil de yanda Sanki deli gibi olmuş ağlıyor Hele bir görseniz perişan halda Vücut sarat gibi kalmışlar kanda Küçük kardeşime kaçmış kızları Köylü bu acıyı görmüş ağlıyor Bu sebepden bana kızmış gözleri Hele bir görseniz napdı bizleri Arife yanında ağlıyor Fındık Acımız kalpleri sarmış ağlıyor Ağırdır yaramız perişan olduk Bilmiyorum dostlar biz böyle nolduk İki kadın böyle yanmış ağlıyor Sayca köyü böyle acı görmemiş Kimsenin bu işe aklı ermemiş Akşam namazına abdest almışdım Yazıda yabanda kimse kalmamış Camiye gitmiye hazırlanmışdım Duyan hep oraya dolmuş ağlıyor Mahmut’la Ahmet’e karşı gelmişdim Korku içerime girmiş ağlıyor Ahmet ile Mahmut böyle yapanlar Yakın gelip görün bizi bakanlar Kız yüzünden bize düşman oldular Muhtar ile Halil yerde yatanlar İki cana bakın nasıl kıydılar İki kardeş böyle ölmüş ağlıyor Açılmaz kapımız ıssız koydular Bir kadın saçını yolmuş ağlıyor Muhtarın ailesi der ki nolacam Zannetme ki eşim geri gelecem Kurşunu yeyince yürüyemedim Bir evladım yok ki kimi sevecem Kendimi toplayıp koruyamadım Millet bu sözleri duymuş ağlıyor Tutuldu dillerim söylüyemedim Yaresi çok derin denmiş ağlıyor Âşık Ali cümle hakkın kuludur Akıllı mı bilmem bunlar delidir İnsan kız yüzünden düşman olur mu Birbirine dayı hala oğludur Çekip dayısının oğlun vurur mu Bilmeyenler bana sormuş ağlıyor Yalan dünya size baki kalır mı Dili böyle cevap vermiş ağlıyor 117 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Kozan’ın Ağzıkara Köyünden Şoför Hakkı’nın Destanı Bir kaza olmuştur Antep yolunda Aman kardeş Şükrü duramıyorum Her taraftan gelip gören ağlıyor Nefesimi alıp veremiyorum Şoför Hakkı ölmüş Şükrü yanında Gözlerim kapandı göremiyorum Bunlar nerelidir diyen ağlıyor Eşim ile dostum yaren ağlıyor Kozan kazam köyüm Ağzıkara’dır Sağ yanımda benim Şükrü varıdı Kıpratmayın beni içim yaradır Ben ezildim dostlar kalbim kurudu İşte ben ölüyom yurdum buradır Sen ölmedin Şükrü Allah korudu Gelip ifademi alan ağlıyor Beni bu hallerde bulan ağlıyor Adana’dan aldık ağır yükümüz Yük beni kıstırdı içim ezildi Yanında Şükrü var bindik ikimiz Dört yavru karşıma geldi dizildi Erkence Antep’e varmak fikrimiz Gözlerimden kanlı yaşlar süzüldü Düşünüp kedere dalan ağlıyor Kanlı yaşlarımı silen ağlıyor Ceyhan Osmaniye geçtim yörüdüm Haber salın Yaşar Durmuş Ali’ye Gâvur dağlarını aştım yörüdüm Annem duyar ise döner deliye Düze indim gaza bastım yörüdüm Ben gidiyom artık dönmem geriye Yanımda oturup duran ağlıyor Askerde kardeşi diyen ağlıyor Antep’e çok yakın yolum yaklaştı Milletin kalbinde aşkın çok imiş Bilmedim ki bana ölüm yaklaştı Baktım seni seven dostun çok imiş Herhal bir nazarkeş zalım yaklaştı Tatlı dillerine düşkün çok imiş Kardeşimle bunu bilen ağlıyor İsmini işitip bilen ağlıyor Bir makine gördüm yolun içinde Mevlam kullarına eyle yardımı Direksiyon oynadı elin içinde Bir tel çekin size dedim yurdumu Söz kalmadı artık dilin içinde Acı haber şimdi köye vardı mı Her taraftan gelip soran ağlıyor Duyup bizim eve gelen ağlıyor 118 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Benim gibi kimse acı ölmesin Cenazem götürün burda kalmasın Annem ile babam fazla yanmasın Takatim kesildi dilim dolaştı Beni seven şimdi yanan ağlıyor Ecel benim ile fazla uğraştı Ölüm haberimi duyan ağlaştı Ben sağlık dilerim dosta yarene Babam deli gibi gören ağlıyor Allah sabır versin beni görene Bostan ektim serbest varıp girene Anneme babama bildirin beni Benim canım için yiyen ağlıyor Şoför mahalli sıktı indirin beni Tutun şu kolumdan kaldırın beni Şükrü kardeş beni koyma burada Benim bu sözümü duyan ağlıyor Sıkıştı vücudum kaldım arada Beni seven dostlar ağzı karada Gözleri yaş ile dolan ağlıyor Âşık Ali der ki sözüm bitiyor Bu ölüm insana acı katıyor Kurtuluş kalmadı gittim ölüme Yavrular burnuma nasıl tütüyor Kulak verin dostlar tatlı dilime İşte böyle öksüz kalan ağlıyor Beş yavru bıraktım kendi yerime Annem ile eşim sevan ağlıyor Oğlu Tarafından Öldürülen Antalya Müftüsünün Destanı Antalya ilinde bir acı duydum Şehir ve köylüden gelemeyen yoktur Gelip bana haber veren ağlıyor Tanınmış insandır bilmeyen yoktur Şöyle bir düşünüp kendimi yordum Ağlamış gözünü silmeyen yoktur Baktım ki yanımda duran ağlıyor Arkasında namaz kılan ağlıyor Belli bir insandır herkes tanıyor Kumar için gelip para istemiş Böyle bir acıya duyan yanıyor Vermeyince bakın neler işlemiş Annesi oturmuş saçın yoluyor Annesi görünce hemen seslenmiş Kanlı elbiseyi soyan ağlıyor Konu komşu bütün gelen ağlıyor 119 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Abdesti alınca namaza kalktım Elinde keseri başıma çaktı Kaldırıp elimi tekbiri yaptım Vurunca beynime kanlarım aktı Vurunca keseri ben yere yattım Namazım bitmeden canımı yaktı Gelip şu halimi gören ağlıyor Emmi dayı kardeş bayan ağlıyor Kanlı ceset bir odada yatıyor O gün cumaydı mübarek gündü Ağzından burnundan kanlar akıyor Mahvoldum dostlarım ocağım söndü Bu acıyı duyan gelmiş bakıyor Duyan Antalyalı deliye döndü Nalet bu evlada diyen ağlıyor Çıkmaz kabrime koyan ağlıyor El kalkmaz ataya be hey vicdansız Vurunca keseri perişan kaldım Yapma bu namazda olur mu ansız Döküldü kanlarım sarardım soldum Vurunca başıma düşürdün cansız Namazın sonunu böylece kıldım Elbisem üstümden soyan ağlıyor Yetişip salıma giren ağlıyor Kumar için çokça nasihat verdim Bir müftü oğludur bunu bilseydi Ne kadar yalvardım adam ol derdim Sevgili dostlarım duyup gelseydi Adam olsun diye bir de everdim O da benim gibi dindar olsaydı İşitip bu sözü duyan ağlıyor Bilmeyip geriden soran ağlıyor Besledim büyüttüm gözüne dursun Teselli almadı kumarcı çıktı Adalet ve Allah cezanı versin Ütüzdü parayı canımı sıktı Dilerim ki oğlum gözün kör olsun Oynama deyince çok kafa tuttu Eşim ile dostum yaren ağlıyor Biçilmiş kefenim seren ağlıyor Öldürmüş atayı filime bakar Duyunca geldiler savcı ve doktor Ezilmiş kafası kanları akar Böyle bir evlada idamlık haktır Bu acı insanı çok fazla yakar Olan olmuş başka çaresi yoktur Bilmeyip geriden soran ağlıyor Bu destan yazıp deren ağlıyor Bütün Antalyalı şahit halime Ağlar hacı hoca dokandı bana Acınmaz dostlarım böyle zalime Duyulsun bu acı bütün cihana Yarın bir de sahip çıkar malıma Zalim evlat nasıl kıydın babana Biçilmiş kefenim saran ağlıyor Deyip kefenine saran ağlıyor 120 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Ne çabuk duyuldu kardeş bacıya Âşık Ali der ki duydum gezerken Haber gitti bütün hafız hocaya Hem okurken ağlar hem de yazarken İnsan fikir eder böyle acıya Müftü efendiye mezar kazarken Kapıdan içeri giren ağlıyor Kaldırıp kazmayı vuran ağlıyor 121 Yazılı Kültür Ortamı Ürünü Olarak Destancı Âşık Ali Şahin’in Yayınlanmamış Destanları / Ayhan KARAKAŞ Ek 2: Destanların Fotoğraflarından Bir Örnek 122 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 SİR THOMAS ROE’A GÖRE BABÜR İMPARATORLUĞU SARAYINDA NEVRUZ Nowruz Festival in the Mughal Empire According to Sir Thomas Roe Habibe KARAYEL ÖZET Birçok kültürde yeri olan, baharın gelişi ve yeni yılın başlangıcı olarak sayılan Nevruz bayramı Babür İmparatorluğu’nda da kutlanmıştı. Ekber döneminde Babürlü sarayına giren bu bayram Cihangir ve Şahcihan döneminde de gelenek olarak devam etmiştir. Nevruz bayramına diğer devletler ve toplumlar gibi Babürlüler de önem vermiş, özen göstermişlerdir. Fakat Alemgir’in genel politikasından Nevruz bayramı da etkilenmiştir. Bunun Zerdüşt geleneği olduğunu söyleyerek Nevruz törenlerini yasaklamıştır. Bu makalede Hindistan’da kurulan Babür İmparatorluğu’nda Nevruz’un nasıl bir yere sahip olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. İlk olarak Sir Thomas Roe’nun kim olduğu ve eserinden kısaca bahsedilmiştir. Ardından Nevruz’un tanımı, hangi kültürlerde var olduğu, ne gibi törenler düzenlendiği, İran, Türk ve İslam kültüründeki yerinden bahsedilmiştir. Son olarak da Babür İmparatorluğu’nda ki yerinden bahsedilmiştir. Anahtar Kelimeler: Nevruz, Sir Thomas Roe, İmparatorluğu. Babür ABSTRACT Nowruz, which referred to the beginning of Spring and the starting day of the New Year, was celebrated in the Mughal Empire although the significance of it was beyond this culture.. It was first entered to the palace during Ekber period and later was continued to be a festival in Cihangir and Sahcivan periods. Nowruz Festival was Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi [email protected] Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel considered to be an important festival for the Mughals as it was in the other cultures. Unfortunately, Nowruz was affected from Alemgir`s general political attitude and Nowruz ceremonies were forbidden with an argument that it was a Zoroaster tradition. In this work, it has been attempted to reveal the place of Nowruz in the Mughal Empire. After explaining who Sir Thomas Roes is and what his works are, the definition of Nowruz and the type of ceremonies, the place of it in Iran and Turk-Islam cultures have been explained. At the end it has been desired to reach a conclusion about the place of Nowruz in the Mughal Empire. Keywords: Nowruz, Sir Thomas Roe, Mughal Empire. 1. Sir Thomas Roe ve Eseri 17. yüzyılda İngiltere’nin yetiştirdiği en yetenekli diplomat ve devlet adamları arasında yer alan Roe, 1580 yılında Essex’de doğmuştur. İlk olarak Kraliçe Elizabeth’in hizmetinde bulunmuş, 1604 yılında Kral I. James tarafından şövalye ilan edilmiştir. Galler Prensi Henry’nin teşvikiyle 1609 yılında gittiği Güney Amerika’dan 1611 yılında dönmüştür. Bu gezinin sağladığı itibar, 1614 yılında East India Company (Doğu Hindistan Şirketi)’nin onu Babürlü İmparatoru Cihangir’e elçi olarak göndermeye karar vermesiyle sonuçlanmıştır. Roe 1619 yılının başına kadar Hindistan’da kalmıştır. Roe’nun 17. yüzyılının ilk yarısındaki Osmanlı Devleti ve Babürlü İmparatorluğu hakkında verdiği bilgiler özel bir öneme sahiptir. 1 Roe’nun Babürlü İmparatorluğu hakkındaki bilgi veren yazışmaları ve günlüğü Hakluyt Society yayınları arasında iki cilt olarak William Foster editörlüğünde yayınlanmıştır.2 Sir Thomas Roe, Babür Sarayındaki ilk İngiliz büyükelçisidir. Roe, Ocak 1616 yılında Racastan bölgesindeki Acmir’de Cihangir’e güven mektubunu sunduktan sonra ilk olarak Mandu bölgesindeki Malva’ya ardından Ahmedabad’daki Gucerat bölgesine imparator ile birlikte seyahat eden Roe; “Ben göçebe kralı dağların üzerinden ormanlar boyunca, çok garip ve kullanılmamış yolardan takip ediyorum” diye eserinde yazmıştır. 1 Alper Başer, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II. Osman Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil INALCIK, Vol. 5/2, Mart, 2013, s. 45. 2 Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of The Great Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and Correspondence, Edited From Contemporary Records By William Foster, B.A, Volume I, Vol. II, London 1899. 124 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel Babür sarayında olduğu üç yıl boyunca Roe’nun kendi günlüklerine göre Cihangir ile yakın ilişkileri vardı. Hatta onun kadehine ortak olmuştur. Fakat Roe ve Cihangir arasındaki bu uzun ve söylediğine göre yakın ilişkisine Cihangirin günlüklerinde rastlanılmamaktadır. Bu yüzden onun raporları doğrulanamamaktadır. Roe, ne Farsça ne de Türkçe biliyordu ayrıca o Babür kültürünü bilmediği için, kültürleri bağlamada insanların davranışlarının içeriğini, doğru değerlendiremiyordu. Raporlarında, kendini olumlu bir şekilde betimlerdi.3 Yine de Roe’nun bu çalışması, bölge tarihi üzerine döneme ait saray hayatı, teşkilat, devlet yapısı, saray adetleri ve bayramları gibi kültürel ve politik konular üzerine önemli bir kaynaktır. Gördüğü her şeyi özenle ve en ufak ayrıntısına kadar kaydetmiş, birçok konu hakkında fikir edinmemize yardımcı olmuştur. Bu çerçevede Nevruz’a yer ayırmış olup Babür İmparatorluğu’nda kutlanışı hakkında bilgiler vermektedir. 2. Nevruz ve Babür İmparatorluğu’nda Nevruz Geleneği ve Kutlanması 2.1. Nevruz Farsça "yeni gün" anlamına gelen Nevruz, miladi 21 Mart, Hicri 9 Mart’a denk gelen4 Orta Asya'dan Ortadoğu'ya ve Balkanlar'a kadar geniş bir coğrafyada yaşayan birçok halklarda kutlanan bir bayramdır. Çeşitli kültürlerden birçok topluluk baharın gelişini kutlar ve yeni yılın başlangıcı olarak kabul eder. Nevruz kutlamalarının ilk olarak ne zaman nerede başladığı bilinmese de, en erken bilgiyi İran kaynakları vermektedir. 5 İlk kayıtların İran kaynaklarından olması ve kelimenin farsça olması nedeniyle birçok araştırmacı Nevruz’un sadece İran geleneğine ait bir bayram olduğu ve Türk kültürüne İran kültüründen geçtiği kanaatine varmışlardır. Fakat On İki Hayvanlı Türk Takvimine baktığımızda bu törenin Türkler tarafından da bilinip kutlandığını görebiliriz. Genel olarak bakıldığında, İran geleneğindeki Nevruz ile Türk geleneğindeki Nevruz’un farklı olduğunu görebiliriz. 6 İran geleneğindeki bahar bayramı ile ilgili bilgiler Firdevsi’nin Şehname’sinde yer almaktadır. Firdevsi bu bayramı Zerdüşt ve Maniheizm gibi inançlarla açıklayıp dini bir temele oturtmaya 3 Abraham Eraly, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the Great Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000, s. 279. 4 Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, Çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s. 1474. 5 Şinasi Gündüz, “Nevruz” Diyanet İslam Asnsiklopedisi, c. 33, DİA yayınları, İstanbul, 2007, 60. 6 Bu farklılıkları Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999, s. 2-4. Eserinde sıralamıştır. 125 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel çalışmıştır. Çeşitli efsane ve rivayetler halinde hikâyeci bir biçimde anlatmıştır. 7 İran’ın tarihi geçmişinde var olan bu bayrama çok önem verilmiştir. İran’da Nevruz hem dini hem de milli bir temele dayandırılmıştır. Birçok önemli olayı da bugünle ilişkilendirmişlerdir. İran’da yeni yıl, yazın birinci günü ile başlar ve Nevruz’a 15 gün kala evlerde hazırlıklar yapılır, özellikle çocuklara yeni kıyafetler hazırlanırdı. Son Çarşamba akşamı halk sokaklarda, meydanlarda, evlerinin avlularında ateş yakıp üzerinden atlarlardı. Sokaklarda gezip müzikli eğlenceler düzenlenirdi. Evlerin temizliğine ayrı özen gösterilir ve çiçeklerle süslenirdi.8 Görüldüğü üzere bu bayram toplumun tamamında geniş bir coşkuyla ve heyecanla kutlanırdı. Büyük, küçük her yaştan insan eğlenir baharın gelişi karşılanırdı. Günümüz Türk Dünyasında Nevruz birçok Türk ülkesinde resmi bayram olarak kutlanmaktadır. Fakat ülkemizde ise sadece halk tarafından ya da ülke içindeki bir kısım toplulukların benimsediği, üstlendiği ve kutladığı bir bayramdır. Hâlbuki tarihsel sürece baktığımızda Türk kültüründe eski dönemlerden itibaren var olan bir gelenektir. Başta değindiğimiz gibi bu bayramın İran geleneği olduğu ve Türklere bu yolla geçtiği gibi bir takım kanaatler vardır. Fakat Türk kültürünü Araplar’a öğretmek amacıyla yazılmış olan Divan-ü Lügatit Türk adlı eserde “Nevruz On İki Hayvanlı Türk takvimi ile birlikte anılmıştır.”9 Türklerde Nevruz önemli bir değere sahiptir. Nevruz bayramı 21 Mart’ta başlar ve yeni yılın da başlangıcı olarak kabul edilir. Bu sadece bir takvim başlangıcı değildir. Nevruz’u manevi bir muhteva içinde yorumlamak gerekir. Baharın gelişiyle açan çiçekler, havaların ısınmaya başlaması, güneşin daha çok ortaya çıkması gibi güzelliklerin kutlandığı bir bayramdır. Türklerde de Nevruz’un kutlanmasında diğer toplumlarda olduğu gibi bir takım törenler ve adetler vardır. İkramlar için evler hazırlıklara başlar ve çocuklar grup halinde ev ev dolaşıp bu ikramları alırlardı. Bu ikramlar arasında “bişi” denilen hamur işi bol miktarda 7 Abdulhaluk M. Çay, Nevruz, a.g.e., s. 1. Cevat Heyet, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 120. 9 Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz ve Takvim” Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 25. (Yazar “Divan-ü Lügat-it Türk, Besim Atalay Neşrinin, yani IV. cildinde Nevruz kelimesi yoktur. Ancak Arapça metninin tıpkıbasımına bakıldığında görülür. Kültür Bakanlığı Yayınları Metin, Tıpkıbasım, Ankara 1990, s. 174-175.” dipnotunu düşmüştür) 8 126 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel yapılır ve herkese dağıtılırdı. Küs olanlar “bişi” aldığında barışmış olur. Bir nevi küslerin barışmalarına vesile olan bir bayramdı. Nevruz akşamı yapılan fener şölenleri çocukların hafızalarında önemli yer tutardı. Çarşı-Pazar yerleri kalabalık ve halk meydanlarda olur, normalde erken yatan çocuklar bu özel güne mahsus olmak üzere gece yarısına kadar eğlenebilirdi. 10 Nevruz’un İslam kültüründeki yerine gelecek olursak, Nevruz'un bizzat Hz. Peygamber tarafından tasvip edildiği gibi düşünceler doğru olmayıp bu kutlamalar büyük ihtimalle İran'ın Müslümanlarca fethedilmesinden sonra İslam geleneğine girmiştir.11 İslam tarihi kaynakları ve dinler tarihi kaynakları karşılaştırıldığında Nevruz’un sadece Mecusiliğe ve Zerdüştlüğe ait dini bir bayram olduğu sonucuna varılamaz. İbn-i Haldun ve Taberi’ye göre İran Zerdüşt ve Mecusi bayramı olduğunu söylemiştir. Buna karşılık İslam Tarihçisi Kalkaşandi ise Nevruz’un Mısır, Filistin ve Suriye’deki Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından da kutladığını belirtir. Yine bazı İslam Tarihi kaynaklarında İslam öncesi ve sonrasında İran dışında birçok ülkede, farklı toplumlar tarafından kutlanıldığı bilgilerine rastlanır. 12 Genel olarak Nevruz kutlamalarına bakacak olursak her toplumda benzer öğeler ve adetler vardır; ateş, su, demir döğme, kandiller, ikramlar, akşam eğlenceleri, her yaştan insanın katılması... Nevruz’u sadece bir topluma, bir medeniyete ait olarak göstermek doğru bir yaklaşım değildir. Bunu Noel gibi düşünecek olursak toplumların birbirleriyle etkileşim haline girmeye başlamasıyla Nevruz kutlamaları da toplumlar arasında yayılmaya başlamıştır. 2.2. Babür İmparatorluğu’nda Nevruz 21 Mart 1584 tarihinde İmparator Ekber Tarih-i ilahi (İlahi Dönem)’yi tanıttı. Onun güneş takvimindeki ay ve gün adları Zerdüştlerinkiyle aynıydı. Yazdegird veya Celali aylarının aksine Ekber, İlahi Takvim’in aylarına ek sıfatlar yükledi. İlahi Takvim festivalleri Ayn-i Ekberi’de tanıtılır. Bunların birçoğu Zerdüşt’lüğe ait şeylerdi. Babürlüler’de kullanılan tek düzenli takvim Nevruz’du. 13 10 Mustafa Kafalı, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28. 11 Şinasi Gündüz, a.g.m., 61. 12 Şaban Kuzgun, “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar arası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107-109. 13 Stephan P. Blake, Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013, s. 89. 127 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel Ekber döneminden önce çok rastlanmasa da Yeni Yıl kutlamaları düzenleniyordu. 1505 yılında Babür, Nevruz anısına bir şiir yazmıştı. Fakat Afgan savaşından sonra Babür kanunlarını açıkladığında, bunun Şeriat tarafından onaylanmadığını söyleyerek Yeni Yıl’ın kutlanmasını reddetti. 1554 yılında Humayun Safevi yöneticisi ile birlikte Herat’ta Nevruz’u kutladı. Başlangıçta 1546 yılında Kabil'deki bahar festivalini yasaklasa da Nevruz’un, çocuğu Ekber’in sünneti ile çakışması sebebiyle, yumuşamış ve sakin, sade bir kutlama gerçekleştirmiştir. 14 Ekber’den önce Nevruz’un varlığı bilinse de Babür İmparatorluğunda tasvip edilen bir bayram olduğunu söyleyemeyiz. Genel olarak Zerdüşt dini bayramı olarak kabul edildiği için Ekber’e kadar Babür İmparatorluğunda bu bayramın kutlandığını söylemek mümkün değildir. Muhtemelen daha önce bahsettiğimiz İslam Tarihi Kaynaklarına göre Nevruz kısmında açıkladığımız gibi bir grup İslam tarihçisi bunun Zerdüştlük’ten geldiği çıkarımını yaptığı için Babürlülerin de aynı nedenlerden dolayı Nevruz konusunda çekinceleri vardı. Ekber döneminde ise çeşitli dinlerden bir takım unsurlar bir arada kullanılmış ve kendisi Din-i İlahi oluşumu üzerinde çalışmıştır. Onun bu serbestliği ile Babür İmparatorluğunda Nevruz kutlanmaya başlanmış ve önemli hale gelmiştir. Mesela Ekber, kazandığı bir savaş sonrasında zaferini kutlamak yerine Nevruz kutlamalarına katılmıştı.15 Ekber’in ilk Nevruz kutlamaları 1582’de gerçekleşti. Bu dokuz-gün kutlamalarına benzer niteliktedir. İlk gün ve son gün en önemli günlerdi: her iki günde de Ekber büyük meclisler düzenlerdi, devlet memurlarına para, at, onur, elbiseler vererek ve rütbelerini artırarak ödüllendirirdi. On yedinci günün ortasında kendi soylularını konakta ziyaret eder ve onlara fil, deve, arap atı, inci, yakut, altın ve pahalı kıyafetler alırdı. 16 Diğer toplumlarda olduğu gibi ateşten atlamak gibi ritüeller olmasa da Babür zenginliğini açıkça temsil edecek bir şekilde kutlanıyordu. Diğer toplumlarla karşılaştırılıdığında, Nevruz daha sade daha naif bir kutlama iken Babürlülerde en azından saraylılar tarafından gerçekleştirilen gösterişli ve ihtişamlı bir kutlama halindedir. Cihangir yeni yıl kutlamalarını babasından sonra da devam ettirmiştir. Büyük bir çadır halkın arasına kurulurdu. İpek ve altından halılar yeri kaplarken ipek ve kadife duvar halısı olarak kullanılırdı. 14 Stephan P. Blake, a.g.e., s. 90. Sir Richard Burn, The Cambridge History of India, Vol. IV, Cambridge, 1937, s. 125. 16 Stephan P. Blake, a.g.e., s.90 15 128 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel Avluda, görevlilerin çadırları sıralanırdı. İlk ve son gün Cihangir; unvanlar, hediyeler dağıtır diğer günler soylularının çadırlarını ziyaret ederdi. Festivallerin canlılığını sağlamak için şarap ve uyuşturucu gibi İslami yasakları kaldırırdı: “Sarhoş edici içki ya da afyon kullanmak isteyen olursa bundan onları mahrum bırakmaması gerektiği emrini verdim” 17 Ekber döneminde olduğu gibi burada da etrafındaki görevlilerin onurlandırılmasına rastlarız. Nevruz, yeni rütbe ve onurlandırmanın verilmesi için bir vesile haline geldi ve özellikle her sene ilkbaharda yapılan şenliklere dönüştü. Cihangir’in kendi eserinde Nevruz kutlamalarına büyük yer vermiştir. Eserini kaleme alırken yeni yılın başlangıcı olan Nevruz kutlamalarını anlattıktan sonra diğer olayları anlatmaya devam etmiştir. Saltanatının ilk Nevruz’u 11 mart 1606 tarihine denk gelmiştir ve bu kutlamaların detaylarını, diğer yıllarda olduğu gibi, Tüzüğünde anlatmıştır.18 Aynı esnada Sir Thomas Roe’de Babürlü sarayında hazır bulunmaktadır. Sir Thomas Roe eserinde, Cihangir dönemindeki bu Nevruz kutlamalarını Tüzük ile benzer şekilde tasvir etmiştir: Akşam Nevruz başladı. Bu yeni yılı kutlayan bir gelenek, tören ilk yeni ay’dan sonra başlar. Bu Perslerde 9 gün adıyla anılan gösteriye benzer, bu nedenle antik temelleri çok uzun değildir. Darbar sarayında, kralın arkasından çıktığı yerde, yerden ayaklarına kadar çiçeklerle bir taht dikilmişti, alanda 56 adımlık ve 43 metre genişlikte bir trabzan19 vardı, altın, ipek ya da kadife kumaştan bir gölgelikle üzeri kapalıdır. Tepesinde İngiliz kralı, leydim, kraliçe Elizabeth, Londura yerlisinin eşinin olduğu bir resim vardı. Ayaklarının altına güzel Fars halısı koyulmuştu. Bir takım emirleri almak için tahtının önündeki küçük trabzan hariç hepsi nitelikli olan adamlar Kral ile birlikte bu yere geldi. Bu meydanın içinde bir çok gösteri için evler (biri gümüşten) ve bazı ilginç pazarlar kuruldu. Prens Sultan Hurrem’in sol tarafında bir çadır vardı, çadırın destekleri gümüş ile kaplıdır (Kral’ın tathtına yakın olan bazıları gibi). Oradaki meydan, ahşap ve sedef kakma maddeleri ve altın bezle kaplıdır. Başının üzerinde, değerli gibi gözüken inci saçaklı bir tül vardı, onun üstünde 17 Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H. Beveridge, New Delhi, 1978, s.49. 18 Nevruz kutlamalarının daha detaylı tasviri için bknz., Jahangir, a.g.e. 19 Trabzan denilen bölüm (orjinal metinde rail olarak geçiyor): Darbar meclisinin mimari yapısı katman şeklindedir en tepede Han’a ait bir loca daha sonra merdiven şeklinde geniş basamaklar haline aşşağa doğru iner. Kişiler rütbelerine göre bu katmalarda bulunurlardı. Han’ın tahtının olduğu bölümün hemen aşşağısındaki bölümde daha yüksek rütbeli kişiler bulunurdu. Hatta roe bu mekanı tiyartoya benzetmiştir. 129 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel elma, nar, armut gibi içi boş olan altından meyveler asılıdır. Bunun içinde Kral zengin ince ve mücevher minderin üzerinde oturuyordu. Sarayın etrafı ve önü kadife ile çevrilmişti, genel olarak şam kumaşı ve tafta, bir kısmı ise altın olan kumaşlar vardır, burada herşey onların büyüklüklerini ve zenginliklerini göstermek için ayarlanmıştı. Eskiden krallar her çadıra gider oradan kendilerini memnun eden hediyeleri alırdı ama şimdi bu değişti, Kral oturuyor ve ona gelen yeni yıl hediyelerini burada alıyordu. O normal darbar saatinde geliyor ve aynı saatte dönüyordu. Burada kendisine her türlü insan tarafından sunulan büyük hediyeler tarif edilemeyecek kadar inanılmazdı. Festivalin sonunda ise etrafındaki kişileri ödüllendiridi.20 Roe, Babür sarayında tanık olduğu bu festivalin etkileyici çevresini tasvir etmiştir. Görkemli ve değerli nesneleri ayrıntısına kadar göstermeye çalışmıştır, tıpkı bir “hanımefendinin işlemeli terliklerinin konulduğu kaplanmış dolabı” 21 gördüğü gibi. Yani soyluların eşleri de İmparatorluğun haremine gidiyor ve İmparatorun eşleri ile birlikte şenlikleri izleyebiliyorlardı. Fakat İngiliz kraliyet ailesinin portreleri ile ilgili kısım ise gerçekçi değildi. Roe yine şunları söylüyordu, “...neler olduğunu gördüm, hediyeler, filler, atlar ve hint dansı yapan kızlar”. 22 Babürlülerin bulunduğu coğrafya itibari ile filler bu kutlamalarda önemli yere sahipti. Ekber, bu tarz kutlamalara türlü dinden insanların toplanıp tanışması için fil, kaplan gibi hayvanların meydanlarda dövüştürülmesine önem vermiştir.23 Her gece bir başka soylu kendi evi veya çadırında Cihangir’in de katılımıyla kutlamalar yapardı. Özel konağı yapıldığından beri burada zengin hediyeler Cihangir adına kabul edilirdi.24 Babür sarayında Nevruz’dan önce büyük hazırlıklar yapılırdı. Bütün devlet adamları bu hazırlıklarla meşgul olur herkes titizlikle çalışırdı. Hatta Roe sarayın bu meşguliyeti nedeniyle kendi işlerini halledemediğinden yakınmıştı.25 Nevruz zamanı devlet işleri görüşülmez ve sadece eğlenceler gerçekleşirdi. Sir Thomas Roe 27 Nisan 1616 yılında Surat bakanı Leschke’ye gönderdiği mektupta şunları yazmıştır. “...Eğer benden haberler bekliyorsanız... Tüm bu zaman boyunca sadece Nevruz 20 Sir Thomas Roe, The Embassy Of Sir Thomas Roe.., s.142 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 145. 22 Sir Thomas Roe, a.g.e., s.145. 23 Yusuf Hikmet Bayur, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul, 1947, s. 131. 24 Bamber Gascoigne, The Great Moghuls, London, 2002, s. 148. 25 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 142. 21 130 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel eğlenceleri ile vakit geçirdik... Dinler sonsuz, yasalar yok. Bu karışıklıkta ne beklenebilir ki....”26 Buradan anlaşılacağı üzere Nevruz kutlamaları Babür Sarayında uzun süren bir bayramdı. Cihangir dönemindeki kutlamalara bakıldığında, Babürlülerin zenginliklerini net bir şekilde görebiliriz. Kullanılan mücevherler, kumaşlar, düzenlenen eğlenceler bu bayrama değer verdiklerinin ve önem gösterdiklerinin bir kanıtıdır. Her ne kadar bunun bir İran bayramı olduğu düşüncesine sahip olsalar da Nevruz’un evrenselliği ve güzelliği bu imparatorlukta da hissedilebilir. Şahcihan da Nevruz kutlamalarını devam ettirmiştir. Yani Ekber’in getirdiği takvim sistemini devam ettirdi. Fakat o günlük zaman çizelgesine başka bir yenilik getirdi. Gündüzün ve gecenin geleneksel olarak güneşin doğuşu ve batışına göre bölünmesini, gündüz ve geceyi eşit parçalara bölmek için değiştirdi.27 Alemgir dönemine geldiğimizde ise durum tamamen değişti. Alemgir dini yönden daha katı kurallara sahip bir yönetim anlayışı benimsedi ve bu anlayış Nevruz kutlamalarını da etkiledi. Resmi tarihçilerin; Pers krallarının bu kutlamayı kutsallaştırdıklarını ileri sürmesi nedeniyle bidat olduğunu söyleyen Alemgir saltanatının ikinci yılında, Nevruz kutlamasını devam ettirmiyordu. 28 Saltanatının on birinci yılından sonra saray şarkıcılarının sarayda bulunmalarına izin verse de müzik ve dans yasaklandı. Hatta bir süre sonra bunların varlıkları bile dağıtılmıştı. Enstrümantal müzik sarayda on birinci yılının sonuna kadar devam etti.29 İmparatorlukta yılları sayma amacıyla uygulanan İlahi takvimi yürürlükten kaldırdı. Alemgir İlahi takvimi amaçları doğrultusunda sevebilir ve kullanabilirdi ancak Hicri yıl idari işlerde güçlüklere yol açtığından bu takvimi kullanmıyordu. Bu yüzden her yılın Ramazan ayının birinci gününden başlamasına karar verdi. İlahi yılın kullanımına devam edildiği açık bir gerçektir, Alemgir onu güneşin doğum günü olarak kutluyordu. Alemgirname’de sık sık İlahi tarihler kullanılır. Alemgir’in aynı tarihleri taşıyan fermanları hala varlığını korumaktadır. İlginçtir ki Hindu takvimi 1621’in sonlarına kadar resmi olarak kullanılmıştır30. 26 Sir Thomas Roe, a.g.e., s. 168. Sri Ram Sharma, The Religous Policy of the Mughal Emperors, Asia Publishing House, London, 3. Edition, 1972, s. 107. 28 Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e, s. 247 29 Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127. 30 Sri Ram Sharma, a.g.e., s. 127 27 131 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel Sonuç Bir kültür zenginliği olan Nevruz, geçmişte ve günümüzde var olan bir çok topluluk ve devlet gibi Babür İmparatorluğu’ nda da kutlanan önemli bir bayramdır. Ekber döneminden önce varlığı bilinmesine rağmen kutlanmasının Şeriat’a uygun olmadığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ekber’in genel saltanat politikasında var olan serbestlik sayesinde Nevruz Babür İmparatorluğunda kendine yer bulmuştur. Bu kutlamalar o kadar önemli ve döneminde etkili bir bayram olacak ki diplomatik temaslar için gitmiş olan İngiliz Büyükelçisi günlüklerinde detaylı tasvirlerle Nevruz’a yer vermiştir. Bu eser özellikle Cihangir dönemi Nevruz kutlamaları hakkında önemli bilgiler vermektedir. Cihangir döneminde Babür İmparatorluğunun tüm ihtişamını ortaya koyan kutlamalara ciddi önem verilmişti. Fakat Babür İmparatorluğu’nda bu bayramın Zerdüşt bayramı olduğu algısı ortadadır. Kaynaklarda Babürlüler Nevruz konusu bahsedildiğinde görülmektedir ki bu bayramı Pers bayramlarının benzeri olarak açıklarlar. Halbuki bu sadece onlara ait bir bayram değildir. Nevruz’un tarihine bakıldığında bu gibi bir bayramın tek bir topluluğa ya da dine aitmiş gibi sunmak yanlıştır. Babürlülerde ise bunu acem Bayramı olduğu inancı ağır basmış olacak ki dini kurallar konusunda hassas bir politika izleyen Alemgir döneminde bu bayram varlığını yitirmeye başlamıştır. Kaynakça Başer, Alper, “İngiliz Elçisi Thomas Roe’nun Yazışmalarında II. Osman Dönemi” History Studie A Tribute to Prof. Dr. Halil INALCIK, Vol. 5/2, Mart, 2013, s. 45-55. Bayur, Yusuf Hikmet, Hinditsan Tarihi, c. 2, TTK yayınları, İstanbul, 1947. Blake, Stephan P., Time In Early Modern Islam, Cambridge, 2013. Burn, Sir Richard, The Cambridge History of India, Vol. IV, Cambridge, 1937. Çay, Abdulhaluk M., Nevruz, 8. Baskı, Ankara, 1999 Eraly, Abraham, Emperors of the Peacock Throne: The Saga of the Great Mughals,Penguin Book, New Delhi, 2000. Gascoigne, Bamber, The Great Moghuls, London, 2002. 132 Sir Thomas Roe’a Göre Babür İmparatorluğu Sarayında Nevruz / Habibe Karayel Gündüz, Şinasi, “Nevruz” Diyanet İslam Ansiklopedisi”, C. 33, DİA, İstanbul, 2007, s. 60-61. Heyet, Cevat, “Nevruz Bayramı İran’da” Türk Kültüründe Nevruz Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995. Jahangir, Tuzuk-i Jahangir, translated by A. Roger edited by H. Beveridge, New Delhi, 1978, Kafalı, Mustafa, “Türk Kültüründe Nevruz” Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 26-28. Kuzgun, Şaban “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Nevruz” Uluslar arası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 20-21 Mart 1995, s. 107109. Roe, Sir Thomas, The Embassy Of Sir Thomas Roe To The Court Of The Great Mogul 1615-1619, As Narrated In His Journal and Correspondence, Edited From Contemporary Records By William Foster, B.A, Volume I, Vol. II, London 1899. Sami, Şemsettin, Kamus-i Türki, çağrı yayınları, İstanbul, 2007, s. 1474. Sharma, Sri Ram, The Religous Policy of the Mughat Emperors, Asia Publishing House, London, 3. Edition, 1972. 133 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 MOUNTSTUART ELPHİNSTONE’UN GÖZÜNDEN AFGANLARDA EĞİTİM Education in Afghanistan According to Mountstuart Elphinstone Furkan KÜLÜNK ÖZET Afganistan’ın tarihine bakıldığında eğitim kurumlarının zenginliği ve çeşitli dillerin bir arada barındığı görülebilmektedir. Afganistan’ın konumu dolayısıyla etrafındaki diğer Orta Asya milletlerinden de etkilendiği söylenebilir. Bu coğrafyada Hintçe ve Farsça gibi lisanlarla zenginleşen edebiyat dilinin etkisi, bu çeşitli kültürlerin bir araya gelip kaynaşmalarını sağlamış ve ortaya oldukça renkli bir görüntü çıkmıştır. Özellikle Afgan edebiyatında bu izlere sıkça rastlanmaktadır. Çalışmada, bu bilgiler ışığında Afganistan’daki eğitim anlayışı ve diller üzerinde durularak bu konu hakkında aydınlatıcı bilgiler verilecektir. Anahtar Kelimeler: Mountstuart Elphinstone, Afganistan, Afganistan’da Eğitim, Afganistan’da Kullanılan Diller. ABSTRACT When the Afghanistan history is considered, an abundance of educational institutions and various languages which had been existing together for years are noteworthy. Because of its location, we can easily say that it has been affected by other Central Asian countries. The effect of the literary language which has prospered with the languages like Indo and Persian in this geography, gave way to the integration of different cultures and a rich outlook. In special, we come across the examples under consideration in Afghanistan literature frequently. In this work, it has been attempted to discuss the educational institutions and languages in Afghanistan and thus to reach a conclusion on the related topic. Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected] Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk Keywords: Mountstuart Elphinstone, Afghanistan, Education in Afghanistan, The Languages used in Afghanistan. Giriş Bu yazıda genel olarak Afganistan’daki eğitim ve eğitim anlayışı üzerinde durulacaktır. Makalenin amacı geçmişte Afganistan’da uygulanan eğitimin uygulanma biçimi hakkında bilgi kazandırmaktır. Araştırmada ağırlıklı olarak; Mountstuart Elphinstone’un Afganistan’da geçirdiği süre içerisinde kaleme almış olduğu notları içerisinde barındıran “An Account Of The Kingdom Of Caubul Vol.1” ve “An Account Of The Kingdom Of Caubul Vol.2” eserlerinden yararlanılmış olup diğer araştırmalarla da karşılaştırma yoluna gidilmiştir. Bu çalışma meydana getirilirken açık bir dil kullanılmaya çalışılmış ve sade bir anlatım tercih edilmiştir. Konunun odak noktasından kopmamak adına ilgisiz detaylara inilmemiştir. Çalışmaya başlamadan önce ana kaynak olarak kullanılan “An Account Of The Kingdom Of Caubul” adlı eserin sahibi Mountstuart Elphinstone hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. Mütevazı şartlarda yetişmiş olan Elphinstone; on birinci Baron Elphinstone’un dördüncü oğludur. İlk olarak Hindistan’a İngiliz hükümeti tarafından gönderilen Elphinstone daha sonra yine hükümetin kararıyla 1808’de Afganistan’a görevlendirilmiştir.1 Burada geçirdiği süre içerisinde kaleme aldığı bu eserde, Afganistan’ın eğitim sistemi dışında birçok sosyal, siyasi ve iktisadi alanlarıyla ilgili yazmış olduğu notlar mevcuttur. Bu bilgiler ışığında çalışmada, Afganistan’daki eğitim ve kullanılan dil ve diller hakkında bilgi verilecektir. Afganistan’da Eğitim Afganistan’ın yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi alanı oluşturmasının nedeni Asya’daki merkezi konumundan kaynaklanmaktadır.2 Afganistan, İslam dünyasının önemli ilim ve kültür merkezlerinin oluşmasına tanıklık etmiştir. Gazneliler zamanında Gazne, Timurlular devrinde ise Herat şehirleri çok sayıda ilim adamını yetiştirmiş ve ilim dünyasına kazandırmıştır.3 Eğitim birçok farklı kurum tarafından sağlanmıştır. Mescit okullar, medreseler, özel sektör ve resmi kurumlar (hükümet medreseleri ve 1 Malcolm E. Yapp, Strategies of British India, Encyclopaedia of İranica, c. 8, Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, s. 369. 2 Simone Beck, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, c. 6, 2012, s. 40. 3 Mehmet Saray, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, cilt 1, TDV Yayınları, İstanbul, 1998, s. 407. 135 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk üniversiteler).4 O dönemde medreseler bugünün üniversiteleri gibi işlevlerini sürdürmüşlerdir. Medrese sistemi XIII. yüzyıla kadar doğuda Hindistan’dan batıda Magrib’e, Orta Asya’dan Sudan’a bütün İslam dünyası tarafından yaygınlaştırılmıştır.5 Medrese kültürü; Afganistan eğitim sistemi içerisinde de kendini göstermektedir. Afganların eğitim ile olan ilişkileri ve eğitimde nasıl bir yol izledikleri konusu üzerine birkaç şeyin altını çizmek gerekmektedir. İlk olarak, Afgan eğitim sisteminde temelde dini anlayış yer almaktadır. Dolayısıyla çocuklara küçük yaşlardan itibaren din eğitimi verilir ve bu konuda temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bilgiler öğretilirdi. Özellikle zengin aileler çocuklarının eğitimlerine önem vermişlerdir. Bu aşamada Mountstuart Elphinstone’un notlarına bakılacak olursa, çocuklara verilen eğitim hakkında daha açıklayıcı bilgilere rastlanmaktadır. Afganlar küçük yaşlarda eğitim almaları için bir Molla’ya gönderilirler ve temel dini bilgileri öğrenirlerdi.6 Bu eğitim esasında bir Müslümanın hangi sorumluluklara sahip olduğunu öğretiyordu. Elphinstone’un bu anekdotuna göre genel olarak Afganlar için dini eğitimin ön planda olduğunu görüyoruz. Bunun yanında dini eğitimin veriliş şekli bakımından kabileler arasında farklılıklar da olabilmektedir. Örneğin Dürraniler arasında Kuran sadece orijinal metninden okunurken diğer kabilelerde Arapça dilbilgisi eğitimi verilerek okunan metnin anlaşılması sağlanıyordu. Bu ayrım ise şunu gösteriyor ki, eğitim metodunun farklılığı kabilelerin “seviyelerine” göre değişmektedir. Eğitim üzerinde maddi zenginliğin de etkisi hissedilmektedir. Afganların eğitime verdikleri önem, evlere özel ders vermek için öğreticilerin çağırılmasından da anlaşılmaktadır. 7 Eğitim vermek üzere herhangi bir bölgeye gönderilen mollaya, toprak tahsis ediliyordu. Yine bu mollaya yanında yer alan yardımcılar eşlik ediyorlardı. Küçük yerlerde köyün din adamı ile aynı mekânı kullanabilen mollaların, büyük şehirlerde kendilerine ait mekânları bulunuyordu.8 Entelektüel bir birikime sahip olan mollalar halk nezdinde derin saygı gören insanlardı. Ferrier; mollaları, Rönesans döneminde 4 Mahmut Zengin, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”, Dem Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 9. 5 Aydın Sayılı, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese, çev. Recep Duran, Eylül 2002, s. 33. 6 Mountstuart Elphinstone, An Account Of The Kingdom Of Caubul, c.1, London, 1819, s. 299. 7 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299. 8 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 299. 136 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk yaşamış Rabealis’e* benzeterek onlar için, “modern Rabealis” 9 ifadesini kullanmıştır. Afganlar çocuklarının eğitimlerine verdikleri önem kadar onları eğiten öğretmenlerine de önem veriyorlardı. Köylerde ve kentlerdeki imkân nispetinde öğretmenlerin kalacakları ve çalışacakları bir alan oluşturmak için alternatif çözümler üretmişlerdir. Ayrıca öğretmenlere barınma ve çalışma alanı sunan eğitim anlayışının yanında çeşitli ilim alanlarında uzmanlaşmış olan insanlar da bu yapıyı desteklemekteydi. Buradan anlaşılan bu desteğin sadece bununla sınırlı kalmadığı camilerin de eğitim merkezleri olarak kullanıldığı ve mollaların buralarda eğitmenlik yaptığıdır. 10 Bu genel bilgilerden sonra söz konusu eğitim metodunun devlet tarafından nasıl organize edildiği hakkında bilgi vermek gerekmektedir. Bunu anlamak için Elphinstone’un “An Account of The Kingdom of Caubul” adlı eserinin Afganistan şehirlerindeki okulların sisteminden bahseden bölümlerine bakmak yerinde olacaktır: Eğitimin yalnızca bilim ve ilim adamları tarafından verildiği, mekânsal ve zamansal bir düzen içerisinde yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Bu eğitimin karşılığı olarak öğretmenlere aylık maaş ödenmektedir. Bu ödeme ortalama bir ücret değerinde olmakla birlikte ailelerin gelir seviyelerine göre aşağı veya yukarı ayarlanabilmektedir. Bu da eğitim görmenin Afgan ailelerinin gelir seviyelerine bakılmaksızın genel anlamda önemine işaret etmektedir. Fakat burada özel bir durumdan bahsetmek gerekirse; Berdürraniler erkek çocuklarını eğitim almaları için başka bir köye gönderirler ve gönderilen bu erkek çocukların maddi ve manevi sorumluluğu öğretmenlerin ve gönderildiği köyün insanları tarafından üstlenilirdi. Bu süreçte çocuk ailesinden ve evinden bağımsız hayatını sürdürmektedir.11 Anlaşılan o ki eğitimin bir parçası da Afgan anneleri için sabır demekti. * Mikhail Bakhtin, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky, Indiana Universty, Bloomington, 1984, s. 1. Dünyaca ünlü tanınmış büyük yazarlar arasında en az anlaşılan, takdir gören ve popüler olan Rabealis’tir. Avrupanın büyük edebiyat yazarları arasında ilk sırayı işgal eder. Fransız roman yazarları; özellikle Chateaubriand ve Hugo, tüm zamanların ve milletlerin dâhileri arasında ona yer verirler. 9 J. P. Ferrier, Caravan Journeys and Wanderings in Persia, Afghanistan, Turkistan, and Beloochistan with Historical Notices of the Countries Lying Between Russia and India, Pondicherry, 1856, s. 4. 10 David J. Mullen, “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, c.1, USA, 1971, s. 120. 11 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300. 137 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk Eğitim kademeli olarak ilerliyordu. Küçük yaşlardaki çocuklara belli bir zaman sonra ancak İslam dini öğretileri anlatılıyordu. Bu eğitim, İslam dini öğretileri hakkında özellikli bilgilerden öte daha çok Hz. Muhammed’i anlatan birkaç seçkin şiir ile sınırlıdır. Kademeli olarak bu anlatım, çocuklar için anlaşılabilir düzeyde kötü alışkanlıklardan sakınma gibi toplumsal yaşama dair genel kaideler içerir. Çocuğun kavrama kabiliyetine göre bu anlatımlar, dört aydan bir yıla kadar sürebilmektedir. İslam dini öğretileri bir Müslüman için eğitimin vazgeçilmez ilk adımıdır. Müslümanlar namazdan başlayarak hayatının tüm yönleriyle ilgili kararlarını İslam hukuku kurallarına göre alırlar. 12 Bu nedenle çocukların eğitiminin ilk adımı bu yönde atılır. Bunun yanında Kuran öğrenenler, daha ileriki yaşlarda kendi dillerinde yazılmış kitaplar üzerinde çalışanlar ve daha ileri düzeyde olup İran klasikleri okuyanlar da vardır.13 Burada dikkati çeken nokta eğitimin düzensiz olmayıp tam tersine yaş kategorilerine ayrılarak düzenli bir şekilde verilmesidir. Afgan eğitim sisteminde Mollalık konusuna gelince Elphinstone, önemli bilgiler vermektedir. Öncelikle Kuran dili olan Arapça, molla adayları için ilk ve en önemli öğrenilmesi gereken dildir. Bunun önemine vurgu yapmak yerinde olacaktır. Çünkü Arapça İslamiyet’in ilk dilidir. Dolayısıyla İslam hakkındaki ilk metinler ve sözlü ve yazılı kaynaklar Arapça’dır. Elphinstone’un buraya vurgu yapması yerindedir. Genç mollalar bununla yetinmez ve sosyal bilim dalları üzerine çalışmalar yapmak için seyahat ederler.14 Burada ortaya çıkan tabloya göre Afgan eğitim anlayışı hem dünya hem de ahiret için çalışma yapan ve bu konularda yetkinlik kazanmayı amaçlayan bir modeldir. Mollalık zannedildiği gibi yalnızca dini ilim üzerine inşa edilen bir olgu değildir. Fen bilimleri ve sosyal bilimler de en az dini bilimler kadar önem arz etmektedir. Belli şehirlerde kurulan eğitim üsleri, genç Mollalar için büyük bir meyve bahçesidir. Nitekim İslamiyet’in yayılmasının ardından Orta Asya’da yeşeren medrese geleneği ve bu medreselerin Şaş (Taşkent) Belh, Buhara, Semerkant, Nişabur, Merv, Hokand, Yarkent, Kaşkar, Özkent ve Oş gibi bölge ve şehirlere yayılması15 bunun bir göstergesidir. 12 Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An Introduction To The Country and People, Marine Barracks, Washington, D.C, 2003, s. 56. 13 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 300. 14 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 301. 15 Kasım Monimov, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler, c.1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi, Temmuz 2013, s. 408. 138 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk Afgan halkının eğitime bakışı ve eğitim anlayışı hakkında verilen bu bilgilerden sonra çalışmanın devamı olarak Afganistan’da kullanılan çeşitli dillerden bahsedilecektir. En genel ifadeyle dil; bir coğrafyada yaşayan insanların anlaşmak için kullandıkları ortak bir iletişim aracıdır. Bilindiği gibi dünya üzerinde konuşulan pek çok lisan yüzyıllar boyunca çeşitli sebeplerle, birbirlerinden etkilenerek bugünkü formlarına ulaşmışlardır. Dillerin birbirlerinden etkilenmeleri kimi zaman savaşlarla, kimi zaman ticaretle ve kimi zaman da kültür ve sanat akımlarıyla olmuştur. Çalışmada, bu konuya Afganistan özelinde yer ayrılmıştır. Afganların resmi dilleri Peştuca ve Darî olarak adlandırılmaktadır.16 Peştuca dili ve edebiyatı üzerinde Hintçenin, Darî dili üzerinde ise Farsça’nın etkisi büyüktür. 17 Darî dili Afganistan’da saray dili olarak kullanılmasına rağmen anayasa gibi düzenlemeler resmi dil olarak kullanılan Peştuca dilinde hazırlanmaktadır.18 Peştuca Hint-Avrupa kökenli olup Darî dilinden biraz farklıdır.19 Bu dilin eski sert üsluplu formu doğuda kullanılırken, yumuşatılmış hali daha çok batıda kullanılmaktadır.20 Fars karakterleri kullanılarak yazılan dil Fars alfabesine ait karakterler içerir ve aynı zamanda kendine özgü Sanskritçe türetilmiş seslere sahiptir.21 Darî dili ya da Afganistan’da konuşulan Farsça ise İslam öncesi dönemde Pehlevi ile ortaya çıkmıştır.22 Türk kabileleri arasında da kullanılan bu dilde pek çok Türkçe kelime barınmaktadır. 23 Nüfusun yaklaşık %11'i, ağırlıklı olarak Özbekler ve Türkmenler, Türkçe konuşmaktadır. 24 Özbekistan ve Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde yaşayan 16 R. Farhadi, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica, c.1, London, Boston and Henley, 1985, s. 564. 17 Mehmet Saray, a.g.e, s. 407. 18 P. Bajpai & S. Ram, “Language” Encyclopaedia of Afghanistan, c.1 Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002, s. 78. 19 P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 79. 20 H. W. Bellew, Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of The History of The Country, and Account of Its People with a Special Reference to The Present Crisis and War With The Amir Sher Ali Khan, London, 1879, s. 216. 21 C. E. Biddulph, Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak, London, 1890, s. 1. 22 Abdul Hai Habibi, The Two Thousand Years Old Language of Afghanistan or The Mother of Dari Language (An Analysis of the Baghlan Inscription), Kabul, 1967, s. 5. 23 P. Bajpai & S. Ram, a.g.e, s. 65. 24 Shaista Wahab & Barry Youngerman, A Brief History of Afghanistan, Infobase Publishing, 2007, s. 18. 139 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk Afganlar da Türkçe konuşmaktalar.25 Afganistan’daki çok uluslu yapının mutlak bir sonucu olarak, diller arasında kaçınılmaz bir etkileşim olmuştur. Dolayısıyla dil, etnik sınırları aşmıştır. Örneğin Darî dili nüfusun içerisindeki birçok farklı etnik unsur tarafından kullanılmıştır.26 Elphinstone’un Afgan dili hakkındaki görüşlerine bakılacak olursa, en çok etkilendiği dil Farsçadır. Bununla birlikte etkilendiği dillerden aldığı kelimeler, o dillerin konuşulduğu ülkelerden aldığı bilimsel çalışmalarla veya kültürel etkileşimlerle alakalıdır. Örneğin Din, devlet ve bilim alanlarında en çok Farsça ve Arapçadan etkilenmiştir.27 Bunun sebebi, Afganların da Araplar gibi Müslüman olmalarıdır. Her dil için geçerli olan Afgan dili için de geçerlidir. Yani, milletler en çok hangi milletle veya kültürler en çok hangi kültürle yakınsa, o derecede birbirlerinin dillerinden etkilenmektedirler. Bu çeşitliliğin en önemli kanıtları Afganların kullandıkları dilde; Farsça, Zend, Pehlevi, Sanskrit, Hintçe, Arapça, Ermenice, Gürcüce, İbranice ve Kalde dillerine ait olan kelimelerdir. Öte yandan; Peştuca dilinde Nashi harfler kullanılarak lisana mahsus olan bazı seslerde tadilat yapılmıştır. 28 Bu tadilat dilin estetiği açısından ve kolaylık sağlaması bakımından önemli bir yapılandırmayı işaret etmektedir. Afganistan’da o döneme ait bilimsel kitapların çoğunun Farsça olması, bilim alanında İran ile etkileşim içinde olduklarını göstermektedir. Bilim alanında İran ile boy ölçüşebilecek seviyede olan Afganların, metodolojik olarak Asya’nın geneliyle, İran ile olduğu gibi benzerlikler taşıdığı gözlenmektedir.29 Ek olarak, Elphistone’un çarpıcı bir tespitinin de altını çizmek gerekirse; Asya ülkelerindeki çalışma şeklinin bilgiyi kullanmadan çok biriktirme algısı oluşturduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Sonuç Bu çalışmada, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında Afganistan’ın eğitimi ve dili hakkında bilgiler verilmiştir. 1808 yılında İngiliz hükümeti tarafından Afganistan’a vali olarak gönderilen Elphistone’un gözünden, Afgan eğitim sisteminin yapısı, işleyişi ve Afganlılar için önemi vurgulanmıştır. İncelemeye alınan bu 25 Marine Corps Institute, a.g.e, s. 11. Marine Corps Institute, a.g.e, s. 10. 27 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 302. 28 M. Longwarth Domes, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, c.4, MEB Yayınları, İstanbul, 1977, s. 145. 29 Mountstuart Elphinstone, a.g.e, s. 313-314. 26 140 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk bilgiler ışığında, Afganlar için sosyal bilimlerin, fen bilimlerinin ve din bilimlerinin önemi açığa çıkmaktadır. Eğitim alanında küçük yaşlardan gençlik dönemine kadar sistemli ve kararlı bir süreç göze çarpmaktadır. Özellikle Molla denilen eğitim derecesini kazanmak için ayrı disiplinlerde bilgi sahibi olmanın gerekliliği ve ehliyet kazanmanın önemi vurgulanmak istenmiştir. Afganlar için eğitim zenginliğin ikamesi değildir. Başka bir deyişle zengin olmak ve eğitimli olmak, ikisinin arasında bir tercih sebebi değildir. Dil konusuna gelindiğinde, her dilde olduğu gibi Afgan dilinde de aynı olgunlaşma süreçleri izlenmiş ve gözlemcinin notlarında bu süreçler hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Afgan dilinin gelişiminde, yakın coğrafyanın ve ortak ilgi alanlarının etkisi görülmektedir. Edebiyat dilinin Arapçaya ve Farsçaya benzemesi, farklı dillerden etkilendiğinin en açık örnekleridir. Sanatsal anlamda diğer dillere nazaran biraz daha düz ve abartısız anlatıma sahip olan ve bu yönüyle eleştirilen bir dil olmasına rağmen, bu dilde yazılmış önemli edebi eserlerin bulunması o dile özgün bir anlatımın doğmasını sağlamıştır. Kaynakça Bakhtin, Mikhail, Rabealis and His World, çev. Helene Iswolsky, Indiana Universty, Bloomington, 1984. Beck, Simone, “A Linguistic Assessment of the Munji Language in Afghanistan”, Language Documentation & Conservation, C. 6, 2012, s. 38-103. Bellew, H. W., Afghanistan and the Afghans, Bring a Brief Review of The History of The Country, and Account of Its People with a Special Reference to The Present Crisis and War With The Amir Sher Ali Khan, London, 1879. Biddulph, C. E., Afghan Poetry of The Seventeenth Century: Being Selections From The Poems of Khush Hal Khan Khatak, London, 1890. Domes, M. Longwarth, “Efganistan” İslam Ansiklopedisi, Cilt. 4, MEB Yayınları, İstanbul, 1977, s. 133-168. Elphinstone, Mountstuart, An Account Of The Kingdom Of Caubul, C. 1, London, 1819. Farhadi, Ravan, “Afghanistan XII. Literature” Encyclopaedia İranica, C. 1, London, Boston and Henley, 1985, s. 564-566. Ferrier, J. P., Caravan Journeys and Wanderings in Persia, Afghanistan, Turkistan, and Beloochistan with Historical 141 Mountstuart Elphinstone’un Gözünden Afganlarda Eğitim / Furkan Külünk Notices of the Countries Lying Between Russia and India, Pondicherry, 1856. Habibi, Abdul Hai, The Two Thousand Years Old Language of Afghanistan or The Mother of Dari Language (An Analysis of the Baghlan Inscription), A Publication of the Historical Society of Afghanistan, Kabul, 1967. Marine Corps Institute, “Languages of Afghanistan”, Afghanistan: An Introduction To The Country and People, Marine Barracks, Washington, D.C, 2003. Mominov, Kasım, Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler, Cilt. 1, 1. baskı, Muş Alparslan Üniversitesi, Temmuz, 2013. Mullen, David J., “Afghanistan” The Encyclopedia Of Education, C. 1, USA, 1971, 120-123. P. Bajpai, S. Ram, “Language”, Encyclopaedia of Afghanistan, C. 1 Afghanistan: The Land & People, New Delhi, 2002. Saray, Mehmet, “Afganistan” İslam Ansiklopedisi, C. 1, TDV Yayınları, İstanbul, 1998, s. 401-408. Sayılı, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim Medrese, Çev. Recep Duran, Eylül 2002. Wahab, Shaista, YOUNGERMAN Barry, A Brief History of Afghanistan, Infobase Publishing, 2007. Yapp, Malcolm E., Strategies of British India, Encyclopaedia of İranica, C. 8, Fasikül. 4, Aralık 15, 1998, Syf. 369-370. Zengin, Mahmut, “Dünyada Bir Mesele Olarak İslam Dini Eğitimi”, Dem Dergisi, Yıl. 1, S. 3, s. 6-25. 142 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 TUNA KIYISINDA KOMŞULUK: EFLÂK ‘NİZAMI’ VE VİDİN 1790-1795 Neighborhood On The Bank Of Danube: Wallachian “Order” And Vidin 1790-1795 Nagehan ÖZDEMİR ÖZET Bu çalışmada 18. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu açısından Eflâk bölgesinin önemi ve bölgenin korunmasına dair alınan tedbirler incelenecektir. Eflâk, 18. yüzyıl boyunca gerek Avusturya gerekse Rusya’nın yayılmacı politikalarını gerçekleştirdiği bir alan olmuştur. Osmanlı sınır boyunda önemli bir tampon bölge görevi gören Eflâk aynı zamanda çeşitli ticari mallar ile askeri ihtiyaçlar ve İstanbul iaşesi için gerekli olan tüketim mallarını temin eden bir bölgedir. Dolayısıyla hem imparatorluğun iktisadi ihtiyaçlarının karşılanmasında devamlılık sağlanabilmesi hem de Balkanlarda giderek güç kazanan önce Avusturya daha sonra ise Rusya gibi devletlerin bu bölgedeki faaliyetlerinin engellenebilmesi Eflâk’ın korunmasını gerektirmektedir. Eflâk’ın en yakın komşusu olan Vidin bölgesi, benzer bir şekilde 18. yüzyılın sonunda Osmanlı imparatorluğunun serhaddini oluşturan hatta yer almaktadır. Bu dönemde bölgede egemen olan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman’ın Eflâk üzerine çeşitli saldırılar düzenlemesi sebebiyle Osmanlı merkezi özellikle Vidin’e Eflâk’ın huzurunun ve ‘nizamı’ nın korunması ile ilgili çok sayıda emir göndermiştir. Bu ‘nizam’ Osmanlı İmparatorluğunun, bölgedeki halkın güvenliğini, refahını sağlamak ve imparatorluk çıkarlarını korumak için aldığı tedbirlerden ibarettir. Bu çalışmada 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Sicilleri temel kaynak olarak kullanılmıştır. Belirtilen dönemdeki Vidin sicilleri OsmanlıRus-Avusturya savaşlarının hemen ertesinde Eflak bölgesinin nizamı ve korunması ile ilgili oldukça önemli veriler içermektedir. Bu nedenle aşağıda Vidin sicillerine yansıdığı şekliyle Eflâk ‘nizamı’nın içeriği incelenecektir. Dr. Selçuk Üniversitesi, [email protected] Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR Anahtar Kelimeler: Eflâk, Vidin, 18. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, Avusturya ABSTRACT The significance of Wallachia for the Ottoman Empire and the measures towards the protection of the region are being held in this study. Wallachia throughout the 18th century was such a territory that both Austria and Russia carried out their expansionist policies. Being a crucial buffer zone on the Ottoman borderlands Wallachia, with its various commercial properties, was also a region that supplied military needs and the consumers goods for the subsistence of İstanbul. There appeared, therefore, a necessity to protect Wallachia in order not only to sustain meeting the economic needs of Empire but also to prevent the activities of Austria at first and Russia both of which were two rising powers in the Balkans. Vidin, the nearest neighbor territory to Wallachia, was alike on the zone that constituted the borderline of the Ottoman Empire in the late 18th century. In this period, the Ottoman central authority sent many orders to Vidin to preserve the peace and “order” in Wallachia as the local notable of Vidin, Pazvantoğlu Osman, attacked on Wallachia a few times. This “order” was composed of the measures that were to provide safety and welfare for the local people and to protect the benefits of the Empire. In this study, the court registers (sicils) of Vidin between 1790 and 1795 are used as main sources, for they contain very significant information about the protection and order of Wallachia immediately after the wars among the Ottoman Empire, Russia and Austria. The content of Wallachian “order” is analyzed as it is reflected in Vidin court registers. Keywords: Wallachia, Vidin, 18th Century, Ottoman Empire, Russia, Austria Giriş Eflâk toprakları bugünkü Romanya’nın güney kısmını ihtiva etmektedir. Büyük Eflâk (Muntenia) ve Küçük Eflâk (Oltenia) olmak üzere iki ana bölgeye ayrılır. Eflâk’ın Tuna nehri üzerinde bulunan belli başlı limanları İbrail ve Yergöğü’dür (Karpat, 1994, s. 466). 14. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlı hakimiyetini tanıyan Eflâk, bu tarihten itibaren bağlı bir eyalet statüsünde idare edildi ve yerli hanedanlar tarafından yönetildi. Osmanlı egemenliğine girdiği andan itibaren Eflâk, tıpkı Boğdan ve Erdel gibi kendi özerk yönetimi korunarak sistem içerisine dahil edilmiş bir bölgeydi. Bu nedenle yerli 144 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR aristokrasi, yani boyarlar, toplumsal ve siyasi ayrıcalıklarını korumuş ve Osmanlı sistemine eklemlenerek sağlamlaştırmışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Eflâk’ın da içinde yer aldığı Tuna Prensliklerinden beklentisi, tampon bölge olarak muhtemel saldırılara karşı yeterli bir savunma alanı oluşturmaları ve mali-zirai olarak imparatorluğa katkı sağlamalarıydı. Doğal olarak İstanbul’a itaat en temel koşuldu. 18. yüzyıl başında Eflâk’ın Osmanlı İmparatorluğu için stratejik önemi arttı ve buna bağlı olarak yerel yöneticilerden müteşekkil grubun değişmesi gündeme geldi. Eflâk, tıpkı diğer Balkan toprakları gibi Avrupa’da yükselen güçlerin hedef alanı haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyıl sonunda yaşadığı sosyal ve idari dönüşümler taşra yönetiminde ayanların ve yerel idarecilerin güç kazandığı bir süreci beraberinde getirdi. Bu durum özellikle Balkanlarda, kendi ordularına ve hatırı sayılır servete sahip ayanların taşra idaresinde hakim olmaları ile neticelendi. Rusçuk’ta Tirsinikli İsmail, Vidin’de Pazvantoğlu Osman gibi aktörler bu sürecin en bilinen örneklerindendir. Vidin Ayanı Pazvantoğlu Osman, 1790’lardan sonra bölgede kuvvetlenmiş, Rumeli sahasından topladığı eşkıyalar ve paralı askerle ile Osmanlı ordusu ile çarpışmış ve Vidin şehri kuşatmaya uğramasına rağmen Pazvandoğlu’nun gücü bertaraf edilememiştir. Merkezi hükümetin kendi metotları ile kontrol altına aldığı Pazvant, Eflâk toprakları ile de yakından ilgilidir. Bunun nedenlerinden biri Vidin ile Küçük Eflâk bölgesinin coğrafi olarak yakınlığıdır. İki bölge Tuna tarafından birbirinden ayrılmakta olup, hem ticari hem de askeri anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun serhat sınırını oluşturan bölgelerdir. Dolayısıyla her iki bölgenin dış müdahalelerden ve iç huzursuzluktan korunması, imparatorluğun savunma sistemi açısından son derece hayatidir. Osmanlı merkezi yönetimi, Eflâk bölgesini Avusturya ve Rus tehdidinden, Vidin ayanının şahsi saldırı ve suiistimallerinden kurtarmak ve reayanın korunması sağlamak maksadındadır. Bununla birlikte, 18. yüzyılın son yıllarında özellikle Rusya’nın Tuna Prensliklerinde artan gücü nedeni ile barış antlaşmaları ve ahitnamelerle belirlenen kuralların uygulamaya geçirilmesini de önemli bir mesele olarak görmektedir. 18. Yüzyıl’da Eflâk: Eflâk ve Boğdan bölgesi, 17. yüzyıl sonundan itibaren Habsburgların fetih planları içerisine dâhil oldu. 1683-1698 yılları arasında Osmanlı-Kutsal İttifak savaşlarında, Habsburglar, önce Macaristan daha sonra Balkan toprakları içerisinde askeri ilerleme kaydettiler. Bu başarının cesaretlendirmesiyle İmparator Leopold, Balkan Ortodokslarına liderlik etme fikrini geliştirdi ve Ortodokslara 145 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR dinsel özgürlük vaat eden bir manifesto yayınladı. Balkan Ortodokslarının 1680’lerden beri kendilerine bir hami arayışında bulunmaları ve Rusya ile yakınlaşmaları, Avusturya’yı harekete geçirmiş ve dinsel ‘hoşgörü’ vaadini yapmaya teşvik etmiştir. Bu özgürlük vaadinin karşılığında beklenen, Osmanlı’ya karşı Balkan topraklarında çıkacak isyanlardı. 1690’da bu talep, bir dizi Balkan 1 ayaklanmasına yol açsa da, Habsburgların beklediği çapta bir isyan olmadı. Ancak Habsburg eliyle Tuna kıyılarına taşınan savaş sürecinde, Eflâk voyvodası Osmanlıya karşı Habsburgların desteğini aldı. Osmanlı ordularının bölgede hakimiyeti tekrar ele geçirmeleri nedeniyle bu destek sözünün anlamı kalmadı. Avusturya, Karlofça Antlaşması ile neticelenen bu savaş sürecinden Macaristan’ı ele geçirerek ve Balkanlardaki nüfuzunu artırarak çıktı (Hochedlinger, 2003, s. 161-162), (Shaw, 1994, s. 300-302). Prenslikler ve özellikle Eflâk Osmanlı imparatorluğu açısından hassas bir bölge haline geldi. 18. yüzyıl başlarında Rusya tahtına çıkan Petro ile Eflâk bölgesinin önemi de giderek arttı. Balkanlarda Ortodoksların ‘hamisi’ olma iddiasını kullanarak bir ‘Balkan Kampanyası’ başlatan Petro’nun hedefinde Tuna Prenslikleri, Eflâk ve Boğdan yer almaktaydı. Osmanlı egemenliğine karşı isyan etmeleri halinde Balkan halkları desteklenecekti. Petro’nun Osmanlı topraklarına saldırısını desteklemesi umulan bu ayaklanmalar gerçekleşmese de Eflâk voyvodası Konstantin Brancoevanu’nun Rusya ile gizli bir anlaşma yaptığı şayiası üzerine, kendisi ve dört oğlu İstanbul’a getirilip idam edildi.2 Eflâk ve Boğdan’da Osmanlı’ya karşı Avusturya ile iyi geçinme ve akabinde Rusya’ya yaklaşma harekâtı, bölgenin geleceği 1 1690 yazında yaklaşık 60.000- 70.000 Sırp’ın, (Bulgarlar, Makedonyalılar ve Arnavutlar da dâhil olarak) Macaristan’ın güneyine göç etmesi ve bir çoğunun Osmanlı’ya karşı akıncı gruplara katılması ile karşılık bulmuştur. Bu Slav göçmenler 18. yüzyıl başında Avusturya’nın askeri sınırına eklemlenen yeni bir topluluğu oluşturmuşlardır. Bölgesel nüfus kompozisyonu açısında ise Avusturya’ya yapılan bu katılım, Macaristan topraklarında Sırp nüfusun dominasyonunu beraberinde getirirken, Sırbistan toprakları ise Arnavut göçmenlerin akınına uğrayacaktır (Hochedlinger, 2003:161-162). 2 Brancoevanu’nun Ruslarla işbirliği yaptığını İstanbul’a bildiren Boğdan voyvodası Dimitri Kantemir’di (Karpat, 1994, s. 468). Ancak Dimitri Kantemir de Ruslarla çeşitli görüşmeler ve anlaşmalar yaparak, Osmanlı üzerine yapılacak bir saldırıda Rusları destekleyeceklerini bildirmişti. Kantemir’in Ruslarla yaptığı anlaşma, yalnızca Rus ordusuna yardımını kapsamakla kalmıyor, Boğdan’ın Çar’a bağlı özerk bir devlet olmasını, Kantemir’in prensliğini ve yönetim hakkının ırsî olarak kendi ailesinde bulunacağı garantisini içeriyordu. Ayrıca herhangi bir gereklilik durumunda kendisine Rusya’ya sığınma hakkı verilecekti. 1711’deki Rus yenilgisi ile Kantemir Rusya’ya kaçtı. Kendisine ödül olarak elli köy ve elli bin serf ve Petersburg’da iki ev verildi (Jelavich, 2006, s. 112-113). 146 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR açısından daha büyük bir değişime zemin hazırlamış oldu. Yerel seçkinlerin ihanetine karşılık Osmanlı hükümeti bölgenin yönetimine Fenerli aileleri getirmeyi uygun buldu. Bunun sonucu olarak Tuna Prensliklerinde Fenerliler dönemi başlamış oldu. Rum kültürünün empoze edilmesi ve Fenerli voyvodaların vergi gelirlerini artırmak için yaptıkları suiistimaller, bölgede Osmanlılardan çok Fenerlilere karşı bir nefret uyandırmakla birlikte, otonom bir statüye kavuşabilmek için uluslararası ilişkilerin kullanılması geleneğini sürdürdüler (Jelavich, 2006, s. 112-113), (Sumner, 1965, s. 42-44). Eflâk ve Boğdan Osmanlı İmparatorluğu açısından, 18. yüzyıl başından itibaren giderek artan Rus ve Avusturya tehdidine karşı bir savunma alanı olarak algılandı. Fenerli idarecilerin iş başına getirilmesi, bu savunma hattının güçlendirilmesi maksadını taşıyordu. Osmanlıların da gayet açık bir şekilde öngördüğü gibi, Tuna Prenslikleri ve Balkan toprakları Habsburg ve Romanovların hedef bölgesi olmaktan kurtulamadı. 18. yüzyıl boyunca Osmanlı-Habsburg ve Romanov çatışmaları ve anlaşmalarında Eflâk bölgesi ile ilgili belirleyici hedefler ve hükümler yer aldı. 1714-1718 OsmanlıAvusturya savaşı Pasarofça Antlaşması ile neticelendiğinde, Küçük Eflâk bölgesi Avusturya’nın eline geçti. Bu durum 1739 Belgrad Antlaşmasına kadar devam etti (Uzunçarşılı, 1956, s. 144). Belgrad antlaşması ile bu bölge tekrar Osmanlı egemenliğine girdi. Bu tarihten sonra Tuna Prensliklerinde Rusya’nın yayılmacı hareket tarzı daha fazla hissedilmeye başladı. Özellikle II. Katerina’nın hükümdarlığı Balkanlardaki bu emperyalist hareket tarzının bir plan çerçevesinde uygulamaya geçirildiği dönem oldu. Eflâk ve Boğdan’da bir ‘Daçya Krallığı’ oluşturulması ve bu krallığın başına Katerina’nın gözdelerinden G.A. Potemkin’in geçirilmesi Balkanların Rus egemenliğine girmesi hedefinin bir kısmını oluşturuyordu (Madariaga, 1997, s. 67-69). Her ne kadar Katerina’nın İstanbul ve Balkanlar için planladığı küçük ve bağlı devletçikler oluşturma fikri neticeye ulaşamasa da, 1768’de meydana gelen Osmanlı-Rus savaşında Rus kuvvetlerinin Balkanlar içerisine yayılması engellenemedi. 1770 itibariyle Ruslar, Eflâk ve Boğdan içerisinde ilerlediler. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla son bulan savaş neticesinde Rusya önemli kazanımlar elde etti. Antlaşmanın 16. maddesi ile Bucak, Akkerman, Kili, İsmail ve Bender kaleleriyle Eflâk ve Boğdan Osmanlı İmparatorluğu’na iade ediliyor ancak bazı şartlar sunuluyordu. Bu şartlar içerisinde en önemlileri her iki voyvodalıkta af ilanı, bakaya vergilerin affı, iki sene boyunca vergiden muafiyet, cizye dışında bölge halkından herhangi bir vergi talep edilmemesi, Müslüman olan Eflâk ve Boğdan kapı kethüdalarının yerine Ortodoks mezhebinden kişilerin tayini gibi başlıklardır. Bu vesile ile lüzumu halinde Rusya’nın Eflâk ve Boğdan meselelerine ve dolayısıyla Osmanlı’nın 147 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR bölgedeki tasarruflarına karışma hakkı tescillenmiştir (Uzunçarşılı, 1956, s. 422-424). Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’nın bölgedeki etkisi daimi hale gelmiştir. Rus Çarı’nın Ortodoks halkının hamisi olduğunun kabulü olarak görülebilecek bu antlaşma ile yalnızca Tuna Prensliklerinde değil, bu yolu kullanarak tüm Balkanlar üzerinde Rusya’nın güç kazandığı görülür. 1774-1802 arasında 3 bölgedeki Rus etkinliği giderek artmıştır. Rusya, bölge halkının yaşadığı sıkıntıları, çeşitli suiistimal, saldırı ve gasp gibi vakalardan doğan şikâyetleri ilettikleri, ticari problemleri ve tüccarların karşılaştığı sorunları aktardıkları bir merci haline gelmiştir. Üstelik Osmanlı’nın Eflâk ve Boğdan için seçtiği voyvodayı veto etme hakkı da bulunuyordu. Bu bakımdan, gerek ticari gerekse politik istihbarat açısından voyvodalıklar Rusya’nın Balkanlardaki en önemli merkezleri haline gelmişti. 1788-1792 Osmanlı–Rus savaşı esnasında Bükreş’te bir Rus konsolosluğu bulunmaktaydı. Savaşın akabinde Yaş’ta da bir konsolosluk açıldı. Bu konsolosluklar, Tuna prensliklerindeki Rus çıkarlarının korunması ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bölgede egemenliği geliştirecek her türlü bilgi, şikayet ve ticari ilişkilerin toplandığı birimler oldu (Jewsbury, 1976, s. 18-19). 1790’dan itibaren Küçük Eflâk bölgesinin tam karşı kıyısında yer alan Vidin’de yeniçeri ağalarından olan Pazvantoğlu Osman’ın giderek güç kazanması ve 1798’de Osmanlı merkezi idaresi ile açıkça muharebeye girişecek denli güç kazanması, Rusya’nın Tuna prensliklerine olan ilgisini daha da artırmasına yol açtı. Bunun nedeni, 18. yüzyılın tipik ve güçlü ayanlarından olan Pazvantoğlu’nun bir 3 Bu süreç içerisinde 1774’te Küçük kaynarca, 1779’da bu konuyla ilgili açıklayıcı bir düzenleme, 1783’te yine konuyla ilgili bir Senet, 1784’te bir Hatt-ı Şerif, 1792’de Yaş Antlaşması ve 1802’de yine voyvodalıklar ilgili bir Hatt-ı Şerif ile hem voyvodalıkların hak ve imtiyazları hem de Rusya’nın bölge üzerindeki denetim ve müdahale yetkileri genişlemiştir (Jewsbury, 1976, s.18). 1791 tarihinde Avusturya ile yapılan Ziştovi Antlaşmasında da Eflâk bölgesinin korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Antlaşma şartlarına göre Eflâk, Osmanlı İmparatorluğu’na iade edilmiştir. Vidin muhafızı, kadısı ve yeniçeri zabitleri, Eflâk’taki halkın öncekinden daha ziyade rahat ve huzur içinde olmalarına dikkat ederek, bölgenin imarını ve halkın huzurunun sağlanmasını temin edeceklerdir. Buna ek olarak Eflâk halkının her türlü tacizden ve zulümden emin olabilmeleri için tüccardan ve savunma için bölgede bulunması gereken yamakandan başka hiç kimsenin, izinsiz olarak Eflâk’a geçmelerine ve yerleşmelerine izin verilmeyecektir. Özellikle Vidin yamakanından hiç kimse, görevi ve elinde izin kâğıdı olmadan Eflâk’a giremeyecektir. Bu önlemin amacı Eflâk halkının canını ve malını çeşitli saldırı ve usulsüz uygulamalardan koruyabilmektir. Eflâk Voyvodası Mihal, bölgede bu nizamın sürdürülebilmesi için Vidin muhafızı ile birlikte çalışacaktır (VŞS 68:82b). Ağustos 1791 (Evahir-i Zilhicce 1205). 148 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR 4 şekilde Fransa ile gizli görüşmeler yaptığının duyulmasıydı. Fransa’nın Napolyon dönemi yayılmacı politikasının hız kazanmasından ve Balkan bölgesine bu şekilde yayılmaya çalışmasından endişe eden Rusya, Pazvantoğlu ile Fransa’nın bu yakınlaşmasını yakından takip etti. Pazvantoğlu Osman’ın idaresindeki eşkıyaların Eflâk bölgesine saldırılarından ve bölge halkını taciz etmesinden doğan şikayetlerin İstanbul’a iletilmesi ve Pazvant’ın eylemlerinin engellenmesi için Rusya, konsoloslar vasıtasıyla sürekli olarak gelişmelere müdahil oldu (Jewsbury, 1976, s. 23-24). Osmanlı’nın Eflâk Nizamı ve Vidin Kadı Sicillleri: Osmanlı İmparatorluğu, Tuna prensliklerini ve Balkan topraklarını Rus dominasyonundan kurtarmak ve tampon bölgesini muhafaza edebilmek için Eflâk ‘nizamı’nın korunmasına azami dikkat göstermektedir. Bu ‘nizam’ iki temel kaynağa dayanmaktaydı. Bunlardan birincisi Osmanlı Hükümdarının, vergi, toplumsal düzen, iaşe, iç güvenlik gibi konularda sınırları ve uygulama biçimini belirlediği fermanlar ve hatt-ı şeriflerdir. İkinci kaynak ise OsmanlıAvusturya ve Rusya arasında gerçekleşen barış antlaşmaları ve ahitnamelere dahil olan ve Eflâk reayasının güvenliği, vergi afları, ticari ilişkileri gibi konularda konulmuş hükümlerdir (Panaite, 2007, s. 23-24). Barış antlaşmalarına dahil edilen konuların bölgede hayata geçirilebilmesi, Eflâk ve çevresindeki bölgede görev yapan taşra idarecilerinin bilgilendirilmesini gerektirdiğinden, Eflâk ile komşu olan ve çeşitli ilişkilerde bulunan tüm kazalara gerekli bilgi akışı sağlanmıştır. Osmanlı taşra yönetiminin başat aktörlerinden olan kadılar, merkezden gelen her türlü emri sicil defterine kaydetmek ve muhataplarına iletmekle görevlidirler. 18. yüzyıl sonunda Eflâk’ın en yakın komşusu durumunda olan Vidin, Eflâk nizamı ile ilgili emirlerin gönderildiği başlıca merkezlerden biri halindedir. Coğrafi yakınlığının ötesinde, Eflâk topraklarına çeşitli saldırılarda bulunan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman’ın huzur bozucu faaliyetleri sebebiyle de bölge nizamının korunmasına dair emirleri olduğu kadar bu husustaki tekidleri de içeren hükümlerin muhatabı durumundadır. Yukarıda da belirtildiği üzere, 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin Kadı sicilleri, Osmanlı imparatorluğunun Eflâk nizamını ve bölgenin korunmasına ilişkin tedbirleri anlamak bakımından önemli veriler sunmaktadır. Gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ve Avusturya ile yaptığı savaşın hemen akabindeki bir süreci tasvir ediyor oluşu gerekse Vidin ayanının bölgede güç kazanmak için Eflak’ın da içinde bulunduğu 4 Fransa’nın Pazvantoğlu Osman ile bağlantısı ve Vidin bölgesi ile ilgili planları için bkz. (Boppe, 1886). 149 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR çevre bölgelere saldırılara başladığı bir dönemi ifade etmesi açısından 1790-1795 tarihleri arasındaki Vidin sicilleri Eflak nizamı ve bölgenin korunması ile ilgili oldukça önemli bir kaynak konumundadır. Aşağıda Vidin sicillerine yansıyan biçimiyle Osmanlı merkezinin Eflâk’ı korumak için aldığı tedbirler açıklanmaya çalışılacaktır. Eflâk’ın Önemi ve Vidin’le İlişkisi: Eflâk bölgesi, Vidin’in hemen karşı kıyısında yer alması bakımından bölgede gerçekleşen her olay ve durumdan etkilenmiştir. 5 Bir anlamda Vidin’in arka bahçesi olarak kullanılmıştır. Kereste ve 6 zahire ihtiyacının büyük bir çoğunlukla Eflâk’tan sağlanıyor olması, zaman zaman bu bölgenin kaynaklarının ve halkının, Vidin idarecileri ya da yeniçeriler tarafından taciz edilmelerine neden olmuştur. Eflâk’ın ve reayasının bu tür saldırılardan korunması merkez açısından her zaman tembih edilen hassas bir konu olmakla beraber bu korumanın her zaman mümkün olabildiğini söylemek doğru değildir. Ekonomik açıdan Eflâk, Boğdan ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu açısından hububat, büyükbaş hayvan, bal, balmumu ve süt ürünleri 5 Osmanlı ordusunun Rumeli’den kereste ihtiyacını karşıladığı en önemli bölge Eflâk bölgesidir. Eflâk’ın Vidin’e olan yakınlığı hem alışverişi, hem de kanun dışı ticareti ve bazen yağma faaliyetlerini kolaylaştıran bir faktördür. Eflâk tarafından İsmail kalesine gidecek kereste, Kalafat iskelesinden gemiye yüklenmiş ve navlunu yüz kuruşa anlaşılarak, sefine kaptanına Eflâk voyvodası tarafından ödenmiştir. Eflâk’tan İsmail ve Kili kalesine gönderilecek olan kereste Vidinli reislerin gemilerine yüklenmektedir. Reisler ve Eflâk voyvodasının kapı kethüdası Yorgaki Boyar Vidin meclisinde ne kadar kereste yüklendiğine ve karşılığında Eflâk voyvodasının ne kadar navlun ödediğini kaydettirirler. Bu kayda göre Vidinli gemi reisleri, 25. Bölüğün Serdengeçdi ağalarından Mehmed Ağa, 100. Cemaatin Alemdarlarından İbrahim Alemdar ve 87. Cemaatten Halil Reis, her bin vukiyyesi dokuzar kuruşa navlun olmak üzere anlaşarak, iki yük on üç bin yedi yüz altmış yedi vukiyye keresteyi gemilerine yüklemişler ve karşılığında dokuz yüz yirmi üç kuruş yirmi dokuz parayı Eflâk kapı kethüdasından teslim almışlardır (VŞS 167:80b). 7 Mayıs 1795 (17 Şevval 1209). 6 Eflâk sadece ordunun ihtiyaçları için değil, Vidin şehrinin zahire ihtiyacı için de vazgeçilmez bir kaynak durumundadır. 17 Mart 1793 (4 Şaban 1207) tarihinde, Vidin’de küçükbaş hayvan kıtlığı olduğu ve bu sebeple Eflâk tarafından beş kazanın zahiresine ihtiyaç duyulduğu merkeze bildirilmiş, Eflâk’tan ithal edilmesine izin verilmesi istenmiştir. Bununla birlikte aynı gerekçe ile Vidin’de koyun ve keçi mubayaasının affedilmesi de istenmektedir. (VŞS 6:7a). Gerçek durumda Vidin bölgesinde bir kıtlığın yaşanıp yaşanmadığını anlamak kolay değildir. Devlet adına uygulanan mübayaa ve vergi işlerinden kaçınmak için bu şekilde bahane üretilmesi de mümkün olduğu için, merkeze gönderilen bilginin doğruluğu oldukça şüphelidir. Ayrıca, Eflâk bölgesi Rusçuk kalesi ve bölgesi açısından da zahire deposu halindedir (Kaçan Erdoğan, 2011, s.31-32). 150 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR kaynağı halindeydi.7 Bu ürünler, çeşitli milletlere tabi tüccarlar tarafından yerel pazarlardan satın alınıyor ve İstanbul’daki kapan pazarında satılabiliyordu.8 Merkezi idare, İstanbul’un iaşesi ya da ordu ihtiyaçları için koyun, sığır ve hububat alımını gerçekleştiriyordu. Merkezi yönetimin bu işle ilgilenen görevlileri, ilk alımları gerçekleştiriyor ve ödenecek fiyatları da belirliyorlardı. Bu görevlilerin fiyatları belirlemek dışında daha geniş yetkileri de bulunmaktaydı ve bazı durumlarda bu yetki kullanımı müsadereye kadar genişleyebiliyordu. Bu nedenle zaman zaman idareci suiistimallerinin yaşanması kaçınılmaz olabiliyordu. 9 Eflâk bölgesi hem İstanbul için hem de çevre bölgesi için bir et, zahire ve tuz kaynağıdır. Belgrad kalesindeki askerlerin mevacibleri için gerekli olan zahire, Kalafat İskelesi’nden Vidin Kapıkethüdası Yorgaki Boyar marifetiyle Vidinli reislerin gemilerine yüklenip, Belgrad’a ulaştırılıyordu.10 Vidin sicillerinde Eflâk hakkındaki kayıtların birçoğu çeşitli metaların satın alımı ve yerine ulaştırılması sürecindeki suiistimallerin engellenmesi üzerinedir. 1205 senesi Recep ayının ortalarında (Mart 1791) merkezden gelen bir emir Eflâk’ın Vidinliler açısından ne şekilde kullanılabildiğinin bir örneğini sunar. Aynı sene “düşman-ı din” üzre sefer organize eden Osmanlı devleti, ordunun yiyecek ihtiyacının karşılanabilmesi amacıyla Anadolu ve Rumeli’den zahire tertip edilmesi için birçok sancağa emir göndermiştir. Rumeli’de emir yollanan bölgelerden biri de Niğbolu ve Vidin arasındaki sancaklardır. Ancak bu bölge için özellikle vurgulanan durum, Tuna iskelelerinde ambarların kontrolü ve zahire toplanması ile ilgilenen kişilerin, ellerinde bulunan tahılları Eflâk tarafına gizlice geçirmeleri ve satışa çıkarmalarıdır. Bunu yapmalarındaki en büyük saik, sattıkları maldan daha fazla gelir elde edebilmeleridir ki bu, kayıtlarda şu şekilde ifade edilmiştir: “karşu canibde zehair akçe idiyor” diye düşünmeleridir. Ancak ordu için zahire toplanması emredilirken, para kazanmak ve daha karlı bir satış yapabilmek için bazı yeniçerilerin Eflâk’ta gizlice ticaret yapmaları, merkezi devlet açısından iki problem doğurmuştur. Bunlardan biri “berü tarafların zehairin kılletine” sebep olunmasıdır ki ordunun iaşe ihtiyacı en büyük lojistik problemlerden biridir. Bir diğer sorun ise “revacı ziyade olması”na neden olunmasıdır. Bu da zaten nakit sıkıntısı çeken miri hazineyi daha da zorlamaktadır. Zahire satışı yapan bu tüccarlar işi biraz daha ileri götürüp kayıklarla gizlice 7 Osmanlı İmparatorluğu’nun Eflâk’tan aldığı mallar ile ilgili bir değerlendirme için bkz. (Marinescu, 1981). 8 (Karpat, 2004:88). 9 (Jelavich, 2006:109-110). 10 (VŞS 69:1). 7 Ağustos 1795 (21 Muharrem 1210). 151 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR öğütücüleri dahi karşı yakaya geçirerek müşteri taleplerini karşılamaya çalışmışlardır. Merkezi devlet “İbrail bahanesiyle” hiç kimseye bir dirhem zahire verilmemesini ve izin kağıdı olmadan hiç kimsenin Eflâk yakasına geçmemesini istemiştir. Vidin muhafızı ve konuyla ilgilenmek için merkezden gönderilen mübaşir, bölgedeki zahireyi, hiç kimsenin elinde saklı kalmamak üzere tespit edip defterini ordu-i hümayuna göndermekle görevlidirler.11 “İbrail bahanesi” olarak belgede zikredilen gerekçe, sefere hazırlanmak maksadıyla ordu için zahire ve levazımatın İbrail’e gönderilmesi meselesidir. Eflâk yakasına ticaret maksadıyla zahire sokmak isteyenler, sınırdan geçerken muhtemelen bu zahirenin orduya gideceğini söyleyerek izin almaktadırlar. Merkez tarafından şiddetle engellenmesi istenen bu davranış daha sonraki kayıtlara bakıldığında engellenebilmiş görünmemektedir.12 Eflâk ile Vidin arasında görevlilerin ya da reayanın gelip gidişi merkez tarafından yasaklanarak, mani olunmaya çalışılsa da konu ile ilgili Vidin sicillerindeki mükerrer emirler, bu yasağın sürekli çiğnendiğini gösterir. Eflâk ile Vidin’in birbirlerine olan yakınlığı, yasa dışı geçişleri ve ticareti fazlasıyla kolaylaştırmaktadır.13 1206 senesi evâhir-i Rebiülahir’de (17-26 Aralık 1791) Tuna’nın güney kıyılarında yer alan kazalardaki kadı ve yeniçerilere gönderilen emirde, İbrail ve Eflâk muhafazasına memur olarak bölgeye gönderilen memurların bazıları, belli vakitlerde görev yerlerini terk ederek Tuna’nın “berü tarafına” geçtiklerinin tespit edildiği ve bu firarların bir an evvel durdurulması gerektiği bildirilmiştir. Hiç kimsenin Eflâk tarafına geçmesine izin verilmemesi özenle vurgulanmıştır.14 Kale muhafazasında bulunan görevlilerin Vidin tarafına gidiş gelişleri ticari malların Eflâk’a girişini kolaylaştırmak maksatlı olabileceği gibi, kendilerine adam toplamak maksatlı da olabilir. Eflâk ile ilgili emirler genellikle bölgede yapılan ticaretin engellenmesi ve reayaya zulüm edilmemesi yönündedir. Ancak bölgenin korunmasına yönelik tedbirlerin sıklıkla aksadığı açıktır. 11 (VŞS 68:51b). “sevahili Tuna vaki’ sahillerden karşu Eflâk canibine habbe-i vahide zahire füruht olunmamak ve ruhsat virilmemek (hususunda) te’kid ve tehdidi havi (emirler) Tuna sevahilinde vaki’ mahallerin hükkam ve mütesellim ve zabitanına hitaben bundan akdemce ısdar ve irsal olunmuştu..” Haziran 1791 (Evail-i Şevval 1205). (VŞS 68:70b). 13 Eflâk yakasının korunması için, hiçkimsenin Eflâk’a izinsiz olarak geçmemesi, ticaret maksadıyla geçenlerin ise kendilerine bir kefil göstermeleri, sicile kaydedilerek ellerine tuğralı bir ruhsat verilmesi öngörülmüştür. Bölgeye girişlerde bu ruhsatlar kontrol edilecek ellerinde izin belgesi olmayan engellenecektir. (VŞS 68:12b). 14 (VŞS 68:104a). Aralık 1791 (Evasıt-ı Rebiülahir 1206). 12 152 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR Eflâk’a, elinde ferman olmayan hiç kimsenin girmemesi ve reayanın korunması emri sıklıkla gönderilmesine ve bu konuda görevliler atanmasına rağmen, bölgeye yasadışı giriş-çıkışlar devam etmiştir. Eflâk ve Boğdan halkını korumak için görevlendirilen ve Kalafat’a yerleştirilen çavuşlardan biri, etrafına topladığı bir kaç nefer asker ile bölgede usulsüzlüklere devam etmiş ve reayayı taciz etmiştir. Bunun üzerine Vidin muhafızına gönderilen emirde, bahsi geçen çavuşun Vidin’e getirilmesi ve cezalandırılması istenmiştir. 15 Bu olayın da işaret ettiği gibi, Eflâk’ın korunması için görevlendirilen yeniçerilerin, bölgenin tacizinde başrol oynadıkları düşünüldüğünde problemin esaslı olarak çözülmesinin merkezden gönderilen emirlerin içeriğinden bağımsız olduğu anlaşılmaktadır. Eflâk tarafına geçen çeşitli kademelerdeki askeri grup üyelerinin adalar, dalyanlar ve göllere müdahale etmesi önemli bir problem oluşturmaktadır. Eflâk’ın merkez açısından önemi, kayıtlarda geçen şu cümlede oldukça açıktır: “Silistrenin hududu ana Tunanın mecrasının Eflâk canibinde vaki’ zabt-ı müstakimi farz olunan mahalden olub, ol tarafa tecavüz itdirilmemek, Eflâk tarafının hududu dahi zikrolunan mahalden olmak hususu 1178 senesi hatt-ı hümâyûn-ı şevket-makrûn mûcebince sâdır olan emr-i âlişânda münderic iken” Eflâk’ın Vidin’den olduğu kadar çevresindeki diğer kazalar tarafından da suiistimale açık olduğu anlaşılmaktadır. Silistre valisi başta olmak üzere, Yergöğü, Rusçuk, Tutrakan, Niğbolu, Ziştovi ve Tuna’nın her iki tarafında yer alan kazaların kadıları, eminleri voyvodaları ve yeniçeri zabitleri başta olmak üzere tüm idarecilere gönderilen emirde, 1178 senesinde gönderilen hatt-ı hümayunda Silistre tarafından Eflâk’a müdahale edilmemesi hususunda emir verilmiş olmasına rağmen Hırsova Emini’nin Eflâk hududunu geçerek Eflâk reayasına eziyet ettiği ve “hane ihdası” amacında olduğu vurgulanmıştır. Bu konunun merkeze ulaşması şu şekilde gerçekleşmiştir. Eflâk reayasından sorumlu olan boyarlar Eflâk voyvodasına bu durumla ilgili şikâyette bulunmuşlar ve Eflâk voyvodası da bu durumu merkeze bildirmiştir. Dolayısıyla yukarıda ismi geçen tüm kazaların örfi ve adli yetkililerinden istenen, Eflâk’a bu müdahalenin engellenmesidir.16 Eflâk reayasının çeşitli dalyanlar ve göllerden tuttukları balık üzerinden elde edilen kazanç, bu emirde belirtilen 15 (VŞS 6:13b). (VŞS 68:123b). Eflâk hududunu ihlal eden kişilerin bulunduğu kazalardan biri de Rusçuk’tur. Eflâk halkından çeşitli bahanelerle vergi toplamak, Eflâk topraklarında mandıralar teşkil etmek, reayanın canına ve malına kastetmek gibi uygulamalarda bulunanların engellenmesi, cezalandırılması ve Eflâk topraklarının korunması hususunda Rusçuk kadısına da çeşitli emirler yollanmıştır (Çolak, 2011, s. 99-102). 16 153 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR hudut ihlalini ve reayaya eziyeti doğurmuştur. Reayadan sorumlu boyarlar bu kazancın ortakları olduğu için doğal olarak şikâyeti başlatan kesimdirler. Eflâk’ın çeşitli saldırılardan korunması için yazılan bir diğer emirde Rusçuk ve Vidin arasında ve Tuna sahilinde yer alan kazaların örfi ve adli memurlarına, Eflâk ve Boğdan’dan geçecek olan görevlilerin ellerinde geçiş izni olması gerektiği ve rotalarının belirlendiği bildirilmiştir. Memurların gideceği rotanın önceden hazırlanması, hem geçecekleri yollarda kendilerine ve kapı halklarına gerekli olacak tayinatın sağlanacağı noktaların belirlenmesi hem de memuriyet bahanesiyle farklı yerlerden geçip daha fazla tayinat ve akçe toplama gibi yasadışı faaliyetlerin engellemesi amacındadır. Memleketeynden geçecek olan görevlilerin “hediye mutalebesi ve levazım-ı saire tekalifi ile voyvodaları iz’ac eyledikleri” duyulursa cezalandırılacakları belirtilmiştir. Buna rağmen, Hotin, Bender, Boğdan, Akkerman, İbrail ve İsmail taraflarına gidecek olan memurların bazen kendileri için tespit edilen yoldan çıkarak Eflâk’a girdiği ve menzilhanelerden “diledikleri kadar” araba ve at aldıkları duyulmuştur. Bender tarafına gidenler İsmail geçidinden, Hotin tarafından gelenler İsakcadan, İbrail ve Boğdan taraflarına gidecek olanlar ise Hırsova ve Maçin geçitlerinden geçmek zorundadırlar. Tespit edilen bu güzergâhın dışına çıkan ve Eflâk’a girmeye çalışan olursa engellenmesi emredilmiştir. Böylece “..Eflâk reayasının o makûle vücûh-ı mezâlim ve taaddiyâtdan mücânebetleri..” sağlanmış olacaktır.17 Sonuç 1790-1795 yılları arasındaki Vidin Kadı Sicilleri incelendiğinde, Eflâk bölgesinin her türlü suiistimal ve saldırıdan korunması için Osmanlı merkezi idaresinin ne tür tedbirler aldığını açıkça görmek mümkündür. Öncelikle Eflâk reayasının kanunsuz ve defaten vergi talebiyle rahatsız edilmemesi hususiyetle vurgulanmıştır. Eflâk bölgesinin Osmanlı ordusuna ve İstanbul’a zahire, et ve kereste sağlayan bir bölge olması nedeniyle bu malların yasadışı alımı ve satımı, kayıtlara geçirilmeden ülke içerisinde veyahut dışarısına ticaret maksadıyla geçirilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. 18. üzyılın son yıllarında Rusya ve Avusturya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında geçen savaşların genellikle Balkanlar sahasında cereyan etmesi hem ekonomik kaynakların hem de insan kaynağının tahribatına sebep olmuş, bölgede bir çok firari asker, eşkıya ve başıbozuk grupların yoğunlukla görülmesine sebep olmuştur. Bu durum Eflâk bölgesinin reayasını her açıdan huzursuz etmekte, zaman zaman canlarına ve 17 (VŞS 167:33a). Haziran 1795 (Evahir-i Zilkade 1209). 154 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR mallarına kasteden bu gruplarla mücadele etmelerini gündeme getirmektedir. Bu nedenle, reayayı ve bölgeyi güvende tutabilmek maksadıyla bölgeye giriş ve çıkışlar izne bağlanmış, izin kâğıdı olmayan hiç kimsenin hiçbir sebeple Eflâk’a girişlerine izin verilmemesi istenmiştir. Bu tedbirlerle birlikte bir diğer önemli konu ise Eflâk’ın Vidin idarecileri ve yeniçerilerinden korunmasıdır. 1790’dan itibaren Vidin’de güç kazanan Vidin ayanı Pazvantoğlu Osman, Rumeli sahasındaki eşkıya gruplarını kendi kapısında toplayarak bir askeri güç oluşturmuş ve kişisel servetini geliştirmek için çevre bölgelere akınlara başlamıştır. Vidin’in hemen karşısındaki Eflâk’ta bu saldırılardan nasibini alan bir bölge olmuştur. Dolayısıyla Vidin yeniçerilerinin yasadışı ticaret, kanunsuz vergi talebi ve toprak gaspı gibi faaliyetlerinden bu bölgenin korunabilmesi için bir çok emir ve ferman bölgeye yollanmıştır. Kadı sicillerinde bu tür emirlerin defaatle tekrarlanmasından, istenmeyen bu davranışların tamamen engellenemediği anlaşılabilir. Ancak Osmanlı merkezi, Eflâk’ın korunması hususundaki hassasiyetini asla kaybetmemiştir. Bu hassasiyetin sebeplerinden biri reayanın huzur ve güvenliğinin, devlet yönetim anlayışının temel esaslarından biri olması iken bir diğer husus Osmanlının Rusya ve Avusturya ile yaptığı barış antlaşmaları ve ahitnamelerdeki hükümlere uyma çabasıdır. Özellikle 1774 sonrasında Balkanlarda giderek güç kazanan ve kendisini Ortodoks reayanın hamisi olarak gören Rusya’nın bölgede ilerlemesi ve destek kazanması engellenmek istenmektedir. Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra Eflâk ve Boğdan’daki herhangi bir huzursuzlukta kendisine müdahale alanı açmaya çalışan Rusya’ya bir bahane vermemek önemli bir hassasiyettir. Kaynakça Vidin Şeriye Sicililleri (VŞS) 6, 68,69,167 numaralı defterler, Sofya Millî Kütüphanesi Oryantal Bölümü. Boppe, A. (1886, 1). La Mission De L'adjudant-commandant Meriagea Widin. Annales Ecole Libre De Politiques , 259-293. Çolak, K. (2011). Rusçuk ve Eflâk Sınır Bölgesinde Eşkıyalık ve Asayiş Meselesi (1550-1600). In M. (Ferlibaş) Bayrak (Ed.), Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 91-107). İstanbul: Yeditepe Yayınevi. Hochedlinger, M. (2003). Austria's Wars of Emergence War, State and Society in the Habsburg Monarchy 1683-1797. Longman. Jelavich, B. (2006). Balkan Tarihi 18. ve 19. Yüzyıllar (Vol. 1). (İ. v. Durdu, Trans.) İstanbul: Küre Yayınları. 155 Tuna Kıyısında Komşuluk: Eflâk ‘Nizamı’ ve Vidin 1790-1795 / Nagehan ÖZDEMİR Jewsbury, G. F. (1976). The Russian Annexation of Bessarabia: 17741828. East European Quarterly. Kaçan Erdoğan, M. (2011). Rusçuk Kalesi. In M. (Ferlibaş) Bayrak (Ed.), Osmanlı İdaresinde Bir Balkan Şehri Rusçuk (pp. 2155). İstanbul: Yeditepe Yayınevi. Karpat, K. (1994). Eflâk. Dİyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , 10 , 466469. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları . Madariaga, I. d. (1997). Çariçe Katerine, Çağının Sınırlarını Zorlayan Kadın. (M. Harmancı, Trans.) İstanbul: Sabah Kitapçılık. Marinescu, F. (1981). The Trade of Wallachia with The Ottoman Empire Between 1791 and 1821. Balkan Studies , 22 (2), 289319. Panaite, V. (2007). Wallachia and Moldavia From The Ottoman Juridical and Political Viewpoint, 1774-1829. In A. Anastasopoulos, & E. Kolovos (Eds.), Ottoman Rule and The Balkans, 1760-1850 Conflict, Transformation and Adaptation (pp. 21-44). Rethymno: Univarsity of Crete Department of History and Archeology. Shaw, S. (1994). Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Vol. 1). (M. Harmancı, Trans.) İstanbul: E Yayınları. Sumner, B. (1965). Peter the Great and the Ottoman Empire. Archon Books. Uzunçarşılı, İ. H. (1956). Osmanlı Tarihi (Vol. IV). Ankara: TTK Basımevi. 156 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 AZƏRBAYCAN FOLKLORUNDA TƏBİƏT VƏ ƏTRAF MÜHİTİN QORUNMASI MƏSƏLƏLƏRİ Themes of Protection of The Nature and Environment in The Folk Art of Azerbaijan Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Xülasə Azərbaycanda ətraf mühitin qorunmasının dərin, tarixi kökləri vardır. Şifahi xalq ədəbiyyatında ətraf mühitə münasibətlə bağlı kifayət qədər maraqlı məlumatlara rast gəlirik; nağıl və dastanlarda, rəvayət və əfsanələrdə, uşaq nağıllarında və xalq mərasimlərində, bayatı və ağılarda, layla və oxşamalarda insan-təbiət münasibətləri geniş şəkildə əksini tapıb. Məqalədə xalq yaradıcılığının müxtəlif janrlarıda insanın təbiətə münasbəti, ətraf mühitin qorunması ilə əlaqədar yaranmış fikirlər əsas yer tutur. Müəlliflər tədqiq etdikləri məsələni öyrənərkən xalq təfəkküründən süzülüb gələn nümunələrə xüsusi diqqət yetirmiş, onlardan çoxlu misallar gətirmişlər. Bu, araşdırma zamanı problemin açılmasında xeyli köməklik etmişdir. Açar sözlər: ətraf mühitin qorunması, şifahi xalq ədəbiyyatı, folklor nümunələiri, fauna və flora, ekololoji tərbiyə, biomüxtəliflik, təbiət-insan münasibətləri, təbii sərvətlər, ekosistem. Abstract Protection of the environment in Azerbaijan has long, very old roots. In folk art we come across enough interesting information about the environment. Natureman relations are widely reflected in tales and eposes, legends and mythes, children tales and folk ceremonies, bayatis and elegies, lullabies and okhshamas. In this article a man,s attitude to the nature in different genres of folk art ,ideas about protection of the nature are mainly showed. The authors especially paid attention to the samples coming from folk mentality, used them as examples. Researching, it helped much to solve the problem. Clue words: protection of the environment, folk art, folk examples, fauna and flora, ecology education, biodiversity, nature and man relation, natural resources, ecosystem, and etc. A. Bakixanov adına Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Tarix İnstutunun Dissertantı, Bakı, e-mail: [email protected] Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Giriş. Orqanizmlərin öz aralarındakı münasibətləri və ətraf mühit komponentləri ilə qarşılıqlı əlaqələrini öyrənən ekologiya, anlayış kimi birinci olaraq Q.Toro (1858) tərəfindən işlənmiş, 1866-cı ildə isə onu alman zooloqu E.Hekkel elmlər sırasına daxil etmişdir. Ekologiya uzun müddət canlıların ətraf mühiti haqqında elm hesab edilmiş, gah da biologiya sözünün dar mənasında işlədilmişdir. Ancaq ekologiya bir elm kimi həqiqi istiqamətini və obyektini XX əsrin II yarısında müəyyənləşdirib. Ekologiyanın inkişafını 5 əsas dövrə bölən professor Qara Mustafayev qeyd edir ki, I dövrdə (XVIII əsrin sonuna qədər) ayrıca ekologiya olmasa da, bitki və heyvanları öyrənərkən onların yaşama şəraiti nəzərə alınırdı (Mustafayev, 1993: 7). Orqanizmin ətraf mühitlə qarşılıqlı münasibəti və təbii sərvətlərdən düzgün istifadə ekologiyanın əsas problemlərindən biridir. İnsanın ətraf mühitə təsiri daha çox sənaye müəssisələrinin, inşaat obyektlərinin, kənd təsərrüfatı sahələrinin geniş şəkildə inkişafı ilə bağlıdır. Lakin buna qədər də antropogen faktorlar mövcud olmuşdur. Arxeoloji qazıntılar, şifahi xalq ədəbiyyatı, o cümlədən folklor nümunələri insan-təbiət münasibətləri haqqında müasir ekologiya elminə zəngin material verir. Müxtəlif fəlsəfi cərəyanlarda və dini baxışlarda da ətraf mühitin qorunması və insanın təbiət haqqında fikirləri əks olunub. Yarandığı ilk dövrlərdən təbiətlə qarşılıqlı münasibətdə olan insan bir tərəfdən təbiəti sevmiş, digər tərəfdən tələbatına uyğun olaraq ətraf mühitə təsir göstərmişdir. Belə ki, təbii sərvətlərdən kortəbii istifadə, tayfalar və dövlətlərarası müharibələr min illər ərzində təbii ehtiyatları tükəndirmiş, bioloji müxtəlifliyə təsir edərək genefondu sıxışdırmış, populyasiyanın dinamikasını zəiflətmişdir. İlk dövrlərdən başlayaraq təbiəti öyrənməklə yanaşı, həm də ondan faydalanan əhalinin fəaliyyəti çox vaxt aqressiv forma almış, nəticədə təbiət istismar edilmişdir. Ona görə də ətraf mühitə düzgün münasibət yasaqlıq və qoruqların yaradılması kimi vacib tədbirlərin tətbiqinə səbəb olmuşdur. Belə tədbirlərin həyata keçirilməsi tarixi baxımdan çox-çox əvvəllərə gedib çıxır. Qədim və orta əsr insanlarının mifik düşüncə tərzində, adət-ənənələrində, hələ o qədər də kamil olmayan şüurunda təbiəti qorumaq məqsədilə müqəddəsləşdirmə variantından istifadə etmələri ətraf mühit amillərinin müəyyən dərəcədə qorunub saxlanılmasına kömək etmişdir. Bu cəhətdən araşdırmalarımız göstərir ki, “ata-babalarımız, ulularımız bir sıra elmləri (botanika, zoologiya, morfologiya, fizologiya, genetika, psixologiya, pedaqogika, fəlsəfə, etalogiya, hətta ekologiya və s.) əsrlərlə qabaqalayıblar (Mustafayev, 2008: 16). Material və Metodlar Tədqiqatın materialını Azərbaycan və Türkiyə Türkcəsində yer almış şifahi xalq ədəbiyyatına aid elmi və elmi-kütləvi məqalələr, 158 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ədəbiyyatlar, söyləmələr təşkil edir. Məqaləni işləyərkən müqayisəli təhlil və araşdırma üsullarından istifadə olunmuşdur. Müzakirələr və Nəticələr Nağıllarımızda çətinliklərlə üzləşən qəhrəmanların ən etibarlı köməkçiləri heyvanlardır. İnsanın onlara elədiyi yaxşılıqları heyvanlar unutmur, dar gündə əvəzini ödəməyə çalışırlar. “Məlikməmməd” nağılında bunu daha yaxşı görmək olar (Axundov, 2005). “Məlikməmməd bir ağacın dibinə gəldi. Elə bir az oturmuşdu, gördü bu ağaca bir əjdaha dırmaşır. Əjdaha bir az yuxarı qalxmışdı ki, ağacın başında çoxlu quş balasının səsi gəldi. Demə, bu ağacda Zümrüd quşunun yuvası var imiş. Bu Zümrüd quşu havaxt ki, yumurtadan bala çıxarıb bəslərmiş, balaları böyüyəndə əjdaha gəlib onarı yeyərmiş. Zümrüd quşu da bala üzünə həsrət qalarmış. Bu dəfə də əjdaha ağaca dırmaşırdı ki, yenə Zümrüdün balalarını yesin, Məlikməmməd bunu gördü, gəlib qılıncını çəkib əjdahanı iki parça elədi...” Bütün nağıllarımızda olduğu kimi burada da təbiət-insan münasibətləri diqqəti cəlb edir. Məlikməmməd mifik obrazdır. Ətrafında cərəyan edən hadisələrin gərginliyinə baxmayaraq, o, həmişə qələbə çalır. Çünki əlindən yalnız yaxşılıq gəlir. Məlikməmməd yaxşılıq etdiyi heyvanlar tərəfindən sevilir, göstərdiyi qayğıya görə özünə qarşı diqqət görür. Təqdim olunan parçada münasibətlərin daha qabarıq verilməsi təsadüfi xarakter daşımamış, müasir tələblər baxımından, əsrlər boyu əhalinin ekoloji tərbiyəsində böyük əhəmiyyət kəsb etmişdir. Nağılda qeyd olunduğu kimi Məlikməmməd qaranlıq dünyada məskən salmış Zümrüd quşunun balalarını əjdahadan xilas edir. Bu yaxşılıq unudulmur. Quş qanadını onun üstünə çəkib qızmar günəşdən qoruyur, belinə mindirib işıqli dünyaya çıxarır. Bununla kifayətlənmir, baldırından kəsib verdiyi əti yerinə qoyub sağaldır. Tükündən Məlikməmmədə verir ki, çətinə düşsən yandırarsan. Nağıllarımızın çoxunda xilaskarını çətinliklərdən qurtarmaq məqsədi ilə heyvanlar belə hərəkət edirlər. “Ağ atlı oğlan” nağılında (Axundov, 2005: 290) zalım dərvişi öldürüb, otaqları gəzən Nərbala quşun qəfəsə salındığını, əti atın, otu itin qabağına qoyulduğunu görüb, yerlərini dəyişir, quşu açıb buraxır. Heyvanlar bu yaxşılığın qədrini bilir, Nərbaladan ayrılmırlar. Son anda quş tükündən ona verib, çətinliyə düşəndə yandırarsan deyir. Döyüş vaxtı heyvanlar Nərbalanı meydanda tək qoymur, qələbə çalması üçün köməklərini əsirgəmirlər. “Vəfalı at” nağılında Məlik Məhəmmədə xətər yetirmək məqsədilə padşah onu qonaqlığa çağırır ki, xörəyini zəhərləyib öldürsün. Nağılın qəhrəmanı əlini yeməyə uzadanda tutuquşu onun əlini dimdikləyir, “gözlərini ağardır”, zəhərlənmiş xörəyi yeməyə qoymur (Azerbaycan Nağılları, 2004: 73). “Ağ quşun nağılı”nda quş, qəhrəmanı gözləyən uğursuzluqlardan xəbərdar edir 159 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu və vəziyyətdən çıxmaq üçün ona məsləhətlər verir, bir neçə dəfə ölüm təhlükəsindən qurtarır (Təhmasib, 2005: 107). Nağıllarımızda rast gəlinən bu cür münasibətlərin ətraf mühitin qorunmasında böyük rolu olmuşdur. “Təpəgöz” nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 242) şirin uşağı götürüb saxlaması, ona xususi qayğı göstərməsi, böyüdükcə uşağın xasiyyətlərinin, hərəkət və davranışının şirə oxşaması sübut edir ki, folklor nümunələrində qədim insanlar heç də çöl heyvanlarına yırtıcı kimi baxmamış, onlardan özlərinə qarşı diqqət görmüşlər. Nağılın qəhrəmanı Təpəgözdür. İnsan qanına susayan bu məxluq tilsimlidir, sehirlidir. Ona görə də üstünə nə qədər qoşun, pəhləvan gəlirsə bacara bilmirlər. Çünki Təpəgözə qılınc, nizə, ox batmır. Onunla yalnız şirin böyütdüyü İsgəndər bacarır. Təpəgözlə qeyri-bərabər döyüşə gedən İsgəndərin şir anası oğluna tükündən verib deyir ki, “dara düşəndə oda tutarsan, gələrəm”. Tükün yandırılması ilə heyvanların insanların köməyinə gəlməsi əksər nağıllarda var. Maraqlıdır ki, şir insan övladına öz balası kimi müraciət edir. İsgəndəri Təpəgözlə döyüşə yola salan şir deyir: “Öğul, sən şir oğlusan, şir südü ilə böyüyənə sehir, əfsun kar edə bilməz”. Təpəgözün hiylələri nəticəsində qaranlıq dünyaya düşən İsgəndəri yaxşılıq etdiyi Zümrüd quşu işıqlı dünyaya çıxarır (Azerbaycan Nağılları, 2004: 249). Təpəgözün başqa bir prototipi “Oğuznamələr”də təsvir olunan kərgədan obrazıdır. O da Təpəgöz kimi adamları yeyir, xalqın boynuna ağır yük qoyur. “...Bu yerdə böyük bir meşə vardı. Çoxlu balaca, böyük çaylar vardı. Bura çoxlu-çoxlu heyvanlar gəlirdi, burada çoxlu quşlar uçuşurdu. Bu meşədə böyük bir kərgadan vardı, atları, adamları yeyirdi. İyrənc heyvan idi...” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11). Bilqamıs dastanındakı Humbaba da zəhmli, iyrənc kimi təsvir edilir. Lakin Humbaba, meşənin qoruyucusudur. O, əhalinin meşədən istifadəsinə imkan vermir, həmçinin özü də meşəyə ziyan vurmur. Ona görə də Humbabanı öldürüb meşəni qırıb dağıdan Enküdü tanrıların qəzəbinə gəlir (Mahmudov, 2003). Oğuz isə kərgədanı öldürdüyü üçün nəinki cəzalandırılmır, şan-şöhrəti daha da artır. Təpəgözü qətlə yetirən İsgəndər də xalq tərəfindən sevilir. ”Oğuznamələr”dəki kərgədan bioloji növ deyil, qorxunc təsəvvür yaratsın deyə, kərgədan cildində “qara qüvvələrin, şərin timsalıdır.” Şər qüvvələrə qarşı dura bilən qəhrəman güclü və yenilməz olmalıdır. Oğuz da belədir. O, İlahi Ay kağanın oğludur. ”Ayağı öküz ayağı tək, beli qurd beli tək, çiyni samur çiyni tək, köksü ayı köksü tək idi. Bədəninin hamısı sıx tüklə örtülü idi, ilxılar qovurdu, atlar yorurdu, keyik avlayırdı.” (Veliyev - Uğurlu, 1993: 11). Göründüyü kimi, Oğuz morfoloji cəhətdən güclü vəhşi heyvanlara bənzədilir. Bədəninin sıx tüklə örtülü olması da göstərir ki, mənşəcə heyvanla insan qohumdurlar. Oğuzdan törəyən nəsil onun istəyi ilə təbiətdən gələn adı daşıyırdı. Oğuzun birinci qadınının göydən şüa içində enməsi və 160 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ondan olan oğlanların Gün, Ay, Ulduz adlandırılması, ikinci qadının ağac koğuşunda oturması və ondan olan oğlanların da Ğöy, Dağ, Dəniz adlandırılması, işıq şüası ilə yenən boz qurdun qoşuna yol göstərməsi, dastanın sonunda yürüşə çıxan oğlanların yay-ox tapıb atalarının yanına gəlmələri, Oğuzun onları adlandıraraq hamının yerini və vəzifəsini təyin etməsi və s. xalqımızın qurd (totem), işıq (od), yaşıllıq (təbiət), fəza (göylər aləmi, iqlim sərvəti), yer (torpaq, hava, su), ox və yayla bağlı inamlarını əks etdirir. Beləliklə, Oğuz kağan bütün kainatın timsalı kimi ilahiləşdirilir (Veliyev - Uğurlu, 1993: 3536). Burada Oğuz nəslinin qoruyucusu da bizim canavar kimi tanıdığımız qurddur. Ona görə də Oğuz Türkü qurda inanıb, onu totem kimi qəbul edib. Dastanlarda da belə nümunələr az deyil. “Şah İsmayıl” dastanında heyvanların insana köməyindən bəhs edilir. “Şah İsmayıl bir ağacın dibinə gəldi, oturdu. Elə bu zaman üç göyərçin gəlib ağacın başına qondu. Göyərçinlərin biri quş dilində dedi: - Bu nə gözəl oğlandı. Yazığın hayıf ki, gözləri kordu. O biri göyərçin dedi: - Bu, Ədil padşahın oğludu. Atası bunun gətirdiyi Gülzara aşiq olub. Gülzara çatmaq üçün bunun gözlərini çıxartdırıb. - O biri göyərçin dedi: - Gəl, onun gözünü sağaldaq. Göyərçinlər dedilər: -Ay Şah İsmayıl, yatıbsan oyan, oyaqsan eşit! Gözlərini yerinə qoy, biz atdığımız lələyi də üstlərinə çək, gözlərin sağalar. Göyərçinlər bir lələk atıb, uçub getdilər. Şah İsmayıl gözlərini yerinə qoydu, lələyi çəkdi, gözləri sappasağ oldu” (Axundov, 2005b: 154). Dastanda göyərçinlərin Şah İsmayla ağır durumunda köməklik göstərmələrinin qabarıq təsvir edilməsi insanda müsbət emosiyaların yaranmasına, gənclərdə ekoloji təfəkkürün və mədəniyyətin formalaşmasina səbəb olur, ətraf mühitə qayğıkeş münasibəti artırır. 1. Nəsl Qayğısı “Ağ quş”un nağılında Şirzadı təhlükəli vəziyyətlərdən xilas edən Ağ quş da göyərçindir. Göyərçin gerçəkliklə yoxluğun sərhəddində dayanan, abstraktlaşdirilmiş real varlıqdır və yalniz yaxşılığa, salamatlığa, sülhə meyillidir. Göyərçinin sülh quşu kimi seçilməsinin bir səbəbi də bizə görə, bununla əlaqədardir. “Göyərçin” əfsanəsində (Azerbaycan Xalk..., 1985) deyilir ki, təcavüzkar düşmənə qarşı döyüş meydanına çıxan hökmüdar anasından dəbilqəsini gətirməyi xahiş edir. Ana gedib görür ki, hökmdarın dəbilqəsinin içində göyərçin yuva qurub və bala çıxarıb. Ona toxunmur. Nə səbəbə dəbilqəni gətirmədiyini soruşduqda ana oğluna hər şeyi öz gözlərilə görməyi təklif edir. Hökmdar dəbilqədə göyərçinin balaladığını görür və döyüşə namus nişanəsi sayılan papaqsız gedir. Qələbə çalır. Həmin 161 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu gündən göyərçin sülh quşu sayılır. Növün nəslinin kəsilməsinin qarşısının alınmasında bu əfsanənin ekoloji tərbiyəvi əhəmiyyəti böyükdür. “Kitabi-Dədə Qorqud” dastanında da belə nümunələrə çox rast gəlirik. “Bundan sonra bogaz ata minmərəm, minsəm belə döyüşlərə getmərəm” (Haciyevin, 2004: 220) deməklə, canlilara çoxalma dövründə, eləcə də körpə balalarina toxunmamaq tövsiyə olunur. Bəzi heyvanlarin, o çümlədən atin müqəddəs hesab edilməsi onların qorunmasına, nəslinin kəsilməsinin qarşısının alınmasına xidmət etmişdir. “Şah İmayıl” dastanında qəhrəmanın mindiyi at, adi heyvan deyil. Pay verən dərvişlərdən birinin Şah İsmayılın atasına - padşaha verdiyi almanın təsirindən əmələ gəlib. “Bu almani soy, qabığını qulunluğundan doğmayan Qəmərnişan madyana ver, özünü də iki qisim elə, bir qismini sən ye, bir qismini də arvadın yesin. Çox keçməz ki, oğlun olar. Oğlunun adını Şah İsmayıl qoy, Qəmərnişan madyanın da bir qulunu olar, onun da adını Qəmərday qoy. Şah İsmayılı o Qəmərdaydan savayı heç bir at gəzdirə bilməz” (Axundov, 2005b: 127). Ona görə də Qəmərday yeldən yeyin, sudan iti gedirdi. Döyüşlərə ildırım təki şığıyırdı. “Koroğlu” dastanındakı Qıratla Dürat da belədir. Çünki onlar da adi at deyillər. Dərya ayğırından əmələ gəliblər (Təhmasib, 2005b: 7). Koroğlunun qələbələrində bu atların əvəzsiz rolu vardır. Dastanın qəhrəmanlarına dərviş yuxuda badə içirib, buta verir, övladı olmayanlara isə alma verir ki, sonsuz qalmasınlar. Yuxuda buta məqsədilə içirilən badə müalicə əhəmiyyətli mineral sudur – təbii sərvətdir. Dərvişin övladı olmayanlara alma verməsi nağılllarımızda da var. Alma üzvi və qeyri-üzvi maddələrlə zəngin meyvədir. Onun tibbi-bioloji əhəmiyyəti böyükdür. Həkimlərin xəstələrə meyvələrdən daha çox alma məsləhət görməsi də elə bununla əlaədardır. Dinə görə, savab (yaxşı) işlər görmüş adam Cənnətə qovuşur. Cənnət dedikdə xoş iyə, gözəl görnüşə və dada malik müxtəlif növ alma bağları nəzərdə tutulur. “Məlikməmməd” nağılında qızıl almanın cavanlaşdırıcı xüsusiyyəti də təsadüfi seçilməyib. Qırmızı almanın (“Qızıl Əhmədi” sortu) tərkibində dəmir çox olduğuna görə qanında hemoqlobini az olan xəstələrə məsləhət görülür. Alma maddələr mübadiləsini yaxşılaşdırır, orqanizmin təravətli qalmasına kömək edir. Orxon-Yenisey abidələrində də nəsil qayğısına diqqət yetirilir: "Nəsil verən xoşbəxt ayğıram. Qozağacı yaylağım, quşlu ağac qışlağım, orada durub zövq alıram, - deyir. Onu bilin yaxşıdır o". Yaxud "ilinə çatmışı (yaşı çatmışı, qocalmışı) ürütməyim, ayına çatmışı (az yaşlı) məhv etməyim, yaxşısı olsun, - deyir. Onu bilin, yaxşıdır o!" Göründüyü kimi birinci misalda ayğır (erkək at) özünü xoşbəxt sayır, ona görə ki, döllü nəsl vermək imkanına malikdir. Ona görə də qozağacı yaylağı, quşlu ağac qışlağından mükafatı var. İkinci misalda, qocalmışı ürütməmək - incitməmək, azyaşlını məhv etməmək - 162 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu öldürməmək, yəni nəsil törətməsinə şərait yaratmaq, mane olmamaq tövsiyə edilir (Mahmudov, 2004). Aşıq ədəbiyyatında dölsüzlüklə bağlı nümunələrə də rast gəlirik. Bu, daha çox uzunmüddətli müşahidələrə əsaslanırdı. Sərv ağacı hər ağacdan ucadır / Əsli qıtdır, budağında bar olmaz (Axundov vd., 2004: 162-163. Sərv - çılpaqtoxumlu bitkidir. Meyvə əmələ gətirmədiyinə görə aşıq ona “əsli qıtdır, budağında bar olmaz”- deyib. Lakin sərv də digər çılpaqtoxumlular (şam, küknar, qaraçöhrə, sidr, tuya və b.) kimi toxumla çoxalır. “Əsli qıt” olsaydı, sərv və onun mənsub olduğu bitki qrupu nəsil verə bilməzdi. Əlbəttə, bu fikir elmi baxımdan səhvdir. Sadəcə, bu bitkilər çiçəkləyib meyvə əmələ gətirmədikləri üçün “barsız-bəhərsiz” (dölsüz) kimi təqdim edilmişdir. Bununla yanaşı, aşıqlarımızın şeirlərində genetik mülahizələrin yürüdülməsi faktı maraq doğurur. Məsələn, Aşıq Şenlik düzgün olaraq bu qənaətə gəlir ki: Öz dərdini özün üyüt, Alma, heyva verməz söyüd. Anlamazlar almaz öyüd – Şahmar olub çalasan da (Ilkin, 2011). Hər bir növ yalnız özünəoxşar nəsl törədir. Genetika bu elmi həqiqəti birmənalı qəbul edir. Hər kəs valideynlərindən aldıqları əlamətləri irsən nəslə ötürür. Ona görə də aşıq bunun əksi olan fikri mümkünsüz sayır. “Oğuznamə”də canlıların özünəoxşar nəsl törətməsi, irsiyyət amili və genetik xüsusiyyətlər diqqəti cəlb edir: “Qurd ənigi yenə qurd olar.” (Əlizadə, 1987: 144). Zoofitomorfik miflərdə də faunamıza daxil olan bir çox bitki və heyvan növləri ilə bərabər, hazırda nəsli kəsilmis, yaxud adı bizə məlum olmayan növlərə rast gəlirik (Acalov, 1988: 61-75). Dirili Qurbaninin şeirlərində çağdaş Azərbaycan faunasına mənsub olmayan heyvanların adı çəkilir: Dərdim çoxdu, nər-mayalar götürməz, Kərgədan olmasa, fil mana göndər. O, "Sevinsin" şerində narınc və turunc kimi subtropik bitkilərin adını çəkir. Aşığın bu şeirindən əkinçilik təsərrüfatında hazırda becərilməyən bu bitkilərin o dövrdə geniş yayıldığı məlum olur. “Göndər” şeirində isə kərgədan və fil adlarının qeyd edilməsi göstərir ki, ya əvvəllər ölkəmizin faunasında bu heyvanlar mövcud olmuş və sonradan yoxa çıxmış, ya da sadəcə Qurbani fil və kərgədan haqqında müəyyən təsəvvürlərə malik imiş. Buna onun elmi biliyi imkan vermişdir. Aşığın yüksək müşahidə qabiliyyəti, nəticə çıxarmaq bacarığı təbiətə münasibtdə daha aydın görünür. Nəsil qayğısına qalmaq bütün canlıların xüsusiyyətidir. Dirili Qurbani: “Qarıncalar yuvasını qayırdı, Gözəl kəklik balasını doyurdu.” 163 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu deyəndə elə bunu nəzərdə tuturdu (Yusif Dirili, 2006). Aşıq Valeh (XVIII əsr) bir qoşmasında hazırda nəsli kəsilmiş bitki növlərindən birinin adını çəkir. Nəstərən, bənövşə çalışa yüz il, Çətindi ömrünə yetəndə müşkül, Əgər zülflərinlə bəhs etsə sünbül, Düşər ayaqlara qərabət çəkər (Axundov, 21004: 202). Göründüyü kimi burada lalə, bənövşə, nərgiz kimi bitkilərlə bərabər, o dövrün florası üçün səcciyəvi olan nəstərənin adının çəkilməsidir. Aşıq Ələsgər (XIX-XX əsr) yaradıcılığında təbiətdən bol-bol istifadə etmiş, ətraf mühitin qorunmasını ifadə edən çoxlu fikirlər söyləmişdir ki, bunların arasında bəzi növlərin sıradan çıxması öz təsdiqini tapmışdır. Tülkü havalanıb deyir aslanam, Tüf dağından ac aslanlar itibdi. Burada nadir növlərdən birinin – aslanın (şirin) vaxtılə Azərbaycan təbiətində mövcud olduğu, hazırda isə həmin növün yoxa çıxdığı bildirilir. Kor yapalaq kəklik alıb yeyibdi, Laçın ölüb, o tərlanlar itibdi (Ələsgər, 2004: 56). Qoşmanın bu misralarında ərazidə laçın və tərlan kimi yırtıcı quşların geniş yayldlğı, lakin sonralar müxtəlif səbəblərdən onların bir növ kimi kökünün kəsildiyi qeyd olunur. Aşıq Ələsgər həmçinin orqanizmin keyfiyyət əlamətlərinin irsiyyət amilləri vasitəsilə gələcək nəslə ötürülməsini aşağıdakı misralarda dəqiq təsvir edib: Nütfəsindən əyri olan tez göstərər isbatın, Hər ağac kökündə bitər, hər meyvə gözlər zatın. (Ələsgər, 2004: 20-121). 2. Canlıların Həyatında Davranış Xüsusiyyətləri və Mövsüm Dəyişikliklərinə Uyğunlaşma Canlıların həyatında çoxalma, qidalanma və s. kmi zəruri məsələlərlə bağlı müxtəlif davranış xüsusiyyətləri təzahür edir. Bununla bağlı aşıq ədəbiyyatında çoxlu misallar vardır. Bizə görə, Xəstə Qasımın (XVIII) Ləzgi Əhmədlə deyişməsində qurbağanın çoxalması və inkişaf mərhələləri elmi cəhətdən çox düzgün verilib. Aşığın bir başqa deyişməsində tərəfdaşına verdiyi sualların qoyuluşu və aldığı cavablar elmi - məntiqi baxımdan realdır: 1. “O necə quşdu ki, yaz gələr bağa?” (kənd qaranquşu) 2. ”O necə quşdu ki, qayada səkər, Caynağı neştərdir, qanımı tökər?” (qayalıq qaraquşu - yırtıcı) 3. ”O necə quşdu ki, anasın əmər?” (adi yarasa – məməli heyvan) . (Axundov, 21004: 176). Atalar sözlərində orqanizmin həyat tərzi, o cümlədən qidalanma xüsusiyyətlərii (“Ağac kökləri ilə yaşar, insan dostlari ilə”, 164 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu “Ət yeyən quş dimdiyindən bəlli olar”, “Bildirçinin bəyliyi darı sovuluna qədərdir” ,“Quş dənə, milçək şirəyə yığılar, dəvə böyükdür ot yeyər, şahin kiçikdir ət yeyər”, “Birənın qanın aldın, canın aldın”, Bayquş xarabalıq sevər” və s.), nəsilartırmaları (“İt balası it olur”, “Siçandan törəyən kəsəyən olar” və s.), yaşayış uğrunda mübarizəsi (“Dovşanın gümanı ayaqlarına gələr”, “Aslanın ağzından şikar alınmaz”, “Ceyranın qaçmağını gördüm ətindən əl üzdüm”, “Kəklik səsin çıxartmasa, qaraquş onu tuta bilməz” və s.), qorunmasının zəruriliyi (“Bar verən ağacı kəsməzlər”, “Yaralı quşa daş atmazlar”, “Yaxşılıq elə balığı at dəryaya, balıq bilməsə, xalıq bilər”, “İnsan paxıl olmasa bağ çəpəri neylər”və s.) öz əksini tapıb (Hesenov, 1994). Mövsüm dəyişklikləri canlıların həyat tərzinə təsir göstərən mühüm hadisədir. Bitkilərin həyatında baş verən mövsüm dəyişiklikləri Aşıq Abbas Tufarqanlının (XVII) qoşma və gəraylılarında dürüst şəkildə verilib. Payız olcaq bağlar tökər xəzəli, Bahar olcaq bağçalara bar gəlir (Axundov, 21004: 128). Payızda havaların soyuması ılə əlaqədar, gövdədə suyun və qidalı maddələrin hərəkəti zəfləyir. Tədricən yarpaqla əlaqə kəsilir. Beləliklə, xəzan hadisəsi başlayır; yarpaqlar tökülüb xəzələ çevrilir. Bu zaman zoğlar oduncaqlaşır. Qışa hazrlıq prosesi gedir. Yazda isə hələ yarpaqlamazdan əvvəl küləklə tozlanan bitkilərin çoxu çiçəkləyir. Beləliklə, yazın ilk əlamətləri görünməyə başlayır. Havalar getdikcə isinir. Ona görə də cücülər yuvalarından çıxır, köçəri quşlar qayıdır. Quşlar kütləvi şəkildə balaçıxarmaya hazırlaşır, bitkilər isə yarpaqlayır və çıçəkləyir. Aşığın “Duman, gəl-get bu dağlardan, Bahar gəldi, qar əylənməz” (Axundov, 21004: 102).gəraylısında yazın əhəmiyyəti, həm də onunla izah olunur ki, bu mövsüm canlıların həyatında çoxalma dövrü kimi xarakterizə edilir. Bizə görə, bu doğru yanaşmadır və yaz mövsümündə bəzi bitkilərin çiçəkləməsi ilə heyvanların balalaması eyni vaxta təsadüf edir. Budur gəldi bahar fəsli, Dağların lala vaxtıdır. 3. Ətraf Mühitin Komponentləri: Təbii Sərvətlər və Onlara Münasibət Qeyd etmək lazımdır ki, Azərbaycan folkloru çox qədim dövrlərdən bəri əhalinin ətraf mühitə münasıbətinin formalaşmasında əhəmiyyətli rol oynayıb. Təsadüfi deyildir ki, professor Q.Mustafayev və A.Məmmədov əhalidə ekoloji fikirlərin inkişafını nəzərə alaraq atalar sözünə belə bir tərif veriblər: “Atalar sözü hazırda ekoloji sistem dediyimiz əhali və ətraf mühit arasındakı əlaqənin minerallardan suya, sudan ota və başqa bitkilərə, bitkilərdən heyvanlar vasitəsilə və ya birbaşa əhaliyə keçən, sonda yenə torpağa qayıdan yolların sadə sözlərlə ifadəsidir.” (Mustafayev, 2008: 17). Onlar irəli 165 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu sürdükləri bu konsepsiyanı “ekologiyadan əvvəlki ekologiya” adlandırıblar. Məsələn, “Sərçədən qorxan darı əkməz” atalar sözünün həm mənəvi-əxlaqi tərbiyəsi, həm də elmi-ekoloji əhəmiyyəti vardır. ”Sərşə-darının qənimidir. Azərbaycan faunasında İspan sərçəsi və ya qaradöş sərşə adlı bir quş var. Onun yerli adı afal sərçədir, yəni zərərli sərçə. Kütləvi quşdur, bəzi ağacda bir neçə yüz yuvası olur. Dik sümbülə qonub buğdanı çıxara bilir, başqa quşlar isə yerdən dənləyir. Bu deyim həmin sərçə haqqında xəbərdarlıq edir.” (Mustafayev, 2008: 65). Burada bir növ kimi İspan sərçəsinin bioekoloji xarakteristikası, təsərrüfat üçün ziyanlı cəhətləri aydın göstərilib. ”Ağaclı kəndi sel aparmaz” atalar sözündə isə xalq hələ torpaqşünaslıq elminin olmadığı bir dövrdə torpaq erroziyasanın qarşısını alan vasitələrdən birini çox düzgün ifadə edib. ”Ağacı çox olan kənd, hətta dağın yamacında yerləşsə də, ağacların kökləri bir-birinə çatıb tor kimi şəbəkə əmələ gətirir, torpağı bərkidir. Sel gələndə ağaclar onun qarşısını alır. Gur axan suyu dağıdır, selin gücü zəifləyir, kəndi dağıda bilmir, hətta torpağı da yuyub apara bilmir.” (Mustafayev, 2008: 52). Torpaq eroziyasının bir səbəbi də ona düzgün qayğı göstərilməməsidir. ”Pis torpaq yoxdur, pis əkinçi var ” - atalar sözü bu cəhətdən yerində işlənmişdir. Həqiqətən də, torpağa lazımi qayğı göstərilməsə, aqrotexniki qaydalara düzgün riayət olunmasa torpaq tez “xəstələnər”şoranlaşar, eroziyaya uğrayar, çirklənər, nəticədə münbitliyini itirər; bununla da az məhsul verər (Hesenov, 1994). “Əkəndə yox, biçəndə yox, yeyəndə ortaq qardaş”, “Koskosa” kimi xalq tamaşalarında, eləcə də “Bənövşə”, “Siçan-pişik” və s. (İsmayılov-Orucov, 2005:197-198, 205-211) kimi el-oba oyunlarında da ətraf mühitə müxtəlif şəkildə münasibət bidirilir. Böyük Türk ozanı Aşıq Veysəlin yaradıcılığında canlı və cansız təbiətə münasibət xüsusi yer tutur: Bir ulu ağacdan bir yarpaq düşsə, O saat acısın duyar, inləyər (Aslan, 1982: 105). Burada yarpağın bir orqan kimi əhəmiyyəti diqqəti cəlb edir. Yarpaqların vaxtından əvvəl tökülməsi (hər hansı səbəbdən zoğun yarpala birlikdə qırılıb düşməsi) bitkinin həyat fəaliyyətinə mənfi təsiri qeyd olunur. Bayatılarda bitki və heyvanların yaşayış sahəsi, torpağın ekoloji xarakteristikası (Abdulla vd., 2004: 180, 196, 200; Veliyev, 1985: 176) əksini tapıb. Canlı təbiəti tanımaq və tanıtmaq baxımından tapmacaların da faydası çox olub. Oyun - tapmacaların birində “dəstə başçısı bir quşu müəyyən edib, əl hərəkətləri ilə uşaqlara deyir: Bir nəfər: - Bir quşum var bir belə... Hamı: - Lov gələ ha, lov gələ... Bir nəfər: - Dimdiyi var bir belə... Hamı: - Lov gələ ha, lov gələ...(Abdulla, 2005: 53) 166 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Bu qayda ilə adının tapılması tələb olunan quşun bütün morfoloji əlamətləri sadalanır. Yaxud “Qurdağzı bağlama” əfsununda qurd haqqında deyilir; Aslan ağızlı qurd, qaflan ağızlı qurd, ağ qurd, qara qurd, boz qurd, bozqurd, qurd (Nebiyev, 1989: 121)... Burada qurd, canavarın prototipi olan taksondur. Canavarın ağzının aslan və qaflan (bəbir) ağzına bənzədilməsi bu heyvanın çox təhlükəli yırtıcı olduğunu göstərir. Əfsunda heyvanın 4 müxtəlif növünün adı çəkilir: Ağ, qara, boz və boz qurd. Tapmacalar vasitəsilə təbiəti tanımaq və öyrənmək daha asan olmuşdur. Çünki qoyulan suala düzgün cavab vermək, həmin adamın bilikli və hazırcavab olduğunu göstərir. Ona görə də düzgün cavabı axtarıb tapmağa çalışmış, bununla da təbiəti öyrənməyə marağı artmışdır. ”Siçan görəndə dişini göstərər, quş görəndə qanadını.” (Seyidov, 2014). Burada yarasanın morfoloji əlamətləri bildirilir. Yarasa toksonomik cəhətdən məməli heyvandır, lakin qanadlarına görə o quşa bənzəyir. Bədəninin, xüsusilə başının quruluşuna görə məməli heyvan olan siçana oxşayır. Ancaq o siçankimilərə yox, yarasalar dəstəsinə aiddir. Müəyyən fikir yürütmək, ilkin təsəvvür yaratmaq baxımından tapmacanın böyük rolu olub. Sürünən heyvanlara aid edilən tısbağa haqqında Kərkük və Azərbaycan Türkcəsindəki tapmacalar da elmi cəhətdən maraq doğurur. Kərkük bulmacasında: Daşdı, daş dəgi Yumurta doğar; tavuk dəgi, Arpa yeyər, at dəgi (Paşayev, 1987: 85). Azərbaycan tapmacasında: Yumurtlayar quş deyil Otlayar inək deyil… (Seyidov, 2014: 98). Məzmunca eyni olan hər iki tapmacada tısbağanın morfoloji əlamətləri, çoxalma xüsusiyyəti, qidalanması bildirilir. Yazın gəlişi ilə yaranmış əmək nəğmələrindən olan “Holavarlar” və “Sayaçı sözləri”ndə heyvanlara diqqət və qayğı özünü göstərir. Məsələn; Qara kəlim san gedir, Öküzlərdən yan gedir. Gecə-gündüz işləyir, Dırnağından qan gedir (Namazov, 2004: 64). Yaxud bir sayaçı söyləməsində: Nənəm, a təkcə qoyun Yunu var göycə, qoyun. Yeyən sənin ucundan, Sallanar bəycə qoyun (Namazov, 2004: 67). Eləcə də: 167 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Nənəm a qatar keçi Qayada yatar keçi Qışı soyuq gələndə Balanı atar keçi (Namazov, 2004: 66). Burada keçinin əsas otlaq yerlərinin qayalıq ərazilər olduğu, soyuq qış şəraitinə dözümsüzlüyü bildirilib. Hələ körpə ikən təbiətlə tanışlıq bizə layla və oxşamalar vasitəsilə keçmişdir: Bizim yerlər qalın meşə, Taxtında otur həmişə (Namazov, 2004). Bu laylada ölkəmizin əvvəllər sıx meşə örtüyünə malik olduğunu bildirilir. Uşaqlar üçün həmişə maraq doğuran yanıltmaclar da təbiətin öyrənilməsində az rol oynamayıb. Onların birində deyilir: ”Getdim gördüm bir təpədə yeddi qara, qaşqa, təpəl, səkil keçi var...” (Nebiyev, 1989: 117-118). Bu yanıltmacda keçinin bədənində ağ topa tüklərin yerləşmə (bitmə) yerinə görə əlamətləri verilib. Səkil-bir topa ağ tükün ayaqda, qaşqa - alnının ortasında, təpəl - təpəsinin (başının) ortasında olduqda deyilir. Yanıltmacda 4 əlamət (qara, səkil, təpəl, qaşqa) göstərilib. Bunun təsərrüfatda fərqləndirmə baxımından əhəmiyyəti vardır. Xalqımızın mifoloji görüşlər sistemində insan-təbiət münasibətləri xüsusi maraq kəsb edir. Mifologiyada bəzi bitki və heyvanların mənşəyi, totem kimi qəbul edilmələri, qədim insanlarda onlara inam, canlı təbiətə, onun tanınmasına və öyrənilməsinə maraq yaratmışdır. Məlumdur ki, əhali orta əsrlərdə indiki kimi təbiət haqqında geniş elmi biliyə malik deyildi. O dövrdə ən hündür bitki sərv ağacı hesab edilirdi. Bu, aşıq yaradıcılığında daha aydın görünür. ..Sərv ağacı hər ağacdan ucadır, Əsli qıtdır, budağında bar olmaz (Axundov, 2004: 162). Sərv ağacının zoğları gövdənin yanlarına sıxılmış vəziyyətdə düz qalxdığı üçün həm yaraşıqlı, həm də ilk baxışda uca, hündür görünür. Ümumi hündürlüyü isə 20-25 metrdən çox deyil. Sərvin ən hündür ağac olması təsviri aşıq yaradıcılığı üçün xarakterikdir. Məsələn, Aşıq Valeh (XVIII) sevgilisinin uca boyunu sərv ağacı ilə müqayisə edir: Sallana-sallana bağa çıxanda, Sərv qamətindən xəcalət çəkər. Bədii sənətdə qadın gözəlliyinin təbiətdəki ən gözəl çiçəklərə bənzədilməsi, təbiətə pozitiv münasibətin nəticəsidir: Lalə yanağından, nərgiz üzündən, Qonça gülüşündən nədamət çəkər (Axundov, 2004: 202) Nağıl və dastanlarda, mifoloji mətnlərdə əhalinin ətraf mühitə münasibəti, həmçinin bitki və heyvanlarla onların öz dillərində danışması şəklində ifadə edilmişdir. Məsələn,“Şah İsmayıl” 168 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu dastanında göyərçinlər İsmayıla “quş dilində” müraciət edirlər. Ümümiyyətlə, “quş dili”, “heyvan dili” ifadələri folklorda geniş yayılıb. “Quş dili bilən İsgəndər” nağılından bir nümunəyə baxaq. “İsgəndər gördü ki, bir bülbül oxuyur, ayrı bir bülbül də deyir: - Ay bülbül, bir vaxt gələcək, İsgəndər bu şəhərin padşahı olacaq, bu bağçaya qonaq gələcək, həmin bu analığı onun qabağına xörək gətirəcək... İsgəndər güldü” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 93). Nağıla görə, bülbüllərin söhbətini eşidən İsgəndərin gülməsi analığını acıqlandırır. Elə zənn edir ki, ona gülür. Ancaq İsgəndər hər bir quşun dilini bildiyinə görə bülbüllərin sözlərinə gülürdü. “Ovçu Pirim” əfsanəsində (Araslı, 1968b: 242) madyanla (dişi at) qulunun (atın balası) söhbəti də bu məzmundadır. İsgəndər də, Ovçu Pirim də heyvanların dilini bilir. Quran ayələrində, hədislərdə, dini rəvayətlərdə Süleyman peyğəmbərin heyvanların padşahı olduğu, onlarla öz dillərində danışdığı barədə rəvayətlər vardır (Mahmudov, 2002). Bütün bunlar göstərir ki, insanlar həmişə heyvanlarla münasibətdə olmağa, onlarla ünsiyyət qurmağa cəhd etmişlər. Bu, insanlarda təbiəti sevməyə, heyvanları qorumağa maraq yaratmışdır. Heyvanlara sevgi bəsləməyin yolunu çox gözəl bilən ata-babalarımız “öz dillərində danışan” heyvanların “söhbətlərinin” əsasını darda qalan insanlara kömək etmək istəkləri şəklində ifadə etməklə onlara qarşı əhalidə rəğbət hissi aşılamağa çalışmışlar. 3.1. Faydalı Qazıntılar və Su Sərvəti Şifahi xalq ədəbiyyatında qiymətli metallara, faydalı qazıntılara da geniş yer ayrılır. Nağıllarımızda ilanın xəzinə üstündə yatması, vardövlət, xeyir-bərəkət rəmzi olması təsadüfi deyil. Həmişə əhali ilandan qorxmuş, onu “kafirlə” eyniləşdirmiş, əyri konusvari dişinə, zəhərinə görə ondan çəkinmişlər. ”Ilanı görənə lənət, görüb öldürməyənə lənət, öldürüb basdırmayana lənət”, “İlan vuran ala çatıdan qorxar”, “İlanın ağına da lənət, qarasına da” kimi atalar sözləri (Beydili, 2004: 135-136) bu qorxu nəticəsində ortaya çıxmışdır. Qeyd etmək lazımdır ki, ilan çox faydalı heyvandır. Zərərvericiləri tələf etməklə kənd təsərrüfatına böyük xeyir verir. İlan zəhəri tibbdə dərman preparatlarının hazırlanmasında yaxşı xammaldır. Onun bu cəhəti qədim insanların diqqətindən qaçmamış, əsatirlərdə ilanın faydalı heyvan olması da nəzərə alınmışdır. Ona görə də ilan xeyirxah, qədir bilən, humanist kimi xarakterizə edilmişdir. “Sehirli sünbül” nağılında (Azerbaycan Nağılları, 2004: 314-316) elçi daşının üstündə oturan bir ilan şahdan kömək istəyir. Məlum olur ki, ilanlar padşahı bir maralı udmaq istəyəndə buynuzları kənarda qalib boğazından keçmir. Ona görə də bir dülgər lazımdır ki, maralın buynuzlarını kəsib ilanlar padşahını ölümdən qurtarsın. Rəhimdil padşah ilanın xahişini yerinə yetirir. Kömək məqsədilə bir dülgər göndərir. Yaxşılığın əvəzində dülgərə ilanlar padşahı 7 taxıl sünbülü verir. Sünbülün hər 169 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu dəni zoğal böyüklüyündə dürr dənəsidir - xalis qızıldır. Dülgəri göndərən ilanlar padşahı etiraf edir ki, mənim xəzinəmdə belə qiymətli şey yoxdur... Məlum olur ki, ilanlar padşahının xəzinəsindəki dürr sünbülü əkinçilərin zəhməti bahasına yetişmiş taxıldan əmələ gəlib. Ilanlar da həmin sünbüllərdən aparıb öz xəzinələrində saxlayıblar. Ilanların xəzinə, daş-qaş həvəskarı olmaları haqqında folklorda çoxlu numunələr var. Bizə görə, xəzinə (qızıl, ləl-cəvahir, dürr, mirvari, daşqaş və s.) burada, təbii sərvət mənasındadır. Xalçalarımızda ilanların təbiətin qoruyucusu kimi təqdim olunması təsadüfi deyil. Təbriz xalça qrupunda, məsələn, “Dörd fəsil”, “Sujetli xalça” və s. - də əjdahanın (mifoloji nəhəng ilan obrazı) göy qübbəsində, yaxud mehrabda verilməsi təbiətin himayəçisi rəmzindədir Mahmudov, 2008). Bəzi nağıllarda əjdaha suyun qoruyucusu kimi çıxış edir, əhalinin sudan israfçılıqla istifadəsinə imkan vermir. Yalnız tələblərinin ödənilməsi məqsədilə suyu hssə-hissə, qənaətlə buraxır. Qədim şərq xalqlarında, o cümlədən Türk və Azərbaycan əsatirlərində belə fikirlər çoxdur (Acaloğlu-Beydili, 2005). Bu, qədim insanın ətraf mühitə münasibətini öyrənmək və təbiətin qorunması işindəki tarixi fəaliyyətini qiymətləndirmək baxımından çox əhəmiyyətlidir. “Məlik Cümşüd” nağılında oxuyuruq: “Məleykə Cahan Əfruzun yaqut, yəmən, zəbərcət və mirvaridən qurulmuş taxtı divlərin çiynində, pərilərin başının üstündə Gülüstani-İrəmə yetişdilər.” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 105). Qədim dövrlərdən başlayaraq zinət-bəzək əşyaları məmulatlarında yaqut, yəmən, zəbərcət, mirvari, ləl-cəvahirat, qızıl, gümüş və s. kimi təbii sərvətlərdən geniş istifadə olunub. Mineral maddələrin, faydalı qazıntıların əhəmiyyəti barədə fikirlərə Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsr) şeirlərində də rast gəlirik. O, almasın, yəmənin, əqiqin, yaqutun adını çəkir, ədviyyat bitkilərinin tibbi xüsusiyyətlərini qeyd edir (Kazımov, 2006: 72): Namə yazdım, yar yanına yolladım, Darçından, mixəkdən, hil mana göndər. Bununla o, bu bitkilərin müalicə xassəsi barədə məlumat verir. Şifahi xalq ədəbiyyatında zinət-bəzək əşyalarının adlarnın tez-tez çəkilməsi göstərir ki, hələ qədim zamanlardan başlayaraq ölkəmizin ərazisində qiymətli metalların, digər faydalı qazıntıların, o cümlədən mineral suların zəngin təbii ehtiyatı olmuşdur. Dirili Qurbaninin “Qal indi” qoşması da bunu sübut edir (Kazımov, 2006: 74): Ayrı düşüdüm vətənimdən, elimdən Başı çənli, qarlı dağlar, qal indi. İçən ölməz dərdə dərman suyundan, Axar sular, tər bulaqlar, qal indi. 170 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Müalicə əhəmiyyətli mineral sular haqqında həmçinin, “İsgəndərin qaranlıq dünyaya getməsi” nağılı da (Araslı, 1968b: 48) bizə maraqlı bilgilər verir. Eramızdandan əvvəl III yüzillikdə yaşamış Makedonyalı İsgəndərin həyatından bəhs edən bu nağıldan bir parçaya baxaq. “İsgəndər dedi: - Vəzir, ağıla gəlməyən bir şeyi fikrimə gətirmişəm. Bu dərd məni çürüdər. Gərək nə olur-olsun ölümün dərmanını tapam, həmişə diri qalam. - Vəzir dedi: - Şah, naşükür danışma. Bir şey ki, Allahın əmri ola, onun dərmanı olmaz. Ancaq bir iş var ki, qaranlıq dünyanın lap qurtaracağında abi-həyat adlı bir su var. Hər kəs o sudan içsə ölməz, dünya durduqca o da diri qalar (Araslı, 1968b: 52-53). Burada təsvir olunan abi-həyat suyu müalicə əhəmiyyətli mineral sudur. Hazırda təbii mineral sular insanların bir çox çətin sağalan xəstəliklərdən şəfa tapmasında mühüm rol oynayır. Nağılda qeyd olunur ki, abi-həyat suyu axtaran qoşun dəfələrlə çətin duruma düşür. Axırda Xızırın köməyilə mağaraya daxil olan İsgəndər abi-həyat suyundan deyil, parıltilı sudan içir. Hər zaman daş-qaşa meyl edən İsgəndər bu dəfə də parıltıya aldanır. Ona görə də arzusuna çatmır, əbədi həyat yaşamaqdan məhrum olur. Xudbinlik, hərislik, mənəmlik iddiası arzularını gözündə qoyur. “Koroğlu” dastanında isə Qoşabulağın möcüzəli suyundan danışılır: “Buradaki dağların birində bir cüt qoşa bulaq var, adına Qoşabulaq deyirlər. Yeddi ildən - yeddi ilə cümə axşamı məşriq tərəfdən bir ulduz, məğrib tərəfdən bir ulduz doğar. Bu ulduzlar gəlib göyün ortasında toqquşarlar. Onlar toqquşanda Qoşabulağa nur tökülər, köpüklənib daşar. Hər kim Qoşabulağın o köpüyündə çimsə elə qüvvətli bir igid olar ki, dünyada misli bərabəri tapılmaz. Hər kim Qoşabulağın suyundan içsə aşıq olar. Özünün də səsi elə güclü olar ki, nərəsindən meşədə aslanlar hürkər, quşlar qanad salar, atlar, qatırlar dırnaq tökər...” Oğlu Rövşənə (Koroğlu) Qoşabulaq suyunun müalicə əhəmiyyətindən danışan Alı kişi həmin suyu dərman kimi arzulayır: “Mənim gözlərimin dərmanı o köpükdə idi. O da ki ələ gəlmədi.” (Tehmasib, 2005b: 16). Rövşən özü sudan içsə də atasına gətirməyə imkan tapmır. Bütün bunlar göstərir ki, ölüm orqanizmin labüd bioloji xassələrindən biridir. Aşıq Ələsgərin qoşmalarında təsvir olunan”Abi-həyat” “dirilik suyu”dur (Ələsgər, 2004: 34). ”Dirilik suyu” insanı daim cavan saxlayan, yəni sağlam və gümrah edən sudur. İndi biz bunu təbii müalicə suyu - mineral sular adlandırıriq. Belə nəticəyə gəlmək olar ki, aşıq ərazidə kifayət qədər şəfaverici bulaqların olmasını və onların müalicə keyfiyyətini yaxşı müşahidə etmişdir. Mineral suların şəfaverici xassəsi mifoloji mətnlərdə də öz əksini tapıb. Ovçuluq miflərinin birində Ovçu Pirimin nişan alıb yaraladığı maralın sürətlə qaçaraq bir bulağın yanında dayandığı qeyd olunur. “Ovçu Pirim 171 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu görür ki, maralın dayandığı yerdən bir su çıxır. Yaralı maral özünü ora yetirən kimi yaralı yerini su çıxan yerə vurur. Təzədən başlayır qaçmağa. Ovçu Pirim baxır ki, bu qaçmaq heç bayaqkı qaçmaq deyil. Başa düşür ki, burda bir sirr var. Özü də nə iş varsa iş sudadı. Bilir ki, bu şəfa suyudu. Yaralı yerə dəyən kimi sağaldır. Maral da bu sirri bildiyindən qaçıb özünü həmin suya çatdırmağa tələsirmiş.” (Acalov, 1988: 80). Professor Q.Mustafayev təbii sərvətləri bir neçə yerə bölür: Kosmos sərvətləri, iqlim sərvətləri, su sərvəti, bərpa olunan və olunmayan sərvətlər, qismən bərpa olunan sərvətlər (Mustafayev, 1993: 94). Ulduzların toqquşmasından yaranan və Qoşabulağa tökülüb köpük əmələ gətirən nur - Günəş, yəni işıq mənasındadır. Günəş şuası kosmik sərvətdir və həyatın inkişafında mühüm əhəmiyyət kəsb erdir. Onun ətraf mühitə, o cümlədən su mühitinə təsiri pozitiv dəyişikliklərə səbəb olur. Şərq aləmində dualizmə (məşriq-məğrib, gecə-gündüz, xeyir-şər) həmişə xususi əhəmiyyət verilmiş, bəzi saylar və günlər müqəddəsləşdirilmişdir. Ona görə də nurun töküldüyü, qarışdığı su müqəddəs hesab edilib. Belə su insanı cavanlaşdırır, ona güc, qüvvət, təb gətirir. Fikrimizcə, Qoşabulağın əl-ayaq dəyməyən, əl çatmaz, ün yetməz sıldırım qayalıqda, qoca ağacın altında, bağbağçalı, laləzər çəmənlikdə təsvir edilməsi, suyunun göz yaşına, süd gölünə bənzədilməsi də səbəbsiz deyil; təbiətə, təbii sərvətlərə insanın sonsuz məhəbbətidir. Qoşabulağın köpüklü suyu, abi-həyat suyu kimi mualicə əhəmiyyətli mineral sudur! Bunu persanajların, obrazların, nağıl və dastan danışanların öz dilindən eşidirik. Umumən, suya canlı mühit kimi baxılması təkcə Şərq folklorunda yox, Qərb ölkələrinin şifahi ədəbiyatında da rast gəlinir. Rus xalq nağıllarında “Jivaya voda” (Canlı su) və “Myortvaya voda” (Ölü su) deyilən (Vezirov, 1995) iki növ suyun adı çəkilir. Hər iki su həyat cövhəridir, dirilik rəmzidir. Onları içən cavanlaşır, sağalmaz hesab edilən xəstəlklərdən şəfa tapır, dirçəlir, ölmür. “Məlikməmməd”in nağılında qızıl alma da həyat rəmzidr (Axundov, 2005: 169). Onu yeyən cavan qalır, qocalmır. Sumerlərin (b.e.ə. VI minillik) “Bilqamis” dastanında əsərin qəhrəmanı ölümsüz həyat arzusu ilə yaşayır. Ölümsüzlük qazanmış Utnapiştinin məsləhəti ilə dəryanın dibində bitən (su həyatdır, ona görə də əbədi həyat çiçəyi suyun dibində bitir) çiçəyi dərib ölkəsinə aparmaq istəyir. Ancaq ilan çiçəyi oğurlayır (Mahmudov, 2003). Bilqamıs arzusuna çatmır. Dədə Qorqud ilanın onu təqib etməsinə baxmayaraq, tez-tez qazılmış qəbirlərlə rastlaşması (“Dədə Qorqud” filmi), “Avesta”da Hörmüzdün (Xeyir Allahı) Əhrimənlə (Şər Allahı) – həyatın ölümlə əbədi mübarizəsi ölümün bioloji xassə kimi zəruriliyini, insanın əbədi həyat axtarışı isə tarixən onun davamlı inkişafa meyilliliyini göstərir. “Koroğlu” dastanında da belədir. Qoşabulağın köpüklü suyu qüvvətverici və müalicə əhəmiyyətli olsa da, həmin sudan Alı kişiyə çatmadığı üçün ölür. “Koroğlu” 172 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu dastanında muxtəlif bitki və heyvan növləri, onların həyat tərzi, davranışı təsvir edilmiş, ətraf mühitin qorunması ilə əlaqədar çoxlu pozitiv fikirlər söylənilmişdir. 3.2. Torpaq, İqlim və Kosmos Sərvətləri Folklorda ətraf mühitin cansız faktorlarından olan torpağa münasibət də bildirilir. Məsələn, Aşıq Veysəlin “Qara torpaq” şeirində torpağın maddi və mənəvi əhəmiyyəti sadalanır. “İşgəncə verdikcə mənə gülərdi” deməklə aşıq, torpağa dəyən zərəri qeyd edir. Ancaq əvəzində, torpağın sədaqətli olduğunu, “bir çəyirdək əkdim, dörd bostan verdi, Mənim sadiq yarım qara torpaqdı,” - deyir. O, bununla münbit torpağın əkin üçün yararlı olduğunu, toxumun bu cür torpaqda daha yaxşı cücərdiyini və cücərtinin normal inkişaf etdiyini, nəticədə bol məhsil verdiyini söyləmiş olur. Atalar sözündə: “Torpaq deyir, öldür məni, dirildim səni.” (Abdulla, 2005: 222). Aşıq Veysəldə: Qarnın yardım qazmaynan, belinən Üzün yırtdım dırnağınan, əlinən. Yenə məni qarşıladı gülünən. Mənim sadiq yarım qara torpaqdı (Aslan, 1982: 106). Folklorumuzda təbii sərvətlərə, o cümlədən kosmik sərvətlərə aid tapmacalar çoxdur (Abdulla, 2005: 170; Seyidov, 2004: 27-44). Azərbaycan xalq nağıllarında da kosmik sərvətlərə münasibət bildirilir. Məsələn, “Tapdıq” nağılının tipik obrazlarından olan Gun xanım günəşin prototipidir. Nağılın əsas qəhrəmanı Tapdıq isə günün işığı ilə göydən enib (Axundov, 2005: 39). Burada “gün”, “gün işığı” ifadələri günəş enerjisinin həyat üçün zəruri olduğunu göstərir. Məlumdur ki, canlıların inkişafında işıq əsas amillərdən biridir. Fotosintez prosesi biosferdə maddələr dövranı və enerji çevrilmələri nəticəsində baş verir. Canlı maddənin əmələ gəlməsində də işıq əhəmiyyəli dərəcədə rol oynayır. Aşıq yaradıcılığında iqlim sərvətlərinə münasibət diqqəti cəlb edir: Göyçə qar əlindən zara gəlibdi, Muğan həsrət çəkər, a yağa qar, qar. Bu təcnisdə, həmin dövrdə hava şəraitinin necə olması barədə də məlumat verilir. Yaxud Gəldi yaz ayları, həsrət çəkər xak Deyər: - Neysan gələ a yağa-yağa (Ələsgər, 2004: 101) Aşıq Ələsgər yaratdığı bu dodaqdəymzdə bitkilərin inkişafı üçün torpaqla bərabər, suyun da əhəmiyyətini qeyd edir. O, quraq ərazilərdə yazın gəlişi ilə yağışların yağacağını, torpağın islanacağını, bitkilərin normal inkişafından ötrü optimal şəraitin yaranacağı qənaətinə gəlir. 173 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu 3.3. Meşə Ekosistemi və Biomüxtəliflik Məludur ki, meşə bir ekosistem kimi canlı və cansız təbiətin qarşılıqlı əlaqəsində kompleks təşkil edir. Belə ki, meşənin mühitin atmosfer havasının balanslaşdırılmasında, o cümlədən onun oksigenlə zənginləşdirilməsində, meşə və meşəətrafı iqlimin sağlamlaşdırılmasında, leysan yağışları zamanı su eroziyasının qarşısının alınmasında, həmçinin torpaq qoruyucu xüsusiyyəti, stabil qida zəncirinin yaranması və s. kimi bioekoloji əhəmiyyəti vardır. “Ağacı çox olan kəndi sel aparmaz”, yaxud “ağacı çox olan kənddə xəstəlik olmaz” (Seyidov, 2004: 45-69) kimi atalar sözü meşələrin “planetin ağ ciyərləri” adlandırılmasına səbəb olmuşdur. Bizə görə, Aşıq Veysəl “Meşə” şeirində “Cümlə xəstəliyə sipər” və ya “Selləri udar əmərək” deyəndə bunları nəzərdə tutur: Günəşdən aldığı həzlər Necə havanı təmizlər! Onun sağıyıq bax, bizlər, Meşədəki varlığa bax! Əhalinin təsərrüfat fəaliyyəti meşələrə də mənfi təsirini göstərib; ağacların kütləvi qırılması, nəticədə meşələrin azalması “Ağaclar” şeirində əksini tapıb (Aslan, 1982: 108-109). “Balta dəyib yatağından yad edər” - deyən aşıq ağacdan hazırlanan kamanın, udun və qavalın qırıldıqlarına görə sanki yanıqlı səslə fəryad qopardıqlarını söyləyir. Meşə ekosisteminə antropogen təsirlə bağlı “Kəsildi ağaclar, dağıldı quşlar” və s. kimi atalar sözlərində əhali ətraf təbii mühitə münasibətlini bildirib (Beydili, 2004). Nağıllarımızda təbii sərvətlərin zənginliyi, bioloji müxtəliflik diqqəti cəlb edir: “Əmiraslanın nağılı”nda turac, bəzgək, mayı balığı (şahmayı), xəşəm, qızıl baliq (Tehmasib, 2005: 249) və s., “Vəfalı at” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 58) da xaşxaş, “Simanın nağılı”nda (Tehmasib, 2005: 54) sərçə, “Gülağanın nağılı”nda (Azerbaycan Nağılları, 2004: 180-187) qarğa, göyərçin, ceyran, dovşan, xoruz, qayın, söyüd, sarmaşıq, qızılquş, “Ac qurd”da pələng, şir, canavar, dovşan, tülkü, “Cik-cik xanım” da sərçə, qoyun, at, “Pıspisa xanım və Siçan Solu bəy”də siçan, dozanqurdu (böcək), “Tülkü, Tülkü, tünbəki”də ayı, donuz, tülkü, canavar, ilan, tısbağa kimi bitki və heyvan növləri və s. (Araslı, 1968b) Aşıq Ələsgər qoşmalarının birində “çeşməsindən abi-həyatın car olduğu”, “hər cür çiçəkli, laləzarlı” dağları tərifləyir. Bu, cəbəbsiz deyil və əsası var. Hər cür çiçəyi olan laləzarlı dağ dedikdə, buranın müxtəlif növ çiçəkli bitkilərlə zəngin olduğu bildirilir. Aşığın qıfılbəndlərində adı bizə məlum olmayan bir çox heyvan növləri təsvir edilib (Ələsgər, 2004: 163-185). Dövrünün flora və faunasına aid bitki və heyvan növlərinin adlarını çəkməsi onlar haqqında müəyyən təsəvvür yaradır. Həmin bitkilərin bəziləri çağdaş Azərbaycan təbiətində indi də geniş yaılmışdır. 174 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu “Sarı bülübül” mahnısında “Vətən bağı al-əlvandır, Yox içində Xarı bülübül” ifadəsi el arasında xarıbülbül kimi tanınan Qfqaz qaş səhləb bitkisindən savayı, ərazinin biomüxtəliflik cəhətdən zəngin olduğuna işarə edilir (Namazov, 2004: 101). Qeyd etmək lazımdır ki, bu bitkinin fərqli və daha görkəmli bir növü yalnız Azərbaycanın ermənilər tərəfindən işğal edilmiş Şuşa rayonu ərazizində bitirdi. Digər bölgələrdə həmin növə rast gəlinmir. 3.4. Ovçuluğun Təbiətə Təsiri Folklorda ətraf mühitə ovçuluğun təsirindən geniş danışılır. ”Əsli və Kərəm” dastanında Kərəm ovçunun vurub yaraladığı ceyranın halına acıyır: Zalım o vçu düşmüş, gəlir izinə Al qanı axıtmış iki dizinə, Milçəklər qonubdu qanlı üzünə, Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64). Dastanın qəhrəmanı Kərəm «bu ceyranı kim al-qana bəzədi?» - sualı ilə yaranmış problemin səbəbini axtarır. O, bu xoşagəlməz halı törədənin insan olduğu qərarına gəlir: «İnsan əcəb zalım oldu qazılar, sinəsində yaraları sızıldar… Bu dağda bir ceyran ağlar, inildər!» Burada antropogen faktor kimi insanın ətraf mühitə, təbii sərvətlərə təsiri qabarıq verilmişdir. Diqqəti cəlb edən məsələlərdən biri ovçunun əlinə keçməsin deyə Kərəmin ovu (ceyranı) xəbərdar etməsidir. Sürə-sürə ovu dağdan endirən, Qaç, quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib-Axundov, 2005: 64). Şerdən aydın olur ki, ceyranın yanında balası vardır. Çoxlu ox yarası vardı canında, Bir cüt balaları ağlar yanında, Kərəm deyər: anası yox yanında, Bu dağda bir ceyran ağlar, inildər (Tehmasib-Axundov, 2005: 65). Balalı heyvanın öldürülməsi həmişə pislənmiş və yasaq edilmişdir. Ana fərdlə bərabər körpə balaların öldürülməsi daha pis nəticə verir: Növün sayının azalmasına və ya nəslinin kəsilməsinə gətirib çıxarır. Dirili Qurbaninin (XV-XVI əsrlər) yaradıcılığında ovçuluğun ətraf mühitə təsirinə aid nümunələr də diqqətəlayiqdir (Yusif Dirili, 2006). Naşı ovçu bərə bəklər, əylənər, Marallar sayrışar yollara doğru. Heyvanların qaydasız ovlanmsı bu gün də aktuallığını itirməyən ekoloji problemlərdən biridir. "Tülək tərlan olub, sar ov çalanda" deməklə, Qurbani ovçuluğu bir faktor kimi qabartmağa çalışıb. Qeyd etmək lazımdır ki, ovçuluq insan meydana gəldiyi ilk vaxtlardan onun həyatında əsaslı rol oynamış, əhalinin qidasını, geyimini və s. təşkil etmişdir. Nəticədə heyvanların mütamadi və qaydasız şəkildə 175 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu ovlanması onların sayca azalmasına, bəzi növlərin isə nəslinin kəsilməsinə gətirib çıxarmışdır. Məsələn, Azərbaycan faunasından XIXII yüzilliklərdə şir və qulan, XVII əsrdə hepard, XX əsrin I yarısında isə pələng ovlanma nəticəsində yox olmuşdur (Mustafayev, 1993: 29). Heç bir qanun-qaydaya əməl etmədən heyvanların amansız şəkildə ovlanması el arasında yaxşı qarşılanmır. Bayatlarımızda yasaq xarakterli nümunələrin bir çoxu bu səbəbdən yaranıb (Hesenov, 1994: 229; İsmayılov-Orucov, 2005: 162). Biz buna Kərkük bayatılarında da rast gəlirik (Aslan, 1982: 181, 185; Paşayev, 1993: Paşayev, 1993: 237, 286). Onlardan ikisinə baxaq: Gözəl ov; Gözəl ovçu, gözəl ov. Ovda qulunc olmuşam, Gəl, quluncum gözəl ov. Ovçuçuluqdan, Xoşlannam ovçuluqdan. Nə ovçi bağdan bilir, Nə bağban ovçuluqdan. Birinci bayatıda dolanışıq məqsədilə fəaliyyət göstərən ovçuluq peşəsinin heç də asan sənət növü olmadığı bildirilirsə, iknci bayatıda artıq həyat tərzinə çevrilmiş ovçuluq sənəti yüksək qiymətləndirilir, ovçudan peşəkarlıq tələb olunur. Məlumdur ki, ovçuluqda məqsəd yalnız heyvanları iqtisadi səmərə baxımından ovlamaq deyildir. Ovçuluq, həm də istirahət-əyləncə və seçmə xarakteri daşıyır. Hər bir halda ovçuluq və heyvanların ovlanması konkret qanun və qərarlar əsasında həyata keçirilməlidir. Şübhəsiz, dövlətin ovçuluq qaydalarını - ov vaxtını və ovlama şəraitini tənzimləyən qanunçuluq prinsipləri vardır. Ovçu peşəkar olmayanda, işini bilməyəndə o, mövcud qaydaları pozmuş olur. Nəticədə təbiətə ziyan dəyir. Tədqiqatlarımız göstərir ki, bayatılarda ovçuluğun təbiətə təsiri daha güclü verilib: Ovçular duran yerdə, Yay-oxun quran yerdə. Görüm əlin qurusun, Mənə ox vuran yerdə (Abdulla, 2004: 228) Və yaxud Ovçuya kaman gərək, Ovundan uman gərək. Ana, bala bilməyən, Ovçudan aman gərək (Veliyev, 1985: 162) Sarı Aşığın (XVII əsr ) bir bayatısında oxuyuruq: Mən Aşıq düzə ceyran, Meh vurar üzə, ceyran. Qorxmur namərd ovçudan, Çıxıbdı düzə ceyran (Qehreman, 2011) 176 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Bu bayatıda ovçunun namərd kimi verilməsi göstərir ki, ceyranların azalmasında onun təsiri böyük olub. Müasir dövrdə ceyranların qorunub artırılması üçün dövlət qoruqlarının yaradılması da bununla bağlıdır. Bayatıda ceyranın düzənlik ərazidə yaşayan heyvan olduğu da bildirilir. “Əsli və Kərəm” dastanında “Gözəl çəmənlikdə ceyran sürüsü, Sürüdən ayrılmış onun birisi” kimi ifadələrdə də ceyranın çəmənlik-düzənlk heyvanı olduğu göstərilir. Dastanda ceyranın dağda yaşaması fikrinə də rast gəlirik. Kərəm kimi öz yurdunu arzular, Bu dağda bir ceyran ağlar, iniildər! (Tehmasib, 2005c: 65) Yaxud; Sürə-sürə ovçu dağdan endirən, Qaç quzulu ceyran, yad ovçu gəldi (Tehmasib, 2005c: 64) Bəzi mərasim nəğmələrində də (“Dağlarda ceyran, Bu qıza qurban”), “Dumandı dağlar” adlı Kərkük xalq mahnısında da bunu görürük: Gəzmə bu dağları, ceyran səni avlarlar Nənədən, babdan, yardan ayrı qoyarlar (Paşayev, 1987: 272) Əlbəttə, qeyd etdiyimiz kimi ceyran düzənlikdə yaşamağa uyğunlaşmış heyvan olduğu üçün onun dağlıq ərazidə yayılması fikri elmi cəhətdən qüsurludur. Zənnimizcə, bu, dastan və mahnı yaradıcısının bilməməzliyi üzündən ortaya çıxıb. Qaracaoğlanın (XVII əsr) şeirlərində də ceyranın yayıldıqları əraziyə ikili münasibət var. O: Sənsən dağların ceyranı, Olum gözlərin qurbanı (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 253). dediyi halda, digər tərəfdən: “Körpə ceyran çəmən gəzər, çöl gəzər (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 106).” fikrini irəli sürür. Bizə görə, əvvəlki deyim məcazi xarakter daşıyır. “Körpə ceyranın çəmən-çöl gəzməsi” ifadəsi isə taksonun doğulduğu düzənlk ərazidən həm də, yaşayış vasitəsi kimi istifadə etdiyini göstərir. Ceyran düzənlik heyvanıdır. Burada qidalanır, nəsl verir. Onun yeganə özünümüdafiə vasitəsi sürətlə qaçmasıdır. Ona görə də sürü təhlükəni dərhal hiss etməli və ləngimədən uzaqlaşmalıdır. Bunu edə bilməsələr, sıradan çıxarlar. Bu, isə yalnız düzənlik ərazidə mümkündür. Fikrimizcə ceyranın düzənlik-çöl heyvanı olması aşağıdakı xoyratda daha yaxşı ifadə olunub: Ceyranam çöl dəlisi Sonayam göl dəlisi… Qınamayn qardaşlar, Olmuşam gül dəlisi. (Paşayev, 1987: 52) Burada ceyranın düzənlikdə, ördəyin isə su hövzəsi ərazisində yaşadığı, başqa sözlə, su quşu olduğu bildirilir. El şairi Qaracaoğlan, heyvanın davranış xüsusiyyətlərinin bəzi məqamlarını aşağıdakı misrada açıqlayıb. O, burada ceyranın təhlükəyə 177 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu həssaslığını dürüst təsvir etmiş, ovçu və ov münasibətlərini qabarıq verə bilmişdir: Ceyran kimi yad ovçunu sezərsən... (Ömeroğlu-Namazov, 2006: 244). Azərbaycan-Türk mifologiyasında özünə geniş yer tapan ovçuluq mifləri ovçuluğun ətraf mühitə təsrini əks etdirir (Acalov, 1988). Onlardan birində (№ 126) deyilir ki, Ovçu Pirim balalı heyvanı vurur. Ov deyip ki, bəs mənim balam var, niyə vurdun məni? Ovçu Pirimin qolu quruyur. Əlini tərpədə bilmir. Allaha yalvarıb bağışlanmasını istəyir. Ov deyir ki, səni bağışladım, bir də belə günah işlətmə. Ovçunun qolu sağalır. ”Ta o vaxtdan balalı heyvanı vurmur.” Məhərrəm adlı başqa bir ovçu isə (№ 127) meşədə ayı ılə qarşılaşır, lakin vurmur. Ayı bu yaxşılığın əvəzində onun əl-ayağını yalayır və mağarasının yanındakı bir ağacın yanına gətirir. İşarə edir ki, göstərdiyi yerdən ağacı kəssın. Ordan çoxlu bal çıxır. Kənd camaatı bir müddət həmin ağacdan bal daşıyır. Ancaq bir gün yenidən ova çıxan Məhərrəm çəmənlikdə ceyran sürüsünə rast gəlir. Dəstə başçısını neçə dəfə nişan alırsa gözlərinə qəribə mənzərə görünür; ceyranın altında bir qarı oturub onu sağır. Dözə bilmir. ”Axırda gözlərini yumub atəş açır, dəstənin başında gedən ceyranı vurur. Bu zaman onun qulağına bir səs gəlir: ”Əllərin qurusun, Məhərrəm!” Ovçu çox bikef evə gəlir. Bir neçə gündən sonra həqiqətən ovçunun əllərinin ikisi də quruyur. Məhərrəm bir də əlinə silah almağa həsrət qalır, əzab-əziyyətlə ölür.” Aşıq ədəbiyyatında da ovçuluq barədə fikirlər az deyildir. Məsələn, qoşmalarının birində Xəstə Qasım (XVII - XVIII əsr) “Ovçu olan bəslər alıcı quşu,” deməklə, ovçuların ov zamanı öyrədilmiş yırtıcı quşlardan istifadə etdiklərini bildirir (Axundov, 2004: 174): Ovçular şahinli, köhlən atları Elləri gördüm də bulandım bu gün Yaxın yüzilliklərə qədər, belə quşlardan, məsələn, şahindən geniş istifadə olunmuşdur. ”Kəkliklər” şeirində fərə (dişi) kəklikliyin daş başında “səs elədiyini”, qaqqıldaşıb bir-biri ilə bəhsə girdiklərini, ovlağının (yaşayış sahəsinin) “qayalar başı” olduğunu, “əllərinin qızıl qana” batdığını göstərir. Kəklik dağlıq, qayalıq ərazidə yaşayan, burada yuvalayıb çoxalan quşdur. Çoxalma dövründə dişi fərd bir çox quşlar kimi erkəyin diqətini cəlb etmək üçün ucadan “oxuyur”. Daha yaxşı eşidilmək üçün iri daşın üstünə qonur ki, ətrafdakı erkək kəkliklərin hər biri onu eşidə bilsin. Əllərin qızıl qana batması, şifahi xalq ədəbiyyatında “ayaqları xınalı kəklik” kimi də ifadə edilir. Xəstə Qasımın bu bənzətməsi kəkliyin arxa ətraflarının pəncə lüləsi və barmaqlarının açıq-qırmızı rəngdə olması ilə əlaqədardır. O, kəkliklərin təhlükə hiss edən kimi uçub oradan uzaqlaşdıgını, bununla da müdafiə instinktinə malik olduqlarını bidirir: Heç bilmirəm ovçusunmu görübdü, 178 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Üz tutdular biyabana, kəkliklər (Axundov, 2004: 174): Aşıq Ələsgərin (XIX-XX əsr) çoxcəhətli yaradıcılığında ov heyvanları və ovçuluqla bağlı fikirlər çoxdur. İki nümunəyə baxaq: Kamil ovçu yəqin görüb maralı, Gedir bərəsinə ay sinə-sinə. vəya Səyyad isən, tor qurubsan, Dağı gözlə, gözlə sən! (Ələsgər, 2004). Xalq mahnılarında da ovçuluğa münasibət vardır. “Yaralı durnam” mahnısında biz bunu görürük (Namazov, 2004). Sən haralısan, haralı durnam Ovçu əlindən yaralı durnam, Yaralı, yaralı, yaralı durnam. 4. Ətraf Mühitin Qorunması Azərbaycan folklorunda ətraf mühitə münasibətlə bərabər, onun qorunması qayğısına qalmaq kimi vacib məsələyə də diqqət yetirilir. Bu baxımdan mifoloji inamlarda ətraf mühitin qorunması diqqəti cəlb edir. Onlardan bəzilərinə müraciət edək (Acalov, 1988: 76-156). № 119. Narbənd ağacını kəsmək günahdı. Bir oğlan deyib ki, əşşi, ağacdı də, kəsəndə nolar ki? Gedib kəsib. Kəsilən yerdən qan axıb. Elə həmin gün oğlan dəli olub. № 120. Ardıc ağacını kəsməzlər. Kim onu kəssə, günaha batar. Bir arvad ardıcın bir budağını kəsib təndirə atır. Axşama yaxın arvadın uşağı dığırlanıb təndirə düşür, yanır. № 269. Hansı evdə ilan var o evdə xeyir-bərəkət olar. Ona deyirlər ev ilanı. Ev ilanını öldürməzlər. Öldürəndə evdən xata-bala əskik olmaz. Bizim kənddə biri öldürmüşdü. Başına neçə iş gəldi. № 274. Bir heyvan itəndə qurdun ağzın bağlayarlar ki, ona dəyməsin. Amma heyvan tapılanda gərək qurd ağzını açasan.Yoxsa günahdı, qurd ac qalar. № 276. Ağacın, otun, çiçəyin, hər şeyin murazı var. Onları yaşıl vaxtı qırmaq olmaz. Bu vaxt onlar muraz üstə olurlar. Qıranda murazı gözündə qalar, adama qarğıyar. № 417. Danaqıran gülünü qirmazlar, ölüm-itimi var. № 421. Çinar ağacını nə kəsmək, nə də yandırmaq olmaz. Ona görə ki, günahdı, adam zərər çəkə bilər. № 425. Suya tüpürmək, murdarlamaq olmaz. Günahdı. № 431. İlanı öldürmək olmaz. Çünki onlar yeddi qardaş olurlar. Qalanları harda olsa həmin adamı tapıb cəzalandırarlar. Məlimdur ki, cəmiyyətə dinin təsiri çox güclüdür. Bu baxımdan folklorun, o cümlədən el adətlərinin və dinin ətraf mühitin qorunmasında müstəsna əhəmiyyəti olmuşdur. Ətraf mühitin mühafizəsi ilə bağlı rəsmi dövlət qanunlarının mövcud olmadığı 179 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu dövrlərdə canlı və cansız təbiət nümunələrinin müqəddəsləşdirilməsi onların qorunmasında əsas vasitələrdən birinə çevrilmişdir. İslam dininin banisi Məhəmməd Peyğəmbərin bu kəlamı1500 ilə yaxındır ki, təbiətin qorunasına xidmət edir: "Allahın yüz cür rəhmi var. Onlardan birini insana verib ki, o, heyvanata və yer üzərində hərəkət edən nə varsa, hamısına mehribanlıq göstərsin." (Mahmudov, 2002). Şifahi xalq yaradıcılığı nümunələrində müxtəlif bitki və heyvan növlərinin qorunduğu ərazilər barədə də danışılır. Belə ki, dastan və nağıllarda qoruqlar haqqında məlumatlar vardır. ”Koroğlu“ dastanında deyilir: “Kürdoğlu yol gəlib yorulmuşdu. Düşdü, atını qoruğa buraxdı, özü də dirsəkləndi. Dəlilərdən bir neçəsi - Eyvaz, Dəmirçioğlu, İsabalı at belində məşq edirdilər. Qoruqda bir adam gördülər. Eyvaz atını səyirdib Kürdoğlunun yanınıa gəldi, dedi: - Ay adam, kimsən? Nə hünərnən atını bu qoruğa buraxmısan (Tehmasib, 2005b: 309)? Haqqında danışılan qoruğun adı Yağı qoruğudur. Koroğlu və onun dəlilərinə məxsus olan bu qoruğa Yazı qoruğu da deyirlər. Yazı “çöl-çəmən” mənasındadır. Müxtəlif bitki növləri ilə zəngin ərazidir. Yağı qoruğu - düşməndən, yəni kənar təsirlərdən qorunmaq mənasındadır. ”Koroğlu” eposu feodalizm dövrünün (XVIXVII əsr) məhsuludur. O dövrdə feodalların çoxu belə qoruqlara malik idilər. Qoruqdan başqasının - kənar şəxslərin istifadəsinə yasaq qoyulur, feodal isə qoruqdan istirahət məqsədilə (ov, gəzinti və s.) istifadə edirdi (Mustafayev, 2003: 73-81). “Dədə Qorqud" dastanında da Təkür qoruğundan danışılır (Hacıyevin, 2004: 284-292). Qoruqda müxtəlif heyvan və bitki növlərinin olduğu bildirilir. Oğuz bəylərinin qoruğa yad münasibəti, yurdlarının düşmənlər tərəfindən işğalı ilə nəticələnir. Tanrı təbiətə ögey münasibətə (təbii sərvətləri amansız şəkildə dağıtdıqlarına) görə onları cəzalandırır. Bunu dastanın “Bəkl oğlu İmran” boyunda da görürük (Hacıyevin, 2004: 275-283). 5. İnsan Ekologiyası Şərq xalqlarının ağız ədəbiyyatında, o cümlədən Azərbaycan və Türkiyə Türkcəsində geniş yayılmış lətifələr çağdaş ətraf mühit problemlərindən biri olan insan ekologiyasının öyrənilməsi baxımından diqqəti cəlb edir. Molla Nəsrəddin və Bəhlul Danəndənin lətifələri, eləcə də digər lətifələr bu cəhətdən səciyyəvidir (Namazov, 2004: 191-200; Tehmasib, 2004; Özçelik, 2005). Uşaqlara yaxşı tanış olan “Cik-cik”, “Cırtdan”, Quş dili bilən İsgəndər (Zeynallı, 2005), “Pıspısa xanım və Siçan Solu bəy”, “Ac qurd”, “Hiyləgər keçi”, “Loğmanla şəyirdi”, “Bostancı və Şah Abbas”, “Isgəndərin qaranlıq dünyaya getməsi” və s. nağıllarda çoxlu ekoloji fikirlər vardır. “Tülkü, Tülkü, tünbəki” nağılında (Araslı, 1968b: 54) müxtəlif heyvanların davranışı və biologiyası öz əksini tapıb. Bu nağılların hər birində insan ekologiyası ilə bağlı maraqlı fikirlərə rast gəlirik. Yaltaqlıq, 180 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu namərdlik, pintilik, əliəyrilik kimi pis, igidlik, düzlük, sözübütövlülük və s. kimi yaxşı əməllər nağıllarda geniş təbliğ olunur. Aşıq yaradıcılığında da mənəvi dəyərlərə - insan ekologiyasına münasibət xüsusi yer tutur. Qurbaninin qıfılbəndlərinin birində oxuyuruq: Səkkiz şey gəlibdi insana ənam, Ağıl, mərifət, həvəs, kamal, dördü nə? (Kazımov, 2006) Türk xalqlarının, o sıradan Azərbaycan xalqının mifolojifəlsəfi baxışlarının, sonralar isə dini görüşlərinin üzə çıxmasında, bədii təfəkkür və estetik duyumunun artmasında, eləcə də təbiətə pozitiv münasibətin dərinləşməsində şamançılıq böyük rol oynamışdır. Təsadüfi deyildir ki, Qam-Şaman görüşünün kökündə insan və təbiət dururdu. Bu görüşlər çevrəni dərk etmək, ona təsir etmək, təbiətlə qarşılaşmasından irəli gələn mürəkkəb durumdan yaranmışdır (Seyidov, 1994). Şaman söyləmələrinə görə, ən çətin vəziyyətdən çıxmağı bacaran şamanlar, başqalarını da çətinliklərdən qurtarır, ağır xəstəliklərdən xilas edir. Onlar buna müxtəlif heyvanların cildinə girmiş ruhlar şəklində nail olurmuşlar. Ümumiyyətlə, şamançılıq tədbirləri təbiətə inamla sıx bağlı idi (Gözelov-Mehmedov, 1993). Şübhəsiz ki, ətraf mühitin qorunmasında el adətlərinin də misilsiz əhəmiyyəti olub. İnanclar el adətlərində əsas yerlərdən birini tutur. Məsələn, ”ev itini vurmaq və ya öldürmək qəddarlıq hesab edilir.” İnama görə ”qoyunu, qaramalı vurmaq günah sayılır. Sağmal heyvanı yükləmək, minmək də qəbahətdir” At isə insanın sədaqətli dostu, köməkçisi hesab olunur. Təzə cücərtini, körpə ağac və ya kolu zədələmək, ana bətnindəki körpəni tələf etmək günah sayılır (Nebiyev, 1989: 157-168). Bitki və heyvanlarin çoxalma dövründə onlara toxunmağın yasaq edilməsi növün qorunub saxlanılmasinda pozitiv təsir göstərib. Bu məsələdə insanın mənəvi-ekoloji tərbiyəsi əhəmiyyət daşıyıb. Ona görə də qocalara, ata-anaya hörmət, uşağa qayğı, dostluğa, ailəyə sədaqət yaxşı, yalançılıq, ikiüzlülük, xəbislik isə pis əməl sayılıb. Fikrimizcə, əhalinin ətraf mühitə münasibətlərinin düzgün formalaşmasında onun mənəvi keyfiyyətləri əsas faktorlardan biri olub ki, sonralar biz bunu insan ekologiyası adlandırmışıq. Məlimdur ki, yalançılıq, yalan söyləmək hər zaman pislənmiş, qüsurlu əlamət kimi lənətlənmişdir. Lakin bəzən nağıl və dastan qəhrəmanları fayda gətirə biləcək məsələlərin həllinə kömək məqsədilə yalan danışmağa məcbur olurlar. Məsələn, “Əsli və Kərəm” dastanında yaralı ceyranı xilas etmək üçün Kərəm ovçulara yalan danışır. “Yaralı ceyran nə qədər elədisə, balalarını çəkib bir yana gedə bilmədi. Özü də balalarından ayrılmaq istəmirdi. Kərəm əhvalı belə görəndə ovçuların qabağına getdi. Ovçular ondan soruşdu: -Buralarda bir yaralı ceyran görmədinizmi? Kərəm başqa uçurum dərə göstərib dedi: 181 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu - Ceyran qaçıb o dərəyə getdi. Ovçular dərəyə tərəf yönəldilər. Kərəm gəlib ceyranın yaralarını bağladı, aparıb yaxınlıqdakı mağaraya qoydu.” (Tehmasib, 2005c: 65). Göründüyü kimi, yaralanmış ceyranın və balalarının ovçu əlinə düşüb tələf olmamasından ötrü Kərəm izi azdırır. Ceyrana və balalarına qayğı göstərir; yaralarını sarıyır, ələ keçməsin deyə aparıb mağaraya qoyur. Kərəmin yaxşılığı əvəzsiz qalmır. Təbiət özü onu mükafatlandırır: Qarlı aşırımlardan, boranlı-tufanlı gədiklərdən salamat qurtarır. Dastanda istəklisi Əslini axtararkən məlumat almaq üçün təbii sərvətlərə üz tutur - meşədən, çaydan, dağdan, qayadan, ceyrandan onu soruşur. Onlar Əslinin getdiyi istiqaməti nişan verirlər. Yaxşı və qayğıkeş insan olduğuna görə köməklərini əsirgəmirlər… Ceyrana bu cür qayğıkeş münasibət ekoloji mədəniyyət baxımından diqqəti cəlb edir. Onun bu şəkildə verilməsi əhalidə, xüsusilə gənclərdə ekoloji şüurun formalaşmasında, onların ekoloji tərbiyəsində böyük rol oynamış, insanı təbiətə, ətraf mühitə qarşı zərərli təsirlərdən çəkindirmişdir. “Leyli və Məcnun” dastanında da heyvanlara məhəbbət, doğmalıq hissi geniş şəkildə öz əksini tapıb (Tehmasib, 2005c: 255-293). Məcnun səhralarda gününü vəhşi heyvanlarla keçirir; bir yerdə yaşayır, heyvanları özünə sədaqətli dost bilir. Vəfat etdikdə heyvanlar onun qəbrinin üstünə gəlib göz yaşı tökürlər. Bütün bunlar göstərir ki, orta əsrlərdə insanın təbiətə sevgisi az olmayıb. İnsanın ekologiyası ilə əlaqədar “Kiçikdən xəta, böyükdən əta”, “Allah tənbəli sevməz”, “Kişinin sözü bir olar”, “Yalançının evi yandı, heç kim inanmadı”, “İlanın quyruğun basmasan səni sancmaz”, “Nə əkərsən, onu biçərsən” və s. kimi atalar sözlərində insanın mənəvi-əxlaqi keyfiyyətlərinin yüksəldilməsi və ətraf təbii mühitə münasibət bildirib (Beydili, 20049. Aşıq yaradıcılığında, xüsusilə ustadnamələrdə insanın ekologiyasına aid çoxlu fikirlər vardır (Axundov, 2005b; Tehmasib, 2005b; Tehmasib, 2005c). Bu baxımdan Aşıq Abbas Tufarqanlının “Olmaz” adlı qoşması ibrətamizdir: Özündən böyüyün saxla yolunu, Düşən yerdə soruş ərzi-halını, Əmanat, əmanat qonşu malını, Qonşu yox istəyən özü var olmaz (Axundov, 2004: 107) 6. Həyatın Yaranması Şifahi xalq ədəbiyyatında yer üzərində həyatın gəlməsi, canlıların vahid mənşədən başlanğıc götürməisi kimi məlumatlara da rast gəlirik. Məsələn, həyatın əmələ gəlməsi mifoloji mətnlərdə geniş şəkildə öz əksini tapıb (Acalov, 1988: 35). № 1. Lap qabaqlar Allahdan başqa heç kim yox imiş. Yer üzü də başdan-ayağa su imiş. Allah bu suyu lil eləyir. Sonra bu lili qurudub 182 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu torpaq eləyir. Sonra torpaqdan bitkiləri cücərdir. Ondan sonra da torpaqdan palçıq qayırıb insanları yaradır, onlara ruh verir. № 4. Əzəldən yer üzündə heç nə yox idi. Elə vaxt öz-özünə gəlib keçirmiş. Sonra heyvanlar, cücülər, otlar, ağaclar yarandı. Lap axırda Allah adamları yaratdı. Bunlar yer üzündə o qədər artıb törədilər ki, dünya bunlara darlıq elədi, insanlar başladı bir-birinə pislik, paxıllıq eləməyə. Bunu görəndə Göy acıqlanıb yerdən aralandı. O vaxtdan da bərəkət azalıb, çörək daşdan çıxır. Biz burada yalnız təkamül üzrə həyatın əmələ gəlməsini deyil, demoqrafik partlayışın nəticəsini görürük. Əhali artımı, getdikcə “dünyanın darlıq eləməsi” sosial-iqtisadi problemlərlə bərabər, insanların mənəviyyatına da neqativ təsir göstərir. Türk mifologiyasında da (Şükürov, 1997) Yunan mifologiyasında da (Şükürov, 1999) həyatın yaranışı eyni sistem üzrə baş verir: Əvvəl su, sonra torpaq, daha sonra isə tədricən, təkamül əsasında canlı orqanizmlərin meydana gəlməsi və inkişafı. Müxtəlif xalqların mifoloji dünyagrüşünü tədqiq edən professor A.Şükürova görə dünyanın yaradılmasında müəyyən qayda və ardıcıllıq var: Xaosdan yer və göy, daha sonra günəş, ay, ulduzlar, zaman, bitki, heyvanat, insan, ev, əşyalar və s. yaranır (Şükürov, 1997: 112). Çağdaş dünya elminin gəldiyi nəticəyə görə həyat suda əmələ gəlmiş, formalaşmış və inkişaf etmişdir. Dirili Qurbani şeirlərinin birində yer üzərində həyatın suda əmələ gəlmsi fikrini belə ifadə edir: Haqq-təala könlündə fikir eylədi, Əzəl başdan bu dünyanı yaratdı Öz adı bir ikən həzar eylədi, Çəkdi sudan öz eyvanın yaratdı (Kazımov, 2006: 93). Akademik Oparinin fərziyyəsinə görə həyat abiogen yolla, yəni cansızlardan təkamüllə yaranıb və üç mərhələ keçib. Bütün mərhələlərdə dörd həyat amili: su, torpaq, hava və işıq (istilik) başlıca rol oynayıb. "Dördünə" adlı qıfılbəndində Qurbani dörd deyil, səkkiz amilin canlı orqanizmlərin mövcudluğundakı rolunu qeyd edir: Səkkiz şeydi bu dünyanı tutubdu, Abu, ataş, xaki, baddı, dördü nə (Kazımov, 2006: 103). Fikrimizcə, qalan dörd amil biosferi təşkil edən canlılar qrupudur - bakteriyalar, göbələklər, bitkilər və heyvanlardır. Yunis İmrənin (XIII-XIV) “Bilir” şeirində: Adəmin torpağını Dörd fəriştə götürdü, Suyunu nədən qatdı?Yapıb yoğuran bilir. – deyir (Aslan, 1982: 29). Şeirdə “dörd fəriştə” həyatın əsasını təşkil edən ilkin dörd elmentdir; oksigen, hidrogen, karbon və azotdur. Burada “suyunu nədən qatdı?”- deməklə, Y.İmrə suda yaranan ilk həyat formalarını, 183 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu müasir elmi baxımdan koaservatları nəzərdə tuturdu. Folklorda insanla digər canlıların, məsələn, xüsusilə balıq, quş və və məməli heyvanlarla eyni mənşəli olmasına cəhd edən fikirlər olmuşdur. Nağıllarımızda bədənin yarıdan yuxarı insan, yarıdan aşağı heyvan kimi təsvir olunması heyvanla insanın qohumluq əlaqələrini əks etdirən fikirlərin təsdiqi kmi maraq doğurur. Kentavr (bədəni at, başı insan), su pərisi (bədəni balıq, başı insan) qədim insanın öz mənşəyinə baxışıdır. O, eyni zamanda bununla heyvanlara səmimi münasibətini ifadə edirdi. Belə varlıqlar müqəddəs sayılır, onu tutmaq, incitmək, öldürmək yasaq olunurdu. “Məlik Cümşüd” nağılında Məleykə Əfruz xanımın kənizi kimi təqdim olunan Mürgü Xəndanın bədəninin yarısı insan, yarısı heyvandır. “Bir gün Məlik Cümşüd işləyib yoruldu. Bir ağacın dibinə uzanıb yatdı. Yuxuda gördü ki, ağacın başına bir quş qonub, başdan gözəl bir qız, bədəndən quşdur. Qanadların çalıb elə oxuyur ki, gəl görəsən. İstədi quşu tutsun, quş dilə gəlib dedi: -Məlik Cümşüd, məni belə tuta bilməzsən...” (Azerbaycan Nağılları, 2004: 96-97). Nağıl, əfsanə və rəvayətlərdə balıq və quş obrazları qız, iri dırnaqlı heyvan isə zəhimli kişi görkəmində təsvir edilir. Fikrimizcə, bu həmin heyvanların daha çox ovlanmaya məruz qalmaları, özünü müdafiə qabiliyyətlərinin zəifliyi ilə əlaqədar olmuşdur. Belə heyvanları kənar təsirlərdən, kütləvi məhvolmalardan mühafizə məqsədilə başın incə və gözəl qız şəklində təsviri əsas götürülmüşdür. Digər tərəfdən, nəslin artırılmasında da bu mühüm şərt idi. Göründüyü kimi təbiətin qorunması xüsusi qaydaların və tədbirlərin həyata keçirilmədiyi ən qədim dövrlərdən başlayaraq çağdaş dövrümüzədək xalq qınaqları, təbii sərvətlərin müqəddəsləşdirilməsi yolu ilə mümkün olmuşdur. Folklorun müxtəlif janrları üzrə apardığımız araşdırmalar zamanı biz bunu müəyyən etdik. Tövsiyə Ətraf mühitin daha da yaxşı öyrənilməsi və qorunması işində: - Şifahi xalq yaradıcılığında bioloji müxtəlifliyi əks etdirən bitki və heyvan növlərinin öyrənilməsi və onlardan Azərbaycan və Türkiyə Respublikalarının bitki və heyvan adlarının milliləşdirilməsində istifadə edilməsi; - Folklor nümunələrinin ekoloji aspektdən tədqiqi və tədris-tərbiyə vəsaitlərinə daxil edilməsi; - Qədim və orta əsrlərdə Azərbaycan və Türkiyə ərazsində mövcud olmuş, hazırda nəsli kəsilmiş növlərin yayılma yerləri, həyat tərzi, ekoloji mövqeyi, davranışı və s. xüsusiyyətlərinin öyrənilməsi elmi bxımdan faydalı ola bilər. 184 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Kaynaklar Abdulla B., Azərbaycan Folkloru, Bakı, Şərq-Qərb, 2005. Abdulla B., Babazadə Q., Məmmədli E., Azərbaycan Bayatıları, Bakı: XXI - Yeni Nəşrlər Evi, 2004. Acaloğlu A., Bəydili C., Əsatirlər, Əfsanələr və Rəvayətlər, Bakı: Şərq-Qərb, 2005. Acalov A., Azərbaycan Mifoloji Mətnləri, Bakı: Elm, 1988. Axundov Ə., Abbaslı İ, İsmayılov H., Azərbaycan Aşıq Şeirindən Seçmələr, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2004. Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, III c., Bakı: Lider, 2005b. Axundov Ə., Azərbaycan Nağılları, IV c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005. Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, I c., Bakı: Azərb.SSR Elm. Akademiyası, 1968. Araslı H., Azərbaycan Folkloru Antologiyası, II c., Bakı: Azərb.SSR Elm. Akademiyası, 1968b. Aslan M., Aşıq Veysəl, Yunis İmrə. İki zirvə. Şeirlər, Bakı: Yazıçı, 1982. Azərbaycan Xalq Əfsanələri, Bakı: Yazıçı, 1985. Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Beytul-Əhzan, 2004. Bəydili C., Atalar Sözü, Bakı: Öndər, 2004. Əlizadə S., Oğuznamə , Bakı, Yazıçı, 1987. Əlsgər İ., Aşıq Ələsgər, Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2004. Gözəlov F., Məmmədov C., Şaman Əfsanələri və Söyləmələri, Bakı: Yazıçı, 1993. Hacıyevin, T., Kitabi-Dədə Qorqud. Əsil və Sadələşdirilmiş Mətinlər, Bakı: Öndər, 2004. Həsənov X., Təbıət Ülviyyəti-Cöz Sərraflığı, Bakı: Gənclik, 1994. Ilkin İ. Seçmə Aşıq Şeirləri, I c. Dünya Gənc Türk Yazarlar Birliyinin Yayını, Bakı: Nurlan, 2011. İsmayılov H., Orucov T., Azərbaycan Xalq Ədəbiyyatından seçmələr: Qaravəllilər, Oyunlar və Xalq Tamaşaları, Bakı: ŞərqQərb,2005. Kazımov Q., Qurbani. Əsərləri, Bakı: Şərq-Qərb, 2006. Qəhrəman İ., Sarı Aşıq: Gül Dəftəri, Bakı: Adiloğlu, 2011. Mahmudov Y.M., "İslam Dinində Ətraf Mühitə Münasibətin Bəzi Məsələləri", Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası Fəlsəfə Kafedrasının Təşkil Etdiyi Aspirant və Dissertantların ElmiPraktik Konfransının Materialları. Bakı: Borçalı, 2002, s. 104105. Mahmudov Y.M. "Bilqamıs Dastanında Təbiət-İnsan Münasibətləri", Kəlam Jurnalı, 2003, №9, s. 29-32 Mahmudov Y.M., "Orxon-Yenisey Abidələrində Ekoloji Fikirlər", Biologiyada İnkişaf və Müasirlik Mövzusunda Respublika Elmi Konfransının Materialları (28-29 aprel), Bakı, BDU, 2004. 185 Azərbaycan Folklorunda Təbiət və Ətraf Mühitin Qorunmasi Məsələləri / Mahmudov Yusif Məhəmməd Oğlu Mahmudov Y.M. "Qədim Sənət Nümunələrində Zooloji Obyektlərə Münasibət", Azərbaycan Zooloqlar Cəmiyyətinin Əsərləri. I c., Bakı: Elm, 2008, s.736-730. Mustafayev Q. T., Dirili (Mahmudov) Y., "Kitabi-Dədə Qorqud Eposunda Ətraf Mühitə Münasibət" // Bakı Universitetinin Xəbərləri (Təbiət Elmləri Seriyası), Bakı: Bakı Universiteti, 2003, №1, s. 73-81. Mustafayev, Q. T., Ekologiyadan konspekt, Bakı: Şərq-Qərb, 1993. Mustafayev, Q.T. - Məmmədov A.T., Ataların Sözü-Xalqın Gözü, Bakı: Təknur, 2008. Namazov Q., El Çələngi, Bakı: Şərq-Qərb, 2004. Nəbiyev, A., Nəğmələr, İnanclar, Alqışlar, Bakı: Yazıçı,1989. Öməroğlu İ., Namazov Q., Qaracaoğlan. Şeirlər, Bakı, “Şərq-Qərb”, 2006. Özçelik M., Nasreddin Hoca, Eskişehir: Odunpazarı Belediyesi, 2005. Paşayev Q., İrak-Kərkük Bayatıları, Bakı: Yazıçı, 1983. Paşayev Q., Kərkük Folkloru Antologiyası, Bakı: Azərnəşr, 1987. Seyidov N., Tapmacalar, Bakı: Şərq-Qərb, 2004. Seyidov, M., Qam-Şaman və Onun Qaynaqlarına Ümumi Baxış, Bakı: Gənclik, 1994. Şükürov A., Mifologiya (Qədim Türk Mifologiyası) Kitab VI., Bakı: Elm, 1997. Şükürov A. Mifologiya (Qədim Yunan Mifologiyası). Kitab VII. Bakı: Qartal, 1999. Təhmasib M., Axundov Ə., Azərbaycan Dastanları, II c., Bakı: Lider, 2005. Təhmasib M., Azərbaycan Dastanları, IV c., Bakı: Lider, 2005b. Təhmasib M., Molla Nəsrəddinin Lətifələri, Bakı: Öndər, 2004. Təhmasib, M., Azərbaycan Nağılları II c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005. Vəliyev K. - Uğurlu F., Oğuznamələr, Bakı, Bakı Universiteti, 1993. Vəliyev V., Bayatılar, Bakı: Yazıçı, 1985. Vəzirov X., Rus Xalq Nağılları, Bakı: Azərnəşr, 1995. Yusif Dirili. "Dirli Qurbaninin Yaradıcılığında Ətraf Mühitə Münasibət / Bir Ağacın Budaqları”. Dirili Qurbani Məclisinin Almanaxı (Elmi, ədəbi-bədii toplu), Bakı: Təfəkkür, 2006, s.313 – 318. Zeynallı H., Azərbaycan Nağılları, I c., Bakı: Şərq-Qərb, 2005. 186 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİLEŞME ANLAYIŞI VE SANAYİİ TEŞVİK GİRİŞİMLERİ Understandng 2nd Constıtutıonal Era Industrıalızatıon And Industry Promotıon Inıtıatıves İsmail PEHLİVAN* ÖZET Bu çalışmada II. Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen sanayileşme girişimleri ve sanayii teşvik politikaları, dönemin Osmanlı ekonomik yapısı ve uluslararası konjonktür çerçevesinde değerlendirilecektir. II. Meşrutiyet döneminde ortaya konulan iktisadi fikirler ve iktisadi politikaların uygulanma sürecindeki yaklaşımlar, Osmanlı toplumunun ve dünya siyasetinin tarihsel ve dönemsel özellikleri dikkate alınarak tartışılmaya çalışılacaktır. Görülebildiği kadarıyla Osmanlı devletinde yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalar ve sanayileşme girişimlerine ilişkin çabalar Osmanlı toplumunun özellikleri ve yüzyılın dünya siyasetindeki dinamikler nedeniyle başarılı olamamış görünmektedir. İdari ve sosyal reform girişimleri, temel yaklaşım olarak devletin işleyişi, askeri ve siyasi önceliklere göre gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çabalar toplumsal beklentilerden ve ülkenin iktisadi yapısının tarihsel özelliklerinden uzak bir yaklaşımla yürütülmeye çalışılmıştır. Osmanlı Devletindeki yenileşme ve ıslahat çalışmalarının mantığı Tanzimat sonrasında yürütülmeye çalışılan iktisadi politikalarda da kendisini göstermektedir. Dolayısıyla ülkedeki sanayileşme girişimlerini büyük güçlerin ekonomik talepleri ve siyasi niyetleri çerçevesinden bağımsız olamamıştır. Bütün bunlara karşın iktisadi politikaların ve sanayileşme çabalarının olabildiğince uluslararası ve emperyal baskıları göğüsleme arzusunu taşıdığını söylemek mümkündür. XIX. ve XX. yüzyılın başlarında bütün dünyada yaygın olan bir ideoloji olarak, “milli” ve “milliyetçi” fikirler çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışıldığını söylemek mümkündür. Çalışmamız Osmanlı sanayileşme girişimlerini uluslararası iktisadi ilişkiler ve Osmanlının son dönemindeki iktisadi * Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, [email protected] II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN bağımsızlaşma arayışları içinde geliştirdiği politikalar çerçevesinde ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat, Islahat, İstatistik, Meşrutiyet. ABSTRACT In this study, Ottoman economical structure, industrial incitements and industrialization that were achieved during the Second Constitutionalist Period are studied within the frame of international view. The economical point of view that was emerged during the Second Constitutionalist Period will be examined according to the world politics and Ottoman society of that time. It is obvious that the economical policies industrialization trials that were tried to be implemented in the Ottoman State are not well accomplished because of the world politics of the time and periodical features of Ottoman society. Governmental and social reform attempts and functions of the government are tried to be designed according to the military and political priorities. Those attempts are achieved outlying the expectations and historical features of the society. The main mentality of reform attempts can clearly be observed at the economic policies after the (Tanzimat) reform era. Consequently, the industrialization attempts are not away from the expectations and needs of the great powers. In any case it is possible to state that the attempts for industrialization and economical policies are for resisting the international and imperial oppressions as far as possible. It can be asserted that those reforms are tried to be achieved within a national and nationalistic environment likewise all over the world during late XIX and early XX centuries. Our study will discuss Ottoman industrialization attempts within the scope of international economical relations and the policies that were built by Ottoman State in search for economical independence during her last period. Key Words: Sanayii, Sanayii Teşvik, Tanzimat, Islahat, İstatistik, Meşrutiyet TANZİMAT DÖNEMİ OSMANLI EKONOMİSİ VE SANAYİ DÜŞÜNCESİ Osmanlı Devleti’nde XIX. Yüzyılda kendini gösteren iktisadi gelişmeleri ve sosyo-politik düzenlemeleri, imparatorluğun içinde bulunduğu siyasal ortamdan ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve bu döneme damgasını vuran sosyal, kültürel, iktisadi ve politik gelişmelerden ayrı düşünmek olası değildir. 188 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla girerken, Türkiye’nin toplumsal ve iktisadi gelişme sürecinin temel nitelikleri, XIX yüzyıldaki değişim ve dönüşümlerle Avrupa’dan kaynaklanan kapitalizmin Türkiye’nin iç yapıları ile olan karşılıklı etkileşimine bağlı olarak ortaya çıkmış görünmektedir1. Avrupa’da bu dönem, Sanayi Devrimi’nin ortaya koyduğu teknik sıçrama ve kapitalist gelişme şartlarının giderek netleştiği ve uluslararası düzeyde uygulama alanları bulduğu dönemdir. Bu dönemi XVIII. Yüzyıl İngiltere’sinde ortaya çıkan ekonomik gelişme ve teknolojik atılım sürecinin başlamasıyla açıklamak mümkündür 2. Daha XVI. Yüzyılda başlayan gelişmeler sonucunda İngiltere tarımında pazar için üretim yaygınlaşmış, kapitalist üretim ilişkileri egemenlik kazanmış ve buna bağlı olarak üretimde verimlilik artışları hızlanmaya başlamıştı3. Bu gelişmelerin önemli bir özelliği tarımsal kesimde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel, kırsal nüfusun giderek ya topraklardan kopması ya ücretli olarak çalışmak zorunda kalması ya da kentlere göç etmek zorunda kalmasıdır. Bunun sonucu olarak kapitalist sanayiin en önemli ön koşulu olan mülksüzleşmiş emekçiler ordusu oluşmuştu4. Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişme, yepyeni bir toplumsal yapılanmanın oluşumunu gerçekleştirirken, geleneksel üretim ilişkilerini de kırdığı gibi, siyasal ve sosyal alanda da önemli dönüşümleri getiriyordu. Bunun sonucu olarak Avrupa devletleri hem siyasal, hem de askersel güç bakımından gelişiyor ve doğusunda yer alan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir alternatif olarak ortaya çıkıyorlardı5. Sürekli gerileme süreci içinde bulunan Osmanlı Taha Parla’nın deyimiyle “savunmacı modernleşme” çerçevesinde bir dizi 1 Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 150; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s. 713, 714. 2 Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 287; Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt, Sayı: 10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36. 3 Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, (Komisyon), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999, s. 425; Oğuz OYAN, “Dış Ticarette Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”, Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, Ağustos-Eylül 1984, s. 47 (45-69). 4 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 152; Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 18481875, Dost Kitabevi, Ankara, 1995, ss. 230, 231,232. 5 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 717 189 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN reform dönemine girmiştir. Batıyla ilişkinin niteliğini ortaya koyması açısından önem taşıyan bu durumda siyasal yaklaşım biçimi de gözönüne alındığında “modernleşme” hep “batılılaşma” anlamıyla birlikte ifade ediliyordu6. Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel toplum yapısının sahip olduğu tarihsel ve kültürel miras, bütün bu gelişmeler karşısında toplumsal bir dinamizmin oluşmasını engelliyordu. Bu nedenle toplumsal dönüşümlerin ve siyasal yapılanmaların yönetsel kademeden başlatılması ve sürdürülmesi kaçınılmaz oluyordu. Bu da reform çalışmalarına ilişkin olarak genel zihniyet yapısını belirliyordu. İmparatorluğun gerilemesinin ayırdına varıldığı noktada, bunun, iktisadi (mali) nedenlere dayandığının da ayırdedildiği ilk osmanlı ıslahat layilhalarında devlet düzeninin bozulmasının has, timar ve zeamet sisteminin artık çalışmadığına bağlanmasıyla açıkça ortaya konuluyordu. Ancak bu düzeltim (ıslahat) çabalarında yeni yöntemlerin arayışından çok, eskiye özlemin ve eskiyi ihdas etme çabalarının olduğunu görüyoruz. Eski sistemin yerine köklü değişiklikler getirmeden aynı esas üzerinde benzeri yöntemlerin uygulanmasının yarardan çok zarar verdiği kısa sürede görülmüştü. Ancak, geriye dönüş tartışmaları ve eski ideal düzeni arama çabaları, yeni ve modern yapılanma girişimlerinin önündeki en önemli engel olarak ortaya çıkıyordu7. Bu zihniyet Osmanlı İmparatorluğunun her dönemde olduğu gibi devletin dokunulmazlığı ve bekası zihniyetiydi. Bu nedenle XIX. Yüzyıl öncesinde olduğu gibi, XIX. Yüzyılda girişilen reform çabalarında da merkezi devletin gücünü arttırmak, orduyu ve maliyeyi güçlendirmek ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamı öngörülen düzen içinde sürdürmek esas yaklaşımı belirliyordu. Bu yaklaşım bozulan ve giderek yıkılmaya yüz tutan Osmanlı toplumsal sistemini yeniden düzenleme çabalarında Osmanlı yöneticilerini Avrupa devletlerinin desteğine başvurmak zorunda bırakıyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasal veya mali destek, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması yönünde talepleri ve baskıyı getiriyordu8. 6 Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993, s. 19. 7 Şerif MARDİN, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi (1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, s.618. 8 Şevket PAMUK, a.g.e., s., 161; Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye 2- Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975, 906. 190 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN XIX. yüzyıl öncesinde olduğu gibi Tanzimat Fermanı ve sonrasında da merkezi devletin ekonomiye ilişkin politikalarını siyasal askeri ve mali öncelikler belirliyordu. Bu öncelikler nedeniyle reform çabalarında vergi gelirlerinin arttırılması, güçlü bir ordunun kurulması, sarayın ve kentlerin iaşesinin sağlanması merkezi devletin geleceği açısından en önemli amaçlar oluyordu. Bu yaklaşım tarzı Osmanlı İmparatorluğunda iktisadi kurumların oluşmasının da yönünü belirliyordu. Bu bakımdan devletin oluşturduğu ekonomik örgütlenmeler sosyo ekonomik yaşamın bir gereği olarak ortaya çıkmaktan çok, devletin ihtiyaçlarına yönelik olarak, yine devlet tarafından oluşturuluyordu. Osmanlı İmparatorluğunda daha XVIII. Yüzyılda ve XIX. Yüzyılın başlarında devlet eliyle kurulan imalathanelere rastlamaktayız. Bunlar Sanayi Devrimi’nden önceki teknolojiyi kullanıyorlardı. 1830 ve 1840’larda Osmanlı yöneticileri Avrupa’dan en son teknolojiyi kullanan makineler ithal ederek devletin mülkiyetinde ve esas olarak ordunun, donanmanın ve sarayın taleplerini karşılamak üzere bir dizi fabrikalar kurdular 9. Bu girişimler daha çok Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın giriştiği sanayileşme çabalarından esinlenilerek gerçekleştirilmiştir 10. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki girişimlerinin11 ona sağladığı, askeri, siyasi ve iktisadi üstünlükler Osmanlı devletinin bu konulardaki çabalarını körüklemiş, ancak bu girişimler 1913 yılına kadar doğrudan devletten herhangi bir destek görmeden gerçekleştirilmiştir. Yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde kendi kendine yeter bir haldeydi. Geleneksel teknolojiyi kullanan tarım ve tarım dışı üretim faaliyetlerinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri egemenliklerini koruyordu. Merkezi devletin gücünün gerilemesine karşın vergisel üretim tarzı denilen özgün Osmanlı üretim biçimi henüz çözülmemişti12. Dikkatle incelendiğinde mevcut üretim 9 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 163; Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde Büyüme ve Bağımlılık (1820-1913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul, 1994, s. 146; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.716-724; Donald QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri, 1812-1914, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914, (Editör: Halil İNALCIK-Donald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul, 2004, ss. 1001-1039; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 286-287. 10 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s.714; Edward C. CLARK, “Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu.., s. 759 11 Şevket PAMUK, a.g.e. s.. 147; Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1923-1950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, s. 70; Edward C. CLARK, a.g.m., 759. 12 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 194. 191 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN ilişkileri çerçevesinde varolan toplumsal yapılar veya sınıflar arasında da belli bir çatışmanın varolduğunu söylemek mümkündür. Ancak Osmanlıdaki sınıfsal çatışma devletin çeşitli mevkilerinde yer alan yönetsel kesimler arasında ortaya çıkmaktadır. Bu çatışmayı Keyder, bir bakıma kapitalizmde burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki çatışmaya benzetir13. 1820’lerden I. Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık yüzyıllık sürede, Osmanlı Devleti Batının askeri, siyasal ve iktisadi gücüyle karşı karşıya geldi. Bu karşı karşıya geliş, ekonomiyi batı kaynaklı bir iktisadi düzene geçişe, kapitalizme zorladı. Bu da iktisadi bağımlılık yönündeki gelişmenin ön koşullarını hazırlayan bir süreç olarak işledi. XVIII. Yüzyıl itibariyle giderek bozulmaya ve yıkılmaya başlayan geleneksel işbölümü, kapitalistleşme sürecinin de başlangıcı olarak dikkatleri çeker14. Bu süreçte yeni toplumsal grupları ortaya çıkmakla birlikte Osmanlı toplumsal yapısının iki esas sınıfını oluşturan bürokrasi ve köylülüğün varlıklarını uzun bir süre daha koruduklarını görürüz. Ancak, meta ve para pazarlarıyla bütünleşmeleri ölçüsünde küçük köylülük de bir takım esaslı değişimler geçirmeye başlamıştır15. Bu çerçevede gerçekleşen pazarla daha fazla bütünleşme küçük köylülerin üretim stratejilerini etkiliyor ve büyük çoğunluğun pazara açılmasını sağlıyordu. Tanzimat düzenlemelerinin ağırlıklı olarak gayr-ı Müslim unsurlara avantajlar sağlaması, bu süreçte özellikle Müslüman sınıfı oluşturan zanaatkar ve tüccarların statüsünü tehlikeye atıyor; tüccarlar ve imalatçılar kesiminde etnik gruplar arasında hızlı bir yer değiştirmenin ortaya çıkmasına neden oluyordu. Bu durum ileriki süreçte Osmanlı’da sermaye egemenliğinin genel karakterini belirleyen bir özellik olarak karşımıza çıkacaktır16. Bu yönelme sonucu 1820’lerden itibaren hızla büyüyen Osmanlı Avrupa ticareti, bir yandan dış pazarlara yönelik tarımsal meta üretimini yaygınlaştırırken, öte yandan da zanaatlara dayalı tarım dışı üretim faaliyetlerinin gerilemesine yol açtı. 1850’lerden sonra imparatorluğa girmeye başlayan yabancı sermaye ise devletin borçları ile demiryolları gibi dış ticareti geliştirmeye yönelik alt yapı yatırımlarında yoğunlaşmıştı17. 13 Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 27. 14 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 719; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s. 429. 15 Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 910-918. 16 Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 33. 17 Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, İstanbul, 2007, ss. 99-101; Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, İmge Kitabevi, Ankara, 2003, ss. 66-70; Muhteşem KAYNAK, 192 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN Bu gelişmeler, Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesine ekonomik anlamda girişlerinin yaklaşımını ortaya koymaktaydı. Osmanlı ülkesi bu bakımdan Avrupa devletlerinin iktisadi nüfuz alanında yer almakta ve pazar olarak görülmekteydi. Bu yüzden ülke ekonomisinin gelişimini sağlayıcı ve öz üretimini arttırıcı açıdan tarım ve sanayii gibi doğrudan üretim alanlarına yatırılan yabancı sermaye sınırlı kalıyordu18. Bu durumda iktisadi açıdan az gelişmiş ve sanayileşme alanında gerekli ilerlemeyi gösterememiş yada göstermek istemişse de başarılı olamamış Osmanlı Devleti, Avrupa kapitalistlerinin önünde iştah kabartıcı bir Pazar olarak uzanıyordu. Ancak, bu pazara ulaşmanın yolu Batı tarafından mali egemenliğin ele geçirilmesinden geçiyordu. Nitekim savaş öncesi Türkiye’sinin en önemsiz kentinde bile bulunan devlet kurumlarının niteliğine bakıldığında batının mali egemenliğinin araçları olduğu görülür19. Örneğin ülkenin en ücra kentlerinde bile jandarma, mahkeme, polis, Osmanlı Bankası şubesi ve Düyun-u Umumiye İdaresi ve Tütün ekilen bölgelerde bir “Reji” acentesi mutlaka bulunmaktaydı20. Çünkü yabancı burjuvazi (Batılı Kapitalistler) mali egemenliklerini, devletin istikrazlarının para dolaşımı yönetimini elinde tutan hazinenin rolünü oynayan ve mali denetimi gerçekleştiren bankalar aracılığıyla kurmuşlardı21. Batı Avrupa’nın Osmanlıya yönelik, siyasal ve iktisadi yaklaşımlarındaki aslında çelişkili olmayan ancak hemcinsleriyle çatışmalı olan politikaları sonucu olarak gerçekleşen, belli ölçülerde dayatma içeren,Tanzimat idaresinin getirdiği yabancı uyrukları ve gayr-ı Müslim tebaayı Müslüman-Türk unsurlarla eşitleme düzenlemelerinin giderek Müslüman-Türk unsurların aleyhine gelişmesi ve Avrupa ülkelerinin giderek daha fazla ülke ekonomisine egemen olma çabaları karşısında tepkisel bir hareket olarak doğan II. Meşrutiyet hareketinin programının ve izlediği siyasetin daha yerli ve “Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış”, Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-67 (66-85). 18 Şevket PAMUK, a.g.e., s. 195; Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 132-135. 19 Orhan KURMUŞ, a.g.e., ss. 123-131; Edward C. CLARK, a.g.m., s.766. 20 A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi, Onur Yayınları, 1979, Ankara, s. 75; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 65; Stefanos YARESİMOS, a.g.e., s. 952; Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve Osmanlı Hükümeti” (Çev: Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart 1984, ss. 68-73 (68-85) 21 A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.76 193 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN anti-emperyalist bir burjuva sınıfı yaratma çabası içinde olmasını anlamlandırmaktadır22. Ancak tüm bu gelişmelerin yanısıra Tanzimat döneminde devlet katında sanayii kurumları oluşturma yönünde belli adımlar da atılmaya çalışılmıştır. Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme arayışlarına yönelik ilk somut girişimler I. Meşrutiyet’le birlikte başlar. Ancak bu girişimlerin temelinde Nizam-ı Cedid’den bu yana süregelen ıslahat çalışmalarının izlerini bulmak mümkündür. Osmanlı imparatorluğu sanayisinin genel karakteristiği incelendiğinde genellikle “küçük ölçekli üretim birimlerinden oluştuğu, yakın pazar için üretimde bulunduğu, ve hemen tümü ile tüketim malları üreten bir nitelik taşıdığı görülür” 23. Kırsal kesimde ise çoğunlukla tarım üretimi için gerekli araç ve gereçlerin yapımı, el tezgâhı biçimi dokuma, değirmencilik gibi alanlarda görülen üretim, kent ve kasabalarda öncelikle dokumacılık ve giyim, gıda, madeni ev eşyası ve yapıgereçleri gibi alanlarda yoğunlaşıyordu. Kent ve kasabalarda sınai üretim ile ticari faaliyetler ve nitelik yönünden denetimi önceleri lonca biçimi örgütlenme ile sağlanmaktaydı. Daha çok yerel ihtiyaçlar ve iç pazar amacıyla gerçekleştirilen sınai üretimi Osmanlı pazarının kapitülasyonlar ve liberal dış ticaret anlaşmaları ile, Batıda gelişen kitle üretimine açılmasıyla yıkıma uğradı. İç pazarı sınırlı ve üretim teknolojisi ilkel Osmanlı sanayi, yabancı mallar karşısında korumasız kaldı ve yerli üretimin gerilemesi ve iç pazarın giderek yabancı malları tarafından işgali esnaf örgütleri ve gediklerin dağıtılmasına neden oldu. Nitekim Batının da bu ve benzeri örgütlerin dağıtılması serbest ticaretin önündeki engeller olarak bu örgütleri görmelerinin nedenleri daha bir anlaşılır olmaktadır bu durumda 24. Bu dönemde sanayii oluşumlarına bir yön vermek ve sanayileşmeyi belli esaslara kavuşturmak için 1864 yılında “Islah-ı Sanayi Komisyonu” adıyla bir komisyon kurulur25. Emperyalist batı kapitalizminin, yerli endüstriyi kökünden yıkacak olan yayılması karşısında yerli esnaf gruplarının çabaları sonucu kurulan bu komisyon öncelikli olarak, gümrük resmini arttırmayı, esnaf 22 Taha PARLA, a.g.e., s. 26. Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987, s.16. 24 Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 16. 25 Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 721; Ömer Celal SARÇ, a.g.m., s. 431; Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi, İstanbul, 2012, s.44. 23 194 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN kümelerini birleştirerek şirketler kurmayı, sanat okulları açmayı ve sergiler düzenleyerek halka yerli mallarını tanıtmayı amaçlıyordu26. Adından da anlaşılacağı üzere Islahat Fermanı ertesinde kurulan komisyon, Batı sanayii’nin baskısı altında çökmüş bulunan yerli sanayinin kurtarılması çarelerini araştıran, ancak dönemin koşulları gereği pek fazla bir şey yapamayan bir kuruluş olarak kalmıştır27. Komisyon bu yönüyle oldukça iddialı bir görünüm sergilemekteydi. Komisyonun kuruluş amacı İstanbul sanayicilerinin uzun süreden beri maruz kaldıkları çöküntüyü önlemek ve kalkınmalarını sağladıktan sonra uygulanan tedbirlerle memleketin öteki bölgelerine götürmekti. İlgi alanları olarak tüzüğünde ifade edildiği gibi “sanat şubelerinin en kısa zamanda geliştirilmesi çabalarını araştırmak ve sonuçlarını ortaya koymak; ayrı ve dağınık bir halde bulunan esnafın birleştirilerek ve aralarında sermayeler toplayarak şirketleşmelerini sağlamak; ayrıca oluşturulan şirketlerin düzenli şekilde faaliyetlerini sürdürmeleri yönünde çalışmalar yapmak” olarak gösteriliyordu28. Diğer taraftan ürünlerin kalitesini ve maliyetini de araştıran ve belli bir standartlaşmaya gidilmesi gerektiğini savunan komisyon bu amaçla ürünlerin pazarlanmasından, üretim araçlarının temin edilmesine ve hammadde tedarikine yönelik aracı kurumların oluşturulması yönünde de çalışmalar yapacaktı29. OSMANLI ANLAMI TOPLUMUNDA SANAYİLEŞMENİN Avrupa’da sanayi devriminin XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinde etkisini göstermesine karşın, sanayileşme sürecine geç giren bir ülke olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayileşme çabaları, “imparatorluğu kurtarma” anlayışının sonucunda, somut anlamda bir özlemden öteye gidememiştir. Dolayısıyla sanayileşme olgusunun ön koşulu olan sınai 26 Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975, s. 16; Mehmet Ali YILDIRIM, a.g.e., s. 44. 27 Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1390. 28 Mehmet Ali YILDIRIM, a.g.e., s. 42. 29 Adnan GİZ, a.g.m. s. 1361. 195 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN kapitalizminin gelişmesi yönünden de önemli sayılabilecek bir atılım sağlanamamıştır30. Sınai kurumları oluşturma yönündeki çabalar, yenileşme hareketlerinin bir parçası olarak, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşturulmaya çalışılır. Ancak bu kurumlar, temelde ordunun giyim ve silah gereksinimlerini karşılamaya yönelik bir kısım kamu sınai kuruluşları olarak dikkati çekerler. Genel olarak içte tarımsal üretim ve dışta talana dayanan Osmanlı ekonomisinin bir sanayi kapitalizmi yaratamadığı bilinmektedir. Bu nedenle Osmanlı’da sanayiye ilişkin kurumlar genellikle çok küçük ölçekli tarım birimlerinden oluştuğundan, yakın pazar üretimine yönelik, hemen hemen tümüyle tüketim malları üreten bir özellik sergilemektedir31. Bütün bu olumsuzluklara karşın, daha XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde sanayileşmeyi teşvik edici yönde belli çalışmalar gündeme gelmiştir. Bu amaçla “Islah-ı Sanayi Komisyonu”nun ardından, sanayi alanında yatırım yapacak girişimcilere belli imtiyazlar tanınmış, fabrikaların kuruluşları sırasında Avrupa’dan getirilecek makine, araç ve gereçlerin gümrük vergisi ödemeksizin ithaline izin verilmiş, bu fabrikalardan üretilen mallar dahili ve harici gümrüklerden bağışık tutulmuştur 32. Ancak bu tür uygulamalar belli bir düzenden yoksun olduğu için yeter düzeyde olumlu sonuçlar alınmasını sağlamıyordu. Bu nedenle Osmanlı ekonomisinin gelişmesi ve sanayileşmeye ilişkin atılımların yapılabilmesi, toplumsal yapıda ticaret, tarım, nüfus, ulaşım-iletişim ve kurumsal düzenlemelerin birlikte ele alınmasına bağlıydı. Bu bakımdan II. Meşrutiyet ve sonrası ekonomik yapılanmaların oluşumunda Tanzimat düzenlemelerinin önemli bir yeri vardır. Bu yönüyle Tanzimat, iç ve dış para sistemine yöneliş, para ve kredi kurumlarının doğuşu, iktisadi entegrasyon için gerekli ulaşım-iletişim ağının oluşturulması ve Ticaret Kanunnameleri’nden, Ticaret Odaları’na kadar olan bütün yasal ve kurumsal düzenlemeler açısından bir dönüm noktasıydı 33. Tanzimat düzenlemelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve XIX. Yüzyılda imzalanan ticaret sözleşmeleri, Osmanlı tarımının 30 Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1760. 31 Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760. 32 Yakup KEPENEK, a.g.m., s. 1760; Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, a.g.m., s. 727. 33 Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları, Ankara, 1982, s. 166; Orhan Kurmuş, a.g.e., s. 75. 196 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN geçimlik yapısını çözmüş, Pazar durumundaki Osmanlı ülkesine tüketime yönelik sınai mamullerinin girişi, klasik Osmanlı ekonomik düzenini parasallaştırmış, Osmanlı ekonomisini dış pazara açmış ve üreticiye “tevekkül” yerine “kazanç” özlemini aşılamıştır 34. Bu gelişmeler çeşitli yönlerden eleştirilirken, ticaret sözleşmeleri de ortaya koydukları iktisadi sonuçlar dolayısıyla belli eleştirilere hedef olmaktadır. Bu eleştirilerin en ağırlıklı yönlerini ticaret sözleşmelerinin, kapitülasyonların korunmasında, Batılı ülkelere yeni ayrıcalıklar tanınmasında ve gündeme gelen serbest ticaret ortamında Osmanlı sanayiine yaptığı olumsuz etkiler yaptığı ve Osmanlı sanayiini daha da çökerttiği konuları oluşturmaktadır. Buna göre Osmanlının sanayileşememesi yada gerikalmışlığı ticaret sözleşmeleriyle ilişkili olarak dış ticaret ilişkilerindeki serbestiyete bağlanır. Bu serbestiyet sonucunda “korumasız” kalan yerli “sanayii’in yok olup gidişiyle Batı’daki metropollere bağımlı çarpık bir ekonomik yapının oluştuğu ileri sürülür 35. XIX. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen bu bağımlılık ilişkilerinin ortaya koyduğu politik belirleyiciliğin iktisadi kaygılara üstün gelmesi, Osmanlı devletinin çözülüşünde iktisadi gelişmelerde de olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur 36. Bu anlamda Osmanlı devletinde sanayileşmeye ilişkin olarak iki hakim düşünceden sözedebiliriz. Bunlar, birincisi klasik iktisat düşüncesine sahip kesim olarak, karşılıklı üstünlükler ilkesi sonucu Osmanlı ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu ve bir tarım ülkesi olarak kalması gerektiği anlayışını savunanlar, bir diğer kesim ise, sanayileşmenin, gelişen Batı kapitalizmi karşısında tutunabilmenin ve belli bir yer edinebilmenin olmazsa olmaz koşul olduğunu savunan ve bu amaçla hangi yolla olursa olsun sanayileşmek gerektiğini düşünenlerdi37. Osmanlı Devleti Batı Avrupa’daki gelişmelerin sonucu kapısına dayanan sanayileşme olgusu konusunda, yukarıdaki yönüyle oldukça kararsız bir durumdaydı. Tanzimat’ın oluşturduğu liberal 34 Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s. 1341; Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 21. 35 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1340; Gülten KAZGAN, a.g.e., ss. 22-26; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 52-53; Orhan KURMUŞ, a.g.e., s. 177. 36 Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, Nisan-Mayıs 1984, s. 73 (62-76); Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 10, Nisan- Mayıs 1985, s. 47 (37-50 37 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167-168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., s. 35 197 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN düşünce ortamı sanayileşme sorununu gündeme getirince, kesin bir seçim yapmak gereği kendini göstermiştir. Tanzimat döneminin ilk yıllarında Osmanlı toplumunda sanayileşmeyi savunan, yada gereğine inanan bir düşün ortamı henüz oluşmamıştı. Bu anlayış nedeniyle, bu gün, sanayi kurumları olarak değerlendirdiğimiz, o dönemdeki kuruluşlar, genel olarak devlet kurumlarının gereksinimlerine yönelik olarak kurulan fabrika ve atölyeler de pek sanayiden sayılmıyordu. Bu yüzden de Osmanlı ülkesi daha çok bir tarım ülkesi olarak görülüyor, toprağa bağlılık, Osmanlıyı serüven olarak gördüğü sınai girişimlerinden alıkoyuyordu. Ancak Tanzimat’ın oluşturduğu düşün ortamı herşeye karşın sanayi ve sanayileşme sorunsalıyla Osmanlı aydınlarını karşı karşıya bırakıyor ve bir tartışma ortamının doğmasına neden oluyordu 38. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SANAYİ ANLAYIŞI “Kadir-i Mutlak” bir devlet anlayışının Osmanlı toplumundaki köklülüğü ve yaşamın bütün alanlarına müdahale edebilme yeteneği, Batı Avrupa’daki benzeri gibi, devlete kendi çıkarını dayatabilecek güçte bir sınıfsal gelişmeye imkan vermiyordu. Dolayısıyladır ki, II. Meşrutiyet’in parti ile devletin içi içe geçtiği İttihat ve Terakki iktidarı döneminde yeni bir sınıf -Türk Burjuvazisiyaratmaya yönelik sosyal ve ekonomik politikalar uygulamaya çalışması hiç de yadırganır bir durum olmasa gerek 39. Yeni Burjuvazinin sosyal sınırları ve imparatorluk nüfusunun etnik farklılaşması ve sermaye egemenliğinin gayrı-Müslim unsurlarda belirmesi Jön Türklerin iktisadi ve siyasi fikirlerinin biçimlenmesinin belli başlı nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 40 Nitekim XIX yüzyılda İmparatorluğun önde gelen gayrimüslim unsurlarının kendi çıkarlarını Avrupa’nın büyük devletlerinin çıkarlarıyla birleştirdikleri ve Avrupalılarla Osmanlılar arasındaki ekonomik aracılar haline geldikleri gözlenmektedir 41. Tanzimat dönemi liberal anlayışının ortaya koyduğu sanayileşme sorunu, Tercüme Odası’nda çalışan Şerif Efendi tarafından “Tercüman-ı Ahval”de yaptığı araştırmayla sanayileşmenin gerekliliği yönünde ağır basıyordu. Bu gazetede “sanayi ve ziraattan hangisinin hakkımızda hayırlı” olacağı yolunda bir araştırma yapmış 38 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950)- Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 122; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 81-100. 39 Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, s. 34. 40 Çağlar KEYDER, a.g.e., s. 44. 41 Feroz AHMAD, a.g.e., s. 35; Stefanos YARESİMOS, a.g.e., ss. 939-942. 198 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN ve sonucunda Osmanlı devletinin yalnızca tarım ülkesi olarak görülmemesi gerektiğini savunmuş, bu nedenle yalnızca tarım kesiminin özendirilmemesini, halkın sanayiye de yöneltilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Şerif Efendi’nin bu görüşleri daha sonra Mizancı Murat tarafından da savunulacaktır. Mizancı Murat tarımın yanısıra sanayi ve ticarete de aynı oranda ağırlık verilmesi gerektiğini öneriyordu. Diğer taraftan Ahmet Mithat Efendi ve Musa Ayiğitzade ise Bağımsızlığın sanayileşmekle gerçekleşeceğini savunuyordu42. II. Meşrutiyet’teki sanayileşme ve iktisadi politika tartışmaları içeriğinin biçimlenişinde, uluslararası iktisadi dönüşümlerin ve iktisadi düşüncenin boyutlarında gelişen ve pratiğe yansıyan tartışmalar önemli bir ağırlık taşıyordu. Batıda sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve gelişmesi Türkiye’nin pamuk, tiftik, yün, ipek, deri gibi sanayi mamullerine uluslararası talebin uyanması ve bunların Avrupa’daki sanayi merkezleri tarafından alınması süreci, Türkiye’de zirai (tarım) üretiminin göreceli olarak emtia (mamul) karakteri almasına neden oluyordu. Dolayısıyla II. Meşrutiyet dönemi sanayileşmesi konusunda ortaya çıkan tartışmalardaki endüstriyel sanayi mi, tarım sanayi mi, ikileminde, uluslararası kapitalizmin gereksinimleri doğrultusunda dünyanın içine girdiği işbölümü süreci, Türkiye’yi hammadde ve zirai maddeci bir ülke olarak farklılaşmak gibi bir dayatma karşısında ve iktisadi koşulları bakımından bu dayatmayı kabullenmek çelişkisi içinde bırakıyordu. Bu çelişki tartışıladururken pratikte ağırlıklı olarak hammadde ihracı yönüne kayıldığı görülmektedir43. Bu tartışmada İsmail Hüsrev Tökin, sanayi kapitalizminin ortaya çıkması ve gelişmesi sürecinde bir çok memleketi de etkisine alan, dünya coğrafi işbölümünün beraberinde iktisadi işbölümünü getirdiğini44 ve dolayısıyla önceleri zirai ve sınai ihtiyacını kendileri karşılayan ülkelerin giderek bu otarşik niteliklerinden sıyrılarak kapitalizme açık ülkelere sınai mamulü vermeye (ihrac etmeye), bu ülkelerden hammadde ve zirai mamul almaya yönelmelerinin özellikle Türkiye gibi ülkelerin iktisadi gelişiminde tek taraflı, tarım ülkesi konumundaki ülke aleyhine olarak, bir iktisadi yapılanmaya yol açtığını ortaya koymaktadır45. 42 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 167; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 28-33; Şerif MARDİN, a.g.m., s. 627; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi Düşünce”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-636. 43 İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım), İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 121-122; Şevket PAMUK, 100 Soruda... ss. 171174; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, SS. 638-640. 44 İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 124 45 İsmail Hüsrev TÖKİN, a.g.e., s. 125. 199 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN II. Meşrutiyet öncesi sanayileşmeyi düzenli ve ilkesel bir biçimde savunan tek yayın organı 1907 yılında İzmir’de çıkan Salih Zeki yönetimindeki “Osmanlı Ziraat ve Ticaret Gazetesi”dir. Gazete sanayileşmenin gerçekleşebilmesi için Osmanlı ülkesinin potansiyel olarak hemen herşeye sahip olduğunu, yalnızca büyük sermayeli şirket ve fabrikaların gerekmekte olduğunu ileri sürüyordu. Bütün bunların gerçekleşmesi için halkta “fikrî teşebbüs” oluşması gerektiğini savunuyordu. “Eğer halkta fikrî teşebbüs uyanır da gerekli sanayi kurumlaşmalarına gidilirse, Osmanlı topraklarında bol miktarda yetişen tarım ürünlerimiz yurt dışına gönderilmez, ülkemizde değerlendirilir” denilmekteydi46. Buna karşılık Sakızlı Ohannes Paşa, Portakal Mikail Paşa mülkiyede verdikleri derslerinde tarımdan yana çıkıyorlar ve Osmanlı Devleti için sanayileşmenin gereksiz bir kaynak israfı olduğunu ileri sürüyorlardı. Tanzimat döneminin ve onu izleyen yılların klasik iktisat öğretisinin ışığında Mehmet Cavit Bey, iktisat ilkelerine ters düşen bir sanayileşmenin ülkeyi yoksullaştıracağını savunuyor ve Osmanlı ülkesinin bir tarım ülkesi olduğunu belirterek, karşılıklı üstünlük ilkesi gereğince tarım ülkesi olarak kalmamız gerektiğini, dolayısıyla da Osmanlı topraklarında tarım ve ticaretin geliştirilmesini öneriyordu 47. Yukarıdaki görüşler Noviçev’in Jöntürklerin Türkiye’nin yabancı sermaye karşısında mali bağımlılığını “bilinçli olarak” şiddetle arttırdığı48 yönünde görüşlerinin yeterince gerçeği yansıtmadığını ortaya koymaktadır. Cavit Bey’in ticaret bakanı olarak ifade ettiği yabancı sermayeye duyulan gereksinim yönündeki görüşleri ülkenin iktisadi koşullarının bir zorlaması olarak görülmelidir. Çünkü gelişen süreç içinde Jön Türklerin (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin) “millici” bir iktisadi kararlara yönelmeleri ve giderek korumacı önlemler peşinde koşmaları onların anti-emperyalist ve anti sömürgeci niteliklerini dengeci bir politika çerçevesinde yürütmeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır II.Meşrutiyet’in ilanı toplumda büyük umutların bağlandığı bir olaydır. O hem hürriyet ve medeniyetin gelmesi demektir, hem baskının ortadan kalkması demektir, hem de devletin geleceğine ilişkin karamsarlıkların belli bir süre bile olsa ortadan kalkması demektir. Bu yönüyle 1908 hareketi liberal dönüşümleri amaçlayan bir devrim olarak karşımıza çıkmaktadır. II. Meşrutiyet, temelleri Tanzimat’la atılan liberal anlayışın hem siyasal, hem de iktisadi alanda kabul gördüğü bir dönemdir. 46 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168. Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 168; Tevfik ÇAVDAR, a.g.e., ss. 83-88; Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde...”, TCTA, Cilt: 3, ss. 636-637. 48 A.D. NOVİÇEV, a.g.e., s.95 47 200 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN Özellikle aydınlanma çağı Fransız düşüncesinden etkilenen Osmanlı liberalleri, 1908 hareketiyle bir bakıma Osmanlı devlet geleneğine başkaldırıyı simgeliyorlardı49. Bu başkaldırının getirisi olarak İttihatçıların belli başlı hedefleri uzun vadede Avrupa’dan bağımsızlaşmak amacıyla milli bir ekonomi ve milli bir burjuvazi yaratmak ve bu amaçla da imparatorluğu eski düzenden kurtarmak ve Avrupa devletlerinin denetiminden çıkartmaktı. İktidarları süresince de pek başarılı olamamakla birlikte bu yönde bir siyasal eylem içinde olmaya çalıştılar50. Nitekim İttihat ve Terakki Cemiyeti daha ilk hükümet olduğu dönemlerde uygulamayı düşündüğü ekonomik programında ortaya koyduğu işçi-işveren ilişkilerine, köylülere toprak dağıtımına, mevcut tapu sistemini değiştirilmesine, eğitim yapılandırılmasına ilişkin ulusalcı görüşleriyle dikkatleri çekmiştir 51. Osmanlı devlet geleneğine karşı tavır alan Jön Türkler, devrimin ertesinde, gerek siyasal, gerekse iktisadi anlayışta iki seçenekle karşı karşıya kaldılar. Ya Prens Sabahattin gibi toplumbilimci yaklaşımla “teşebbüs-ü şahsi ve adem-i merkeziyet” görüşünü benimseyecekler, ya da Cavit Bey ve yandaşları gibi klasik iktisattan yana olacaklardır. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE SANAYİLEŞME VE SANAYİLEŞMEYE İLİŞKİN DÜZENLEMELER. Meşrutiyetin ilanı Osmanlı ülkesinde sanayileşmeye yönelik hertürlü engeli ortadan kaldırmıştır. “Dersaadet Ticaret Odası”, 1908 devrimiyle “istibdat”ın son bulduğunu, sanayileşme için gerekli ortamın oluştuğunu savunuyordu. Bu nedenle Osmanlı sermayedarlarını girişimci olmaya çağırıyordu. 1908 devrimi ertesinde düşünüş alanında gelişen önemli dönüşümler, devrim öncesi siyasal yaşamının en belirgin ikilemi olan hürriyet-istibdat iktisadi düşüncenin oluşumunda da yankısını buluyordu. Bu nedenle bu dönemde “serbesti” terimi, başka hiçbir şeyde olmadığı kadar çok kullanılıyordu ekonomik, siyasi ve kültürel literatürde. Bu anlamda başı “serbest-i” adını alan bir çok kavram da yazınımıza girmekteydi. Öreğin Serbest-i Mukavelat ve serbesti-i rekabet vb.52. II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte dönemin gazete ve dergileri sanayileşme sorunlarını tartışmaya başlarlar. Bu sırada Bab-ı Âli’nin gündemine sanayi teşvik politikası gelir. Aynı dönemde “Türk Yurdu” 49 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 18. Feroz AHMAD, a.g.e., s. 41. 51 Feroz AHMAD, a.g.e., s. 42. 52 Zafer TOPRAK, a.g.e., s. 28. 50 201 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN dergisinde yazan Parvus Efendi, Türkiye’nin Avrupa’nın mali boyunduruğu altında olduğunu ileri sürer ve bu durumdan ancak sanayileşerek kurtulabileceğini, sanayileşmenin ise ancak Osmanlının kendi olanaklarıyla gerçekleştirilebileceğini savunur53. Osmanlı devletinin siyasal örgütlenme modeli bakımından toplumsal yaşamın iktisadi boyutlarında Türklerin uzun yıllar yer almamış olması ve çöküş sürecinin doğurduğu yönetsel ve beraberinde gelen aydın tepkisi, imparatorluğun asli unsuru olan Türklerin böyle bir iktisadi yapılanmanın ve sermaye gücünün dışında tutulması bu dönemin ekonomik yapısal dönüşüm çabalarının ve sanayileşme eğilimlerinin belirleyici yönünü ortaya koyuyordu 54. Osmanlı ekonomisi içinde belirleyici durumda olan büyük ölçekli sanayi ve sermaye işletmelerinin gayrimüslim unsurlar elinde olması, en azından batılı devletlerin emperyalist güdülerinin çokça hissedildiği bir ortamda çağdaş ve Müslüman-Türk bir burjuva sınıfının yetiştirilmesi zorunluluğunu ortaya koyuyordu. Bu amaçla da bu hedefin önündeki iç ve dış engeller bir biçimde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır55. Bu nedenle, yukarıdan devrim karakteri taşıdığı açık olan 1908 rejimiyle imparatorluğun iktisadi boyutlu sorunları daha fazla gündeme getirilerek, dolayısız müdahale sürecine girilmiştir 56 Çağlar Keyder’e göre “seçkinci toplumsal mühendisliğe yol açan” pozitivist bir ideolojiyle silahlanmış Jön Türkler bir “milli iktisat” kurma görevini üstlenmişlerdir. Bu süreçte doğuş halindeki ve özellikle batı devletleriyle çıkar işbirliğine girmekte olan Rum ve Ermeni burjuvazisine güvenmediklerinden Yahudi, Müslüman ve daha çok da Müslüman-Türk kökenli daha az koprodor bir burjuvazi teşvik edilmeye başlanmıştır57. Bu amaçla II. Meşrutiyet sürecinde bir yandan gayrimüslim unsurların ekonomik kaynakları kurutulmaya çalışılırken, öte yandan da Müslüman-Türk unsurların zenginleştirilmesi ve yeni etkinlik alanları yaratılmasına çalışılmış ve bu unsurların girişimciliği özendirilmiştir 58. Uzun yıllardır Osmanlı düşün yaşamında yer alan liberalizm, kişiliğinde simgeleştiği Jön Türk hareketiyle klasik Osmanlı devlet geleneğine başkaldırıyı simgeliyordu. “Yüzyıllardır süregelen devlet 53 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1349. Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1981, s. 15. 55 Doğu, ERGİL, a.g.e., s. 17. 56 Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”, Geçiş Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E. Ahmet Tonak), Belge Yayınları, İstanbul, 1992, s. 40. 57 Çağlar KEYDER, a.g.m., s. 41 58 Doğu ERGİL, a.g.e., s. 18; Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge Yayınları, Ankara, 2007, s. 27. 54 202 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN müdahalesi, narh, tarife, imtiyaz, berat vb. ticari ve iktisadi faaliyetleri kısıtlayıcı yöntemler, rüşvet, iltimas ve yolsuzluklar liberal devlet özlemini pekiştirmiş, Osmanlı devlet geleneğinin içinde bulunduğu kısır döngü çözülmedikçe iktisadi yaşamda önemli atılımların gerçekleştirilemeyeceği görüşünü yaygınlaştırmıştı. II. Meşrutiyetle yeni bir boyut kazanan Osmanlı devlet anlayışı, devletin mali nedenlerle iktisadi yaşama müdahalesinin ülke ekonomisine zarar verdiği gözlemini ortaya koymuştur. Dolayısıyla çağdaş devletin ulusal nitelik taşıması gerektiği ve tüm ulusun iktisadi çıkarlarını gözetmesi gerektiği fikrini güçlendirmiştir. Çünkü bu yeni yaklaşıma göre ulusal devlet iktisadi yarısı güçlendirilmiş bireye girişim ortamı sağlamalıdır59. 1913 Aralık ayında Bab-ı Ali’nin sanayileşmeye ilişkin düşüncelerini ve politikalarını ortaya koyan “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkati” yayınlanır. Ardından 1914 yılı başlarında yayınlanan “Teşvik-i Sanayi Talimatnamesi” izler onu. Tüm bunlara bağlı olarak da 1 Ocak 1917’de “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatinin Suret-i Tatbiki Hakkında Nizamname” çıkarılır60. “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatının Suret-i Hakkında Nizamname”ye uygun olarak ilk önce fes, şeker, cam, billur, kağıt, mum gibi malların üretimine “imtiyaz” verilmesi ya da bu malların “inhisar”a alınması önerilir. Ancak “imtiyaz” ve “inhisar” uygulamalarının eskiyi anımsatır bir tarzda olması teşvik edici olabilmek amacıyla 1909’da “Sanayiin terakkisi” hakkında kanun layihası yayınlanır. Bu layihayla Osmanlı sanayiin Avrupa mallarıyla rekabeti edebilmesi için bazı ayrıcalıklara sahip olması gerektiği savunulur. Layiha Tanzimat Dairesi ve Ticaret ve Nafia Nezareti’nde değişikliğe uğrayrak1911 yılı başında Mecliste görüşülür ve tek maddelik bir yasa halinde yayınlanır. Yasayla fabrikaların kuruluş ya da genişletilişleri sırasında getirilen makine araç gereçler için ödenen gümrük rüsumlarının geri verilmesi kararlaştırılır. Aynı yıl içinde bütçe yasasıyla Osmanlı topraklarında fabrika kuranlardan alınan on lira ruhsat resmi kaldırılır ve girişimcilerin vergi yükü hafifletilir. Teşvik mevzuatı önce meclise görüşülmek üzere gönderilir ancak meclis seçimlerinin uzun süre yapılamaması dolayısıyla kanun hükmünde kararname yada “kanun-ı muvakkat” şeklinde çıkarılır. 1913 yılı mevzuatıyla teşvik tedbirlerinden yabancıların da yararlanabileceği hükme bağlanmakla birlikte, I. Dünya Savaşı nedeniyle bu bağlaşıklık ve ayrıcalıklardan yalnızca Osmanlı 59 60 Doğu ERGİL, a.g.e., s.18-19. Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat, Doğan Kitap, ss. 291-302. 203 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN tebaasının ve Osmanlı anonim şirketlerinin yararlanması kararlaştırılır. Buna göre, fabrikalara gerekli hammaddelerin yurt içinde çıkarılmaması, yetişmemesi halinde gümrük ödemeksizin ithali serbest bırakılıyordu. 1913 yılı Mevzuatı Osmanlı topraklarında faaliyette bulunan tüm fabrika ve tezgahların ihraç edecekleri mallar için gümrük bağışıklığı getirir. 1913 Mevzuatının diğer önemli bir yönü de hükümet alımlarında yerli sanayi ürünlerine öncelik tanınmasıdır. Buna göre Bab-ı ali gereksinim duyduğu malları için mümkün olduğunca “mamulat-ı dâhiliyeyi tercih edecektir61. 1913 Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı ve ona ilişkin talimatname ve nizamname, II. Meşrutiyet öncesi imalat sanayiinde dağınık halde uygulanan bağışıklık ve ayrıcalıkları aynı mevzuat altında toplar. Buna bağlı olarak da yeni özendirici unsurlar getirir 62. Sanayileşmeye yönelik olarak XIX. Yüzyılın sonlarından itibaren gerçekleştirilen kurumlaşmalar ve yasal teşvik yöntemlerinin çoğalması ve buna bağlı olarak ülkede az da olsa sanayi sektörlerinde imalathane, fabrika, atölye ve tesislerin oluşmaya başlaması, bu alanlarda bir sayım yapılması ve bu yönde çalışması gereğini doğurmuştur. Bu açıdan II. Meşrutiyet yılları sanayi sayımlarına ilişkin istatistik çalışmalarının da giderek önem kazandığı bir dönem olmuştur63. Bu dönemde Nezaretler kendi ilgi alanlarında istatistiksel çalışmalar yaparlar. Bu doğrultuda, sanayii teşvik mevzuatı sonrası Bab-ı Ali ülkedeki sınai malvarlığının boyutlarını saptamaya koyulur. Bu amaçla Ticaret ve Ziraat Nezareti’ne bağlı Sanayi Müdüriyet-i Umumiye’si “sanayi umurunun tanzim ve ıslahı için bir sanayi istatistiği” düzenler. Sanayi müfettişlerinden Mösyö Durand ve Mühendis Fuad Bey’in birlikte yürüttükleri ve İstanbul, İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak’ı kapsayan sanayi sayımları 1917’de “1329, 1331 Seneleri Sanayi İstatistiği” adıyla yayınlanır. İstatistikte Meşrutiyet’in başlangıcından beri iktisadi alanda sarfedilen çabaların ve kapitülasyonların kaldırılışının sanayileşmek için gerekli ortamı oluşturduğu kaydedilir. İstatistik Sınai kuruluşlarının sayısı, boyutları, yöresi, çevirici gücü, türü, motor sayısı, diğer araç gereçler, üretim miktarı, üretimin 61 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1351. Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352. 63 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352. 62 204 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN ithalat, ihracat ve tüketime oranla durumu, çalışanların nitelikleri, ücretleri ve çalışma saatleri konularında ayrıntılı bilgi vermektedir64. İstatistik sayım sonuçlarına göre Osmanlı topraklarında sanayi kuruluşlarının önemli bir kısmı İstanbul ve İzmir çevresindedir. Adana ve Tarsus’daki dört iplik fabrikasıyla bazı kentlerdeki un ve deri fabrikaları dışında Anadolu’da başka yörelerde pek sınai kuruluşuna rastlanmamıştır. Suriye’de istatistikte yer alabilecek iş yerleri olmakla birlikte savaş nedeniyle sayım dışı bırakılmışlardır. 65 Bu dönem sanayi sayım sonuçlarının yeterince doğru ve sağlıklı olduğunu söylemek pek olası değildir. Bunun da iki nedeni; Osmanlı’da genellikle sayımların ertesinde yeni vergilerin geleceği beklentisiyle iş yeri ve atölye sahiplerinin fazla bilgi vermeye taraftar olmaması, diğeri de düzenli bir muhasebe kayıt sisteminin olmaması, dolayısıyla kayıt ve hesapların üstünkörü bir biçimde tutulmasıydı. İstatistik sayımlarına göre asli kuruluşlar 1913 yılında 252 iken, 1915 yılında 264 olmuştur. Diğer yandan aynı yıllarda 17 ve 18 tali kuruluşun var olduğunu biliyoruz. Bunlarla birlikte 1913 sayımlarıyla sanayi tesislerinin sayısı 252’den 269’a, 269’dan da 282’ye yükselmiştir. Bu sayının %27,7’sini gıda sanayi oluşturur. Bu durum Osmanlı ülkesinde gıdanın önemini ve onun tarımsal yapısını ifade eder. İkinci sırada % 27,7’lik bir oranla yine tarım girdili dokuma sanayii yeralmaktadır. %19,6’lık bir oranla kırtasye sanayii üçüncü sırada, deri sanayii ise %4,6’lık bir oranla sonlarda yer almaktadır66. İstatistikte yer alan sanayi kuruluşlarının %55’i İstanbul ve çevresinde yer alır. %22 ile onu İzmir izler. Diğer taraftan dokuma sanayi kuruluşlarının %71’i İstanbul ve İzmir dışındaki kentlerde kurulmuştur. Kırtasiye Sanayi başlığı altında yeralan matbaa ve sair imalat’ın %100’ü İstanbul ve İzmir’de görülür 67. İstatistik verilerine göre, iş yerlerindeki çevirici gücün toplamı 20.977 beygir gücüdür. Çevirici gücün %75,9’u buhar makinalarından elde edilmiştir. İkinci sırada %12,8’le içten yanmalı motor gücü gelir. Elektrikli motorlar % 6,4, su ise %4,8 ile son sıralarda yer alır. 64 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1352; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat, Doğan Kitap, ss. 309-310; A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayi, 1913-1915 Yılları Sanayi İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara, 1997, s. x 65 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353. 66 Zafer TOPRAK, a.g.m., s. 1353; A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. xi; Korkut BORATAV, a.g.e., s. 33,34. 67 A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., s. 15; Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat, Doğan Kitap, s. 313. 205 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN İstatistik verilerine göre Osmanlı sanayiinde en fazla değer gıda sanayiinde yaratılmaktadır. İkinci sırada onu dokuma izler, üçüncü sırada basımevleri nedeniyle kırtasiye sanayi yer alır. Diğer taraftan değirmencilik, sanayide yaratılan değerler açısından önemli bir yere sahiptir. Toplam değerin içinde bu kesimin yaptığı 1913 ve 1915 yılları için sırasıyla %32 ve %44’tür. Değirmenciliği de içeren gıda sanayiin aynı yıl için oranları ise %69 ve %70’tir 68. II.Meşrutiyet’te sürekli sanayileşmeyi vurgulayan yayın organı “Sanayi” dergisidir. Dergiye göre sanayileşemeyen Osmanlı toplumu 20 yüzyılda ağır bir esaret altındadır. Bu bakımdan 20 yüzyılda ulusal varlık ancak sanayileşmekle sürdürülebilir 69. Diğer taraftan bu dönemde Osmanlı fabrikatörlerini bir çatı altında toplayan “Milli Fabrikacılar Cemiyeti” adıyla bir dernek kurulur. 1917 başında çoğu İttihatçı ve aynı zamanda mebus olan fabrikatörlerin kurduğu bu dernek özel girişimin gelişmesini amaçlamaktadır. Milli fabrikacılar Cemiyeti, ülkenin gerek duyduğu sınai işletmelerinin kurulabilmesi için vatandaşlar arasında işbirliği sağlamayı amaçlar. Dernek girişimci Osmanlıları bir araya getirerek orta girişimcilere önayak olmayı amaçlamıştır. Bu dönemin diğer bir özelliği ise Avrupa’dan sanayi uzmanları getirtilmesidir. Bunlar ülkede sanayi müfettişi olarak göreve atanırlar. Yine bu çerçevede Avrupa ülkelerine gerek mesleki, gerekse teknik alanda eğitim ve öğretim için Türk gençleri gönderilir. Bu amaçla çeşitli protokoller yapılır ve özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında Bab-ı Ali’nin Alman Hükümeti ile yaptığı protokol gereği 12-18 yaşları arasında 10.000 kadar Türk gencinin mesleki ve teknik öğrenim görmek üzere Alman fabrikalarına kabulü istenir 70. Bütün bu çabalara karşılık II. Meşrutiyet döneminde gerek 1909, gerekse 1913’te çıkarılan yasalar ve teşvik tedbirlerinin önemli bir sanayi üretimi sıçraması sağladığını söylemek pek mümkün değildir. Ancak Avrupa’nın yarattığı ekonomik devrimden kapitülasyonlar aracılığıyla yararlanabilen ve modern sektörle birleşen imparatorluk içindeki iktisadi güçlerin daha çok Türkiye’de yerleşmiş ve kuşaklar boyunca kendi dil ve kültürlerini korumuş olan “Levantenler”den oluşması ve bunların ağırlıklı olarak komprodor Rum ve Ermeni burjuvazi tarafından temsil edilmeleri ve ayrıca ekonomik yaşamın neredeyse tümünü temsil ediyor durumda olmaları 68 A. Gündüz ÖKÇÜN, a.g.e., ss. 22-24; Zafer TOPRAK, a.g.e., ss. 314-315. Zafer TOPRAK, a.g.m., 1353 70 Yahya Sezai TEZEL, a.g.e., s. 70 69 206 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN II. Meşrutiyet döneminin özellikle ulusçu karakterinin biçimlenişinde etkili olduğu gözlenmektedir71. Bu dönem Osmanlı sanayiinin önemli bir özelliği de sınai mülkiyetinin hemen hemen tümüyle azınlıkların ve bir ölçüde de yabancıların elinde olmasıydı. Sanayi kesiminde mülkiyetin etnik yapısı, salt ekonomi kuramı açısından önemsiz sayılabilir. Ancak, hukuk, askerlik ve eğitim alanlarındaki ayrıcalıklarının da katkısıyla azınlıkların sanayii sermayesini ellerinde tutmaları birikim sürecinde bir kopukluk yaratmış denilebilir. Bir başka deyişle burjuvalaşabilecek kesim “Türk halkının dışındaydı72. Ancak bütün bunlara karşın II. Meşrutiyet dönemi Osmanlıda sanayileşme bilincinin oluştuğu yıllar olarak günümüze yansımaktadır. SONUÇ Osmanlı İmparatorluğunda sanayileşme çabaları, dikkat edilirse, yenileşme ya da diğer adıyla batılılaşma çabalarının gereği olarak kendini dayatmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde gerçekleştirilmeye çalışılan sanayileşme atılımları ve sanayileşmeye yönelik teşvik tedbirleri Cumhuriyet Türkiye’sinin ekonomi politiğinin de temellerini atmak durumundaydı. Özetlemek gerekirse genellikle el sanatları ve esnaf biçimi örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayii, Osmanlının dışa açılımı sonucu yıkılmış ve çökmüştür. Varolan sanayi mülkiyeti de azınlıkların ve yabancıların elindeydi73. Öte yandan Osmanlının kamu girişimciliği yoluyla askeri gereksinimleri karşılamak amacına yönelik sanayi işletmeleri kurması, sanayii geliştirecek önlemler alması ve son yıllarında sanayii özendirme çabaları da bir sonuç vermemiştir. Sanayileşmek Osmanlıda Cumhuriyete kadar bir özlem olmaktan öte gitmemiş bir çaba olarak kalmıştır.74 Ancak özellikle II. Meşrutiyet döneminin tartışmaları Genç Cumhuriyetin ufkunu açan bir birikim olarak değerlendirilmelidir. Diğer bir deyişle bu dönemin iktisadi politika arayışları gelecekteki toplumun ekonomik yöneliminin de özünü teşkil ediyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşından sonra Osmanlılık anlayışını bırakması ve onun yerine “Türk Milliyetçiliği”ne dayanan ideolojik anlayışı benimsemesi, iktisadi 71 Feroz AHMED, a.g.e., s. 37-38. Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 17 73 Yakup KEPENEK, a.g.e., s.18. 74 Yakup KEPENEK, a.g.e., s. 19. 72 207 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN düşünce alanında da ulusalcı bir çizginin belirmesini getirmiştir. Bu doğrultuda “Milli İktisat”, “Milli Bankacılık”, “Milli Sanayi” gibi söylemler oluşmuş ve daha korumacı ve özellikle Müslüman Türk esnafın ve sanayicinin geliştirilmesine yönelik iktisadi politikalar gündemi belirlemiştir. Bütün bu ulusalcı yapılanmalar Cumhuriyet Türkiye’sinin iktisadi alanda izleyeceği yolun ideolojik yönünü belirlemesi bakımından önem taşımaktadır. Sanayileşmenin getirdiği sonuçların o günlerde olduğu gibi, bu gün de tatmin edici olmaması, bu alanda izlenen yöntemlerin tartışılırlığını da beraberinde getirmiştir. KAYNAKÇA A. D. NOVİÇEV, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleşmesi, Onur Yayınları, Ankara, 1979. A. Gündüz ÖKÇÜN, Osmanlı Sanayii, 1913-1915 Yılları Sanayi İstatistiki, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara, 1997. Adnan GİZ, “Islah-ı Sanayi Komisyonu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt V. İletişim Yayınları, İstanbul, 1985. Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Demokrasi’nin Ekonomik Politiği”, Geçiş Sürecinde Türkiye, “ (Der: İrvin Cemal Schick/E. Ahmet Tonak), Belge Yayınları, İstanbul, 1992. Çağlar KEYDER, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990,. Doğu ERGİL, Milli Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1981. Donald QUATAERT, “19. Yüzyıla Genel Bakış, Islahatlar Devri, 1812-1914, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt: 2 1600-1914, (Editör: Halil İNALCIKDonald QUATAERT), Eren Yayıncılık, İstanbul, 2004. Donald QUATAERT, “Reji, Kaçakçılar ve Osmanlı Hükümeti” (Çev: Mete TUNÇAY), Yapıt, Sayı: 48’3, Şubat-Mart 1984, ss. 68-85 Edward C. CLARK, “Osmanlı Sanayi Devrimi”, (Çev.Yavuz Cezzar), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012. Eric J. HOBSBAWM, Sermaye Çağı 1848-1875, Dost Kitabevi, Ankara, 1995. Eric Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009. Feroz AHMAD, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986. 208 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN Gülten KAZGAN, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009. Hüseyin Avni ŞANDA, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi/1908 İşçi Hareketleri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975. İsmail Hüsrev TÖKİN, Türkiye’de Köy İktisadiyatı, (Tıpkı Basım), İletişim Yayınları, İstanbul, 1990. Korkut BORATAV, Gündüz ÖKÇÜN, Şevket PAMUK, “Osmanlı Ücretleri ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 49’4, NisanMayıs 1984, ss. 62-76. Korkut BORATAV, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge Yayınları, Ankara, 2007 Mehmet Ali YILDIRIM, Dersaâdet Sanayi Mektebi, Kitabevi, İstanbul, 2012. Mehmet SEYİTDANLIOĞLU, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876), Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Haz: Halil İNALCIK-Mehmet SEYİTDANLIOĞLU), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012. Muhteşem KAYNAK, “Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış”, Yapıt, Sayı: 5, Haziran-Temmuz 1984, ss. 66-85. Oğuz OYAN, “Dış Ticarette Liberalleşmenin Tarihsel Öğretileri”, Yapıt, Toplumsal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6, AğustosEylül 1984, s. 47 (45-69). Orhan KURMUŞ, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, İstanbul, 2007. Ömer Celal SARÇ, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, (Komisyon), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999. Reşit KASABA, “Osmanlı Devleti ve Dünya Ekonomisi”, Yapıt, Sayı: 10, Nisan- Mayıs 1985, ss. 37-50. Seyfettin GÜRSEL, “1838 Ticaret Anlaşması Üzerine”, Yapıt, Sayı: 10, Nisan-Mayıs 1985, ss. 27-36. Stefanos YARESİMOS, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye 2Tanzimattan I. Dünya Savaşına, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1975. Şerif MARDİN, “Tanzimattan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi (1838-1918)”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987, ss. 618-634. Şevket PAMUK, 100 Soruda Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi 15001914, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990. Şevket PAMUK, Osmanlı Ekonomisinde Büyüme ve Bağımlılık (18201913), Tarih Vakfı ve Yurt Yayınları, İstanbul, 1994. Taha PARLA, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993. 209 II. Meşrutiyet Dönemi Sanayileşme Anlayışı ve Sanayii Teşvik Girişimleri / İsmail PEHLİVAN Tevfik ÇAVDAR, Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, İmge Kitabevi, Ankara, 2003. Yahya Sezai TEZEL, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (19231950), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, Yakup KEPENEK, “Türkiye’nin Sanayileşme Süreçleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt VII, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 1760-1796. Yakup KEPENEK, Gelişimi, Üretim Yapısı Ve Sorunlarıyla Türkiye Ekonomisi, Teori Yayınları, Ankara, s.1987. Zafer TOPRAK, “II. Meşrutiyet Döneminde İktisadi Düşünce”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 635-640. Zafer TOPRAK, “Osmanli Devleti ve Sanayileşme Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, ss. 1340-1344. Zafer TOPRAK, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum (1908-1950)- Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995. Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Doğan Kitap, İstanbul, 2012. Zafer TOPRAK, Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, Yurt Yayınları, Ankara, 1982. 210 Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2014 / Volume:2 Issue:4 July 2014 Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’lMeânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye Dîzîra Sekkâl, Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye, Beyrut, 1995, 89 sayfa. Uğur GÜLBİL Yrd. Doç. Dr. Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected]. Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL Eser, Arap Dili ve Edebiyatı içerisinde Ilmu’l-Meâcim adı verilen Sözlükbilim alanına ait bir çalışmadır. Eser genel olarak sözlüklerin her iki çeşidi olan mana ve lafız sözlüklerinin ilk telif edilişinden günümüze kadar olan süreçte ortaya çıkışını ve gelişimlerini ele almaktadır. Arapça sözlüklerin doğuşu ve gelişimini, kelimelerin sözlüklerde nasıl karşımıza çıkacağı ve nasıl bulunacağı konusunda bize ışık tutmaktadır. Eserin yazılma sebebi, sözlüklerde yer alan kelimelerin daha hızlı ve daha pratik bulunmasına yardımcı olmak olarak nitelendirilebilir. Farklı sözlüklerden örnekler vererek sözlüklerin tanınmasına yardımcı olur. Kelimelerin sözlüklere konulma usullerini vermesi bakımından da eser önemlidir. Eserin yazarı Dizîra SEKKÂL, 1958 Misk, Bhersaf, Lübnan doğumludur. Fransızca, İngilizce ve Arapça bilmektedir. Eğitim, gazetecilik ve düşünce alanlarında yaptığı çalışmalarla bir çok ödül kazanmıştır. Pek çok alanda eserler te’lif etmiştir. Lübnan’da Rönesans hareketinin canlanmasına katkıda bulunmuştur. “el-Envâr”, “en-Nehâr”, “el-Mevakıf”, “el-Fikru’l-Arabiyyu’l-Muâsır” gibi pek çok gazete ve dergide yazılar yazmıştır. Şiir alanında, “Kitâbu’ş-Şâhid (1989), “Kitâbu İsmâîl” (1991), “Kitâbu Bâbil” (1991), “Tecelliyâtu’l-Levn” (1994), “Kitâbu’l-Merâsî” (1998); Nakd (eleştiri) alanında, “Buhûs İslâmiyye” (1989), “el-Arabu fi’l-Asri’lCahiliyye” (1995), “Ilmu’l-Beyân beyne’n-Nazariyyât ve’l-Usûl” (1997), “Kısasu’l-Arab” (2003); dil alanında, “Şerhu’t-Tasrîf li’bni Cinnî” (1998), “Şerhu fikhi’l-Luga li’s-Seâlebî” (1999), Neş'etu'lMeâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ” (1995); sanatsal roman alanında, “Muğâmarât Kelb” (2004); ders kitabı olarak, “enNamtu’s-Serdî” (2002), “Kitâbu’l-Muğâmerât (Muhtârât)” (2002), Kitâbu’l-Medine (Muhtârât)” (2002), Kitâbu’l-Hıvâr ve’l-Hıtâbe” (2002) gibi daha pek çok eserleri bulunmaktadır316. Bu eserlerinin dışında pek çok yayınlanmış araştırmaları da bulunmaktadır. Yazar, eserini beş bölüme ayırır. Birinci bölümde sözlük ve türlerini ele alarak Arapça dil malzemesinin toplanmasına değinir. İkinci bölümde mâna sözlükleri hakkında bilgi verdikten sonra bu alanda te’lif edilen üç eseri inceler. Bu sözlüklerden ilki dilde yer alan kelimeleri ve manalarını; ikincisi mana bakımından müşterek kelimeleri; üçüncüsü de dildeki morfolojik meseleleri ele alır. Üçüncü bölümde ise bazı mânâ sözlüklerini ve gelişimini; dördüncü bölümde, lafız (mucennes) sözlüklerini ele alarak beş türünü örneklerle açıklamaya çalışır. Beşinci bölümde de yazar, sözlük alanındaki kendi 316 Eserleriyle ilgili bilgi için bkz. http://www.focusonlebanon.com/Members/desireesakkal.php 212 Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL fikir, metot ve yorumlarını ortaya koyar. Eserin son bölümünde kaynakça, incelenen eser fihristi ve genel fihrist yer alır. Eser, alanında hazırlanan kısa, öz, kapsamlı bir çalışmadır. Arapça Sözlükbilim alanında Arap dünyasında hazırlanan birkaç önemli çalışmadan birisidir. Özellikle Arap olmayanlar için Arapça yazılan eserlerin anlaşılıp yorumlanması bakımından sözlükler büyük önem arz etmektedir. Arap kültürü, mirâsı ve özellikle dini metinler daha doğru ve iyi bir şekilde okunup anlaşılması ve hayata doğru bir şekilde yansıtılması bakımından mucemler önemlidir. Bu metinlerin kelimeleri, kökleri ve türevlerinin anlamlarını bu sözlükler yardımıyla anlaşılacaktır. Bu bakımdan sözlüklerin metotlarının bilinmesi okuyucular açısından büyük önem arz etmektedir. Ayrıca sahip olduğumuz bu sözlüklerin nasıl kullanılacağını, kelimelere nasıl bakılacağını bilmeden sözlüklere bakmaya çalışmak bizim için büyük bir zaman ve emek kaybını doğurur. Bu eser bu açıdan bize büyük kolaylıklar sunmaktadır. Mu’cem, kelimeleri inceleyen, dilin ifade ettiği her şeyi ve dil ile bağlantılı her ne varsa ele alan ve belli bir manayla ve konuyla alakalı kelimeleri bir fasılda, risalede veya kitapta toplayan eserlere ve dil kitaplarına verilen isimdir. Arap dilinin kelimelerinin toplanması, belirli bir metot ve yol takip etmeksizin kelimelerin toplanması; bir konuyla ilgili kelimelerin toplanması; kelimelerin belli metot ve konular bağlamında bir araya getirilmesi olmak üzere üç merhalede olmuştur. Sözlükler, mânâ sözlükleri ve mucennes (kelime) sözlükleri olmak üzere iki kısımdır. Zıt kelimelerin, müşterek lafızların ve dile ait morfolojik meselelerin yer aldığı sözlükler mana sözlükleri içerisinde değerlendirilmektedir. Bu alanda el-Esmâî’nin “Ma’htelefet Elfâzuhû ve’t-tefekat Meânîhi’”si; el-Enbârî’nin “Garîbu’l-Luga”sı; el-Seâlibî’nin “Fıkhu’l-Luga”sı; İbn Haleveyh’in “Leyse fî Kelâmi’lArab”ı; er-Rummânî’nin “Meâni’l-Hurûf”u mânâ sözlüklerinden bir kaçıdır. Mucennes (Kelime) sözlükleri, kelimeleri tek tek ele alarak köklerini, çekimlerini ve anlamlarını, alfabe harfleri dikkate alınarak kendine has bir tarz ve metotta inceleyen eserlere denir. Bu sözlükler, maddelerin dizilişindeki düzen, iştikak harflerin yerlerinin değişimi, kelimenin başına ortasına veya sonuna getirilen eklerle kazandığı anlamlar, harflerin ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve altılı olarak sözlükteki yeri olmak üzere üç ana esas üzerine kurulur. Mucennes sözlükler; a) Maddelerin sıralanışında mahreçlerin esas alındığı, 213 Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL b) Maddeler arasında iştikâku’l-kebîr (büyük türeme) esas alınarak alfabetik sıranın esas alındığı, c) Kelimelerin mücerred halinin son harfleri esas alındığı, d) İlk harf sisteminin esas alınarak alfabetik sisteme göre dizildiği, e) Kelimelerin okunduğu gibi alındığı sözlükler olmak üzere beş kısımdır. Bunlardan birincisine el-Halîl b. Ahmed’in “Kitâbu’l-Ayn”ı, ikincisine, İbn Dureyd’in “Cemheretu’l-Luga”sı, üçüncüsüne, elCevherî’nin “es-Sıhâh”ı, dördüncüsüne, ez-Zemahşerî’nin “Esâsu’lBelâga”sı ve beşincisine de “el-Muncidu’l-İ’dâdî” öncülük etmiştir. Eser, orta ve ileri düzeyde Arapça bilgisi olanlar için kolayca anlaşılan ifadelere sahiptir. Dili sade, açık ve anlaşılır; ayrıca anlatılmak istenenler sade ve yalın bir üslupla dile getirilmiştir. Konular kısa ve kesin ifadelerle sunulmaya çalışılmış, edebi sanatlara ve özentili söyleyişlere çoğunlukla yer verilmemiştir. Anlatılmak istenen konulara farklı türlerde hazırlanan sözlükler ve sözlüklerden alınan örneklerle açıklanmıştır. Eserden bir bölüm: كما سبق أن ذكرنا في فصل،يراد بها المعاجم التي تعالج األلفاظ ويكون لها نمط، وتظهر أصولها وتصاريفها ومعانيها، فتضبطها،سابق سواء من حيث،خاص في ترتيب األلفاظ مبني على أحرف الهجاء كما هي الحال في "كتاب العين" للخليل بن أحمد،مخارجها الصوتية كما هي الحال في كتابي، أم من حيث حرفها األخير،الفراهيدي أم من حيث حرفها، و"لسان العرب" البن منظور،"الصحاح" للجوهري " كما هي الحال في "أساس البالغة" للزمخشري و"أقرب الموارد،األول 317 .للشرتوني “Bu sözlüklerle, kelimeleri ele alarak, inceleyen sözlükler kastedilir. Daha önce geçen fasılda da zikrettiğimiz gibi, kelimeleri tek tek ele alır, onları harekeler, köklerini, çekimlerini ve manalarını ortaya koyar. Kelimelerin tertibinde, hece harfleri üzerine bina edilmiş, hece harfleri dikkate alınarak kendine has bir tarz ve metod bulunur. Bu tarz bazen el-Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî’nin “Kitâbu’l-Ayn”nındaki gibi harflerin ses mahreçleri gözetilerek, bazen el-Cevherî’nin “es-esSıhah”ı ve İbn Manzûr’un “Lisânu’l-Arab”ında olduğu 317 Dizîra Sekâl, a.g.e., s. 35. 214 Neş'etu'l-Meâcimi'l-Arabiyyeti ve Tetavvuruhâ (Meâcimu’l-Meânî – Meâcimu’l-Elfâz), Dâru’s-Sadâkati’l-Arabiyye / Uğur GÜLBİL gibi kelimelerin son harfi dikkate alınarak, bazen de ezZemahşerî’nin “Esâsu’l-Belâğa”sı ve eş-Şertûnî’nin “Ekrabu’l-Mevârid”inde olduğu gibi kelimelerin ilk harfi gözetilerek yazılmış sözlükler şeklindedir.” Eser, başta Arapça sözlüklerle ilgili çalışma yapmak isteyenler olmak üzere, Arap kültürünü ve mirasını okuyup anlamaya çalışan; metinlerin anlaşılması esnasında da sözlüklerden hangisinin kendisi için yararlı olacağını önceden bilmek isteyen araştırmacılar için önem arz etmektedir. Ayrıca okullarda eğitim gören öğrenciler için en faydalı ve en kullanışlı sözlüğü tespitinde faydalı olacaktır. Eserde bir indeks yer almamaktadır. İçindekiler bölümü genel olarak sistematik verilmiş ancak eserde yer alan başlıklarda şöyle bir farklılık göze çarpmaktadır: Örneğin, Mucennes sözlükleri verirken, üçüncüsü a denilmiş, ardından b demek yerine üçüncüsü b, üçüncüsü c olarak verilmiştir. Eserin kaynakçası incelendiğinde müellif alanla ilgili en önemli kaynakları taradığı görülmektedir. Yaklaşık 45 eser kaynakçada yer almaktadır. Ayrıca müellif eserinin sonunda inceleme ve araştırmada bulunduğu mana ve mucennes sözlüklerden 11’er adedini toplamda 22 eseri, müellifini ve basım yeri ve tarihinin bulunduğu listeyi vermektedir. Kitabın kapak tasarımı gayet sadedir. 215 MAKALE YAZIM KURALLARI 1. Yayınlanan makalelerin uluslararası indekslere eklenmesinde sorun yaşanmaması için özet ve anahtar kelimeler gerekmektedir. Bu sebeple dergiye gönderilecek makalede mutlaka Türkçe-İngilizce özet ve anahtar kelimeler bulunmalıdır. Özetler 200 kelimeyi geçmemeli, Anahtar kelimeler kısmında en fazla 7 kelime kullanılmalıdır. 2. Makalelerin İngilizce başlığı, Türkçe başlığın altına eklenmelidir. Yazılar, Microsoft Word programında yazılmalı ve sayfa yapıları aşağıdaki tablodaki gibi düzenlenmelidir: Kağıt Boyutu A4 Dikey Üst Kenar Boşluk 5,5 cm Alt Kenar Boşluk 5,5 cm Sol Kenar Boşluk 4,5 cm Sağ Kenar Boşluk 4,5 cm Yazı Tipi Times News Roman Yazı Tipi Stili Normal Boyutu (normal metin) 10 Boyutu (dipnot metni) 9 Satır Aralığı Tek (1) 3. Makale içerisindeki başlıkların her bir kelimesinin sadece ilk harfleri büyük yazılmalı, başka hiç bir biçimlendirmeye, yer verilmemelidir. 4. Gönderilecek bilimsel çalışmaların sayfa sayısı belge, kroki, harita ve benzeri malzemeler gibi eklerle birlikte en fazla 25 sayfa olacaktır. 5. Makalede en fazla 10 şekil ve/veya tablo verilmelidir. Şekil ve tablolar metin içerisinde mutlaka belirtilmelidir. Şekil ve tablo ebatları makale için belirtilen ölçüler dışına taşmamalıdır. 6. İmlâ ve noktalama açısından, makalenin ya da konunun zorunlu kıldığı özel durumlar dışında, Türk Dil Kurumunun İmlâ Kılavuzu esas alınmalıdır. 7. Makalelerdeki dipnotlar, APA (American Psychological Association) veya klasik dipnot verme formatında hazırlanıp metin içerisinde verilmelidir. 8. Metnin sonunda KAYNAKÇA başlığı altında, atıfta bulunulan kaynaklar soyadına göre sıralanmalıdır. Örnek: Kitap: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978. Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara, 2003. Makale: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten, VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229. Tezler: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis, 2010. Elektronik Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa( 10.07.2012) ARTICLE WRITING RULES 1. Abstract and key words are needed in order to avoid problems about being included in the articles published in international indexes. For this reason, , English-Turkish abstracts and key words must be taken place in the the article which will be sent to journal. Abstracts should not exceed 200 words, 7 words should be used as maximum in the part of key words. 2. The title of the articles in English, should be added below the title of articles in Turkish. Manuscripts should be written in Microsoft Word, and page structure of the program shall be in the following table Paper Size A4 vertical Top Margin 5,5 cm Lower Margin 5,5 cm Left Margin 4,5 cm Right Margin 4,5 cm Font Times News Roman Font Style Normal (Standard) Size (plain text) 10 Size (footnote text) 9 Line Spacing Single (1) 3. Only the first letters of each word in the article titles must be great, no other formatting, should not be included. 4. Number of pages of scientific studies which will be sent , will have maximum of 25 pages, including attachments, such as the map and sketch and similar materials. 5. In article, up to ten shapes or tables must be given. Shapes and tables must be noted in the text . Figure and table size should not be out of the specified dimensions for the article. 6. Spelling and punctuation must be based on the Turkish Language Institution Speller. the exceptions of some specified situations enforcing the terms of article or topic. 7. Footnotes in the article should be given in the text by prepared in format of giving classic format or APA((American Psychological Association) format. 8. At the end of the text, under the heading of AUTHORITIES ,the referenced resources must be ordered alphabetically according to the surnames . Examples: Book: Fisher, Alan, W., The Crimean Tatars, Stanford, 1978. Köprülü, M. Fuad, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara, 2003. Arcitle: İnalcık, Halil, “Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Tabiliğine Girmesi ve Ahidname Meselesi”, Belleten, VIII/30, Ankara, 1944, s. 185–229. Theses: Narinç, Ökkeş, 1712-1715 tarihleri Arasında Gaziantepte Sosyal- Siyasi ve iktisadi Yapı (64 Numaralı Gaziantep Şer’iyye Sicilleri Metin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi), Kils 7 Aralık Üni. Sosyal Bilimler Enst. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kilis, 2010. Electronic Resource: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Paşa( 10.07.2012) 181
© Copyright 2024 Paperzz