1 2 İNSANA İLHAM VEREN HİKAYELER 2.BÖLÜM İÇİNDEKİLER: SAYFA SAYISI ABCDEFGHİ- ÇANAKKALE HİKÂYELERİ 9 - 26 KURTULUŞ SAVAŞI HİKÂYELERİ 27 - 39 ATATÜRK’ÜN ÖRNEK DAVRANIŞLARI 40 - 42 ANTİK ÇAĞ BİLGELERİ(BİLGELİK HİKÂYELERİ) 43 - 47 DİĞER BİLGELİK HİKÂYELERİ 48 - 180 DEĞERLİ İNCİ TANELERİ(PRECIOUS PEARLS) 181 - 216 CHINNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKÂYE –I 217 - 268 CHINNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKÂYE –II 269 - 322 MASAL SOKAĞI 313 - 336 2.Bölüm TOPLAM Hikâye Sayısı HİKÂYE 18 10 6 17 117 44 70 48 18 348 İNSANA İLHAM VEREN HİKAYELER 3.BÖLÜM İÇİNDEKİLER: SAYFA SAYISI J- GET INSPIRED 3. Bölüm HİKÂYE 4 - 286 143 Hikâye Sayısı 143 2. ve 3. BölümTOPLAM Hikâye Sayısı : 491 3 10- Kendine Güven 11- Onbaşı Seyit Anıtı ve Rumeli Mecidiye Bataryası (Gelibolu) 12- Çanakkale Savaşı 13- Saat 14- Bombasırtı 15- Artık düşman değilsiniz 16- Silahını Bırakmamış 17- Helal Ettim 18- Geleceğini Biliyordum A- ÇANAKKALE HİKÂYELERİ Sayfa No 1- Anzaklı Ömer’in Hikâyesi 9 2- Conkbayırı ve Mezarlığı 11 3- Atatürk Anıtı (Gelibolu) 13 4- Mehmetçiğe Derin Saygı (Gelibolu) 14 5- Conk Bayırı Taarruzu 10 Ağustos 1915 14 6- Kınalı Ali 15 7- Ateş Hattında – “Çok Geç” 17 8- İsmi Didar Olsun 18 9Büyüksün 19 BKURTULUŞ SAVAŞI HİKÂYELERİ Sayfa No 1Büyük Taarruz ve Başkumandanlık Meydan Muharebesi 27 2Bayrağa Saygı 30 3Ben Başkumandanım 30 49 Eylül – İzmir 31 5İzmir Suikasti 32 C1234- ATATÜRK’ÜN ÖRNEK DAVRANIŞLARI Atatürk ve Öğretmen Atatürk Türk Uşağı Bekleyeceksin Hediye Sayfa No 40 40 40 41 123456789- D- ANTİK ÇAĞ BİLGELERİ Thales Sokrates’in Eşi Sokrates ve Gökgürültüsü Sokrates – Ruhu Batırmak Sokrates – Adalet Dişyojen ve İskender Diyojen – Sokak Diyojen – Yarış Diyojen – Ağız Sayfa No 43 43 43 44 44 44 45 45 45 123456789101112131415161718192021222324- E- DİĞER BİLGELİK HİKÂYELERİ Sayfa No Sen Gideceksin 48 Değişik bir kutsama tarzı 49 Anne Duası 49 Bir insanın anavatanı çocukluğudur(Epictetus) 51 Edison 54 En iyi haber 55 İmparator 56 Hemen mi öleceğim? 58 The Cocoon – Koza 59 Hippo – Kendin Olmak 60 Tüm gücünle it! 63 Ne kardeş ama 65 Hayat dersi 66 Şükret 67 Nakış 68 Fedakarlık – Bir ailenin en büyük servetidir 70 Elma ağacı 71 Bambu Ağacı ve Eğreltiotu 74 Yolumuzun üzerindeki engel 76 Kisagotami 77 Üç Küçük Ağaç 79 Köle Ayaz 82 Köle Yusuf 83 Bu gözlerim konuşamazlar 84 56- 252627282930313233343536373839404142434445464748- 19 20 21 22 23 24 24 25 26 6- Sakarya Savaşı 7- Trikopis 8- Karayılan Hikâyesi (Şiir) 9- Karayılan Hikâyesi 10- Şoför Ahmet’in Hikâyesi 33 35 37 38 38 Yorgunluk Geçmiş Olsun 41 42 1011121314151617- 45 46 46 46 47 47 47 47 Diyojen – Mercimek Çorbası Konfüçyus – Yumurta Solon – Üstünlük Platon – Şaşkınlık Plato – Kumar İskender – Ceza Menedem – Gerçek Mutluluk Aristo – Güleryüz Sana ihtiyaçları var Büyük Saflaştırıcı Siz benden daha fakirsiniz Taşı bana ver Cennet ve cehennem Söz dinleyen eş Tanrı’nın merhameti Gerçek Huzur Isaac Tigrett’in Hikâyesi Asıl sen bana teşekkür et Michael Faraday Uygulamaya konmuş sevgi Herkesi sevin Aslında kim değişmeli Görevini yapma Günahkâr Öfkenizi Nasıl Kontrol Edebilirsiniz? Bir karga insana ne gibi bir ders verebilir Havuçlar, Yumurtalar ve Kahve Çekirdekleri Bir şeyler yap Üçlü Eleme Testi Gölge Nachikethas Mutlu Olunacak Bir Şey 85 86 87 89 91 92 96 99 100 102 103 103 106 106 107 108 110 111 112 114 114 115 116 117 4 4950515253545556575859606162636465666768697071727374757677787980818283- 1234567891011121314151617181920212223- Olaylar dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir 117 O kadar merhametli misiniz? 118 Meleklerin kanatlı oldukları doğru imiş 119 Lotus Çiçeği gibi Ol 120 Dünyanın Altına Dönüştüğü Gün 121 İnsan gerçekten Tanrı’yı görebilir mi? 123 Bir insan olabilme kuralı 124 Merhamet gözlerde gizlidir 125 Benim boğam, senin boğan 126 İşaret dili 127 Ayakkabılar 129 Tanrı Nerededir? 130 İskender’in cevabı 130 Bir kuş avcısı ve bir yılan 131 Tanrı’nın hediyesi 135 Güzel bir dua 136 Mutluluk 137 Öfkeli kız 137 Tatlı dil 139 Turnalar uçun 139 Annelik kutsaldır 141 Techumseh’in şiiri 141 Çingene Efsanesi 142 Tanrı bizi kontrol ediyor mu? 143 Kulaktan gireni saklayan 150 Hayatının tamamı gitti 151 Sen göster ben de göstereyim 151 İbni Sina – Allah Nerede? 152 İyi köpek – kötü köpek 152 Bilge ve köpek 152 Kelebek etkisi 153 Zehir 154 Ağaçlar bembeyazdı 154 Kardeşim 155 Bir lira ver 156 FDEĞERLİ İNCİ TANELERİ Sayfa No (Precious Pearls) Jack ve Jill 181 Tanrı Sevgisi 182 İnsanın sevgisi işte böyledir 183 Bu altınlar senin 183 Yanılgı 184 İnanç – Kendini Adama 185 Fedakarlık Ruhu 186 Deniz ve Çöp 186 Minnettar olmayan minnettar 187 Dönüşüm 188 Ben değil, biz 188 Aydınlanma 189 İnancın gücü – Iyer 190 Kutsal düşünceler – McDonald 191 Guguk kuşu – Gandhi 191 Öne eğik 192 Koşulsuz sevgiye örnek 192 Çalışmak ibadettir 193 Nasıl bakar ve görürsen 193 Olağanüstü bir çocuk – Adi Shankara 194 Ubhayabharahi 195 Üç mücevher 196 Alçakgönüllülük gerçek bir insan olduğunun Göstergesidir 197 84- Kimseye söyleme 85- Tuz ve su 86- Balta 87- Kavanozdaki taşlar 88- Tek kollu şampiyon 89- İn arabadan 90- Acele karar vermeyin 91- Antik iskemleler 92- Hediye kime kalır? 93- İnsan olmak nasıl bir şeydir? 94- Çatlak kova 95- Her şeyde bir hayır vardır 96- Bu da geçer 97- Dünyanın en kısa anayasası 98- Damdaki çocuk 99- Ben O’nun işine karışmam 100- Kırmızı ışık 101- Sütü ne güzel döktün 102- Para sesi 103- Kerkentele 104- Karakter baştaki bir rakamıdır 105- Öğrenilmiş acizlik 106- Komşuluk nasıl bir şey? 107- Yankı 108- Korkak fare 109- Sadaka 110- Babama sarılırdım 111- Tapınak ve sessiz konuşma 112- Paha 113- Tıslama demedim 114- Kardeşliğin önemi 115- Bir Uzakdoğu inanışı 116- Önyargı – Gelincik 117- Şurada burada 156 157 158 158 159 160 161 162 163 164 164 165 166 167 167 168 169 170 171 171 172 173 173 174 174 175 175 176 176 177 178 179 180 180 242526272829303132333435363738- 198 199 199 200 201 201 202 203 203 204 205 207 207 208 394041424344- Markandeya Ashtavakra Bakış açısı Yarın gel Birbirini seven kardeşler Hakiki arkadaş Kral nasılsa halkı da öyledir Öfkeyi yenmiş George Washington Beş eşek Özür dilerim Mohan Das Karamchand Tohum Ekici Merhamet Miss White – Bir öğretmenin yapabileceği değişim Dört Uzman Doktor Başarısız Kendimize inanmamız gerekir En iyi öğretmen Şanslı gün Oruç tutmak dinlenmektir 209 211 211 212 212 215 216 5 G- CHINNA KATHA – 12345678910111213141516171819202122232425262728293031323334- KÜÇÜK BİR HİKAYE– I Bilgelik ateşini yakmak Görünmeyen muzlar En iyi üç şey Kötü bir alışkanlıkla nasıl başa çıkarız Anneye olan borç Kimse senin ardından ağlamaz Evrensel yanılgının battaniyesi Sayfa No 217 218 218 219 220 220 221 Tanrı’nın bakış açısını yakalamaya gayret edin 222 Karna’nın ölümü üzerine Dharmaraja’nın acısı 223 Tanrı’nın ismi ile misket oynamak 224 Dünyada en hayret verici şey 225 Dünyevi zevkler bir yılanın ısırmasına benzer 225 Herşeyi O’nun iradesine bırakmak 226 En son sığınılacak liman – Yol gösterici Öğretmen 227 Bencillikten uzak olma 228 Elimizi kolumuzu bağlayan arzulardır 229 Düşünceleriniz pişirdiğiniz yemeğe tesir eder 230 Batıl inançlar ve taklitçilik 231 Bağlılık insanı acıya götürür 231 Bu dünya bir Kalpavriksha ağacıdır 232 Başkalarının size gösterdiği saygı veya saygısızlık önemli değildir 233 Sen daha fakirsin 234 Yenilen gıda insanın karakterinin temelini oluşturur 235 Hangi su kabı daha temiz? 236 Toplumda lider konumunda olanlar için ilahi bir örnek 236 Yanlış bir durum 237 Kendini beğenmişlik 237 Karısı onun öğretmeni idi 238 İlk günah 239 Kim yazdı? 239 Hangi davranışlarımız Tanrı’yı memnun eder? 240 Meşru müdafaa 241 Hangisi gerçek? 241 Geri gelmeyecek 243 35363738- Süper bir hırsız İki dakikalığına dinlemiş Tanrı nerededir? En azından bir tane kötü davranışınızdan vaz geçiniz 3940414243444546474849505152535455565758596061626364656667686970- Doğru davranış ile her zaman kazançlı çıkarsınız Öyle bir gülümseme ki! Freni de yokmuş Kısa yaşam çizgisi Ölme arzusu Var olmayan düşman Hakikati haykırdı Kırık testi Ya kırbaç ya da ceza Akıllı yaşlı kadın Hizmetkârlarla konuşuyorlarmış Kendi kayası imiş Gelinin özdeyişi Bilge kişiyi izleyin Müridin inancı Eşek öldü Yavaş ol Fiziksel güzellik Kim ölecek? Bakır değil altın Toprak hırsı Kendi yastığının altında Minnettarlık En sonunda ünvana hak kazandı Düş gücü Övgüye değer seçim Tansen’den daha tatlı Baba oğlunu kurtarmak için suya atladı Memnuniyetle karşılanan lanet Mango Süt ve su Bilge ve öğrenci çocuk 243 244 241 246 247 249 250 250 251 252 252 253 253 254 254 255 255 256 257 257 258 259 260 260 261 261 262 262 263 263 264 265 266 266 267 267 H- CHINNA KATHA – 12345678910111213141516171819- KÜÇÜK BİR HİKAYE– II Sayfa No Önce uygula, sonra nasihat verirsin(be, do, tell) 269 Yazıklar olsun 270 Farklı öğüt 271 Yalnızca doğruyu ve hakikati konuşacaksın 271 Dürüstlük en iyi davranış biçimidir 273 Öfkelenmemeye gayret edin 273 Ezberleyerek öğrenmek tehlikelidir 274 Beş karısı varmış 275 Her zaman dikkatli olun 276 Isaac Newton’un alçakgönüllülüğü 277 Einstein’in alçakgönüllüğü 278 Sakinlik ve soğukkanlılık 279 Tolerans nedir? 279 Gerçek filozof kimdir? 280 Gerçek alim kimdir? 281 Beğeni ve hoşnutsuzluk 282 Basit Yaşantı – Yüksek Düşünce 283 Bölünmüş dikkat 284 Bir müridin arzusu 285 20- Herşey Tanrı’dır 21- Puta tapmak 22- Tanrı’yı bir taş parçası ya da bir resim Zannetmeyin 23- Sandal ağacı 24- Son arzu 25- Arkadaşınıza dikkat edin 26- Günahkâr bir evliyaya dönüştü 27- Kimin cennete girmeye hakkı var? 28- Fedakârlık nedir? 29- Dünyevi yaşamda hoşgörü 30- Hakiki dua nasıl olmalıdır? 31- İsteyin, Tanrı size verecektir 32- İnanç insanın yaşam nefesidir 33- Tanrı’nın rahmetini nasıl kazanabiliriz? 34- Önce Tanrı’nın krallığını ele geçirin, diğer herşey size sunulacaktır 35- Ey zihin! İstemekten vazgeç artık! 36- Tam teslimiyet 286 286 286 289 290 291 291 293 294 295 295 296 298 299 300 301 303 6 3738394041424344- İ123456789101112131415161718- Draupadi’nin hoşgörüsü Gerçek korkusuzluk nedir? İnsanoğlu hayvanlara karşı Rahmetin sonucu Mansur’un şehit edilmesi Sürur Tanrı’dır Naabhaka – İdeal oğul ve öğrenci Sevgi verir, verir ve verir 304 305 308 311 312 314 315 317 MASAL SOKAĞI Sarı kuş Başkalarını mutlu ettiğimiz zaman mutlu oluruz – Küstüm Çiçeği Kavgacı çocuk Reçel partisi Kurt ve sincap Tilki ve küçük prens Renklerin kardeşliği Evlat sevgisi Sana her yardım elini uzatan senin iyiliğini düşünmüyor olabilir Onu seviyorsan onu mutlu etmelisin Dürüst çoban Sen ne istersen Çirkin prens Kimsesiz ihtiyar adam Gerçek kral Ödül kimin? Özürlüler olimpiyatı Fısıltı ve tuğla Sayfa No 323 45- Bulunulan yerden yayılan titreşimler insanı etkiler 46- Bir maneviyat öğrencisinin en önemli özelliği – Sabır ve Hoşgörü 47- Gerçek ermiş kimdir? 48- Hazırcevaplığın süssüz sanatı 319 319 321 321 324 324 326 326 327 327 328 329 329 330 331 332 332 333 334 334 335 7 Sevgili Öğrenciler, Sizler yarınların en büyük umudusunuz. Bu dünyada ilham almış genç bir zihinden daha büyük bir güç bulunmamaktadır. Böyle bir zihin bütün bir ülkeyi ve hatta bütün dünyayı ateşleyebilir. Yaratıcı enerjiler ve yetenekler gizli bir vaziyette sizin içinizde mevcuttur ve ortaya çıkmayı beklemektedir. Günün birinde İlahi bir kıvılcım sizin kalbinize doğru yolunu bulur ve o anda kalbinize bir ateş düşmüş olur. O esin kaynağı sayesinde en güzel şiirler yazılır, en güzel konuşmalar yapılır. Sizlerin hepinizin içinde o ateşi yakabilmek umudu ile. 8 A1- ÇANAKKALE HİKÂYELERİ ANZAKLI ÖMER’İN HİKÂYESİ 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar kii yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam! Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki! Pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarıya kaldırarak ”Hayır” manasında işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum, “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?“ diye sordum. “Aldırma işte öylesine bir şey!” dedi. Ben yine ısrarla dedim ki, “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: “Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk’üm….” İhtiyar gözlerime baktı, tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı: “Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’ım. Avustralya Anzaklarından. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine. Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman. Mısır’da şöyle böyle birkaç ay atış talimi gördük. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman. Her taarruzda bizden de Türklerden de 9 yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti: “Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya. Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. İyice kendime geldiğimde bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim ki?’ diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki! Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte!” Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden yine bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya‘dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu, “Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?” Ben, “Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adı vermiş” diye cevapladım. Tekrar sordu, “Yahu senin adın Müslüman adı mı?” Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı, baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama nasıl ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki, “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun. 10 “Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?” diye sordu. Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için dışa vuramamış. “Tabii” dedim, “Müslüman olmak çok kolay!” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem Kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. Mırıldandı: Siz Müslümanlar tespih çekersiniz bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ın adını ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti, “Beni yalnız bırakma olur mu?” “Ne gibi Ömer amca ?” diye sordum. “Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor” dedi. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca yolcu galiba?” hemen yukarıya çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine Kelime-i Şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. “Ağladım, ağladım.” 2- CONKBAYIRI ANITI VE MEZARLIĞI Çanakkale Savaşları sırasında 25 Nisan 1915 günü Anzak Koyu’na çıkartma yapan Anzaklar, kendisine çekilme emri verildiği halde bu emri dinlemeyen Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Conkbayırı’nın güney eteklerinde durdurulmuştur. Atatürk, cephanesi biten ve geri çekilmeye başlayan askerleri durdurarak “Kurşununuz yoksa süngünüz var” sözünü burada söylemiştir. Daha sonra 57.Alayı 261 rakımlı bu tepeye 11 doğru hücuma kaldırmıştır. Akşam saatlerinde de Anzakları dar sahil şeridinde sıkıştırmıştır. Atatürk bu emri vermeseydi Anzaklar yarımadaya hakim olup ConkbayırıKocatepe bölgesini ele geçirip Eceabat’a kadar inecek ve İstanbul yolunu açmış olacaklardı. Sonradan, 10 Ağustos 1915 sabahı bu bölgede tekrar büyük bir çarpışma olmuştur. Bu çarpışmada Conkbayırı’nın bazı kısımlarını işgal eden Anzak askerlerine karşı yeni bir saldırı yaparak geri püskürtmüşlerdir. Anzak kuvvetleri bu hamlelerinde başarılı olsalardı bu kez 25 Nisan’da ele geçiremedikleri Conkbayırı’nı alarak tabyaları arkadan kuşatacak ve Çanakkale Boğazı’na inerek İtilaf Devletleri donanmasına İstanbul yolunu açacaklardı. Conkbayırı Anıtı ve şehitliğinin bulunduğu tepede üçü yarım yuvarlak diğer ikisi de biraz daha ileride olmak üzere üzeri yazılı beş mermer anıt vardır. Bunlardan birincisinin üzerinde; “Mustafa Kemal Atatürk 25 Nisan 1915 sabahı Conkbayırı’na doğru ilerleyen düşmana karşı 57.Piyade Alayı ile taarruza başlarken “Ben size taarruzu emretmiyorum ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler, başka komutanlar kaim olabilir” emri yazılıdır. Mustafa Kemal’in bu sözü üzerine harekete geçen askerler Anzakları Cesarettepe’ye kadar atmışlardır. Kazandığımız an bu andır (Atatürk’ün Çanakkale Savaşı anıları içerisinden önemli bir savaş taktiği anısı) Albay Mustafa Kemal anlatıyor: “…Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Erat o müşkül araziyi hiç dinlenmeden ve durmadan geçmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş yavaşlamıştı. Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden örtülü olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de, orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu tabur kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık. Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve vakanın en mühim ânı bence budur. Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki (güneyindeki) 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunması göreviyle orada bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak: -Niçin kaçıyorsunuz? dedim. 12 - Efendim düşman! dediler. - Nerede? - İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tamamen serbest olarak ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena vaziyette duçar olacaktı (düşecekti). O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye (mantıklı durum tespiti) midir, yoksa şevki tabiî (içgüdü) ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada: - Düşmandan kaçılmaz, dedim. - Cephanemiz kalmadı, dediler. - Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.” Albay Mustafa Kemal 3- ATATÜRK ANITI (GELİBOLU) Gelibolu Conkbayırı’nın en tepe noktasında, Yeni Zelandalılar anıtının karşısında Atatürk Anıtı bulunmaktadır. Atatürk’ün heykeli iki katlı bir platformdan sonra yukarıya doğru hafif daralan oldukça yüksek bir kaide üzerindedir. Kaidede Atatürk’ün 1934’de söylediği şu sözler yazılıdır: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen Analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.” Mustafa Kemal – 1934 13 Atatürk’ün bu sözleri Avustralya’nın Queensland şehrinde, başkanlığını Alan J. Campbell’in yaptığı komitenin yaptırttığı ve “Onur Çeşmeleri” adı verilen anıta, Türkçe ve İngilizce olarak madeni levha üzerine kazınıp konulmuştur. Onur Çeşmelerinin açılışı 01 Mart 1978’de Başbakan J.Bjelke Peersen tarafından yapılmıştır. 4- MEHMETÇİĞE DERİN SAYGI ANITI (Gelibolu) Gelibolu’da Kanlısırt’a çıkan düzlükte kucağında yaralı İngiliz askerini taşıyan Mehmetçik’in mermer bir kaide üzerinde bronzdan yapılmış bir heykeli bulunmaktadır. Bu anıt 1995 yılında yapılmıştır. Çanakkale Savaşları’nda Kanlısırt’ta birbirlerine yakın siperlerde yoğun ateş devam ederken bir Anzak subayı kendi siperlerinin önüne yaralı olarak düşmüş ve acı içerisinde kıvranmaktadır. Ateş devam ettiğinden Anzaklar kendi subaylarına yardım edememişlerdir. Bu sırada Türk siperlerinden beyaz bir mendil sallanmış ve ateş kesilmiştir. Siperden çıkan bir Türk askeri yaralı Anzak subayına doğru giderek onu kucaklamış ve Anzak siperlerine bıraktıktan sonra tekrar yerine dönmüştür. Ardından ateş devam etmiştir. Bu olayın geçtiği anda sonradan Avustralya Genel Valisi olan Üsteğmen Lord Casey de o siperlerde bulunuyordu. Lord Casey anılarında bu olayı şöyle anlatmıştır. “Biz Çanakkale yarımadasından Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, ama kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sevdiler. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti bütün Anzaklıları hayran bırakan yurt sevgisi insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla” 5- CONK BAYIRI TAARRUZU 10 AĞUSTOS 1915 Gün doğmak üzereydi. Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı. Artık hücum anıydı. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağaracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti. 14 Düşmanın mitralyöz ateşi başlarsa kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende duran askerimizin üzerinde bir kere patlarsa hücumun imkânsızlığına şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Tümen komutanına rastladım. O ve her ikimizin refakatimizde bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki, “Askerler! Karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvela ben ileri gideyim. Siz ben işaret verdiğimde hep birden atılırsınız.” Kumandan ve subaylara da işaretime askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim. Ondan sonra hücum safının önünde bir yere kadar gittim ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim. Bütün askerler ve subaylar artık her şeyi unutmuşlar, bakışlarını verilecek işarete yöneltmiş bulunuyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileriye doğru uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde de tabancaları ve kılıçları ellerinde olan subaylarımız kırbacımın aşağıya inmesiyle demirden bir kitle halinde aslanca bir saldırıyla ileriye atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde gökyüzüne yükselen “Allah, Allah” sesinden başka bir şey işitilmiyordu. Düşman silah kullanmaya bile fırsat bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele neticesinde ilk hatta bulunan düşman tümüyle imha edildi. Dört saat mücadeleden sonra 23. ve 24. Alaylarımız Conkbayırını tümüyle düşmandan temizlemiş ve 28.alay da Şahinsırt’ın en yüksek sırtını geri aldıktan sonra Sarıtarla Ağılı üzerine batıya doğru saldırdılar. Önlerine çıkan düşman kıtalarını mağlup ediyorlar ve hezimete uğratıyorlardı. Gece karanlıkta yaralıları dolaştığım sırada Mehmet Çavuş adında birinin düşmana hücum sırasında elindeki silahın kullanılmaz hale gelmesi üzerine hücuma taşla devam ettiğini anladığımda bu olayın diğer askerlere örnek olacağı düşüncesi ile adı geçenin derhal orada madalya ile ödüllendirilmesini arz ve istirham ederim. (Sonradan pek ziyade şöhret alan Mehmet Çavuş budur) -Mustafa Kemal 6- KINALI ALİ Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla sohbet ediyor, ‘ Nerelisin?’ gibi sorular soruyordu. Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı. Yanına çağırdı ve merakla sordu, ” Adın ne senin evladım?” dedi. ” Ali, komutanım” dedi. ” Nerelisin?” 15 ” Tokatlıyım, komutanım, Tokat’ın Zile kazasındanım.” ” Peki evladım, bu kafanın hali ne? Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?” ” Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum.” ” Peki dedi üsteğmen. “Gidebilirsin Kınalı Ali” O günden sonra Ali’nin adı Kınalı Ali oldu. Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı. Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi. ”Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?” Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi. ”Sen söyle biz yazalım” dediler. Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu. ”Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin.” Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra, “Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir” tümcesi ile bitiriyordu. Tam zarf kapatılırken Ali iki üç satır daha ekleteceğini söyleyerek mektubun sonuna şunları yazdırdı. ”Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama burada komutanlarım da, arkadaşlarım da benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e gelecek, Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım.” Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer birer, sonraları beşer beşer, onar onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor, onların da sayıları giderek azalıyordu. Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali’nin komutanı bu durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Allah’a dua ediyordu. Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, hayır bile bile ölüme gidiyorlardı. O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı Ali’nin bölüğünden tek bir kişi bile geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu. 16 Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne, babasından mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu. ”Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, diğer yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme.” Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra “Şimdi ananın sana diyeceği var” diyerek sözü ona bırakıyordu. Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali’nin anasının ağzından yazılmıştı şöyle diyordu anası, ” Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler. Bizde üç işe kına yakarlar; 1 – GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESiNE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE 2 – KURBANLIK KOÇA, ALLAH’A KURBAN OLSUN DİYE 3 – ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMIZE, VATANA KURBAN OLSUN DiYE…Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun” Ali’nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.) 7- ATEŞ HATTINDA – “ÇOK GEÇ” Mustafa Kemal her zaman ateş altında dolaşıyordu. Askerlerin maruz kaldığı her türlü tehlikeyi paylaştığı, etrafında yüzlerce insan öldüğü halde ona bir şey olmuyordu. Bir seferinde akşam olmak üzereyken yeni kazılan bir siperin önünde oturuyordu. O sırada İngiliz bataryası onlara doğru ateş açtı. Her akşam gün batmadan önce İngiliz bataryası tam üç atış yapar ve sonra da ateş kesilirdi. O akşam Mustafa Kemal’i hedef alarak son üç atışlarına başladılar. Top menzilini bulmaya çalışıyordu. Birinci gülle 50 metre ilerisine düştü. Herkes siperlere kaçıştılar. Mustafa Kemal yerinden kıpırdamadan hiçbir şey yokmuşçasına gayet sakin konuşmaya devam ediyordu. İkinci mermi 25 ötesine düştü. Patlayan şarapnel yağmuru her tarafa toz toprak dağıtıyordu. Üçüncü merminin tam üzerine düşmesi artık matematik bir kesinlik arz ediyordu. Yanındakiler sipere girmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat Mustafa Kemal onlara dönerek, “Çok geç!” dedi. “Artık kaçarsam askerlerime kötü örnek olurum.” Geride siperde bulunanlar korku ve hayretle kendisini seyrediyordu… Yalnızca o akşam İngiliz topçusu sadece iki atış yaptı. 17 Peyami SEFA 8- İSMİ DİDAR OLSUN Hasan - Mevsuf Anıtı Top Bataryası ve Şehitliği (Merkez) Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında, Eski Çanakkale-İzmir yolu üzerindeki Kepez Köyü yakınlarında Hasan Mevsuf Anıtı ve Şehitliği bulunmaktadır. 18 Mart 1915’de buradaki denize hâkim tepenin yamacında 2 tane 15’lik ve 3 tane de 5’lik topun bulunduğu topçu bataryasının kumandan ve erlerinin şehit oldukları bu yere yapılmış olan bir anıttır. Siyah mermer bir kaide üzerinde yukarıya doğru daralan, üzerine tunçtan bir top mermisi konmuş dört köşe bir anıttır. Bu anıtın üzerindeki yazıtta şunlar yazılıdır: “22 düşman harp gemisinin zorladığı Çanakkale Boğazı Türk azmi karşısında geçilemedi. O gün, yan, 18 Mart 1915’te, Türk zaferinin üstün başarısını bu topçu bataryası göstermiştir. Burada o gün yurdu için savaşırken şehitlik mertebesine yükselen batarya Komutanı Üsteğmen Hasan ile Takım Komutanı Teğmen Mevsuf ve dört er yatmaktadır.” Batarya Komutanı Üsteğmen Hasan Bey için 18 Mart 1915 sabahı, İstanbul’dan Çanakkale Müstahkem Mevkii komutanlığına bir kızının dünyaya geldiğini bildiren telgraf gelmiştir. Bu telgrafı alan Cevat Paşa bataryaya gelmiş ve Üsteğmen Hasan’a, 18 “Bir kızın dünyaya geldi. Allah bağışlasın, izinlisin” demiştir. Hasan Bey ise “Komutanım, vatan daha mukaddes, gidemem. İsmini Didar koysunlar” cevabını vermiş ve aynı gece bütün batarya ve Hasan Bey gemilerden atılan toplarla şehit olmuştur. Anıttan 150 metre kadar ileride denize hâkim tepenin yamacındaki küçük şehitlikte burada şehit olan 6 subay ve erin mezarları bulunmaktadır. Etrafı alçak muntazam bir duvarla çevrili şehitliğin kapısına dört basamakla çıkılmakta olup, kapının iki tarafına madenden birer top mermisi yerleştirilmiştir. 9- BÜYÜKSÜN Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes sana karşı çıkacaktır, önüne sonsuz engeller yığacaklardır, fakat sen bunlara dayanıklı olacaksın. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, kimsesiz ve araçsız kabul ederek, hiç kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana “büyüksün” derlerse, bunu söyleyenlere gülüp geçeceksin. Mustafa Kemal Atatürk 10- KENDİNE GÜVEN Çanakkale'de, Arıburnu'nda harp ederken, Liman von Sanders Paşa, vaziyetteki zorluğu görerek, bir Alman miralayı göndermişti. Miralay geldi. Kaymakam Mustafa Kemal Bey'den kumandayı almak istedi. Mustafa Kemal Bey kumandayı bırakamayacağını söyledi. O vakit bu, büyük bir hadise olmuştu. Alman miralayı Mustafa Kemal’i Liman von Sanders Paşa'ya şikâyet etmişti. Liman Paşa meseleyi halledebilmek için daha büyük rütbede olan Kolordu Kumandanı Eşref Paşa'yı göndermişti. Eşref Paşa’ya Mustafa Kemal Bey şöyle dedi. - Ben bir şart ile kumandayı bırakabilirim. Miralay cenaplarının kumandayı aldıkları vakit ne yapacaklarını öğrenmeliyim. Alman miralayı vaziyeti tetkik etmiş ve “Ben ricat emrini veririm” demiştir. Mustafa Kemal Bey ise: - İşte ben bunu bildiğim için kumandayı bırakamıyorum. Ben bu vaziyette taarruz ederim. Arkada nihayet bir, iki kilometrelik bir mesafe vardır. Böyle bir vaziyette ricat 19 etmek, mahvolmak, denize dökülmek demektir. Binaenaleyh taarruzdan başka yapacak bir şey yoktur, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Esat Paşa, Mustafa Kemal'in omzunu okşayarak: - Allah muvaffakiyet versin, demekle yetinmiş ve karargâhına dönmüştür. Mustafa Kemal Bey taarruz kararını tatbik etmiş, o günün gecesi içinde tehlikeli vaziyet değişmiş, muvaffakiyet başlamıştır. Bu neticeyi gören Alman Miralayı askeri bir tavır ile selam vererek Kaymakam Mustafa Kemal Bey'e yaklaşmış: - “Ben bir miralayım. Rütbece sizden büyüğüm. Fakat sizin emriniz altında çalışmayı kendime şeref bilirim. Bunu Liman von Sanders Paşa'ya da böylece bildirdim!” demiştir. Asım US 11- ONBAŞI SEYİT ANITI VE RUMELİ MECİDİYE BATARYASI (GELİBOLU) Gelibolu, Kilitbahir yakınında Mecidiye Şehitliğinin karşısında bulunan alandaki bu anıt, Seyit Onbaşı’nın anısına yapılmıştır. Mermer bir kaide üzerine 275 kg.lık bir mermiyi taşıyan Seyit Onbaşı’nın bronz heykeli yerleştirilmiştir. Seyit Onbaşı Edremit’in Havran-Çamlık Köyü’nde 1889 yılında dünyaya gelmiş, 1909’da askere alınmıştır. Askerliğinin 6.yılında Gelibolu Mecidiye Bataryasında topçu eri iken Queen Elizabeth ve Ocean zırhlılarının açtığı ateş sonucu açılan çukura baş aşağı beline kadar gömülmüştür. Yanındaki sıhhiye eri onu bacaklarından çekerek kurtarmıştır. O sırada bataryada bir tane top ve birkaç topçu eri hayatta kalmıştır. Gemilerin ateşi devam etmekte iken topun mermiyi kaldıracak olan metaforası (vinci) isabet aldığı için parçalanmıştır. Bunun üzerine Seyit Onbaşı 276 kg.lık mermiyi arkadaşı Niğdeli Ali’nin yardımı ile sırtlamış ve bu şekilde topun altı basamağını çıkarak mermiyi topa sürmüş ve ateşlemiştir. Bu atışla Ocean’a isabet eden mermi gemiyi hareketsiz bırakmış ve bir süre sonra da Ocean batmıştır. Bundan sonra Türk Müstahkem Mevkileri Komutanı Miralay Cevad Bey (Alb.Cevat Çobanlı) eliyle ona Onbaşı rütbesini takmıştır. Seyit Onbaşı Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve yaralanmıştır. Savaştan sonra Havran’da bir yağ fabrikasında hamallık yaparken 50 yaşında zatürreeden ölmüştür. Bugün doğduğu köye, Havran’daki ilkokula ve bir sokağa Onun ismi verilmiştir. Havran’da top mermisini taşırken temsil edilen bir heykeli bulunmaktadır. 20 12- ÇANAKKALE SAVAŞI Dünya tarihini değiştiren Çanakkale Savaşı cesaretin kahramanlığa dönüştüğü ve eşi görülmemiş bir centilmenlik savaşıdır. Her iki tarafın birbirinden nefret etmeden, siperlerden birbirlerine su ve yiyecek atarak şehitlerinin de koyun-koyuna yattığı destansı bir savaştır. 18 Mart 1915 deki deniz harekâtı ile başlayan Çanakkale Savaşı’nda İtilaf Devletleri boğazı geçemeyince 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmış ve sekiz buçuk ay sürecek olan kara savaşları başlamıştır. Bu savaşın sonunda müttefikler 43 bin şehit, 30 bin kayıp, 72 bin yaralı verirken Türk ordusu da 55 bin şehit, 25 bin hastanede yaralı iken ölen, 10 bin kayıp ve 100 bin yaralı vermiştir. Atatürk’ün bu savaş hakkında söylediği şu söz bu kayıpların daha sonra ülkemize ne gibi bir etkisi olduğunu anlatması bakımından çok önemlidir: “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun(bir üniversite nesli) gömdük”. 30 Kasım 1915’te Üsteğmen Ali Rıza ve Teğmen Orhan Bey karaya oturan bir kruvazörü bombalarken bir Fransız uçağını da makineli tüfekle düşürmüş ve “düşman uçağı düşüren ilk pilotlar” olarak tarihe geçmişlerdi. Müttefik kuvvetlerinden geride kalabilenler 20 Aralık 1915’de Anafartalar ve Arıburnu’nu, 9 Ocak 1916’da da Seddülbahir’i boşaltarak topraklarımızı terk etmişlerdir. Çanakkale’de müttefiklerin başarı sağlayamaması üzerine İngiltere’de hükümet düşmüş ve Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Winston Churchill ve Amiral Fisher istifa etmek zorunda kalmıştır. General W.Birdword’un Çanakkale Savaşları için tarihe geçen şu sözleri birçok gerçeği ifade etmektedir: “Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan, ateş kesildiği zaman onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın yaralarını saran, sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.” 21 Gelibolu Yarımadası 1973 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Gelibolu Milli Parkı’nın sınırları Gelibolu Yarımadası’nın Saroz Körfezinden Ece Limanına ve Çanakkale Boğazı’ndaki Akbaş İskelesi arasındadır. Bu bölgede Seddülbahir Köyü çevresindeki Tekke ve Hisarcık burunları, Ertuğrul, Morto, İkizkoyları, Alçıtepe, Kerevizdere, Zığındere ile kuzeydoğuda yer alan Arıburnu, Conkbayırı, Kocaçimen, Kanlısırt, Anafartalar ve Suvla koyları Çanakkale Savaşları’nın yapıldığı alanlardır. Bu nedenle bu bölgede her biri ayrı bir kahramanlık örneğini yansıtan şehitlikler bulunmaktadır. Bütün bu şehitliklerin anısına da Çanakkale Şehitler Abidesi dikilmiştir. Bu bölgede çeşitli yerlerde 37 Türk anıtı ve şehitliği, Fransız, İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ait 33 anıt ve mezarlık bulunmaktadır. 13- SAAT Atatürk’ün Saatinin Parçalandığı Yeri Simgeleyen Anıt (Gelibolu) Çanakkale Savaşları sırasında, Conkbayırı’nda bir şarapnel parçası Atatürk’ün göğsündeki saate isabet ederek onu mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Bu olayın geçtiği yerde, bunun anısına bir anıt yapılmış ve 25 Nisan 1993’te ziyarete açılmıştır. Emekli General Cemil Conk’un anlattığına göre; şiddetli top ateşi başladığında Atatürk birden acı ile elini göğsüne götürmüş, o sırada yanında bulunan Yarbay Servet Bey (Em.Tuğ.Gen. Servet Yurdatapan) kan sızıntısını görünce telaşlanmış bunun üzerine Atatürk elini dudaklarına götürerek sus işareti yaparak kimseyi telaşa vermemesini istemişti. Atatürk, akşama doğru Mareşal Liman von Sanders’e kendi kumandası altında yapılan süngü hücumu hakkında bilgi verirken, ”Bütün cephe üzerinde piyademiz, Conkbayırı’na tırmanmaya çalışan düşmana benim işaretimle süngü hücumuna geçti ve düşmanı denize kadar sürdü. Bu esnada benim göğsüme bir mermi parçası isabet etti. Saatim kırıldı. Bu saat benim canımı kurtardı. Müsaade ederseniz bugünkü muvaffakiyetin hatırası olarak bu saati size takdim edeyim” diyerek parçalanmış saati Liman von Sanders’e verdi. O da ailesinin soyluluk armasını taşıyan kendi saatini Atatürk’e uzattı ve bugünün hatırasına kabul etmesini istedi. Liman von Sanders emekli olduktan sonra Münih’de yaşamını sürdürdü. Bir müddet sonra Milli Savunma Bakanlığı Liman von Sanders’in ailesine bir mektup yazarak askeri müzeye konulmak üzere bu saatin iadesini rica etmişlerdi. Ancak aile eve giren bir hırsız tarafından bu saatin çalındığı yanıtını verdi. 22 Atatürk'ün kendi sözleri ile: "Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında, birçok muharebelere iştirak ettim. Hatta ölüm, bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat mermi parçasının şiddeti ile kırıldı. Büyük bir şarapnel parçası kalbimin tam üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Beyden başka hiç kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını söyledim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım." 14- BOMBASIRTI Çanakkale Savaşı’nı kazandıran yüksek ruh... Mustafa Kemal Atatürk anlatıyor: “Bombasırtı olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’anı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i Şehâdet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” 23 15- ARTIK DÜŞMAN DEĞİLSİNİZ Andre Lemoİne’nin Bir Anısı: Posted by: editor, in Çanakkale Destanı 18 Martta batan Fransız gemisinden 20 kişilik bir denizci sahile çıkmaya muvaffak olmuştu. Ama karaya ayak bastıkları anda Türk askerlerini de karşılarında buldular. Bu olayı Andre Lemoine şöyle anlatıyor. “Sahile çıktığımız zaman bitkindik. Bir taraftan üzerimizden akıp giden mermiler, diğer yandan mayınlar… Korkulmayacak gibi değildi.. Üstelik şimdi kızgın düşmanla karşılaşmıştık… Bizi aldılar, ilerideki tepenin hemen arındaki bir kulübeye götürdüler. İçlerinde subay yoktu… Üzerimizdeki ıslak elbiseleri çıkardık. Bize kaputlarını verdiler. Sobanın başında ısındık. Az bir zaman sonra ekmek ve azık getirdiler. Kendilerinin tayınları olduğu belliydi. Karşılıklı yedik bunları.. Çorba ikram ettiler.. Düşman değil, müşfik kurtarıcılar gibi davranıyorlardı. Az sonra genç bir teğmen geldi. Güzel Fransızca konuşuyordu. “Sizin için savaş bitti. Artık düşman değilsiniz. Biz zengin değiliz. Erlerim sizi ancak bu kadar ağırlayabilmişler” dedi. Daha sonra bizi aldılar ve Tekirdağ’a götürdüler. Türklerin bu büyüklüklerini unutamam. 16- SİLAHINI BIRAKMAMIŞ Bir Görgü Tanığı İfadesi: “İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın donanmaları gelip orayı bombardıman ettiğinde ve karaya asker çıkardıklarında, Türk askerleri oraya hücum ettiler. Denizin içerisine dahi girerek düşmanı süngüleyip çıkarmaya mani olmaya çalışıyorlardı. Donanma uzaktan ateş ediyor ve denizin içinde elinde silah tutuğu halde şarapnel ile şehit olan kimseler oluyordu. Onların elinden silahı almaya çalışırdım. Katiyen o silahı elinden almaya imkân yoktu. Öylece defnediyordum. Huzur’u Rabb’ül Âlemine 24 öyle çıkmak istiyor, bırakmıyordu silahı. Kaç kimseleri böyle defnettim. Ellerinden silahı almak mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam böyle tutar. 17- HELAL ETTİM Çanakkale Savaşından Bir Anı Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, Kimi Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor... Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır.Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından. "Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..." Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: "Ben...Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin" "Sen merak etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de "Söyleyin hakkını helal etsin" olur. Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getirilmektedir. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşerler. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılır. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan gözyaşlarını silmeye daha fırsat bulamaz. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamaz. PUSULADAKİ NOT: "Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim." 25 18- GELECEĞİNİ BİLİYORDUM ÇILGIN TÜRKLER KiTABINDAN ALINTI Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker en iyi arkadaşının az ileride, kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanin başını bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir ateş altındaydılar. Asker teğmenine koştu hemen, - Komutanim, bir koşu arkadaşımı alıp geleyim mi? "Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen. - Gitmeğe değmez oğlum, arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın! Ama asker o kadar ısrar etti ki, teğmen izin vermek zorunda kaldı. - Peki, dene bakalım! Asker yoğun ateş altında fırladı siperden ve mucize eseri, arkadaşının yanına kadar gitti, yaralı arkadaşını sırtlandığı gibi kendi siperlerine kadar taşıdı. İkisi birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen hemen koşup yaralıya bir göz attı ve nefes nefese bir kenara yıkılmış askere döndü: - Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez, dememiş miydim? Arkadaşın zaten ölmüş. - Değdi Komutanım, değdi” dedi asker. - Nasil değdi, arkadaşın zaten ölmüş, görmüyor musun? - Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu. Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için Ve hıçkırarak, arkadaşının son sözlerini tekrarladı: Bana şöyle dedi, "Geleceğini biliyordum, GELECEĞİNİ BİLİYORDUM!” Kalbimizde "arkadaşlık" denilen bir mucize var. Nasıl olduğunu, nasıl başladığını bilemezsiniz. Ama bunun özel bir armağan olduğunu bilirsiniz. Gerçekten de arkadaşlar nadide mücevherlerdir. Yüzünüzü güldürüp, başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini açmaya hazırdırlar. 26 B- KURTULUŞ SAVAŞI HİKÂYELERİ 1- BÜYÜK TAARRUZ VE Başkomutanlık Meydan Muharebesi Türk ordusunun Sakarya Savaşı’nda elde ettiği başarı kamuoyunda büyük ses getirmiş, TBMM’nde taarruza kalkılması gerektiği yönünde fikirlerin beyan edilmesine neden olmuştu. Elbette ki Türk ordusu Sakarya Savaşı’nı kazanarak büyük bir moral içerisine girmiş ve bir an evvel düşmanı yurttan atmanın hesaplarını yapar hale getirmişti. Ancak Büyük Taarruz öncesi bazı şartların oluşması gerektiğini çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, acele edilmemesi gerektiğini 4 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin gizli bir toplantısında yaptığı şu konuşma ile açıkça ifade ediyordu, “Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen bitirmek için biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, taarruz etmemekten çok daha kötüdür” Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusunun saldırma ve ilerleme gücünün iyice zayıflamış olması henüz yurdun kurtarılmış olması anlamına gelmiyordu. Yunanlıların Anadolu’dan tamamen sökülüp atılması gerekiyordu.1922 yılının Haziran ayı ortalarına gelindiğinde Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, artık taarruza geçilmesi gerektiği kararını almıştı. Büyük bir gizlilik içerisinde yürütülen çalışmalarda düşmanın kuvvetlerinin dikkati başka yönlere çekiliyordu. Diğer taraftan Türk ordusu büyük bir zaferi sağlayacak olan bir taarruz hareketi için var gücüyle çalışıyordu. Mustafa Kemal Paşa ordu birlikleri arasında düzenlenecek futbol müsabakaları bahanesiyle tüm ordu komutanlarını Akşehir’e davet etti. 28 Temmuz gecesi ordu komutanları ile yapılacak taarruz hakkında bir toplantı yapan Mustafa Kemal Paşa, gereken talimatlarını burada ordu komutanlarına iletti. Basına 21 Ağustos günü Çankaya Köşkü’nde bir çay daveti verileceği haberi bildirilmişti. Böylelikle gizli bir şekilde yürütülen Büyük Taarruz hareketinde son aşamalara hızla geliniyordu. Mustafa Kemal Paşa 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini vermişti. Ancak bu emrinin Yunanlılar tarafından anlaşılmaması için o gece Ankara’da bir baloya katılacağı duyurulmuştu. Zaten bir yıldan beri hazırlanmakta olan hazırlığın son aşamasına gelinmişti. Afyonkarahisar üzerinden saldırılacağını düşünen Yunanlılar buraya büyük bir istihkâm yapmışlardı. Zaten dağlık olan bu yöreden saldırabilmek büyük güçlükler içeriyordu. Bunun üzerine Türk Ordusu daha kuzeyden saldıracakmış gibi bir görüntü verdi. Kuzeydeki coğrafi koşullar daha uygun olduğu için iki ordumuzdan güçlü olan 1.orduyu daha kuzeye kaydırmıştık. Yunanlılar bunun üzerine Afyon’daki kuvvetlerinden büyük kısmını çekerek kuzeye saldırının daha muhtemel olduğu bölgeye kaydırdılar. Ve 27 işte o gece 1. ve 2. Ordular tüm aletleri, hayvanları, silahları ve askerleri ile büyük bir sessizlik içinde dağlarda birbiri ile yer değiştirdiler. Hayvanların ayakları bezlerle bağlanmıştı. Karşı taraf çıt çıkarılmadan yapılan bu yer değiştirmeden habersizdi. Saldırının gelmek üzere olduğunu bildikleri halde o gece Başkomutan’ın baloya katılacağını duymaları üzerine rahatlamışlardı. Artık saldırı yeri ve zamanı itibarı ile tamamen bir sürpriz haline gelmişti. Piyade savaşında ve hele özellikle dağlık bir bölgede savaş yapılıyorsa hâkim tepelerin ele geçirilmesi ve arkadan gelecek birliklerle önce bu tepenin sağlama alınmasından sonra yeni bir saldırının yapılması esastır. Bu şekilde adım adım, tepe tepe ilerlenmesi gereklidir. Afyon ve Kocatepe’deki dağlık bölge de aynı böyle zor bir durum arz ediyordu ve Türk Ordusunun önünde kendisinden hem sayıca da üstün olan ve hem de büyük bir istihkâm yapmış güçlü bir ordu vardı. Kısacası bütün hazırlıklara rağmen başarılması gereken iş oldukça zor görünüyordu. Fakat işte bu ordunun başında bir deha, büyük bir lider vardı. O büyük öngörüsü ile duruma baktı ve ordusuna şu emri verdi, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!” Bu emir çok kısa olmasına rağmen büyük bir zekâ içeriyordu. Atatürk yapılan sürpriz saldırının ardından düşman askerlerine toparlanma fırsatı vermeden harekâtın risk alarak sürdürülmesini düşünmüştü. Bu şekilde tüm Yunan ordusunu önüne katıp İzmir’e kadar sürmeyi düşünüyordu. 26 Ağustos sabahı Türk Ordusu Afyonkarahisar Kocatepe’de taarruza tam bir baskın şeklinde başladı, düşman tam bir şaşkınlık içerisine girmişti. Sabah saat 04.30’da topçu birliklerinin taciz ateşi ile başlattığı harekât, saat 05.00’de önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Piyadelerimiz sabah 06.00’da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaştılar. Sonra tel örgüleri aşıp, işgalci Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra, Tınaztepe’yi ele geçirdiler. Daha sonra, saat 09.00’da Belentepe, ardından Kalecik-Sivrisi düşmandan temizlendi. Taarruzun birinci günü, 1. Ordu Birlikleri, Büyük Kaleciktepe’den Çiğiltepe’ye kadar on beş kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi. 5.Süvari Kolordusu, düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu. Aynı zamanda 2.Ordu da cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü. 26 Ağustos günü Türk Ordusunun Büyük Taarruz’u, Genelkurmay Başkanlığı’nca TBMM’ne bildirilmiş, büyük bir sevinç ve gurur duyulmasına sebep olmuştu. Genellikle süngü hücumları ile gerçekleştirilen taarruz harekâtı, 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken Türk Ordusunun bütün cephelerde yeniden taarruza geçmesi ile devam etti. 27 Ağustos saat 18.00’ de 8.Tümen Afyon’a girdi ve Afyon kurtarıldı. Başkomutanlık karargâhı ile Batı Cephesi Komutanlığı karargâhı Afyon’a taşındı. 28 Ağustos Pazartesi ve 29 Ağustos Salı günleri, başarılı geçen taarruz harekâtı ile düşmanın 5.Tümeni tamamen çevrildi. 29 Ağustos gecesi yapılan toplantıda hızla harekete geçilerek artık muharebenin sonlandırılması gerektiği sonucuna varıldı. Düşmanın çekilme yollarının kesilmesi ve düşmanı çarpışmaya zorlayarak, tamamen teslim olmalarını sağlama yolunda karar aldılar. Karar süratli ve düzenli bir şekilde 28 gerçekleştirildi. 30 Ağustos 1922 Çarşamba günü taarruz harekâtı Türk Ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. 200.000 kişilik Yunan ordusu kuşatma altına alınmıştı. Büyük Taarruz’un son safhası askeri tarihimize Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçmiştir. 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak, Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında bizzat idare ettiği savaşta yok edilmiş, bir kısmı da esir alınmıştı. Böylelikle Büyük Taarruz hedeflendiği gibi 5 gün gibi kısa bir sürede gerçekleştirilerek kesin sonuç elde edilmişti. Mustafa Kemal Paşa, kaçan düşman askerlerinin takip edilmesini uygun görerek 01. Eylül 1922’de o ünlü sözünü tekrar söylemişti, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!” Atatürk’ün “Zafer” ile ilgili söylemiş olduğu diğer sözleri şunlardır: - Zafer, “Zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı ise, “Başaracağım” diye başlayarak sonunda “Başardım” diyebilenindir. - Memleketimizi esir etmek isteyen düşmanları behemehâl mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. - Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir. - Türk Neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk Neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki onun başında bulunan en yüksek kumandan kaçmıştır. - Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz. 29 2- BAYRAĞA SAYGI 30 Ağustos Büyük Taarruz sabahı Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi. Atatürk şöyle söylendi, "Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler" Tam o sırada Atatürk ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir Yunan bayrağı gördü. Başkumandan eli ile Yunan Bayrağının kaldırılmasını işaret etti ve "Bayrak bir milletin istiklal alametidir, bir milletin simgesidir. Düşman da olsa hürmet etmek lazımdır. Lütfen bayrağı yerden kaldırınız ve topun üzerine koyunuz." 3- BEN BAŞKUMANDANIM Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da belirgin bir şey görmediğinden kim olduğunu ve rütbesini sormaya başlamıştı. - Binbaşı mısınız? - Hayır. - Albay mı? - Hayır. - Korgeneral mi? - Hayır. - Peki nesiniz? - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi: - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değildir de efendim! 30 4- 9 EYLÜL - İZMİR Yunan ordusu kesin yenilgi ile kaçarken acımasızca geçtikleri yerdeki halkı öldürüyor ve her yeri yakıp yıkıyorlardı. İzmir’e doğru kaçan Yunan askerlerinin bir kısmı ve Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis esir olarak ele geçirilmişti. Ordumuz bu muharebede, on beş günde 400 kilometre kat ederek, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Sabuncu Bel’den geçen 2.Süvari Tümeni, Mersinli yolu ile İzmir’e doğru akarken, bunun solunda 1.Tümen de Kadife Kale’ye doğru yürüyordu. Bu Tümenin 2.Alayı Tuzluoğlu Fabrikası’ndan geçerek Kordonboyu’na ulaştı. Yüzbaşı Şeref Bey Hükümet Konağına, 5.Süvari Tümenimizin öncüsü Yüzbaşı Zeki Bey Kumandanlık dairesine, 4.Alay Komutanı Reşat Bey’de Kadife Kale’ye bayrağımızı çektiler. Türk Askeri İzmir’de coşku ve sevinç gösterileri arasında çiçeklerle karşılandı. Süvarilerimizin Kordon boyundan geçişi çok görkemli idi. Kurtuluş zaferinin Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in kurtuluşunu Belkahve’den seyretti. Türk Ordusunun, 400 kilometrelik bir mesafeyi savaşarak kat edip İzmir’e ulaşması yurt içinde ve yurt dışında hayret ve takdir uyandırmıştı. Büyük Türk zaferi karşısında endişeye düşen ve o anda İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını işgal altında bulunduran İtilaf Devletleri, savaşı durdurmayı ve Türk’lerin haklı isteklerini yerine getirmeyi kendi çıkarlarına uygun buldular. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla, silahlı çatışma durdurulmuş, Edirne dâhil Trakya’nın da Türkiye’ye bırakılacağı ve bir ay içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılacağı kabul edilmişti. Bu gelişmeler üzerine, Anadolu’da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, istifa etti. Atatürk’ün 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zafer’in 2. yıldönümünde 1924 yılında Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan alıntı paragraflar: “Bilmeyen kalmamıştır ki: Ulusumuz, egemenliğini eline aldığı gün, en karanlık yoksulluğun, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma araçları elinden alınmış, kutsal varlıkları saldırıya uğramış, pek acıklı bir durumda idi. Bütün bunları hiçe sayarak varlığını ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararını başarıya ulaştırabilmek için kendine bir toplu davranış, belirli bir erek seçmesi gerekiyordu. Ulusun bütün varlığı ile, bütün inanıyla, canını dişine takarak o yolda birlikte yürümesi ve er geç başarıya ulaşması gerekti. İşte baylar o erek bu yerdi, burasıydı. Umulan ve istenen başarı, işte burada kazanılan zaferdi.” “30 Ağustos Zaferi, Türk Tarihi’nin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusu’nun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye 31 Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.” “Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.” 5- İZMİR SUİSKASTI İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün Atatürk şu olayı anlatmıştı: - "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum: - Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi? - Evet, dedi. Ben yine sordum: - Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin? - Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi. - Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun? - Hayır. - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin? - Geçerken işaret edeceklerdi. Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik. O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım: - Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. Adam benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve af diledi. 32 6- SAKARYA SAVAŞI Sakarya Savaşı (23 Ağustos - 12 Eylül 1921) İnönü’de ikinci kez mağlup olan Yunan kuvvetleri hazırlıklarını tamamlayarak, 10 Temmuz 1921’de iki ayrı cepheden taarruza geçerek Türk Ordusunu yok etmek istediler. Desteklenmiş kuvvetleriyle güçlü bir şekilde ilerlemeyi başardılar. Türk Ordusu, bu zor durumdan kendisini kurtarmak amacıyla Eskişehir’e kadar çekildi. Mustafa Kemal Paşa, 18 Temmuz 1921’de Batı Cephesi karargâhına geldi ve durumu yakından görüp inceledi. Taktiksel bir anlayış sergileyerek ordunun düzenlenip kuvvetlendirilmesi için, Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmesini gerekli gördü. Bunun üzerine, Türk Ordusu, 25 Temmuz 1921’de taktik savunma yapmak amacıyla Sakarya’nın doğusuna çekildi. Türk Ordusu Sakarya’nın doğusuna çekilmekle askeri bakımdan büyük bir avantaj elde etmiş oldu. Bu durum Türk kuvvetleri için zor olsa da, Yunanlılar için daha da zor bir durum oluşturmuş oluyordu. Bu sayede, Türk kuvvetleri düşmanın gelişen taarruzlarının tehdidinden kurtarılmış ve Sakarya’nın doğusunda yeniden düzenlenerek savunma gücü artırılmıştı. Yunan ordusu ulaştırma şartları ağır bir ortamda ikmal yapma mecburiyeti içerisine giriyordu. Türk Ordusunun Sakarya gerilerine çekilmesi halk arasında olduğu gibi TBMM içinde de bazı muhalif seslerin artmasına sebep olmuştu. Büyük Millet Meclisi’nde ve dışarıda son çare ve son tedbir olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesinde fayda umulduğu yolunda bir kanaat oluştu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 4 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi’ne verdiği bir önerge ile Başkumandanlığı kabul ettiğini bildirdi ve Meclis’in elindeki yetkileri de fiilen kullanmayı talep etti. Bu önerge üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın muhalifleri, kendisine Başkomutan ünvanını ve Meclis’in yetkilerini kullanmak hakkını önce vermek istemediler. Ancak ünvan ve yetki, 5 Ağustos 1921 tarihli kanunla tanındı. Sakarya Savaşı’na Hazırlık TBMM, 5 Ağustos 1921’de çıkardığı yasa ile Mustafa Kemal Paşa’ya kendi yetkilerinin bir bölümünü üç ay süreliğine devretti. Bu yasa ile Mustafa Kemal Paşa, Başkomutan (Başkumandan) olarak atandı. Mustafa Kemal Paşa’nın bu üç aylık süre içinde verdiği kararlar “kanun hükmünde” sayılacaktı. Başkomutan artık orduyu Yunan saldırısına karşı bütün olanakları en iyi şekilde kullanarak hazırlamaya başlamıştı. 33 Başkomutan ilk olarak, Türk ulusunu özveriye çağırdı. 7-8 Ağustos’ta yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri (Ulusal Yükümlülükler Buyrukları) ile ulustan özetle şunları istiyordu. “Halkın ve tacirlerin elinde bulunan yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde kırkı, bedelleri sonradan ödenmek üzere orduya verilecekti. Öküz ve at arabalarının, binek ve taşıt hayvanlarının yüzde yirmisi teslim edilecekti. Halkın elinde ne kadar silah ve cephane var ise üç gün içinde orduya teslim edilecekti. Eli silah tutan herkes orduya katılacaktı. Teknik elemanların hepsi ordu emrine alınmıştı. Bütün teknik araç ve gereçlerin yüzde kırkına el konulmuştu. Her aile bir takım çamaşır ile bir çift çorap ve çarık hazırlayıp orduya verecekti. İlçelerde Milli Vergi Komisyonu kurulacak, rahat çalışabilmeleri için bölgede İstiklal Mahkemeleri kurulacaktı. Sahipsiz mallar, komisyonun denetiminde olacaktı. Bu emirlerin yerine getirilmesinin denetimini İstiklal Mahkemeleri yapacaktı.” “Artık ulus tam anlamı ile bilinçli bir hale gelmişti. Bu sonuçla Başkomutan’ın bütün emirleri fazlasıyla yerine getirilmiş ve ordunun ihtiyaçları elden geldiği ölçüde giderilmişti. Sakarya Savaşı Mustafa Kemal Paşa, 12 Ağustos 1921’de Polatlı’daki Cephe Karargâhına giderek ordunun başına geçti. Cephede teftiş yaparken, attan düştü ve birkaç kaburga kemiği kırıldı. Savaşı cephede yaralı ve kaburga kemiği sarılı bir şekilde idare etmek zorunda kaldı. 14 Ağustos sabahı Yunanlılar güçlendirdikleri birlikleriyle ilerlemeye başladılar. Kendilerini oyalamaya çalışan Türk kuvvetlerini önlerine alarak geldikleri Sakarya ırmağının kıyısında 23 Ağustos’ta Türk ordusu ile karşı karşıya geldiler. Asıl savaş o gün başladı. Çünkü Yunanlılar Sakarya ırmağını aşmaya başlamışlardı. Yunanlılar Ankara’ya ulaşmak için var gücüyle saldırıyordu. Özellikle Sakarya’nın doğusunda şiddetli çarpışmalar oluyordu. Yunanlılar bir ara Ankara’ya 50 km. kadar yaklaştı. Ancak her seferinde önlerine yeni birlikler yetiştirilerek durdurulmaları başarıldı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa her seferinde değişik taktikler uygulayarak yeni savunma çizgileri oluşturdu. Mustafa Kemal Paşa şu anlayışı sergiliyordu. Düşmanı bir hat şeklinde karşılamaktansa, önce bir hattı müdafaa ediyor ve o hat düşmana kayıplar verdirdikten sonra, hemen arkasındaki başka bir hattın gerisine geri çekiliyor ve arkasındaki kuvvetler bu yeni hatta düşmanı karşılıyordu. Bu şekilde bir savunma yaparak fazla bir kayıp vermeden hem düşmanın ilerlemesi yavaşlatıldı ve hem de düşmana büyük 34 kayıplar verdirilmiş oldu. Bu taktiksel anlayışını Türk ordusuna ve milletine şu sözleriyle ifade ediyordu, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” Yirmi iki gün, yirmi iki gece süren ağır çatışmaların ardından Yunanlılar yenilerek geri çekilmeye başladılar. 13 Eylül’de Sakarya Irmağı’nın doğusunda tek bir Yunan askeri bile kalmamıştı. Sakarya zaferi, geri çekilmenin durduğu, ileri gidişin başladığı noktayı oluşturmuştu. 7- TRİKOPİS YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS ANADOLU SAVAŞINI VE NASIL ESİR EDİLDİĞİNİ ANLATIYOR Trikopis ''Başkumandanlık Muharebesi'' ne ait hatıralarını anlatırken büyük bir heyecan içinde olduğu görülüyordu. İhtiyar kumandan otuz yılın gerisinde kalan hatıralarını toplamaya çalışarak sözlerine şöyle devam etti: - Türk ordusunun bu beklenmedik kuvveti karşısında birliklerimiz perişan olmuştu. Yan birliklerle de irtibatı kaybetmiştik. Cephanemiz tükenmek üzereydi. Neşrettiğim bir günlük emirle sonuna kadar muharebeye devam edilmesini askere tebliğ etmiştim. Vaziyetimiz gittikçe müşkülleşiyordu. Asker yorgundu. Kimsede muharebeye devam arzusu kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri durmadan çarpışan Yunan ordusunun maneviyatı hayli sarsılmıştı. Halk artık savaştan bıkmıştı. Askeri zorla, inanmadığı bir gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük, harbin en çetin meselelerinden birini teşkil eder. Ordunun adım adım hezimete yaklaştığını hissediyorduk. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Vaziyetin kötüye gittiğini gören yaverim bir ara yanıma gelerek: - Generalim, kılıçlarımızı imha edelim'' diye teklifte bulundu. Kılıcımı kendisine verdim. Aldı ve parçaladı. Firar fayda etmedi, ordu perişan olmuştu. Bu esnada atım da vurulmuştu. Başka bir ata binerek kaçmaya ve çemberi yarmaya teşebbüs ettim. Fayda etmedi. Türklerin içine düştüm. Esir oldum. Beni yakalayanlar hüviyetimi almakta güçlük çekmediler. Üzerimde bir revolver vardı. Derhal bunu anladılar. Bizde süvarilerin kılıcı atların eğerine bağlıdır. Benim bindiğim atta da böyle bir kılıç bulunuyordu. Askerler bunu da benim kılıcım zanniyle müsadere ettiler. 35 Bu esnada ordu perişan olmuştu. Sağ kalan birlikler dağınık bir halde İzmir'e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu bizim için büyük bir mağlûbiyet olmuştu. Beni ilk evvelâ Garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye götürdüler. Kendisi ile fazla bir şey konuşmadık. İnönü, beni yanına alarak Mustafa Kemal'in huzuruna çıkardı. Yunan Orduları Başkumandanlığına tâyin edildiğimi de bu sırada öğrendim. Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi'nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmayacağım: - Üzülmeyin General, dedi. Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.'' Atatürk'ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük kumandana karşı içimde bir hayranlık duymaya başlamıştım. Bundan sonra bizi Kayseri'nin Talas bölgesinde kurulan bir esir kampına sevk ettiler. Yüksek rütbeli subaylardan başka yanımda dört general daha vardı. Artık bizim için savaş bitmişti. Neticeyi beklemeye başladık. Bundan sonraki vaziyeti biliyorsunuz. Ordumuzun bakiyeleri birkaç gün içinde Anadolu'yu terk ettiler. Fakat barış muahedesinin imzalanması kolay olmadı. 36 8- KARAYILAN HİKÂYESİ (ŞİİR) KARAYILAN HİKÂYESİ Antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar. Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir. Karayılan Karayılan olmazdan önce Antep köylüklerinde ırgattı. Belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeye vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu. Boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman kafalıydı Karayılan Karayılan olmazdan önce Düşman Antep'e girince Antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler. Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler. Antep çetin yerdir. Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri... Düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı. Antepliler düz ovada sıkışmışlardı. Düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu. Düşman tutmuştu tepeleri. Akan : Antep'in kanıydı. Düz ovada bir gül fidanıydı Karayılan'ın Karayılan olmazdan önceki siperi. Bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun. Antep sıcak, Antep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur. Antepliler yiğit kişilerdir. Fakat düşmanın topu vardı. Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı. "Karayılan" olmazdan önce umurunda değildi Karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler Antep'i. Çünkü onu düşünmeye alıştırmadılar. Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar. Siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını. Derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. Birden bir kurşun gelip kafasını aldı. Hayvan devrildi kaldı. Karayılan Karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini : "İbret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm." Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı Anteplileri, seğirttiler peşince. Düşmanı tepelerde yediler. Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana : KARAYILAN dediler. "Karayılan der ki : Harbe oturak, Kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür..." (Kuvâyi Milliye'den) 37 9- KARAYILAN HİKÂYESİ Karayılan Antep’in köylerinde ırgatlık yapıyordu. Zayıf, ince bir vücudu, kocaman bir başı vardı. Korkak bir adamdı. Antep Fransızlar tarafından işgal edilince savaşacak adama ihtiyaç olduğundan Karayılan’ın altına bir at, eline de bir tüfek verdiler. Fakat Karayılan’ın düşüncesinde yalnızca hayatta kalmak vardı, Antep’in düşman elinde olup olmaması onu pek ilgilendirmiyordu. Bir tarla sıçanı kadar korkaktı. Düşman askerleri bir tepeyi ele geçirmişler ve oradan Türk direnişçilerine top ve tüfekle ateş ediyorlardı. Direnişçilerin elinde de ağır silah bulunmadığından ve mevki olarak da aşağıda bulunduklarından sürekli olarak top ateşi altında kayıp veriyorlardı. Kanlar akıyordu. Bizim Karayılan da bu ağır mermi yağmurundan korunmak için bir gül fidanının arkasına siper almıştı. O kadar korkuyordu ki elindeki tüfeğe tek bir mermi sürmeden öylece yüzükoyun yatıyordu. Düz ovada yerleşmiş olan direnişçiler Antep’i teslim etmek zorunda kalmışlardı. Karayılan’ın umurunda bile değildi bu durum. Karayılan yüzükoyun yatarken ak bir taşın ardından kara bir yılan kafasını çıkardı. Çok yakın bir mesafeden ışıl ışıl parlayan derisi, ateşten al gözleri ve çatal dili ile Karayılan’a saldırmak üzere idi. Tam o sırada taşlardan seken bir kurşun gelip yılanın kafasına isabet etti. Yılan yere devrilip kalmıştı. Karayılan kara yılanın ölmeden önceki bu ihtişamını görmüştü. Avaz avaz bağırmaya başladı. “İbret al, deli gönlüm! Demir sandıkta saklansan gelir bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm!” Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp, bir tarla sıçanı kadar korkak olan elinde tüfeği ile haykırarak ileriye fırlayınca bütün Antep direnişçilerini bir dehşet aldı. Karayılan’ın peşinden koşarak düşmanı tepelerde yendiler ve bu korkak tarla sıçanına “Karayılan” ismini verdiler. 10- ŞOFÖR AHMET’İN HİKÂYESİ 6 Ağustos’ta verilen emirle 1. ve 2. Ordular yer değiştirmeye başlamışlardı. Gece dağlarda ayakları çaputlarla bağlanmış hayvanlar yük taşıyarak yeni cephelerine gidiyorlardı. İşte bu sırada Birinci Ordu’nun Nakliye Taburundan üç numaralı kamyonetin şoförü olan Ahmet de dağlarda idi. Kamyoneti ile kıymetli cephaneyi cepheye götürmeye çalışıyordu. Zaten aksı kırık, motoru eski olan kamyonet dik yamaçlarda iyice zorlanmaya 38 başlamıştı. Ordunun elinde başka bir araç olmadığından, yükü de kıymetli bir yük olduğundan İstanbullu Ahmet endişelenmeye başladı. Tam da beklediği gibi o sırada lastik patladı. Karanlıkta araçtan aşağıya inen Ahmet bir yandan kriko ile aracı kaldırıyor, diğer taraftan da aksiliğe kızarak küfrediyordu. Lastiği çıkardı, iç lastik boydan boya yarılmıştı. Tamir etme imkânı yoktu. Yedek lastik de olmadığından ne yapacağını şaşırmış vaziyette orada durdu. Birdenbire aklına bir fikir geldi. Üzerindeki bütün kıyafetleri çıkararak iç lastik olarak dış lastiğin içine tıkıştırdı. Bu şekilde tekrar yola çıkarak kıymetli yükünü emniyetle gideceği yere ulaştırdı. 39 C- ATATÜRK’ÜN ÖRNEK DAVRANIŞLARI 1- ATATÜRK VE ÖĞRETMEN Yazı devriminden sonra (1928) Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı. Aslında, adlandırmada geç kalınmıştı. Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra, bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti. “Yurdu kurtardınız. Şimdi ne yapmak isterdiniz?” Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti. “Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak, en büyük amacımdır.” Atatürk nerede bir okul görse girer öğretmen ve öğrencilerle sohbet ederdi. Bir gün Atatürk'ün yolu bir köy okuluna düştü. Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders vermekte idi. Atatürk sınıfa girince öğretmen kürsüsünü terk ederek Atatürk'ün oturmasını istedi. Atatürk, "Hayır, lütfen yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz", dedi. "Eğer izin verirseniz, biz de sizden faydalanmak isteriz. Sınıfta ders sırasında, Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir." 2- ATATÜRK VE TÜRK UŞAĞI Bir gün İngiltere konsolosunun geleceğini haber alan Atatürk hemen İngiliz mutfağından yemekler hazırlanmasını söyledi. .Misafir geldi ve masaya oturuldu. Yemek masasında otururken Türk uşak konsolosun üstüne yemekleri devirdi. Atamız Konsolosun Kulağına eğilerek, "Ben Türk Milletine Her Şeyi Öğrettim, ancak bir türlü uşaklığı öğretemedim" dedi. 3- BEKLEYECEKSİN Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice dışarı çıktı ve Topkapı Sarayı Müzesi'ne geldi. Müzeyi gezmek istiyordu. 40 Kendisini kapıcıya tanıttı, fakat kapıcı "Henüz saat 09.00 olmadı, memurlar da dada henüz gelmediler. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin" diye cevap verdi. Kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve bu sözlere çok sayıda muhatap olduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta şudur. Atatürk kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmemiş, bir kenara çekilip, saatin 09.00 olmasını ve memurların gelmesini beklemiştir. 4- HEDİYE Mustafa Kemal Konya'da Behiç Bey'in evinde General Tawsend şerefine büyük bir ziyafet veriyordu. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey ve Salih Bozok bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa Kemal misafirine şöyle dedi, "Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir başkumandanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum" diyerek elindeki kırmızı mercan tespihi hediye etti. Sonra tam sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak General'e verdi ve şöyle dedi, "Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini çok arattımsa da bulamadım. İngiltere'ye döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum" 5- YORGUNLUK Atatürk İzmir Zaferi'nden sonra trenle Ankara'ya dönüyordu. Vali daha önceki istasyonlardan birinde onu karşılamaya gitti. Trene binince “Nerededir?” diye sordu. “Daha giyinmedi...” dediler. Vali, Atatürk'ün ahbabı idi. Biraz teklifsizce kompartımanın kapısına kadar gitti. “Büsbütün çıplak değilsiniz ya efendim?” diye sordu. “Hayır, yalnızca ceketsizim.” Diye cevap geldi. Vali içeri girdi. Atatürk, “Uyuyamadım” dedi. “Battaniye ve yastık koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Ceketimi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Hiç uyuyamadım, kalktım.” 41 Vali, “Peki, ama efendim niçin haber vermediniz?” diye sorunca, gülümseyerek cevap verdi. “Hepsi de benim kadar uykusuzdurlar, dedim ve rahatsız etmek istemedim.” Falih Rıfkı Atay 6- GEÇMİŞ OLSUN Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksander ile İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken, konuk Kral, “Ekselans” dedi. “Biz Türkleri çok severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan Harbi'nin sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık.” Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu cevabı verdi. "Haşmetmeap, evvela bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun efendim, büyük geçmiş olsun.” 42 D- ANTİK ÇAĞ BİLGELERİ 1- THALES Birisi Thales'in yanına gelerek sordu, “Sizce dünyada daima sizinle birlikte olan şey nedir?” Thales kısaca cevap verdi, “Ümit”, “Çünkü bizi en son terk eden ümittir” “Peki” diye devam etti adam, “Dünyada en kolay şey nedir?” “Ondan kolay bir şey mi var?” diye cevap verdi ünlü bilge, “Tabii ki başkalarına nasihat vermek en kolay şeydir” 2- SOKRATES’İN EŞİ Sokrat vücut yapısı olarak çok çirkindi ve zayıf bir bedeni vardı. Başı keldi ve soğan şeklinde burnu vardı. Eşi Xanthippe ise çok güzel bir kadındı. Ancak Sokrat ve eşi hiç iyi geçinemezlerdi. Sokrates’in sürekli olarak öğrencileri ile birlikte olmasını hazmedemeyen Xanthippe evde sürekli olarak problem çıkarmakta ve Sokrates için evliliği cehenneme çevirmekte idi. Evde kavga gürültü eksik olmuyordu. Sokrat da bu yüzden fırsatını bulduğunda kendisini dışarıya atmakta idi! Bir gün Sokrat ve öğrencileri bir yandan ders yapmakta, bir yandan da yürüyüş yapmakta idiler. O esnada Sokrat’ın evi önünden geçmekte iken Sokrat da şans eseri evlilik yaşamının faziletlerinden ve iyi taraflarından bahsetmektedir. Tam o sırada Sokrat’ın eşi balkondan aşağıya bulaşık suyunu boşaltır. Sokrat hiç istifini bozmadan şöyle devam eder, “Evlenin! Evlilik çok kutsal bir müessesedir. Hanımınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa da benim gibi filozof olursunuz. 3- SOKRATES VE GÖKGÜRÜLTÜSÜ Sokrates’in eşi evde her gün kavga çıkarmakta ve çeşitli bahanelerle Sokrates’i aşağılamakta idi. O gün Sokrates eve girer girmez de söylenmelerine başladı. Sokrat fazla cevap vermeden durmaya çalışıyordu. Yemeğin hazır olduğunu görünce bari sofraya oturayım diye düşündü. Sofraya oturdu ama eşinin bağırıp çağırmaları devam ediyordu. Yemeği tabağına koyup yemeye başladı. Bu sefer eşinin tepesi iyice atmıştı. Adam hem kendisini dinlemiyor ve hem de yemek duasını etmeden yemek yemeğe başlıyordu. İçeriye gitti ve koca bir kova dolusu su getirdi. Sokrates fark etmeden arkasından yaklaştı ve suyu Sokrates’in kafasından aşağıya boşalttı. Bunun üzerine Sokrates eşine hiç kızmadan kendi kendine şöyle söylendi, “Sabahtan beri gök gürleyip duruyordu, en sonunda yağmur yağacağı belli idi.” 43 4- SOKRATES – RUHU BATIRMAK Sokrat’ın hayranlarından zengin bir tüccar Sokrates'e bir çuval altın bağışlayarak hediye etti. Sokrat çuvaldaki altınlardan bir tekine bile dokunmadı. Bir süre sonra kendisine altınları hediye eden tüccar kişi vefat edince Sokrates altın çuvalını alarak bir kayığa bindi ve deniz açıldı. Altınları teker teker denize atmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine şöyle konuşuyordu, “Ey altınlar! Siz benim ruhumu kirletmeden ve batırmadan önce ben sizi batırıyorum!” 5- SOKRATES – ADALET “Sokrat’a bu dünyayı ayakta tutan şey nedir?” diye sordular. Sokrat kesin bir ifade ile cevap verdi, “Bu dünyayı ayakta tutan şey adalettir. Bir yerde zulüm olduğu zaman o yerin ayakta kalması düşünülemez!” 6- DİYOJEN VE İSKENDER Diyojen ünlü bir Yunanlı bilge ve filozoftu. Başından büyük belalar geçmiş ve hatta esir olarak bile satılmıştı. Çok fakir yaşantı sürdürüyordu. Üzerinde sadece bir çul ve elinde bir su tası ile bir fıçının içinde yaşıyordu. Diyojen bir gün çeşmeden eli ile su içen bir çocuk gördü ve bu da gereksizmiş diyerek elindeki çanağı da fırlatıp attı. Bir gün Büyük İskender onun olduğu şehre geldi. Herkes ayağa kalkıp ona büyük saygı gösterisinde bulunuyordu. Diyojen ise güneşin vurduğu fıçı içinde sıcağın keyfini çıkarmakta idi. İskender yanındaki adamlara bu adamın kim olduğunu sordu. Onun büyük bir bilge olduğunu öğrenince hemen yanına gitti. İskender, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Neden herkes gibi ayağa kalkıp saygı göstermiyorsun?” diye sordu. Diyojen, “Tabi biliyorum, hem de çok iyi biliyorum. Sen benim esirimin esirisin.” İskender şaşırmıştı, ”Ne demek istiyorsun?” diyerek atından indi ve hışımla onun yanına gitti. Diyojen devam etti, “Sen toprak için adam öldürüyorsun, Hâlbuki bu dünya, bu toprak benim esirim. Bu durumda sen benim köleme köle olmuşsun. Söyle bakalım bu durumda kim kime ayağa kalkmalı?” İskender karşısındaki adamın büyük bir bilge olduğunu anlamıştı. Şöyle dedi, “Pekâlâ madem öyle, dile benden ne dilersen!” Diyojen ünlü cevabını verdi, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” 44 7- DİYOJEN – SOKAK Diyojen dünya nimetlerine değer vermeyen yaşantısı ile ünlü büyük bir bilge idi. Bir gün dar bir sokakta zengin ve kibirli bir insanla karşılaştı. İkisinden birinin kenara çekilmesi gerekiyordu. Zengin adam karşısında gördüğü çulsuz ve pis kıyafetli Diyojen’i hor görerek konuştu, “Ben senin gibi bir serserinin karşısında kesinlikle kenara çekilmem!” Bunun üzerine Diyojen hemen kenara çekildi ve sakince şöyle dedi, “Ben çekilirim!” 8- DİYOJEN – YARIŞ Diyojen yaşlandığı halde durup dinlenmiyor, çalışmaya devam ediyordu. Arkadaşları kendisinin iyiliğini düşünerek nasihat ettiler. “Kendini bu kadar yorma! Biraz istirahat etmelisin!” Diyojen onlara şu güzel cevabı verdi, “Eğer bir yarışa katılmış olsaydınız yarışın sonunda hedefe yaklaşınca yavaşlar mıydınız?” 9- DİYOJEN – AĞIZ Diyojen’e gelerek sordular, “Sevgili Üstadımız, acaba neden iki tane kulağımız var da sadece bir tane ağzımız var?” Diyojen basitçe cevapladı, “Neden olacak? Tabii ki az konuşalım ve çok dinleyelim diye!” 10- DİYOJEN – MERCİMEK ÇORBASI Diyojen bir gün kendisine yemek yapmak için çeşmenin başında mercimek ayıklıyordu. O sırada krala dalkavukluk yapması ile ünlü Kalisten oraya geldi ve Diyojen’e “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu. Diyojen, “Mercimek ayıklıyorum” diye cevap verdi. Kalisten kibirli bir şekilde, “Sen de benim gibi krala yanaşsaydın mercimek ayıklamak zorunda kalmazdın!” diye onu kızdırmaya çalıştı. Diyojen çok sakindi. Yavaşça cevap verdi, ”Sen de benim gibi mercimek çorbası ile yetinip kanaat etseydin, krala dalkavukluk yapmak zorunda kalmazdın!” 45 11- KONFÜÇYUS – YUMURTA Konfüçyus bir arkadaşına şöyle dedi, “Diyelim ki senin elinde bir tane yumurta var. Benim de bir yumurtam var. Sen bana yumurtanı versen ve ben de kendi yumurtamı sana versem yine senin bir tane yumurtan ve benim bir yumurtam olmuş olur, öyle değil mi?” Sonra devam etti, “Ama senin bir bilgin var, benim de bir bilgim var. Sen bilgini bana versen benim bilgimle beraber iki bilgim olmuş olur. Ben de bilgimi sana versem senin bilginle birlikte senin de iki bilgin olmuş olur.” 12- SOLON – ÜSTÜNLÜK Yunanlı düşünür Solon, ünlü Solon kanunlarını yapan kişi idi. Bir gün kendisine şöyle sordular, “Siz çok şey biliyorsunuz ve büyük bir bilginsiniz. Ama başkaları da çok şey biliyorlar. Sizin bilginizin onların bilgisinden üstün olduğu taraf nedir?” Solon yavaşça cevap verdi, “Doğrudur, ben çok şey biliyorum, ama benim farkım sahip olduğum bilginin çok az olduğunu bilmemdir.” 13- PLATON – ŞAŞKINLIK Platon ünlü bir Yunanlı bilge idi. Hiçbir zaman kahkaha ile güldüğü görülmemişti, çünkü insanların kötülüklerinden ve ihtiraslarından kaçarak yaşamayı kendisine düstur edinmişti. Kendisine niye böyle insanlardan uzak olduğu soruldu, “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranış ınedir acaba?” Plato şöyle cevap verdi, “Birincisi çocukken küçük olmaktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Sonra da çocukluklarını özlerler” “İkincisi de para kazanmak için her şeyi yaparlar ve sağlıklarını yitirirler. Sonra da sağlıklarını geri kazanmak için servetlerini harcarlar.” 46 14- PLATO – KUMAR Plato bir gün öğrencilerinden birini kumar oynarken yakaladı. Öğrencisini fena halde azarladı. Öğrenci kendisini savunmak istedi ve şöyle cevap verdi, “Ama efendim ben çok az parasına oynuyordum.” Plato daha beter kızdı, “Ben sana kaybettiğin para için kızmıyorum ki, ben sana kaybettiğin zaman için kızıyorum.” 15- İSKENDER – CEZA Büyük İskender kral olmuş ve birçok ülkeleri fethetmişti. Bir gün bir arkadaşı kendisine gelerek şöyle dedi, “Şu şu kişiler sizin hakkınızda kötü konuşuyorlar. Neden onları cezalandırıp onları susturmuyorsunuz?” İskender’in cevabı çok manidardı, “İyi ama o zaman o kişiler söyledikleri şeylerde haklı olurlar. 16- MENEDEM – GERÇEK MUTLULUK Yine başka bir ünlü bilge Yunanlı Menedem’dir. Menedem’e sohbet sırasında biri “İnsanın istediğini elde etmesi ne kadar büyük bir mutluluktur” dedi. Menedem şöyle cevap verdi, “Asıl daha büyük mutluluk insanın elindeki ile yetinmesidir.” 17- ARİSTO – GÜLERYÜZ Ünlü bilge Aristoteles bir öğrencisine ders veriyordu. Çözülecek problemi etraflıca kendisine izah etti. Sonra da sordu, “Anladın mı evladım?” Öğrencisi “Evet anladım efendim!” diye cevap verdi. Aristo tatmin olmamıştı. “Peki, ama sende anladığına dair bir işaret görmüyorum.” Öğrenci “O dediğiniz işaret nedir acaba?” diye sorunca Aristo, “Tabii ki güleryüz, evladım, güleryüz. Eğer sen problemi anlamış olsaydın gülümserdin.” 47 E- DİĞER BİLGELİK HİKÂYELERi 1- SEN GİDECEKSİN İkinci dünya savaşı yıllarında Gazi Lisesi’ni bitiren 2 genç, okulu bitirir bitirmez yurt dışında okumak için gençlerden birinin babası olan, Milli Eğitim Bakanına gittiler. Bakan, çocukları dinledi ve oğlunu dışarı çıkartıp, arkadaşına şunu dedi, "Ben Milli Eğitim Bakanıyım, eğer oğlumu yollarsam bu yakışık almaz, seni yollayacağım." Bu çocuk savaş yıllarında Alman elçisinin uçağıyla Almanya'ya okumaya uçarken, bakanın oğlu olan arkadaşı da onu uğurlamaya geldi ve bütün lise hayatı boyunca yurt dışında okumak hayaliyle biriktirdiği harçlığını çıkarıp arkadaşına verdi, “Buna benim artık ihtiyacım olmayacak, sen kullan" dedi. Uçağa binen çocuğun adı: Gazi Yaşargil. (Dünyaca ünlü beyin cerrahımız) Bakanın oğlu ise, Can Yücel. Bakan ise, Hasan Ali YÜCEL Bu hikâyenin bir de devamı vardır. Aradan yıllar geçtikten sonra Gazi Yaşargil, Can Yücel’in oğlunun Fransa’da Louis Pasteur Üniversitesinde 8 yıl boyunca tıp eğitimi almasını sağlar ve tüm masraflarını karşılar. Eğer o maddi destek vermese çocuğun yurtdışında okumasına imkân yoktur. Ayrıca bunun yanında her ay ona mektup yazarak ona her konuda yol gösterir ve yardımcı olur. Her yıl Zürih’e onu ziyarete gider. Bu arada beyin ameliyatlarını görüp izlemesi için hastaneye de götürür. Bu çocuk sonradan Prof. Doktor olacak ve New York Tıp Akademisi tarafından ödül alacak olan Prof.Dr.Yeni Hasan Yücel’dir. Bir oğlunun adı Narain Can, diğerinin adı da Shiv Gazi’dir. Adının dedesinin adı olmasına karar verilince babası Can Yücel ona Yeni Hasan Yücel adını koymuştur. 48 2- DEĞİŞİK BİR KUTSAMA TARZI Yaşlı bir katırı olan bir çiftçi ile ilgili ibret dolu bir hikâye vardır. Günün birinde katır çiftlikteki kuyuya düşmüştü. Biraz sonra çiftçi katırın acı acı anırmasını duydu. Durumu dikkatlice gözden geçirdikten sonra çiftçi katıra acıdı, ama ne katırın ne de kuyunun kurtarılmaya değer olmadığına karar verdi. Komşularını yanına çağırdı ve olan biteni anlattı. Onları yaşlı katırı bu ıstıraptan kurtarmak ve kuyunun içine gömmek için toprak taşımaya çağırdı. Başlangıçta yaşlı katır çok umutsuz bir durumda idi! Fakat çiftçi ve komşuları sırtına doğru kürek kürek toprak atmaya başladıkları zaman aklına şimşek gibi bir fikir geldi. Sırtındakini silkmeli ve yukarıya doğru çıkmalı idi. Toprak sırtına vurdukça bunu yaptı. “Silkin ve yukarıya doğru çık, silkin ve yukarı doğru çık, silkin ve yukarıya doğru çık!” diyerek kendi kendisini motive etti. Sırtına vuran darbeler ne kadar şiddetli olursa olsun ve ne kadar acı çekerse çeksin katır paniğe karşı mücadele etti ve silkinerek yukarıya doğru adım atmaya devam etti. En sonunda yorgunluktan perişan bir halde kuyunun duvarının üzerinden dışarıya doğru adım attı. Kendisini gömmek üzere gönderilen şey kendisinin iyiliğine olmuştu. İçine düştüğü zor durumdaki davranış biçimi kendisini kurtarmıştı. İŞTE BU YAŞAMDIR! Problemlerimizi cesaretle, olumlu bir şekilde karşılayalım, paniğe düşmeyelim ve kendimize acımayalım. Bize sıkıntı veren zor durumlar, içlerinde bizim yararımıza olacak ve bizi kutsayacak potansiyel taşırlar. 3- ANNE DUASI Musa bir gün, “Ya Rabbi! Cennette benim komşum kim olacak? Bana bildir de, gidip onunla görüşeyim” dedi. Musa’ya şöyle vahiy geldi, “Falan beldeye git! Orada çarşının başında bir kasap dükkânı var. O dükkânın sahibi olan kasabı gör! O, veli bir kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırsan gelmez. İşte o senin cennetteki komşundur.” 49 Musa hemen bildirilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona, “Ben sana misafir geldim” dedi. Kasap, Musa’yı tanımıyordu. Ona “Hoş geldin!” deyip bir kenara oturttu. Dükkândaki işi bitince de alıp evine götürdü. Evinin başköşesine oturtup ikramlarda bulundu. Musa, ev sahibini dikkatle takip ediyordu. Ev sahibi kasabın ocakta çömlek içinde yemek pişirdiğini gördü. Yemek pişince çömlekteki yemeği bir tabağa koyup, bir kenara bıraktı. Sonra bir tabağa daha yemek koyarak onu da misafiri Musa’ya ikram etti ve şöyle dedi ki, “Benim önemli bir işim var. Sen beni bekleme yemeğini ye!” “Önemli bir işim var” deyince, Musa önemli işi nedir diye merak etti ve gözüyle kasabı takip etti. Kasap Musa’nın yanından ayrıldıktan sonra yandaki odaya geçti. Duvarda asılı duran büyük bir zembili indirdi. Zembilde çok ihtiyar, mecalsiz bir kadın vardı. Kadına küçük küçük lokmalarla getirdiği yemeği yedirdi. Karnını güzelce doyurduktan sonra altındaki kirlenmiş bezleri aldı yerine temizlerini koydu. Sonra kirli bezleri yıkayıp astıktan sonra ellerini yıkayıp Musa’nın yanına geldi. Daha yemeğe başlamadığını gören kasap sordu: “Niçin yemeğe başlamadınız?” Musa “Sen bana zembildeki sırrı söylemedikçe, bir lokma bile yemem” dedi. “Mademki merak ettin anlatayım: Ey misafir! Bu zembildeki benim yaşlı annemdir. Çok yaşlı olduğu için takatten düştü. Evde bakacak başka kimsem de yok. Evleneceğim; fakat hanımım annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum. İşe gittiğimde herhangi bir hayvanın kendisine zarar vermemesi için onu gördüğün gibi bir zembile koydum. Her gün gelip iki öğün yemek yediriyorum. Diğer hizmetlerini de görüp gönül rahatlığıyla işime gidiyorum.” Bunun üzerine Musa dedi ki: “Ancak anlamadığım bir şey daha var. Sen annene yemek yedirip, su içirdikten sonra, dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söyledi, sen de âmin dedin. Annen ne söyledi ki Âmin dedin?” “Annem, her hizmet edişimde, ‘Allah seni cennette Musa’ya komşu eylesin’ diye dua eder. Ben, hiç ihtimal vermediğim halde, bu güzel duaya âmin derim. Ben kimim ki, o büyük peygamberle komşuluk edebileyim. Onunla komşuluk edebilecek ne amelim var ki?” O zamana kadar kim olduğunu saklayan Musa buyurdu ki: “Ey Allah’ın sevgili kulu! Ben Musa’yım. Beni sana Allah-u Teâlâ gönderdi. Annenin rızasını kazandığın için cenneti ve orada bana komşu olmaya hak kazandın.” Kasap hemen kalkıp Musa’nın elini öptü ve sevinç içinde yemeğini yedi. Allah-u Teala sizleri anne şefkatinden mahrum etmesin ve anne bedduasından muhafaza eylesin. 50 4- BİR İNSANIN ANAVATANI ÇOCUKLUĞUDUR (EPİCTETUS) Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı: - Hayrola, neden elimi öpmek istedin? - Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim. - Ne oldu, nasıl oldu? - Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin ve bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti: - Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşaması için gerekli olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşaması için uygun fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam? - Hayır, neden? - Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu. 51 Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti: - Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın. - Radikal bir karar! - Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya, bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu. - Eşiniz ne dedi? - Hocam biliyor musun ne oldu? - Ne oldu? - Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminermiş be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizimki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.” - Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor! - Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi. - Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın? - İşte onun evet dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, 52 onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, ‘Baba ya, ben seni çok seviyorum.’ Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar bana beni sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım. - Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizli, ama önemli bir tehlike! - İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen-veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, ‘Sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim. ‘ - Eşiniz gelmek istemedi! - Hayır istemedi. ‘Yaa, beraber gidelim’, diye ısrar ettim ‘Hayır hayır sen yalnız gideceksin’ dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, ‘Siz ne yaptınız bu çocuğa?’ dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. ‘Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa?’, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, ‘Hayır, kötü değil’, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?” - Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz? 53 - Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, ‘Vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar?’ duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş. “Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık. “Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun! Doğan CÜCELOĞLU 5- EDİSON Thomas Alva Edison 11.2.1847 yılında fakir bir ailede Ohio’da dünyaya gelmişti. Derslerle arası pek iyi değildi. Ama çok keskin bir zekâsı vardı ve kendi kendine deneyler yapardı. Küçük yaşta yaptığı deneyler oturdukları eve büyük zararlar vermişti, böylece onu evden uzaklaştırdılar. Evi terk etti ama deneylerine devam etti. Bir süre trenlerde şeker satarak para kazandı. Bir gün trenin tuvaletinde yine bir deney yaparken bir patlamaya sebebiyet verince kondüktör onu tokatladı, bu yüzden duyma yeteneği zayıfladı. Bir gün zengin bir adamın oğlunu trenin altında kalmaktan son anda kurtardı. Zengin adam teşekkür için ona Telgraf Şirketi’nde iş buldu. Edison’un deney yapmaya çok büyük merakı vardı ve zaman içinde çalışmalarında başarılı oldu. O 19. yüzyılın en büyük mucididir. Elektrik ampulü, gramofon, telefon ve daha birçok şey onun icadıdır. Nasıl başardı, kendini adama ve ayırım yapabilme gücü ile. Her zaman şu veciz söze inandı, ”Yapabilirim, Yapacağım, Yapmalıyım.” (I can, I will, I must) 54 Edison’un hayatı şu hakikati aydınlatır. “Sabır insanın zorluklara dayanmasını sağlar, fakat azim (direnmek) insanı zorluklardan kurtarır.” Sorular: 1- Edison ne zaman ve nerede doğdu? 2- Sizce derslerle arası neden iyi değildi? 3- Evi terk ettikten sonra neden yaptığı deneylere devam etti? 4- Nasıl başardı? 5- Zorluklardan kurtulmak ne demektir? 6- EN İYİ HABER Arjantinli ünlü golf oyuncusu Robert de Vincenzo, yine bir turnuva kazanmış ve ödülü ile birlikte kameralara poz verdikten sonra soyunma odasına gitmeye hazırlanıyordu. Kulüp binasından çıkıp arabasına doğru yürürken yanına bir kadın yanaştı. Elinde bir resim vardı. Kızının çok hasta ve ölmek üzere olduğunu ve kendisinin de hiç parası olmadığını anlattıktan sonra golfçüye yardım edip edemeyeceğini sordu. Kadının anlatış tarzı ve hikâye De Vincenzo’yu derinden etkilemişti. Hemen cebinden bir çek yaprağı ve bir kalem çıkarttı ve turnuvadan kazandığı paranın önemli bir kısmını çekin üzerine yazarak kadına uzattı. “Umarım, bebeğinin iyi günlerini görürsün!” diye temenni etti. Ertesi hafta golf kulübünde öğle yemeği yerken golf derneğinin bir görevlisi yanına geldi ve “Otoparkta görevli çocuklar bana geçen hafta turnuva maçından sonra bir kadının sizin yanınıza gelerek sizinle konuştuğunu söylediler.” Dedi. De Vincenzo “Evet” anlamında başını salladı. Görevli “Maalesef size kötü bir haberim var. O kadın bir sahtekârmış. Hasta bir çocuğu yok. Sizi fena kandırmış” dedi. De Vincenzo “Yani ortada ölümü bekleyen bir çocuk yok, öyle mi?” diye sordu. “Hayır, yok.” Diye görevli cevapladı. Bunun üzerine De Vincenzo “Yaşasın!” dedi sevinçten kahkaha atarak, “İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber!” 55 7- İMPARATOR Uzak Doğu’da bir imparator artık yaşamının sonlarına yaklaşmış ve kendisine bir halef seçmek istemişti. Ancak çocuklarından birini yeni kral olarak seçmek yerine değişik bir yol uygulamaya karar verdi. Bir gün krallığındaki gençleri saraya çağırdı ve şöyle seslendi, “Benim için krallıktan çekilme ve yeni kralı seçme zamanıdır. Ben sizlerden birini kral olarak atamaya karar verdim.” Kendi çocukları şoka girmişlerdi. İmparator devam etti, “Bugün hepinize birer tohum veriyorum. Bu tohumlar çok özel tohumlardır. Sizlerden bu tohumları ekmenizi, onları sulamanızı ve bir yıl sonra buraya gelerek neler yetiştirdiğinizi göstermenizi istiyorum.” “Getireceğiniz bitkilere bakarak bundan sonraki kralı seçeceğim.” O gün orada Ling adında bir çocuk bulunuyordu ve o da diğerleri gibi bir tohum aldı. Eve gitti ve heyecanla annesine tüm hikâyeyi anlattı. Annesi ona bir saksı ve içinde toprak getirdi; birlikte tohumu toprağa ektiler ve dikkatlice suladılar. Her gün gidip gelerek saksıyı suluyor ve tohumun büyüyüp büyümediğini kontrol ediyordu. Aradan 3 hafta geçmişti ki arkadaşları tohumlarının filizlendiğinden ve bitkilerinin büyümeye başladığından söz etmeye başladılar. Ling kendi tohumuna baktı, hiçbir filiz gözükmüyordu. 3 hafta, 4 hafta ve 5 hafta geçti. Hala hiçbir şey yoktu. Şimdiye kadar diğerlerinin bitkileri boy atmaya başlamıştı, ama Ling’in hiçbir şeyi yoktu. Ling kendisini başarısız hissetmeye başlamıştı. 6 ay geçti ve Ling’in saksısı hala boştu. Tohumunun ölümüne yol açtığını düşünüyordu. Tüm arkadaşlarının ağaçları ve büyük bitkileri varken onun elleri bomboş kalmıştı. 56 Buna rağmen Ling arkadaşlarına hiçbir şey söylemedi. Hala tohumunun büyümesini sabırla bekliyordu. En sonunda aradan bir yıl geçti ve krallıktaki tüm gençler ağaçlarını ve bitkilerini imparatora götürüyorlardı. Ling annesine elinde boş bir saksı ile gitmek istemediğini söyledi, ama annesi ona dürüst olmasını öğütledi. Bu fikir Ling’in hiç hoşuna gitmemişti, ama annesini haklı olduğunu biliyordu. Elinde boş saksı ile saraya doğru yola çıktı. Ling saraya vardığında diğer gençlerin yetiştirdikleri değişik bitkileri görünce şaşkına döndü. Hepsi hem boy ve hem de görüntü açısından çok güzellerdi. Ling kendi boş saksısını yere koydu. Diğer gençler onunla alay ettiler. Ona acıyarak şöyle seslendiler, “Hey, iyi denemeymiş ama!” İmparator oraya geldiğinde odayı dikkatlice gözden geçirdi ve diğer gençleri selamladı. Ling arkalara bir yere saklanmaya çalıştı. “Tanrım, ne büyük ağaçlar ve çiçekler getirmişsiniz böyle!” diye imparator seslendi. “Bugün içinizden biri yeni kral seçilecek.” Birdenbire imparator odanın arkalarında saklanmış Ling’i ve önündeki boş saksıyı gördü. Yardımcılarına Ling’i ön tarafa getirmelerini söyledi. Ling korkudan titriyordu. “İmparator benim başarısız olduğumu anladı, şimdi beni cezalandıracak.” diye düşündü. Ling öne doğru getirtildiğinde imparator onun ismini sordu. “Benim adım Ling” diye cevapladı. Tüm gençler ona gülüyor ve alay ediyorlardı. İmparator herkese sessiz olmasını işaret etti. Ling’e bir kere daha baktı ve orada toplanan kalabalığa seslendi, “Yeni kralınızı selamlayın! Onun adı Ling.” Ling kulaklarına inanamıyordu. Kendi tohumunu büyütememişti bile. Nasıl kral seçilebilirdi ki? 57 Bunun üzerine imparator şöyle açıkladı, “Bir yıl önce ben herkese bir tohum verdim. Hepinize onu alıp ekmesini, sulamasını ve bugün bana getirmesini söyledim. Ama aslında hepinize suda kaynatılmış ölü tohumlar vermiştim. Ling hariç hepiniz bana çiçekler ve ağaçlar getirdiniz. Size verilen tohumun filizlenmediğini fark ettiğinizde onun yerine başka bir tohum ektiniz. Aranızda bana kendisine benim ona verdiğim tohumu geri getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösteren bir tek Ling oldu. Bu yüzden, yeni kral olarak seçilen de o oldu.” Bugün ne ektiğinize dikkat edin, yarın ne ekin elde edeceğiniz ona bağlıdır. 8- HEMEN Mİ ÖLECEĞİM? Stanford Hastanesinde doktor 5 yaşındaki küçük çocuğa “Senden bir isteğimiz olacak. Ablanın yaşayabilmesi için kanını vermen gerekiyor, verir misin?” diye sordu. Küçük oğlan çocuğu, aynı hastalıktan yeni kurtulmuş ve kanında virüsü yok eden antikorlar oluşmuştu. Çok ağır durumda olan genç kızın hayatta kalması, o kanın verilmesine bağlı idi. 5 yaşındaki erkek çocuğu bir an duraksayıp, sonra kararını verdi, “Eğer kurtulacaksa ablam, tabii ki veririm kanımı.” Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıp gülümsemeye çalıştı. Yavaş yavaş kızın yanaklarına renk geldi; buna mukabil, küçük çocuğun yüzü bembeyaz olmuştu. Titreyen bir sesle doktora sordu, “Hemen mi öleceğim doktor amca?” Ufak çocuk doktoru yanlış anlamıştı; ablasına vücudundaki bütün kanı verip kendisinin öleceğini düşünmekte idi. Ama gene de bu fedakârlığı yapmaktan çekinmemişti. İnsanlar büyüdükçe, yüreklerinde o saf sevgiyi, temiz duyguları ve karşılıksız sevmenin ne demek olduğunu maalesef unutuyorlar. İçinizdeki çocuğu öldürmemeye çalışın! 58 9- THE COCOON - KOZA Adamın biri bir imparator güve böceğine ait bir koza bulmuştu. Kozanın içinden çıkacak kelebeği gözlemleyebilmek amacı ile kozayı eline alıp eve götürdü. Her gün kozaya bakmaya başladı. Bir gün kozanın bir yerinde küçük bir yarık oluştuğunu gördü. Kozanın karşısına oturup seyretmeye başladı. Kelebek o küçük yarıktan dışarı çıkabilmek için bütün gücü ile gayret ediyor ve bedenini zorluyordu. O kadar çok çırpındı ve gayret etti ki seyreden adam kelebeğin artık bu işi yapamayacağına karar verdi. Tüm merhameti ile eline bir makas aldı ve kelebeğin içinden çıkmaya çalıştığı yarığı keserek büyüttü. Kelebek bu şekilde kozanın içinden rahatça dışarıya çıkabildi. Fakat şimdi kocaman bir vücudunun yanında büzülmüş ve pörsümüş kanatları vardı. Adam kelebeği gözlemeye devam etti. Kelebeğin kanatlarının genişleyeceğini ve sonunda kelebeğin uçmaya başlayacağını düşündü. Fakat hiçbirisi gerçekleşmedi. Zavallı kelebek tüm hayatını o şiş bedeni ve büzük kanatları ile yerlerde sürünerek geçirdi. Adamın o şefkati ve aceleciliği içinde anlayamadığı şey şu idi. Kozanın yarığının küçüklüğü ve o küçük delikten dışarıya çıkmak için kelebeğin verdiği mücadele sayesinde bedenindeki fazla sıvı kanatlarına gitmeye zorlanıyor ve bu sayede kozadan çıkıp kurtulduktan sonra kanatları gelişmiş olduğu ve bedeni de küçülmüş olduğu için rahatça uçabiliyordu. Özgürlük ve uçabilmek ancak verilecek büyük bir mücadele sayesinde mümkün olabiliyordu. Kelebeği mücadeleden mahrum bırakarak adam onun sağlığından yoksun bırakmıştı. Bazen sıkıntılar ve yapmamız gereken mücadeleler aslında bizim tam olarak ihtiyacımız olan şeylerdir. Eğer hayatımız boyunca hiçbir engelle karşılaşmadan yaşarsak o zaman asla uçamayız. Bu durum bizi sakat bırakacak ve uçmaya başlayarak bizi yükseklere taşıyacak kanatları elde edemeyeceğiz. 59 10- HİPPO – KENDİN OLMAK “Küçük” kız suyun içine daldı ve derinlere giderek nehir yatağında yürümeye başladı. Hareketleri sanki bir akıntıya karşı yüzüyormuş gibi yavaştı, aynı ayın üzerinde yürüyen bir adama benziyordu. "Bir hippo olmak ne kadar zavallı bir durum" Hayat hiç adil değildi ki! Bütün günün sıcağını vücudunda hissettikten sonra etrafındaki su serin ve rahatlatıcı gelmişti. Ayrıca aşırı duyguları için de bu serin su ilaç gibi gelmişti. Bir hippo (hipopotam) olmak hiç adil olmayan bir durumdu. Hanımefendi başını kaldırdı, ayaklarını yere vurdu ve yine suyun yüzeyine çıktı. Anında güneş yine sırtını yakmaya başladı, bu yüzden yine nehrin turuncu renkteki çamurlu kıyısına doğru gitti. Kendisini ıslak çamurla kapladı ve kamışların ve sazlıkların ortasında suya yarı gömülü vaziyette durmaya başladı. Biraz sonra yanına Pee geldi. Bu çok güzel görünümlü sarı-gri renkte tüyleri olan bir sığırcık idi. Pee, hippo’nun yanaklarından süzülen yaşları gördü ve “Ne oldu sayın leydim. Size ne oldu böyle?”diye sordu. "Bir hippo olarak dünyaya gelmek çok berbat bir şey.” Diyerek ve içini çekerek hippo cevapladı. "Neden ki?" diye Pee sordu. “Baksana bana! Ben kocamanım ve şişmanım. Ayrıca çirkinim ve biçimsizim. Benim kaderim, tüm hayatımı şu gri renkte tüysüz derimi güneşin sıcağından koruyabilmek için şu çamurun içinde badi badi yürümek.“ "O kadar ince, güzel ve tasasız gözüküyorlar ki..." "Neden leydim?” 60 “Bana leydi deme! Ne leydi ama! Şu halime baksana! Bak işte asıl leydiler orada” diyerek kumlu toprağın üzerinde sekerek dolaşan bir grup ceylanı gösterdi. Altın ve krem renkli kürkleri güneşin ışığında parlıyor ve ceylanlar bir oraya bir buraya havaya sıçrayarak geziyorlardı. Hippo şöyle devam etti, “ O kadar ince, güzel ve tasasız gözüküyorlar ki! Aynı dansçılar gibi, zarif ve çekiciler.” "Ben her zaman sizin gibi uzun boylu ve zarif olmak istiyordum Ceylanların ardından bir grup zürafa da su kenarına geldi. Onların da çok güzel kürkleri vardı ve sağlıklı bir şekilde parıldıyorlardı. Uzun bacakları ile uzun adımlar atıyorlar ve boyunları da buna uygun olarak salınıyordu. Çevreleri ile tamamen bir uyum içinde ve huzurlu gözüküyorlardı. “Keşke ben de bir zürafa olabilseydim,” diye leydi fısıldadı. “”Çok komiksin” diye Pee güldü. “Sen ceylanlar neden bir oraya bir buraya sıçrayarak gidiyorlar biliyor musun?” “Eğlence için değil mi?” “Hayır, pek sayılmaz. Onlar yırtıcı hayvanlardan, aslanlardan, leoparlardan ve sırtlanlardan kaçıyorlar. Onlar kendilerini kovalayanları yanıltmak için ve takip etmesinler diye sıçrayarak gidiyorlar, Bu bir dans değil de daha çok kendi yaşamı için bir savaş vermek sayılabilir, tabii dışarıdan güzel gözüküyor o başka. Herhalde sen de böyle yapmak istemezdin değil mi?”diye Pee sordu.”Peki sen bir hippo olarak neden korkarsın?” “Hiç bir şeyden korkmam ben, neden ki?”diye leydi cevap Verdi. Bir an durakladı ve derin düşünce ile mavi gökyüzüne bakakaldı. “Sanırım beni tek endişelendiren şey arada sırada aç bir aslanın çıkagelmesi. Fakat ben onlara saldırarak kovalar ve sonra da yine suyun içine gelirim. Suyun içinde beni hiç bir şey rahatsız etmez, timsahlar bile. Aslında ben suyun içinde olmaktan çok hoşlanırım. Su çok iyi, serinletici ve rahatlatıcıdır.” diye devam etti ve sonra tekrar suyun içine daldı, yalnızca gözleri ve burnu suyun seviyesinin üzerinde kalmıştı. Su yumuşak bir şekilde vücudunun etrafından akıyordu. Kendisini daha mutlu hissederek leydi ayakları ile çifte atarak yüzmeye başladı. Pee de uçarak onun başına kondu ve beraber yüzmeye başladılar. 61 “Pee sordu, “Ne kadar zarif ve güzel yüzdüğünü biliyor musun? Tam bir yüzme uzmanısın.” “Bak beni bir seyret” diyerek leydi nehrin dibine daldı. Ayaklarını ve başını hareket ettiriyor, hareket ederek dönüyordu. Tam bir yetenek ve uzmanlık gösterisiydi. Daha çok uzman bir dümencinin kontrolündeki küçük gri bir denizaltına benziyordu. Tekrar suyun yüzeyine geldi. Pee orada kendisini sevinçle karşıladı. “Hiç haber vermeden suya daldın, beni neredeyse boğuyordun.” “İyiyim ama değil mi?” "Yıldızlara bakıyordu..." “Evet, evet çok iyiydin. Artık neden "Yıldızlara bakıyordu..." kendine güvenmeye başlamıyorsun? Hepimizin kendimize göre yeteneklerimiz var. Artık kendi yeteneklerinin keyfini çıkartman ve başkaları ile kıyas etmemen gerekiyor. Kendini başkaları ile karşılaştırmak yalnızca kötü hissetmene sebep oluyor.” “Öyle mi?” diye leydi cevap verdi. İkisi beraber nehrin karşı kıyısına doğru yüzdüler, oraya zürafalar gelmiş akşamüstü su içiyorlardı. O kadar uzun bir boyunları vardı ki ağızlarının suya varması için ön ayaklarını iyice açmak zorunda kalıyorlardı. Bu o kadar zor bir işti ki; ayrıca zürafalar bu konumda su içerken vahşi hayvanların saldırılarına açık bir hale geliyorlardı. “Aman leydim, beni çok korkuttun!” diye bir zürafa irkilerek sordu. “Bir an seni bir timsah zannettim. Senin yalnızca gözlerini ve burnunu görebildim, timsahlar da aynı böyle sessizce sokulur ve saldırırlar.” “Özür dilerim” diye leydi cevap verdi.”Biliyor musun ben her zaman senin gibi uzun ve zarif olmak istemiştim. Fakat böyle su içmek sizin için biraz için zor olmuyor mu?” 62 “Çok dikkatli olmamız gerekiyor, inan bana hiç bizim yerimizde olmak istemezdin sayın leydim. İçinde olduğun o suyu çok özlerdin. Biz sıklıkla seni suda yüzerken ve soğuk suya dalarken görüyoruz. O kadar eğlenceli gözüküyor ki? Çok şanslısın biliyor musun?” Zürafanın sözleri leydinin aklında kaldı ve uzun bir süre bunları düşündü. Bütün gün ve hatta ertesi gün hep bu konuyu düşündü. Aslında bu "Onlara saldırarak kovalarım ..." sözleri bundan sonraki bütün hayatı boyunca hatırladı. O günden sonra artık ne kendi görüntüsü yüzünden ve ne olduğundan dolayı hiç üzüntü çekmedi ve kendisini eleştirmedi. Her gününü turuncu çamurun içinde yuvarlanarak ve serinleyerek geçiriyor ve Pee ile uzun konuşmalar yapıyordu. Ve sık sık geceleri suyun içinde yarı batmış bir şekilde yatıyor ve yukarıdaki yıldızlara bakıyor ve yaşayabildiği için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Ünlü bir bilge şöyle demiştir, “Hayatınızı olabilecek en iyi şekilde yaşayın, size bu şans sizin içgüdülerinizi, isteklerinizi ve geçmiş eylemleriniz sonucu zihninizde kalan etkileri ve izlenimleri yüceltmeniz ve ahlaki ve spiritüel merdivende giderek yükselmeniz amacı ile verilmiştir. Bunun gibi fırsatları en iyi bir şekilde kullanın ve Sürur elde edin.” 11- TÜM GÜCÜNLE İT Bir adam bilgeyi görmeye gitmişti. Bilge, adama kendisiden yapmasını istediği bir işi olduğunu anlattı. Adamın evinin hemen önünde çok büyük bir kaya olduğunu söyledi. Bilge, adama bütün gücü ile kayaya doğru bastırması ve itmesi gerektiğini söyledi. Adam kendisine söylenileni her gün yapmaya başladı. Yıllar boyunca her gün saatlerce yorulmadan çalıştı. Omuzları ile yerinden azıcık bile oynatamadığı kayanın soğuk, sert yüzeyini itti. Adam odasına her akşam yorgunluktan bitkin ve her yeri ağrı dolu bir şekilde geri dönüyordu. Bütün günlerlinin boşu boşuna geçtiğini düşünüyordu. Adam sonunda cesaretini kaybettiği için zihninde kötü düşünceler yeşermeye başladı, 63 “Bu kayayı çok uzun zamandan beri itiyorsun fakat bir milimetre bile yerinden kımıldatamadın” Böylece adam bu işin imkânsız bir görev olduğunu ve kendisinin kaybettiğini düşünmeye başladı. “Nasıl olsa kaybettin, bari artık kendini mahvetme, kayayı bütün kuvvetinle itmene gerek yok. Şöyle az kuvvetinle itsen yeter.” Adam daha da ileri giderek itme işini tamamen bırakmayı düşündü, fakat önce bu karışık düşünceleri bilgeye sunması gerekiyordu. Bilgeye giderek sordu, “Sevgili bilge kişi, ben çok uzun zamandan beri çok çalıştım ve senin işini yapmaya gayret ettim, benden istediğin şeyi yapabilmek için tüm gücümle gayret ettim. Fakat bu kadar zamandır uğraşmama rağmen kayayı bir milimetre bile yerinden kımıldatamadım. Neyi yanlış yaptım? Kusurum nedir?” Bilge merhametle cevap verdi, ”Sevgili oğlum, Bana hizmet etmeni istediğim ve sen bunu yapmayı kabul ettiğin zaman ben senden bütün gücünle kayayı itmeni istedim ve sen de bunu yaptın. Ben sana hiçbir zaman o kayayı hareket ettirmeni istediğimi söylemedim. Senden istenen yalnızca o kayayı itmendi. Şimdi bütün gücünü sarf ettikten sonra başarılı olamadığını düşünerek bana geliyorsun. Fakat bu gerçekten doğru mu, gerçekten başarısız mısın? Kendine bir bak! Kolların güçlendi ve kasların gelişti, Sırtın kaslandı ve kuvvetlendin. Sürekli itmekten ellerin nasırlaştı, bacakların kalınlaştı ve sertleşti.” "Direndin ve geliştin, şu anda eskisine göre çok daha iyi bir durumdasın. Ama buna rağmen kayayı yerinden oynatamadın. Senden beklenen itaat etmen ve yalnızca itmendi. İnancını, bana ve benim bilgeliğime olan güvenini imtihan ettim. Bunu yaptın. Şimdi, sevgili oğlum ben kayayı yerinden oynatacağım.” Biz içimizden gelen bir ses duyduğumuz zaman, şifreyi çözüp onun bizden istediği gerçek şeyin ne olduğuna dair zihnimizi kullanmaya meylederiz. Hâlbuki bizden beklenen şey tam bir teslimiyet ve tam bir inançtır. Elbette, inanç dağları yerinden oynatır, fakat şunu iyi bilin ki dağları yerinden oynatan yine de Tanrı’nın ta kendisidir. 64 12- NE KARDEŞ AMA Paul isminde bir arkadaşım Noel hediyesi olarak ağabeyinden bir otomobil almıştı. Noel akşamı Paul işyerinden çıktığı zaman ışıldayan yeni arabasının başında bir sokak çocuğu gördü. Arabayı hayranlıkla inceliyordu. “Bu sizin arabanız mı efendim?” diye sordu, Paul de başını salladı. “Bu arabayı bana benim kardeşim Noel hediyesi olarak verdi” dedi. Küçük çocuk şaşırmıştı, “Senin kardeşin bu arabayı sana verdi ve sen hiçbir şey ödemedin, öyle mi?” diye sordu ve “Keşke ben de.....” diye durakladı. Tabi Paul çocuğun ne demek istediğini biliyordu, Keşke benim de böyle bir kardeşim olsaydı, diyecekti. Fakat çocuk şöyle devam etti, “..ben de böyle bir kardeş olabilseydim.” Paul şaşkınlık içinde çocuğa baktı ve “Araba ile bir tur atmak ister misin?” diye sordu. “Evet, tabi çok isterim.” Diye çocuk cevap verdi. Kısa bir yolculuktan sonra çocuk, “Efendim bizim evin oraya gitmemizin bir mahzuru var mı?” diye sordu. Paul gülümsedi, genç çocuğun ne istediğini biliyordu. Komşu çocuklarına içine bindiği arabayı göstermek ve hava atmak istiyordu, fakat Paul yine yanılıyordu. “Şu iki merdivenin olduğu yerde durabilir misiniz?” diye çocuk sordu. Merdivenleri koşarak aştı ve kısa bir süre sonra yanında ayağı aksayan engelli bir çocuk olduğu halde yavaş yavaş gelmeye başladı. Yanındaki küçük kardeşi idi. Onu alt basamağa oturttu ve ona yaslanarak arabayı gösterdi. “İşte orada Buddy, tam sana yukarıda anlattığım gibi. Bu arabayı ona kardeşi Noel hediyesi olarak almış ve o hiçbir şey ödememiş. Bir gün mutlaka ben de sana buna benzer bir hediye alacağım. O zaman benim sana anlattığım bütün o güzel şeyleri sen kendi gözlerinle görebileceksin” 65 Paul arabadan dışarıya çıktı ve küçük çocuğu kaldırarak arabasının ön koltuğuna oturttu. Çocuğun ağabeyi de kardeşinin yanına oturdu. Üçü beraber unutulmaz bir tatil gezintisi yapmaya çıktılar. O Noel akşamı Paul peygamberinin sözlerini daha iyi bir şekilde anladı, “Vermek almaktan daha kutsaldır.” “Veren el alan elden üstündür.” 13- HAYAT DERSİ Bir adamın dört oğlu vardı. Olaylar ve insanlar hakkında önyargılı olmalarını ve çabuk karar vermelerini önlemek için onlara bir ders vermek istiyordu. Onları evlerinden oldukça uzakta bulunan bir armut ağacına gönderdi ve döndükleri zaman izlenimlerini kendisine aktarmalarını istedi. Ancak her birisini ayrı bir mevsimde gönderdi. Birinci oğlunu kış aylarında, ikincisini baharda, üçüncüsünü yaz aylarında ve dördüncüsünü de sonbaharda gönderdi. Dört oğlu da gittikten ve geri geldikten sonra hepsini yanına çağırdı ve neler gördüklerini anlatmalarını istedi. Birinci oğlan ağacın çirkin, gövdesinin çatlak ve dallarının kıvrım kıvrım olduğunu söyledi. İkinci oğlan bunun tersini, ağacın yeşil yapraklarla ve tomurcuklarla dolu olduğunu söyledi. Üçüncü oğlan bu sözlere de katılmadı. Ağacın dallarının çiçeklerle dolu olduğunu ve bu çiçeklerin nefis koktuğunu ve çok güzel olduklarını 66 söyledi. Bu güne kadar gördüğü en güzel şey olduğunu da ilave etti. Dördüncü oğlan hiçbirine katılmıyordu. Ağacın dallarının lezzetli olgun meyvelerle yerlere kadar sarktığını ve ağacın yaşam dolu olduğunu söyledi. “Hmmmmh baba” dedi. “Ağaçta bir meyvalar var ne kadar lezzetli bilemezsin!” Sonra babaları oğullarına açıklama yaptı ve hepsinin haklı olduğunu söyledi, çünkü hepsi ağacın yaşamında yalnızca bir mevsimİ görmüşlerdi. Bir ağacı veya bir insanı yalnızca bir mevsime göre değerlendiremeyeceklerini söyledi. Bir insanın nasıl bir insan olduğu ve yaşamındaki keyif, haz, neşe ve sevgi ancak yaşamın sonunda, bütün mevsimler gelip geçtikten sonra değerlendirilebilirdi. Eğer kış mevsimde vazgeçerseniz, bahar aylarındaki umudu, yaz aylarının güzelliğini ve sonbaharın sunduğu yaşamı kaçırabilirsiniz. Bir mevsimdeki acının, diğer tüm mevsimlerin vereceği mutluluk ve sevinci yok etmesine izin vermeyin. Yaşamı, zorlu geçen bir tek mevsimle değerlendirmeyin. Sıkıntılı geçen dönem boyunca sabredin, daha iyi zamanlar eninde sonunda mutlaka gelecektir. 14- ŞÜKRET Günün birinde çok zengin bir adam oğlu ile beraber bir yolculuğa çıktı. Amacı oğlunun fakir insanların nasıl yaşadıklarını kendi gözleri ile görmesi idi. İkisi birlikte çok fakir sayılacak bir ailenin doğanın ortasındaki evlerinde bir kaç gün ve gece geçirdiler. Yolculuk dönüşü baba oğluna sordu,”Oğul, yolculuk nasıl geçti?” Oğlan “Çok iyiydi, baba” diye cevap verdi. “Fakir insanların nasıl yaşadıklarını gördün mü?” diye baba sordu. “Evet, baba.” Diye tekrar oğlu cevapladı. “Peki, söyle bakalım, bu yolculuktan ne öğrendin?” 67 Oğlu şöyle cevapladı,”Şunları fark ettim, baba, bizim bir köpeğimiz var, onların dört tane. Bizim bahçenin ortasına kadar gelen kocaman bir havuzumuz var, onların küçük göllerinin sonu nerede göremiyorsun. Bizim yurtdışından gelme ithal bahçe lambalarımız var, onların geceleri gökyüzünde yıldızları var. "Bizim avlu ön bahçeye kadar uzanıyor, onlarınki ufka kadar. Bizim yaşayacak küçük bir çiftliğimiz var, onların çayırlarının sonunu göremiyorsun. “Bizim hizmetçilerimiz var, onlarsa başkalarına hizmet ediyorlar. Biz yiyeceğimiz şeyleri satın alıyoruz, onlar kendileri yetiştiriyorlar. Bizim bahçenin çevresinde bizi koruyacak duvarlarımız var, onların kendilerini koruyacak arkadaşları var. Oğlanın babasının nutku tutulmuştu, ağzını açamadan kaldı. Oğlan ekledi,”Bu kadar fakir olduğumuzu bana gösterdiğin için çok teşekkür ederim baba.” Bir şeye değişik bakış açıları ne kadar güzel bir şey değil mi? Sahip olmadığımız şeyler için üzülmektense, sahip olduğumuz şeyler için şükredersek neler olabileceğini görmek bizi çok şaşırtıyor. Bilge kişi şöyle der, ”Halinden memnun olmak en değerli hazinedir. Yaşamından en çok hoşnut olan kişi dünyanın en zengin insanıdır. Arzularla dolu olan kişi ise dünyanın en fakir insanıdır.” 15- NAKIŞ Ben küçük bir çocukken annem nakış işlerdi. Bir gün onun dizinin dibine yere oturdum, yerden işlediği nakışa doğru baktım ve ne yaptığını sordum. Annem de bana nakış işlediğini söyledi. Ben de ona aşağıdan bakınca yaptığı şeyi hiçbir şeye benzetemediğimi söyledim. Elinde tuttuğu çemberin altına bakıyordum ama bana karmakarışık bir şey gibi gözüküyordu. 68 Annem aşağıya bana doğru baktı, sevgiyle gülümsedi ve gayet yumuşak bir sesle “Sevgili oğlum, sen git biraz dışarıda oyna, benim işlediğim oya bittiği zaman seni dizime oturttururum, o zaman benim gördüğüm gibi görebilirsin.” Ben yine de annemin niye açık renkli ipliklerin yanında koyu renkli/siyah iplikler kullandığını ve neden böyle karmakarışık bir şekil yaptığını merak ederek oradan uzaklaştım. Bir müddet geçti ve annem bana seslendi, “Sevgili oğlum işim bitti, haydi dizimin üzerine gel!” Annemin dizine tırmandığımda gördüğüm şey beni çok şaşırttı, çünkü çemberde çok güzel bir çiçek resmi ve güneşin batışı vardı. Çok beğenmiştim, ama gözlerime inanamıyordum, çünkü aşağıdan baktığımda bana karmakarışık görünmüştü. Sonra annem bana şöyle dedi, “Sevgili oğlum, aşağıdan baktığın zaman yaptığım iş sana karmakarışık ve düzensiz gözüktü, fakat sen tabi ben bunu yapmadan önce aklımda önceden çizilmiş bir resim, bir planım olduğunu bilmiyordun. Şimdi buradan bak da ne yaptığımı gör bakalım!” Yaşadığım bunca yıl boyunca birçok kez yukarıya doğru bakarak Tanrı’ya seslendim, “Ey Sevgili Tanrım! Ne yapıyorsun?” O da bana şöyle cevap verdi, “Senin yaşamının nakışını işliyorum.” Ben de buna karşın, “Ama bana karmaşık ve düzensiz bir şey gibi gözüküyor.” Diye cevap verdim. “İpliklerin hepsi siyah renkte! Niye hepsi açık renkte olamıyor?” Tanrı bana hep şöyle derdi,” Sevgili Oğlum! Sen gidip biraz yapman gereken işlerle ilgilen, günün birinde ben seni buraya Cennet’e getireceğim ve kucağıma oturtacağım, o zaman nakışı benim gördüğüm gibi görebilirsin!” 69 16- FEDAKÂRLIK – BİR AİLENİN EN BÜYÜK SERVETİDİR Bir zamanlar Bihar şehrinde çok büyük bir kıtlık yaşanmıştı. Baba, anne ve iki çocuktan oluşan bir aile başka bir yere taşınmak üzere yola çıktılar. Ailesine bakmakla yükümlü olan baba birçok zorluklara ve sıkıntılara katlanmak zorunda kaldı. Birçok vesile ile aç kalmak zorunda kaldı ve bu yüzden de bir süre sonra öldü. Kocasını kaybetmiş olan kadın yalnız kalmıştı. Ailesine bakmak ve onları kollamak vazifesi bu sefer kadının üzerine kalmıştı. Evden eve dolaşarak yiyecek dilenmeye başladı. Biraz yiyecek bulabildiği zaman da bunları çocuklarına yedirdi ve kendisi aç kaldı. Zamanla kadının kendisi de güçsüzleşti ve sağlığını kaybetti. Artık dilenmek için evden çıkamayacak hale geldi. Çocukları bu durumu görünce çok üzüldüler ve kendisine acıdılar. Ondört yaşındaki büyük oğlu annesinin acınacak haline baktı ve yanına oturarak şöyle dedi, “Sevgili anneciğim, lütfen sen biraz dinlen. Dilenmeye ben çıkmak istiyorum.” Oğlunun sözlerini dinleyen kadının kalbi erimişti. Kendi oğlunu yiyecek dilenmeye göndermek zorunda kaldığı için çok perişan olmuştu. Hangi anne oğlunun bir dilenci olmasını ister ki? Fakat oğlu çok ısrar edince de annesi onun dilenmeye gitmesine isteksizce izin vermek zorunda kaldı. O günden sonra büyük oğlan dilenmeye çıkmaya başladı. Fakat tabi yine az miktarda yiyecek bulabildiği için bu sefer o bütün yiyecekleri annesine ve kardeşine vermeye ve kendisi aç kalmaya başladı. Birkaç hafta sonra artık bitkinlikten zor yürümeye başlamıştı. O sırada bir evin bahçesine girdi ve evin reisini sallanan bir koltukta gazete okurken gördü. 70 Çok zor duyulan zayıf bir sesle kendisine seslendi ve biraz yiyecek istedi. Adam kendisine sadaka olarak para veremeyeceğini ama isterse bir yaprak üzerinde yiyecek bir şeyler verebileceğini söyledi, ama o sırada çocuk zayıflıktan ve yorgunluktan bayıldı. Adam çocuğun bayıldığını görünce yanına koştu ve onu kaldırarak kucağına aldı. O sırada çocuk bir şeyler mırıldanmaya başladı. Adam kulağını çocuğun ağzına yaklaştırdı ve dinlemeye başladı. Çocuk zorlukla duyulabilecek şekilde şöyle fısıldadı, “Efendim, bana vereceğiniz yiyeceği lütfen önce anneme verin!” Bu son sözlerini söyledikten sonra da son nefesini verdi. Böyle bir sevgiyi, aile bireyleri arasındaki böyle yakın bir sevgiyi artık hiçbir yerde görmüyoruz. Önce ailenin reisi yani baba kendisi ölümüne aç kaldı ve hayatını kaybetti. Sonra anne çocukları uğruna kendisi aç kalmış ve en sonunda da oğlu ölümüne aç kaldı ve annesini kurtarabilmek için kendisi hayatını kaybetti. Bu insanları baba, anne ve oğul olarak bir aile olarak birbirlerine bağlayan sevginin ve düşkünlüğün derecesine bakar mısınız? 17- ELMA AĞACI Uzun bir zaman önce çok büyük bir elma ağacı vardı. Küçük bir çocuk her gün gelip onun etrafında oynamayı çok severdi. Ağacın en tepesine tırmanır, elmalarını yer ve gölgesinde öğlen uykusu uyurdu. O, ağacı çok severdi ve ağaç da onunla beraber oynamaya bayılırdı. Aradan zaman geçti ve küçük çocuk büyüdü. Artık her gün ağacın çevresinde oynamıyordu. Bir gün çocuk ağaca geri geldi üzgün üzgün ona baktı.”Haydi gel benimle oyna!” diye ağaç seslendi. Çocuk cevap verdi, “Ben artık bir çocuk değilim ve ağaçların etrafında oynamıyorum. Ben oyuncak istiyorum. Oyuncak satın almak için paraya ihtiyacım var.” 71 Ağaç şöyle dedi, ”Üzgünüm ama benim param yok, ama bütün elmalarımı toplayıp satabilirsin! O zaman paran olabilir.” Çocuk çok heyecanlanmıştı. Ağacın elmalarını teker teker topladı ve mutlu bir şekilde oradan ayrıldı. Çocuk bir daha geri gelmedi ve ağaç da çok üzüldü. Yıllardan sonra bir gün çocuk geri geldi, büyümüş kocaman bir adam olmuştu. Ağaç heyecanlandı ve “Haydi gel benimle oyun oyna!” dedi. Çocuk cevap verdi, “Benim oyun oynamaya vaktim yok. Aileme bakmak zorundayım ve barınmak için bir eve ihtiyacım var. Bana yardım edebilir misin?” “Üzgünüm, benim bir evim yok. Fakat sen benim bütün dallarımı kesip ev yapabilirsin.” diye yanıtladı ağaç. Böylece adam da ağacın kollarını kesti ve mutlu bir şekilde oradan ayrıldı. Ağaç onu gördüğü için sevinmişti ama adam bu olaydan sonra bir daha geri gelmedi. Ağaç yine yalnız kalmıştı ve üzgündü. Çok sıcak bir yaz günü adam geri döndü ve ağaç da çok sevindi. “Haydi gel benimle oyna!” diye seslendi. Adam, “Ben artık yaşlanıyorum. Biraz rahatlamak ve kafamı dinlemek için bir tekne ile denizlere açılmak istiyorum. Bana bir sandal verebilir misin?” diye soru ile cevap verdi. Ağaç hemen yanıtladı, “Benim gövdemi kullanıp bir sandal yapabilirsin ve uzaklara doğru yolculuk yapıp mutlu olabilirsin.” Böylece adam ağacın gövdesini kesti, ondan bir yelkenli yaptı ve seyahate çıkarak uzun bir zaman ortadan kayboldu. En sonunda uzun yıllar sonra adam geri geldi ve ağaç şöyle seslendi, “Sevgili oğlum, ne yazık ki artık sana verebileceğim bir şeyim kalmadı. Maalesef artık elmam yok.” “Adam da cevap verdi, “Önemli değil, zaten artık elma ısıracak dişlerim de yok.” Ağaç, “Ama tırmanabileceğin bir gövdem de kalmadı.”. Adam,” Ben de zaten bu iş için 72 çok yaşlıyım.” Ağaç gözyaşları içinde şöyle dedi, “Gerçekten sana şu anda verebileceğim bir şey yok. Geri kalan tek şey köklerim.” Adam, “Artık benim de fazla bir şeye ihtiyacım yok” diye cevap verdi. “Tek ihtiyacım olan şey biraz dinlenmek. Uzun yıllardan sonra çok yorgunum.” Ağaç cevap verdi, “Çok iyi. Yaşlı ağaç kökleri yaslanıp dinlenmek için en güzel yerdir. Gel bana yaslan ve dinlen.” Adam yaslanıp oturdu. Ağaç da çok mutlu idi ve gözyaşları içinde gülümsedi. Bu hikâyedeki ağacın yerine ebeveynlerinizi koyun. Biz genç iken Anne ve Babamızla oynamayı çok severiz, fakat büyüdüğümüz zaman onları terk ederiz. Ancak maddi veya manevi bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman veya başımız dertte olduğunda onların kapısını çalarız. Ve her ne olursa olsun anne babamız bizim yanımızdadır ve mutlu olabilmemiz için ellerinden gelen her şeyi bize verirler. Her seferinde biz de onların verdiklerini memnuniyetle kabul ederiz, ama onların bizim için yaptıklarını takdir etmeyiz. Takdir ettiğimizde de artık her şey için çok geçtir. İlahi annemiz söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Her ne zaman dört bir yanımızı problemler sarsa Allah’a yakararak O’ndan yardım bekleriz. Yaşamımızda her şey yolunda ve düzgün giderken kaç defa O’nu düşünürüz ki? 73 18- BAMBU AĞACI VE EĞRELTİOTU Günün birinde her şeyi terk etmeye karar verdim.... Evimi, işimi, akrabalarımı… Artık yaşamak istemiyordum. Son bir kez içimden Tanrı ile konuşabilmek için ormana gittim. “Tanrım, yaşamımdan vazgeçmemem için bana bir tek sebep gösterebilir misin?” diye sordum. Verdiği cevap beni çok şaşırttı. İçimden bir ses bana, “Etrafına bak.” Dedi, “Eğreltiotlarını ve Bambu ağaçlarını görüyor musun?” “Evet” diye cevap verdim. Şöyle dedi, “Ben Eğreltiotunun ve bambu ağacının tohumlarını ektikten sonra onlarla çok iyi ilgilendim. Onlara ışık verdim, onlara su verdim. Eğreltiotu çabucak büyüdü. Parlak yeşil rengi ile bütün toprağı kapladı. Fakat bambu tohumundan hiç bir filiz çıkmadı. Ancak ben bambudan vazgeçmedim. Ertesi sene eğreltiotu daha canlı ve daha bereketli oldu. Sayısı çok arttı. Ama bambu tohumundan yine hiç bir şey çıkmadı. Ama Ben bambudan umudumu yine kesmedim. Üçüncü yılda da bambu tohumundan henüz bir şey çıkmadı. Ben hâlâ vazgeçmeden devam ettim. Dördüncü yıl, yine bambu filizinden hiç bir haber gelmedi. Tabi Ben yine vazgeçmedim. Sonra beşinci yılda küçücük bir filiz topraktan başını uzattı. Eğreltiotu ile kıyaslandığında çok küçük ve gösterişsizdi. Fakat 6 ay sonr bambu ağacının boyu 30 metreye ulaşmıştı. 74 Toprağın altında beş yılı köklerini geliştirmek için harcamıştı. O kökler ağacı sağlamlaştırdılar ve yaşaması için gerekli her şeyi sağladılar. Ben yarattığım hiç bir canlıyı yapabileceğinin üzerinde bir şeyle imtihan etmem.” Bana şöyle dedi, “Sevgili çocuğum, biliyor musun bütün bu çabaladığın yıllar boyunca sen aslında kökler geliştirdin. Ben bambudan vazgeçmedim. Senden asla vazgeçmem.” Ve devam etti, “Kendini başkaları ile kıyaslama! Bambunun eğreltiotundan daha başka bir görevi vardı. Ama her ikisi de beraber ormanı bu kadar güzel hale getirdiler. Senin de zamanın gelecek. Yukarılara doğru yükseleceksin.” Ben, “Ne kadar yükselmeliyim?” diye sordum. Bana bir soru ile cevap verdi, “Sence Bambu ne kadar yükseğe kadar çıkar?” “Yükselebildiği kadar yukarıya doğru çıkar” diye cevap verdim. “Evet” dedi. “Yükselebildiğin kadar yükseğe çık ki ben de senin güzelliğin ve görkeminle gurur duyayım.” Ormandan ayrıldım ve geriye bu hikâyeyi getirdim. Umarım bu hikâye, Tanrı’nın sizden asla vazgeçmeyeceğini anlamanıza yardımcı olur. Asla pes etmeyin! 75 19- YOLUMUZUN ÜZERİNDEKİ ENGEL Eski zamanların birinde bir kral saraya giden yolun üzerine kocaman bir kaya yerleştirilmesini emretti. Sonra da sarayın balkonuna çıkıp ileriye doğru bakarak kayayı kimin yerinden kaldıracağını görmek için beklemeye başladı. Krallığın zengin tüccarları ve saray sakinleri, yürürlerken yolun ortasında kayayı gördükleri zaman hemen etrafından dolaşıyorlardı. Birçoğu yüksek sesle kralı yolun ortasında böyle bir engel olmasına izin vermekle suçladılar. Bir süre sonra sırtında bir küfe ve içinde sebze taşıyan bir köylü geldi. Kayanın yanına geldiğinde sırtındaki yükü hemen kenara koydu ve kayayı oynatarak yolun kenarına doğru itmeye çalıştı. Uzunca bir süre gayret ettikten sonra zorlukla da olsa bunu başardı. Kayayı kenara iten köylü tam sebze dolu küfeyi tekrar sırtına yüklüyordu ve yoluna gitmeye hazırlanıyordu ki yolun ortasında kayanın olduğu çukurun ortasında küçük bir para çantası gördü. Çantayı yerden alıp açtığında içinde çok miktarda altın para ve bir de kralın yazdığı bir not buldu. Notta bu altın paraların kayayı yoldan uzaklaştıran kişiye ait olduğunu yazıyordu. Böylece köylü birçok kişinin anlayamadığı bir şeyi bu tecrübe ile öğrenmiş oldu. Yolun üzerindeki her engel insanın kendi durumunu değiştirebilmesi için bir fırsattır. Büyük bir bilge şöyle der, “Tanrı’nın size sebepsiz yere acı verdiğini mi düşünüyorsunuz? Kalbinizi zevke ve haz almaya nasıl açıyorsanız, acıyı da aynı şekilde kabul edin, çünkü o acı O’nun iradesi sonucu sizin iyiliğiniz için işlenip paketlenerek size gönderilmiştir. Bunu bir meydan okuma olarak kabul edin. Bu meydan okumadan kaçmayın, zihninize kulak asmayın, çünkü zihnin diğer ismi de ihtiyaçtır/gereksinimdir. Zihin gereksinimi meydana çıkartır. Zihin dünya şeklinde somutlaşarak görünür hale gelmiştir, çünkü buna ihtiyacı vardır. Bütün bunların hepsi 76 O’nun planı, O’nun arzusudur; amaç sizleri yerine getirilmemiş ihtiyaçların pençelerinden kurtarıp O’nun sözlerini dinlemenizi ve uygulamanızı sağlamaktır. Bu sözler sizin egonuzu ve beraberinde de zihninizi yok edecektir. 20- KİSAGOTAMİ Aşağıdaki hikâye Dhammapada’nın içinde bulunmaktadır. Dhammapada Budizm’e ait Kutsal Kitaptır ve içinde Buddha’ya ait olaylar bulunmaktadır. Buddha, Kisagotami’ya ithafen şu mısraları söylemiştir. Kisagotami, Savatthi’li zengin bir adamın kızı idi. Çok zayıf bir yapısı olduğundan kendisine Kisagotami diyorlardı. Kisagotami genç ve zengin bir adam ile evlendi ve bir erkek çocukları oldu. Çocuk daha yeni yürümeye başlamıştı ki öldü. Bu acı Kisagotami’yi mahvetmişti. Oğlunun cansız bedenini ellerinde taşıyarak yollarda yürüyor ve karşılaştığı herkesten oğlunu hayata döndürebilecek bir ilaç istiyordu. İnsanlar onun delirdiğini düşünmeye başlamışlardı. Fakat bir bilge kişi onun bu durumunu gördü ve ona belki yardımcı olabileceğini düşündü. Ona yaklaşarak şöyle dedi, “Senin görüşmen gereken kişi Buddha’dır, aradığın ilacı sana ancak o verebilir.” Böylece Kisagotami Buddha’ya gitti ve ondan oğlunu tekrar hayata kavuşturacak ilacı olup olmadığını sordu. Buddha ona şehirde içinde hiç ölüm olmamış bir evden hardal tohumu alıp getirmesini söyledi. Koynunda ölmüş küçük çocuğunu taşıyarak Kisagotami evden eve dolaşarak hardal tohumu istedi. Herkes ona yardımcı olmak istiyordu, fakat içinde ölüm hiç olmamış tek bir ev bulamıyordu. Bunun üzerine Kisagotami yalnızca kendi ailesinin ölümle karşılaşmadığını ve aslında ölmüş insanların sayısının yaşayanlardan fazla olduğunu kavradı. Bu gerçeği idrak eder etmez ölmüş olan oğluna karşı davranışı hemen değişti; artık oğlunun ölmüş bedenine daha fazla bağlılık göstermiyordu. Oğlunun cesedini ormanda bırakarak Buddha’ya geri döndü ve içinde hiç ölüm olmamış bir ev bulamadığını söyledi. Bunun üzerine Buddha şöyle dedi, “Ufacık bir tutam bile hardal tohumu bulamadın mı?” 77 “Hayır, bulamadım saygıdeğer kişi.” “Gideceğin her köyde yaşayan insanlardan daha çok ölmüş insanlar var” diye Buddha cevap verdi. “Boş yere çocuğunu kaybeden tek kişinin kendin olduğunu düşündün. Fakat tüm canlı varlıklar değişmez bir yasaya tabidirler ve bu yasa da şudur: Ölüm prensi hışımla akan taşkın bir sel gibi tüm canlı varlıkları, daha yerine getirilmemiş arzuları ile birlikte, yıkım denizine sürükler. Sevgili Gotami, sen senden başka oğlunu kaybeden kimse olmadığını düşündün. Şimdi idrak etmiş olduğun gibi, ölüm her canlı varlığa gelecektir ve arzuları daha tamamen gerçekleştirilmeden önce onları alıp götürecektir. Bunları işitince Kisagotami yaşamın geçiciliğini, yetersizliğini ve bir pamuk ipliğine bağlı olacak kadar zayıflığını tamamı ile kavradı ve aydınlandı. Kısa süre sonra Kisagotami rahibe oldu. Günün birinde mumları yakarken alevlerin bir parladığını bir sönükleştiğini fark etti ve birdenbire tüm varlıkların nasıl var olduklarını ve yok olduklarını kavradı. O sırada Buddha uzaktan manastırdan bakıyordu, onu gördü, Kisagotami büyük bir parıltı ile parlıyordu. Buddha, Kisagotami’ye tüm canlı varlıkların süreksiz doğaları üzerinde tefekkür etmesini ve bu sayede kendi Öz’üne ulaşmak için gayret etmesini öğütledi. Bu olaydan sonra Kisagotami manevi aydınlanmanın daha üst basamaklarına ulaşmıştı. İşte bu olaydan sonra Buddha aşağıdaki şu mısraları söyledi ki bu mısralar Dhammapada Kutsal Kitabının içinde yer alırlar. “Ölümsüzlüğü keşfeden bir kişinin tek bir günü, ölümün olmadığı hakikatini kavramamış olan diğer bir kişinin yüz yıllık bir yaşamından daha büyüktür ve daha asildir/yücedir” 78 21- ÜÇ KÜÇÜK AĞAÇ Bir zamanlar bir dağın tepesinde yan yana duran üç küçük ağaç vardı. Ağaçlar büyüdükleri zaman olmak istedikleri şeyi hayal ediyorlardı. Birinci ağaç gökyüzüne doğru baktı ve şöyle dua etti, BEN İÇİMDE HAZİNE TAŞIMAK İSTİYORUM. ALTIN İLE KAPLANMAK VE İÇİMDE DEĞERLİ TAŞLAR TAŞIMAK İSTİYORUM. BEN BU DÜNYADAKİ EN GÜZEL HAZİNE SANDIĞI OLMAK İSTİYORUM. İkinci ağaç okyanusa doğru akmakta olan küçük ırmağa doğru baktı ve BEN BÜYÜK DENİZLERDE YOLCULUK YAPMAK VE İÇİMDE GÜÇLÜ KRALLAR TAŞIMAK İSTİYORUM. BEN BU DÜNYADAKİ EN GÜÇLÜ GEMİ OLMAK İSTİYORUM. Üçüncü ağaç da aşağıya vadiye doğru insanların vızır vızır gidip gelmekte olduğu şehre doğru baktı ve şöyle dua etti, BEN BU DAĞIN TEPESİNİ HİÇ TERK ETMEK İSTEMİYORUM. O KADAR BÜYÜK BİR AĞAÇ OLMAK İSTİYORUM Kİ İNSANLAR BANA BAKTIKLARI ZAMAN GÖZLERİNİ YUKARIYA CENNETE DOĞRU ÇEVİRSİNLER VE TANRI’YI DÜŞÜNSÜNLER. BEN BU DÜNYADAKİ EN BÜYÜK AĞAÇ OLMAK İSTİYORUM. Aradan yıllar geçti. Yağmurlar yağdı, güneş açtı ve üç küçük ağaç büyüdüler. Günlerden bir gün üç oduncu dağın tepesine tırmandılar. Birinci oduncu birinci ağaca doğru baktı ve “Bu ağaç güzel, tam benim işime göre” dedi. 79 Parlak baltasının bir darbesi ile birinci ağacı kesip yere devirdi. Birinci ağaç, “Şimdi benden çok güzel bir sandık yapacaklar, çok güzel bir hazine taşıyacağım” diye düşündü. İkinci oduncu ikinci ağaca doğru baktı ve “Bu ağaç çok kuvvetli, tam benim işime göre” dedi. Parlak baltasının bir darbesi ile ikinci ağacı kesip yere devirdi. İkinci ağaç, “Şimdi büyük denizlerde yelken açacağım. Büyük krallar taşımak için güçlü kuvvetli bir gemi olacağım” dedi. Üçüncü ağaç üçüncü oduncu kendisine doğru baktığı zaman büyük bir endişeye kapıldı. Dimdik ayakta durdu ve cesaretle cenneti göstermeye çalıştı. Fakat üçüncü oduncu ona doğru bakmadı bile. “Benim için her ağaç aynı işi görür” dedi ve parlak baltasının bir darbesi ile üçüncü ağacı kesip yere devirdi. Birinci ağaç oduncu kendisini bir marangoza götürdüğü zaman çok sevindi. Fakat marangoz ağacı kesip biçimlendirdi ve onu hayvanların içinden yem yediği bir kap haline getirdi. Bir zamanlar güzel olan ağacın etrafı ne altınla ne de mücevherlerle kaplanmıştı. Testere tozuna bulanmış bir şekilde içine çiftlikteki hayvanların yiyeceği yemlerden konuldu. İkinci ağaç oduncu kendisini bir gemi yapım tersanesine götürdüğü zaman gülümsedi, fakat o gün tersanede bir gemi yapılmayacaktı. Bunun yerine bir zamanlar güçlü olan ağacı çekiçleyip keserek ondan küçük bir sandal yaptılar. Bir okyanusta ve hatta bir nehirde bile yol alamayacak kadar küçük ve zayıf bir kayıktı. Bunun yerine kendisini küçük bir göle götürdüler. 80 Üçüncü ağaç oduncu kendisini kalas şeklinde kesip bir kereste deposuna bırakıp gittiği zaman hayal kırıklığına uğradı. “Bana ne oldu böyle?” diye söylendi. “Tek dileğim dağın tepesinde kalmak ve Tanrı’yı göstermekti.” Aradan çok zaman geçti. Üç ağaç da neredeyse hayallerini unutmuşlardı. Fakat bir gece altın renginde bir yıldızın ışığı birinci ağacın üzerine düştü. Bir kadın ve kocası fısıldayarak konuşuyorlardı. Kadın kucağında taşıdığı çocuk varken adamın elini sıktı ve yıldız ışığında parlayan düzgün ve güçlü ağacı göstererek “Bu yemlik çok güzel” dedi. O anda birinci ağaç anladı ki içinde dünyanın en büyük hazinesini taşımaktadır. Gecenin birinde yorgun bir yolcu ve arkadaşları küçük balıkçı kayığının içine doluştular. İkinci ağaç yavaşça gölün üzerinde süzülürken yolcu da başını kayığa yaslayarak uykuya daldı. Ancak biraz sonra şimşekler çaktı ve aniden büyük bir fırtına çıktı. Küçük ağaç korkuyla ürperdi, çünkü bu kadar çok kişiyi bu fırtınadan ve yağmurdan emniyetle çıkaramayacağını hissediyordu. Yorgun yolcu uykusundan uyandı, ayağa kalktı, elini ileriye göle doğru uzattı ve şöyle dedi: “Sakin ol!”. Fırtına hızla başladığı gibi aynı şekilde aniden dindi. Ve ikinci ağaç birdenbire anladı ki içinde dünyanın ve cennetin kralını taşımaktadır. Bir Cuma günü kalasları unutulmuş kereste deposundan alındığı zaman üçüncü ağaç korkuya kapıldı. Öfkeyle bağıran bir kalabalık içinde elden ele dolaştırılmaya başlandığı zaman korkuyla ürperdi. Hele askerler bir adamın ellerini çivi ile kendisine çaktıkları zaman korkudan titremeye başladı. Zalim, 81 acımasız ve vahşet dolu görüntüler ve duygular içindeydi. Fakat Pazar sabahı olduğunda, güneş doğduğu ve ayaklarının dibindeki dünya sevinçle ürpermeye başladığı zaman üçüncü ağaç anladı ki Tanrı’ın sevgisi dünyayı değiştirmeye başlamıştı. Onun sevgisi ağacı güçlü kuvvetli bir hale getirmişti. Ve insanlar ne zaman üçüncü ağacı düşünseler Tanrı’ı düşünmeye başlıyorlardı. Bu da dünyanın en büyük ağacı olmaktan daha iyi bir şeydi. Bir dahaki sefer istediğin şey yerine gelmedi diye üzüldüğün zaman, bir yere otur, düşün ve mutlu ol, çünkü belki de Tanrı’nın sana vermek istediği çok daha iyi bir şey vardır. 22- KÖLE AYAZ Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle vardı. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud'un kölesi oldu. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevdi. Derken Sultan'ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın hazinedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir oldu. Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız oldular. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedemediler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa onun hakkında gün geçtikçe daha çok şikâyet etmeye başladılar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yaptılar. Bir gün Sultanın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyuldu, “Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamoyrdu. "İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim" dedi. Hazinenin duvarında küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlandı. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini gördü. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öptü, alnına koydu ve sonra da açtı. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbiseymiş! Aynanın karşısına geçti. Kendi kendine şöyle sordu, "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun Ayaz?”, "Bir Hiçtin sen..." 82 "Satılacak bir köleydin ve Allah, Sultanın eliyle sana Rahmet ederek belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal, mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!" Sandığı kapattı, kilitledi ve sessizce kapıya doğru yürüdü. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultanla yüz yüze geldi. Sultan orada yanaklarından aşağı yaşlar süzülerek onu bekliyordu. Gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikerek bakıyordu, ancak boğazı düğümlendiği için konuşmakta güçlük çekiyordu. Sultan Mahmut kelimeleri yutarak şöyle dedi, "Sevgili Ayaz, bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi..., kalbimin hazinedarısın. Bana, benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin" Ben "Dost"larımı ne kalbimle, ne de aklımla severim. Olur ya, kalp durur, akıl unutur... Ben dostlarımı ruhumla severim. O, ne durur, ne de unutur. 23- KÖLE YUSUF Bundan 300 yıl önce, Batum’un bir köyünde Yusuf adında sevimli bir çocuk yaşıyordu. Bir gün Yusuf deniz kıyısında arkadaşları ile oynarken birden karşısında palabıyıklı, asık yüzlü adamlar gördü. Bunlar tutsakçılardı. Yusuf’u yakalayıp, bir yelkenli ile diğer tutsaklarla birlikte İstanbul’a götürdüler. Tutsak pazarında uzun pazarlıklardan sonra bu sarı saçlı çocuk 135 akçeye Liman Reisi Hasan Kaptan tarafından satın alındı. Artık herkes onu Köle Yusuf diye çağırıyordu. Yusuf okumayı çok sevdiği halde Hasan Kaptan ona evin işlerinin gördürüyor, okula göndermiyordu. Boş zamanlarında komşu çocuklarından ve onların kitaplarından faydalanmaya çalışırdı. 83 Yıllar geçti, 17 yaşına bastığı zaman Kaptan onu azat etti, artık özgürdü. Efendisinin elini öperek ayrıldı ve… Kasımpaşa’daki bir kahveye çırak girdi. Geceleri çalışıp para kazanıyor, gündüzleri ise mahalle mektebine gidiyordu. Boyu uzun olduğu için çocuklar onunla hep alay ediyorlar, o da buna çok içerliyordu. Mektepten ayrılarak Tophane’de hammallık yapmaya başladı. Bir gün Cezayirli Hasan Paşa, Yusuf’a çok değerli eşyalar teslim ederek Sultanahmet’deki köşküne götürmesini söyledi. Akşam olup da eve gelen Paşa eşyaların tastamam olduğunu görünce pek sevindi ve Yusuf’a sordu.”Sen namuslu bir çocuksun Niye hammallık yapıyorsun?” Yusuf, “ Ben yoksul bir adamım, eğer biraz param olsa küçük bir dükkân açardım.“ dedi ve yaşantısını Paşa’ya anlattı. Cebinden bir kese altın çıkaran Paşa, Yusuf’a, “Bu parayı al, dükkân aç, kazandığın zaman ödersin!” dedi. Yusuf hemen Kapalıçarşı’da bir dükkân açtı. Artık hem dükkânda çalışıyor, hem de o çağın ünlü hocalarından ders alıyordu. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Cezayirli Hasan Paşa donanmaya Amiral oldu. Paşa ilk iş olarak Yusuf’u donanmanın Hazinedarı yaptı. Mertliği, dürüstlüğü ve hazırcevaplığı yüzünden kısa zamanda vezirleri ve padişahın sevgisini kazandı. Önce Paşa, sonra da Sadrazam oldu. Yusuf Paşa bir gün vaktiyle çıraklık yaptığı kahveye giderek ustasının elini öptü ve oradaki küçük çırağa şöyle seslendi, “Ben Paşa oğlu Paşa değilim, Köle Yusuf Paşa’yım. Kendi çabam ve dürüstlüğümle bu aşamaya yükseldim. Sen de çalış, dürüst ol, benim gibi olursun. Doğru ve çalışkan olana Allah yardım eder!” Yusuf Paşa, Osmanlı Ülkesinde sayısız çeşmeler, köşkler yaptırdı, fakir fukaraya yardım etti. 24- BU GÖZLERİM KONUŞAMAZLAR Günün birinde kendisini tamamen Tanrı’ya adamış olan ermiş bir kişi iki yemin etmişti, “Bir daha asla hiç kimseye zarar vermeyeceğim.” Ve “Bir daha asla yalan söylemeyeceğim.” Verdiği sözleri başarabilmek için de birçok kefaretlerde bulunmaya karar verdi. 84 Bu amaçla ormana giderek bu konu üzerinde tefekkür etmeye gitti. Bir ağacın altında derin düşünceye daldı. Kendinden geçmiş bir vaziyette oturuyordu ki bir grup avcı tarafından kovalanan bir geyik koşarak geldi, ermiş kişinin yanından geçti ve avcılardan saklanmak amacı ile kendisinin arkasında bulunan çalılığa girip saklandı. Biraz sonra avcılar ermişin yanına yaklaştılar ve ona sordular, “Ey Bilge kişi! Biz bir geyik kovalıyoruz. Acaba sen onun nereye gittiğini gördün mü?” Bu durumda bilge kişi, “Ben bir şey görmedim” dese yalan söylemiş olacaktı; bunun tam aksine, “Gördüm” dese, bu sefer de geyiğin yakalanmasına ve ölümüne sebep olacaktı. Bu da onun ettiği ikinci yemine aykırı idi. Bilge hemen içinden Tanrı’ya dua etti, “Ey Allahım! Sana yalvarıyorum, ettiğim iki yemine de sadık kalabilmem için ne söylemem gerektiğini bana bildir” Hemen ardından o anda aklına şimşek bir fikir geliverdi. Bilge kişi avcıya dönerek, “Ey avcı! Sana ben ne söyleyebilirim ki? Şu gören gözlerim konuşamazlar ve konuşan dilim de hiçbir şey görmedi” dedi. İnsanlara her zaman bir iyilikte bulunamayabilirsiniz, ama onlarla her zaman tatlı bir dille ve güzel konuşabilirsiniz. Büyük laflar etmenize gerek yoktur, kibar, saygılı ve yumuşak bir biçimde konuşmanız yeterlidir. İnsanın dili her zaman doğruyu söylemek için kullanılmalıdır. 25- SANA İHTİYAÇLARI VAR Bir zamanlar ailesi olmayan ve kendisini seven hiç kimsesi olmayan genç ve yetim bir kızı anlatan bir hikâye vardır. Günün birinde kendisini çok yalnız ve üzgün hisseden kız çayırda gezmeye gitmişti. Biraz sonra dikenli bir çalıya kanatlarından yakalanan bir küçük kelebek gördü. Kelebek kurtulmaya çalıştıkça dikenler nazik bedenine daha çok batıyorlardı. Genç kız dikkatlice yaklaşarak kelebeği dikenlerden kurtardı. Kelebek serbest kaldığında uçup gideceğine birdenbire genç güzel bir periye dönüştü. Genç kız gözlerine inanamıyordu. Bu güzel peri, genç kıza şöyle seslendi, ”Senin bu iyi kalpliliğinden ötürü çok memnunum ve senin bir dileğini yerine getirmeye hazırım” Genç kız bir an düşündü ve şöyle cevapladı, “Ben mutlu olmak istiyorum” 85 Peri, “Peki” dedi ve genç kızın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Ondan sonra da iyi kalpli peri ortadan kayboldu. Genç kız büyüdü ve koca ülkede ondan daha mutlu bir insan yoktu. Herkes bunu merak ediyor ve ona bu mutluluğun sırrını soruyordu. O da sadece gülümsüyor ve herkese “Mutluluğumun sırrı ben küçük bir kızken dinlediğim bir peri masalında gizlidir” diyordu. Artık çok yaşlandığı zaman ve ölüm döşeğinde yatarken bütün komşuları etrafına dizildiler. Onun ölümü ile birlikte bu mutluluk sırrının da kaybolacağından korkuyorlardı. “Lütfen bize bu sırrı anlat! O iyi kalpli peri sana ne söylemişti?” diye ona yalvardılar. Sevimli yaşlı kadın gülümsedi ve şöyle dedi, “Peri bana şöyle demişti. ‘Hayatta karşılaştığın herkesin, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, ister genç ister yaşlı olsunlar, ister zengin ister fakir olsunlar sana ihtiyaçları var!’ Ben de her zaman elimden geleni yapmaya çalıştım.” 26- BÜYÜK SAFLAŞTIRICI Bir kadın gümüşçünün birisine giderek kendisini işini yaparken seyretmek istediğini söylemişti. Ancak ilgisinin nedenini söylemedi. Yalnızca gümüşün saflaştırılma işlemini merak ediyorum dedi. Kadın gümüşçüyü seyretmeye başladı. Adam bir parça gümüşü alevin ortasına tutuyor ve onu ısıtıyordu. Bir yandan da gümüşü saflaştırmak ve içindeki gayri safiyetlerin yakılması için gümüşün alevin en sıcak olduğu yerde, yani alevin ortasında tutulması gerektiğini anlatıyordu. Kadın gümüşçüye gümüşün ısıtılıp saflaştırıldığı bütün bu işlem boyunca alevin başında oturmanın şart olup olmadığını sordu. 86 Adam şöyle cevap verdi, “Bu şarttır. Ama yalnızca oturmak değil gümüş saflaşana kadar bir an bile gözünü ondan ayırmamak gerekir. Gümüş alevlerin ortasında kısa bir süre bile fazla tutulsa mahvolacaktır.” Kadın bir sustu ve sonra adama “Peki, gümüşün saflaştığını ve artık alevin içinden dışarıya çıkarılması gerektiğini nereden anlıyorsun?” diye sordu. Gümüşçü ona gülümseyerek cevapladı, “Çok kolay, ben kendi aksimi onun üzerinde gördüğüm zaman saflaştı demektir.” Gümüşçü sözlediği sözler ile tam bir ders veriyordu. Kadın anlamamış ve şaşırmıştı. Eğer bugün etrafınızdaki ateşin çok sıcak olduğunu düşünüyorsanız, şunu hatırlayın ki Yüce Varlığın gözleri sizin üzerinizdedir ve sürekli olarak sizi seyretmektedir. Kendi aksinin sizin üzerinizden yansıyacağı anı beklemektedir. Ve her ne badireden geçiyorsanız geçin, şuna emin olun ki, en sonunda daha iyi bir insan olacaksınız. Tanrı da aynı şekilde bizi alevlerin ortasında tutmaktadır. Kutsal metinlerdeki ayette şöyle denilmektedir, “O bir saflaştırıcıdır ve gümüşü saflaştırır.” 27- SİZ BENDEN DAHA FAKİRSİNİZ Bir bilge kırsal bir bölgede ormanın kenarında mutlu bir şekilde yaşıyordu. Halinden çok memnun idi ve hiçbir şeyi umursamıyordu. Her gün oturur, Tanrı’ya dua eder ve içindeki Öz üzerinde tefekkür ederdi. Her zaman mutlu ve neşeli idi. Yakınında kuşlar cıvıldıyor ve bir su yavaşça lıkırdayarak akıyordu. Hele bazen içindeki sürurun içinde kaybolup giderdi. Günlerden bir gün, bu bilgenin evinin oradan zengin bir 87 tüccar geçiyordu. Adam bir süre durdu ve bu bilge kişinin yaptığı işe bağlılığını ve içtenliğini gözlemledi. Bütün kaygılardan uzakta ve böyle huzurlu bir ortamda yaşayan bu mutlu adama hayran oldu. Bütün cesaretini toplayarak azize yaklaştı ve saygılarını sundu. Aziz de ona bakarak gülümsedi ve halini hatırını sordu. Birbirleri ile hoş bir sohbetten sonra tüccar gitmek için izin istedi. Fakat kalkmadan önce azize bir kese altın vermek istedi. Ona doğru uzatarak, “Ben eminim ki, siz bu parayı başkalarının iyiliğine kullanacak yollar biliyorsunuzdur. Lütfen kabul buyurun!” dedi. Aziz, bu adama bir ders vermenin tam zamanının geldiğini fark etmişti. “Bir dakika!” diye cevapladı. “Önce sizin paranızı almamın doğru olup olmadığını anlamalıyım. Siz zengin bir insan mısınız? Evde bundan başka paranız da var mı?” “Evet tabii ki!” dedi tüccar gururla, “Evde en azından bin altınım daha var.” İlgilenmiş numarası yaparak aziz, “Bin altınınız daha olsun ister misiniz?” diye sordu. “Neden olmasın, tabii ki isterim. Her gün daha fazla para kazanmak için deli gibi çalışıyorum” diye tüccar cevap verdi. “Ve hatta bundan sonra da üçüncü bin altınınız olsun istiyorsunuz, öyle değil mi?” diye aziz devam etti. “Evet. Her gün Tanrı’ya daha da fazla para kazanabilmem için dua ediyorum” şeklinde tüccar cevapladı. Birden azizin suratı asıldı ve altın dolu keseyi tüccarın önüne doğru iterek, “Bu durumda, üzgünüm ama ben sizin paranızı alamam. Zengin bir insan bir dilenciden hiçbir şey almaz” dedi. Tüccar bu söze kızdı ve “Nasıl olur da kendinizi zengin bir kişi, beni de bir dilenci olarak nitelersiniz?” diye sordu. Bir yandan da azizin içinde oturduğu basit kulübeyi gösteriyordu. Aziz şöyle cevap verdi, “Ben zengin bir insanım, çünkü Tanrı bana ne verirse onunla kanaat ediyorum. Siz bir 88 dilencisiniz, çünkü ne kadar çok şeye sahip olursanız olun memnun olmuyorsunuz ve daha fazlası için Tanrı’ya yalvarmaya devam ediyorsunuz.” Bundan sonra da aziz konuşmayı kesti ve kendi iç sessizliğine geri döndü. Tüccar kendisini terslenmiş ve incitilmiş hissediyordu. Fakat bir müddet azizin söyledikleri üzerinde derin düşününce sözlerinin arkasındaki bilgeliği fark etti. Para konusundaki takıntısı üzerinde ve azizin mutluluğunu dünyevi zenginliklerin ötesinde nasıl bulduğu konusunda derin derin düşündü. Gururu törpülenmiş vaziyette gerçek mutluluğu bağışlayanın para değil de tam bir bağlılık içinde kendini teslim etmek olduğunu idrak etti. Bu konuda şöyle güzel bir özdeyiş vardır, “Arzularla dolu bir insan dünyanın en fakir insanıdır.” 28- TAŞI BANA VER Bir bilge bir köyün yakınındaki bir ağacın altında dinleniyordu. Etrafındaki tabiatta Tanrı’nın görünür haldeki ihtişamı üzerinde ve kendi içindeki Tanrısal huzur üzerinde tefekkür ediyordu. Birdenbire yakındaki köyden bir adam koşarak geldi ve çılgın bir şekilde kendisine “Taşı bana ver, taşı bana ver!” diye yalvarmaya başladı. Adam çok heyecanlı birisine benziyordu ve konuşurken sesi titriyordu. Bilge ise sakinliğini kaybetmeden, ama biraz da şaşkın vaziyette ona sordu, “Hangi taşı arkadaşım?” Adam şöyle devam etti, “Sevgili dostum, ben bütün hayatım boyunca hep Tanrı’ya dua etim. Ben O’nu memnun edebilmek için düzenli bir şekilde de bazı birikimlerimi O’nun adına fakir ve aç insanları doyurmak için harcıyorum. Dün gece rüyamda bir ses, O’na bağlılığım için beni ödüllendireceğini söyledi. Bana ‘Köyün yakınlarına bir bilge gelecek, onun yanında bir taş var. O taşı al ve hayatın boyunca refah içinde yaşa!’ dedi. Efendim, ben mütevazı bir geliri olan ama buna mukabil büyük bir ailesi olan bir insanım. Bu yüzden ben sizden o taşı istiyorum, bu taş benim bütün maddi sorunlarıma çare olacak.” Bilge çantasını karıştırdı ve yüzünde bir gülümseme ile içinden büyük bir elmas çıkardı. ”Ah, sen bu taşı kastediyorsun herhalde. Öyle gözüküyor ki rüyanda bile 89 göremeyeceğin kadar büyük bir servete kavuşuyorsun. Ben bu taşı geçen gün ormanda yürürken buldum. Benim gibi maddi zenginlikleri önemsemeyen basit bir bilgeye bu taşı buldurmasında zaten gizli bir amaç olduğunu sezmiştim. Bu yüzden de zaten O’nun arzusunu ve iradesini gerçekleştirebilmek için bekliyordum ve sen çıka geldin. Sevgili oğlum, geldiğine çok sevindim, artık bu taşı sana devredebilirim. Git ve refah içinde yaşa! Bu servetinle yardım edeceğin insanlara da mutluluk dağıt!” Böyle diyerek bilge taşı ona verdi, onu kutsadı ve fazla gürültü patırdı çıkarmadan gitmesini eliyle işaret etti. Adam keyiften dört köşe olmuştu ve bu kutsal adamın önünde eğilerek selam verdi. Sonra geri döndü ve uzaklaşmaya başladı. Zihninde şu düşünceler yarışıyordu, “Ben şimdi bu elmasla ne yapacağım? Bu elması nasıl satabilirim? Acaba birisi gelip onu benden çalabilir mi? Bu para ile İlahi Varlık’ı nasıl mutlu edebilirim? Bu bilge de bana bu elması nasıl böyle kolayca verdi?” Bu düşünceler bütün gün boyunca zihnini işgal ediyordu. Elması kemerinin arkasına sakladı ve ne karısına ve ne de ailesine hiçbir şey söylemeden tüm geceyi göz kırpmadan uykusuz bir biçimde geçirdi. Zihninde o huzurlu ve dingin bilgenin görüntüsü vardı. Sakin duruşu gözünün önünden gitmiyordu. Ertesi sabah olunca bu adamı bir kez daha ziyaret etmeye karar verdi. Belki o zaman bu karışık zihnine bir çare bulabilirdi. Böylece sabah erkenden, hem biraz keyifli ve hem de aldığı bu değerli hediye ile kafası karışmış vaziyette tekrar bilgenin yanına gitti ve ayaklarına kapandıktan sonra şöyle dedi, “Ey saygıdeğer efendim! Ben bana bahşedilen bu hediye yüzünden bütün gece hiç uyumadım. Bana bu kocaman elmas verildiğinden beri çok tedirginim ve gerginim.” Derin bir soluk alıp dinlendikten sonra da duygulu bir şekilde devam etti, “Efendim ben bu taşı istemiyorum, ben size bu taşı kolayca verdirten şeyi istiyorum. İlahi sevgiye sahip olmak ve dünyevi zenginliklere bağımlı olmayan bir hale gelebilmeyi istiyorum.” Bilge gülümsedi ve aşırı mutluluk ile kendinden geçer gibi oldu. Adamın imtihandan geçmesinden dolayı çok mutlu olmuştu. “Sevgili oğlum” dedi, “Sen Tanrı’nın Rahmetine hak kazandın. Bundan sonra Tanrı seninle bizzat ilgilenecek ve senin üzerine rahmetini yağdıracaktır. Daima O’nun varlığını yanında hissedecek ve O’nun sevgisi ve koruması altında mutluluk içinde yaşayacaksın.” Bunu söyleyerek bilge ortadan kayboldu. Onun biraz önce durduğu yerde ışık saçan büyük bir parlaklık vardı. Adam kendisini kutsanmış hissediyordu, ancak afallamıştı. Şu son birkaç saattir büyük bir İlahi imtihandan geçiyordu ve şimdi O’nun rahmeti ile kutsanıyordu. Kendisine bundan daha değerli ne verilebilirdi ki? 90 Eve döner dönmez elması satmak işini ayarladı ve aldığı paranın hepsini hayır işlerinde kullanmaya başladı. Adam bütün günlerini insanlara hizmetle geçiriyordu. O’na kendisine gelen fakir insanlar görüntüsü altında hizmet edebilmek adama büyük bir mutluluk veriyordu. Biliyordu ki bütün bunlar Tanrı’nın gizemli planlarından birisidir ve kendisi de O’nun yalnızca alçakgönüllü bir enstrümanıdır. 29- CENNET VE CEHENNEM Bir seferinde genç bir savaşçı cennet ve cehennemin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için ormanda yolculuğa çıkmıştı. Yolculuğu esnasında ormanın derinliklerinde bir ağacın altında oturan bir bilge gördü. Ona yaklaşarak; “Merhaba efendim, size bir soru sorabilir miyim? Ben Cennet ve Cehennemin ne olduğunu öğrenmek istiyorum, bana anlatır mısınız?” diye sordu. Bilge uzunca bir müddet sonra insana bıkkınlık verecek derecede yavaş bir şekilde gözlerini açtı. Karşısındaki genç savaşçıya bakarak hafif alaycı bir şekilde sordu, “Sen mi Cennet ve Cehennemin nerede olduğunu öğrenmek istiyorsun. Senin gibi bir aptal bunu öğrenebilir mi sanıyorsun. Şu haline bir bak. Kıyafetlerin komik, kılıcın pas içinde! Sen çirkinsin ve annen de komik giysiler giyiyor.” Bu sözleri işiten genç savaşçı öfkeden deliye döndü ve gözleri karardı ve; “Ben şimdi senin başını gövdenden ayırırım” diyerek kılıcını çekti ve yukarıya kaldırdı. Bu sırada bilge onun işini kolaylaştırmak için başını öne doğru eğdi. Genç savaşçı tam kılıcını aşağıya doğru indiriyordu ki bilge, “İşte bu cehennemdir, efendim” dedi. Genç savaşçı o anda kendisine bir şey öğretebilmek için bu bilge adamın kendi hayatını bile feda etmek üzere olduğunu anladı ve içinde ona karşı büyük bir merhamet ve minnet hisleriyle doldu. Kılıcın aşağıya kadar inme süresi içinde genç adamın kalbi transforme olmuş ve gözlerinden yaşlar gelmeye başlamıştı. Kılıcını bilgenin tam ensesi üzerine geldiğinde durdurdu. Gözlerinden minnet gözyaşları boşanıyordu. Başı aşağıya doğru bakan bilge de başını bile kaldırmadan, “İşte bu da cennettir efendim” dedi. 91 30- SÖZ DİNLEYEN EŞ Kabir adında bir bilge kişi vardı. Kabir’in bir öğrencisi olan Tek Chand, bir akşamüzeri üstadı ile konuşuyordu. Kabir ona evli bir insan olarak yaşarken Tanrı’yı idrak edebilmenin çeşitli yollarını anlatıyordu. Kabir şöyle devam etti,”Eğer istersen evini cennet haline getirebilirsin ve kutsal metinlerde tavsiye edildiği gibi bir yaşam sürebilirsin.” Tek Chand çok şaşırmıştı: “Sevgili efendim, evi cennet haline getirmek mi? Ben bunun imkânsız olduğunu ve Tanrı’yı idrak etmenin tek yolunun ormana giderek orada uzun yıllar bir zaviye yaşantısı sürmek olduğunu duymuştum. Derler ki, hedefine doğru giden yolda, maneviyat yolu adayının çocukları ve sahip olduğu şeyler ona birer engeldir. Sizden evimizin cennete çevrilebileceğini duymak beni çok şaşırttı.” “Evet, sana anlatayım” diye Kabir devam etti. “Çok kolay. Bu görevi yerine getirmek için itaat eden ve söz dinleyen bir eş lazım. Eğer kadın kocasına saygılı davranırsa ve hiç tereddüt etmeden onun isteklerini yerine getirirse, evi bir cennet haline getirmek gücüne sahiptir. Böyle yaparak sadece tek başına yaşamın hedefini idrak etmekle kalmaz, aynı zamanda kocasının da Tanrı’yı idrak edebilmesini sağlar. Çocuklar da etrafa ışık veren bilgelik ışıkları ve büyük insanlar haline gelirler.” “Evet, ama senin yüzünde ben şüphe görüyorum. Eğer ikna olmadınsa bir gün benim evime gel ve ben de sana söylediklerimin arkasında yatan hakikati anlamanı sağlayayım.” Bunun üzerine bir hafta sonra Tek Chand, Kabir’in evine sürpriz bir ziyaret yaptı. Kabir çalışıyor, karısı da mutfakta iş yapıyordu. Kabir oturduğu yerden ayağa kalktı, Tek Chand’ı selamlayarak karşıladı ve onu yanına oturttu. Tek Chand’in halini hatırını ve ailesinin nasıl olduğunu sorduktan sonra, Kabir içeriye doğru seslendi ve karısından kendisine biraz çamur getirmesini istedi. Tek bir söz bile etmeden karısı odayı terk etti ve bir miktar çamur getirdi. Kabir ondan sonra kendisinden biraz yağ getirmesini istedi; onu da hemen getirdi. Ondan sonra da Kabir karısına o kıymetli yağı çamurun üzerine dökmesini ve ikisini gayet güzel karıştırmasını söyledi. Kocasının bu tuhaf davranışına en ufak bir şaşkınlık belirtisi bile göstermeden karısı söylenileni yaptı. Sonra da kendisine bu çamur karışımından küçük küçük toplar yapmasını ve bunu kızartma tavasında kızartmasını söyledi. Tek Chand bütün bu olanlara hayret etmekten konuşamaz hale gelmişti. Kızartılmış çamur topları hazır olduğunda da Kabir karısına bunları kapıdan dışarıya fırlatıp atmasını söyledi. Bu da aynen yapıldı. 92 Tek Chand bütün bunların ne anlama geldiğini anlayamıyordu. Bunun belki de Kabir’in evinde bir adet olduğunu düşündü. Kabir ve karısı işlerine tekrar geri döndüler. Tek Chand sordu, “Efendim, sen bana geçen gün insanın evini bir cennete çevirebilmesi için çok kolay bir yol göstereceğini söylemiştin. Bu sözünü bugün yerine getirebilir misin, senin için uygun mu acaba?” Kabir şöyle cevap verdi, ”Nasıl yani? Daha biraz önce benim söylediğim şeyin bir örneğini gördün işte. Sadece senin yüzünden bu kadar çok yağ, zaman ve emek harcadım. Sen o zaman bu gösterinin anlamını kavrayamadın.” Tek Chand cevap verdi, ”Yani bütün hepsi bu mu? Benim karım da aynısını yapabilir. Evi cennete çevirmek için yapılması gereken hepsi bu mu?” “Evet, bence bir kere dene”, diye Kabir tavsiye etti. “Sonucunu kendin de deneyimleyebilirsin.” Tek Chand evine döndü ve hemen kendisine gösterilenin aynısını denemeye başladı. Karısı içeride bazı arkadaşlarıyla birlikte iskambil oyunu oynuyordu. Tek Chand sabırsızdı; içeriye eşine doğru seslendi. Seslendi ama bir cevap alana dek altı defa eşini çağırması gerekti. Eşi geldiği zaman kocasının araya girişine söyleniyordu. Kocası kendisine çok acele bir şey yapması gerektiğini ve bu yüzden arkadaş toplantısını dağıtmasını ve herkesi evine göndermesini söyledi. Kadın bunu reddetti, ama kocası çok ısrar edince oyunu bir kaç dakika içinde bitirmeye razı oldu. Tek Chand odasında dakikaları sayarak oturuyor ve ne yapacağını planlıyordu. Sonra karısı yanına geldiği zaman Tek Chand kendisinden biraz çamur getirmesini istedi. Karısı Indra şöyle dedi, “Aman Allahım! Günün bu vaktinde çamurla ne yapacaksın? Acele işin bu mu? Bunun için mi benim oyunumu berbat ettin?” Tek Chand, “Benimle tartışma. Hadi çamuru hemen getir lütfen” dedi. Çamur getirildi. Indra: “İşte çamurun burada! Ben arkadaşlarımın yanına geri dönüyorum. Bu arada sen de kafanda düşündüğün şey gerçekten bu mu diye iyi düşün?” dedi ve kapıya doğru yürüdü. Tek Chand, “Gitme! Benim işim bitmedi. Bana şimdi de biraz yağ getir.” 93 Indra: “Sen bugün biraz tuhafsın. Konuşma şeklin çok acayip. Sen kendinde misin? Yoksa rahatsız mısın? Sana doktor çağırayım mı?” Tek Chand, “Benim hiç bir şeyim yok. Sen biraz sonra bütün bu isteklerimin sebebini öğreneceksin. Lütfen getir.” Indra, “Pekâlâ, hadi getirelim bakalım” Kadın biraz yağ getirdi. Indra: “Şimdi bununla ne yapacaksın?” Tek Chand: ”Bununla bu evi bir cennete çevireceğiz.” Indra: “Ha! Ha! Evi cennete çevirmek mi? Ev zaten cennet- tabi eğer ben arkadaşlarıma geri dönebilirsem. Sen delisin. Bunu sen eve gelir gelmez sana bir baktığımda anlamıştım.” Tek Chand: “Aptal olma. Yağı çamurun üzerine dök.” Öfkeden kuduran Indra: “Ne! Senin gibi deli bir adamı mutlu edebilmek için o değerli yağı harcamayacağım. Ben hala kendimdeyim. Benim de senin gibi delirdiğimi mi zannettin? Sen yoksa sarhoş musun? Odana git de birkaç saat uzan. Belki o zaman düzelirsin.” Yağı aldı ve kapıya doğru yürüdü. Tek Chand onun dışarı çıkmasını engelleyerek bağırmaya başladı: “Sana söylediğimi yap. Soru sorma ve benimle tartışma. Yoksa seni fena halde döverim.” Indra da cevap verdi: “Ne demek istiyorsun? Ben bu yağı çamurun üzerine döküp boşa harcamayacağım.” Tek Chand öfkeli bir şekilde: “Eğer sana söylediğimi yapmazsan seni çok kötü yapacağım. Evimizin cennet haline gelmesini istemiyor musun?” Indra: “Bu tuhaf düşünceleri senin kafana kim soktu? Eğer çok istiyorsan pazara gidebilir, biraz yağ alabilir ve istediğin yere dökebilirsin. Özel olarak kendi ellerimle hazırladığım bu yağı israf etmene izin vermeyeceğim. Evi bir cennet haline dönüştürecekmiş!” Bunun üzerine Tek Chand karısını dövmeye başladı. Indra arkadaşlarına seslendi: “Hey Kamala, Vasantha, Sulochana! Yetişin. Kocam delirdi. Beni dövüyor. Bana yardım edin, yoksa beni öldürecek.” 94 Bunun üzerine komşular evin içine koştular. Kabir de geldi. Tek Chand’ı tuttular ve zorlukla bir yere oturttular. Komşusu Nandlal, “Ne oldu Tek Chand? Sen ne yapıyorsun?” Indra, “O bugün delirmiş. Lütfen onu akıl hastanesine götürün, bu adam beni öldürecek.” Tek Chand: “Hayır, ben delirmedim, Nandlal. Ben bu evi bir cennet haline dönüştürmek istedim. O benimle işbirliği yapmadı.” Nandlal, “Nasıl yani? Evi cennet haline nasıl çevirmeyi düşündün ki?” Tek Chand: “Biliyorsun, eğer bir kadın sorumluluk ve görev duygusu içinde tam olarak kocasına itaat ederse, onların içinde yaşadıkları ev cennet haline gelir. Ben eve geldim ve ona dediğim şeyi yapmasını söyledim, fakat o benimle işbirliği yapmayı reddetti. Ben de bu yüzden onu dövdüm.” Hikâyeyi dinledikten sonra hepsi gülmeye başladı ve kendisine gerçekten de deli olduğunu söylediler. Kabir öne çıktı ve Tek Chand ile kendisinin ilgileneceğini belirttikten sonra diğerlerine gitmelerini söyledi. Herkes gittikten sonra Kabir, “Evi cennet haline getirmenin yolu bu değil. Sen bunun tam tersini yaptın ve evini cehenneme çevirdin. O ev ki içinde kadın ve kocası kavga edip tartışırlar, en kötü cehennemdir. Buradan bütün huzur kaçar gider. Eşlerin sürekli olarak birbirleri ile uyumsuz/anlaşamayan bir tutum sergiledikleri evin içinde en ufak bir sevinç ve neşe kırıntısına rastlayamazsınız. Geçen sabah sana gösterdiğim şeyin arkasındaki düşünceyi anlayamadın galiba. Senin evini cennet haline getirmen benim yaptıklarımın aynısını yaparak olmaz ki! Eğer bir insan bir kaç rupee değerinde yağı dökerek cennete kavuşabilseydi, o zaman dünyadaki bütün insanlar böyle yaparak evlerini cennet haline dönüştürebilirlerdi. İşin aslı tabii ki böyle değil. Senin gördüğünün arkasında yatan gerçek şudur. Bir kadın her zaman kocasının sözünü dinlemelidir. Tabi bu da demek değildir ki, kadına istemediği şeyleri zorla yaptırmak ve ona yapmış olduğu yanlış evliliğin cezasını çektirmek lazımdır. Kadın yapmış olduğu her şeyi tüm kalbiyle, saygıyla, inanç ve bağlılıkla yapmalıdır. Eğer sen onun kalbini kazandıysan, iyi niyetlerin ile onu ikna ederek ona güven aşıladıysan ve onun isteklerini daha o söylemeden karşıladıysan, işte o zaman o da senin istediğin şekilde davranacaktır. Sen onun kalbini okumalı, mizacını anlamalı, nazik davranmalı, ona karşı şefkatli ve sevgi dolu olmalı ve onun sevgisini kazanmalısın. 95 Bu durum, eşinin kesin olarak senin dediğini yapmasını ve sen güç kullanmadan yapmasını sağlayacaktır. İçinde kadın ve kocanın böyle huzurlu bir yaşam sürdürdüğü ev ise cennetin ta kendisidir.” 31- TANRI’NIN MERHAMETİ Narayana Prasad’ın annesi ölmüştü. Herkesin tahmininin aksine ama Narayana Prasad annesinin ölümüne değil ama başka bir sebeple çok mutlu idi. Ellerini açarak Tanrı’ya dua etmeye başladı. “Allahım, hayatım boyunca ben bir şey istemeden Sen Rahmetini benim üstüme yağdırdın. Beni bu dünyevi yaşama bağlayan kalan tek bağı da kaldırdın. Ben artık araya hiç bir şey girmeden tüm ömrümü Sana, yalnız Sana adayabileceğim. Sevgili Tanrım, bana Sana karşı saf ve temiz bir bağlılık bahşet.” Narayana Prasad bu olaydan sonra Puri’deki tapınağa doğru yola çıktı. Yol boyunca sürur içinde Tanrı’nın isimlerini zikrediyor ve ilahiler söylüyordu. Narayana Prasad’ın kalbinde Tanrı’nın ta kendisi ikamet ediyordu. Narayana Prasad sürekli olarak O’nunla söyleşiyordu. Puri’de bulunan tapınağa gitmeyi düşünmüyordu. Bunun yerine, deniz kenarına gitti ve kendisini aralıksız olarak O’nun ismini zikretmeye ve O’nun güzelliği üzerinde tefekkür etmeye adadı. Üç gün geçti. Narayana Prasad herhangi bir şey yememişti, yemeyi de düşünmüyordu. İnsanların olduğu yerden epey uzaktaydı; hacca gidenler onun olduğu yerden geçmiyorlardı. Açlıktan ölmek üzereydi, ama ilahiler söylemeye ve derin düşünceye devam ediyordu. Bunu fark eden bir melek ona yiyecek götürmeye karar verdi. En güzel yiyecekleri altın bir tepsiye koydu ve yola çıktı. Narayana Prasad dünyanın farkında bile değildi. Tanrı’nın isminin derinliklerine dalmıştı. Ona doğru yaklaşan melek bu yüzden onunla yüz yüze gelmeye utandı. Bir müridin bu denli derin bir bağlılık ve inanç içinde olduğunu görmemişti. Altın tepsiyi sessizce Narayana Prasad’ın arkasında bir yere koydu ve çabucak geri döndü. Narayana Prasad, bir ayak sesinin uzaklaşmasını duyunca başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Orada yiyecek dolu altın tepsiyi gördü, ama o tepsiyi kendisine getiren herhangi bir kimse göremedi. Açlık hissetti. Tanrı’ya kendisine rahmetini tam zamanında gösterdiği için teşekkür etti ve O’nun bahşettiği yiyecek olarak büyük bir iştahla yedi. Yemekten sonra da üç gece uykusuzluğun verdiği rehavetle uykuya daldı. 96 Uyandığında ellerinde coplar olan dört rahibin başucunda dikildiğini gördü. “Seni rezil hırsız!” diye ona bağırdılar, “Tapınaktaki altın tepsiyi çalmaya nasıl cesaret edersin? Gel buraya! Ayağa kalk! Seni aşağılık utanmaz rezil herif seni. Bizimle kralın sarayına gel de onun ellerinden cezanı çek bakalım!” Bunun üzerine Narayana Prasad ilk önce şaşırdı. “Bu tepsiyi ben çalmadım,” diye düşündü, “Fakat bana yemeği getiren kişi neden sonradan tepsiyi alıp götürmedi ki?” diye düşünerek bir anda kendisini toparladı ve sakinleşerek olmakta olan olayların üzerine düşünmesinin anlamsız ve faydasız olduğuna karar verdi ve bunun yerine kendi zihinsel içsel huzuruna geri dönmeye karar verdi. Kral olayı duyunca çok sinirlendi. Suçlunun kırbaçlanması emrini verdi. Kralın kalpsiz hizmetkârları güç ve kuvvetlerini gösterebilecekleri bu fırsata çok sevinmişlerdi. Narayana Prasad’ın vücudu üzerine kırbaç darbeleri giderek büyüyen bir şiddetle gelmeye başladı. Ama kralın hizmetkârlarının şaşkınlıktan ağızları açık kaldı. Adam kırbaç yerken gülüyor ve ilahiler söylüyordu. Yarım saat süren kırbaçlamadan sonra bile vücudunun hiç bir yerinde kırbaç izi bulamadılar. Çaresiz bir şekilde onu sarayın dışına atıp serbest bıraktılar. Narayana Prasad deniz kenarındaki yerine geri döndü ve yine Tanrı düşüncesinin içine daldı. Gece olduğunda yine yiyecek geldi, ama bu sefer yemekten sonra tabak esrarengiz bir şekilde geri götürüldü. O gece kral uyuyamadı. Kâbus gibi bir rüya kendisini rahatsız etti ve yataktan dışarı fırladı. Rüyasında sürekli olarak ışıklar içinde bir meleğin görüntüsünü görüyordu. Meleğin belinden aşağıya doğru kanlar sızıyordu. Kral şaşkına dönmüştü. Ayağa kalktı, dışarı fırladı ve tapınağa gitti. Rahiplere derhal tapınağı açmalarını emretti, hemen tapınaktaki melek heykeline bakmak istiyordu. İçeriye girdiklerinde, kralın da, rahiplerin de dilleri tutuldu, çünkü heykelin belinden aşağıya süzülerek kanlar damlıyor, tapınağın içine doğru akıyordu. Kral anlamıştı. Kalbi, işlemiş olduğu bu büyük suçtan ötürü üzüntü ve vicdan azabı içinde yanmaya başladı. Bir anda bu olayın sebebinin aslında akşamüzeri o zavallı müridin kırbaçlanması olduğunu kavradı. Kral, yanında hizmetkârları ile birlikte deniz kıyısına gitti; Narayana Prasad’ın ayaklarına kapandı. Yapmış olduğu aptallık yüzünden kendisinden özür diledi ve Meleğin bedenindeki yaraların iyileştirilmesi için kendisine yalvardı, çünkü bunu yalnızca Narayana Prasad yapabilirdi. Narayana Prasad acı acı ağlamaya başladı. 97 “Sevgili Tanrım! Ey merhamet okyanusu! Neden bunu yaptın? Neden bu zavallı salikin için bu eziyete ve işkenceye katlanmak zorunda kaldın? Neden kırbaç darbelerini kendi üzerine aldın? Kralın hizmetkârlarının beni kırbaçlamasını engelleyemez miydin?” Yüksek sesle büyük bir keder içinde ağlıyordu. O sırada kanın akması bir an içinde durdu. Şöyle bir ses duyuldu, “Şunu bil ki, sen senin kaderine uygun olarak bu cezayı çekmek zorundaydın. Fakat senin Bana karşı olan sevgin, Bana karşı olan bağlılığın o kadar büyüktü ki, tamamen Bana teslim olmuş durumdaydın. Benim görevim seni her türlü zarardan korumaktı. Bundan başka, senin kaderini ve başına gelmesi gerekenleri yok edemezdim, olması gereken olmak zorundaydı. Bu yüzden senin bedenine düşmesi gereken kırbaç darbelerini kendi bedenime almak zorunda kaldım. Salik, kendi kaderine uygun olan ne varsa onunla karşılaşmak zorundadır, başına o olay gelmek zorundadır, fakat Bana olan bağlılığı ve teslimiyeti bu derecede yüksekse başına gelen şeyden etkilenmeyecektir. Başına gelen hiçbir şey kendisine hiç bir ıstırap vermeyecektir, çünkü Ben kollarımla onu sararım ve onu her türlü tehlikeden korurum.” Bu olaydan sonra Narayana Prasad yürüyerek ortadan kayboldu. 98 32- GERÇEK HUZUR 99 33- ISAAC TIGRETT’İN HİKÂYESİ Yirmi yaşında bir genç! Bu gencin tek başına büyük bir şirketler topluluğu, bir ticari imparatorluk kurmasını gözünüzün önüne getirin. Onun bu ideale kendini adamasını düşünün. İşte bu Isaac Tigret’in, yani “Hard Rock Cafe”’yi kuran kişinin hikâyesidir. Amerika’da zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, Isaac ülkesinde yaygın olan ırkçılıktan ve ırkçı davranışlardan her zaman acı çekmişti. Daha sonraları zaman geçince Güney Afrika kökenli bu Amerikan ırkçılığı azaldı. Zenciler de artık insan gibi saygı görmeye başladılar. Tam bu sıralarda Isaac İngiltere’ye gitti. O yıllarda İngiliz fabrikalarında da uygulanan ırkçı ayırım Isaac’ı çok sarsmış ve şaşırtmıştı. İngiltere’de zengin ve fakir, asil ve alelade insan arasındaki uçurum korkunçtu. Adalet sistemi bile sıradan insan için geçerli değildi. Isaac o zamanlar 20 yaşına yeni basmıştı. Bu insani olmayan kültürü yok etmek ve kökünü kurutmak için elinden geleni yapmaya karar verdi. Bu amaçla, taraf tutmayan ve insan kayırmayan bir restaurant açmak niyetindeydi. Bu yatırım için gerekli parayı da bankadan kredi olarak aldı. 1960 yılında küçük bir yemek evi açtı, adını da “Hard Rock Cafe” koydu. Bu kafede herkes hoş karşılanıyordu. Müşteriler beraberce oturup yemek yiyebiliyorlardı. Asil veya aşağı, zengin veya fakir, beyaz veya siyah ayırımı yapılmıyordu. Herkes onun bu sevgisini ve insanlara olan yaklaşımını ve yakın ilgisini takdir etti. Bu yüzden restauranta gelen müşteriler boş bir yer bulabilmek için saatlerce sabırla kapının önünde sırada beklemeye başladılar. Isaac, çalışanlarına da iyi bir eğitim veriyordu. Müşterilere sevgi ile davranmayı ve onlarla en iyi bir şekilde ilgilenmeyi öğreniyorlardı. Kafenin düsturu “Herkesi seviniz, Herkese Hizmet Ediniz!” (Love All, Serve All) idi. Kendisine bu düsturu öğreten büyük bilgenin öğretilerini uygulamaya koymuştu. Tek bir din vardır, sevgi dini. Tek bir lisan vardır, kalbin lisanı. Tek bir Tanrı vardır ve O da her yerde hazır ve nazırdır. Isaac bu mesajı açtığı restaurantta uygulamaya başlamıştı. Isaac çalışan elemanlarda da büyük değişiklikler meydana gelmesini sağlıyordu. Aynı miktarda iş için kadın da erkek de aynı ücreti alıyorlardı. İş konularında her çalışan, günün her saati 100 kendisini telefonla arayıp bir şey sorabiliyordu. Ayrıca, otel işinden elde edilen kâr hepsinin arasında eşit olarak paylaşılıyordu. Sevgi ile beslenen bu kuruluş çok kısa zamanda tüm dünyaya yayıldı. Isaac’ı şöyle anlatabiliriz. “ Ben istenmeyen kişileri işe aldım. Onlara kalpten yaklaştım ve içten sevgimi verdim; onlara hizmet ettim. Benim onlara verdiğim sevginin ve ilginin on katını onlar bana geri verdiler.” Bu işe 60.000 dolar ile başlamıştı. 40 yıl sonra bu restaurant zincirini takriben 108 milyon dolara sattı. Bu paranın bir kısmını kar amacı gütmeyen Vakıflara bağışladı. Isaac para istemiyordu. Onun istediği bu sevgi mesajını elinden geldiği kadar uygulamaya dökmekti. Bu gayretinde de büyük bir başarı kazandı. Sonra da açtığı otelde kalan müşterilerine de onları mutlu edecek çeşitli hizmetlerde bulunuyordu. Dışarıda yağmur yağarken onlara şemsiye veriyor, sıcak havalarda onlara soğuk içecekler ısmarlıyordu. Dondurucu soğuklarda da sıcak çorba dağıtıyordu. Böylece, insanlar oteli kendi evleri gibi görmeye başladılar. Herkes oteli kendisine aitmiş gibi görmeye başlamıştı. İşte sevginin gücü budur. Isaac bu şirket imparatorluğu ile yüzlerce insanı dönüştürdü. Büyük ruhların kendi çağlarında bu konuda neler söylediklerine kulak verelim. Hz. İsa şöyle demişti, “Kim lideriniz olmak istiyor? O sizin hizmetkârınız olacaktır!” Swami Vivekananda şunu söyledi, “İyi bir lider, her zaman kendi canını feda etmeye hazır olmalıdır.” Başka büyük bir bilge de şöyle diyor, “Yalnızca kendisi, ailesi ve akrabaları için servet kazanmayı ve yalnızca mal mülk edinmeyi düşünen bir insan, üzüntünün ve kederin derin çukuruna düşecektir.” “İnsan, “Ben” ve “Benim/Bana Ait” düşüncelerinden “Biz” ve “Bizim” düşüncelerine gelmelidir. Bencillikten bencilsizliğe, tutsaklıktan, özgürlüğe doğru ilerlemeliyiz.” 101 34- ASIL SEN BANA TEŞEKKÜR ET Amerikalı milyoner John D.Rockefeller arkadaşlarından ünlü bir bilgenin ismini işitmişti. Arkadaşları bu olağandışı keşişi mutlaka görmesi için ısrar etmişler, fakat o her seferinde bir bahane ile reddetmişti. Rockefeller kararında azimliydi ve hiç kimse onun fikrini değiştiremezdi. Fakat günün birinde, Rockefeller aniden Chikago’da bir arkadaşının evinde kalmakta olan bilgeyi görmeye gitti. Kapıyı açan erkek hizmetkârı kenara doğru iten Rockefeller, emredercesine keşişi görmek istediğini söyledi. Hizmetkâr onu oturma odasına doğru götürdü. Rockefeller, geldiğinin haber verilmesini beklemeden bilgenin çalıştığı odaya daldı. Swamiji’nin çalışma masasında oturduğunu ve kimin geldiğini görmek için gözlerini bile kaldırmadığını görünce çok şaşırdı. Epeyce bir müddet sonra, bilge konuşmaya başladı ve Rockefeller’e kendisinin geçmişi hakkında kendisinden başka kimsenin bilmediği şeylerden bahsetti ve ona kazandığı bu büyük miktardaki paranın dünyaya iyilik yapabilmesi için kendisine verildiğini anlattı. Tanrı’nın kendisine bu serveti yoksul insanlara yardım edebilmesi bir fırsat olarak verdiğini açıkladı. Rockefeller bir keşişin kendisi ile ne hakla böyle konuşabildiğini düşündü ve çok sinirlenerek veda bile etmeden öfkeli bir şekilde odayı terk etti. Fakat bir hafta sonra, yine geleceğini haber vermeden, yine paldır küldür bilgenin çalışma odasına girdi ve yine kendisinin aynı geçen seferki gibi başını kaldırmadan çalışmaya devam ettiğini görünce, masasının üzerine bir kâğıt fırlattı. Kâğıtta inanılmaz büyük bir miktarda parayı bir halk hapishanesi yönetimine bağış olarak vereceğini yazıyordu. “İşte, burada” dedi, “Şimdi artık mutlu olmalısın ve bana bunun için teşekkür etmelisin!”. Bilge yine gözlerini bile kaldırmadan, yavaşça kalemini bıraktı, kâğıdı eline aldı ve sessizce okudu. Sonra şöyle dedi, “Asıl senin bana bunun için teşekkür etmen lazım.” Bu Rockefeller’in toplumun iyiliği için yaptığı ilk büyük bağışı idi. Sonradan hayırseverlik konusunda büyük bir ün yaptı. 102 35- MICHAEL FARADAY Michael Faraday dinamoyu keşfeden büyük bilim adamıdır. Hepinizin bildiği gibi dinamo evlerimizi aydınlatan, değirmenlerimizin ve fabrikalarımızın çalışmasını sağlayan elektriği üretir. Michael Faraday hiçbir zaman böbürlenmemiştir. Birçok olayda sade giyinişi ve mütevazı davranışları onun müthiş zekâsını başkalarından saklamıştır. Bir seferinde Kraliyet Darphanesinden bir memur Faraday ile görüşmek istemişti. Onun çalıştığı Kraliyet Bilim Enstitüsüne gitti. Orada kapıda bulunan kişi kendisine Faraday’ın deneylerini yaptığı büyük odaya nasıl gideceğini tarif etti. Ziyaretçi odaya girdiği zaman kahverengi pantolon ve beyaz bir gömlek giyen yaşlı bir adamın bir leğende bardak yıkadığını gördü. Memur adama sordu, “Sen bu enstitünün bekçisi misin?” Yaşlı adam gösterişli ve süslü püslü elbiseler giymiş olan ziyaretçiye dönerek, “Evet” diye cevap verdi. “Ne zamandan beri burada çalışıyorsun?” diye ziyaretçi sorunca da “ 4 yıldır” diye cevap verdi. “Sana verdikleri ücretten memnun musun?” diye gelen 3. soruyu da “Tabi, çok memnunum” diye yanıtladı. “Bu arada senin adın nedir?” diye ziyaretçi memur merak içinde sordu. Yaşlı adamın cevabı “Beni Michael Faraday diye çağırıyorlar.” idi. Memur utancından kıpkırmızı olmuştu ve yapmış olduğu hatadan ötürü özür diledi ve içinden şöyle düşündü, ”Bu büyük insan ne kadar mütevazı böyle? Yoksa mütevazı olduğu için mi bu kadar büyük?” 36- UYGULAMAYA KONMUŞ SEVGİ Hizmet konusunda insanları eğitmek için üniversiteye ihtiyaç yoktur. Tek yapmamız gereken şey etrafımıza bakmaktır. Tabiat bizim için ne büyük dersler hazırlamıştır. Biz yalnızca bu dersleri öğrenmeliyiz. - Ağaç kendisini kesmeye gelen insana bile gölge vererek hizmet eder. - Ağaç kendisine taş atan insanlara meyve vererek hizmet eder. - Nehir başkalarının iyiliği için akar. Kendi taşıdığı suya ihtiyacı yoktur. - İnek kendi verdiği sütü kendisi içmez. Sütünü bize verir. 103 - Sandal ağacı kendisini kesip yere indiren baltanın üzerine kendi güzel kokusunu sindirir. Tanrı bize bu insan bedenini başkalarına hizmet etmemiz vermiştir. Bu beden yalnızca başka insanlara hizmet ettiği zaman amacını yerine getirmiş olacaktır. Herkes kendi kapasitesi ölçüsünde topluma hizmet etmelidir. Zengin bir adam parası ile, bir bilgin bilgisi ile, bir mürit Tanrı’ya ait hikâyeler anlatarak hizmet edebilir. Her kişi yapabileceğinin en iyisini yaparak hizmet etmelidir. Karşılıksız hizmetin ödülü nedir? Hizmet ederken duyduğumuz hoşnutluk ve tatmin duygusu en büyük ödüldür. Büyük bilge bir seferinde bir hastaneyi ziyaret etti. Doktorlardan birinin o gün bütün gün boyunca bir tek kahve bile içmediğini öğrendi. Bilge o doktoru çağırarak bir bardak kahve içmesini istedi. Doktor şöyle cevap verdi, “Efendim bana kahve içmek değil de hizmet etmek gerçekten daha fazla zevk veriyor.” İyi bir karşılıksız hizmetin göstergesi, o hizmeti gören kişinin yaptığı işten zevk alıp almamasıdır; gördüğü hizmetle birlikte kişide dönüşüm olup olmadığıdır. Tanrı’ya ulaşmanın en iyi ve en kolay yolu karşılıksız hizmet etmektir. Hizmet eden kişiler Tanrı’ya yakın ve sevgili haline gelirler. Yalnızca, dudakla yapılan hizmet yeterli değildir. İnsan aktif olarak hizmet etmelidir, yani hizmeti uygulamaya koymalıdır. Görünürde sahnede kahraman olmanın, ama uygulamada sıfır olmanın ne anlamı vardır.(hero on the platform, but zero in action) İnsan öğütlediği şeyi önce kendisi uygulamalıdır. Yani, uygulamada rol almalı ve başkalarına örnek olmalıdır. Hepimiz içinde herkesin kendi kendisine “Benim kazancım ne olacak?” diye sorduğu bir toplum içinde yaşıyoruz. Bu yüzden, zihin şöyle bir soru sorabilir, “Hizmet edince benim kazancım ne olacak?” Eğer su deposu su ile dolu ise, musluktan her zaman su akacaktır. Yaşam, su yerine rahmet ile dolu olan bir depodur. Hizmet ederek depoda toplanan iyilikler, insanın günlük faaliyetlerinde Tanrı’nın rahmeti olarak dışarıya akar. Şunu hatırlayın ki bu rahmet-su birikimi gelecek nesillerin de işine yarayacaktır. Bu yüzden, deponun kutsal hizmet faaliyetleri ile her zaman dolu olmasına dikkat ediniz. 104 Masa üstüne konan bir vantilatör düşünün. Sağa sola salınarak çalışmasını sağlayabilirsiniz. O zaman sürekli bir hava esintisi olmayacaktır. Fakat sabit tutulursa, esinti sürekli olacaktır. Eğer hizmete adanmış bir yaşam sürerseniz Tanrı’nın rahmetinin esintisi her zaman size ulaşacaktır. Bunun için yaşamda küçük bir değişiklik yapmak yeterli olacaktır. Çocukların üzerinde oynadığı tahterevalli gördünüz mü? Yaşamın bir tahterevalli olduğunu düşünün. Bir tarafta Tanrı; ötekinde ise dünyevi arzular vardır. Tanrı’nın olduğu tarafın yukarı doğru kalkması için ne yapılmalıdır? Dünyevi zevkler tarafındaki ağırlık arttırılmalıdır. Bu yüzden dünyevi arzularınızı en aza indirin ve hizmet ağırlığı ekleyin, o zaman Tanrı, yaşam tahterevallisinde yukarı doğru yükselecektir. Hepimiz içinde yaşadığımız şehrin, ülkenin ve dünyanın daha iyiye doğru gitmesini arzu ederiz. Bunun için dua da ederiz. Bir salikin yaşamının hikâyesine bir bakar mısınız? Bu kişi gençken, şöyle dua ederdi, ”Tanrım, ben tüm dünyayı iyiye doğru değiştirmek istiyorum. Dünyayı tamamen değiştirmek istiyorum. Lütfen bana bunun için güç ve kuvvet ihsan et!” Orta yaşa geldiği zaman, duasının doğru olmadığını fark etti ve değiştirdi. “Tanrım! Bana ailemi ve çevremi değiştirebilmek için güç ve kuvvet ver!” Uzun bir zaman geçti. Yaşlanmıştı. O zaman büyük Hakikatin farkına vardı. Bu kadar çok yıl geçmesine rağmen duası yerine getirilmemişti. Şöyle dua etti, “Tanrım! Lütfen bana kendimi dönüştürebilmem için gerekli güç ve kuvveti ihsan et!” O anda yükseklerden bir ses duydu. “Bu duayı biraz daha erken yapamaz mıydın?” Başka insanlar için yaşamak, Tanrı için yaşamak demektir. Bu nedenle, bırakın bu yaşam başkalarının iyiliği için olsun. Kendimizi mümkün olduğu kadar daha erken bir şekilde bu hale getirelim. “Yola erken çıkalım, yavaş sürelim ve hedefe emniyetle varalım!” 105 37- HERKESİ SEVİN Bir adam yolculuk yapıyordu. Gittiği uzun yoldan dolayı çok susamıştı. Yol üzerinde bir kuyu buldu ve hemen atından inerek kuyuya indi ve kana kana su içti. Kuyudan dışarıya çıktığında dili dışarıda kendisi gibi susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek gördü. Adam kendi kendisine şöyle dedi, “Bu köpek de aynı beni buraya getiren sebepten ötürü buraya geldi.” Böylece ikinci bir defa kuyuya indi, kısa çizmesinden birisini su ile doldurdu, Botu ağzı ile taşıyarak kuyudan çıktı. Sonra da getirdiği suyu köpeğe içirdi. Bu hareketi yüzünden bütün günahlarını silmişti. İnsanlar Hazreti Peygambere sorarlar, “Hayvanlara yaptığımız iyi davranışlardan da mükâfat kazanabilir miyiz?” Peygamber şöyle cevap verir, “Yaşamla yoğrulmamış temiz ve şefkatli bir kalp açısından bakılmalıdır. Yapılan her iyi davranışın karşılığında bir mükâfat vardır.” 38- ASLINDA KİM DEĞİŞMELİ 106 39- GÖREVİNİ YAPMA Bir ayakkabı bilgenin yanına giderek şöyle sordu, “Ey saygıdeğer kişi! Şu benim zavallı kaderimi bir dinler misin? Ben gece gündüz efendimi kirli, taşlı ve dikenli yerlerde üzerimde taşıyorum. Bu ağır yükten ötürü sürekli olarak yıpranıyorum. Fakat efendim gece olunca beni evin içine alma inceliğini ve nezaketini bile göstermiyor. Bir gün olsun benim bu hizmetimi takdir etmiyor.” Bilge söyle cevap verdi, “Ey sevgili ayakkabı! Sen gerçekten de büyük bir saliksin. Kendini feda ederek efendine hizmet ediyorsun. Efendinin ayağını kendinle sararak dikenlerden ve keskin taşlardan koruyorsun ve büyük zorluklara göğüs geriyorsun. Sen kesinlikle fedakârlığın bir somutlaşmışısın. Bütün güzellikler seninle birlikte olsun. Ama sen bu görev duygusunun manasını pek kavramışa benzemiyorsun. Bir görevli kendi vazifesini bir ibadet yaparmışçasına yerine getirmeli ve kendi çıkarı için hiçbir şey beklememelidir. Hatta yaptığı işin takdir edilmesini bile beklememelidir. Bir görevli o anda ilgilendiği kişi vasıtası ile aslında Tanrı’ya hizmet ettiğini düşünmelidir. Hatta hizmet ettiği kişinin kendisini takdir etmesini bekleyeceğine, görevli kendisi vasıtası ile Tanrı’ya hizmet etme fırsatı verdiği için o kişiye teşekkür etmelidir.” 107 “Efendine hizmet ettiğin için değil de, onun vasıtası ile Tanrı’ya hizmet ettiğini düşün. Tanrı bütün formların, bütün canlıların içindedir. Etrafında gördüğün her şey yalnızca Tanrı’nın somut hale gelmiş şekilleridir. Ayrıca, gurur ve kibirden uzak dur. Bir salik onuru ve onursuzluğu aynı şekilde karşılamalıdır. Her türlü koşulda zihni dengede olmalıdır. Eğer görevine Tanrı’ya yapılan bir ibadet gibiymiş gibi devam edersen; karşılığında bırak ödülü, karşı taraf tarafından tanınmayı bile beklemezsen; onuru ve onursuzluğu, acıyı ve keyfi, kazancı ve kaybı aynı şekilde karşılarsan; o zaman Tanrı’nın en büyük Rahmetine nail olacaksın ve o sonsuz sürurun keyfine varacaksın. Bu sebeple, geri dön ve görevini yapmaya devam et!” 40- GÜNAHKÂR Fırtınalı bir geceydi. Bilge, yanında öğrencisi ile birlikte seyahat ederlerken nehir kıyısında Rongalu adında bir köye geldiler. Gidecekleri yere ulaşmak için nehrin karşı kıyısına geçmeleri gerekiyordu. Köyde yaşayanların çoğunun kayıkları vardı. İkisi beraber bütün kapıları ardı ardına çaldılar. Fakat hiç kimse bu fırtınalı havada kayıklarını suya çıkarmaya cesaret edemiyordu. Ancak kapısını çaldıkları ancak son adam onların bu zor durumunu görünce olumlu cevap verdi. Evin balkonundan aşağıya geldi ve fenerini tutarak bilgeye doğru baktı. “Efendim”, dedi, “Ben bu köye daha yeni yerleştim. Benim bir kayığım yok. Fakat ben nehrin nerede sığ olduğunu gayet iyi biliyorum. Ben sizi omuzlarımda taşıyarak birer birer nehrin karşı kıyısına geçirebilirim.” Bilge yapılan öneriyi kabul etti. Adam da onları nehrin sığ yerine götürdü. İlk olarak bilgenin öğrencisini karşı kıyıya geçirdi. Sonra da bilgeyi geçirdi. Bilgeyi yere indirdikten sonra, “Tuhaf!” diye mırıldandı. Bilgenin öğrencisi, “Nedir o tuhaf olan?” diye sordu. Adam aklındakileri bir araya getirebilmek ve kendisini ifade edebilmek için bir müddet sustu. Sonra da kısaca şunları anlattı. Adam her zaman görünmez bir yük taşıdığını hissedermiş. Öğrenciyi taşıdığı zaman bu yük daha da ağırlaşmış. Fakat bilgeyi taşıdığı zaman bu yükün hafiflediğini hissetmiş! Fakat bilgeyi tekrar yere indirir indirmez, bu görünmez yükün tekrar üzerine yüklendiğini hissetmiş. Bilge de bu sözleri duymuştu, ama bir şey söylemedi. Adam da onlarla vedalaşıp geri döndü. 108 Öğrencisi bilgeye dönerek sordu, “Adamın bu dedikleri ne anlama geliyor?” Bilge şöyle cevapladı, “Adam işlediği günahların yükünü taşıyor. Beni taşıdığı zaman, günahları kendisini geçici olarak terk etti. Kendisini hafif hissetti. Ben iner inmez de tekrar geri geldiler” “O zaman bu adam bir günahkâr, öyle mi?” diye öğrenci sordu. Bilge de, “Evet, öyle” diyerek tasdik etti. Bilge ve öğrencisi, kendilerini ağırlayacak olan zengin ağanın evine vardılar. Ağa ve mahiyeti, bilgeyi aniden karşılarında görünce çok sevindiler. Ertesi gün öğrenci, bazı işleri halletmesi için tekrar Rongalu’ya gitti. Döndükten sonra da bilge ve kendisi yeniden yola koyuldular. Aradan beş yıl geçti. Bilge ve öğrencisi bir kez daha Rongalu köyüne geldiler. Gece olmuştu. Yolda rastladıkları bir adama 5 yıl önce sefer kendilerini taşıyan adamı sordular. “Günahkâr Manohar’ı mı soruyorsunuz?” diye adam cevap verdi. “Kendisi köyün sonundaki evde oturuyor.” Başka bir adam, “Ben Günahkâr Manohar’ı bugün pazarda gördüm” diyerek cevap verdi. Herkes adamı günahkâr diye çağırıyordu. En sonunda Manohar’ı buldular. Manohar hemen bilgenin ayaklarına kapandı. “Sırtında ve başında taşıdığın o görünmez yük yok oldu, öyle değil mi?” diye bilge sordu. Manohar ağlayarak şöyle cevap verdi, “Evet, yüce kişi. Ben seni taşıdıktan sonra bu yük her geçen gün azaldı ve en sonunda da tamamen yok oldu. Kuşkusuz senin kutsaman sayesinde oldu. Benim bundan şüphem yok!” Kendilerini karşıya geçirmek üzere bu sefer köy ağasının kayığı bekliyordu. Bilge Manohar’la vedalaşıp kayığa adım attı. Kayıkta öğrencisi bilgeye sordu, “Efendim, bu adam günahlarından nasıl kurtuldu?” “Adamın günahlarının yükü, sen de dâhil yüzlerce kişi arasında dağıldı” diye bilge sakince cevapladı. “Ben de dâhil mi? Anlayamadım, efendim.” Bilgenin cevabı şöyle geldi. “5 yıl önce ben köyde kaldığım zaman, sen yalnız başına Rongalu’ya geri geldin. O zaman benden öğrenmiş olduğun adamın günahkâr olduğu gerçeğini köylülere anlatmış olmalısın. Herkes adamla alay edercesine kendisini 109 günahkâr diye çağırmaya başladı. Sevgili oğlum, işte o gizemli kural bu şekilde işler. Her kim ki bir dedikodu yapar, hakkında konuştuğu kişinin günahlarının ağır yükünü kendi üzerine yükler.” 41- ÖFKENİZİ NASIL KONTROL EDEBİLİRSİNİZ Öfkenizi nasıl kontrol altına alabilirsiniz? İçinizde öfkenin yükseldiğini hissettiğiniz zaman, o ortamdan uzaklaşmalı ve duygularınızı soğutmak için biraz zaman kazanmalısınız Bir yerde sessizce oturabilir ve bir bardak soğuk su içebilirsiniz. Öfkenizi yenmek için bir-iki kilometre kadar hızlı bir yürüyüş yapabilirsiniz. Bir aynanın önünde durabilir ve kendi yüzünüze bakabilirsiniz. Bu yöntemlerden birisi ile öfkeniz yavaşça azalacaktır. Ancak her halükarda öfkenize neden kişinin yanında kalmayın, çünkü öfkenin sizi götürebileceği yer belli değildir ve bir sınırı yoktur. Öfkenize ve yapılan tahrike bağlı olarak kanınız ateşlenir. Kanın yeniden soğuması/sakinleşmesi üç ay alır. Bu zaman zarfında, insanın sinirleri zayıflar ve bir kısım kan hücreleri bile zarar görerek yok olur. Zayıflık artar ve hafıza gücü azalır. Erken yaşlılık belirtileri meydana gelmeye başlar. Eğer Sevgi geliştirilirse, öfke otomatik olarak kesilir ve durur. Kendiniz öfkeli hissettiğiniz zaman, içten gülerek bir yere oturun. Konuşmanızı azaltın, sessiz olun. Gereğinden fazla konuşma, hararetli ve kızgın sözlerin sarf edilmesine yol açar. Şunu hatırlayın ki, öfke insanı bilgelikten yoksun bırakır. Öfkeli bir insan hiç bir işte/uğraşıda başarılı olamayacaktır. 110 42- BİR KARGA İNSANA NE GİBİ BİR DERS VEREBİLİR Bir sabah, toplantı yapılan büyük alanda otururken bir karga uçarak geldi ve önümüzdeki betonun üzerine kondu. Biz topluluk halinde oturduğumuz müddetçe o da orada oturdu, birçok diğer kargalar gelip gittikleri halde o oradan ayrılmadı. Uçmak istediğini, ama kanatlarında gerekli gücü bulamadığını düşünebilirdiniz. Bir müddet sonra, yüksek sesle “Gak” diye gakladı. Bunun üzerine diğer kargalar harekete geçtiler. Tapınağın tepesinden, palmiye ağaçlarının tepelerinden döne döne tekrar tekrar uçarak geldiler, arkadaşlarını almaya çalışıyorlardı. Sanki kendisine karga dilinde bir çağrı yapıyorlardı, “Haydi, bizimle beraber uç!” diyorlardı. Kendisini boşluğa bırakamadığı için sürüden bir kaçı onun üzerine doğru çullandı ve değişik bir tarzda havada daireler çizdiler. Sonra da, birer birer avlunun tepesindeki kendi yerlerine döndüler, açıkça kendilerinden ne beklendiğini anlayamamışa benziyorlardı. Bu arada, sanki betona yapışmış gibi tüneyen yaşlı karga, gagasını açıp kapatıyor ama ses çıkaramıyordu. Birçok kararsız dakikadan sonra, çok güçsüz bir şekilde tekrar bağırdı. Bu sefer yalnızca bir karga onun çağrısına cevap verdi. Bu karganın belirli bir amacı vardı. Yerde duran kargaya doğru meydan okur gibi bir tutum aldı ve problemi çözmek için hazırlandı. Kullandığı yöntem etkili ve sonuç verici idi. Nezaket işe yaramamıştı. Bu yeni gelen, alay 111 edercesine atağa kalktı, yaşlı kargayı gagalıyordu ve o da kendisini savunuyordu. Vahşi bir kurtarma şekli gibi gözüküyordu, fakat seyreden hiç kimse bunun bir kurtarma olduğundan şüphe etmiyordu. ‘Kurtarıcı’ karga, yerdeki karga kanatlarını açıp havalanıncaya kadar hücumlarını arttırarak devam etmek zorunda kaldı. Kendisini umutsuzca yukarı doğru atan yerdeki karga, kadınlar kısmındaki bayanların başları üzerinden uçarak, en yakındaki tentenin altına doğru dalışa geçti. Amacı dış duvarın üzerinden geçebilmekti, ama başaramadı. Aptalca duvarın en tepesine doğru çarptı ve külçe gibi yerde oturanlardan birisinin kucağına düştü. Tüylerin uçuşmasından ve kadınların çığlıklarından ve heyecanlı bir kapışmadan sonra kendisini yine avluda buldu; ki orada ‘kurtarıcı’ hâla kendisini bekliyordu. Alaylı saldırı öyle bir şiddetle yinelendi ki, yaşlı karga hemen tekrar havalandı ve bu sefer yükseklere doğru uçarak duvarın üzerinden geçti ve çatının üzerindeki kendi yerine kondu. Görev tamamlanmıştı, ‘kurtarıcı’ karga, biz insanları sonradan bu gördüklerimizden bir anlam çıkarmamızı sağlamak üzere uçtu gitti. İçinde bir kaçımızın da aktif olarak yer aldığı bu karga kurtarma operasyonu bize, zor durumlarda kalan kişilerin hiç bir şey yapmadan kurtulmak için sadece bir mucize beklemesinin yeterli olmadığını gösterdi. Zor durumda iken yardım çağrısında bulunursunuz. Bulunduktan sonra da, size doğru şekilde yardım edebilecek kişiyi beklemek zorunda kalabilirsiniz, yani sizin neye ihtiyacınız olduğunu bilen birisini, hatta sizden bile daha iyi bilen birisini. Gerçek bir kurtarıcı gelir ve bir çözüm bulununcaya kadar inat eder ve vazgeçmez. Her ikiniz de o oyunun içinde bir rol oynamanız gereklidir. Benim bu olaydan öğrendiğim şey bazen bizim için hayırlı ve iyi olanın, bizim için her zaman hoş olmadığıydı. Bazen yaşamın bizi apaçık bir şekilde gagaladığı zamanlar olabilir. Bizi içimizde sahip olduğumuzu bilmediğimiz gücü toparlamaya sevk edebilir. O zaman üstesinden gelinemeyecek gibi görünen engelleri aşabilir ve yükseklere uçabiliriz. Çaresizlikten yeni bir güç doğar, acı ve ıstıraptan da yeni özgürlükler. 43- HAVUÇLAR, YUMURTALAR ve KAHVE ÇEKİRDEKLERİ Genç kız annesine gitti ve ona hayatında her şeyin nasıl da zor olduğunu anlattı. Ne yapacağını bilemediğini ve hatta hayatını sonlandırmayı bile düşündüğünü söyledi. “Artık çabalamaktan ve savaşmaktan yoruldum. Her ne zaman bir problemi çözsem, yeni bir tanesi ortaya çıkıyor.” dedi. 112 Annesi hiç bir şey söylemeden kızını alıp mutfağa götürdü. Üç ayrı tencereye su koydu. Birinci tencereye havuçları, ikinciye yumurtaları ve sonuncuya da kahve çekirdeklerini koydu. Altlarını yaktı ve tek bir söz etmeden kaynatmaya başladı. 20 dakika sonra ocakları kapattı. Havuçları çıkardı ve bir tabağa koydu. Aynı şekilde yumurtaları ve kahve çekirdeklerini de suyun içinden süzerek bir kâsenin içine koydu. Kızına dönerek sordu, “Bana ne gördüğünü söyler misin?” Kızı “Havuçlar, yumurtalar ve kahve.” diye cevap verdi. Kızını daha yakına getiren anne, ona havuçlara dokunmasını söyledi. Kız havuçları elledi ve yumuşak olduklarını söyledi. Anne sonra bir yumurta almasını ve kırmasını söyledi. Kabuğunu kırdıktan sonra kızı lop hale gelen yumurtayı gözlemledi. En sonunda, kahveyi yudumlamasını söyledi. Kız kahvenin güzel kokusunu ve tadını alınca gülümsedi. Kız annesine sordu, “Bunların amacı ne, anne? Ne anlatmak istiyorsun?” Annesi de ona bütün bu nesnelerin aynı zorlukla karşılaştığını, yani kaynayan suya tabi olduklarını, fakat hepsinin de farklı şekilde yanıt verdiğini söyledi. Havuç, kaynayan suyun içine girmeden önce sertti ve güçlü idi. Kaynayan suyu gördükten sonra yumuşadı ve gücünü kaybetti. Yumurta önce kırılgan idi. İnce dış kabuğu içindeki sıvı özü koruyordu. Fakat suyun içinde kaynayınca iç kısmı sertleşti. Kahve çekirdekleri ise eşsizlerdi. Suyun içinde kaynayınca onlar suyu değiştirdiler. “Sen hangisisin?” diye kızına sordu. “Zorluklar kapını çaldığı zaman, nasıl karşılık veriyorsun? Sen bir havuç musun, yumurta mısın yoksa bir kahve çekirdeği misin?” Bunu düşün: Ben hangisiyim? Ben güçlü gözüken bir havuç muyum? Fakat acı, üzüntü ve zorlukla karşılaşınca cesaretim kırılıyor, yumuşuyor ve tüm gücümü yitiriyor muyum? Yoksa ben uysal, yumuşak huylu bir kalple başlayan, fakat ısıyı görünce değişen bir yumurta mıyım? Benim akıcı olan bir ruhum vardı da, bir ölümden, bir yenilgiden, parasal bir zorluktan veya başka bir imtihandan sonra içim sertleşti, merhametini yitirdi ve katı hale mi geldi? Dış kabuğum aynı gözükmesine rağmen iç kısmım katı bir ruh ve taş gibi bir kalp ile sert ve eğilmez bir hale mi geldi? Yoksa ben bir kahve çekirdeği gibi miyim? Kahve çekirdeği sıcak suyu, yani kendisine acı getiren ortamı değiştirir. Su ısındığı zaman güzel kokusunu ve güzel tadını onun içine salar. 113 Eğer sen bir kahve çekirdeği isen, işler senin açından en kötüye gittiği zaman sen daha iyi olursun ve çevrendeki ortamı değiştirirsin. En büyük imtihan zamanlarında ve en zor zamanlarda daha yüksek bir seviyeye çıkıyor musun? Zorluğu nasıl karşılıyorsun? Sen bir havuç musun, yumurta mısın, yoksa bir kahve çekirdeği misin? TANRI’ya fırtınanın ne kadar büyük olduğunu anlatmayın. Fırtınaya sizin TANRI’nızın ne kadar büyük olduğunu anlatın. 44- BİRŞEYLER YAP Bir adam etrafında gördüğü bütün acı ve ıstıraplar ile aklı başından gitmiş bir vaziyette hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Diz çöktü ve yumruklarını toprağa vurarak başını yukarıya doğru kaldırdı ve Tanrı’ya yakarmaya başladı. “Allahım, şu karışıklığa ve düzensizliğe bakar mısın? Şu acıya ve kötülüklere bakar mısın? Bütün bu cinayetlere ve nefrete bakar mısın? Allahım, güzel Allahım. Neden bir şeyler yapmıyorsun?” Ve Tanrı ona seslendi, “Yaptım! Seni gönderdim!” 45- ÜÇLÜ ELEME TESTİ Bir gün bir tanıdığı, bilge Sokrates’e rastladı ve şöyle dedi, “Arkadaşın hakkında ne duydum biliyor musun?” “Dur bir dakika!” diye hemen bilge adamı susturdu. “Bana bir şey anlatmadan önce ufak bir imtihandan geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Eleme Testi diyorlar.“ “Üçlü Test mi?” “Evet, doğru”, diye bilge devam etti, “Bana benim bir arkadaşım hakkında bir şey söylemeden önce, önce bir dakika dur ve söylemek üzere olduğun şeyi üç filtreden süzelim. Birinci filtre “Hakikat” tir. Bana söylemek üzere olduğun şeyin yüzde yüz doğru olduğundan emin misin?” “Hayır,” diye adam cevap verdi, “Aslında daha yeni duydum.” 114 “Peki,” diye bilge devam etti. “Öyleyse sen bunun hakikat olup olmadığını bilmiyorsun. Öyleyse ikinci filtreyi deneyelim, “İyilik” filtresi. Bana benim arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey iyi bir şey mi?” “Hayır, tam tersine....” “Öyle mi,” diye bilge devam etti, “Sen bana benim arkadaşım hakkında kötü bir şey söylemek istiyorsun, ama bunun doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Ama yine de bu imtihanı geçebilirsin, çünkü bir filtre daha var; “yararlılık” filtresi. Bana benim arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim için faydalı bir şey mi?” “Hayır, pek değil...” “Güzel,” diye bilge işi sonuca vardırdı,”Eğer bana söylemek istediğin şey ne hakikat, ne iyi, ne de faydalı bir şeyse, öyleyse neden bunu bana söylemek istiyorsun?” 46- GÖLGE Bir adam gölgesinden kurtulmak istiyordu. Her zaman kendisini takip ettiğini ve her saniye peşinde olduğunu keşfetmişti. Kendi kendisine şöyle dedi, “Ben bu gölgeyi toprağa gömeceğim. Benim bundan kurtulmam lazım.” Derin bir çukur kazdı. İçine doğru baktığında kendi gölgesini çukurun dibinde gördü ve çok sevindi. Hemen acele ile çukuru toprak ile doldurmaya başladı. Ancak ümitsizlik içinde fark etti ki kendisi çukurun içine kürekle toprak attıkça, gölgesi yukarıya doğru çıkıyordu. Çukuru çabucak toprakla doldurmasına rağmen gölgesi yine en tepede idi. Bunun üzerine bu işten vazgeçti. Bu sefer gölgesinden kaçıp kurtulmak istedi. Koşmaya başladı, ama güneşin geldiği istikametin tersinde koşuyordu. Bu sefer de baktı ki gölgesi kendisinin önünde koşuyor ve ne kadar hızlı koşarsa koşsun, gölgesini geçemiyor. Bu sefer döndü ve güneşe doğru koşmaya başladı. Gölgesini geçtiği için çok mutluydu, çünkü gölgesinin önünde koşuyordu. Fakat yine de bir türlü ondan kurtulamıyordu. En sonunda, sırt üstü yere uzandı. Sağına ve soluna döndü ve gölgesini aradı. Hayır, hiç bir yerde yoktu. Onu kaybetmişti. Huzurlu bir uykuya daldı! Aynı şekilde, “Ben” ve “Benim” düşüncesi insanın peşini bırakmaz ve her gittiği yerde takip eder. Egoizm her şeyin en tepesine çıkar ve salik onu gömmek ve yok etmek ister. Ondan kurtulmak için onun koştuğu zaman, o da kendisinin önünde koşar. Bir şeyler öğrenmiş olma ve bilme kibiri, güçlüklere katlanma ve azla yetinme kibiri, hizmet etme kibiri, alçak gönüllü olma kibiri- her türlü formu alır. 115 Salik, Tanrı’ya doğru koşmaya başlayınca, ego kendisinin arkasında kalır ama kaybolmaz. Kendisini Tanrı’ya tamamen teslim ettiği zaman ise tamamen kaybolur. O şimdi kendi içinde kendisi ile barışık durumdadır ve huzur içindedir. Üzüntülerden, sıkıntılardan, korkulardan ve endişelerden kurtulmuştur. Kesintisiz sürur ve neşenin keyfini çıkarmaktadır. 47- NACHİKETHAS Kutsal metinler genç ve erdemli Nachikethas’ın hikâyesini anlatır. Nachikethas’ın babası bir fedakârlık ritüeli olarak çevresindekilere çeşitli hediyeler vermeye başlamıştı. Ama vermek için hep sahip olduğu önemsiz eşyaları hediye olarak seçince oğlu Nachikethas babasını yaptığı bu yanlışlık için uyardı. Bunun üzerine babası ona çok kızdı ve kendisini Ölüm Meleği Azrail'e vereceğini söyledi. Oğlu, babası bir şey söyledi ise bunun yalan olamayacağını bildiğinden ve Azrail’e dua ederek kendisini sunmak istedi. Nachikethas ormana giderek üç gün ve gece boyunca sürekli olarak dua etti. Ama o sırada işleri olan Azrail onun varlığını fark edince çok üzüldü ve onu böyle beklettiği için kendisine üç hediye bahşetmek istedi, beklettiği her gece için bir tane. Nachikethas ilk olarak geri döndüğünde babasının öfkesinin geçmiş olmasını, zihnen sakinleşmiş olmasını ve kendisini evde hoş karşılamasını diledi. İkinci olarak, cennette açlığın ve korkunun olmaması sırrını öğrenmek istedi. Azrail memnuniyetle bu iki isteğini kendisine bahşetti. Azrail bu yeni öğrencisinin derin saygısını, zekâsını ve öğrenme hevesini görünce çok memnun olmuştu. Bundan sonra Nachikethas üçüncü hediyesini istedi. Yeni öğretmenine sordu, “Bazı insanlar ölümün son olmadığını; Ruh/İlahi Öz adı verilen bir varlığın bedenin ve duyuların ötesine geçtiğini söylüyorlar. Bana bu “Öz”ün sırrını anlat.” Azrail bunu vermek için önce direndi ve bu eşsiz bilgiyi elde etmeyi hak ediyor mu diye kendisini imtihan etmeye karar verdi. Kendisine bu bilgi yerine bir yaşam boyu dünyevi zenginlikler ve mutluluklar içinde yaşamak da dâhil olmak üzere birçok çekici hediye teklif etti. Fakat Nachikethas bu geçici ve kısa ömürlü hediyeleri istemiyordu, onları reddetti ve geri çevirdi. “Benim önüme koyduğun bu diğer hediyelerin tümü, bana Öz’ün tek başına bahşedebileceği ebedi kazancı veremezler.” Azrail öğrencisinin bu davranışına çok sevindi ve onun en büyük bilgiyi hak ettiğine karar verdi. 116 48- MUTLU OLUNACAK BİR ŞEY Eğer buzdolabınızda bir miktar yiyecek, sırtınızda bir giyecek, başınızın üstünde bir çatı ve uyuyacak bir yeriniz var ise ...........bu dünyadaki insanların % 75’inden daha zenginsiniz demektir. Eğer bankada ve cüzdanınızda paranız varsa, evde küçük bir kutuda birikmiş bozuk paralarınız varsa.............dünyada zenginlik sıralamasında ilk % 8 içindesiniz. Eğer sabah kalktığınızda bedeninizde hastalıktan daha çok sağlıkla uyanıyorsanız ................ bu hafta sonunda hayatta kalamayacak bir milyon insandan daha çok kutsanmışsınız demektir. Eğer hayatınızda hiç savaş korkusu çekmedinizse, hapiste olmanın yalnızlığını yaşamadınızsa, işkence görmüş olmanın acısını yaşamadınızsa ya da yaşamınız boyunca aç kalmanın karın ağrısını hiç çekmedinizse.................... bu dünyadaki 500 milyon insandan daha öndesiniz demektir. Eğer hayatınızdan bezdirilme korkusu, tutuklanma korkusu, işkence veya ölüm korkusu duymadan bir kilise ayinine veya dini toplantıya katılabiliyorsanız........... dünyadaki 3 milyar insandan daha iyisiniz demektir. Eğer yüzünüzde bir gülümseme ile başınızı dik tutabiliyor ve gerçekten şükredebiliyorsanız............. toplumun çoğunluğundan çok daha mutlusunuz demektir, çünkü onlar şükretmiyorlar. Eğer birisinin elini tutabiliyor, ona sarılabiliyor veya hatta onun omuzuna dokunabiliyorsanız............... kutsanmış bir insansınız, çünkü o dokunuşunuz ile karşınızdakine enerji ve sağlık veriyorsunuz. Eğer bu yazılanları okuyabiliyorsanız, bu dünyadaki 2 milyar insandan çok kutsanmışsınız demektir, çünkü onlar hiç okuma yazma bilmiyorlar. 49- OLAYLAR DIŞARIDAN GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLMAYABİLİR Seyahat eden iki melek geceyi geçirmek için zengin bir ailenin evine geldiler. Aile çok kaba bir aile idi ve iki meleğin konağın misafirhanesinde kalmalarına izin vermediler. Konağın altındaki soğuk bodrum katında yatmalarını istediler. Bodrumda sert yer yatağını yaparlarken, yaşlı melek duvarda bir delik gördü ve hemen deliği onardı. Genç melek neden yaptığını sorunca da, “Olaylar dışarıdan görüldüğü gibi değildir” diye cevap verdi. 117 Sabah olunca yollarına devam eden melekler ertesi gece ise çok fakir ama çok misafirperver yaşlı bir çiftin evine misafir oldular. Yaşlı karı koca sahibi oldukları az miktarda yiyeceği misafirleri ile paylaştıktan sonra kendi yataklarını gece yatmaları için meleklere verdiler. Ertesi sabah güneş doğduğu zaman, melekler yaşlı kadını ve kocasını gözyaşları içinde buldular. Sahibi oldukları ve kendisinden süt sağarak para kazandıkları tek inek o gece ölmüştü. Genç melek artık öfke ile iyice çileden çıktı ve yaşlı meleğe nasıl böyle bir şeye izin verebildiğini sordu. “İlk adamın her şeyi vardı ama sen ona yardım ettin”, diye suçladı. “İkinci çiftin çok az şeyi vardı, fakat böyle olmasına rağmen her şeylerini bizimle paylaştılar ve sen buna rağmen bir tane ineklerinin ölmesine izin verdin.” “Olaylar dışarıdan görüldüğü gibi değildir” diye yaşlı melek cevap verdi. ”Konağın bodrum katında kaldığımız zaman duvardaki deliğin içinde içi altın dolu bir hazine sandığı olduğunu fark ettim. Sahibi öylesine bencil ve açgözlü idi ve sahibi olduğu hiçbir şeyi başkaları ile paylaşmıyordu ki, duvardaki deliği kapatarak onun bu hazineyi bulmasını engelledim.” “Sonra geçen gece çiftçi ailenin yatağında yatarken ölüm meleği Azrail çiftçinin karısını almaya geldi. Ve ben onun yerine kendisine ineği verdim. 50- O KADAR MERHAMETLİ MİSİNİZ? Bilge yemek zamanında kendisine az miktarda yemek verilmesini isterdi ve tabağına konan yemeği son tanesine kadar bitirirdi. Fakat bize hiç bir zaman aynısını yapmamızı söylemezdi, bunun üzerine ben de kendisine sordum, “Efendim,“ dedim, “Eğer biz de tabaklarımızdaki yemeği senin yaptığın gibi böyle sonuna kadar bitirirsek, kediler, köpekler, kuşlar, fareler ve karıncalar açlıktan ölürler.” Bilge yumuşakça cevap verdi: “Evet, eğer siz bu kadar merhametli iseniz, neden onları kendi yemeğinizi yemeden önce beslemiyorsunuz. Onların sizin artıklarınızdan hoşlandıklarını mı zannediyorsunuz?” 118 51- MELEKLERİN KANATLI OLDUKLARI DOĞRU İMİŞ Yıllar önce National Geographic dergisinde bir makale okumuştum. Makalenin başlığında kanatlı bir meleğin resmi vardı. Yellowstone Ulusal Parkında çıkan bir orman yangınından sonra orman bekçileri felaketin boyutlarını öğrenebilmek için ormanın içinde bir tepeye tırmanıyorlardı. Bir bekçi bir ağacın dibine tünemiş iken yangına yakalanan ve yanarak tamamen taşlaşmış bir kuş ölüsü gördü. Bir şekilde, belki de ürkütücü görüntüden rahatsız olduğundan ötürü elindeki sopa ile kuşun ölüsüne şöyle bir dokundu. Nazikçe vurduğu anda kuşun altından cik diye bir ses geldi ve 3 küçük yavru annelerinin taşlaşmış cesedinin altından dışarıya çıktılar. O sevgi dolu anne, yaklaşmakta olan felaketin farkında olduğu halde, yavrularını ağacın alt kısmına götürerek, kanatlarının altına almıştı. İçgüdüsel olarak zehirli dumanın geleceğini tahmin etmişti. Kendisi uçup kurtulabilecekken yavrularını bırakmamayı seçmişti. Alev yaklaştığı ve ısı küçük bedenini yakıp kavurmaya başladığı zaman hiç kıpırdamadan durmuştu. Kendisini feda ederek, kanatlarının altındaki yavrularının yaşamasını sağlamıştı. Meleklerin kanatlı oldukları doğru imiş! 119 52- LOTUS ÇİÇEĞİ GİBİ OL Bilgenin kendisine anlattığı şeyleri dinledikten sonra Arjuna’nın zihninde bir şüphe belirdi. İnsanın, tek bir söz bile etmeden ve herhangi bir şey yapmadan bir köşede oturması daha iyi değil miydi? O zaman huzursuzluğa ve kargaşaya yer kalmayacaktı. İnsan ancak bir şey yaptığı zaman problemler meydan geliyordu ve eğer kişi aktif değilse, o zaman hiç bir problem çıkmıyordu. Bilge salikinin bu düşüncesini hemen sezdi. Merhametlilerin merhametlisi tüm sevgisi ile şöyle dedi, “Hiç bir şey yapmamak imkânsızdır. Herkes bir köşede gözlerini kapatıp oturabilir. Fakat ya zihin?” “Zihin bir yerden bir yere gezinip duracak ve arzu edilemeyen şeyler yapacaktır. Dış görünüş olarak insan gayet masum, hiç bir şey yapmayan birisi olarak görülebilir, fakat insan zihni ile şiddet dolu ve kötülük dolu işler yapabilir. Böyle bir insan gerçekten aldanmaktadır. Kendi kendisini ve içinde yaşadığı toplumu kandırmaktadır.” “Sevgili Arjuna, hiç bir şey yapmamak mümkün değildir. Nefes almak bir eylem değil midir? İnsan eylem yapmadan bir dakika bile yaşayamaz. Fakat eylem yapmanın kendisi de problemler yaratacaktır. Bu ikilemden çıkış yolu nedir? Çözüm şudur.” “Görevlerinizi yerine getirin, aynı zamanda size bir zarar gelmemesini sağlamaya çalışın.” “Peki, bu nasıl gerçekleşebilir? Bir lotus çiçeği gördünüz mü? Suyun içinde yaşadığı halde, hiç bir şekilde suyun kendisini ıslatmasına izin vermez. Başka bir örnek daha var. Jackfruit meyvesini kesip yiyeceğiniz zaman, kesmeden önce meyvenin balmumu elinize yapışmasın diye elinizi yağlarsınız. İşte görevlerinizi yerine getirirken de, yapmanız gereken şey budur. Her şeyi yapabilirsiniz; aynı zamanda ters bir şey olmamasına dikkat edebilirsiniz. Bu nasıl mümkün olabilir? Bunun yöntemi şudur. Çok eski zamanlardan beri bilgeler ve geleceği gören insanlar tarafından öğütlenen şey şudur: Her ne iş yapmaya kalkarsanız kalkın, işe başlamadan önce inandığınız İlahi Varlığı hatırlayın, işi yaparken Allah’ı hatırlayın ve iş bitiminde Allah’ı hatırlayın ve O’na dua edin. “Allahım, ben bu işi yapmak üzereyim. Bu işi en iyi şekilde yapılabilmem ve Seni en çok memnun edebilecek şekilde yapabilmem için bana güç ver! Lütfen bu eylemin sonuçlarını ister iyi ister kötü olsun kabul et.” 120 Bu dua, meyveyi kesemeden önce elinize sürdüğünüz yağ gibidir. Bunu her basit eyleminizden önce uygulayın. İster işte, ister ders çalışırken, ister oyun oynarken veya ister mutfakta çalışırken. Size hiç bir zarar gelmeyecektir. Sadece bu da değil, aynı zamanda büyük mutluluk duyacaksınız. Bakalım bu yöntem nasıl işe yarayabilir? Hoşlanmadığınız bir kişinin size gelerek yardım istediğini farz edelim. Ne hissedersiniz? Pek hoşunuza gitmez herhalde. Diğer yönden çok sevdiğiniz birisi sizden yardım istediğinde mutlu olursunuz değil mi? Bu davranışların her ikisi de doğru değildir. Bize yardım istemek için yaklaşan herkesin içinde İlahi Vasfın var olduğunu idrak etmemiz gerekir. Başka sözlerle, sizden yardım isteyen Tanrı’nın ta kendisidir. Tanrı sizden yardım istediğinde nasıl yanıt verirsiniz, nasıl davranırsınız? Verebileceğiniz en büyük sevgiyi verirsiniz. İşte bu, bütün bilgelerin bize tam olarak öğütlediği şeydir. Karşınızdaki kişiyi memnun edemeseniz de, onun sizin dediğinizi yapmasını sağlayamasanız da, nazik ve tatlı bir şekilde konuşun. Eğer bu davranışı geliştirirseniz, huzura, eşit görüşlülüğe, cesarete ve bunların hepsinin üstünde Tanrı’nın rahmetine kavuşacaksınız. Bu davranışın geliştirilmesi hakiki bilgidir, tüm bilgilerin özüdür. Sizin rolünüz ve üzerinize düşen şey görevlerinizi daima Tanrı’yı hatırlayarak yapmaktır. Bu durumda bilgelik kendisini size gösterecek, kendisini sizin önünüzde apaçık ifşa edecektir. 53- DÜNYANIN ALTINA DÖNÜŞTÜĞÜ GÜN Bir zamanlar yardımseverliği ile ünlü bir kral vardı. İnsanlar onun için “O açlara yiyecek, bilginlere ödül ve asil insanlara onur ve ünvan dağıtır. O, hiç bir zaman vermekten yorulmaz” diyorlardı. Fakat aslında kral vermekten artık yorulmuş ve şöyle düşünmeye başlamıştı, “Bütün yaşamım boyunca ben herkese sadaka verdim ve ödül dağıttım. Bunu sonu yok. Bütün bu insanların hakikaten ihtiyaçları mı var, yoksa yalnızca ben vermeye devam ettiğim için mi bana geliyorlar? Yüzlerinde teşekkür maskesi ile hep aynı insanların bana geldiğini görmüyor muyum?” Epeyce düşündü ve artık vermeyi durdurmaya karar verdi. “Eğer ben vereceksem, hakikaten ihtiyacı olan insanlara vermeliyim ve işe başlamak için yapacağım ilk şey ülkemdeki en fakir insanı bulmak olmalı” diye düşündü ve bakanına emir vererek ülkedeki en fakir insanı bulmalarını istedi. Bakan bir hafta sonra görevini başararak geri döndü, “Efendim, buradan uzak olmayan bir yerde, ormanın içinde küçük bir tepede bu ülkedeki 121 en fakir insan, yani bir dilenci yaşıyor. Başının üzerinde bir çatı yok, bir miktar ağaç kabuğundan başka üzerine giyebileceği bir şeyi yok; ormandan dönerken ormancıların kendisine acıyıp yanına bıraktıkları biraz meyve dışında da yiyebileceği bir şey yok.” Kral, “Öyle mi? Benim ülkemde böyle biri mi var? Benim onu görmem lazım!” dedi ve ormana gidip tepeye tırmandı. Dilenci halen orada gözleri kapalı bir şekilde oturuyordu. Kral uzun bir zaman gözlerini açması için bekledi. Dilenci gözlerini açtığı zaman ona hemen şöyle dedi, “Ben bu ülkenin kralıyım. Senin yaşadığın bu acıklı durumu gördüm ve çok üzüldüm. Senin iyi giyinmeni istiyorum. Söyle bana sana ne verelim. Ceket mi, pantolon mu, ayakkabı mı?” Dilenci gülümsedi ama bir şey demedi. Kral devam etti, “Sana bir ev yaptırmak istiyorum. Nasıl bir ev istiyorsun bana söyle!” Dilenci yine gülümsedi ama sessiz kalmaya devam etti. Kral yine devam etti ve “Sana her gün yiyecek getirmelerini sağlayacağım. Hangi yiyecekleri istiyorsun, bana söyle” dedi. Dilenci yine gülümseyip sessiz kalınca kral sabrını yitirdi ve “Sana yalvarıyorum, lütfen konuş!” dedi. Yavaşça ve tatlı bir sesle dilenci şöyle dedi, “Sevgili kralım, siz yanılıyorsunuz. Ben bu ülkedeki en fakir insan değilim. Bu ülkede benden daha fakir bir insan daha var. Sonra ben fakir görünüyorum ama aslında çok zenginim, ben istesem dünyayı altına çevirebilirim.” Kral bir süre şaşkınlıkla durakladı, sonra, “Lütfen bana senden daha fakir kim var söyler misin? Ve ayrıca lütfen bu dünyayı altına çevirebilme sırrını açıklar mısın?” diye sordu. Dilenci cevap verdi, “Bunları bilebilmek için belirli bir disipline girmeniz lazım.” Kral, “Tabi, ne gerekiyorsa yapmaya hazırım” dedi heyecanla. “Bir yıl boyunca, her gün güneş doğmadan ve güneş batmadan bir süre önce buraya gelmelisin ve benimle biraz zaman geçirmelisin” diye dilenci cevap verdi. “Yaparım” diye kral hevesle cevap verdi ve dilenciye eğilerek selam verdi. Kral sonra hiç aksatmadan günde 2 defa onun olduğu yere gelmeye başladı. Dilenci pek nadiren bir şey söylüyordu, ama tatlı gülümsemesi ile krala olan şefkatini belli ediyordu. İlk haftalar, kral için bu disiplin uyulması biraz zor bir deneyimdi. Fakat kısa zaman sonra krallık dairesinde geçirdiği sıkıntılı ve tekdüze saatlerden sonra, diplomatlarla, dalkavuklarla ve tatmin olmayan insanlarla boğuştuktan sonra bu geçirdiği zaman kendisine büyük bir hediye gibi gelmeye başladı. Bir kaç ay sonra dilenciye 122 yaptığı ziyaretlerden o kadar zevk almaya başlamıştı ki ormana gitmek için alacakaranlıkları iple çeker olmuştu. Dağdaki sessizlik, güneşin doğuşu ve batışı ile renkten renge bürünen çevre, özgürlük hissi vererek kendisini kucaklayan tatlı esinti, ormandaki kuşların söyledikleri şarkılar ve hepsinden çok dilencinin sessiz, ama buna mukabil büyük varlığı, kralı başka bir adam haline getirmişti. Orada her gün geçirdiği bir miktar süre, kendisinin gündelik ve rutin yaptığı işleri huzurla yapmasını sağlamıştı. Kral bir yılın geçtiğini anlayamadı bile. Ve hatta aradan bir kaç yılın geçtiğini fark edemedi. Üçüncü yılın sonunda birdenbire dilenci krala sordu, “Efendim, sizin öğrenmek istediğiniz iki şeyi cevaplamayı unuttuk galiba. Hani benden daha fakir olan kişiyi ve dünyayı altına dönüştürebilme sırrını arıyordunuz. Bunların cevabını öğrenmek istemiyor musunuz?” Kral gülümsedi ve şöyle ve cevap verdiş, “Fakat ben bunların cevabını öğrendim bile. Daha fakir olan kişi bendim, çünkü daha fazla altına sahip olmak istiyordum ve bu yüzden dünyayı altına çevirebilme sırrını öğrenebilmek için yalvarıyordum. Burada otururken güneşin doğuşunda ve batışında tabiatın muhteşemliğine ve mucizesine bakarken, cennetin ışıkları elmasın içinden geçmişçesine farklı renklerde dünyaya serpilip düşerken- hepsi Tanrı’nın yarattığı şekilde- bütün bunlar bana altından binlerce kez daha güzel ve çekici gözüktü.” O zaman dilenci gülümsedi ve “Efendim, siz işin sırrını çözmüşsünüz. Ve işte bu yüzden de siz asıl içinizi altına çevirdiniz” diye cevap verdi. 54- İNSAN GERÇEKTEN TANRI’YI GÖREBİLİR Mİ? Küçük bir oğlan çocuk kendisinden biraz daha büyük kız kardeşinin yanına giderek şöyle sordu, “Susie, insan hiç gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?” O sırada başka şeylerle meşgul olan Susie hemen kısa kesti, “Tabii ki hayır, akılsız! Tanrı yukarıda, yükseklerde cennettedir ve hiç kimse onu göremez.” Aradan biraz zaman geçti, fakat bu soru hala aklında takılı kaldı. Bu sefer annesine giderek sordu, “Anneciğim, bir insan gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?” 123 “Hayır, pek sayılmaz” diye annesi yumuşak bir şekilde cevapladı. “Tanrı bir ruhtur ve O bizim kalplerimizde ikamet etmektedir, ama biz hiç birimiz O’nu gerçekten göremeyiz.” Bu cevapla biraz tatmin olmuş bir vaziyette, fakat yine de merak ederek küçük oğlan yoluna gitti. Aradan çok fazla zaman geçmeden küçük çocuk, yaşlı ve bilge büyükbabası ile birlikte bir sandal ile balığa çıktı. Çok güzel bir gündü ve birlikte çok iyi vakit geçirdiler. Günün sonunda güneş her zamankinden daha görkemli ve muhteşem bir şekilde batıyordu. Yaşlı adam balık tutmayı bıraktı ve tüm dikkatini önünde sergilenen ve açılmakta olan o muhteşem güzelliğe verdi. Küçük çocuk bu muhteşem ve sürekli değişen güneş batımını seyretmekte olan dedesinin yüzündeki o derin huzur ve tatmin olma ifadesini gördü. Bir an düşündü ve tereddüt etmesine karşın yine de sorusunu sordu, “Dede, ben aslında başka kimseye sormayacaktım, fakat merak ediyorum, uzun zamandan beri merak ettiğim sorunun cevabını bana verebilir misin? Bir insan gerçekten Tanrı’yı görebilir mi?” Yaşlı adam başını bile çevirmedi. Konuşana kadar uzun bir müddet geçti. Sonunda yavaşça, “Ah oğlum” dedi, “Öyle oluyor ki, ben O’ndan başka hiç bir şey göremiyorum.” 55- BİR İNSAN OLABİLME KURALI 1- Bir Beden Edineceksin. Sevebilirsin ya da sevmeyebilirsin, bu beden tüm süreç boyunca senin olacaktır. 2- Dersler Öğreneceksin. Yaşam adı verilen ve tüm gün süren resmi olmayan bu okula giden bir öğrencisindir. Bu derslerden hoşlanabilir veya bunları anlamsız ve hatta aptalca bulabilirsin. 3- Burada Hata Yoktur, Yalnızca Ders Almak Vardır. Büyümek, bir deneme ve yanılma sürecidir, bir deneydir. ‘Başarısız’ deneyler de en az ‘başarılı’ deneyler kadar bu sürecin parçalarıdırlar ve önemlidirler. 4- Bir Ders, Öğrenilene Dek Tekrar Edilecektir. Sen onu öğrenene kadar, ders sana çeşitli şekillerde gösterilecektir. Bir kere öğrendiğin zaman, artık sonraki derse geçebilirsin. 124 5- Öğrenilen Dersler Bitmeyecektir. Yaşamın hiç bir bölümü yoktur ki, içinde dersler ihtiva etmesin. Eğer yaşıyorsan öğrenilecek dersler var demektir. 6- “Orası”, “Burası”’ndan Daha İyi Değildir. Senin ‘orası’ olarak gördüğün yer, senin için ‘burası’ olduğunda, senin ‘burası’ olarak gördüğünden daha güzel gözüken yeni bir ‘orası’ olacaktır. 7- Başkaları, Senin Bir Yansımandan Başka Bir Şey Değildir. Başka bir insanda sevdiğin veya nefret ettiğin/hoşlanmadığın bir taraf, senin kendinde gördüğün iyi veya kötü tarafların yansımalarından başka bir şey değildir. 8- Yaşamınla Ne Yapacağın Sana Kalmıştır. İhtiyacın olan bütün aletlere ve bütün kaynaklara sahipsin. Onlarla ne yaptığın sana bağlıdır. Seçim senindir. 9- Yaşam’ın Sorduğu Soruların Cevapları Senin İçinde Gizlidir. Tek ihtiyacın olan şey içine bakmak, dinlemek ve kendine inanmaktır. 10- Bütün Bunların Hepsini Unutacaksın. 56- MERHAMET GÖZLERDE GİZLİDİR Yıllar önce Kuzey Virginia’da soğuk bir akşamüzeri idi. Yaşlı bir adam kendisini nehrin karşı kıyısına geçirecek bir atlı bekliyordu. Adamın soğuk kış rüzgârı yüzünden bıyığı bile donmuştu. Bitmek bilmeyen bir süre bekledi. Tüm bedeni kuzey rüzgârının soğuğundan artık uyuşmuş ve kaskatı kesilmişti. Donmuş zemin üzerinde kendisine doğru dörtnala yaklaşmakta olan atlıların sesini duydu. Atlılar az ilerdeki virajı dönerlerken, yaşlı adam da tedirgin bir şekilde onları izliyordu. Birinci atlı yanından geçerken onun dikkatini çekmek için bir hareket yapmadı. Sonra bir başkası daha geçti ve sonra bir başkası daha. En sonunda, en sonuncu atlı yaşlı adamın kardan bir heykel gibi oturduğu yere doğru yaklaştı. Bu sonuncu atlı yaklaşınca, yaşlı adam, atlı adamın bakışlarını yakaladı ve sordu, “Sayın Efendim, yaşlı bir adamı nehrin öbür yakasına geçirebilir misiniz acaba? Yayan olarak geçilebilecek bir yer gözükmüyor da!” Atının dizginlerini çeken atlı hemen cevap verdi, “Tabii ki, atla arkaya!” Yaşlı adamın donmuş bedenini yerden kaldıramadığını görünce de, atlı adam hemen atından indi ve yaşlı adamın atın arkasına binmesine yardım etti. Atlı adam, yaşlı adamı yalnız nehri geçirmekle kalmadı, bir kaç mil uzakta gideceği yere kadar da götürdü. 125 Küçük, fakat sevimli kulübeye yaklaştıklarında atlı adam merakını yenemeyerek yaşlı adama sordu. “Sayın beyefendi, ben fark ettim ki siz önde giden atlılara en ufak bir işaret bile yapmadan geçip gitmelerine izin verdiniz. Bu buz gibi soğuk kış gecesinde neden bekleyip sonuncu atlıya sordunuz merak ettim. Ya ben de reddedip sizi orada bıraksa idim?” Yaşlı adam yavaşça attan aşağıya indi, atlı adamın gözlerinin içine doğru baktı ve cevap verdi, “Sevgili oğlum, benim epeyce bir hayat tecrübem var ve insanları iyi tanıdığımı zannediyorum” Ve sonra da devam etti. “Ben öbür atlıların gözlerinin içine baktım ve onların benim durumuma aldırış bile etmediklerini gördüm. Onlara karşı tarafa geçirmeleri için rica etmek faydasız olacaktı. Fakat sizin gözlerinize baktığımda, şefkat ve merhamet gördüm. Biliyorum ki ne olursa olsun, kibar ve yumuşak bir ruh benim ihtiyacım olduğu zaman bana yardım edebilme fırsatını kaçırmayacaktı.” İnsanın içini ısıtan bu cevap atlı adamı derinden etkilemişti. “Bana söylemiş olduğunuz bu sözler için size müteşekkirim” diye cevap verdi. “İnşallah bundan sonraki görevlerimde ve işlerimde, başkalarının ihtiyaçlarına aynı yumuşaklıkla ve merhamet duygusuyla yanıt vermeyecek kadar meşgul olmam.” Bunları söyleyerek Thomas Jefferson atının başını çevirdi ve Beyaz Saray’a doğru yoluna devam etti. Ağırbaşlılık ve alçakgönüllülük, merhamet duygusunun temelidirler. 57- BENİM BOĞAM, SENİN BOĞAN Bir zamanlar köyün birinde, fakir bir köylünün boğası ile zengin ağanın boğası arazide karşı karşıya geldiler. Boğaların arasındaki kavga sonucu fakir adamın boğası zengin adamın boğasını öldürdü. Zavallı fakir adam zengin ağanın kendisini cezalandıracağını düşünerek korkuya kapıldı. Korkudan titrer bir vaziyette zengin ağanın yanına koşarak gitti ve endişeli bir vaziyette ve korku içinde, ”Efendim” dedi, “Sizin boğanız benim boğamı öldürdü.” Zengin ağa sakin bir şekilde gülümseyerek cevap verdi, “Ey köylü, ileri derecede eğitilmiş kişiler, krallar ve zekâ dolu diğer insanlar bile birbirlerini öldürdüklerine göre, aptal bir hayvan olan boğanın başka bir boğayı öldürmesi neden tuhaf bir şey olsun ki? Bu gayet doğaldır. Kuvvetli olan boğa diğerini yener.” 126 Tam o sırada zavallı fakir adam yaptığı hatayı ve dil sürçmesini fark etti ve heyecanla, “Efendim, beni affedin. Ben bir hata yaptım ve ters söyledim. Benim boğam, sizin boğanızı öldürdü.” Bunun üzerine ağa öfkeyle ayağa kalktı ve bağırmaya başladı, “Ey, şaşkın adam! Neden boğana hâkim olmuyorsun? Mutlaka sen kendi boğanı kışkırttın ve o da benim boğamı öldürdü. Sen suçlusun.” Ağa adamlarına bu zavallı adama 10.000.- $ ceza ödetmelerini ve eğer parası yoksa da on kez kırbaçlamalarını emretti. Aynı olay, iki farklı yargı! İnsan lehine de, aleyhine de olsa verdiği hükümde tarafsız olmalıdır. 58- İŞARET DİLİ Eğer konuşulan lisanı biliyorsanız, söylenen sözü anlayabiliriz. Eğer karşımızdaki insanın zihin durumunu biliyorsak onun konuşmadan yaptığı el kol hareketlerini anlayabiliriz. Eski zamanlarda işaret yapma sanatı ve bu şekilde düşüncelerini karşısındakilere aktarabilme kabiliyeti özel bir bilim olarak görülürdü ve Mudra Sastra olarak adlandırılırdı. O zamanlar ülkenin birinde bir kral bütün sanat dallarını destekliyordu. Birçok şair, müzisyen, sanatçı ve bilgin, kralın huzurundan eksik olmazlardı ve kral da onlarla birlikte katıldığı seminerler, tartışma programları ve konferanslar ile ünlenmişti. Komşu ülkede de Mudra Sastra konusunda uzman bir bilgin vardı. Bu bilimde ileri gitmiş büyük bir bilgindi. Kendi konusunda karşısına çıkan herkesi yapılan tartışmalarda yeniyordu. Korkudan hiç kimse onun karşısına çıkamıyordu. Bir gün Mudra Sastra uzmanı bu bilgin bizim krala bir haber gönderdi ve kendisinin huzuruna geleceğini ve huzurundaki diğer bilginlerle Mudra Sastra konusunda tartışma yapacağını söyledi. Eğer onlar başarılı olurlarsa sahip olduğu bütün ünvanları onlara bırakacakağını söyledi. Ama eğer kendisi kazanırsa kral ve diğer bütün bilginler kendisini en büyük bilgin olarak ilan edeceklerdi. Kralın huzurunda bulunan bilginler arasında her türlü daldan bilgin vardı, ama Mudra Sastra konusunda bir tek bilgin bile yoktu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kral da yenilgiyi kabul etmek istemiyordu, çünkü saray bilginleri büyük şöhret kazanmışlardı. Kral bunu kaybetmek istemiyordu. Böylece bütün bilginleri huzuruna çağırarak bir toplantı 127 düzenledi ve bu çıkmazdan nasıl çıkabileceklerini araştırdılar. Herkes endişeli idi ve hiç kimse ne yapılabileceğini bilmiyordu. En sonunda kurnaz bir bilgin bir öneri sundu. “Sayın kralım” dedi, “Ne kadar denersek deneyelim biz Mudra bilgininin karşına çıkıp onu yenemeyiz. Bu yüzden gelin onu bir numara yaparak yenelim. Halkın arasından zeki bir adamı bir bilgin kılığında giydirelim ve Mudra bilgininin karşısına çıkaralım. Kim bilir belki adam kurnazlığı ile tartışmayı kazanabilir. O yenilse bile biz bir şey kaybetmiş sayılmayız.” Herkes bu öneriyi kabul etti ve kral da bunu denemeye karar verdi. Bu iş için yaşlı ve zeki bir çoban buldular. Gayet güzel bir şekilde aynı bir bilgin gibi giydirdiler. Adamın uzun boyu ve dik vücudu da saygınlığına ve içinde bulunduğu rütbeye çok şey katıyordu. Mudra Sastra bilgini kralın huzuruna geldi ve büyük saygı ile karşılandıktan sonra sahte bilginin karşısına çıkarıldı. Kral kendisine, “Ey bilge kişi, lütfen tartışmalarınızı bizim bilginimiz ile yapın. Sizin koşullarınızı kabul ediyoruz. Eğer siz kazanırsanız sizi en büyük bilgin olarak ilan edeceğiz; ama eğer bizim bilginimiz kazanırsa siz bütün unvanlarınızı ona devredeceksiniz” dedi. İki bilgin karşılıklı olarak oturdular ve tartışmaya başladılar. Kral ve çevresindekiler merakla izlemeye başladılar. Mudra Sastra bilgini elini kaldırdı ve bir parmağını gösterdi. Çobanın bir gözü kördü. Tek gözü ile bir müddet sert sert baktı ve sonra yavaşça elini kaldırıp iki parmağını gösterdi. Mudra bilgininin yüzünde beğendiğini gösteren bir gülümseme belirdi. Sonra da yine elini kaldırdı ve bu sefer üç parmağını gösterdi. Çoban bu sefer tereddüt etmedi. Bütün parmaklarını sıkarak ona yumruğunu gösterdi. Mudra bilgini hemen ayağa kalktı ve çobanın ayağına kapanarak ona büyük saygı gösterdi. Sonra sahip olduğu bütün unvanları ona teslim ederek yüksek sesle bu yaşlı bilginin bilgeliğini ve derin bilgisini övdü. Sonra da kraldan izin isteyerek oradan ayrıldı. Bütün herkes şaşkınlık içindeydi. Hiç kimse hiç bir şey anlayamıyordu. Saraydaki gerçek bilginler Mudra bilginini takip ederek ona işin mahiyetini sordular, “Efendim, tartışmanızın ne olduğunu öğrenebilir miyiz? Biz bu bilimi bilmediğimiz için anlayamadık. Lütfen bize açıklayabilir misiniz?” Mudra bilgini hala kendinden geçmiş bir halde idi. Saraydaki bilgini yine överek, “Aman Allahım, o ne büyük bir bilgin. Bu bilimde böyle ileri gitmiş birisi ile daha önce hiç karşılaşmamıştım. O bir filozof” diye cevap verdi. “Önce ben bir parmağımı gösterdim ve Tanrı Bir’dir dedim. Sizin bilgininiz bana iki parmağını göstererek Tanrı’nın iki veçhesi 128 olduğunu söyledi, yani Cüzi İrade ve Külli İrade. Sonra ben üç parmağımı gösterdim ve İlahi Sistemdeki Üçlülük Prensibini işaret ettim” “Bunun üzerine büyük bilgin parmaklarını birleştirdi ve yumruğunu göstererek, bu üçünün de hakikatte bir olduklarını söyledi ve ne kadar büyük bir bilge olduğunu ispat etti!” diye sözlerini bitirdi. Bilginler bundan çok hoşlandılar. Mudra bilgininden ayrılarak geriye kralın olduğu yere döndüler ve duyduklarını anlattılar. Bu tartışmadan çobanın ne anladığını merak ediyorlardı. Çoban gösterdiği bu büyük başarı ile yalnız kralın maiyetinin onurunu korumakla kalmamış aynı zamanda kraldan oldukça büyük bir ödül kazanmıştı. Böylece kendisine tartışmada ne olduğu sorulunca da büyük bir hevesle cevap verdi, “Sevgili üstatlar, bu Mudra bilgini çok kaba bir adamdı ve bana hakaret etti. Fakat aslında da korkağın birisiymiş.” “Önce bir parmağını kaldırdı ve benim bir tek gözümle alay etti. Ben hemen iki parmağımı gösterdim ve benim tek gözümün iki gözden daha iyi olduğunu söyledim.” “Fakat o bununla kalmadı ve bana tekrar hakaret ederek ikimizin beraber üç gözümüz olduğunu ima etmek istedi. Ben de onun bu kabalığına kızdım ve ona yumruğumu gösterdim ve eğer devam ederse yumruğumla burnunu kıracağımı söylemek istedim.” “Tabi sonra bu korkak adam korktu ve ayaklarıma kapandı.” Kral ve bilginler bunun üzerine büyük bir kahkaha kopardılar ve bu tartışmaya böyle akıllı bir bilgin çağırdıkları için çok şanslı olduklarını söylediler. Yüce varlığı idrak etmiş olan bilge kişilerin davranışları ve sözleri hepsi birer Mudra’dır, fakat insan kendi zayıflığı ile bunları yanlış anlamaktadır. Yine de, Tanrı’nın Rahmeti ile her şey neşe ve mutluluk ile sona erer! 59- AYAKKABILAR Günün birinde trene binerken Gandhi’nin ayakkabılarından bir tanesi ayağından kayarak çıkmış ve trenin raylarının arasına düşmüştü. Tren hemen hareket etmeye başladığı için de ayakkabısını alamadı. Yanındaki arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında Gandhi yavaşça ayakkabısının diğer tekini de ayağından çıkardı ve rayların yanına ilk tekinin olduğu yere doğru fırlattı. Yolculardan biri neden böyle yaptığını sorunca Gandhi gülümseyerek şöyle cevap verdi, “Rayların arasında ayakkabının birinci tekini bulacak olan zavallı adamın şimdi kullanabileceği bir ayakkabısı var” diye cevap verdi. 129 60- TANRI NEREDEDİR İmparator Hadrian, hocası bilge Joshua’ya şöyle sordu, “Sen Tanrı’dan bahsediyorsun. Peki, ama Tanrı nerededir? Eğer Tanrı varsa, O’nu bana gösterir misin?” “Bu imkânsızdır,” diye hocası cevap verdi. Fakat imparator ısrar etti, “Ben O’nu göremiyorsam, o zaman O’na nasıl inanabilirim?” Bunun üzerine bilge öğretmen onu dışarıya çıkardı. Çok sıcak bir yaz günüydü. İmparatora “Güneşe doğru bak!” dedi. İmparator, “Bakamıyorum”, diye cevap verdi. Bilge de o zaman, “Sen daha Tanrı’nın bir hizmetkârı olan güneşe bile bakamıyorsun, Tanrı’nın kendisine nasıl bakacaksın?” 61- İSKENDER’İN CEVABI Sokrates’in (M.Ö 5. Yüzyılda yaşamış olan en ünlü Yunan Filozof) öğretisinin esası “Kendini Bil!” idi. Ölümünden sonra, öğrencisi Plato onun yaptıklarını devam ettirdi ve Plato’dan sonra da Aristoteles. Makedonya’nın kralı olan İskender(Alexander), Aristoteles’in öğrencisi idi. İskender, Hindistan’ı fetih seferine çıkmadan önce Aristo ona Bharat’a(Hindistan’ın diğer ismi) gittiği zaman onunla savaşmamasını, ona saygı göstermesini söyledi, çünkü Bharat manevi yaşamın doğduğu yer idi. Bharat’tan beş değerli hediye getirmesini istedi. Bunlar kutsal Bharat ülkesinin toprağı, kutsal Ganj(Ganges) nehrinin suyu, iki kutsal kitap Bhagawad Gita ve Bhagawatam ve son olarak eğer mümkünse bir Sanyasi(bilge). Büyük İskender Yunanistan’dan Hindistan’a kadar yolda birçok ülkelerin ordularını yendi ve istila etti. Bharat’ta bir bilgeye rastladı. Bilge ölümden korkmuyordu ve kendisini öldürme tehdidinde bulunan askerlerin aptallığına bakıp gülüyordu. İskender o anda öğretmeninin sözlerini hatırladı. Kalbi transforme olmuştu. Bilgelerin ve kutsal din adamlarının yanında Hindistan’da beş yıl yaşadı. Dönüşünde Aristoteles’in kendisinden istediği hediyeleri aldı. Maalesef İskender anavatanına geri dönemedi. İskender’in yanına aldığı Sanyasi(bilge), İskender’i eğitme görevini tamamladı ve bedenini terk ederek öbür âleme intikal etti. Bedenini terk etmeden önce de İskender’e kendisi ile Babil’de görüşeceğini söyledi. 130 İskender Babil’de çok hastalandı. Sonunun yakın olduğunu biliyordu. Yakınındakilere kendisi öldükten sonra cenaze töreninde bedenini taşırlarken üzerini örtmelerini ama ellerini tabutun iki yanından dışarıya çıkarmalarını ve avuçlarını da yukarı gelecek şekilde çevirmelerini istedi. Nedeni sorulunca da “İnsanlar, Büyük İskender’in, yani bütün Dünya’yı fetheden bu büyük kralın bu dünyayı böyle elleri bomboş terk ettiğini görsünler” diye cevap verdi. Onun insanlara en son mesajı bu idi. 62- BİR KUŞ AVCISI VE BİR YILAN Sabrı ve sakin tabiatıyla çevresinde tanınan Gautami adında yaşlı bir kadın vardı. Günün birinde yaşlı kadın oğlunu yerde ölmüş yatarken buldu. Çocuğu bir yılan sokmuştu. Biraz sonra Arjunaka isminde bir kuş avcısı o yılanı yakalamış ve bir iple bağlamış bir vaziyette Gautami’ye getirdi ve şöyle dedi. “Bu kötü yılan senin oğlunu sokarak ölümüne neden oldu. Ey mübarek kadın, bu sefil yaratığı nasıl yok edeceğimi bana söyle! Onu ateşin içine mi atayım, yoksa kesip parçalara mı ayırayım. Bu rezil hayvan daha fazla yaşamayı hak etmiyor.” Gautami şöyle cevap verdi, ”Ey Arjunaka! Bu yılanı lütfen serbest bırak. O senin ellerinden ölmeyi hak etmiyor. Onu öldürürsen benim oğlum yaşama dönmeyecek ve onu serbest bırakmak ise sana hiç bir zarar getirmeyecek. Bu canlı hayvanı öldürerek kim ölümün sonsuz diyarlarının ötesine geçebilir ki? Aynı bir geminin okyanusu geçmesi gibi erdemli yaşayan ve değerleri uygulayan kişiler kendilerini hafifletirler ve yaşam denizini geçebilirler. Buna karşın günah işleyerek kendilerini ağırlaştıranlar ise aynı bir taş parçası gibi batarak okyanusun dibine giderler.” Kuş avcısı, “Evet biliyorum, ama ey sen doğru ve yanlışın arasındaki farkı bilmesi gereken kadın, büyük insanlar hayvanların başına bir dert geldiği zaman üzülürler biliyorsun. Zihninin daima huzur içinde olmasına önem verenler her şeyi, her olayı zamanın akışına bağlarlar ve zamanın akışı ile izah ederler, fakat bu bilgilere sahip olmayan diğer normal insanlar ise acılarını intikam alarak hafifletmeye gayret ederler. Sen de ey mübarek kadın, senin çektiğin acının bu yılanın yok olarak azalmasına izin ver!” Gautami, “Bizim gibi insanlar oğullarının ölmesi gibi benzeri felaketlerden etkilenmez ve kedere düşmezler. İyi insanlar daima erdemli ve faziletli davranırlar, çocuğun ölümü önceden kaderinde vardı, ben bu yüzden bu yılanı yok etmeni onaylayamam. Gerçek inanç içinde olan insanlar hiç bir zaman kin beslemezler, çünkü 131 kin insanı acıya götürür. Bu yüzden ey sen iyi insan, merhamet et de bu yılanı affet ve serbest bırak!” Kuş avcısı, “Bırak da bu işten büyük sevap kazanalım. Nasıl bir insan kurban kesilen sunakta hayvan kurban ederek sevaba girer ve bu sevabın bir kısmını da kurban edilenin kendisine ihsan ederse, bırak biz de sevap kazanalım. İnsan bir düşmanı öldürerek sevap kazanır; bu aşağılık yaratığı öldürterek sen büyük sevap kazanacaksın.” Gautami, “Bir düşmanı öldürmenin ve ona işkence ederek acı çektirmenin neresi iyi bir davranış? Asıl ele geçirdiğin bir düşmanı serbest bırakmak bir iyilik sayılabilir. Bu yüzden ey sen merhametli ve iyi kalpli insan, neden bu yılanı affetmiyor ve onu serbest bırakarak sevap kazanmıyorsun?” Kuş avcısı, “Birçok hayvanın bu yılanın kötülüğünden korunması lazım! Faziletli insanlar bunun gibilerin yok edilmesi ile kötüyü de uzaklaştırırlar. Bu yüzden benim bu kötü hayvanı öldürmeme izin ver!” Gautami, “Ey kuş avcısı, bu yılanı öldürerek benim oğlumun yaşama dönmesini sağlayamayız, ayrıca ben onun ölümü ile elde edilebilecek başka bir netice de göremiyorum. Bu yüzden ey kuş avcısı, bu hayvanı serbest bırak. O bu dünyaya bizim irademizle gelmedi, ne de bizim çektiğimiz acı sayesinde bu dünyada yaşıyor, bizim onu öldürmeye hakkımız yok.” Kuş avcısı, “Ama onun da senin oğlunu öldürmeye hakkı yoktu, ey kutsal anne!” Gautami, “Benim çocuğumun ölümü önceden mukadder kılınan bir olaydı, bu bir kaderdi, Taktir-i İlahi idi ve bu yılan yalnızca bu olayı gerçekleştiren bir enstrümandı. Hatta bu yılanın benim çocuğumun ölümünden tek başına sorumlu olduğunu kabul etsek bile, böyle bir günah işlemekle biz de aynı şeyi yapmış olmaz mıyız? Böyle bir şeye hakkımız var mı? Diyelim ki o cahilliğinden ötürü bir hata yaptı. Bizim onu öldürmemiz ise bir hatadan çok daha büyük olur, bilerek ve arzu ederek işlenmiş büyük bir günah olur.” Kuş avcısı tarafından yılanı öldürmesi için böyle defalarca tahrik edilmesine rağmen, kutsal insan Gautami günahkâr eyleme izin de vermedi, onay da vermedi. Yılan bir iple canını acıtacak şekilde bağlanmıştı. Sükûnetini korumaya çalışarak biraz iç çekti ve insan sesi ile yavaşça şunları söyledi, ”Ey saf Arjunaka, bu olayda benim ne suçum var? Benim kendime ait bir iradem yok ve bağımsız değilim. Ölüm Meleği Mrityu beni bu işe gönderdi. Onun direktifi ile ben bu çocuğu ısırdım, herhangi bir öfke yüzünden veya benim kendi isteğimle değil. Bu yüzden eğer bu işte bir günah varsa bu günah ona aittir.” 132 Kuş avcısı şöyle cevap verdi: “Eğer sen bu günahı başka birisinin kışkırtması ile işlediysen bile bu senin de günahın sayılır, sen de bu eylemde bir enstrümandın. Aynı topraktan bir tas yapımında olduğu gibi, çömlekçinin tekerleği, çubuğu ve diğer döndüren şeyler eyleme sebep olanlar olarak görülürse, sen de ey yılan bu olayın müsebbibisin.” Yılan şöyle dedi: “Çömlekçinin tekerleği, çubuğu ve diğer döndüren şeyler kendiliklerinden buna sebebiyet vermezler, aynı şekilde benim de bu işte bir hatam yok, herhangi bir günah işlemedim, ben suçsuzum! Ama eğer sen bu işte bir günah olduğunu düşünüyorsan, bu günah olaylara sebep olan şeylere aittir.” Kuş avcısı: “Ey en yaşamayı hak etmeyen varlık, aptal şey, ne diye bu kadar şey söylüyorsun? Ey sefil yılan, sen benim ellerimden ölmeyi hak ediyorsun.” Yılan: “Ey kuş avcısı, bir kurban etme töreninde ayini yöneten rahipler nasıl meydana gelen sevaptan bir şey elde etmiyorlarsa, bu olayın bu şekilde sonuçlanmasında ben de aynı şekilde göz önüne alınmalıyım” Mrityu(Ölüm Meleği) tarafından yönlendirilen yılan bu şekilde konuşunca bu sefer Mrityu’nun kendisi orada belirdi ve yılana hitap ederek şöyle dedi: “Kala, yani Zaman tarafından yönlendirilen ve idare edilen ben, seni bu işe yolladım. Bu yüzden ne sen ve ne de ben bu çocuğun ölümünden sorumlu değiliz. Nasıl ki bulutlar oradan oraya rüzgâr tarafından sürüklenirler, ben de Kala(Zaman) tarafından yönetilirim. Saflık, Hırs/İhtiras ve Tembellik/Atıllık’a ait olan bütün etkiler Kala’dan(zamandan) kaynaklanırlar ve bütün canlı varlıklar üzerinde etkili olurlar. Bütün evren Kala’nın(zamanın) işte bu etkisi ile doldurulmuştur. Güneş, ay, su, rüzgâr, ateş, gökyüzü, toprak, nehirler ve okyanuslar ve var olan ve olmayan bütün varlıklar Kala(Zaman) tarafından yaratılır ve yok edilirler. Ey yılan, hem bütün bunları biliyorsun ve hem de beni suçluyorsun. Eğer bu işte bana ait bir suç varsa, sen de aynı şekilde suçlusun demektir.” Yılan şöyle cevapladı, “Ey Mrityu(Ölüm Meleği), ben seni suçlamıyorum. Ben sadece senin tarafından idare edildiğimi ve yönlendirildiğimi iddia ediyorum. Kala’nın suçunun olup olmadığını söylemek durumunda olan kişi ben değilim.” Sonra da kuş avsına dönerek şöyle hitap etti, “Mrityu’nun ne dediğini işittin. Bu yüzden artık beni bu iple bağlayarak bana işkence etmen ve zulüm etmen senin için doğru olmaz, çünkü ben suçsuzum.” Kuş avcısı şöyle yanıtladı: “Ben hem seni ve hem de Mrityu’yu dinledim. Siz ikiniz de çocuğun ölümünden sorumlusunuz, bu ölümün araçlarısınız. İyi insanlara keder verip onları üzüntülere boğan o kötü ve kinci Mrityu’ya lanet olsun. Ben seni öldüreceğim, çünkü sen günahkârsın ve günah dolu eylemler yapıyorsun.” 133 Mrityu(Ölüm Meleği) şöyle dedi, “Biz ikimiz de kendi başına buyruk failler değiliz; biz Kala’ya bağlıyız ve üzerimize düşen görevleri yapıyoruz. Sen bizim yaptığımız işte bizde bir suç bulma. Sen bu olayı şöyle bütünüyle bir analiz et, bak bakalım bizim yaptığımız işte bizde bir suç bulabilecek misin?” Mrityu bunları söyler söylemez, Kala’nın (Zamanın) kendisi o sahnede belirdi ve orada bulunanlara seslendi, ”Ne Mrityu, ne yılan ve ne de ben herhangi bir canlının ölümünden dolayı suçlu değiliz. Bizler yalnızca vasıtalarız. Asıl gerçek sebep o varlığın geçmişteki Karmasıdır(kaderidir). Burada bu çocuk yalnızca geçmiş Karmasının neticesi ile bu şekilde vefat etti. İnsanlar nasıl bir çamur/kil parçasından canları ne istiyorsa onu yapıyorlarsa, aynı şekilde insanların kendileri de Karma tarafından kendileri için biçilmiş neticelere katlanıyorlar. Nasıl ışık ve gölge birbirleri ile ilişkili iseler, insanların davranışlarının yarattığı sebep ve sonuç ile Karma da öylesine birbirlerine bağlıdırlar. Bu yüzden burada, çocuğun ölümüne sebebiyet veren hiç kimse yok, o kendisi kendi ölümünden sorumludur.” Gautami ekledi: “Ne Kala(Zaman), ne Mrityu(Ölüm Meleği) ve ne de yılan bu meselede dava konusu değillerdir. Bu çocuk kendi şahsi Karması yüzünden ölümle tanışmak zorunda kaldı. Ben de geçmişte öyle hareket etmişim ki, oğlum şimdi ölmek zorunda kaldı. Bırakın şimdi Kala ve Mrityu buradan gitsinler ve sen Arjunaka, sen de bu yılanı serbest bırak!” Sonra Kala, Mrityu, yılan ve kuş avsısı kendi ikametgâhlarına çekildiler, ama Hakikati bilen Gautami güldü ve kendi kendine şöyle dedi, ”Bütün bunlar nasıl bir tiyatro oyunu böyle! Karma, kendisi basmakalıp/sıradan bir kelime. Hakikat şudur ki, ne bir atom, Tanrı’nın emri ve daveti olmadan hareket edebilir ve ne de O’nun dışında kalan bir atom vardır. O zaman yaşam ve ölüm nedir ve nerededir ki?” Mahabharata’dan alınmıştır. 134 63- TANRI’NIN HEDİYESİ Ben Tanrı’dan güç istedim, Ve Tanrı beni güçlü kılmak için sıkıntılar verdi. Ben Tanrı’dan akıl ve bilgelik istedim, Ve Tanrı bana çözmem için problemler verdi. Ben Tanrı’dan refah ve başarı istedim, Ve Tanrı bana çalışabilmem için kas gücü ve zekâ verdi. Ben Tanrı’dan cesaret istedim, Ve Tanrı bana üstesinden gelebilmem için tehlikeler verdi. Ben Tanrı’dan sevgi istedim, Ve Tanrı bana hizmet edebileceğim ıstırap dolu insanlar verdi. Ben Tanrı’dan iltimas ve destek istedim, Ve Tanrı bana elverişli zamanlar ve fırsatlar verdi. Ben istediğim hiçbir şeyi alamadım. Ama ihtiyacım olan her şeyi aldım. Dualarıma cevap verilmişti. 135 64- GÜZEL BİR DUA Tanrı’dan, alışkanlıklarımı almasını istedim. Tanrı, Hayır dedi. Onlar, Benim almam için değil, fakat senin onlardan vazgeçmen içindir. Tanrı’dan, özürlü çocuğumu bütün yapmasını istedim. Tanrı, Hayır dedi. Onun ruhu bütündür, bedeni sadece geçicidir. Tanrı’dan, bana sabır bahşetmesini istedim. Tanrı, Hayır dedi. Sabır, büyük sıkıntıların bir yan ürünüdür; Bu bahşedilmez, öğrenilir. Tanrı’dan, bana mutluluk vermesini istedim. Tanrı, Hayır dedi. Ben sana yardım ederim; Mutluluk ise sana bağlıdır. Tanrı’dan, bana acı çektirmemesini istedim. Tanrı, Hayır dedi. Istırap çekmek seni dünyevi gailelerden uzaklaştırır Ve Bana yaklaştırır. Tanrı’dan ruhumu olgunlaştırmasını istedim. Tanrı, Hayır dedi. Sen kendi kendine büyüyüp olgunlaşmalısın; Fakat Ben seni budayarak verimli olmanı sağlayacağım. Tanrı’dan, hayatın tadını çıkarabilmem için bana her şeyi vermesini istedim. Tanrı, Hayır dedi. Her şeyin tadını çıkarabilmen için, Ben sana hayat vereceğim. Tanrı’dan O’nun beni sevdiği kadar benim de başkalarını SEVMEM için bana yardım etmesini istedim. Tanrı, Ahhhh……, nihayet ana konuya gelebildin dedi. 136 65- MUTLULUK Dayısı Candan’a 10 Lira harçlık verdi. Çocuğun çok sevindiğini görünce sordu, “Söyle bakalım, bu para ile ne alacaksın ?” Candan önce kitap almayı düşündü. Kitabı vardı. Oyuncak? Oyuncağı da çoktu. Defter, kalem. Onları da istemedi. “Kocaman bir çikolata alacağım, hem de fıstıklı“ dedi. Koşarak evden çıktı, köşeyi dönünce arkadaşı Tekin’i gördü. Tekin sordu, “Böyle acele nereye gidiyorsun, Candan?” “Çikolata almaya” diye cevap verdi Candan. O sırada dayısının verdiği 2 tane 5 lirayı elinde sıkı sıkı tutuyordu. Düşündü ve Tekin’e, “Gel beraber şekerciye gidelim, dayımın verdiği parayı paylaşarak iki tane çikolata alırız” dedi. İki arkadaş sevine sevine yolda şekerciye giderlerken komşu çocuklarına rastladılar. İçlerinden biri sordu,”Nereye gidiyorsunuz ?” Diğeri atıldı, “Biz de gelebilir miyiz ?” Candan’la Tekin birbirlerine bakıştılar. On liralık çikolatayı bu kadar çocuğa paylaştıramazlardı. Candan hemen cevap verdi, ”Tabii gelin, hep beraber şekerciye gidelim” dedi. Şekercide her birisi birer liralık şeker aldılar. Sokağa çıktıkları zaman hepsi çok sevinçli idi! Eve geldiğinde dayısı Candan’a sordu,“Nasıl kızım, memnun musun?“ Candan, “Hem de çok! Dayıcığım, hem de çok!” dedi ve ellerini çırptı. “Senin verdiğin parayı önce Tekin ile, sonra ikimiz diğer sekiz arkadaşımla paylaştık. Başkalarını sevindirmek insana büyük mutluluk veriyor. 66- ÖFKELİ KIZ Selma çok sinirli bir kızdı. Olur olmaz şeylere kızar, bağırır, çağırırdı. Evde hiç kimse onu bu kötü huyundan vazgeçirememişti. Doğum gününde arkadaşlarına güzel bir sofra hazırlamıştı. Ama bunu son dakikaya kadar kimseye haber vermediği için doğum gününde pencerelerde beklemesine rağmen kimse gelmemişti. Arkadaşlarını çağırmaya gitti. Önce Özden’i çağırdı, evde ağırlanacak 137 konukları olduğu için Özden gelemedi. Semra ise dişçiye gidecekmiş, bu yüzden o da gelemedi. Eve dönerken Serpil’lere uğradı. Ama Serpil teyzesine gitmişti. Bunun üzerine onun erkek kardeşini çağırdı. Onlar da bilet almışlar sinemaya gideceklermiş. Selma doğum gününe hiç kimsenin gelmeyişine çok kızmıştı. Eve dönünce, “Kimse beni sevmiyor, bana hiç kimse değer vermiyor. İsteselerdi pekâlâ gelebilirlerdi.” diye bağırdı, çağırdı, sonra da ağlamaya başladı. Annesi, Boşuna öfkeleniyorsun, kızım” dedi. “Kabahat senin. Bu gibi davetlere birkaç gün önceden haber verilir. Sen arkadaşlarına son dakikada söyledin.” O sırada evde amcası vardı. Kızın boş yere öfkelendiğini görünce, “Selma, biraz yanıma gelir misin!” diye sordu. Kız koşup geldi. Amcası onun elinden tutup bahçeye çıkardı. Mevsim güzdü. Birlikte bir erik ağacının altına geldiler. Amcası, “Şu ağacı salla bakalım” dedi. Kızcağız şaşkınlıkla amcasının yüzüne baktı, “Ama bu ağaçta meyve yok ki amcacığım” dedi. Amcası güldü. Sonra elini çocuğun omzuna koyarak, “Evet, ağaçta meyve filan yok. Onu ne kadar sallarsan salla bir şey düşmez. Öfkelendiğin zaman da durum tıpkı böyle oluyor. Ne kadar tepinsen, ağlasan, öfken de bu ağaç gibi meyve vermeyecektir.” Selma bu söz üzerine biraz düşündü. Evet, amcası doğru söylüyordu. Öfkelenmekle ne geçiyordu eline sanki! Artık bundan sonra hiç öfkelenmeyecek, uysal bir çocuk olacaktı. Tekrar eve girerken doğum gününü kutlamak için aklına bir fikir geldi. Hemen annesinin yanına koştu, “Anneciğim, doğum günüme varsın kimse gelmesin. Ben çağıracak birini buldum. Bana yaptığın keklerden bir kaç tane verir misin? Zahmet olmazsa biraz da süt isteyeceğim senden” dedi. Selma mutfaktan çıktı. Salona geçerek seslendi, “Gel pisi pisi! Gel, Sarman!” Az sonra Selma önde, Sarman arkada mutfağa girdiler. Annesi, ”Çok güzel bir buluş kızım. Demek doğum günü kekini Sarmanla yiyeceksin. Öyleyse haydi buyurun!” dedi. Selma kedisinin önüne yere biraz kekle süt koydu. Kendisi de küçük tabureyi onun yanına çekerek oturdu. Birlikte yemeye başladılar. Siz de öfkenizi kontrol altına alabilmek için bir şey yapmalısınız. 138 67- TATLI DİL Ülkenin birinde, ülkesinin insanların her birini mutlu yapacak şeyin ne olduğunu bilmek isteyen bir kral vardı. Bunun için bir sergi düzenledi ve herkese mutluluk getirebilecek nesneleri sergilemek üzere tüm akıllı insanları davet etti. Birçok kişi ellerinde çok güzel şeylerle gelip sergide yer aldılar. Sergilenenler arasında bir de resim vardı. Resimde, içinde dili gözüken bir insan ağzı ve o ağzın hitap ettiği yoksul, cılız ve aç bir adam görülüyordu. Resmin altında da “TATLI DİL” diye yazıyordu. Kral ressamın yanına giderek resmin anlamını sordu, “Efendim” dedi ressam, “Sergideki diğer şeyler, örneğin çiçekler, kitaplar, müzik aletleri, sanat eserleri insanları ancak bir süre için mutlu ederler. Hâlbuki tatlı bir dil, bir kaç güzel ve sevgi dolu söz söyleyerek başkalarını yıllarca mutlu edebiliriz. Tatlı dil ıstırap çekenlere ümit verir, neşelendirir, zayıflara güç ve güven verir ve öksüzlere sevgi verir. Tüm insanları sürekli olarak sadece tatlı bir dil mutlu edebilir” 68- TURNALAR UÇUN Gün daha yeni doğmuştu. Nil Irmağının kıyısındaki palmiyeler üzerinde dolaşan yaşlı bir turna, kanatlarını çırparak, ”Şimdi oralarda çiçekler açmıştır” dedi. Çiğdemler, kır menekşeleri, güzel kokulularını çevreye yaymaya başlamışlardır. Artık gitmeliyiz, arkadaşlar! Turnalar sevinçle bağırarak, sürü başının çevresini sardılar, ”Gidelim, gidelim” Yalnız turnalardan biri ses çıkarmadı. Tek kanadını kaldırarak yanında yatan hasta yavrusunu okşadı. Sonra kederli başını önüne eğdi. Öğleye doğru turnalar uçuşa hazır bekliyorlardı. Hasta yavru, “Sen git anneciğim” diye fısıldadı. “Ben burada kalayım. Oralara kadar gitmeye gücüm yok. Denize düşer boğulurum. Bari burada kalıp rahat öleyim. Annesi, ”Ben seni bırakmam yavrum, sensiz hiç bir yere gitmem. Sen benim her şeyimsin” dedi. Sonra başını kanatları arasına alarak gözyaşlarını yavrusundan sakladı. O sırada yaşlı turna, “Haydi sıralanın bakalım” diye seslendi. “Hepiniz benim peşimden gelin. Kimse sıradan ayrılmasın. Kanatlarınızı olanca gücünüzle çırpın ki, hep 139 birlikte güzel yurdumuza, özlediğimiz Anadolu’ya varalım“ Turnalar sıralandıkları zaman, Yaşlı Turna tekrar konuştu, “Az daha unutuyordum. Hepiniz sıra ile yavrunun uçmasına yardım edeceksiniz. Annesi onu yalnız başına götüremez.” Turnalar kanatlarını çırparak başlarını salladılar. Hepsi onu taşımaya razı olmuştu. Yaşlı Turna, ”Hazır mısınız ?” diye sordu. “Hazırız!” “Öyleyse uçmaya başlayalım“ Turnalar beraberce havalandılar Hasta yavru annesinin yanında uçuyordu. Zavallının çok acı çektiği her halinden belliydi. Öğleye kadar kara üzerinde uçtuktan sonra denize ulaştılar. Akşama doğru yavru turna annesine daha yorulmamış olduğunu söyledi ama, ufuktaki karartı onu korkutuyordu. Annesi de korkuyla bakıyordu ufka. Geçen yıl yine böyle uçarlarken korkunç bir fırtınaya yakalanmışlardı. Birçok turna o fırtınada düşüp ölmüşlerdi. Gerçekten akşama doğru karanlık bulutlar göğü sardı. Önce hafif bir rüzgâr esiyordu, sonra şiddetlendi, fırtına başladı. Sürü başı olan yaşlı turna bir şeyler söyledi ama sesi rüzgâr uğultusu içinde kayboldu. Turnalar birbirlerine sokulup bütün güçleriyle kanat çırpmaya başladılar. Onlarla birlikte seyahat eden leylekler ve kırlangıçlar da korku içindeydiler. Anne Turna yavrusunu sırtına almış, bin bir güçlükle uçuyordu. Ama gittikçe geride kalmaya başlamıştı. Takatten düşmüştü artık. Gözyaşları içinde, “Ölüyorum, yardıma gelin!” diye seslendi ama sesini kimseye duyuramadı. Şimdi herkes kendi derdine düşmüştü. Bu sırada yavru durmadan, “Anneciğim, ne olur beni burada bırak! Ben ölmeye razıyım. Hiç olmazsa sen kendini kurtar. Benim yüzümden senin ölmeni istemiyorum“ diyordu. Annesi bir şey söylemedi. Yalnızca kanatlarını daha hızlı çırpmaya başladı. Tam o sırada karanlık bir bulut onları yakaladı, daha karanlık bulutların arasına attı ve giderek aşağıya doğru düşmeye başladılar. Sabahleyin fırtına dinmişti, güneş tekrar denizin üzerinde parladığı zaman anne turna kendisine geldi ve kendisini büyük bir geminin üst güvertesinde buldu. Yanında açlıktan inleyen yavrusu vardı. Az ötede iki yaşlı denizci duruyordu. Hasta yavruya süt içirmeye çalışan denizci, “Dünyada anne sevgisinden daha büyük bir sevgi yok! Şu zavallı anneye bak! Bütün gece fırtınalarla boğuştuğu halde yavrusunu bırakmamış. İyi ki bir rastlantı ile buraya düşmüşler. Yoksa ölüp giderlerdi“ diyordu. Gemi Akdeniz’in sularını yara yara Kıbrıs adası yakınlarından geçerken iki turna, Antalya kıyılarına doğru uçup gittiler. 140 69- ANNELİK KUTSALDIR Akşamüzeri okul zili çaldı ve öğrenciler gruplar halinde okul kapısından dışarıya çıkıyorlardı. O sırada okul kapısının önünde uzunca bir süredir karşıya geçmek isteyen yaşlı bir kadın duruyordu. Yağmurda ıslanan ıslak ve kaygan caddeye adım atmaya korkuyordu. Birçok öğrenci onu görmesine rağmen dikkat etmeden yollarına gitmişti. Kapıdan en son okul takımı kaptanı Mohan çıktı. Kendisine seslenen arkadaşlarına aldırış bile etmeden hemen yaşlı kadına doğru yönelerek, “Anneciğim, soğukta titriyorsunuz size yardım edebilir miyim?“ diye sordu. Yaşlı kadının yüzü neşe ve umut ile aydınlandı, bu tatlı çocuk ona “Anne” diye seslenmişti. Mohan kadının titreyen elinden tuttu ve beraber yürüyerek yolun karşısına geçirdi ve “Gel anneciğim. Yavaşça yürü. Evine kadar ben senin yanındayım” dedi. Beraberce yürürlerken yaşlı kadın Mohan ile sevgi dolu konuşuyor, onu övüyor, onun için dua ediyordu. Evinin kapısı önüne geldiklerinde yaşlı kadın ellerini kaldırdı ve gözü yaşlarla dolu bir biçimde, “Oğlum, Allah senin yolunu açık etsin ve seni her zaman mutlu etsin!” diyerek dualar etti. Mohan içinde bir güç ve büyük mutluluk hissetti ve arkadaşlarının yanına döndü. Ona o yaşlı kadına yardım etmek için niye bu kadar zahmete girdiğini sordular. Mohan, “Ben o bayana yardım ettim çünkü onun başka birisinin annesi olduğunu düşündüm. Günün birinde başka bir insan da benim anneme yardım edebilir ve etmelidir” diye cevap verdi. Arkadaşları yine, “Mohan annesi ile çok gurur duyuyor galiba“ dediler. “Tabii duyuyorum” diye Mohan cevap verdi. “Annesi ile gurur duymayan insan iyi bir insan olamaz!” 70- TECHUMSEH’NİN ŞİİRİ Hayatını öyle yaşa ki Ölüm korkusu asla kalbine girmesin Kimseyi dininden dolayı eleştirme Başkalarına ve görüşlerine saygı göster Onlardan da sana saygı göstermelerini iste Hayatını sev, hayatını mükemmelleştir Hayatının sonuna kadar insanlara hizmet etmeyi amaçla 141 Ölme vaktin geldiğinde Kalbi ölüm korkusu ile dolanlardan olma Onlar ölüm vakitleri geldiğinde Zayıf düşüp Hayatlarını başka bir şekilde yaşamak için Ağlayıp dua ederler Ölüm şarkını söyle ve Evine dönen bir kahraman gibi öl (Tecumseh: Asıl ismi Tecumtha veya Tekamthi’dir ama halk arasında Tecumseh olarak tanınır. 1768-1813 yılları arasında yaşamıştır. Amerikan yerlilerinden Shawnee kabilesinin şefidir ve Amerika Birleşik Devletleri ordusuna karşı 1812 yılında Tecumseh Savaşı olarak bilinen bir savaş açmıştır.) 71- ÇİNGENE EFSANESİ Yüzyıllar önce Hindistan’da kendilerine Roman halkı diyen bir kabile yaşardı. Romanca(Romani) konuşurlardı. Şeflerinin küçük bir oğlu vardı. Adı Çen. Yörenin kralının bir gün bir kızı oldu. Kâhinler, ülkenin bir gün istilaya uğrayacağını ve gelenlerin kralın kızını öldüreceğini söylediler. Kral, Gan adını verdiği küçük kızı, Roman şefine emanet etti ve “Bu kızı kendi kızın ilan et ve öyle büyüt. Senin değil, kralın kızı olduğunu, sadece sen, karın ve ben bileceğiz dünyada, başka kimse bilmeyecek” diyerek yemin ettirdi. Çen ve Gan birlikte büyüdüler. Çen evlenme yaşına geldi, ama kendisine gösterilen kimisi dünya güzeli kızların hiçbirisini beğenmiyordu. Garip bir hisle kendisini kız kardeşi bildiği Gan’a yakın hissediyordu. Oğlunun aşktan sararıp solduğunu fak eden annesi işin iç yüzünü anlayınca yeminini bozdu ve Çen’e “Gan’la evlenebilirsin, çünkü o senin kızkardeşin değil!” dedi. Çen, Gan’la evlenince, Romanlar ikiye bölündüler. Bu sırada da kâhinlerin dediği olay gerçekleşmiş, Makedonya’lı İskender’in orduları Hindistan’ı istila etmişti. Romanların Çen ve Gan’ı destekleyen kısmı onlarla birlikte ülkeyi terk ettiler. Kendilerine Çengan dediler. 142 Kâhinler, istiladan sorumlu tuttukları Çenganları lanetlediler ve şöyle beddua ettiler, “Aynı yerde iki gece üst üste uyuyamayasınız. Aynı kuyunun suyunu iki defa içemeyesiniz. Aynı nehri iki defa geçemeyesiniz” dediler. Göçebe Çenganlar önce Mısır’a gittiler ve oraya yerleştiler. Sonra orayı Araplar işgal etti. Bu sefer Ermenistan’a göçtüler ve “Biz Mısır’dan geldik” dediler. Mısır, “Egypt” diye biliniyordu. Ecipt diye okunur. Bu yüzden Ermeniler gelenlere “Mısırlı” anlamına gelen “Cipsi/Gypsy” dediler. Sonradan orada da rahat edemeyen Çenganlar sonunda Osmanlı İmparatorluğu’na taşındılar ve Osmanlılarla birlikte Rumeli’ye, Romanya’ya ve en çok da Macaristan’a dağıldılar. Sonra Avrupa’nın tümüne yayıldılar. İspanya’da efsane oldular. Çengan adı “Çingen, Çingene, Çigan, Zigan” diye kullanılır oldu. 72- TANRI BİZİ KONTROL EDİYOR MU? Kutsal Kitapları okuyan kişinin zihninde vazgeçilmez bir şekilde oluşan soru şudur, “Tanrı’nın izni olmadan bir çim yaprağının bile kımıldayamadığı söyleniyor. Ama Tanrı bir yandan bunu söylerken diğer yandan da bizim eylemlerimizin sorumluğunu almayacağını söylüyor. Eğer bizler olmamız gerektiği gibi O’nun ellerinde bir kukla isek, o zaman neden günah denilen şeyden ötürü acı çekmemiz gerekiyor. Bizim bütün eylemlerimiz O’nun tarafından belirlenmiyor mu? Bizim gelişmemiz, daha iyi şeyler yapmamız tavsiye ediliyor, fakat bu bile O’nun ellerinde olan bir şey değil mi? Bu nasıl iş? Bu işi çözebilmek için önce bir şu beyanları bir araya getirelim. A-Ne Eylemler Bana leke sürebilirler, ne de Ben bu eylemler sonucu meydana gelen meyvelerle ilgilenirim. B-Tanrı, ne eylemi yapan kişiyi tayin eder, ne insanların yapacakları şeyleri, ne de eylemlerin meyvelerine ilişkin olayları. Bütün bunları yapan yalnızca Tabiat’tır. C-Tanrı, herhangi bir kimsenin günahından sorumlu değildir, aynı şekilde tabii onun işlediği sevaptan da sorumlu değildir. Bunların ikisi de bilgi seviyeleri yanılgı içinde olan insanlar tarafından yapılan eylemlerin sonuçlarıdır. 143 D-Bütün dünya Benim somutlaşmamış formum tarafından istila edilmiştir. Bütün varlıklar Benim içimdedir, fakat Ben onların içinde ikamet etmem. E-Ben İlahi Tanığım ve Gözlemciyim. F- Ben zamanın ta kendisiyim. G- Tanrı her canlı’nın kalbinde ikamet eder ve aynı zamanda her şeyi ve herkesi yanıltan gizemli yanılgı sayesinde onları sanki bir makinanın üzerindelermiş gibi oradan oraya fırıl fırıl döndürür. Yukarıda yazılanlara dikkatle göz atan bir kişinin hemen zihni karışacaktır. İlginç bir şekilde yukarıdaki bilmecenin çözümü yine kendisinin içindedir. Fakat bu çözüm maalesef salikleri tatmin etmeyebilir, çünkü cevap tam olarak Tanrı’ya yakışacak şekilde bir “Evet ve Hayır” cevabı şeklindedir. Evet’ ve ‘Hayır’ aynı zamanda bilimde de vardır Bilimsel bir zihni olan bir kişiye ‘Evet ve Hayır’ şeklindeki bir cevap muğlaklığın ve kaçamak konuşmanın en üst noktası gibi gözükebilir. Bu noktada bilimin kendisinden bir örnek vermek uygun olabilir. Bu örnekte bir kişi, iki birbirine zıt duruma ‘Evet’ cevabı vermektedir. Bu örnek Einstein’in Görelilik Teorisindendir. Günlük normal bir deneyimde ve genel olarak görelilik dışı fizikte uzay ve zaman, iki ayrı ve birbirinden bağımsız varlıktır. Bu durum, cisimler ışık hızına yaklaşmayan hızlarla hareket ettikleri sürece geçerlidir. Ama eğer ışık hızına yaklaşırlarsa uzay ve zaman iç içe geçeceklerinden ve birbirlerine sarılacaklarından çok ince bir zekâyı yansıtan karmaşıklıklar ortaya çıkmaya başlar ki, bu da Einstein’in teorisidir. Biz de işte böyle bir karmaşık örnek durum düşünelim. Bilimde bir olay iki parametre ile tayin edilir, birincisi olayın meydana geldiği yer diğeri olayın meydana geldiği zaman. Daha bilimsel bir anlatımla, bir kişi şöyle diyebilir, herhangi bir olay, uzay- zaman grafiği üzerinde bir noktadır. Olaylar arasındaki zaman aralığı normal olarak bir saat ile ölçülür, mesela bir yarışta önemli olan iki olay yarışın başlangıcı ve sonudur. Görelilik teorisi meydana gelen olayları bütünüyle anlatan iki gözlemcinin anlattıkları ile ilgilenir. Gözlemcilerden birisi sabittir, yerinden hiç kıpırdamaz, diğeri ise hareketlidir. Örneğin iki olay olsun O(1) ve O(2). Bu iki olay A ve B şeklinde iki gözlemci tarafından gözlensin. A yerinde sabit ve B hareketli olsun. Her ikisinin de kollarında çok dakik ve hassas kronometreleri olsun ve bu saatler önceden senkronize edilmiş olsun. 144 Eğer B’nin hızı ışığın hızına göre küçük ise her iki gözlemci de O(1) ve O(2) olayları arasındaki zamanı aynı şekilde kayıt edeceklerdir. Ancak eğer B ışık hızına yaklaşan bir hızla hareket ederse o zaman B her iki olayı da aynı zamanda meydana geldi rapor edecek ve ortaya anlaşılması gereken bir durum çıkacaktır. Çünkü diğer tarafta A her iki olay arasında sonlu bir zaman aralığı olduğunu söyleyecektir. Her iki teşhis arasındaki fark ölçümün hassasiyeti ile ilgili değildir. Her iki gözlemdeki farklılık gerçektir ve gözlemi yapan her iki gözlemcinin farklı bakış açılarından meydana gelmektedir, eğer fizik dili ile söylemek gerekirse, gözlemcinin birisi duran bir çerçeve olan bir referans noktasıdır, diğeri ise hareket eden bir çerçevedir. Şu soru meydana çıkar: “Kim haklı? A mı, B mi?” Görelilik kavramına göre her ikisi de kendi bakış açılarından haklıdırlar. Tartışmanın detaylarına ve işin temelinde yatan matematik terimlerine girmeden herhangi bir insan burada yanılgısı olmayan bilimde bile böyle bir durum oluşabileceğini görmektedir. İnsan iki birbirine zıt gözlem için ‘Evet, doğru’ demeye zorlanmaktadır! Vurgulanması ve anlaşılması gereken tespit şudur. Her ‘Evet’ kendi doğrusu içinde geçerli bir cevaptır ve yalnızca o bakış açısının bir cevabıdır. Çeşitli seviyelerde Tanrı Eğer Tanrı en yüksek seviyede olan ve insan da diğer uçta olan gibi düşünülürse o zaman İlahi Varlık bir ülkenin başında olan Kral’a veya Başkan’a benzetilebilir. Onun emrinde bir hükümet vardır, ama O doğrudan idare ve hükümdarlık etmez.(Tabi bu örnekteki en önemli fark ülkenin en tepesindeki kişinin hiç bir gücü olmaması, ama Tanrı’nın güçlerinin sonsuz olmasıdır) Örneğin ülkemizde bütün hükümet işleri Başbakan adına yürütülür. Başbakan’ın kendisinin yapılan işlerden haberi yoktur, (mesela bu bir malın satın alınması olabilir) ama bu iş için gerekli güç Başbakan’dan alınır. Yaradılıştaki işler de aynı bu şekilde işler. Tanrı’nın çok çeşitli aracıları ve yaratılışa ait yasaları vardır. Kâinatın idaresi bu aracılar tarafından yaratılış kanunlarına tamamen uyulmak sureti ile görülmektedir. Tanrı kendisini en alt seviyedeki işlerle ilgilenmesini gerektirmeyecek bir konumda bulundurur. Örneğin, eğer bir insan yukarıya doğru bir taş atacak olursa taşın aşağıya düşmesini sağlayan cennette bulunan Tanrı değildir. O, yerçekimi adında bir tabiat kanunu ortaya koymuştur ve o da her şeyi aşağıya doğru harekete geçirir - . İnsan şöyle diyebilir; “Çeşitli aracılar Tanrı için ve Tanrı adına hareket etmektedirler.” Ortada bir eylem/aksiyon ve bir de reaksiyon vardır. Toplumsal olaylarda da olay aynı şekilde işler. Eğer bir insan bir trafik suçu işlerse Trafik Polisi işin içine karışır. Onun böyle yapmasını sağlayan güç doğrudan Devlet Başkanından alınmaktadır, fakat Devlet Başkanının bu suçtan haberi bile olmayabilir. 145 (Yine burada tam tersine Tanrı Ebedi Tanık olarak meydana gelen her olayı detaylı bir şekilde bilmektedir.) Fiziksel Yasalar ve Ahlak Kuralları İnsan yukarıdaki hem fiziksel ve hem de sosyal yaşantıya ait örneklerde şunu açıkça kabul ve itiraf etmelidir ki, işi gerçekleştiren o muhteşem makinanın apaçık ipuçları mevcuttur, yani olayların hepsini idare eden yasalar vardır. Peki, o zaman yaşam, ölüm, ahlak/erdem ne demektir? Burada da tabi yalnızca bilgelere, ermişlere, evliyalara ve peygamberlere nasıl işlediği anlatılan yasalar mevcuttur ve bu kutsal kişiler de bu bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için bunları yazılı hale getirmişlerdir. Bunlar bütün Kâinatı yöneten Ahlak Kurallarıdır. İnsan bu kurallara inanmayabilir, fakat bu kurallar buna rağmen işlemeye devam ederler, örneğin Newton’un Evrensel Çekim Yasasını keşfetmeden milyarlarca yıl önce dahi yerçekimi yasası işlemekteydi. Bu şekilde ilk önemli sonuca ulaşıyoruz ki bu da; Yaradan yalnızca kainatı idare eden fiziksel yasaları değil, tüm kainatı yöneten Ahlak Kurallarını da yaratmıştır. Kuran-ı Kerim bu kuralların geldiği en üst noktadır. Kader Kanunu Bu kanunlardan en önemli olanı Kader Kanunudur ki çok basittir ve aynı Newton’un 3.yasasına benzer: Her eylemin/aksiyonun karşılığında bir reaksiyonu vardır! Ancak burada şunu belirtelim ki bu kanunun uygulanmasını emrettikten sonra Yaradan kendisini her türlü sonuçtan ayrı ve açıkta tutar. Aynı yukarıya doğru atılan bir taşı tekrar yeryüzüne doğru çekme örneğinde olduğu gibi ufak olaylarla ilgilenmez. O’nun ilgilenmesine hiç gerek yoktur çünkü bunu gerçekleştirecek güçler tesis edilmiştir. Böylece Tanrı işin içinde doğrudan yer almaz, fakat O’nun gücü uygun aracıları (tabiat) tarafından işletilir. Şüphe eden kişiler bu tür tartışmaları hep hor görürler ve aşağılarlar, ama ortada anlatılması ve açıklanması imkânsız güçler vardır ki bunlar bir Gizli El’in var olduğunun tartışılmaz kanıtlarıdır. Mesela zar atma olayını ele alalım. Herkes bilir ki zar atıldığında 1,2,3,4,5 veya 6’nın gelme olasılığı aynıdır. Fakat buna rağmen örneğin 6’nın üst üste 10 defa gelmesi gibi garip durumlara da rastlanılır. Şüphesiz bu durum çok çok enderdir ama bilgisayar deneylerinin gösterdiği gibi gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte eğer ortalama alacak olursak çok fazla sayıda zar atıldığı taktirde tüm sayıların eşit olasılığı 146 olduğu görülür. Burada şu soru sorulabilir, zar birçok kez üst üste mantıksız bir şekilde 6 geldikten sonra durumu düzeltmesi gerektiğini nereden biliyor? Matematikçiler böyle bir durumu Rastlantısal Sayılar Kanunu ile cevaplarlar. İnsan çok sayıda formüller ve eşitlikler yazabilir, fakat şu soru halen açıklanamadan ortada durmaya devam eder: Zara kim talimat ve emir vermektedir? Kendi kendine bilmesi mümkün değildir. Bu sorunun cevabını hiç kimse bilmemektedir. Yine aynı şekilde insan doğumu konusuna gelirsek gayet iyi bilinir ki, tabiat insanın genetik yapısını öyle dizayn etmiştir ki doğacak çocuğun erkek veya kız olması olasılığı eşittir. İkinci Dünya Savaşının sonunda Avrupa’da erkek nüfusu kadın nüfusunun oldukça altında kalmıştı, çünkü muharebe esnasında çok sayıda genç erkek ölmüşlerdi. Bu dengesizlik kısa zamanda kızlara oranla daha çok erkek çocuğun dünyaya gelmesi ile düzelmişti. Bunu kim ayarlamıştı? Tabii ki hemen bunun Ortalamalar Kanunu yüzünden olduğu şeklinde cevap gelecektir. Peki ama bu Kanun tam olarak nasıl çalışmaktadır? Toplumun erkek-kadın oranını istatistik şeklinde tutan ve gebe kalma ve doğum olaylarına sinyal gönderen aracı hangisidir? Butona kim basmaktadır? Bu sorunun cevabını da hiç kimse bilmemektedir. Özet olarak, Gerçek şudur ki, Tanrı’nın iradesini gerçekleştirecek aracıları vardır, aynı bir devlet içinde Devletin Başının işlerinin Hükümetin Resmi görevlileri tarafından yapılması gibi. Özetle, (i) En yüksek seviyede güç ve sorumluluğu yalnızca Tanrı dağıtır ve temsilci olarak atar; (ii) Fiziksel ve spiritüel seviyede çeşitli süreçleri idare eden çeşitli kanunları vardır. (iii) Bütün kanunlar Tanrı için ve Tanrı adına aracılar tarafından yine bu kanunların içine şifreli bir şekilde yerleştirilen prosedüre/yordama/usule uygun bir şekilde yerine getirilir, ister biz buna inanalım ister inanmayalım. (iv) Bu bakış açısı ile, bütün çerçeve kendisi tarafından dizayn edildiği ve kurulduğu halde Tanrı’nın kendisi her şeyi an be an idare eden konumda bulunmaz. Bu durum şu şekilde belirtilmektedir. - Tanrı, ne eylemi yapan kişiyi tayin eder, ne insanların yapacakları şeyleri, ne de eylemlerin meyvelerine ilişkin olayları. Bütün bunları yapan yalnızca Tabiat’tır”. (v) Fakat Tanrı Tanık olduğu için olan biten her şeyi kesinlikle bilendir. 147 Benim herhangi bir rolüm var mı? Şu soru doğal olarak hemen ortaya çıkabilir: “Eğer her şey anlatılması ve açıklanması güç bir şeklide rijit bir kanunlar iskeleti tarafından kararlaştırılıyorsa o zaman Tanrı’ya dua etmenin ne anlamı olabilir? O’nun bu oyunu oynamak için benim rolüme hiç de ihtiyacı var gibi gözükmüyor, yalnızca uzak ve ilgisiz bir Tanık olmaktan başka.” denilebilir. İşte burada şu örnek işimize yarayabilir. Birçok ülkede Devlet Başkanının Af yetkisi vardır. Örneğin Hindistan’da ölüme mahkûm edilmiş bir kişi Başkan’a başvurabilir ve cezasının ömür boyu müebbede çevrilmesini talep edebilir. Bu durumda Başkan bunu gerçekleştirebilecek tek ve tüm yetkiye sahiptir. Benzer bir şekilde, bundan önce işlemiş olduğu günahları ne olursa olsun herkes her zaman Tanrı’ya affedilmesi için dua edebilir ve Tanrı eğer o insan gerçekten tövbe etmişse rahmetini o kişi üzerine yağdırabilir. Tanık ve Fail Şu ana kadar şu düşünceler geliştirildi. – “İlahi Varlık ne olursa olsun hiç kimsenin ne günahından ne de sevabından sorumlu değildir. Bunların her ikisi de dünya görüşleri ‘yanılgı’ içinde olan kişiler tarafından gerçekleştirilen eylemlerin sonuçlarıdır.” Bu hikâyenin bir tarafıdır. Bir de gelin meseleye tam aksi taraftan bakalım. – “Tanrı her varlığın kalbinde ikamet eder ve o gizemli yanılgı sayesinde onları sanki bir makinanın üzerindelermiş gibi döndürür durur.” Buna göre bir insan, Tanrı’nın ellerinde bir kukladan başka bir şey değildir. Bilgelerin söylediğine göre bütün kâinat ve içindeki tüm varlıklar Tanrı’nın bir parçası gibidir. Bu bakış açısından, Tanrı insanın bütün eylemlerini kontrol eder ve kararlaştırır. Herkes kendi bakış açısından Tanrı’yı her yerde görür ve bu yüzden daha küçük seviyedeki aracıların farkında bile olmaz. Her şey Tanrı öyle olmasını istediği için gerçekleşir: eğer yağmur yağıyorsa, bu bulutların yağmuru getirmesi yüzünden değildir, fakat Tanrı’nın bulutların bunu yapmasını istediğindendir. Bu bağlamda belki bir örnek bize yardımcı olabilir. Şunu biliyoruz ki hava durumu tamamı ile güneşe bağlıdır. Meydana gelen olaylarla ile ilgili iki bakış açısı vardır. Birisi güneşin parladığını ve bunu yaparken dünyanın var olup olmadığı ile ilgilenmediğini söyleyebilir. Bu kişiye göre hava tamamı ile okyanuslar, atmosfer v.s. tarafından kontrol edilir, hâlbuki güç sağlayan enerji güneşten elde edilir. 148 Alternatif olarak, diğer bir kişi de güneşin okyanusları ısıttığını, suyun buharlaşmasını sağladığını, aynı zamanda karaları ısıttığını ve bu şekilde havanın yükselmesini sağlayarak alçak basınç oluşturduğunu ve basınç farkı sebebi ile okyanuslardan buharlaşan nemli havanın karaların üzerine rüzgârlarla sürüklendiğini ve orada yağmur olarak yoğunlaştığını beyan eder. İlk bakış açısında, güneş yalnızca bir tanık iken ikinci bakış açısında güneş tamamen işin içerisindedir. Böylece bir “Evet ve hayır” durumu ile karşı karşıyayız. Hangisinin doğru olduğu bakış açısı ile bağlantılıdır. Tanrı’yı Soyut ve Şekilsiz bir varlık olarak kabul eden kişi için, Tanrı yalnızca bir Tanık’tır. Tanrı’nın fail olarak işlediğine inanan kişi ise Tanrı’nın her şeyi kontrol ettiğini savunur. Kâinata baktığında çokluk değil de, Tanrı’yı her şey ve bir tek varlık olarak gören kişinin bakış açısından her şey Tanrı’nın ta kendisidir, her şey Tanrı tarafından kararlaştırılır, her şey Tanrı tarafından gerçekleştirilir, çünkü Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Böylece Relativite/Görelilik örneğinde olduğu gibi, her bakış açısı referans aldığı kendi sahasında doğrudur, yani her ikisi de doğrudur. İnsanlar neden acı çekiyorlar? Bir kişi yukarıdaki tartışmayı isteksizce kabul etmek zorunda kalsa bile, hala şu şüphe ortadan yok olmaz: “İnsanlar neden kendi eylemleri sonucu acı çekiyorlar, özellikle de kukla örneğinde olduğu gibi eğer Tanrı bütün ipleri ellerinde tutup bizi yönlendiriyorsa?” Tanrı bu durumu şöyle açık seçik bir şekilde belirtmiştir; Eğer bir kişi bir işi kendisi yapıyormuş gibi bir duygu ile yapıyorsa, o zaman açık bir şekilde o eylemi yapan kişi eylemi yapan kişidir ve o eylemi Tanrı gerçekleştirmez ve tabi doğal olarak, eylemi yapan kişi eylemin sonuçlarına katlanmak zorundadır. Bir insan, suç sayılan kötü bir eylemi kendi arzusu ile planlar ve kişisel bazı sebepler ile gerçekleştirirse, sonradan bunun Tanrı’nın İradesi ve Eylemi olarak ortaya koyamaz. Eğer bir kişi kendisinin yaptığını düşünüyorsa o zaman Tanrı yapmıyor demektir, ama eğer bir kişi eylemi yapanın Tanrı’nın kendisi olduğunu düşünüyorsa o zaman o eylemi Tanrı gerçekleştiriyor demektir. Her şey kişinin kendisine bağlıdır. İkinci durumda, kişi bu bakış açısını kendisinin başına kötü bir şey gelse bile terk etmez; tam tersine gelen acıya dayanır ve bunun Tanrı’nın bir kutsaması olduğunu beyan eder. Bu arada, büyük Master Plan’da, Tanrı kimin ‘eylemi yapan kişi virüsüne’ bulaştığını ve kimlerin bu virüse tutulmadığını kesin olarak bilir. 149 Ve Tanrı çok hassas ve zarif bir şekilde ilk gruptan, yani virüs bulaşan gruptan bir kaç kişiyi Kendisinin Enstrümanı haline getirir – örneğin açgözlü olanlar günün birinde kendilerinden para gasp eden kişilerle karşılaşmak zorunda kalabilirler. Böylece açgözlülük uygun bir şekilde karşılığını almış olur. Bu şekilde İlahi İdareci herkese uygun bir rol verir. 73- KULAKTAN GİRENİ SAKLAYAN İki komşu ülkenin kralları özel günlerde birbirlerine ilginç hediyeler gönderirlerdi. Böylece birbirlerine zekâ üstünlüğü gösterinde bulunmaya çalışırlardı. Krallardan biri bir gün ülkesinin en ünlü heykeltıraşını huzuruna çağırttı ve kendisinden 3 tane insan heykeli yapmasını istedi. Heykeller bir karış boyunda, altından ve dışarıdan bakışta birbirinin tıpatıp aynısı olacaktı. Heykeller hazırlandı ve komşu kralın doğumgünü geldiğinde kendisine özel ulakla gönderildi. Heykellerin yanında bir mektup hazırlanmıştı. Heykelleri alan öbür kral mektubu açıp okudu, “Doğum gününü üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin aynısı gibi gözükmesine rağmen biri diğerlerinden çok daha değerlidir. O heykeli bulabilirsen bana haber ver!” Bunun üzerine kral hemen adamlarını çağırdı ve heykelleri kontrol etmeye giriştiler. Önce heykeller tartıldı. Gramına kadar aynı ağırlıktaydılar. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar adam varsa hepsini çağırttı. Hepsi de çok büyük bir dikkatle heykelleri incelediler, ama aralarında bir fark göremediler. Aradan günler geçti. Ülkede herkes kralın içinde bulunduğu sıkıntıyı duymuştu. Sonunda krala isyan ederek hapse atılmış olan çok zeki bir gencin bu soruna çare olabileceği öne sürüldü. Kral, başka çaresi kalmadığı için bu zeki genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi. Sonra ince bir tel getirtilmesini istedi. Teli birinci heykelin kulağından içeri soktu, tel heykelin ağzından dışarıya çıktı. İkinci heykelde aynı işlemi yaptı. Tel bu sefer diğer kulaktan dışarı çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi, ama hiçbir yerden dışarıya çıkmadı. Telin girdiği delik kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar, artık heykelleri gönderen komşu ülke kralına mektubu yazmaya hazırdı. “Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir, sır saklayamaz. Bir kulağından giren, diğer kulağından çıkan insan da makbul değildir, hiçbir öğüt aklında kalmaz. En değerli insan kulağından gireni yüreğinde saklayandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.” 150 74- HAYATININ TAMAMI GİTTİ Ali her şeyi bildiğini zanneden bir filozoftu. Kendisini ülkenin en akıllı adamı olduğunu zannediyordu. Bir gün bir arkadaşının tavsiyesi ile bir deniz yolculuğuna çıktı. Fiolozof Ali gemide tayfalarla ve kaptanla sürekli olarak felsefe hakkında konuşmaya başladı. Kendisinin konuştuklarından hiçbir şey anlamıyorlardı. Yüzüne boş boş bakmaları üzerine Ali onlara sordu, “Siz felsefe bilmiyor musunuz?”. Tayfalar kaptan’a baktılar. Kaptan, “Hayır, bilmiyoruz” diye cevap verdi. Ali büyük bir kibirle, “Ahh, çok yazık” dedi, “Bu durumda sizin hayatınızın yarısı gitti.” Kaptan buna bozulmakla birlikte bir şey demeden dümenin başına geri döndü. Bir müddet sonra hava karardı ve fırtına yaklaşmaya başladı. Dalgalar gemiyi bir ceviz kabuğu sallıyorlardı ve rüzgâr da deli gibi esiyordu. Tekne su almaya başladı. Ali’nin yüzü bembeyaz olmuştu. Kaptan onun bu endişeli halini görünce ona sordu, “Ne oldu niye korkuyorsun? Yoksa yüzme bilmiyor musun?” Ali korkudan konuşamıyordu. Hayır anlamına gelecek şekilde başını iki yana salladı. Kaptan fırsatını yakalamıştı, “Bu durumda“ dedi, “Senin hayatının da tümü gitti.” O gece tekne fırtınada zar zor batmaktan kurtuldu. Ama Ali hayatının dersini almıştı. Karaya çıktıktan bir müddet sonra Ali, Kaptan’a bir hediye gönderdi. Dalgalarla boğuşan bir gemi resmiydi bu. Altında da şöyle yazıyordu. “Yalnızca boş şeyler suyun üzerinde kalırlar” 75- SEN GÖSTER BEN DE GÖSTEREYİM Mevlana’ya gelen bir grup felsefeci soru sormak istediklerini söyleyince Mevlana onları Şems-i Tebrizi’ye gönderdi. Şems-i Tebrizi’nin yanına gittiklerinde Şems-i Tebrizi medresede öğrencilerine kerpiçle ilgili bir şeyler anlatıyordu. Gelen felsefeciler bir soruları olduğunu söylediler. Şems-i Tebrizi, sorun bakalım” diye cevap verdi. Gelen grup, “Tanrı var diyorsunuz, ama görünmüyor, bize göster inanalım” diye sordu. O sırada Şems-i Tebrizi elinde tuttuğu kerpiç parçasını soruyu soranın başına vurdu. 151 Adam “Aaah, niye vuruyorsun be adam?” diye bağırmaya başladı. “Başım çok acıdı” Bunun üzerine Şems-i Tebrizi şöyle cevap verdi, “Sen benden sana Tanrı’yı göstermemi istemedin mi? Sen bana şu başının acısını göster, ben de sana Tanrı’yı göstereyim” 76- İBNİ SİNA – ALLAH NEREDE? İbn-i Sina çok ünlü bir hekim idi. Bir gün bir bilge ile karşılaştı ve çoktan beri ona sormak istediği soruyu sordu, “Saygıdeğer Bilge, bana söyler misiniz acaba Tanrı bu kâinatın neresindedir? Bilge hazırcevaptı, şöyle dedi, “Sevgili İbn-i Sina, siz çok değerli bir hekimsiniz ve çok şey biliyorsunuz. Siz bana canın vücudun içinde nerede olduğunu söyleyin, ben de size Tanrı’nın kâinatın neresinde olduğunu söyleyeyim.” 77- iYİ KÖPEK- KÖTÜ KÖPEK Kızılderili bilge şef çocuklara ders veriyordu. “Çocuklar” dedi, “Her insanın içinde iki tane köpek vardır. Birisi beyaz köpek, iyiliği temsil eder. Diğeri de siyah köpek, bu da kötülüğü temsil eder. Bu iki köpek her gün akşama kadar durmadan birbirleri ile kavga eder dururlar” Öğrencilerden biri atılarak şöyle sordu, “Peki efendim sonunda kim kazanır?” Bilge şef sakince cevap verdi, “Hangisi mi kazanır, sen hangisini beslersen o kazanır!” 78- BİLGE VE KÖPEK Bilge bir gölün kenarında oturuyordu. O sırada çok susamış olan bir köpek su içmek durgun suyun yanına kadar geldi. Fakat tam su içmek için suya eğildiği sırada suda kendi aksini gördü ve korkarak geri çekildi. Biraz sonra tekrar suya yaklaştı ama her seferinde kendi kendisinin yansımasından korkup kaçıyordu. Bu birçok sefer tekrarlandıktan sonra 152 köpek artık susuzluğa dayanamadı ve koşarak gelip kendisini suyun içine attı. Artık korkmuyordu ve doya doya su içebilirdi. Bilge şöyle düşündü, “İnsanın istediği şeye ulaşmasını engelleyen şeyler de aynı böyle boş korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü ve var olduğunu zannettiği engellerdir. İnsan bunu aşarsa her şeyi yapabilir. Benim asıl öğrendiğim şey de ne kadar çok şey bilirse bilsin insanın bir köpekten bile bir şey öğrenebileceğidir. Herkes kendisinde olanı paylaşmalılıdır.” 79- KELEBEK ETKİSİ Adam kendisini çok üzgün hissediyordu. Biraz sonra yoldan geçen genç bir çocuk gülümseyerek kendisine selam verdi. Adam buna çok sevinmişti. O sırada kendisine borç para veren arkadaşını hatırlayarak ona cep telefonu ile bir teşekkür mesajı gönderdi. Mesajı alan arkadaşı çok mutlu olmuştu. O sırada bir lokantada yemek yiyordu. O mutlulukla oradaki garsona bol bahşiş verdi. Yüksek miktardaki bahşişi alan garson çok şaşırmış ve çok sevinmişti. O akşam eve dönerken yolda gördüğü fakir adama o paranın bir kısmını verdi. Fakir adam çok sevindi çünkü iki gündür ağzına bir lokma bir şey girmemişti. Yemeği bitirdikten sonra kaldığı iki katlı izbe eve doğru giderken yolda soğuktan titreyen bir köpek yavrusuna rastladı. Onu alıp eve götürdü. Yavrucak sıcakta ısınınca çok mutlu olmuştu. O gece tahta evde bir yangın çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı ve herkesi ayağa kaldırdı. Adam hemen komşuları uyandırdı ve hepsi beraber dışarıya çıkarak kurtuldular. Kurtulan çocuklardan biri çok akıllı bir çocuktu. Büyüdü ve ülkenin başbakanı oldu. Bütün bunların olmasını sağlayan şey sıcacık bir ‘GÜLÜMSEME’ idi. 153 80- ZEHİR Çin’de uzun yıllar önce Lili adında bir kız evlenmiş ve kocası ve kayınvalidesi ile beraber aynı evde yaşamaya başlamıştı. Bir süre sonra Lili kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anladı. Çok sık kavga edip tartışıyorlardı. Birkaç ay sonra evde hayat çekilmez hale gelmişti. Lili artık birşeyler yapmak gerektiğini düşünerek babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya gitti. Ondan kendisine kayınvalidesinden kurtulmak için etkili bir şey vermesini istedi. Adam bilge bir kişiydi, şöyle dedi, “Sana şimdi kuvvetli bir zehir verirsem herkes senden şüphelenir. Kayınvaliden zaten yaşlı bir kişi! Ben sana öyle bir bitki karışımı vereceğim ki bunu her gün onun yemeğine azar azar atacaksın. Dikkat et yemeğin tadını fazla değiştirmesin. Bu süre zarfında da çok dikkatli olmalı ve ona iyi davranmalısın ki hiç kimse senden şüphelenmesi tamam mı?” Sevinç içinde eve dönen Lili hemen yaşlı adamın dediklerini uygulamaya koyuldu. Her gün en güzel yemekleri yapıyor ve kayınvalidesinin tabağına az miktarda zehir koyuyordu. Bir yandan da ona çok iyi davranıyor ve her istediğini yerine getiriyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi çok değişmişti. O eski aksi kadın gitmiş, yerine iyi kalpli yumuşacık bir kadın gelmişti. Kadın kendisine kendi kızı gibi davranmaya başlamıştı. Genç kız bir süre sonra büyük bir vicdan azabı çekmeye başladı. Yaptıklarından pişman olmuş vaziyette baharatçının yolunu tuttu. Yaşlı adama yalvardı, “Ne olursunuz kayınvalidemi ölümden kurtaracak bir şeyler verin, ben onu çok seviyorum.” Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında yalvaran Lili’ye bakınca kendini tutamadı, gülmeye başladı. “Sevgili Lili” dedi. “Sana verdiğim baharat karışımı yalnızca vitamin idi. Sen kayınvalideni güçlendirdin o kadar. Gerçek zehir senin zihninin içinde olanlardı. Sen ona iyi davrandıkça o zehir dağıldı ve yok oldu. Yerini sevgiye bıraktı. Böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz. Eski bir Çin atasözü şöyle der, ‘Gül veren elde gül kokusu kalır” 81- AĞAÇLAR BEMBEYAZDI Adam tren kompartınına girdiğinde genç bir adamın yanına oturdu. Genç adam biraz sonra kendisine hapishaneden henüz yeni çıkmış olan bir mahkûm olduğunu söyledi. Ailesi kendisinin hapse düşmesinden o kadar utanmışlar ki mahkûmiyeti sırasında kendisini bir kere bile ziyaret etmemişlerdi. Ayrıca bir tane bile mektupları gelmemişti. Genç adam, anne ve babasının fakir oldukları için ziyarete gelemediklerini ve okuma 154 yazma bilmedikleri için de mektup göndermediklerini düşünerek avunmaya ve kendisini affetmiş olduklarını düşünmeye çalışıyordu. Artık serbest bırakılma günü yaklaştığında ailesine bir mektup yazmış ve eğer kendisini affettilerse, tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinin önünden geçerken bir işaret koymalarını söylemişti. Ailesi kendisini affetmiş ise raylara yakın bir elma ağacına beyaz bir kurdele bağlayacaklardı. Eğer kendisinin eve dönmesini istemiyorlarsa da hiçbir şey yapmayacaklar ve o da bunu anlayarak trenden inmeyecek ve eve geri dönmeyecekti. Tren kasabaya doğru yaklaşırken genç adamın heyecanı artmaya başladı. Pencereden dışarıya bakmaya cesaret edemiyordu. Yolculuğun başından beri kendisine bu olayları anlattığı adamdan rica ederek pencereden kendisinin yerine bakmasını istedi. Birkaç dakika sonra adam elleri ile gözlerini kapatmış olan genç adamın omzuna elini koydu ve şöyle dedi, “Pencereden dışarı bakar mısın? Bütün ağaçlar bembeyaz.” Gerçekten de çiftliğin bahçesindeki tüm ağaçlar tamamen bembeyaz kurdelelerle bezenmişlerdi. O anda genç adamın bütün ömrünü zehirleyen tüm acılar adeta birdenbire dağılmışlar ve kaybolmuşlardı. “Affetmezseniz sevemezsiniz!” 82- KARDEŞİM Büyük Rus yazarı Turgenyev bir akşamüzeri evine doğru yola çıkmıştı. Yolda bir dilenci karşısına çıkarak kendisinden para istedi. Bütün ceplerini karşılayan Turgenyev hiç para bulamadı. Bunun üzerine dilencinin kendisine doğru uzattığı iki elinin arasına alarak sıktı ve “Kusura bakma kardeşim ama sana verecek hiçbir şeyim yok” Dilenci, “Verdiniz ya efendim” dedi. “Bana kardeşim dediniz ve elimi sıktınız” 155 83- BİR LİRA VER Bir delikanlı bilgeye giderek onun öğrencisi olmak istediğini söyledi. Bilge, “Benim öğrencim olmak zordur” dedi. “Korkarım sen bunu başaramazsın” Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge de bunun üzerine ilk görevini verdi. “Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışırsa ona bir lira vereceksin” Genç denileni yaptı ve tam bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara para verdi. Bir yılın sonunda genç, bilgeye geldi ve bundan sonraki görevine hazır olduğunu söyledi. Bilge, “Önce şehre git ve bana biraz yiyecek al!” dedi. Sonra genç yanından ayrılır ayrılmaz da hemen dilenci kılığına büründü ve kısa yoldan giderek gencin şehre gideceği yolun üzerinde oturarak onu beklemeye ve dilenmeye başladı. Tam genç yanından geçerken ondan para istedi, vermeyince de ona hakaretler etmeye başladı. Herkesin duyacağı şekilde ona bağırıyor ve ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Gençte en ufak bir öfke işareti yoktu. “Ne kadar harika” diye cevap verdi. “Tam bir yıl boyunca bana hakaret eden insanlara para ödemek zorunda idim, şimdi tek kuruş bile vermek zorunda değilim.” Bunun üzerine bilge üzerindeki dilenci kıyafetlerini çıkardı ve öğrencisine şöyle dedi, “Bu sana birinci dersim idi. Başkalarının ne dediklerine aldırış etmeyen kişi bilgelik yolunda ilk adımı atmış demektir. Sen de bundan sonra sana söylenen kötü sözlere bakmadan doğru bildiğin yolda yürüyeceksin.” 84- KİMSEYE SÖYLEME Adam atı ile seyahat ederken ağacın altında bitkin bir vaziyette yatmakta olan bir adam gördü. Atlı atından inip ona yardım etmek istedi. Kendisine su götürdü ve nasıl olduğunu sordu. Adam günlerden beri yemek yemediğini, çok bitkin olduğunu ve şehre gitmek istediğini söyledi. Bunun üzerine atlı adam diğerine yardım ederek onu kendi atının üzerine bindirdi. Kendisi de atın yanında yürüyecek ve adamı beraber şehre götürecekti. Fakat yerde yatan adam atın üzerine atlar atlamaz dizginleri eline alarak atı mahmuzladı ve kaçmaya başladı. Meğerse yaptığı bir numara imiş ve gerçek niyeti atı 156 çalmakmış. Bunun üzerine geride kalan atlı ona arkasından seslendi, “Bir dakika durur musun, sana bir şey söylemek istiyorum.” Kandıran adam ne söyleyeceğini merak ederek uzakta bir mesafede durdu ve “Ne var?” diye sordu. Atlı adam şöyle dedi, “Benim atımı çaldın, alıp götürebilirsin. Ama sana yalvarıyorum lütfen bu atı benden nasıl çaldığını hiç kimseye anlatma, yoksa hiç kimse bir daha yolda gördüğü muhtaç ve zor durumda olan insana yardım etmez.” Gerçek hedefimiz bu şekilde kötülüğün yayılmasını önlemek olmalıdır. 85- TUZ VE SU Bilge öğrencisinin sürekli olarak şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün öğrenciyi tuz almaya gönderdi. Hiçbir şeyden mutlu olmayan öğrenci tuzu alıp geldi. Bilge ona, “Şimdi bir avuç tuz al ve bir testi suyun içine atıp karıştır” dedi. Öğrenci denileni yaptı. Bilge sonra o testiden bir bardak su alıp içmesini istedi Öğrenci sudan bir yudum içer içmez yüzünü buruşturdu. “Tadı nasıl?” diye bilge sorunca, “Berbat, çok tuzlu, içemiyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine bilge öğrencisi ile beraber dışarıya çıkıp gölün kenarına gittiler. Orada bilge öğrencisine yine bir avuç tuzu göle atmasını söyledi. Öğrenci denileni yaptı. Bilge şimdi de gölden bir bardak su içmesini söyledi. Öğrenci suyu afiyetle içti. Bilge, “Tadı nasıl diye sordu?” Öğrenci, “Çok güzel diye cevap verdi. Bilge öğrencinin yanına yere oturarak ona şöyle bir öğüt verdi, “Hayatımızdaki ıstıraplar işte aynı bu tuz gibidir. Ancak ıstırabın acılığı içine konulan kaba bağlıdır. Acı çektiğin zaman yapman gereken sana ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmek ve büyütmektir. Sen bardak olmaya çalışma, göl olmaya, derya olmaya çalış!” 157 86- BALTA Köyde bir adam kışlık odunları baltası ile doğrayarak odunluğa yerleştiriyordu. Kestiği bir miktar odunu odunluğa götürüp tekrar dışarı çıktığında baltasını koyduğu yerde bulamadı. Etrafa bakındı ama balta ortada yoktu. Tam o sırada başka bir köylünün oradan geçmekte olduğunu gördü ve şüphelendi. “Baltayı kesin bu adam aldı” diye düşündü. Sonra kış geldi ve herkes köydeki kahvede oturmaya başladı. Köylü baltayı aldığını şüphelendiği adam ile hiç konuşmuyor, içinden ona diş biliyor ve onun yüzüne bile bakmıyordu. Bütün kış böyle geçti. Bahara doğru köylü odunluğa odun almaya gittiğinde baltasını dizilmiş odunların arkasında buldu. Meğerse sonbaharda odunları keserken balta arkaya doğru düşüp dizilmiş olan odunların arkasına yuvarlanmıştı. Bu sefer köylü o adamdan şüphelendiği için kendisine çok kızdı. Şüphelendiği adama gitti ve “Canım kardeşim” diyerek kendisine sarıldı. 87- KAVANOZDAKİ TAŞLAR Profesör elinde büyükçe bir çanta ile üniversitede sınıftan içeriye girdi ve masasına doğru gitti. Tek bir kelime bile söylemeden yanında getirdiği çantanın içinden camdan yapılmış kocaman bir kavanoz çıkartarak masanın üzerine koydu. Sonra çantanın içinden tenis topu büyüklüğünde taşlar çıkartarak dikkatli bir biçimde teker teker kavanozun içine yerleştirdi. Kavanoz ağzına kadar taşla dolmuştu. Profesör bakışlarını sınıftaki öğrencilere doğru kaldırarak sınıfa, “Kavanoz doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Evet doldu” diye cevapladılar. Bunun üzerine profesör masanın altına doğru eğildi ve bu sefer çantadan küçük çakıl taşları çıkardı. Çakıl taşlarını kavanozun ağzından içeriye boşalttı ve kavanozu dikkatlice sallayarak küçük taşların büyük taşların aralarına iyice yerleşmelerini sağladı. Sonra yine bir miktar daha çakıl taşı dökerek kavanozu ağzına kadar doldurdu. Sonra profesör tekrar bakışlarını sınıfa doğru çevirerek sordu. “Kavanoz doldu mu?” Sınıftaki öğrenciler bu sefer biraz tereddütle, “Evet bu sefer doldu galiba” dediler. Profesör bu sefer masanın altındaki çantadan bir torba dolusu kum çıkardı ve kavanozun ağzından içeriye boşalttı. Yine bir miktar sallayarak kumu kavanozun içine ağzına kadar doldurdu ve yine sınıfa dönerek sordu, “Bu sefer doldu mu?” Öğrenciler 158 dersi almışlardı, “Muhtemelen henüz dolmadı” diye cevapladılar. Profesör, “Doğru” dedi ve bu sefer masanın altından içi su dolu bir sürahi çıkardı. Sürahinin içindeki suyu yine kavanozun içine boşalttıktan sonra öğrencilerine sordu, “Bu deneyden ne gibi bir hakikat öğrendiniz, bu deneyin ardında yatan büyük gerçek nedir?” Tahtada kocaman bir şekilde dersin adı yazıyordu. “ZAMAN YÖNETİMİ” Öğrencilerden birisi söz isteyerek ayağa kalktı ve şöyle dedi, “Hayatta başarılı olabilmek amacı ile uğraştığımız alanın dışında başka alanlarda da çalışmalar yapmalıyız” Bir başka öğrenci daha ayağa kalktı ve “Günlük yaşamda işlerimizi yapmak için yeterli zaman bulamıyoruz. Zamanımız ne kadar dolu gözükürse gözüksün eğer daha çok çalışır ve daha çok gayret edersek başka şeylere de ayırabileceğimiz zaman mutlaka vardır” diye düşüncesini söyledi. Profesör her ikisine de “Hayır” dedi. “Bu deneyin ardında yatan büyük gerçek şudur: “ÖNCE BÜYÜK TAŞLARI YERLEŞTİRMELİSİNİZ.” Sonra devam etti, “Önce küçük taşları koyarsanız, büyük taşları kavanozun içine sığdıramazsınız.” Sınıftaki öğrenciler susmuşlar hocalarını dinliyorlardı. “Yaşamınızdaki büyük taşlar hangileridir? Aileniz, eğitiminiz, işiniz, arkadaşlarınız, hedefleriniz? Belki o, belki bu, belki de bunlardan birkaç tanesi. Şurası bir gerçektir ki çoğu insanlar en ön plana kendilerini, sonra toplumu ve en sona da Tanrı'yı koymaktadırlar. Hâlbuki doğrusu bunun tam tersidir. Şunu iyi hatırlamalısınız ki yaşamda sizin için daha önemli olanları ön plana koymazsanız yaşamınızın gayesini yerine getiremezsiniz. Bu yüzden sizin için önemli olanları dürüstçe ortaya koymalı ve yaşam kavanozunuzun içine önce bunları yerleştirmelisiniz.” Eğer yaşamınızdaki öncelikler arasına insanlara hizmeti en baştan koymazsanız, ne kadar gayret ederseniz edin hizmet için vakit bulamayacaksınız. 88- TEK KOLLU ŞAMPİYON Japon çocuğun hayali günün birinde çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi ona izin vermiyordu. Bir gün çocuk çok talihsiz bir kaza sonucu sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilke dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üzerinden savurmayı öğretti. İkinci, üçüncü ve dördünce derslerde de hep aynı hareketi çalışıyorlardı. Çocuk bir gün hocasına, “Hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek” dedi. Hocası ise bu hareketi dünyada en hızlı yapabilen kişi oluncaya kadar devam edeceklerini söyledi. Çocuk çalışmaya devam etti, o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile bir çırpıda yere seriyordu. Bir gün hocası elinde bir kâğıtla geldi. Kâğıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. 159 Çocuk çok şaşırdı, hocasına sordu, “Hocam ben yalnızca tek bir hareket biliyorum, kesin kaybederim” Hocası ise, “Sen yalnızca hareketini yap” dedi. Ertesi gün çocuk salonda ringe ilk kez çıktı ve rakibini o bildiği tek hareketle yere serdi ve yendi. Bildiği o tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı bir rakibi vardı. Önce çok korktu ama yine bildiği o tek hareketi yaparak onu da yendi ve şampiyon oldu. Sevinçle hocasının yanına koştu ve şöyle sordu, “Hocam nasıl oldu anlamıyorum. Sadece tek bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum!” Hocası çocuğa baktı ve şöyle cevap verdi, “Sevgili oğlum, senin yaptığın bu tek hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir ve tek bir savunması vardır, o da rakibin sol kolunu tutmaktır!” 89- İN ARABADAN Amerikada işiz bir genç iş istemek için ünlü iş adamı Ford’un bürosuna gitti. Sekreteri görüşme için 3 ay sonraya gün verdi. Aradan 3 ay geçtikten sonra genç, sekreterin yanına geldi. Sekreter şöyle dedi, “Sayın Ford şimdi dışarıya çıkmak üzere, siz de onu takip edin lütfen!” Ford bir arabaya bindi. Genç de yanına oturdu. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Araba durduğunda beraberce arabadan inerek bir mağazaya girdiler. Mağazadakiler Ford’u büyük bir saygıyla karşıladılar. Birlikte mağazayı gezdiler. Sonra aynı şekilde 2., 3., 4. ve 5.ci mağazalar gezildi. Dönüş yolunda tekrar otomobile bindiklerinde genç daha fazla dayanamayarak sordu, “Sayın Ford, acaba benimle iş görüşmesi yapacak mısınız?” Ford, “Yaaa, öyle mi? Peki o halde!” diyerek arabayı durdurdu ve gencin arabadan inmesini söyledi. Sonra da basıp gitti. İndiği yer şehirden uzak, tenha bir yerdi ve gencin cebinde hiç para yoktu. Sinirlenerek yürümeye başladı. Kan ter içine evine vardığında şöyle düşünüyordu. “Bana bir ders vermek istedi, ama acaba bu nasıl bir ders?” Günlerce yorum yaptı ve gizli mesajın ne olduğunu anlamaya, bulmaya ve çözmeye çalıştı. Sonunda anladı. Ford ile birlikte gittikleri ilk mağazaya gitti. İlgililer ona büyük bir saygı gösterdiler. Sanki karşılarında Ford varmış gibi onunla ilgilendiler. Genç biraz çekinerek de olsa bu mağazanın yetkililerine, “Ben sizin ürünlerinizi pazarlamak istiyorum” dedi. Cevap enterasandı, “Buyurun istediğiniz kadar alın, parasını sonra istediğiniz ve rahat olduğunuz zaman ödersiniz.” 160 Bir insan için bundan büyük yardım mı olur? Bu genç giriştiği pazarlama işinde çok başarılı oldu. 5 yıl içinde Amerika’nın en büyük iş adamlarından biri oldu. Ford’u ziyaret ederek ona teşekkür etmek istedi. Sekreterine giderek Ford ile konuşmak istediğini söylediğinde aldığı cevap yine çok enteresandı. “Buyurun efendim, Ford sizi bekliyor.” İçeri girdiğinde de Ford ona şöyle dedi, “Sizi tebrik ediyorum. Aynı yerde arabadan indirdiğim ne ilk, ne de sonuncu kişisiniz. İçlerinden bir tek siz anladınız ne demek istediğimi. O günden beri hayranlıkla takip ediyorum sizi!” 90- ACELE KARAR VERMEYİN (Lao Tzu hikayesi) Köyün birinde bir adam tek bir atı ile toprağı sürerek ailesini kıt kanaat geçindiriyordu. Bir sabah kalktığında bir baktı ki atı kaçmış. Komşuları kendisini teselliye geldiler. “Geçmiş olsun, atın kaçmış. Şimdi ne yapacaksın? Bir tane atın vardı, onunla geçiniyordun? Bu senin için çok kötü oldu” Köylü sakince cevap verdi, “Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını bilemeyiz.” Ertesi günü kaçan atı geri geldi. Yanında beraberinde getirdiği bir de vahşi at vardı. Komşu köylüler bunu görünce bu sefer adama tebriğe geldiler, ”Atın geri gelmiş gözün aydın. Hem de bir tane daha atın olmuş. Artık iki atla çok daha rahat edersin. Senin için çok iyi oldu bu.” Köylü yine sakince, “Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını bilemeyiz” dedi. İki gün sonra köylünün oğlu gelen vahşi atı ehlileştirmek isterken attan düşerek bacağını kırdı. Komşular yine teselliye geldiler, “Geçmiş olsun. Oğlunun bacağı kırılmış. Oğlun senin en büyük yardımcındı. Şimdi o olmadan bütün işler sana kaldı. Senin için kötü oldu.” Köylü aynı cevabı verdi, “Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını bilemeyiz.” Aradan bir hafta geçtikten sonra kralın askerleri köye geldiler. Savaş çıktığı için gençleri toplayarak askere 161 götürüyorlardı. Köylünün oğlu bacağı kırık olduğu için götürülmedi. Komşular yine adama gelerek, “Gözün aydın, oğlun bacağı kırık olduğu için savaşa gitmedi ve yanında kaldı. Oysa diğer çocuklar belki hiç geri dönmeyecekler.” Köylü sakin bir şekilde aynı cevabı verdi, “Sizler karar vermek için hep acele ediyorsunuz. Neyin hayırlı olduğunu ve neyin hayırlı olmadığını biz bilemeyiz. Benim oğlum yanımda, diğerleri askerde. Ama bunun hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu yalnızca Allah bilir.” Günlük yaşamımızda meydana gelen olaylara aşırı tepki vermenin hiçbir faydası yoktur. Çoğu zaman bizim için olumlu gözükmeyen bir şeyin kılık değiştirmiş bir hediye olduğu sonradan anlaşılır. Eğer kalbimizde tam bir inanç varsa, başımıza gelen her olayın ondan ders çıkartabileceğimiz bir hediye olduğunu düşünürüz. Büyük bir bilge bu konuda şunları söylemiştir, “Zevk ve acı ip üzerinde yürüyen bir cambazın elindeki sırığın uç kısımlarında bulunan kovalara benzerler. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Gelecekte herhangi bir kimsenin başına ne gelebileceğini hiç kimse söyleyemez.” En değerli mücevher en yüksek ateşte şekillendirilerek içindeki gayrisafiyetlerden kurtulmuş olan mücevherdir. 91- ANTİK İSKEMLELER Genç bir antikacı Anadolu’nun ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları köylülerden ve malın değerini bilmeyenlerden yok pahasına satın alarak İstanbul’da satıyordu. Bir seferinde arabası karlı yolda saplandı kaldı ve antikacı arabasını terk ederek yürümek zorunda kaldı. Yoğun tipi altında artık donmak üzereyken bir ihtiyar tarafından bulundu. Yaşlı adam onu kendi kulübesine götürdü. Yolda “Günlerden beri hasta yatıyordum, bugün odun kesmek için ilk defa dışarıya çıkmıştım. Meğer seni bulmak için iyileşmişim” dedi. Diz boyuna varan karda kulübeye girdiler. İçeriye girdiklerinde antikacının gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın ortasındaki kuzine sobanın 162 etrafında üç dört tane sandalye vardı. Bunlar gördüğü en güzel antikalardı. Yaşlı adam misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma yiyecek bir şeyler verdikten sonra yatağını hazırladı ve şöyle dedi, “Bugün sobayı yakamadım evladım, ama bu yorganlar seni ısıtacaktır” Yaşlı adam içeri odaya geçerken antikacı tiftik battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bir türlü uyku tutmuyordu. Ertesi gün ne yapıp edip o sandalyeleri ondan bir şekilde almalı idi. Kendisinin hayatını kurtarmasına karşılık ona bir iki koltuk almayı teklif edebilir ve bu sandalyeler de zaten eskidiği için kendisi almayı teklif edebilirdi. En kötü ihtimalle sandalyeleri vermek istemezse adam görmeden gizlice minibüsünün arkasına atabilirdi. Yaşlı adamın yürümeye bile takati yoktu, sanki ne yapabilirdi? Bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden yaşlı adamın sabah namazına kalktığını ve odun parçaladığını duydu. Gözlerini açtığında kuzineden yemek kokuları geliyordu. Oda sıcacık ısınmıştı. Tam doğrulup çevresine bakındığında iskemleleri hatırladı, ama o da ne? Etrafta hiç sandalye yoktu. Adam herhalde kendisinin sandalyelere bakışını görmüş ve onları saklamış olmalıydı. Umursamamaya çalışarak “Teşekkür ederim, iliklerim ısındı. Çorbanız da çok güzel koktu doğrusu. Ama akşam ki sandalyeleri göremiyorum” dedi. Yaşlı adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarak şöyle dedi, “İskemle dediğin dünya malı be oğlum. Biz misafirimizi üşütür müyüz hiç?” 92- HEDİYE KİME KALIR? Yaşlı ve bilge bir samuray çok ünlü bir savaşçı idi. Genç ve kibirli bir savaşçı kendisini yenebilmek için yanıp tutuşuyordu. Bu genç savaşçı rakibini kışkırtma tekniği ile tanınıyordu. Kışkırttığı ve kızdırdığı rakibine ilk hareketi yaptırarak onun hata yapmasını sağlar ve fırsattan yararlanarak onu yere sererdi. Samurayın adını duyarak gelmişti ve onu yenerek şöhretini artırmayı amaçlıyordu. Kasaba meydanında yaşlı ve bilge samurayın oturduğu yere geldi. Yaşlı savaşçıya hakaretler etmeye başladı. Onun atalarına dil uzatıyor, kendisi ve ailesi ile alay ederek söylenmeyecek iftiralarda ve küfürlere bulunuyordu. Yaşlı bilge ise kıpırdamadan duruyor, en ufak bir tepki bile vermiyordu. Genç samuray artık konuşmaktan ve hakaret etmekten yorulmuştu. Ağzından köpükler çıkar vaziyette artık söyleyecek bir kelimesi kalmayana kadar konuştu. Söylenebilecek her şeyi defalarla yaşlı adama söylemiş daha söylenecek bir tek kelime bile kalmamıştı. Yorularak sustu. 163 Bunun üzerine yaşlı samuray genç savaşçıya şöyle sordu, “Sevgili oğlum, bir insan bir diğerine bir hediye vermek istese ve o da hediyeyi kabul etmese o hediye kime kalır?” Genç savaşçı sorunun sebebini anlamamıştı, ama yine de cevap verdi, “Tabii ki hediyeyi getiren kişiye kalır.” “Peki, o zaman, senin deminden beri bana vermeye çalıştığın hediyeyi kabul etmediğimi fark edemedin mi? Ben senin getirdiğin hediyeyi istemiyorum, çok teşekkür ederim.” 93- İNSAN OLMAK NASIL BİR ŞEYDİR? Bilgeye öğrencileri gelerek “Nasıl insan olabiliriz?” diye sordular. Bilge sakince cevap verdi. “Üç adım atmak gerekir. Eğer sana birisi kötülük yaparsa ve sen de onun hakkında kötü bir şey düşünmezsen birinci adımı attın demektir. İkinci adım sana kötülük yapana senin iyilik yaparak cevap vermendir. Bunu da yapabilirsen o zaman geriye bir adım kalmış olur ki o da en zorudur. Sana yapılan herhangi bir hareketin kötü olmadığını hissetmeye başladığında insan olmuşsun demektir sevgili oğlum!” 94- ÇATLAK KOVA Adam evine yakındaki kuyudan su taşıyordu. Her gün birkaç kez omuzuna iki kova alıyor ve onları kuyudan doldurduktan sonra ev götürüyordu. Ancak kovalardan biri çatlaktı ve su kaçırıyordu. Eve gelindiğinde çatlak kovanın içindeki su yarıya inmiş oluyordu. Aradan uzun süre geçtikten sonra bir gün çatlak kova adama seslendi, “Kusura bakma, ben kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.” “Neden özür diliyorsun?” diye adam sordu. “Neden olur mu? Aylardan beri her gün kaç kez eve su taşıyorsun. Diğer kova görevini tam olarak yaptığı halde ben benim içime koyduğun suyun ancak yarısını eve götürebiliyorum. Boşu boşuna fazladan uğraşmış oluyorsun.” “Peki” dedi adam, “Ben senden eve dönerken yolun sağına yani seni taşıdığım tarafa doğru bakmanı istiyorum. Ben aylar önce yolun sağ tarafına çiçek tohumları ekmiştim. 164 Her gün eve su taşırken onları sen suladın. Sen olmasaydın eğer bu yolun sağında gördüğün çiçekler de olmayacaktı.” “Aslında hepimiz çatlak kovalarız. Hiç kimse kusursuz değildir. Hepimiz kusurlarımızın içinde bir güç taşırız. Maharet, kusurunu bilmek ve onun içindeki o gücü arayıp bulmaktadır.” 95- HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR Afrika’da bir kral baş veziri ve askerleri ile birlikte ormanda avlanıyordu. Yayı gererek oku fırlatacakken eli araya sıkıştı ve eli çok kötü yaralandı. Kral acılar içinde kıvranmaya başladı. Vezir gayet sakin bir şekilde, “Merak etmeyin sayın kralım” dedi, “Bunda da bir hayır vardır.” Kral bu söze çok kızmış ve içerlemişti, öfke ile gürledi, “Elimi yaralamanın neresinde hayır olabilir aptal herif? Çabuk şu adamı gözümün önümden alıp götürün ve hapse atın!” Aradan kısa bir süre geçtikten sonra kral bu sefer birkaç adamı ile birlikte yine ormana ava gitti. Ancak bu sefer av bulabilmek için çok uzaklaştılar ve yamyamların bulunduğu yere geldiler. Yamyamlar kralı yakalayarak köye kurban etmeye götürdüler. Odunları topladılar ve ortasına direk bağladılar. Kral korku içinde seyrediyordu. Tam kralı alıp direğe bağlamaya götürüyorlardı ki kralın elindeki sargı bezini fark ettiler. Sargı bezini açınca koluna kadar uzanan derin yarayı gördüler. Onların inançlarına göre kusurlu bir insan Tanrı’lara kurban edilemezdi. Hemen kralı çözerek serbest bıraktılar. Kral koşarak saraya geldi ve hemen zindana attırdığı baş vezirinin yanına koştu ve kendisinden özür diledi. “Sen haklıymışsın. Gerçekten de yaralanmamda bir hayır varmış. Sadece bu yüzden ölümden kurtuldum. Sana yaptığım yanlış ve kötü bir davranıştı.” “Hayır” diye karşılık verdi başvezir, “Hiç de değil! Siz bana kötülük yapmadınız. Bunda da büyük bir hayır varmış” “Nasıl olur?” diye kral araya girdi, “Benim yüzümden o kadar süre hapiste yatmak zorunda kaldın.” Başvezir şöyle yanıtladı, “Evet ama ben zindanda olmasaydım sizinle birlikte ava gelecektim ve yamyamlar sizi serbest bırakınca beni kurban edeceklerdi. Sizin bu davranışınız sayesinde ben de ölümden kurtuldum.” 165 96- BU DA GEÇER Adam köy köy dolaşıp eşya pazarlıyordu. Bir gün yolu büyük bir köye düştü. Köylüler geceyi geçirmesi için köyün en zengin kişisi Şakir Ağa’nın evini tarif ettiler. Tüccar orada çok iyi karşılandı. Yemeğini yedi, dinlendi. Ertesi gün tekrar yola çıkmadan önce ağaya veda etmek için uğradı. “Misafirperverliğiniz için çok teşekkür ederim. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum. Allah sizden razı olsun! Hem zengin bir insansınız hem de cömert!” dedi. Şakir Ağa metanetle cevap verdi, “Amaaan mal mülk nedir ki, bu da geçer!” dedi. Tüccar köyden ayrılıp yoluna gitti, ama ağanın sözünü aklından çıkaramadı. Bir anlam veremiyordu. Aradan bir süre geçtikten sonra tüccarın yolu yine o bölgeye düşünce dostu Şakir Ağayı hatırlayarak onu ziyaret etmek için köye uğradı. Birkaç sene üst üste yağmur yağamamış ve kıtlık yüzünden ağa tüm mal varlığını köydeki diğer bir ağa olan Haddad ağaya satmak zorunda kalmıştı. O da kendisinin arkadaşı olduğu için Şakir Ağayı çiftliğinin kâhyası yapmıştı. Tüccar arkadaşı eski ağaya uğrayarak onu teselli etmek istedi, “Çok üzüldüm Şakir Ağa. O kadar zenginlikten sonra böyle başkasının yanında çalışmak sana zor gelmiş olmalı, öyle değil mi?” “Şakir Ağa hiç etkilenmemişe benziyordu, “Aldırma yahu, boşveeeer, bu da geçer dedi.” Tüccar oradan ayrıldı ve bu sefer yedi yıl sonra tekrar o köye geldi. Hemen arkadaşı Şakir Ağanın yanına gitti. Haddad Ağa birkaç yıl önce vefat etmiş, çocuğu olmadığı için bütün mal varlığını Şakir Ağa’ya bırakmıştı. Şakir Ağayı tekrar zengin olduğu için tebrik etmek istedi. “Şakir Ağa gözün aydın, yine zengin olmuşsun. Zaten sen çok iyi insansın, sana çok yakışıyor.” Şakir ağa yine aynı cevabı verdi. “İnan bana bunlar hiç önemli şeyler değil, bu da geçeeeer!” Bir süre sonra tüccarın yine köye yolu düştüğünde Şakir Ağa’nın vefat etmiş olduğunu öğrendi. ‘Dostumun ardından bir Fatiha duası okuyayım’ diyerek tepenin yamacındaki mezarına gitti. Mezar taşında şöyle yazılı idi, “Bu da geçer!” 166 Tüccar bu sefer iyice şaşırmıştı, “Ölümün neresi geçecek?” diye düşündü. Ertesi yıl yine köye geldiğinde tekrar dua etmek için mezarlığa gitti. Bir de ne görsün. O kış büyük bir sel gelmiş tepeyi önüne katıp dümdüz etmiş ve mezarlıkta bir tane bile mezar bırakmamıştı. Şakir dostundan geriye kemikleri bile kalmamıştı. Tüccar birden anlamaya başladı. Dostu kendisine bu dünyada her şeyin, ama her şeyin geçici olduğunu ve başımıza gelen ne iyi şeylerden, ne de kötü şeylerden etkilenmemiz gerektiğini anlatmaya çalışmıştı. Bu dünyayı terk ederken geriye yaptığımız iyilikler ve kötülüklerden başka bir şey kalmıyordu. 97- DÜNYANIN EN KISA ANAYASASI Birkaç bilge yan yana gelerek dünyanın en kısa anayasasını yazmak istediler. İnsanların hareketlerine ve davranışlarına hükmeden öyle bir şey yazacaklardı ki her şeyi içinde ihtiva etsin ve aynı zamanda da çok kısa olsun. Öyle olmalıydı ki herkes bu anayasayı kolayca hatırlamalı idi. Bir süre aralarında tartıştıktan ve birbirlerine danıştıktan sonra bir fikir birliğine vardılar. Tüm zamanların kutsal metinlerinin damıtılmış özünü bulmuşlardı. Üç maddede özetlediler: Anayasa Madde 1: Herkesi Sev, herkese hizmet et. Anayasa Madde 2: Her zaman seviniz, hiçbir zaman incitmeyiniz! Anayasa Madde 3: Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayınız. 98- DAMDAKİ ÇOCUK Bir kadın koşarak Hazreti Ali’ye geldi. “Efendimiz” dedi, “Oğlum dama çıktı, oradan da su oluğunun üzerine geldi. Aşağıya düştü düşecek. Çağırsam gelmeyecek, elim oraya kadar yetişmiyor. Bıraksam aşağıya düşeceğinden korkuyorum. Tehlikedesin, oradan uzaklaş yanıma gel desem, aklı ermez! El ile işaret etsem anlamaz. Şurada kötülük var desem dinlemez. Ey asil insan, bana yol göster de çocuğumu bu zor durumdan kurtarayım!” 167 Hazreti Ali şöyle cevap verdi, “Dama onun olduğu yerin yakınına başka bir çocuk çıkar da çocuk kendi cinsinden bir çocuğu orada görsün! O zaman senin çocuğun oluğun üzerinden dam tarafına gelir.” Kadın koşarak gitti ve Hazreti Ali’nin dediğini yaptı. Çocuk kendi cinsinden birini başka bir çocuğu görünce ona doğru gitti. Oluğun üzerinden dama doğru geldi ve kurtuldu. Her cins kendi cinsinden olanları çeker. Peygamberler, evliyalar, azizler, bilgeler ve bütün kutsal varlıklar dünyaya insanları kötülüklerden kurtarmak için bu yüzden insan cinsinde gönderilmişlerdir. Bizlere daima ‘Ben de sizin gibiyim, ben de sizden biriyim, ben de Allah kuluyum’ demezler mi? 99- BEN O’NUN İŞİNE KARIŞMAM Adamın biri yerde yürüyen bir böcek gördü ve ellerini yukarıya kaldırarak şöyle yakardı, ”Sevgili Allahım, bunun gibi böyle çirkin ve pis böceği neden yarattın ki? Hiçbir işe yaramıyor?” Aradan bir süre geçtikten sonra adam hastalandı ve doktora gitti. Doktorun verdiği ilaçlar işe yaramadı, karnı ağrımaya devam ediyordu. Başka bir doktora gitti, sonra başka bir tanesine. Hiçbiri derdine çare bulamıyordu. En sonunda bir farmakoloji (ilaç bilimi) uzmanı adama belli bir böcek bulmasını ve onu ezerek yemesini söyledi. Adam söylenerek ve iğrenerek de olsa denileni yaptı. Mucizevî bir şekilde iyileşmişti. Birkaç ay sonra adam gemi ile bir deniz yolculuğuna çıktı. Denizin ortalarına geldiklerinde büyük bir fırtına çıktı. Dalgalar güvertenin üzerinden aşarak içeriye giriyor ve gemi batma tehlikesi gösteriyordu. Herkes oradan oraya koşturuyor ve telaş içinde haykırıyordu. Bir çok insan bu fırtınadan kurtulabilmek için ellerini açarak Allah’a dua ediyordu. Büyük bir kargaşa çıkmıştı. Adam güvertede bir koltuğa oturmuş sakin sakin etrafında olan olayları seyrediyordu. Orada dua etmekte olanlardan bir arkadaşı ona dönerek sordu, “Sen neden dua etmiyorsun? Orada öyle hiçbir şey yapmadan heykel gibi oturuyorsun!” Adam sakin bir sesle cevap verdi, “Ben O’nun işine karışmıyorum. Bir kere karışacak oldum, bana o böceği yedirdi.” 168 100- KIRMIZI IŞIK Almanya’da yaşarken bir dost ziyaretine gitmiştik. Eve dönerken yolda kenarda bir kaza olmuştu. Kazaya doğru bakarken dörtyol ağzında kırmızı ışıkta geçtiğimi fark ettim. Kesin beni yakalamışlardır dedim, ama yapabilecek bir şey yoktu. Yola devam ettim. Olayın üzerinden bir hafta kadar sonra eve bir mektup geldi, beni karakola çağırıyorlardı. Gidince beni bir odaya aldılar. Bana bir fotoğraf gösterdiler. Fotoğraftaki arabanın bizim şirkete ait olup olmadığını soruyorlardı. Ben de “Evet bizim şirkete ait” dedim. “Bu araba geçen hafta saat 02:12’de kırmızı ışıkta geçerken kameraya yakalanmış. Bu arabada şoför koltuğunda oturan kişi siz misiniz?” diye sordular. Ben “Pek tanıyamadım” diye kaçamak cevap verdim. Dediler ki, biz sizin Yabancılar Dairesinden fotoğrafınızı aldık ve bu arabadaki şoför ile karşılaştırdık, bu kişinin siz olduğunuzu düşünüyoruz, siz ne dersiniz? Vereceğiniz cevaba göre hakkınızda yapılacak işlem değişecektir. İsterseniz avukatınıza başvurabilirsiniz!” Düşündüm, avukatlık bir iş yoktu. “Şu fotoğrafa bir daha bakabilir miyim?” diye sordum ve baktıktan sonra, “Evet bu kişi benim, ben kırmızı ışıkta geçmişim farkında değilim” diye cevap verdim. “Çok memnun olduk, doğru karar verdiniz!” dediler ve bana yüklü bir ceza kestiler. Cezayı ödedim, ama ehliyetime de el koydular. Ehliyetimi ne zaman geri alabileceğimi sorduğumda kendilerinden haber beklememi söylediler. Aradan bir hafta daha geçtikten sonra beni bir hastaneden aradılar. Göz kliniğine çağırıyorlardı. Gittim ve sıkı bir göz muayenesinden geçtim. Sonra beni bir grup doktorun karşısına çıkardılar. Her birisi benim raporumu eline alıp baktı ve sonunda şöyle dediler, “Siz renk körü değilsiniz. Gözünüz tamamen sağlam! Bunu biliyor musunuz?” Ben “Evet” cevabı verdim ve ehliyetimi geri vereceklerini düşündüm. Oysa beni bir hafta sonra psikiyatri kliniğine sevk ettiler. Verilen tarihte tekrar hastaneye gittim. Beni içinde dört doktorun olduğu bir odaya aldılar. İçlerinden biri göz raporuma bakarak, “Gözleriniz sağlammış” dedi ve “Ancak trafik ışıklarında kırmızı yandıktan 58 saniye sonra geçmişsiniz. Bunun yanlış bir şey olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. “Evet, haklısınız, bu yanlış bir davranış” diye cevap verdim. Bana artık ehliyetimi vereceklerini düşünüyordum. Ama bana “Sizi trafiğe çıkaracağız” dediler. Elime bir program verdiler. Dört gün boyunca her gün iki saatlik bir kursa katılacaktım. İlk gün gittiğimde arabaya binip şehirde dolaşacağımızı söylediler. Dört görevli ve ben beraber arabaya bindik. 169 Şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdım ve hareket ettim, Trafik ışıklarına geldiğimizde yanımda oturan görevli bana, “Buna trafik ışığı denilir. Kırmızı ışıkta durulur. Sarı ışık kırmızıya geçeceğini gösteren uyarıdır. Anladınız değil mi?” diye sordu. Ben de tekrarladım, “Evet, kırmızıda durulur. Sarı ışık biraz sonra kırmızının yanacağını gösterir. Yeşilde de geçilir.” Sonra yolda ileride bir kez daha trafik ışığına rast geldik. Arkada oturan görevlilerden biri “Hatırlıyorsunuz değil mi! Buna trafik ışığı denilir. Kırmızda durulur. Sarı ışık kırmızıya döneceğini gösteren işarettir, Ancak yeşilde geçebilirsiniz.” Ben yine papağan gibi tekrar ettim. “Evet buna trafik ışığı denilir. Kırmızıda durulur. Sarı kırmızıya geçiştir. Ancak yeşilde geçilir.” Bu sahneyi yolda arabayı kullandığım iki saat boyunca tekrarladık. O günden sonraki üç günde de bu görevliler arabama bindiler ve beni kontrol ettiler. Dört günün sonunda bana ehliyetimi geri verdiler. Aradan bir süre geçtikten sonra Türkiye’ye geldim ve bu hikâyeyi arkadaşlarıma anlattım. Bana “Peki, sonra ne oldu?” diye sordular. Şöyle cevap verdim, “Ben artık kırmızı ışıkta duruyorum.” Bütün bu hikayeden sonra da ülkemizde uygulanan günlük uygulama kuralını hatırlayalım isterseniz, “Yeşil geç, sarı çabuk geç, kırmızı da dikkatli geç demektir.” Yani daha gidecek çok yolumuz var demektir. 101- SÜTÜ NE GÜZEL DÖKTÜN Çok ünlü bir bilim adamı ile röportaj yaptılar. Gazeteci kendisine nasıl böyle herkesten farklı ve yaratıcı bir kişiliği olduğunu röportaj esnasında sordu. Bilim adamı şöyle cevap verdi, “Bu benim iki yaşımda annemle yaşadığım bir deneyim sayesindedir.” Gazeteci, “Bize nasıl olduğunu anlatır mısınız?” dedi. “Tabi anlatayım” dedi adam. “Ben iki yaşımda iken buzdolabının kapağındaki süt şişesini elime aldım ve yere düşürdüm. Mutfağın ortası bir süt gölüne dönüştü. Biraz sonra annem çıkan sesi duyarak mutfağa geldi. Bana bağırmak ve söylenmek yerine şöyle dedi, ‘Sevgili Robert, ne kadar güzel bir hata yapmışsın böyle! Daha önce böyle büyük bir süt gölü görmemiştim. Eveeet olan olmuuuş! Burayı temizlemeden önce yerdeki sütle oynamak ister misin’ Ben de eğilip yerdeki sütle 10-15 dakika kadar oynadım. Sonra annem yine geldi ve “Sevgili Robert, böyle bir hata yaptığında bunu senin temizlemen ve eskisi 170 haline getirmen gerekiyor, biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, eski bir havlu mu, yoksa bir bez mi istersin?’ Ben süngeri seçtim ve ikimiz beraber yere dökülen sütü temizledik. Daha sonra annem, ‘Biliyor musun bu yaşadığımız deneyim senin iki minik elinle koca süt şişesini taşıyamadığın gibi kötü bir deneyimdi. Şimdi seninle birlikte arka bahçeye çıkalım ve şişeyi su ile doldurarak senin şişeyi yere düşürmeden taşımanı sağlayalım’ Beraberce arka bahçeye çıktık ve ben iki elimle süt şişesini nasıl taşıyacağımı öğrendim.” “Bunun yanında başka şeyler de öğrendim. Hata yapmaktan korkmamayı öğrendim, Hatayı yapana kızmamayı öğrendim. Yapılan hatanın yeni bir şey öğrenmek için çok güzel bir fırsat olduğunu öğrendim. Bilimde deney yapmadan ve deneyde hata yapmadan hiçbir şey keşfedemezsiniz.” 102- PARA SESİ Genç bir çiftçi ilk defa New York’a gitmişti. Gökdelenlerin arasında kalabalık bir bulvarda yürürken kulağına bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. Evet bu kesinlikle bir cırcır böceği sesiydi. Ses büyük bir mağazanın önündeki çalılıktan geliyordu. Çalı kümesine yaklaşarak sesi dinlemeye çalıştı. Tam o sırada mağaza görevlisi dışarıya çıkarak merakla kendisine bakınmaya başladı. “Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Genç çiftçi “Hayır teşekkür ederim” dedi, “Sadece şurada bir cırcır böceği sesi duyduğumu sandım.” “Sanmıyorum” dedi görevli, “New York’ta cırcır böceği bulunmaz. Genç çiftçi cırcır böceğini bulana kadar sesi takip etti ve en sonunda onu eline aldı. “Tamam işte burada” dedi. Genç adam her gün bu çalının önünden geçen binlerce insan olmasına rağmen cırcır böceğini bir tek kendisinin işittiğine çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Cebinden bir bozuk para çıkarttı ve onu döndürerek havaya fırlattı. Para kaldırıma düştüğü anda oradan geçenlerden 20-25 tanesi birden durdular ve para sesine doğru dönüp baktılar. 103- KERTENKELE Japon adam evini yeniden dekor ettirmek istiyordu. Bunun için evinde iki oda arasındaki bir duvarı yıkmaya başladı. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar 171 arasında bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken orada iki duvar arasında bir ayağına bir çivi batmış bir kertenkele gördü. Kertenkele hareket etmeye çalışıyor, ama çivi yüzünden bir yere gidemiyordu. Ev yapılalı on yıl kadar olmuştu. Bu kertenkele burada bu şekilde nasıl hayatta kalmıştı? Adam hayretler içerisinde idi. Adam çalışmayı bıraktı ve kertenkeleyi seyretmeye başladı. Aradan bir süre geçtikten sonra nereden çıktığını anlayamadığı başka bir kertenkele geldi ve ağzında taşıdığı yiyecekle ayağı sıkışmış olan kertenkeleyi besledi. 104- KARAKTER BAŞTAKİ BİR RAKAMIDIR Öğretmen sınıfa girdiğinde öğrencilere dönerek şöyle dedi. “Bakın çocuklar burada okulda öğrendiğiniz konuları bir gözden geçirelim isterseniz. Bir öğrenci matematik dersinden geçmiş ise bunun değeri nedir biliyor musunuz, kocaman bir sıfırdır.” Öğretmen tahtaya bir sıfır yazdı ve devam etti. “Aynı öğrenci sonradan İngilizce konuşmayı da öğrendi diyelim. Bunun değeri nedir dersiniz. Bu da kocaman bir sıfırdır.” Öğretmen tahtaya yan yana ikinci sıfırı yazdı. “Peki bu öğrenci fizik, kimya, biyoloji öğrenirse ne olur, yan yana üç sıfır daha eklenir.“ Yanyana üç sıfır daha yazdı. “Lütfen tahtada yazılı olan sayıyı bana okur musunuz?” diye öğretmen sordu. Bütün sınıf hep beraber “Sıfııııır” diye cevap verdiler. Öğretmen devam etti, “Yanyana kaç tane sıfır yazarsanız yazın değeri sıfırdır öyle değil mi? Hiçbir değer ifade etmez.” “Ancak” dedi öğretmen, “Bu kadar çok değersiz bilginin başına karakter sahibi olmanın rakamı olan bir rakamını koyarsak ne olur biliyor musunuz? İşte o zaman çocuklar bütün o sıfırlar şimdi çok büyük bir değer ifade ederler. Biz ülke olarak çok iyi bir doktor yetiştirebiliriz. Bu doktor dünyada benzersiz bir bilgi ve beceriye sahip olabilir. Çok iyi bir mühendis yetiştirebiliriz. Bu mühendis her türlü bilgi ve deneyim ile donanmış olabilir ve muhteşem binalar ve makinalar tasarlayabilir. Fakat bu insanlar bu üstünlüklerini yalnızca kendi maddi menfaatleri uğrunda kullanırlar ve bunu yaparken de insanların hayatını ve sağlığını hiçe sayarlarsa o zaman toplum için çok tehlikeli bir insan yetiştirmişiz demektir. Bu yüzden lütfen şunu aklınızdan hiç çıkarmayın. İçinde prensip olmayan siyaset Amacı karakter olmayan eğitim İçinde insanlık olmayan bilim Ve içinde ahlak ve erdem olmayan ticaret Yalnızca yararsız değil aynı zamanda çok tehlikelidir. 172 105- ÖĞRENİLMİŞ ACİZLİK Bilimle uğraşan bir grup insan bir deney yapmaya karar verdiler. Büyük bir akvaryumun içine büyük bir balık ve çok sayıda küçük balık yerleştirdiler. Büyük balık acıktıkça küçük balıklardan yiyerek yaşamaya devam ediyordu. Daha sonra akvaryumun ortasında dikey bir cam levha yerleştirdiler ve akvaryumu ikiye ayırdılar. Büyük balık bir tarafta, küçük balıklar da diğer tarafta kaldılar. Büyük balık cam bölmeyi geçerek küçük balıkları yemek için defalarca deneme yaptı. Bu durum tam 28 saat boyunca sürdü. Büyük balık ne zaman hamle yapsa küçük balıklardan birisini yakalayamıyor, burnunu cama vuruyordu. 28 saat sonra büyük balık artık diğer tarafa geçmek için mücadele etmeyi bıraktı. Bunun üzerine bilim insanları aradaki cam bölmeyi kaldırdılar. Hayretle gözlemledikleri gibi büyük balık aradan saatler geçmesine rağmen küçük balıklardan hiçbirisini yemek için hamle yapmadı. Bu sonuç şöyle açıklandı. Bu bir öğrenilmiş acizliktir. İstatistiklere göre bir çocuk ergenlik çağına gelene kadar anne ve babasından ortalama 148.000 defa “yapma, etme, elleme, dokunma….” gibi olumsuz emirler duyuyor ve bu sayede çocukta büyüyünce yapamama, edememe özellikleri gelişiyor ve çocuk kendine güvenini yitiriyor.” 106- KOMŞULUK NASIL BİR ŞEY İmam hasta olunca üst kattaki Yahudi komşusu ona ziyarete geldi. Ziyaret esnasında misafir evde kötü bir koku hissetti. “Ya imam!” dedi, “Bu evde kötü bir koku var!” “Hastalığımdandır” diye cevap verdi imam. “Hayır, bu koku başka bir koku! Bu pis bir koku! Söyle bu nedir?” diye Yahudi komşu ısrar etti“ İmam isteksizce cevapladı. “Sizin evden bize bir miktar su sızıyor. Yaptırmaya çalıştık, ama ne yaparlarsa yapsınlar kesemedik” Bunun üzerine Yahudi komşu, Niçin bize haber vermediniz sevgili komşum?” diye sorunca imam, “Belki sizi incitirim diye düşündüm” diyerek cevapladı. 173 107- YANKI Küçük kız babası ile beraber ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Yürürken ayağı yere takıldı ve fena halde düştü. Kız acı içinde “Aaaaah!” diye çığlık attı. Birkaç saniye sonra çığlığı ilerideki dağın tepesinden yankı yaparak geri geldi. Kız kendisi ile dalga geçildiğini zannetti. “Sen kimsin?” diye sordu. Aldığı cevap yine aynıydı, “Sen kimsin?” Küçük kız bu cevaba iyice sinirlendi ve “Sen bir korkaksın” diye seslendi. Gelen ses “Sen bir korkaksın” oldu. Dayanamayarak babasına sordu, “Baba ne oluyor böyle?” Baba “O zaman dinle ve öğren güzel kızım” dedi. Dağa doğru bağırdı, “Ben sana hayranım”. Gelen ses aynısını tekrarladı, “Ben sana hayranım” “Sen muhteşemsin” diye seslenmenin cevabı da aynı şekilde “Sen muhteşemsin” oldu. Küçük kız iyice şaşırdı ama hala ne olduğunu anlayamamıştı. Babası şöyle devam etti, “Sevgili kızım buna yankı denir. Aslında hayat da aynı bu şekildedir. Hayat sen ona ne verirsen sana onu verir. Yani davranışlarının aynasıdır hayat. Sen sevgi istiyorsan herkesi daha çok sevmelisin. Herkes sana saygı göstersin istiyorsan herkese saygı göstermelisin. Şefkat görmek için şefkatli olmalısın. İnsanların sana anlayışlı ve sabırlı olmasını istiyorsan sen de benzer şekilde davranmalısın. Çünkü hayat bir tesadüf değildir, yaptıklarının ve yapmadıklarının aynasıdır, yansımasıdır. Hayat sana senin ona verdiğinin aynısını verir. Bunu sakın unutma!” 108- KORKAK FARE Ünlü Hint masalıdır. Kediden korkan bir fare vardı. Bir büyücü fareye acıdı ve onu bir kediye dönüştürdü. Fare, kedi olmaktan hoşlanacağı yerde bu sefer köpekten korkmaya başladı. Büyücü de bu sefer onu bir kaplana dönüştürdü. Kaplan olan fare sevineceği yerde şimdi de avcıdan korkmaya başladı. Büyücü baktı ki ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok onu eski haline dönüştürdü. Ona şöyle seslendi, “Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. Bu yüzden ben sana yardım edemem!” Ünlü yazar Shakespeare korkaklık konusunda şöyle bir şiir yazmıştır; 174 “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkar. Düşünmekten korkar, sorumluluk getireceği için; Konuşmaktan korkar, eleştirilmekten korktuğu için; Yaşlanmaktan korkar, gençliğin kıymetini bilmediği için; Unutulmaktan korkar, dünyada kalıcı bir eser bırakmadığı için; Ve ölmekten korkar, ölüme hiçbir hazırlığı olmadığı için!” 109- SADAKA Adam sadaka vermek için yolun kenarında oturan adamın eline bolca bir para verdi. Bunu gören arkadaşları ona bu adamın bir hırsız olduğunu söyleyince pişman oldu. Tekrar yola çıktı ve bu sefer başka bir dilenciye sadaka verdi. Bu sefer de onun bir fahişe olduğunu öğrendi. Adam ne yapacağını bilmiyordu. Ertesi gün sadaka verdiği kişinin de aslında çok zengin birisi olduğunu öğrenince Allah’a el açıp dua etti. “Allahım, ne yapacağımı bilemiyorum. Sana Hamd ediyorum. Lütfen bana yol göster” O gece rüyasında şöyle bir ses duydu, “Senin sadakaların hepsi kabul edildi, çünkü sen onları Allah rızası için verdin. Allah rızası için verdiğin için hırsız hırsızlıktan vazgeçti, fahişe zinadan vazgeçti ve zengin de ibret alıp dilencilikten vazgeçti. Öyle olmasaydı bile kabul edilecekti.” 110- BABAMA SARILIRDIM Küçük kız ve annesi birlikte yolda yürüyorlardı. Kız hafif yağmurda ıslanan gözlüklerini çıkardı ve az ileride babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuna baktı. Bisikletteki kız düşmemek için babasına sıkı sıkıya sarılmıştı. Babası ona bazı şeyler söylüyor, kız da kıkır kıkır gülüyordu. Küçük kız bisikletin arkasından bakakaldı. Annesi durumu fark etmişti. “Baban her gün seni Mercedes ile okula bırakıyor. İstersen o da seni bisikletle götürsün ne dersin?” Küçük kız, “Çok iyi olur” diye sevinerek cevap verdi.”Bu sayede babama sıkı sıkı sarılabilirim.” 175 111- TAPINAK VE SESSİZ KONUŞMA Uzakdoğu’da bir Budist tapınağı vardı ve bilgelik arayışında olanları kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda zil, tokmak, çan, zil v.s. yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki Budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşma başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre sonra içeriye girdi ve kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Bunun üzerine yabancı tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üzerine bıraktı. Gül yaprağı suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. 112- PAHA Ünlü sanat merkezlerinden birini gezen bir çocuk duvarda çok güzel bir tablo gördü. Belli ki oldukça pahalı idi. Çocuk, tabloyu abisine doğum günü hediyesi olarak almak istedi. Bir iş buldu ve çalışmaya başladı. Aylar sonra biriktirdiği tüm parayla o galeriye gitti. Şanslı idi, çünkü tablo hala satılmamıştı. İçeri girerek ressamı buldu. “Abimin doğum günü için bu resmi almak istiyorum” dedi. Ressam bir süre düşündü ve tabloyu paketledi. Çocuk teşekkür etti ve tabloyla birlikte çıktı. Galeride olayı yakından izleyen adamın arkadaşı şaşırmıştı. Ressama sordu, “Sen ne yaptın? O resme milyonlar teklif ettiler. Pazarlık dahi etmedin. Şimdi neredeyse bedavaya verdin?” “Bedava olur mu?” dedi ressam. “Bu resme milyonlar veren birçok alıcı çıktı, ama ilk defa birisi tüm servetini teklif etti. Bundan daha pahalıya satabilir miydim?” 176 113- TISLAMA DEMEDİM Bir yılan, kendi mekânı bellediği geniş bir mekânda her yanına geleni korkutmakta, ısırmaktaydı. Çocuk, kadın, yaşlı dinlemiyor, bölgesine giren herkese saldırıyordu. Kendisini öldürmek için üstüne gelenlerden de her seferinde şans sayesinde her zaman kurtulmuştu. Sonunda çevrede yaşayan insanlar, bir türlü kurtulamadıkları bu yılandan iyice bıktılar ve yörenin en bilge kişisinin kapısını çaldılar. Yılanın yaptıklarını sıraladılar, nankörlüğünü, sadistliğini, kader kıymet bilmezliğini; ayrıca acımasızlığından yakındılar ve durumu anlattılar. Eğer insanlara zarar vermeden o bölgede yaşamaya devam ederse, Kendileri acısından bir sakınca bulunmadığını ve yılanı öldürmeye kalkışmayacaklarına dair söz verdiler. Yaşlı bilge, insanların anlattıklarını dinledikten sonra yılanın mekânı olan bölgeye gitti ve onu beklemeye başladı. Bir süre sonra yılan çalıların arasından çıktı, bilge kişinin yanına sokuldu. Bilge önce bir süre konuşmadan durdu ve yılanın kendisine güvenmesini bekledi. Sonunda yılanın sakinleştiğini hissedince de, ona güven verecek bir üslupla da konuşmaya başladı. Bu dünyada yaşamak için, beslenmek için bu kadar şiddet kullanmaya gerek olmadığını, insanlara her hangi bir zarar vermeden de yaşayabileceğini anlattı. Şiddet kullanmanın ve vefasızlığın kötü bir şey olduğunu, canlı öldürmenin en büyük kötülük olduğunu tekrar tekrar söyledi. Bilge güzel güzel anlattıkça, yılan can kulağıyla dinlemeye başladı. Bilgenin nasihatleri bitince bu sözlerden çok etkilenmiş olan yılan, artık değiştiğini söyledi ve bambaşka bir yılan olacağına söz verip tekrar çalıların arasında kayboldu. Sonunda sözünü de tuttu. Bölgesinde sakin sakin geziyor, gelip gecen hiç kimseye saldırmıyordu. Ama yılanın sözünü tuttuğunu, iyice uysallaştığını gören insanların havası değişmeye başladı. 177 Kimi geçerken bir tekme savuruyor, kimisi de her şeye rağmen yanına yanaşmaktan çekinerek uzaktan taş atıyordu. Hatta çocuklar, çalıların arasında bağıra çağıra yılanı sürekli olarak kovalamayı bir oyun haline çevirmişlerdi. Yılan sürekli olarak insanlardan kaçıp kovalanmaktan bezmişti; Gövdesinin her yanı yediği tekmelerden ve taşlardan yara bere içinde kalmış olan yılan, kendisine yapılanlar nedeniyle gururunun kırıldığını da düşünüyordu. Sonunda kendisini etkileyen bilgeyle tekrar konuşmaya karar verdi. Gitti ve olan biteni anlattı, “Bana söylediğin her şeyin gereğini yaptım, suç işlemeyi, insanlara zarar vermeyi, öldürmeyi bıraktım, bambaşka bir yılan oldum. Gel gör ki, artık benden korkmayan insanlar, beni sürekli dövüyorlar, hırpalıyorlar, aşağılıyorlar. Ben şimdi ne yapayım?” “Sen ne yaptın sevgili yılan” dedi bilge, “Ben sana ‘İnsanları ısırma, öldürme; gelen geçen herkese saldırma, vefasızlık, nankörlük etme’ dedim. ‘Tıslama, dişlerini gösterme!’ demedim.” 114- KARDEŞLİĞİN ÖNEMİ Bir zamanlar bitişik çiftliklerde yaşayan iki erkek kardeş vardı ve bunlar bir gün büyük bir anlaşmazlığa düştüler. Bu, makinelerden emek gücüne ve mala kadar her şeyi hiç aksatmadan paylaşan yan yana iki çiftliğin 40 yıldan bu yana ilk ciddi ayrılmalarıydı. Böylece, o uzun yıllar süren işbirliği de parçalanmıştı. Önceleri küçük bir yanlış anlama ile başlayan anlaşmazlık giderek büyük bir uçuruma dönüştü ve en sonunda da yerini, karşılıklı sarf edilen nahoş sözcüklerin ardından, haftalar süren sessizliğe bıraktı. Bir sabah John’un kapısı çalındı. Kapıyı açınca karşısında elinde marangoz çantasıyla duran bir adam gördü. "Ben birkaç günlük bir iş arıyorum " dedi adam. “Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size yardımcı olabilir miyim?" "Evet," dedi büyük kardeş. "Sana göre bir işim var. Şu derenin karşısındaki çiftliğe bir bak. Oradaki benim komşum, daha doğrusu orada oturan benim erkek kardeşim. Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o buldozeriyle ırmağa bent yaptı ve şimdi aramızda bir dere var. O bunu bana acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben ondan daha iyisini yapacağım. Ahırın yanında yatan şu kütükleri görüyor musun? 178 Senden bana bir çit yapmanı – 2 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki ne onun yerini ne de yüzünü bir daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet." Marangoz "Sanırım durumu anladım. Bana çivilerin ve çukur açmak için gerekli kazma küreğin yerini göster ki beğenebileceğin bir iş çıkarayım" dedi. Büyük kardeşin öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyordu; bu yüzden marangozun malzemelerini hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam dönmek üzere ayrıldı. Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir şekilde çalıştı. Güneşin batmasına yakın bir zamanda döndüğünde marangoz da işini ancak bitirebilmişti. Çiftçinin gözleri fal taşı gibi açılıp ağzı açık kaldı. Ortada çit falan yoktu. Derenin bir yakasından öbür yakasına uzanan bir köprü vardı! Korkulukları ve diğer ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü ve köprüye doğru, kollarını iki yanına açmış bir halde ilerleyen komşusu, yani, küçük kardeşi vardı. "Onca yaptığıma ve söylediğim sözlere karşın yine de bu köprüyü yaparak nasıl iyi bir insan olduğunu gösterdin" dedi kardeşi. İki kardeş köprünün karşılıklı iki ucunda duruyorlardı. Daha sonra köprünün ortasında kucaklaştılar. Geri döndüklerinde alet çantasını sırtlamakta olan marangozu gördüler. "Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana vermek istediğim daha birçok proje var" dedi büyük kardeş. "Kalmak isterdim" dedi marangoz, "Ama daha yapmam gereken çok sayıda köprü var." 115- BİR UZAKDOĞU İNANIŞI Öykü yüzyıllar önce gözlemlenen bir olayı nakletmektedir. Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı. Mezar taşlarında, 5, 867, 20003, 4979, 7, 421 örneği birbirleriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona sordu: “Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?” dedi. “Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?” Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı: 179 “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız.” dedi. “Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise, bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezar taşına yazarız.” Bilge kişi, karşısındaki kişinin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü: “Böylece onun, ne kadar çok ‘yaşamış’ olduğunu anlarız.” 116- ÖNYARGI – GELİNCİK Uzaklarda bir köyde, kocası ve çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeğe başladı. Gelincik, kadının yanından bir an bile ayrılmazdı. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysaldı. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğdu. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorunda idi. Günler geçti ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kaldı. Gelincikle bebek evde yalnız kalmıştı. Aradan biraz zaman geçti. Anne eve döndüğünde gelinciği ağzı kanlı bir şekilde gördü. Anne çıldırmışcasına gelinciğe saldırdı ve oracıkta hayvanı öldürdü. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyuldu. Anne odaya yöneldi ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı gördü. Einstein’in söylediği rivayet edilen bir söz vardır, “İnsanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zordur” 117- ŞURADA BURADA Şurada burada, tapınaklarda, camilerde ve kiliselerde, dünyalarda ve cennetlerde uzun arayışlardan sonra, en sonunda çemberi tamamlayarak başlamış olduğunuz yere, yani kendi özünüze geri geldiniz ve keşfettiniz ki O; hani bütün dünyanın her tarafında aramış olduğunuz, tapınaklarda, camilerde ve kiliselerde kendisi için ağlayıp dualar etmiş olduğunuz O; gizlerin gizi, bulutların ötesinde saklı duran O; yakının da yakınındadır, O sizsiniz, kendinizsiniz, yaşamınızın, fiziksel bedeninizin ve ruhunuzun gerçeğisiniz. 180 F- DEĞERLİ İNCİ TANELERİ 1- JACK VE JILL Eski zamanlarda ünlü bir bilge ikametgâhında kalıyorken bir İngiliz çift, bilgeyi ziyaret ettiler ve ona iki yavru köpek hediye ettiler. Adları Jack ve Jill idi. Geceleri yavrulardan biri bilgenin başının yanında, diğeri ise ayak tarafında uyumayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Bir gün Mysore kraliçesi o bölgeye geldi. Kendisi ortodoks bir bayan olduğu için köpek sesi duyduğu zaman yemek yemiyordu. Bilgeye bir mesaj göndererek eğer bilgenin yanında köpek varsa bunların bir odada kapalı tutulmasını rica etti. O günlerde o bölgeye direk bir yol yoktu. Kraliçe arabasını nehrin karşı kıyısında Karnatapalli’de bırakmak ve Puttaparthi’ye kadar yürümek zorundaydı. Puttaparthi’de otel de yoktu. Arabayı kullanan şoför akşam yemeğini yemek için bilgeye gelmek ve sonra geri dönmek zorunda idi. Kraliçe şoföre geceyi Puttaparthi’de geçireceğini söyledi. Şoför bilgenin yanında yemeğini yedikten sonra arabanın başında durmak için Karnatapalli’ye gitmek üzereydi. Fakat karanlıkta yolunu bulamayacağı için bilge köpeklerden birisine seslendi ,”Jack, sen şoför ile beraber gidip yolu göster, sonra sabah olduğunda geri dönersin” Jack önden gidip yolu gösterdi ve şoför de onu takip etti. Karnatapalli’ye ulaşınca şoför arabanın içine girerek uyudu, Jack de arabanın altında uyudu. Ertesi sabah şoför uyanınca arabayı temizlemek ve kraliçe için hazır hale getirmek için manevra yapmak istedi ve biraz geri geri gitti. Fakat maalesef tekerleklerden birisi o sırada uyumakta olan Jack’in bacağının üzerinden geçti ve Jack’in arka ayak kemiği kırıldı. Bilge ona sabahleyin geri gelmesini söylediği için Jack bütün yol boyunca Chitravathi nehrinin kumları üzerinde sürünerek bilgenin evine kadar ulaştı. Ayağı paramparça olmuştu ve kötü vaziyette kanıyordu. Evin kapısının önündeki görevli Chakali Subanna hemen bilgeye koşarak seslendi. “Sevgili efendimiz, bizim Jack’in belkemiği kırılmış. Ağlayarak ve sürünerek bize doğru geliyor.” Bilge dışarı çıktı ve 181 eline bir tas süt alarak yere koydu. Jack sürünerek bilgeye kadar geldi, iki ön patisini bilgenin ellerinin içine koydu ve son nefesini verdi. Jack’in ölümünden sonra Jill bir daha yemek yemedi. Birkaç gün sonra o da öldü. Bilge eski evin arkasında Jack ve Jill için bir mezar inşa ettirdi. Bu iki köpek bilgeye büyük bir sadakatle bağlı idiler. Onlar kendi hayatlarını bilgenin hizmetine sunarak feda etmişlerdi. 2- TANRI SEVGİSİ Bir zamanlar Srimath adında zengin bir adam ve 4 karısı vardı. Bir seferinde ticaret amacı ile Hindistan’dan 6 ay süreliğine ABD’ye gitmişti. Gitmeden önce bütün eşlerine Amerika’dan neler istediklerini sordu. En genç eşi en son moda mücevherlerden ve kıyafetlerden istedi. Üçüncü karısı çeşitli konularda çıkmış en yeni kitaplardan getirmesini söyledi. Genellikle hasta olan ikinci karısı ise hastalığı için en yeni ilaçlardan istedi. En son sıra en yaşlı karısına gelmişti. O da bütün sevgisi ile Srimath’den hiçbir şey istemediğini, tek dileğinin sağ salim gidip gelmesi olduğunu söyledi. Srimath Amerika’ya gitti ve sonra geri döndü. Önce en genç karısına giderek ona en son moda mücevherler, elbiseler v.s. verdi. Eşi çok mutlu olmuştu. Sonra 3.eşine giderek kitapları ve hasta olan eşine de gidip ilaçları verdi. Hepsi de çok sevindiler. En son ilk karısına gitti ve onunla birlikte kaldı. Srimath artık kendilerine hiç gelmez olunca diğer üç eşi ilk eşinin evine gelerek neden artık Srimath’ın kendilerine hiç gelmediğini sordular. Srimath sessizce her birisine ne arzu ettilerse verdiğini ve artık kendisini tamamen birinci eşine adadığını, çünkü sadece onun kendisinin sağ salim geri dönebilmesini istediğini ve onun bu duası sayesinde kendisinin şimdi burada olduğunu söyledi. Tanrı da kendisini yalnızca O’nu sevenlere ve O’na içten bağlılık gösterenlere teslim eder. 182 3- İNSANIN SEVGİSİ İŞTE BÖYLEDİR Yeni evli bir çift arkadaşlarının evine ziyarete gidiyorlardı. Yollar yabani otlarla dolu idi. Yolda yürürlerken adam az ileride yolun üzerinde bir diken gördü. Adam hemen karısına dönerek, “Bir tanem az ileride dikenli bir yer var, ayağına diken batmasın, ben seni kucağımda taşıyayım!” dedi ve karısını kucağına alarak dikenli bölgeyi geçirtti. Birkaç ay sonra bu çift yine arkadaşlarına gitmek için aynı yoldan geçiyorlardı. Adam karısının yolu üzerinde dikenleri fark edince onu uyardı, “Güzelim yolunun üzerinde dikenler var, dikkatli ol da dikene basma olur mu?” Aradan tekrar bir süre geçtikten sonra yine aynı yoldan giderlerken adam yalnızca kendi önüne doğru bakıyordu. Kadın yürürken görmedi ve dikenlerin üzerine bastı. Diken oldukça derine batmıştı ve ayağı kanamaya başladı. Kadın acı içinde bağırdı. Kocası öfkeden delirdi, “Ya sen kör müsün de önündeki dikenleri görmüyorsun. Çabuk çıkar o dikeni de beni takip et!” İnsanın duyduğu sevgi güvenilmezdir ve saf değildir. Yalnızca Tanrı’nın sevgisi güvenilir, sarsılmaz ve süreklidir. 4- BU ALTINLAR SENİN İskender Hindistan’ı fethettikten sonra bir gün kılık değiştirerek sokağa çıktı ve dolaşmaya başladı. Bir müddet sonra sıcaktan ötürü çok susadı ve su aramaya başladı. O sırada büyük bir binanın bahçesinden içeriye girdiğine orasının bir mahkeme binası olduğunu fark etti. İçeri girip su istedi ve içmeye başladı. Tam o sırada iki çiftçi aralarında tartışarak mahkeme reisinin huzuruna geldiler. İskender de arka tarafa oturarak izlemeye başladı. Yanında oturan adam ona tercüme ediyordu. Birinci çiftçi ikinciden bir tarla satın aldığını anlatıyordu. Sonra tarlayı sürerken içi altın paralarla dolu bir çömlek bulduğunu söyledi. Birinci çiftçi çömleği kaptığı gibi götürüp ikinci çiftçiye vermiş ve şöyle demiş. “Al bu altınlar senin, tarladan çıktı” İkinci çiftçi ise çömleği kabul etmemiş ve şöyle demiş “Ben o tarlayı sana sattım. Bundan sonra o tarladan ne çıkarsa sana aittir.” Fakat birinci çiftçi ısrar ediyormuş, ”Ben senden sadece tarlayı satın aldım, içindeki hazineyi değil. Hazine satıcınındır.” Fakat satıcı çiftçi de tarlayı sattığı anda 183 üzerinde ve içinde ne varsa alan kişiye satılmış olduğunu, bu yüzden de altın dolu çömleği kabul edemeyeceğini söylüyormuş ve itiraz ediyormuş. Adamlar birbirlerine deli gibi bağırıyorlar ve her ikisi de altın dolu çömleği almak istemiyordu. Her ikisi de reise dönerek adalet istediler. Reis bir müddet düşündükten sonra çiftçilere çocukları olup olmadığını sordu. Satın alan bir oğlu, satıcı da bir kızı olduğunu söyledi. Bunun üzerine reis çiftçilere çocukları birbirleri ile evlendirmelerini ve altın para dolu çömleği düğün hediyesi olarak çocuklara vermelerini söyledi. Her iki çiftçi de çok mutlu olarak salonu terk ettiler. Büyük İskender bir köşede bütün olan biteni sessizce seyrediyordu. Dayanamayıp kendisini ifşa etti. Mahkeme Reisi ona böyle bir durumda onun krallığında ne gibi bir hüküm verileceğini sordu. İskender de kendi ülkesinde böyle bir durumda her iki çiftçiye de bir şey verilmeyeceğini, kralın altınlara el koyacağını söyledi. Sonra da ilave etti, “Bununla birlikte sizin verdiğiniz hüküm doğrusudur. Ben bundan çok büyük ders aldım!” 5- YANILGI Fakir bir adam, ailesini, yani karısı ve oğlunu geçindiremeyince para kazanabilmek için başka bir şehre gitmişti. Ancak babasını çok seven beş yaşındaki oğlu ayrılığa dayanamayıp birkaç ay sonra öldü. Bir müddet sonra adam bir miktar para kazandıktan sonra eve dönmeye karar verdi. Yolda bir handa geceyi geçirmek ve dinlenmek için durdu. Uykuda, rüyasında bir sarayda kral olduğunu ve altı tane oğlu olduğunu gördü. Tam rüyasının keyfini çıkarıyordu ki hanın dışından gelen gürültüler onu uyandırdı. Yaşadığı güzelliğin elinden alınmasına isyan ederek gözlerini açtı ve bağırıp çağırmaya başladı. Bütün o yaşadığı güzelliklerin bir rüya olduğunu ve altı oğlu diye bir şey olmadığını fark etmişti. Kalktı ve yola çıkarak eve vardı. Kocasını gören kadın gözyaşlarına boğuldu. Bir yandan kocasını tekrar gördüğü için seviniyor, diğer yandan da oğlunun ölümüne çok üzülüyordu. Kocasına oğlunun öldüğünü söylediğinde adam aptallaştı. Heykel gibi kaldı, hiç kıpırdayamıyordu. 184 Karısı ona, “Neden oğlumuzun ölümüne üzülmedin, onu çok severdin?” diye sorunca adam karısına bir gece evvel gördüğü tatlı rüyayı anlattı. Rüyada uyanarak kaybettiği altı oğlu vardı. “Ben bu altı oğlumun kaybına mı, yoksa bir oğlumun kaybına mı üzüleyim? Hangisi için ağlayayım? Biri rüyada, diğeri gerçek yaşamda idi” dedi. Her iki durumda da var olan şey Hakikat idi. Adam bütün hepsinin bir yanılgı olduğunu anlamıştı. Bu dünyaya çok sayıda insan gelir ve gider. Sefaletin insanı tutacak kolları yoktur. Sefalete her iki kolu ile sarılarak onu kucaklayan insandır. 6- İNANÇ –KENDİNİ ADAMA Otlaklarda sığırları otlatan bir çoban vardı. Bir bilge o otlağın yanındaki bir ağacın altında her gün oturmaya gelerek sessiz oturuş yapıyordu. Genç çoban da geçerken onu fark ediyordu. Bir gün genç çoban bilgeye gitti ve ne yaptığını sordu. Bilge, Tanrı üzerinde tefekkür yaptığını söyledi. Bunun üzerine genç çoban kendisinin de aynı duayı söyleyerek Tanrı üzerinde tefekkür yapıp yapamayacağını sordu. Bilge ona isteyen herkesin bunu yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine rica ederek bilgeden mantra duayı öğrenen genç çoban kendi usulünce tefekkür yapmaya başladı. Okuma yazma bilmeyen cahil biri olduğu için mantrayı tam ve güzel bir şekilde telaffuz edemiyordu. Ama buna rağmen büyük bir bağlılıkla, kendisini odaklayarak, büyük bir inanç ve özgüvenle her gün derin düşünce ve sessiz oturuş yapmaya devam etti. Günün birinde aniden gencin önünde bir melek belirdi. Çoban O’nun hakiki olup olmadığını bilmiyordu. Bundan emin olmak istedi. Meleğe hocası gelene dek beklemesini söyledi. Ama bu arada da kaçıp gidebileceğini düşündü. İşini emniyete alabilmek için Meleği yakındaki bir ağaca bağladı ve koşarak hocasını getirmeye gitti. Genç çoban bilgenin yanına ulaştığında kendisinin önünde bir meleğin belirdiğini ve O’nu bir ağaca bağladığını söyledi. Bilgeye kendisi ile birlikte giderek bunun hakiki 185 olup olmadığını kendisine söylemesini istedi. Fakat bu kadar heyecanlı sözlerden şüphelenen bilgenin gitmeye hiç niyeti yoktu. Uzun süre yalvarıp yakarmalardan sonra bilge genç çobanı takip ederek ağaca doğru yürümeye başladı. Ağaca vardıklarında bilge meleği göremiyordu, tek gördüğü ağaca bağlı bir ipti. Genç çoban meleğe dönerek, “İşte bu benim efendim! Ancak o senin gerçek olduğunu söylerse sana inanırım” dedi. Bu anda melek bilgeye çok kısa bir süreliğine kendini gösterdi. Bunun üzerine bilge hemen genç çobanın ayaklarına kapandı ve “Asıl sen benim efendimsin. Sen bana yol gösterdin” dedi. İnsan Tanrı’ya tam bir inanç ile ve kendini adama ile ibadet etmelidir, şov yaparak ve şatafat ile değil. 7- FEDAKÂRLIK RUHU Yaşlı bir çift ekonomik yönden çok zor günler geçiriyorlardı. Kadın çok hasta ve yatalak idi. Evde yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Yaşlı adam her nasılsa bir şekilde sıcak bir çorba hazırlamıştı. Tam karısına çorbayı içirecekken kapı çaldı. Kapıda yabancı bir adam çok aç olduğunu söylüyor ve yiyecek istiyordu. Halinden çok perişan ve bitkin bir durumda olduğu belli oluyordu. O sırada yatakta yatmakta olan kadın kocasına el hareketleri ile çorbayı o yabancı adama vermesini işaret etti. Adam da karısının arzusuna uyarak çorbayı adama verdi. Yabancı adam o anda bir meleğe dönüştü ve şöyle dedi, “Her ikinizin de fedakârlık ruhundan çok memnunum. Şu andan itibaren bir daha asla açlık çekmeyeceksiniz.” Sonra da ortadan kayboldu. İnsan, Fedakârlık Ruhu ile aşılanmalıdır. 8- DENİZ VE ÇÖP Bir bilge bir kişi meydana gelen her olayın ardından derin derin düşünür ve o olayın nedenlerini bulmaya çalışırdı. Bir gün okyanus kıyısında duruyordu. Birden güçlü bir rüzgâr girdabının bir yığın çöpü denize doğru fırlattığını gördü. Fakat saniyeler içinde deniz, ardı ardına gelen dalgalar ile çöpü gerisin geriye tekrar sahile fırlattı. 186 Bunu gören bilge denizin birçok canlı varlığı, incileri ve kıymetli taşları içinde barındırdığını düşündü. Eğer bu çöpün içine girmesine izin verirse içinde korunan canlılar ölecek, inciler ve kıymetli taşlar da değerlerini ve parlaklıklarını yitireceklerdi. İnsan da aynı deniz gibi zihninden çöpleri, yani kötü düşünceleri fırlatıp atmalıdır. 9- MİNNETTAR OLMAYAN MİNNETTAR Bir avcı avlanmak için ormanın derinliklerine gitti. Aniden bir kaplan ortaya çıktı ve onu kovalamaya başladı. O da koşarak kaçmaya başladı ve hemen yakındaki bir ağaca tırmandı. Fakat bu sırada ağacın üst dallarında bir ayının olduğunu fark etti. Yukarıya doğru tırmansa ayı var, aşağıya inse kaplan onu yiyecek. Avcı korkudan donakaldı. Ancak sonra fark etti ki ayı yukarıda uyuyor. Cesaretini topladı ve yukarılara doğru tırmandı. Kaplan ayıya doğru seslendi, “Hey arkadaş, şu insanı aşağıya atıver. Ben ne zamandan beri onu takip ediyorum. Ben çok açım, onu yiyip yoluma gideyim.” Fakat ayı şöyle cevap verdi, “Ben bunu yapamam! Bu adam şimdi benim misafirim. O benim olduğum ağaca gelerek benim misafirim oldu. Bildiğin gibi gelen misafire zarar verilmez; özellikle de korunmak için gelmişse!” Ancak kaplanın hiç gitmeye niyeti yoktu. İnsanın aşağıya inmesini beklemeye başladı. Birkaç saat sonra kaplan ayının uyuduğunu görünce bu sefer avcıya seslendi. “Ey insan! Sen şu ayıyı aşağıya itiver. Ben onu yiyeyim ve yoluma gideyim, seni de rahat bırakayım!” Kendisine gösterilen misafirperverliği unutan avcı hemen üst dala tırmandı ve uyumakta olan ayıyı dalından aşağıya doğru itti. Ancak ayı uyandı ve tam aşağıya doğru düşmekte iken başka bir dala tutunarak tekrar eski yerine tırmandı. Bunun üzerine kaplan ayıya tekrar seslendi, ”Hey arkadaş, ikimiz de bu ormana aidiz. Sen bu avcıyı korudun, fakat o sana minnettar olmadan benim sözümü dinledi ve seni aşağıya itti. Bari bu sefer şu hain ve minnettar olmayan insanı aşağıya it ve öcünü al!” Fakat ayı şöyle cevapladı, “Bu adam bana korunma için geldi, benim misafirim. Ve ben onun bana yaptığını ona yapamam! Onun tabiatı minnet duymamak olabilir, ama benim tabiatım ise misafirperverlik ve affediciliktir.” Kaplan bekledi, bekledi ve en sonunda başka bir av bulabilmek için çekip gitti. 187 10- DÖNÜŞÜM Ramananda Thirha adında bir adam her şeyden elini, eteğini çekerek, karısını, çocuklarını, malını ve mülkünü terk ederek ormana gitti ve bir rahip oldu. Ormanda bir kulübede yaşamaya başladı. Orada insanlara vaazlar vermeye başladı. İnsanlar onun ününü işiterek çok uzaklardan onun söylevlerini dinlemek için gelmeye başladılar. Bir gün kocasının ismini işiten karısı da diğer insanlarla beraber ona gitti. Karısını görüp tanıyan adam hemen başını diğer tarafa çevirdi. Bunun üzerine karısı ona şöyle seslendi, “Ben buraya senin eşin olarak değil, herhangi bir kadın olarak geldim. Fakat sen beni görünce başını öbür yana çevirdin. Demek ki senin benim hala senin karın olduğuma dair bir düşüncen var. İçte bilgeliğin getirdiği bir dönüşüme uğramadan görünüşte bir rahip olmanın ne anlamı var?” dedi ve çekip gitti. Hedefe ulaşmak için dışta değişim değil, içte dönüşüm gerekir. 11- BEN DEĞİL BİZ Bir zamanlar Manikya Vachikar adında Tanrı’ya çok inanan büyük bir âlim yaşıyordu. Bir gün bir köye doğru giderken yolda yağmura yakalandı. Sığınacak bir yer aradı, ama etrafta sadece küçük bir kulübe ve onun küçücük bir verandası vardı. Hemen verandanın altına doğru koştu. Gece yarısı oldu ve hava oldukça soğumuştu. Evin sahibi ve ailesi uykuda idiler. Âlim dizlerini göğsüne yaklaştırarak yere uzandı ve uyumaya çalıştı. Birkaç dakika sonra yağmurun altında bir adamın koştuğunu gördü. Hemen ona şöyle seslendi, “Hey arkadaş, buraya gel haydi! Dışarıda ıslanma, burada sana da yer var.” Bu sefer ikisi o daracık yere sıkış tıkış oturarak yağmurdan korundular. Aradan biraz daha zaman geçince bu sefer üçüncü bir adamın daha sağanak yağmurun altında yürüdüğünü fark ettiler. Her ikisi de ona doğru seslendi, “Gel lütfen! Burada sana da yer var! Gel ıslanma!” İkisi ayağa kalktı ve gelene yol açıtılar. Üçü de o daracık verandanın altında sıkışarak ayakta yağmurun dinmesini beklediler ve beraber ilahiler söylediler. Yarım saat sonra yağmur dinince de birbirlerine teşekkür ederek hepsi de kendi yollarına gittiler. 188 İnsan “ben”’den ve “benim”’den “biz”’e ve “bizim”’e doğru gitmelidir ve bütün dünyayı mutlu etmeye gayret etmelidir. 12- AYDINLANMA Kralın biri bir zamanlar etraftaki bütün bilgeleri huzuruna çağırttı ve onlardan şu üç soruyu cevaplamalarını istedi. 1) Tanrı ne yapar? 2) Tanrı kime doğru bakar ve rahmetini kime gösterir? 3) Tanrı nerede yaşar ve O’na nasıl ulaşırız? Toplantı Salonunda toplanan bilgelerden hiçbir tanesi bu soruların hiçbirini cevaplayamadı. Bunun üzerine bu sorular tüm halka dağıtıldı. Bir gün omzunda yırtık bir battaniye olan fakir bir çoban kralın huzuruna çıktı ve sorulan üç soruyu da cevaplayacağını söyledi. Fakat kral adamın cevabı verebileceğinden kuşkulandı ve “Eğer vereceğin cevaplarla beni tatmin edemezsen senin başını kestiririm.” Çoban bu sözlerden hiç etkilenmemişti. Hiç korkmadan “Tabii ki soruları cevaplayabilirim. Ama bir şartım var. Ben sizin tahtınıza oturacağım, sizin giysinizi giyeceğim ve sizin tacınızı takacağım. Siz de yerde benim giysilerimle ve omzunuzda benim battaniyemle oturacaksınız.” Kral düşündü ve çobanın şartlarını kabul etti. Her ikisi yer değiştirdiler. Çoban şimdi kral giysisi içinde başında tacı ile tahtta oturmakta idi, kral da çobanın giysileri ile yerde idi. Çoban, krala “Şimdi bana ilk soruyu sorabilirsin!” diye seslendi. Kral ilk soruyu sordu. “Tanrı ne yapar?” Çoban hemen cevap verdi, “Tanrı kendi arzusuna göre zengini fakir, fakiri de zengin yapar. Örneğin sen biraz önce zengindin ve bir kraldın, şimdi ise sadece fakir bir çobansın. Ben de tam tersi, fakirken birkaç dakika içinde aniden kral oldum. İşte Tanrı bunu yapar.” Kral verilen cevap ile tatmin olmuştu, ikinci soruyu sordu, “Tanrı kime doğru bakar ve rahmetini kime gösterir?” Çoban krala yanmakta olan bir lamba gösterdi ve sordu, “Bu lamba kime doğru bakıyor?” Kral, ”Bütün her yöne doğru bakıyor” diye cevapladı. Çoban da, “İşte aynı bu lamba gibi Tanrı da her yöne ve herkese doğru bakar ve rahmetini aynı bu lambanın ışığını gibi her yere dağıtır” dedi. Bu cevabı da beğenen kral üçüncü soruyu sordu, “Tanrı nerededir?” Çoban bir tas süt getirttirdi ve krala sütü göstererek sordu. “Bunun içinde tereyağı nerede bulunur?” 189 Kral tereyağının sütün her damlasında gizli olarak bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine çoban şöyle dedi, “Aynı şekilde Tanrı her yerde, her şeyde ve evrenin her santimetrekaresindedir.” Kral, “Eğer öyleyse Tanrı bana görünmelidir.” deyince çoban hemen şöyle cevap verdi. “Evet, tereyağını elde etmek için sütü kaynatmak, soğutmak, çırpmak, kestirmek ve çalkalamak gereklidir. Aynı şekilde Tanrı’yı görmek isteyen de birçok sıkıntılara katlanmalı ve birçok imtihandan başarı ile geçmelidir.” Kral bu cevaptan da çok hoşlanmıştı. Kendisini aydınlatmasının karşılığında çobana çok değerli hediyeler verdi. 13- İNANCIN GÜCÜ - IYER Tamilnadu’da fakir ve dul bir kadın oğlu ile birlikte yaşıyordu. Anne bir gün oğlunu karşısına aldı ve şunları söyledi, “Oğlum, çevremizde bizim gibi çok sayıda fakir insan yaşıyor. Bunlar aynı bizim gibi birçok zorluklara, sıkıntılara ve adaletsizliklere katlanıyorlar ve acı çekiyorlar. Senin derslerine iyi çalışmanı, okulunu başarıyla bitirmeni ve sonra bu zavallı ve aşağılanan insanlara yardım ederek onlara adalet getirmeni istiyorum.” Annesinin bu sözleri genç çocuğu çok etkilemiş ve kararlı olmasını sağlamıştı. Çok zeki ve yetenekli olmamasına rağmen üniversiteye kadar okudu. Evde elektrik olmadığı için gece sokak lambalarının altında ders çalışırdı. Büyük bir inanç içinde ve kararlılıkla çok çalıştı, çabaladı. Bu büyük çabanın eseri olarak bir gün Hukuk Fakültesini bitirdi. Annesinin arzusu üzerine kendisini zayıf, çaresiz ve zor durumda olan insanlara hizmet etmeye adadı. Zaman içinde gayreti, teslimiyeti ve kendini adaması sayesinde İngiliz İdaresi altında Madras Eyaleti Yüksek Mahkemesinin ilk Hint kökenli Baş Hâkimliğine yükseldi. Onun adı Muthuswamy Iyer idi. Fakir bir aileden geldiği halde annesinin kutsal düşünceleri ve kendisine verdiği ilham sayesinde ve kendisinin kararlılığı, teslimiyeti, gayreti ve inancının gücü ile en yüksek mertebeye ulaşmıştı. Eğer istek ve inanç varsa, mutlaka başarıya giden bir yol bulunur. 190 14- KUTSAL DÜŞÜNCELER – MC DONALD Bir zamanlar İngiltere’de çocukluğundan beri yeteneği ve kapasitesi ölçüsünde daima insanlara yardım etmeye çalışan bir genç vardı. “Hayat felsefesi “Her zaman yardım et, hiçbir zaman incitme!” idi. Geçimini çok çalışarak sağlamakta idi. Okuldaki çocuklara yardımcı olmak için onların ailelerine yazdıkları mektup zarflarının üzerine adres yazmaya yardım ediyor, adresi yazdıktan sonra da “Tanrı sizi korusun!”, “Tanrı uludur” gibi sözler yazıyordu. Bazen yeterli iş bulamamakta ve bu zamanlarda açlık çekmekte idi. Ancak buna rağmen kalbi kutsal düşüncelerle ve kutsal duygularla dolu idi. Bu asil düşüncelerle büyüdü ve bir gün İngiltere Başbakanı oldu. Onun adı Mac Donald idi. İnsanın kutsal düşünceleri ve duyguları varsa, bu onu hayal bile edemeyeceği yerlere çıkartır. 15- GUGUK KUŞU – GANDHİ Mohandas Karamchand Gandhi’nin annesi olan Puttalibali, Hakikat ve Doğru Davranışa inanan, bu ikisinden hiç ayrılmayan ve hiç ödün vermeyen bir insandı. Her sabah Guguk kuşu öttükten sonra kahvaltı etmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir sabah guguk kuşu ötmedi, bu yüzden de Puttalibai yemek yemiyordu. Bunu gören genç Gandhi annesinin aç kalmasına dayanamadı ve arka bahçeye giderek guguk kuşu gibi öttü. Sonra da annesine giderek artık guguk kuşu öttüğüne göre kahvaltısını yapabileceğini söyledi. Puttalibai, oğlunun oynadığı oyunu fark etmişti. Onun bu davranışına çok üzüldü ve ağlayarak dövünmeye başladı, “Allahım! Ben ne gibi bir günah işledim de böyle yalancı bir oğlan çocuğu benden doğdu?” Bunun üzerine Gandhi annesine sarılarak yalvarmaya başladı, “Anneciğim seni üzdüğüm için çok özür dilerim, sana söz veriyorum bundan sonra hayatım boyunca bir daha asla yalan söylemeyeceğim.” Söylemedi de! 191 16- ÖNE EĞİK Paris’te yaşayan orta halli bir kadın vardı. Küçük geliri ile az bir miktar para biriktirebilmişti. Bu para ile battaniye satın alır, kışın yol kenarlarında yatan ve uyurken üşüyen çocukların üzerlerine örterdi. Zaman içinde daha çok para kazanmaya başladı, zenginliği arttı ve katlandı. Battaniyeleri taşımak için iki tekerlekli bir yük arabası aldı. İnsanlar onun hizmet ruhunu ve yaptığı fedakârlıkları görerek takdir ediyorlardı. Bir gün bazı insanlar ona giderek şöyle sordular, “Büyükanne! Sen uzun zamandan beri bu fakirler ve düşkünlere hizmet ediyorsun. Bakıyoruz hep komşular senin için güzel sözler söylüyorlar ve sana övgüler diziyorlar. Fakat senin başın hep böyle öne eğik! Niye?” Yaşlı kadın şöyle cevapladı, “Sevgili oğullarım! Ben başımı gurur ile dik tutabileceğim ne yapıyorum ki? Tanrı bana binlerce elleriyle veriyor, ama ben sadece iki elimle verebiliyorum. İşte hep bu utançtan dolayı başım daima öne eğiktir.” Gerçek bir insan aynı bu yaşlı kadın gibi fakirlerle ve düşkünlerle ilgilenir ve varlığını onlarla paylaşır. 17- KOŞULSUZ SEVGİYE ÖRNEK Bir genç adam çok öfkeli bir anında arkadaşını hunharca öldürmüştü. Polis onu yakaladı ve hâkimin karşısına çıkardı. Bütün dava boyunca katilin yüzü çelikten bir maske takmışçasına nefret ve kıskançlıktan kaskatı kesilmişti. Hâkim hükmünü açıklamadan önce ölen kişinin yakınlarına konuşmaları için bir fırsat verdi. Ölen gencin annesi yavaşça katile doğru yürüdü, doğrudan gözlerinin içine baktı ve alçak sesle şöyle dedi, “Ben içimde senin için hiçbir kötü duygu beslemiyorum. Sana karşı bir nefretim yok! Ben senden nefret edemem!” Bu sözler katilin yüzünü biraz olsun yumuşatmıştı. Sonra kurbanın büyükannesi ayağa kalktı, yine yavaşça ona doğru giderek gözlerine baktı ve “Sen bir suç işledin. Ben çok üzgünüm ki sen altın kuralı çiğnedin! Kural şudur, ‘Tanrı’yı tüm kalbinle, ruhunla ve aklınla sev! Komşunu ise kendin gibi sev!’ Ben senin komşunum. Her ne ise, sen benim adresimi biliyorsun. Eğer bana mektup yazmak istersen yaz! Ben sana cevap veririm. Benim torunumu öldürdüğün için senden nefret etmeye çalıştım, fakat ben senden nefret edemem. Ben senin için üzülüyorum, çünkü sen yanlış seçim yaptın!” dedi ve sonra gidip yerine oturdu. 192 Katil suçluluk duygusuyla başını önüne eğdi. Gözlerindeki o kötü ve vahşi bakış kaybolmuştu. Bu iki koşulsuz sevgi duyan ve acı içerisindeki anne karşısında o donuk çelik maskesi erimişti. Koşulsuz sevginin ışığı katilin kalbinin derinliklerine kadar işlemişti. Bu iki kadın basit sözleri ile katilin kalbini erittiler ve koşulsuz sevgileri ile onu dönüşüme uğrattılar. Bu iki kadın kutsal kitapların öğretisi olan ‘Komşunu kendin gibi sev!” sözünü uygulamaya koymuşlardı. 18- ÇALIŞMAK İBADETTİR Tanrı’nın sadık bir saliği olan Anthony, İtalya’da yaşıyordu. Hayatını keman yapıp satarak kazanıyordu. Bir kemanı yapmak onun bütün bir yılını alıyor ve bu yüzden ailesini geçindirmek için çok fazla para kazanamıyordu. Bunun sonucunda da ailesi büyük zorluklarla hayatta kalmaya gayret ediyordu. Bir gün Anthony’nin bir arkadaşı ona geldi ve onu azarladı. “Anthony, nasıl olur da yılda sadece bir tek keman satarak aileni geçindirebilirsin? Bu aptallık değil mi?” Anthony arkadaşının bu ağır sözlerine hiç gücenmeden alçak sesle şöyle cevap verdi, “Tanrı mükemmeldir. O’nu memnun edebilmek için, biz de düşüncelerimizde, sözlerimizde ve davranışlarımızda mükemmel olmalıyız. Ben bu düşünce ile mükemmel bir keman yapabilmek için uğraşıyorum. Bu da benim bir yılımı alıyor. Böyle mükemmel kemanları yapıp satmaktan ben büyük keyif alıyorum, çünkü Tanrı mükemmel yapılan işlerden mutlu olur. Bir yıl boyunca kusurlu birçok keman yapıp satarak çok para kazanmaktansa bu bana çok daha fazla mutluluk veriyor.” Bu sözler üzerine arkadaşı ağzını bile açamadı. Tanrı’ya çalışma yolu ile ibadet edebilirsiniz! 19- NASIL BAKAR VE GÖRÜRSEN Babasının ölümünden sonra Vivekananda annesi ile oturmaya başlamıştı. Bir gün annesi onu köy pazarından bir şeyler alması için gönderdi. Sipariş edilenleri aldıktan sonra eve dönerken Vivekananda sağanak bir yağmura yakalandı. Yağmurdan korunmak için bir çiçekçi dükkânının verandasına sığındı. Biraz sonra ellerinde sepet dolusu balıklar ile iki balıkçı kadın da sığınmak için aynı yere geldiler. Gece oldu, 193 Vivekananda torbaları ile bir köşede oturuyordu. Bu iki kadın biraz şekerleme yapmak için hazırlık yaptılar. Uzandıklarından bir müddet sonra bir kadın diğerine şöyle seslendi, “Bu çiçeklerin kokusundan uyuyamıyorum!” Diğer kadın da ona balık sepetini başının altına yastık gibi koymasını söyledi. Onun bu tavsiyesini dinleyen kadın anında derin bir uykuya daldı. Ertesi sabah Vivekananda eve doğru tekrar yola koyuldu. Yolda giderken ileride yolun kenarında bir adamın baygın vaziyette yerde yattığını gördü. Yolun karşısında durdu ve adamı seyretmeye başladı. Biraz sonra yoldan geçen iki hırsızdan biri diğerine, “Bu adam herhalde dün gece birçok hırsızlık yapıp yorgun düştü ve şimdi böyle bitap ve bilinçsiz vaziyette burada baygın yatıyor” dedi. O sırada bu sahneyi gören diğer bir yolcu da, “Bu adam da herhalde aynı benim gibi hastalık nöbetlerini böyle baygın vaziyette geçiriyor, ne kadar kötü!” diye yorum yaptı. Birkaç dakika sonra bu sefer oradan geçen bir rahip yerde yatan adamı görünce kendi kendine şöyle mırıldandı, “Bu adam ne kadar şanslı! Herhalde kendisi büyük bir aziz ve şu anda mutlak sürurun tadını çıkartıyor ve ben de ona hizmet edebilme fırsatını elde edebildiğim için gerçekten çok şanslıyım.” Böyle diyerek rahip yerde yatan adamın ayaklarını ovmaya başladı ve adam tekrar bilincine kavuştu. Bu her iki olaya da tanıklık eden Vivekananda’nın aklına şimşek gibi şu düşünce geldi. “İyi ve kötü düşünceler zihin ile ilgilidir, toplumla ilgili değildir. Topluma bakarak farklı yorumlarda bulunan daima zihindir! 20- OLAĞANÜSTÜ BİR ÇOCUK – ADİ SANKARA Siva Guru, Adi Sankara’nın babası idi. Ölümünden 10 gün önce Siva Guru bir rüya gördü. Rüyasında kendisine Adi Sankara için iplik seremonisi(evlilikte yapılan bir seremoni) yapması mesajı veriliyordu. O zamanlar Adi Sankara yalnızca üç yaşında idi. Sivaguru buna rağmen üç yaşındaki oğlunun iplik seremonisini gerçekleştirdi. Ve on gün sonra da öbür âleme intikal etti. Yalnız kalan acı içindeki annesi bütün ömrünü Adi Sankara’yı büyütmeye adadı. Onu bir öğretmene götürdü. O da Adi Sankara’ya bütün kutsal metinleri öğretti. 16 yaşına geldiğinde Shankara kutsal kitapları ve 194 felsefenin altı değişik sistemini öğrenip bitirmişti. Tabi bu sırada annesi oğlu Shankara için evleneceği bir kız arıyordu. Fakat Shankara bekâr kalmak ve bir din adamı olmak istiyordu. Bir gün Shankara‘nın annesi nehir kıyısına su getirmeye gidiyordu. Shankara annesini takip ederek ona yalvardı, “Anne, lütfen bana din adamı olabilmem için izin ver!” Annesi onun bu ricasına boyun eğmeyince Shankara nehrin kıyısına geldiklerinde hemen suya atladı. Suyun derin kısımlarına geldiğinde ellerinden birisini havaya kaldırdı ve bağırarak annesine seslendi ,”Anne, beni bir timsah yakaladı, sen bana izin vermedikçe beni bırakmayacak!” Annesi hemen cevap verdi, “Oğlum eğer sen timsahtan ancak bir zaviye hayatı seçerek kurtulabileceksen istediğin yola gidebilirsin, uzun yaşa oğlum!” Bu sözleri duyan Shankara derhal nehirden çıktı ve annesine şöyle dedi, “Dünya yaşamının okyanusunda dünyevi arzular tarafından az daha aynı bir timsah tarafından yakalanır gibi yakalanıyordum. Sen bana bir zaviye olmam için izin verdiğin anda ben dünyevi bağımlılıklardan kurtularak özgür oldum.” Shankara annesine böyle dedikten sonra yola çıktı, birçok kutsal mekânları, mabetleri ziyaret etti ve herkese şunları söyledi, “Bedenler farklıdır, formlar farklıdır, fakat içlerindeki İlahi Öz aynıdır. İlahi Varlık her varlığın içinde mevcuttur. Aynı bütün şeker kamışlarının içindeki tatlı sıvı gibi her canlının ve her varlığın içinde aynı Tanrı ikamet eder!” 21- UBHAYABHARATHİ Ubhayabharathi bilge bir kadındı. Adi Sankara onun kocası ile bir tartışmaya girmişti. Tartışmanın galip gelenini belirlemek görevi hakem olarak seçilen Ubhayabharthi’ye aitti. Adi Sankara onu özellikle hakem olarak istemişti, çünkü Ubhayabharthi bilgeliği ve tarafsızlığı ile tanınıyordu. Tartışmanın sonunda yenilen taraf her şeyden vazgeçerek ormana gidecek ve bir zaviye hayatı yaşayacaktı. Ubhayabharthi tartışmanın galibi olarak kocasını değil, Adi Sankara’yı seçti. Bu durumda kendisi de evini malını mülkünü terk ederek kocası ile birlikte ormana basit bir yaşantı sürmeye gitti. Orada da kısa sürede bilgeliği sayesinde tanındı ve ün saldı. Bir çok öğrencisi olmuştu. Kendi adına bir ikametgâh inşa ettirdi. Bu binaya yalnızca kadın salikler kabul ediliyordu. Bir gün Ubhayabharati ve yanında salikleri nehre banyo yapmaya 195 gidiyorlardı. Yolda su kabını başının altına alarak uyumakta olan bir rahip gördüler. Ubhayabharati adama hakiki feragati öğretebilmek ve bu sayede öğrencilerine bir ders vermek istedi. Saliklere dönerek yüksek sesle, “Şu adama bir bakın. Zaviye olduğunu zannediyor, ama o değersiz su kabından vazgeçememiş. Hırsızlar çalmasın diye su kabını başının altına alarak uyuyor.” Bu sözleri duyan rahip uyandı ve çok öfkelendi. Ubhayabharati’nin dönüşünü beklemeye başladı. Dönüşte Ubhayabharati altında oturmakta olduğu ağaca doğru yaklaştığı sırada rahip su kabını Ubhayabharati’nin ayaklarının dibine doğru fırlattı. Bunun üzerine Ubhayabharati şöyle dedi, “Ne kadar yazık! Ben bu rahibin yalnızca bağlılıkların bir kölesi olduğunu zannediyordum. Meğer egoizmin de/bencilliğin de kölesi imiş!” Adamın önüne giderek durdu ve şunları söyledi, “Senin bencilliğin bağlılıklarınla birlikte büyüyor. Bu yaptıkların üzerinde taşıdığın elbiseye hiç yakışmıyor. Bencillikle ve bağlılıkla dolu olduğun müddetçe hakiki feragate ulaşamazsın!” Bu şekilde adama dünyevi bağlılıklardan vazgeçmesini öğütledi. Adam o anda tamamen dönüştü ve Ubhayabharati’nin ayaklarına kapandı. O andan sonra artık gerçek bir rahip olmuştu. İnsan giydiği kıyafete ve görünüşüne uygun olarak davranmalıdır. 22- ÜÇ MÜCEVHER Iswarachandra Vidyasagar annesi tarafından İnsani Değerler aşılanarak büyütülmüştü ve sonunda kendisini topluma hizmete adayan asil bir insan oldu. Annesi ona şöyle demişti, “Gerçek eğitim seni Tanrı’ya götüren eğitimdir. Akademik eğitim sana topluma hizmet etmene ve insanlığın yararı ve yükselmesi için işler yapmana yardım etmelidir. Sen başka insanlar için bir örnek oluşturmalısın ve ideal bir yaşantı sürdürmelisin!” Bu sözleri kalbine nakşederek fakirliklerine rağmen kendi gayretleri ile okudu ve bir meslek sahibi oldu. Zaman içinde daha yüksek eğitimler de aldı ve toplum içinde saygın bir konuma ulaştı. Bir gün annesine gitti ve gelirinden biriktirdiği bir miktar para kendisine ne alabileceğini sordu. Kadın hiçbir şey istemediğini söyledi. Aradan zaman geçti. Iswara sık sık kendisine aynı soruyu sormaya devam ediyordu. Annesi artık sorulardan 196 bıkınca kendisinden üç tane mücevher istediğini, ama bunların neler olduklarını kendisine daha sonra söyleyeceğini belirtti. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Iswara’nın durumu daha da iyileşmişti. Annesine yine aynı soruyu sordu ve kendisinden istediği o üç mücevherin neler olduğunu söylemesini istedi. Annesi şöyle cevapladı, “İlk istediğim mücevher bizim bu geri kalmış köyümüz için bir ilkokuldur. İkincisi yine köylülerimiz için bir küçük hastanedir. Ve üçüncüsü de senin bilgini para ile satmaman ve onunla öğünmemendir. Kendini herkesin hizmetinde imiş gibi düşün. Hizmet, insanı liderliğe götüren yoldur. Benim senden istediğim üç mücevher bunlardır.” Annesinin arzusu üzerine Iswara köyünde bir ilkokul ve bir hastane yaptırdı ve bütün ömrünü yurttaşlarına hizmete adadı. Iswara bugün sahip olduğu bilgi ve halka hizmeti ile hatırlanmaktadır. İnsana yapılan hizmet, Tanrı’ya yapılan hizmettir. 23- ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK GÖSTERGESİDİR GERÇEK BİR İNSAN OLDUĞUNUN Iswarachandra Vidya Sagar çok sayıda insanı toplayabilen çok etkili bir konuşmacı olarak tanınırdı. Onun konuşmaları ilham verici idi ve insanlara asil duygular aşılardı. Bir subay da Vidyasagar’ı dinlemek için trenle konuşmanın yapılacağı şehre doğru yolculuk yapıyordu. Tren istasyonda durduğu zaman trenden aşağıya indi ve elindeki valizin taşınması için bir hamal çağırmak istedi. Ancak etrafta kimse olmayınca yerde valizi ile olduğu yerde öylece beklemeye başladı. O sırada aynı trenden inmiş olan bir yaşlı adam onun valizini taşımayı önerdi. Adamın basit elbisesinden onun zavallı bir köylü olduğunu zanneden subay kalacağı otele kadar adamın valizini taşımasına izin verdi. Otele vardıklarında subay adama zahmetlerine karşılık bir rupee uzattı. Fakat yaşlı adam parayı almayı reddetti ve “Size hizmet etmek benim ödülümdür!” dedi. Kendisine uzatılan parayı almadan orayı terk etti ve yoluna gitti. Akşam olduğunda Vidya Sagar’ı dinlemek için miting alanında çok sayıda insan toplanmıştı. Herkes onu görebilmek ve hoş geldin karşılaması yapabilmek için heyecanla bekliyordu. Sahneye çıktığı anda hemen boynuna çok sayıda çiçek çelenkleri astılar. Genç subay da dinleyiciler arasındaydı. Subay sahneye çıkmış olan adama baktığında onun Vidya Sagar olup olamayacağını düşündü. Konuşmacı adam 197 sabahleyin kendisinin valizini taşımış olan adamdı. Genç subay yaptığı hatayı fark etti ve böyle büyük bir insana kendi cehaleti, kibiri ve gururu ile saygısızca davranmış olduğu için kendinden utandı. Genç subay gerçekten eğitilmiş olmanın göstergesinin alçak gönüllülük olduğunu anlamıştı. 24- MARKANDEYA Markandeya’ya onaltı yıllık bir ömür süresi tayin edilmişti. Bunu hem annesi ve hem de babası biliyordu. Annesi devamlı surette onunla ilgileniyor ve onu aynı göz kapağının gözü koruduğu gibi her şeyden koruyordu. Babası da onu her türlü kötülükten ve tehlikeden korumaya çalışıyordu. Öğretmenleri ona çeşitli ilimler öğretiyorlardı. Fakat ne anne ve babasının, ne de öğretmenlerinin onun yaşam süresi hakkında herhangi bir güçleri yoktu. Markandeya da bu hakikati kavramış ve bu yüzden on altı yaşında ölümden kurtulmak için kendisini tamamen Tanrı’ya adamıştı. On altıncı doğum gününden bir gün evvel Markandeya, tapınağa gitti, başını tapınaktaki Lingam heykelinin üzerine koydu ve ona kolları ile ona sarılarak dua etti, “Tanrım, Sen benim tek sığınağımsın/kurtarıcımsın.” Bu şekilde dua ederek gözlerini kapattı ve Lingam’a sıkı sıkı sarılarak iki gün boyunca bu vaziyette kaldı. On altıncı yaş günü bitmek üzereyken Ölüm Meleği oraya geldi ve Markandeya’nın canını almaya hazırlandı. Fakat Markandeya o sırada Lingam heykeline sımsıkı sarılmış bir durumda olduğu için yapacağı işi erteledi. Ancak orayı terk etmiyor, çocuğun boş bir anını bekliyordu. Tapınağın rahibi bunu fark ederek ölüm Meleğine çıkıştı, “Tanrı ile bir olmuş birisine dokunmaya nasıl cesaret ediyorsun?” Ölüm meleği bunun üzerine çocuğu kutsadı ve ona uzun bir ömür tayin etti. Linga sonsuzluğun bir sembolüdür; yuvarlak ve elips şeklindedir. Kâinattaki her şeyin onun içinden çıkmıştır ve yine onun içinde eriyerek birleşecektir; yaratılışın sembolüdür, en başta var olan o en eski üç niteliğin ve Yüce Varlığın faaliyetlerinin sonucudur ve bunlar her şeyin içine nüfuz ederek o cisme değer kazandırırlar. Her varlığın onun içinde eridiği formdur; bu manevi yaşam yolunda yürürken sana yol gösteren ve seni koruyup kollayan prensiptir. 198 25- ASHTAVAKRA İmparator Janaka ülkedeki âlimleri huzurunda toplamıştı. O sırada Ashtavakra adında (bedeninde sekiz tane özrü bulunan şahıs anlamına gelir) özürlü bir rahip de Kabul Salonundan içeriye girdi. Salonda bulunan bütün âlimler onun bu özürlü formuna bakarak ona güldüler. Bunun üzerine Ashtavakra da onlara bakarak kahkahalar atarak yüksek sesle güldü. Bunun üzerine âlimler ona neden kendisinin de güldüğünü sordular. Ashtavakra şöyle cevap verdi, “Kralın buraya ülkenin en büyük âlimlerini çağıracaklarını işitmiştim. Ama benim formuma bakarak gülen kişilerin bir âlim değil yalnızca birer ayakkabı tamircisi olabilirler diye düşündüm ve bu yüzden güldüm tabii ki. Bir ayakkabı tamircisi yalnızca derinin dışı ile ilgilenir, içindekiler ile değil. Böylece sizler de beni yalnızca dış görünüşüm ile değerlendirdiğinize göre ancak birer alim değil ancak birer ayakkabı tamircisi olabilirsiniz. Gerçek bir bilge her canlı varlığın içindeki İlahi Varlığı görür.” 26- BAKIŞ AÇISI Pandavalar ve Kauravalar kardeş çocukları yani kuzenlerdi. Pandavalar beş kardeş, Kauravalar ise yüz kardeşlerdi. Dharmaraja, Pandavaların en büyüğü idi. Duryodana ise Kauravaların en büyüğü idi. Her ikisinin de hocaları Dronacharya idi. Bir gün hocaları Dronacharya, Dharmaraja’ya ülkeyi dolaşıp ülkenin en kötü insanını bulmasını istedi. Duryodhana’ya da aynı şekilde ülkenin en iyi insanını bulmasını söyledi. Her ikisi de bütün krallığı dolaştılar ve geri döndüler. Dharmaraja verdiği raporda ülkede hiçbir tane kötü insan bulamadığını, hepsinin iyi insanlar olduklarını söyledi. Duryodana da tam tersine ülkede kendisinden daha iyi bir tane bile insan bulamadığını ve hepsinin kötü olduğunu rapor etti. Aynı ülkeyi gezmişler, aynı insanları görmüşler ve buna rağmen her ikisi de birbirine tam zıt görüş bildirmişlerdi. Dronacharya onların verdikleri raporlar üzerine düşündü taşındı ve her ikisinin de bakış açılarının verdikleri kararı etkilediklerini belirtti. Dharmaraja iyi bir insandı ve bu 199 yüzden herkesin iyi olduğunu düşünüyor herkesin içindeki iyiyi görüyordu. Duryodhana da o şeytani zihni ile insanların yalnızca kötü taraflarını görüyordu. Her şey insanın bakış açısına göre değişir. 27- YARIN GEL Bir adam oğlunu evlendirmek istiyordu. Fakat bunun için gerekli parası yoktu. Bu yüzden Pandava kardeşlerin en büyüğü olan Dharmaraja’ya giderek yardım istedi. Dharmaraja cömertliği, ağzından çıkan sözü mutlaka yerine getirmesi ve Doğru Davranıştan asla ayrılmaması ile tanınmıştı. Dharmaraja adama ertesi gün gelip kendisini görmesini, istediği şeyi vereceğini söyledi. Dharmaraja’nın küçük kardeşi Bhima da abisi ile köylü arasındaki bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Ona bir ders vermek istedi. Bhima hemen hizmetkârlarını çağırdı ve büyük bir festival düzenleyeceğini söyledi. Bu yüzden de bütün şehri mango yaprakları, çiçekler ve rengârenk süslemeler ile donatmalarını emretti. Şehir sokakları hemen uygun bir şekilde süslenerek dekore edildi ve bir festival hazırlığı görüntüsü verildi. Ertesi gün için yapılan tüm bu süslemeleri ve festival hazırlıklarını fark eden Dharmaraja, kardeşi Bhima’ya giderek kutlamanın sebebini sordu. Bhima alçak gönüllü bir şekilde cevap verdi, “Sevgili abim! Ben senin verdiğin sözü mutlaka yerine getireceğini biliyorum. Bugün gelen köylüye verdiğin yardım sözünü işittim ve bu yüzden de yarın mutlaka hayatta olacağını biliyorum. Ölümü yendiğini düşünüyorum. Bunu kutlayabilmek için bütün bu süslemeleri ve hazırlıkları yaptırdım.” Dharmaraja mesajı almıştı. Kardeşine teşekkür ederek hemen köylüyü çağırttı ve ona istediğini verdi. İyi davranışlarınızı ertelemeyiniz ve hemen şimdi yapınız! 200 28- BİRBİRİNİ SEVEN KARDEŞLER Ayodha kralı Dasharatha’nın dört oğlu vardı. Bunlar Rama, Bharatha, Lakshmana ve Satrughna idiler. Bunlar daha henüz genç birer çocukken aralarında oyun oynuyorlardı. Oyun bittikten sonra en büyükleri Rama annesi Kausalya’ya doğru koştu ve mutlulukla onun kucağına oturdu. Annesi ona mutluluğunun sebebini sorduğu zaman Rama oyunu Bharatha’nın kazandığını ve kendisinin de buna çok sevindiğini söyledi. Biraz sonra yüzü asık bir şekilde Bharatha annesi Kausalya’ya geldi. Annesi bu sefer ona üzüntüsünün sebebini sorunca Bharatha oyunu neredeyse kaybetmek üzere olduğunu, fakat Rama’nın ne yapıp edip yine kendisinin kazanmasını sağladığını söyledi. Abisi oyunu kaybettiği için de çok üzgün olduğunu söyledi. Kausalya yaşça büyük ağabeyin küçük kardeşinin oyunu kazanmasına sevinmesini ve küçük kardeşin de ağabeyi oyunu kaybetti diye üzülmesini kardeşler arası sevginin en güzel bir örneğini oluşturduğunu belirtti. Kardeşler arasında sevgi işte böyle olmalıdır. 29- HAKİKİ ARKADAŞ Bir adam herkese karşı nazik, eli açık ve sevecen davranırdı. Üç tane iyi arkadaşı vardı. Bir seferinde bu adamın mahkemede bir davası vardı. Arkadaşlarından birisine giderek kendisi ile beraber mahkemeye gelerek kendisini desteklemesi ve tanık olması için ricada bulundu. Arkadaşı kendisi için her şeyi yapabileceğini fakat mahkemeye gelerek tanıklık yapamayacağını söyledi. Adam bunun üzerine ikinci arkadaşına giderek aynı ricada bulundu. Arkadaşı kendisi ile mahkeme binasına kadar gelebileceğini, ancak duruşma salonuna girerek kendisi için tanıklık yapamayacağını ve kendisine arka çıkamayacağını söyledi. Sıra üçüncü arkadaşında idi. Bu arkadaşı tüm alçak gönüllülüğü ve tevazusu ile şöyle cevap verdi, “Sevgili arkadaşım, her nereye gidersen git ben seni aynı bir gölge gibi takip ederim, mahkemede de senin yanında durur ve senin için tanıklık yaparım. Adam bunun üzerine bu arkadaşının hakiki bir arkadaş ve dost olduğunu anlamıştı. Bu hikâyenin içsel anlamı şöyledir: Birinci arkadaş zenginliği, refahı, gönenci, serveti, sahip olunan arazileri, binaları ve diğer mal mülkü temsil eder. Bunlar insana bu dünyada en büyük mutluluğu veren şeylerdir. Onlarla ne kadar çok ilgilenirse 201 ilgilensin, bunlar insana öldüğü zaman refakat etmezler. İkinci arkadaş insanın eşini, çoluk çocuğu, akrabaları, hizmetkârları ve arkadaşları temsil eder. Bunlar da insana ancak mezara kadar eşlik ederler. Hiçbirisi ona arkadaşlık etmek için onunla birlikte ölmez. Üçüncü arkadaş ise insanın yaptığı iyi davranışları temsil eder. Bunlar insana ölümden sonra da eşlik ederler ve nihai muhakemede ve hesap gününde onun yanında durarak ona tanıklık ederler. 30- KRAL NASILSA HALKI DA ÖYLEDİR Bir zamanlar Bhojaraja adında bir kral vardı. Çok iyi kalpli ve cömert bir kraldı. Halkı onu çok severdi. Bir gün kraliçe krala hizmet ederken saçlarında beyazlara rastladı. Bu bir yaşlılık alametiydi. Kraliçe buna çok üzüldü ve krala anlattı. Bunun üzerine kral Bhoja bu işaretin artık son feragat için hazırlanmak gerektiğinin bir alameti olduğunu söyledi. Son hazırlığın yapılması için gelen bu uyarıyı dikkate alan kral bütün adamlarını ve bakanlarını bir araya topladı. Kendisinin ormana kefaret çekmek için gitmeye hazırlandığını ve ülkenin idaresini bakanlarına bırakacağını anlattı. Haber ülkede büyük bir yangın gibi çabucak yayıldı. Bu haberi duyan herkes kendisinin hemen ormana gidip duaya başlayacağını ve Tanrı’ya yalvararak krallarının uzun yaşaması için dua edeceğini söylüyordu. İşte halkın kendi kralları için sevgileri böyle idi. O kral krallığındaki herkesi kendi çocukları gibi sever ve öyle davranırdı. İnsanlar kalabalıklar halinde ormanda toplanarak kefaret yapmaya başladılar. Bir melek onların önünde belirerek dualarının sebebini sordu. Onlar da krallarının uzun bir yaşam ile kutsanmasını istediklerini söylediler. Melek, ”Öyle olsun!” dedi. Kalabalık halk kitlesi ormandan geri döndüler ve büyük bir mutluluk içinde Tanrı’nın krala olan ihsanını anlattılar. Bunu duyan kraliçe hemen krala giderek ormana gidip kefaret yapmak için izin istedi. Kral ona izin verdi ve kraliçe ormana giderek yoğun bir şekilde dua etmeye başladı. Bunun üzerine melek yine onun önünde belirdi ve böyle yoğun bir şekilde dua etmesinin sebebini sordu. Kraliçe hemen yerlere kapandı ve kralın tek başına yanında böyle kendisini seven halkı olmadan yaşamasının kendisini üzdüğünü ve bu yüzden ülkede yaşayan herkesin aynı şekilde uzun ömürle kutsanması gerektiğini söyledi. Onun bu sözleri ve bu kendisini düşünmeyen tavrı meleğin çok hoşuna gitti. Melek 202 yalnızca halka değil fakat kraliçeye de aynı şekilde uzun bir hayat süresi bahşedildiğini söyledi. Yönetici de yönetilen de iyi davranışta birbiri ile aynı olmalıdır. 31- ÖFKEYİ YENMİŞ Bir bilge kişi dağlara giderek tek başına bir iç yolculuğu yapmak istedi. İçindeki kötülüklerden kurtulmak ve kendi kendisi ile hesaplaşmak istiyordu. Bir gün artık zamanın geldiğini ve aşağıya inebileceğini düşündü. Dağdan indi ve arkadaşlarının yanına giderek öfkeden kurtulduğunu beyan etti. Arkadaşları ile buluştuğunda öfkeyi mağlup ettiğini ve tamamen huzur içinde olduğunu söyledi. Arkadaşlarından birisi onu denemek için, ”Sevgili arkadaşım gerçekten öfkeden kurtulabildin mi?” diye sordu. “Evet, ben öfkeyi yendim!” diye kendini savunan bir cevap geldi. Arkadaşı yineleyerek tekrar sordu, “Bu doğru mu? Gerçekten sen öfkeden kurtuldun mu?” “Evet, doğru.” şeklinde sert bir cevap daha geldi. Üçüncü kez arkadaşı yine sordu, “Bu söylediğin inanılması çok zor bir şey, öfkeyi yenebildin ha?” “Sen ya beni anlamıyorsun, ya da bana inanmıyorsun. Öyle olduğunu söyledim ya!” şeklinde hafif kızgınca bir cevap geldi. “Arkadaşım sen eğer bu şekilde cevap veriyorsan, öfkeni kontrol etmiş olamazsın” diye arkadaşı dördüncü defa sordu. Adam artık aynı soruya defalarca cevap vermekten ötürü iyice çileden çıkmış ve gözleri dönmüştü. Bağırarak cevap verdi, “Sen aklını mı kaçırdın? Ben sana öfkeyi yendiğimi söyledim ya!” Öfkeyi tamamen içimizden dışarı çıkarıp atabilmek için sabırlı olabilmek gereklidir. 32- GEORGE WASHİNGTON George o sabah çok güzel bir duygu ile uyandı. Bugün onun doğum günüydü. O sırada annesi ve babası onun odasına geldiler. Onu öptüler ve sarılarak doğum gününü kutladılar. Ellerinde hediye kâğıtlarına sarılı paketler vardı. “Tanrı seni 203 korusun!” diyerek hediye paketlerini ona verdiler. George çok heyecanlanmıştı. Tahtadan yapılma bir at arabası, bir top ve hepsinden güzeli bir küçük balta. Annesine ve babasına hediyeler için teşekkür etti. O gün güzel güneşli bir gündü. Çabucak yıkandı, giyindi, duasını etti, kahvaltısını yaptı ve yeni oyuncakları ile oynayabilmek için dışarıya fırladı. Biraz sonra arkadaşları gelip onun doğum gününü kutladılar ve sonra beraberce oyun oynamak için bahçenin içinde kayboldular. Ertesi gün babası bahçeyi dolaştıktan sonra içeriye asık bir suratla girdi. “Birisi benim ektiğim o küçük kiraz ağaçlarını balta ile kesip doğramış. Bazı kesikler o kadar derin ki ağaçlar kesin ölürler. Bu küçük ağaçları kesip öldürebilecek kadar düşüncesiz ve katı kalpli insan kim acaba?” George nefesini tutarak bekledi. O küçük baltayı kiraz ağaçlarının üzerinde denerken o kadar heyecanlanmıştı hâlbuki. Öne çıkarak, “Baba” dedi kısık bir sesle. ”Bu benim hatam. Bana verdiğin yeni baltayı deniyordum. O ağaçların ölebileceklerini bilmiyordum baba!” Baba afallamıştı. “Bu haltı sen mi işledin?” diye sordu. “Bu ağaçların da bizim gibi canları olduğunu bilmiyor musun? Ben o ağaçları nasıl büyük bir sevgi ile ekmiştim. Ben sana o baltayı kesilmiş odunları parçalaman için vermiştim, canlı ağaçları değil. Ah ne kadar aptalca bir şey yaptın sen böyle?” George başını öne eğdi ve kendisine verilecek cezayı beklemeye başladı. Babası söze şöyle başladı, “Oğlum, ne kadar akılsızca bir iş yapmış olsan da en azından doğruyu söyleme cesaretin var ve hak ettiğin cezayı kabul etmeye hazırsın. Hayatta daima böyle ol! Bu özelliğin seni yukarı makamlara götürecektir.” Babasının bu cesaret verici sözleri ve affediciliği küçük çocuğun üzülmüş kalbine bir ilaç gibi geldi. Sonradan George’un bu her zaman hakikati söyleme özelliği gerçekten kendisini yukarı mevkilere taşıdı ve 1789’da Amerika Birleşik Devletlerinin birinci Başkanı olarak seçildi. 33- BEŞ EŞEK Molla Nasrudin’in karısı kendisine 4 altın verdi ve pazardan dört tane eşek satın almasını istedi. Molla pazara gitti ve dört tane eşek satın aldı. Birisinin üzerine bindi ve eve geri dönmeye başladı. Eve yaklaştığında karısının kendisinden istediği şeyi yapıp yapmadığını kontrol etmek istedi ve eşekleri saymaya başladı. Saydı ama kendi 204 bindiği eşeği saymadığı için üçe kadar sayabildi. Çok endişelenerek eve doğru yoluna devam etti. Eve vardığında karısını evin kapısının eşiğine oturmuş kendisini beklerken buldu. Daha karısı bir şey söylemeye fırsat bulamadan Molla itiraf etti, “Biliyorum, sen bana dört tane eşek almamı söylemiştin, ama ben kendi kendime konuşmaya daldığım için dördüncüyü unutmuşum ve eve sadece üç tane eşek getirdim.” Karısı Molla Nasrudin’e bakarak gülümsedi ve “Üzülme ben üç tane eşek görmüyorum, tam beş tane eşek görüyorum” diye cevap verdi. 34- ÖZÜR DİLERİM Amerikan İç Savaşı esnasında Albay Scott, Başkan Lincoln’ü ziyarete gitti. Albay Scott Kuzey Virginia’da başkent Washington’u konfederasyon kuvvetlerinin saldırısından koruyan ordunun başındaki komutandı. Scott bir iki hafta önce hasta olmuştu ve karısı kendisi ile ilgilenmek için Washington’a gelmiş olan karısı sonradan eve dönerken yolculuk yaptığı buharlı gemi, Chesapake Körfezinde başka bir gemi ile çarpışmış ve Scott’un eşi bu kazada boğularak hayatını kaybetmişti. Scott karısının cenaze işlerini düzenlemek ve çocukları ile ilgilenebilmek için üst komutanlardan izin istemiş ve talebi reddedilmişti, çünkü kısa zamanda bir çatışma çıkması kuvvetle muhtemeldi ve her bir subaya ihtiyaç vardı. Fakat Scott bunun kendisinin bir hakkı olduğunu düşünerek bu talebini emir komuta zincirinin yukarılarına Savaş Bakanlığı Genel Sekreteri olan Bakan Edwin Stanton’a kadar ulaştırmıştı. Stanton da onun bu isteğini reddedince albay başvurusunu bu kez en tepedeki komutana yapmaya karar vermişti. Scott cumartesi gecesi geç saatte, o gün kabul edilen en son ziyaretçi olarak Başkomutan’ın (yani Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın) ikametgâhına gitti. Lincoln onu dikkatle dinledi ve sonunda Scott talebini dile getirdiğinde Başkan öfke ile cevap verdi, “Benim hiç dinlenmeye hakkım yok mu? Sürekli bu tür isteklerden kaçıp kurtulacak bir yerim, kendime ait bir zamanım olmayacak mı? Neden bunun gibi bir taleple beni rahatsız ediyorsun? Neden Savaş Bürosuna gitmiyorsun, bu tür kâğıt işleri ile onlar ilgileniyorlar.” 205 Bunun üzerine Scott Başkan’a Stanton’ın kendisini reddettiğini anlatınca, Başkan da şöyle cevap verdi, “O zaman belki sen bu nehir yolculuğunu yapmamalısın. Mr.Stanton şu an gerekli şeyleri en iyi bilecek bir konumda. O hangi kuralların gerekli olduğunu ve hangi kuralların da zorlanabileceğini çok iyi bilir. Benim onun koyduğu kuralları ezip geçmem ve tersi bir karar vermem doğru olmaz; önemli meselelere çok büyük zarar verebilirim. Ve sonra senin benim ilgilenmem gereken daha birçok önemli mesele olduğunu bilmen lazım. Allah bilir, bunlar bir insanın taşıyabileceğinden çok daha fazlalar. Bu yüzden benim bu tür meseleleri düşünmeye ayırabileceğim zamanım hiç yok. Neden buraya gelip benim merhamet etmem için başvuruda bulunuyorsun? Bir savaşın ortasında olduğumuzu bilmiyor musun? Bütün bu acılar ve ölümler üzerimizde büyük bir baskı oluşturuyorlar. Bu cenaze işleri gibi insanlık ve düşkünlük gerektiren şeyleri barış zamanlarında seve seve yerine getiririz, ama savaş olduğu zaman bu işler hep ikinci planda kalmaz mı? Şu anda tek bir görevimiz var, o da savaşmak! Bu ülkede her aile acı ile sarsıldı, ama hiçbirisi yardım istemek için bana gelmedi. Benim zaten taşıyabileceğimden fazla yüküm var. Sen Savaş Bürosuna git! Senin işini orada halletsinler! Eğer onlara sana yardımcı olamıyorlarsa, sen de hepimiz gibi acını savaşın bitimine kadar içinde sakla! Şu anda en önemli şey şu savaşın bitirilmesi.” Bu sözler üzerine Albay Scott barakasına geri döndü, ama hem ağlıyor, hem de kara kara düşünüyordu. Ertesi sabah erken saatlerde Albay Scott’ın kapısı çalındı. Scott kapıyı açtı ve karşısında Başkanı buldu. Başkan, Scott’ın ellerini kendi ellerinin içine aldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Sevgili Albayım, dün gece size çok sert davrandım. Sizden özür dilemek için ne söylesem azdır. Dün gece çok yorgundum, fakat sizin gibi hayatını bu ülkeye adamış ve acı içinde olan bir insana böyle kaba davranmaya hakkım yoktu. Dün gece sonrada çok pişman oldum ve buraya sizden özür dilemeye ve affınızı istemeye geldim.” Başkan ayrıca Stanton ile konuştuğunu ve Scott’ın karısının cenaze törenine gidebilmesi için her şeyi organize ettiğini ve ayarladığını söyledi. Bundan sonra Başkan, albayı kendi arabası ile buharlı gemiye kadar götürdü ve ona iyi yolculuklar diledi. Ne harikulade bir özür şekli değil mi? Yalnızca sözleri ile değil, davranış şekli de Lincoln’ün özrünü çok güçlendirmişti. Lincoln özür dilemeye niyetli idi ve yanlış bir şey yapmış olduğunu kendi kendine itiraf ediyordu. 206 35- MOHAN DAS KARAMCHAND Bir insanın iyi özellikleri daha küçük yaşlardan itibaren ortaya çıkarlar. Genç bir öğrenci iken Mohan Das Karamchand, Gandhi’nin ideal karakter özelliklerini gösteriyordu. Bir seferinde sınıfa bir müfettiş gelmişti. Mohandas’ın okuduğu sınıfın İngilizce bilgi seviyesini ölçebilmek amacı ile onlara bir dikte sınavı yapmak istedi. Müfettiş elindeki yazıyı öğrencilere yazdırırken sınıfın İngilizce öğretmeni de sıraların arasında endişeli bir şekilde geziniyordu. Öğrencilerin kâğıtlarını kontrol ediyor ve müfettişe karşı mahcup olmak istemiyordu. Mohan’ın sırasının yanından geçerken onun ‘kettle’(çaydanlık) kelimesini yanlış yazdığını fark etti. Sessizce eli ile sıranın üzerine nasıl yazılması gerektiğini işaret ederek onu uyardı ve hatasını düzeltmesini istedi. Fakat Mohan öğretmenin yapmasını istediği şeyi nasıl yapabilirdi? Annesi ona her zaman hakikate bağlı kalmayı ve dürüst olmayı öğretmişti. Yanlış sözcük yazdığını fark etmişti, fakat bunu düzeltemezdi, çünkü yaptığı imtihanda kopya çekmek ve aldatmacılık olurdu. Hâlbuki verilen testi tek başına çözmesi gerekiyordu. Müfettiş gittikten sonra öğretmen Mohan’ı masasına çağırdı ve sordu, “Mohan, ‘kettle’ kelimesinin nasıl yazıldığını bilmiyor musun? Ayıp sana! Ben sana hatanı gösterdiğimde bile yazdığını düzeltemedin.” “Efendim, o zaman bu Hakikat’e aykırı olurdu. Ben nasıl böyle bir şey yapabilirim? Özür dilerim efendim, ama benim sahtekârlık yaptığımı öğrenirse benim ailem çok üzülür. Beni affedin lütfen!” diye Mohan cevap verdi. Öğretmen Mohan’ın bu asil sözlerinden çok etkilenmişti. Onu Doğru Davranışa bağlılığından ötürü övdü. 36- TOHUM EKİCİ Bir adam tohum ekmek için yürüyordu. Tohumları saçmaya başladığında bazı tohumlar yolun üzerine düştüler. Yolun üzerinde üzerlerine basıldı ve sonra kuşlar gelerek onları teker teker yediler. Bazı tohumlar taşlı toprağa düştüler. Az miktarda toprak vardı. Bunlar çabucak filizlendiler, fakat güneş parlamaya başladığında kuruyup gittiler, çünkü toprakta yeterli derecede su yoktu. 207 Bazı tohumlar devedikenlerinin yanına düştüler. Bunlar büyüyerek tohumları boğdular. Bazı tohumlar bereketli toprağa düştüler ve büyüyerek, otuz, altmış ve hatta yüz kata kadar filiz verdiler. Bu hikâyenin özü nedir? Yolun üzerine düşen tohumlar iyi sözleri anlamayan insanlara benzerler. Kötü olan gelir ve onların içinde bulunan tüm iyilikleri ve güzellikleri alarak onları yok eder. Taşlı toprağa düşen tohumlar iyi sözleri mutlulukla dinleyen insanlara benzerler. Fakat bu sözler maalesef derinlere gidemezler. Dertler ve sıkıntılar baş gösterdiği anda hemen iyiyi öğrenmekten vazgeçerler. Devedikenlerinin yanına düşen tohumlar ise kendilerine verilen mesajı dinleyen insanlara benzerler. Fakat dünyevi arzular ve endişeler bu güzel sözleri boğup atarlar. Verimli topraklara düşen tohumlar ise iyi sözleri işiten sonra onları uygulamaya koyan insanlara benzerler. İşte bu insanlar verilen öğretiyi emip içlerine çekerler ve bazen otuz, bazen altmış ve bazen de yüz misli olarak geri verirler. 37- MERHAMET Büyük bilge bir gün kırlarda dolaşırken yolda ilerleyen bir keçi sürüsü gördü. Sürünün çobanı hayvanları ilerideki tepeye doğru sürüyordu. Ancak keçilerden birisinin arka ayağı sakattı ve fena halde topallıyordu. Sürünün arkasında kalan bu keçi sürüye yetişmesi için çoban tarafından acımasızca kırbaçlanıyordu. Bu görüntü üzerine bilgenin kalbi merhamet ile eridi. Çobanın yanına giderek sordu, “Sevgili dostum nereye gidiyorsunuz?” Çoban ilerideki tepeyi işaret etti. Bilge devam etti, “Benim bu zavallı keçiyi o tepeye kadar kucağımda taşıyarak götürmeme izin verir misiniz?” “Tabii, neden olmasın?” diye çoban verdi. Bunun üzerine bilge mutlu oldu ve keçiyi kucağına aldı. Onu tepenin ne yukarısına kadar taşıdı ve orada yere indirdikten sonra kendi yoluna devam etti. 208 38- MISS WHITE – BİR ÖĞRETMENİN YAPABİLECEĞİ DEĞİŞİM Oniki yaşında alkolik bir anne ve babaya sahip Steve adında bir çocuk Amerikan Eğitim sistemi yüzünden yaşamdan kopmak üzereydi. Okuma yazmayı öğrenebilmişti, ama buna rağmen dikkati çekecek kadar başarısızdı. Okula gittiği birinci sınıftan itibaren başarısız olmasına rağmen hep sınıf geçirilmişti. Aslında Steve 12 yaşından da büyük, ergenlik çağında bir genç fiziğine sahipti, lakin Miss White onu fark edene kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemişti. Miss White güler yüzlü, genç, güzel, kızıl saçlı bir öğretmendi. Steve onu çok beğeniyordu. Fakat Miss White’ın verdiği ödevlerden hiçbirisini yapmıyordu, be yüzden de onunla arası pek iyi değildi. Onun sert sözleri kalbini kırıyor ve ödevleri teslim etme zamanı geldiğinde ödevini vermediği için cezalandırıldığında kendisini çok kötü hissediyordu. Ancak buna rağmen ders çalışmıyordu. Okulun birinci yarıyılı bittiği zaman bütün 7.sınıf temel bilgilerden imtihan oldular. Steve verilen testi acele ile üstünkörü çözerek geri verdi ve her zaman olduğu gibi başka şeyler hayal etmeye devam etti. Steve’in düşüncelerinde okula fazla yer yoktu, aklı fikri ormanda idi. Sıklıkla yalnız başına ormana kaçıyor ve alkol kokan evindeki görüntülerden, seslerden ve kokulardan kurtulmaya çalışıyordu. İyi olup olmadığını kontrol eden bir kişi dahi yoktu. Onun ormana gittiğinin bile kimse farkında değildi, çünkü kimsenin umurunda değildi. Tuhaf bir şekilde Steve bir tek gün bile okula gitmemezlik yapmıyordu. Günün birinde Miss White’in sabırsız sesi onu içinde olduğu hayallerden çıkardı, “Steve!” Şaşkın bir şekilde Steve ona doğru döndü ve Miss White “Dikkatli ol!” diye devam etti. Steve bakışlarını ergenlik çağının verdiği hayranlıkla Miss White’in üzerinde tutuyordu ve Miss White da 7.sınıfın girdiği imtihanın sonuçlarını açıklıyordu. “Sınıfa, “Hepiniz bir tek kişi dışında testi başarı ile yapmışsınız. Bunu söylemek beni çok üzüyor, ama size şunu söylemeliyim ki…” Miss White durakladı, Steve’in oturduğu yere doğru kısa bir bakış fırlattıktan sonra onun yüzüne bakarak konuşmasına devam etti. “Bu 7.sınıfın en zeki öğrencisi maalesef benim yaptığım testte başarısız oldu.” Bayan öğretmen yalnızca Steve’e doğru bakıyordu ve Steve de bunun üzerine bakışlarını kaçırdı ve parmak uçlarına doğru bakmaya başladı. Bundan sonrası ise 209 tam bir savaştı. Steve hala ev ödevlerini yapmıyordu. Verilen cezalara rağmen daha da sertleşmiş, inat etmeye başlamıştı. “Lütfen bir kere dene! Bir hafta dene!” Buna rağmen Steve değişmiyordu. “Sen zeki bir çocuksun! Yapabilirsin!” Hiçbir şey, hiçbir söz onu etkilemiyordu. “Kendine bir şans ver! Yaşamından vazgeçme!” Hiçbir şey değişmiyordu. “Steve, lütfen! Ben seni çok önemsiyorum!” Vay canına! Birdenbire Steve anlamıştı. Birisi kendisi ile ilgileniyordu. Yani bir insan, tamamen karşılıksız ve olumlu bir şekilde kendisini umursuyordu. Steve o akşamüzeri okuldan eve düşünceli bir şekilde döndü. Eve girdiğinde kendisine bakan bir çift göz aradı. Anne ve babasının ikisi de acayip kıyafetler içerisinde kendilerinden geçmişlerdi ve evdeki koku da dayanılabilecek gibi değildi. Çabucak kamp eşyalarını toparladı, fındık ezmesi kavanozunu, bir miktar ekmek, bir şişe su ve bu sefer bir de okul kitaplarını da yanına aldı. Ciddi bir ifade ile kararlı bir şekilde ormana doğru yola koyuldu. Ertesi hafta başı pazartesi sabahı okula tam zamanında gitti ve sabırsızlıkla Miss White’in sınıfa girmesini bekledi. Öğretmeni sınıfa ağzı kulaklarında gülümseyerek girdi. Tanrım, öğretmeni çok güzel idi. Kendisine doğru bakıp gülümsemesini bekledi ama bu gerçekleşmedi. Miss White öğrencilere verdiği hafta sonu ödevi hakkında bir test yapmak üzere imtihan kâğıtlarını dağıttı. Steve testi çabucak çözdü ve kâğıdını ilk olarak veren kişi oldu. Yüzünde şaşkın bir ifade ile Miss White imtihan kâğıdını aldı. Afallamış bir vaziyette kâğıdı baştan sonra çabucak okuyarak kontrol etti. Steve oturduğu yere döndü ama kalbi deli gibi atıyordu. Miss White tam bir şok içindeydi. Steve’in oturduğu yere doğru baktı. Hemen yüzünde geniş bir gülümseme oluştu. Yedinci sınıfın en zeki öğrencisi ilk imtihanını başarmıştı. O andan itibaren artık Steve için her şey değişmişti. Evdeki yaşantı aynı kaldığı halde yaşamı tamamen değişmişti. Yalnızca dersleri öğrenebildiğini keşfetmedi, aynı zamanda çok başarılı olduğunu anladı. Öğretilen bilgileri öğrenebiliyor ve bunları kendi yaşantısı içinde uygulayabiliyordu. Steve gelişmeye ve kendini aşmaya başladı. Artık tüm okul hayatı boyunca bu böyle devam etti. Liseyi bitirdikten sonra Deniz Kuvvetlerine katıldı ve çok başarılı bir kariyeri oldu. Bu sırada hayatının aşkı ile karşılaştı, bir ailesi oldu ve Magna Cum Laude üniversitesini bitirdi. Tüm bahriye hizmeti boyunca birçok öğrenci yetiştirdi, onların 210 kendilerine güven duymalarını sağladı. Deniz Kuvvetlerinde iken ikinci bir işe daha başladı ve yakındaki bir üniversitede profesör olarak ders vermeye başladı. Miss White arkasında büyük bir miras, bir efsane bırakmıştı. Birçok öğrencinin hayatını olumlu yönde değiştiren bir öğrencinin hayatını değiştirmiş, onu kurtarmıştı. Ben bunu çok iyi biliyorum, çünkü Steve’in hayatının aşkı benim. Gördüğünüz gibi, gerçek çok basit. Bir öğrencinin kalbinde transformasyon/dönüşüm yaratan tek şey bir öğretmenin onunla ilgilenmesi idi. 39- DÖRT UZMAN DOKTOR Çok şiddetli bir grip hastalığına yakalanmıştım. Doktora gitmek üzere yola çıktım. Yol üzerinde bir bilge kişinin yaşadığı evin önünden geçerken onu gördüm. Doktora gittiğimi öğrenince bana şöyle dedi, “Ben hasta olduğum zaman her zaman tedavilerine inandığım dört uzman doktora danışırım.” Ben çok şaşırmıştım. “Ama efendim!” dedim. “Ben dört doktora görünecek kadar çok hasta olduğumu sanmıyorum. Bir doktor bence yeterlidir.” Bilge kişi gülümsedi ve bu dört doktorun çok özel ve uzman doktorlar olduğunu söyledi. “Bunlardan birincisi Dr.Diyettir. İkincisi Dr.Sessizlik’tir. Üçüncüsü Dr. Güneş Işığı’dır ve dördüncüsü de Dr.Kahkaha’dır.” dedi. Bu uzman doktorlara daha çok danışmaya çalışalım, onlar her zaman bizim hizmetimize hazırlar ve herhangi bir ücret de talep etmezler. 40- BAŞARISIZ Bir basketbol oyuncusu ile röportaj yapmışlardı. Basketbolcu, sporculuk hayatını anlatıyordu. “Ben basketbol kariyerim boyunca 9.000’den fazla atış kaçırdım. 300 küsur maçta yenilgiye uğradım. Tam 26 kez oyunun sonunda son atışı yapmakla görevlendirildim ve atamadım. Oyun yaşamımda üst üste defalarca başarısızlığa uğradım, ama kendi özel yaşamımda uğramadım. Çünkü ben özel yaşantımda basketbol topundan bile daha iyi zıplarım.” Bu oyuncu dünyanın en iyi basketbolcusu olarak ün yapmış olan efsanevi basketbolcu Michael Jordan’dan başkası değildi. 211 41- KENDİMİZE İNANMAMIZ GEREKİR Isaac Newton okulda öğrenci iken çok başarısızdı ve kendisi için “Ümit vaat etmiyor!” deniliyordu. Thomas Edison gençken öğretmeni ona bir şey öğrenemeyecek kadar aptal olduğunu söyledi. Kendisine yumuşak kişiliği ile başarılı olabileceği başka bir mesleğe yönelmesi tavsiye edildi. F.W.Woolworth 21 yaşında iken bir kuru temizleme dükkânında işe girdi, fakat patronu onu müşterilerle karşı karşıya getirmiyordu, çünkü onun bir satış yapabilecek yetenekte olmadığına inanıyordu. Michael Jordan lisedeki basketbol takımından atılmıştı. Bob Cousy de aynı kaderi paylaşmıştı ve fakat sonradan o da ünlüler kulübüne katıldı. Bir gazete editörü Walt Disney’in gazetedeki işine son verdi, çünkü onun hayal gücünün ve orijinal fikirlerinin olmadığına inanıyordu. Winston Churchill 6.sınıfta iken derslerinde başarısız oldu ve sınıfta kaldı. Babe Ruth 1.300 kez ıskalayarak bezybol liginde kırılamayacak bir rekor kırdı.(Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi beyzbol oyuncularından biridir.) Bir insan hata yapabilir, fakat yaptığı hatadan ötürü başkalarını suçlamadığı sürece başarısız sayılmaz. Biz her zaman kendimize inanmalıyız, belki yaşam yolculuğunun bir yerlerinde karşımıza içimizdeki büyüklüğü gören biri çıkar ve bizi de bundan haberdar eder. 42- EN İYİ ÖĞRETMEN Uzun yıllar önce Mrs.Thompson adında bir ilkokul öğretmeni vardı. Okulun ilk günü 5.ci sınıfa derse girdiğinde sınıfta öğrencilere bir yalan söyledi. Birçok öğretmenin yaptığı gibi çocuklara onların hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. 212 Fakat bu imkânsızdı, çünkü sınıfta ilke sırada Teddy Stoddard isminde küçük bir çocuk oturuyordu. Mrs.Thompson Teddy’i geçen sene de yakından gözlemlemiş ve çocuğun diğer çocuklarla birlikte oynamadığını, elbiselerinin pis ve dağınık olduğunu ve devamlı olarak yıkanmaya ihtiyacı olduğunu fark etmişti. Ayrıca Teddy bazen çok huysuz olabiliyordu. Bazen olay öyle noktalara geliyordu ki, Mrs.Thompson onun imtihan kağıtlarını kontrol ederken yaptığı yanlışları kalın bir kırmızı kalemle düzeltmekten, büyük kalın çarpılar koymaktan ve imtihan kağıdının üst kısmına büyük bir “F” harfi(başarısız anlamında) yazmaktan büyük bir zevk alıyordu. Mrs.Thompson’un öğretmenlik yaptığı okulda öğretmenlerin öğrencilerinin geçmiş hayatlarını incelemeleri mecburi idi ve Mrs.Thompson da Teddy’i en sona bırakmıştı. Teddy’nin dosyasına bir göz attığında Mrs.Thompson’u büyük bir sürpriz bekliyordu. Teddy’nin birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Teddy çok güleç ve başarılı bir çocuk. Ev ödevlerini titizlikle yapıyor ve davranışları gayet uyumlu. Etrafındakilere neşe veriyor.” İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Teddy kusursuz bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, fakat kendisi şu an zor bir durumda, çünkü annesinin çok ciddi bir hastalığı var ve evdeki yaşamında gerçekten büyük bir savaş veriyor olmalı.” Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Annesinin ölümü onu çok etkiledi. Elinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyor, fakat babası ona fazla ilgi göstermiyor ve eğer bazı önlemler alınmazsa ev yaşantısı yakında onu çok kötü etkileyecek.” Dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı, “Teddy içine dönük bir çocuk ve okulda derslerine pek ilgi göstermiyor. Fazla arkadaşı yok ve hatta bazen derslerde uyuyor.” Mrs.Thompson şimdi problemi kavramıştı ve kendisinden utandı. Sonra kendisini daha da kötü hissetmesine sebep olacak bir şey daha oldu. Öğrencileri ona Noel hediyeleri getirmişlerdi. Teddy’nin ki hariç hepsi çok güzel ambalaj kâğıtlarına sarılı, çok hoş kurdelelerle sarılı hediyeler idi. Teddy’nin hediyesi bir bakkaldan alınan kalın kahverengi bir kâğıda sarılmıştı. Diğer öğrencilerin arasında Teddy’nin verdiği hediyeyi açmak Mrs.Thompson’a acı verdi. Öğrencilerden bazıları gülmeye başladılar, çünkü paketten hediye olarak suni elmastan yapılmış ve bazı taşları eksik bir bilezik ile yarısı kullanılmış bir şişe parfüm çıkmıştı. Fakat Mrs.Thompson hemen çocukların kahkahalarını susturdu, bileziği 213 koluna taktı, ne kadar güzel olduğunu söyledi ve parfümden de bir miktar bileklerine sıktı. Teddy Stoddard o gün dersten sonra kapıda Mrs.Thompson’u bekleyerek ona “Mrs.Thompson, bugün aynı benim annem gibi kokuyorsunuz” dedi. Tüm öğrencileri eve gittikten sonra o gün Mrs.Thompson sınıfta bir saat boyunca ağladı. İşte o gün karar verdi, çocuklara okuma, yazma ve matematik öğretmeyi bıraktı ve onları eğitmeye başladı. Mrs.Thompson, Teddy’e özel bir ilgi gösteriyordu. Onunla çalışırken çocuğun zihni canlanmaya başlamıştı. Teddy’i ne kadar cesaretlendirirse o da o kadar hızlı tepki veriyordu. Öğrenim yılının sonunda Teddy sınıfın en iyi ve en akıllı çocuklarından birisi haline gelmişti ve yılın başında öğretmenin söylediği öğrencilerin hepsini aynı derecede sevdiği yalanının aksine, Teddy öğretmenin favori öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmen bir yıl sonra, kapısının altından atılmış Teddy’den gelme bir not buldu. Notta Mrs.Thompson’un tüm hayatı boyunca sahip olduğu en iyi öğretmen olduğu yazılı idi. Altı yıl geçti ve Mrs.Thompson Teddy’den bir mektup aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfının üçüncüsü olduğunu ve kendisinin hala hayatta sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Bundan dört yıl sonra bir mektup daha geldi. Bazı zamanlar hayatın kendisi için çok zor olduğunu, ama buna rağmen okulu bırakmadığını ve kısa bir süre sonra üniversiteyi en büyük onur ödülü ile bitireceğini yazıyordu. Şunu da ilave ediyordu ki, Mrs.Thompson hala tüm hayatı boyunca sahip olduğu en iyi ve en sevdiği öğretmeni idi. Sonra bir dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Bu sefer de üniversiteyi bitirdikten sonra biraz daha okumaya karar verdiğini, master yaptığını yazıyordu. Bu sefer imzası biraz uzamıştı, Dr.Theodore F.Stoddard. Hikâyemiz burada sona ermiyor, tahmin ettiğiniz gibi o yılın bahar aylarında bir mektup daha geldi. Teddy hayatının aşkı ile karşılaştığını ve evleneceğini söylüyordu. Birkaç yıl önce babasını kaybettiğini ve eğer kendisi kabul ederse düğün günü damadın annesinin oturacağı yerde oturmasını kendisinden rica ediyordu. Mrs.Thompson tabii ki öneriyi seve seve kabul etti. Tahmin edin o gün düğünde ne oldu? Mrs.Thompson o birkaç taşı eksik bileziği koluna taktı ve birlikte 214 geçirdikleri son Noelde annesinin sürdüğü parfümü de boynuna sıktı. Karşılaştıklarında birbirleri ile kucaklaşıp sarıldılar. Dr.Stoddard, Mrs.Thompson’un kulağına eğilerek fısıldadı, “Bana inandığınız için size çok teşekkür ederim, Mrs.Thompson. Kendimi önemli birisi olarak hissetmemi sağladığınız ve bir fark yaratabileceğimi gösterdiğiniz için size müteşekkirim.” Gözyaşları içinde Mrs.Thompson da fısıldayarak cevap verdi, “Teddy, sen her şeyi yanlış anladın. Bir fark yaratabileceğimi bana öğreten sen oldun. Ben seninle karşılaşana kadar bir öğrenci nasıl eğitilir bilmiyordum.” 43- ŞANSLI GÜN Haftada üç gün UNLV üniversitesinde ekonomi dersi veriyorum. Geçen hafta pazartesi günü dersin başında öğrencilere hafta sonlarının nasıl geçtiğini sordum. Birisi bana hafta sonu bir dişinin çekildiğini ve hiç mutlu olmadığını söyledi. Bana da neden hep böyle neşeli olduğumu sordu. “Her sabah uyandığın zaman o günü nasıl geçirmek isteyeceğin senin seçimine bağlıdır” diye cevap verdim. “Ben her sabah neşeli olmayı seçiyorum.” Sonra “Bak, sana bir hikâye anlatayım” diye devam ettim. Bu sefer sınıftaki 60 öğrenciye hitap etmeye başladım.“Ben bu üniversitede yaptığım hocalığın yanı sıra oturduğum yerden 30 km uzaktaki Henderson koleji denilen devlet lisesinde de derslere giriyorum. İki hafta önce bir gün evden Henderson’a gitmek üzere araba ile yola çıktım. 30 km sonra otoyol bitti ve Henderson sapağına saptım. Tam o sırada okula 500 metre mesafede arabam bozuldu. Flaşörleri yaktım, arabayı kenara çektim, kitaplarımı elime alarak liseye kadar olan yolu yürüdüm. Okula vardığımda tamirciyi aradım ve dersten sonra çekici göndermesini istedim. Öğrenci işlerindeki sekreter bayan bana ne olduğunu sorunca ben, “Bugün benim şanslı günüm!” diye cevap verdim. “Sizin arabanız bozuluyor ve bu sizin şanslı gününüz mü oluyor?” diye şaşkınlıkla sordu. Bunun üzerine ben, “Bakın bayan, ben buradan 30 km uzakta oturuyorum. Benim arabam otoyolda herhangi bir yerde bozulabilirdi. Ama bozulmadı. Bunun yerine tam yerinde, buradan yürüme mesafesinde bir yerde bozuldu. Ben dersime yetişebildim ve tamirciyi arayabildim. Bundan iyi şans olur mu?” diye cevap verdim. 215 44- ORUÇ TUTMAK DİNLENMEKTİR Mahatma Gandhi’nin bir doktor arkadaşı kendisinden oruç tutmanın verdiği sonuçları ve etkilerini yazmasını istemişti. Gandhi bu öneriyi sevinçle kabul etti, çünkü oruç tutarak kendisine zarar veren çok kişi tanıyordu. Onlara yol göstermek istedi. Yaptığı açlık grevleri ve tuttuğu oruçların büyük bir kısmı ahlaki ve siyasi sebeplerle olmasına rağmen Gandhi kendisini oruç müptelası bir diyet uzmanı olarak görüyordu. Aşağıda oruç tutmak isteyen kişilere kendi tecrübelerinden yararlanarak vermek istediği bazı öğütleri bulabilirsiniz. Hem fiziksel ve hem de zihinsel enerjinizi muhafaza edin. Herhangi bir şekilde yorucu bir fiziksel aktiviteye kalkışmayın. Oruç yaptığınız süre zarfında yemek hakkında bir şey düşünmemeye çalışın. İçebildiğiniz kadar çok su için. Az miktar tuzlu, sodalı ve taze limonlu su olabilir. Suyun kaynatılıp dinlendirilmiş ve soğutulmuş olması tercih edilmelidir. Her gün ılık bir banyo yapın ve duş alın. Bedenin işleyişi için güneş ışığı ve taze hava almak çok önemlidir. Her sabah bu ikisini uygulayın. Eğer uzun bir süre oruç tutacaksanız bedeninizin düzenli bir şekilde boşaltım yapmasını sağlamanız gerekir. Her ne sebeple oruç yapıyor olursanız olun, bu kıymetli zaman müddetince sürekli olarak Yaradan’ı ve sizin O’nun yarattığı evrenle olan ilişkinizi düşünün. Gandhi oruç tutmanın yaptığı fiziksel ve ahlaki etkilerin her geçen gün daha fazla anlaşıldığını belirterek orucun faydaları olarak da şunları söylemiştir. Doğru bir şekilde oruç tutmak hastalıkların tedavisinde alınacak ilaçlara göre çok daha fazla yardımcı olacaktır, çünkü aslında ilaçlar bedenimize bizim bildiğimizden ve hatta tahmin ettiğimizden çok daha fazla zarar vermektedirler. Hâlbuki dünyada oruç tuttuğu için zarar görenlerin sayısı çok azdır. Gerçek şudur ki, oruç tutan insanların ortak deneyimi duydukları canlılık hislerinin artmasıdır. Bu da zihnin ve bedenin yaptığı gerçek dinlenmenin oruç tutmak esnasında oluşundan kaynaklanır. İşten uzak bir gün geçirmek bize gerçek bir dinlenme imkânı vermez, çünkü bu sırada yediğimiz ve içtiğimiz şeyler yüzünden aşırı çalışmış ve yorgun olan sindirim sistemimiz hak ettiği dinlenme süresine pek nadiren kavuşur. 216 G- CHİNNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKAYE- I 1- BİLGELİK ATEŞİNİ YAKMAK Bir adam bilgelik gözünün açılması için yanıp tutuşuyordu. Bir mağarada yaşayan bir bilgeye gitti. Mağaraya girerken ufak bir ışık gördü. İleriye doğru yürüdüğü anda ışık söndü. İnsan karanlıktan korkar ve dolayısı ile Tanrı’yı daha çok düşünür. Sadhaka, böylece yüksek sesle dua etmeye başladı. Bunu duyan aziz, gelenin kim olduğunu sordu. Adam da bilgeliğe ulaşabilmek için onun hayır duasını almaya geldiğini söyledi. Mağarada sadece etrafındaki havayı teneffüs ederek yaşayan büyük aziz ziyaretçinin zihnini hemen okuyabilmişti. Ona cevabı söyleyeceğini, ama önce gidip biraz önce sönen lambayı yakmasını söyledi. Ziyaretçi bir kibrit kutusu aldı ama yakmayı başaramadı. Bilgeye kutudaki bütün kibritleri bitirdiğini ama lambayı yakmayı başaramadığını söyledi. Bilge ona “Lambanın içinde yağ var mı, bir bak bakalım!” dedi. Lambanın içine bakan ziyaretçi içinde yağ değil, sadece su olduğunu fark etti. Guru ona suyu boşaltıp, yağ koymasını ve lambayı ondan sonra yakmaya çalışmasını söyledi. Tüm bunları yapmasına rağmen ziyaretçi yine lambayı yakmayı başaramadı. Bilge fitilin su ile ıslanmış olabileceğini, onu önce dışarıda güzelce kurutmasını, sonra lambayı yakmaya çalışmasını söyledi. Ve ziyaretçi en sonunda lambayı yakmayı başardı. Ondan sonra ziyaretçi sormaya geldiği soruyu bilgeye sordu ve cevabını bekledi. Şaşıran bilge uygun cevabın zaten verildiğini söyledi. Ziyaretçi yalvararak kendisini cahil olduğunu, kendisine verilen dersi anlamadığını ve dersi daha açık bir şekilde anlatmasını istedi. Bilge şöyle cevap verdi: “Kalbin içinde benlik fitili vardır. Bu fitil her zaman duyularla ıslanmış durumdadır. Bu yüzden bilgelik lambasını yakamıyorsun. Kalp kabının içindeki arzulara ait tüm suları dök ve içini Tanrı’nın isimlerini zikretmekle doldur. Benlik fitilini al ve onu feragat etmenin parlak ışığında kurut; içindeki su formundaki tüm arzuları sıkıp at ve sonra kalbinin içine bağlılık ve zikir yağını yerleştir. Ancak ondan sonra bilgelik ışığının lambasını yakabilirsin.” 217 2- GÖRÜNMEYEN MUZLAR Bir ailede babanın bir Cumartesi günü Tanrı’ya ibadet etmesi gerekiyordu. Oğlunu çağırarak bir liralık muz alıp gelmesini rica etti. Çocuk çok iyi bir oğlandı; muzları satın aldı, fakat yolda geri dönerken yolun kenarında aç bir vaziyette bekleyen bir anne ve bir çocuk gördü. Kadının oğlu yolda gelmekte olan bizim çocuğun elindeki muzları görünce muzlara doğru koşmaya başladı. Oğlunun koştuğunu gören anne de peşinden koşarak onu yakaladı, fakat her ikisi de açlığın verdiği güçsüzlük ile yere yuvarlandılar. Bizim oğlan anne-oğulun bu vaziyetini görünce muzları eve götürmektense bu aç insanlara vermenin çok daha iyi olacağını düşündü. Muzları ana-oğula verdi ve sonra da onlara biraz su getirdi. Bu insanlar açlığın ve susuzluğun verdiği acıdan kurtularak rahatlamışlardı ve sevinç gözyaşları ile bizim çocuğa şükranlarını sundular. Bizim genç öğrenci eve boş ellerle geri döndüğünde babası ona muzları getirip getirmediğini sordu. Bizimki de getirdiğini söyledi. Babası muzların nerede olduğunu sorunca da oğlan bu getirdiği muzların çok kutsal olduklarını, hiç çürümediklerini ve de gözle görünmez olduklarını söyledi. Sonra da iki aç insanın karnını doyurduğunu ve eve geri getirdiği meyvaların bu eylemin meyvaları olduğunu açıkladı. Bu açıklamayı işiten baba yetiştirdiği bu oğlanın çok değerli bir çocuk olduğunu ve tüm dualarının o gün kabul olduğunu anladı. Oğluna büyük bir sevgi ile sarıldı. 3- EN İYİ ÜÇ ŞEY Bir kral kendisini görmeye gelen herkese üç tane soru sorardı. İlk sorusu, “En iyi insan kimdir? İkincisi En iyi zaman hangi zamandır? Ve üçüncü sorusu da En iyi eylem hangisidir?” Bu üç sorunun cevabını bulmayı çok istiyordu. Bir gün ormana gitti ve tepelerde ve ovalarda dolaşmaya başladı. Bir yerde büyükçe bir çiftlik şeklinde bir ikametgâh gördü ve orada biraz dinlenmek istedi. Kral bahçeye girdiği sırada bir hizmetkâr etraftaki bitkileri suluyordu. Salik kralın çok yorgun olduğunu görünce sulama işini bıraktı ve krala doğru koştu. Ona biraz meyva ve taze soğuk su verdi. O sırada başka bir salik bütün bedeni yaralar içinde birisini çiftliğe getirdi. Salik bunu görür görmez bu sefer diğer adamın yanına koştu ve yaralarını temizledi. Gerekli bitki karışımını ayarlayarak hemen adamın yaralarının üzerine uyguladı. Bir yandan da onu teselli edecek tatlı ve güzel sözler söylüyordu. Kral biraz dinlendikten sonra kendisine şükranlarını sundu ve oradan ayrılmak için izin istedi. Salik kralı kutsadı. Kral gitmek üzereyken aklına o üç soru geldi ve belki salik kendisini bu konuda aydınlatabilir diye ona da bu soruları sormayı düşündü. 218 Soruları sorunca salik bu üç sorunun da cevabının biraz önce kendisi çiftliğe geldikten sonra kendisine verildiğini söyledi. Krala çiftliğe ilk girdiği sırada kendisinin ağaçları sulama görevini yaptığını, ama kralı gördükten sonra da hemen onun yardımına koşarak onunla ilgilendiğini ve meyva ve su getirdiğini hatırlattı. O sırada kral onun misafiri olduğu için geleneklere göre bu şekilde davranmasının doğru olduğunu belirtti. Ancak kendisinin susuzluğunu ve açlığını giderirken bu sefer daha zor durumda bir yaralı çiftliğe gelince krala olan hizmetini durdurduğunu ve yeni gelene hizmet etmeye başladığını söyledi ve şöyle devam etti. “Senden hizmet almaya gelen her kimse, o anda en iyi insan odur. Ona hizmet edebilmek için yapacağın şey o anda yapılabilecek en iyi eylemdir. Hizmet etmek için bir şey yapabileceğin an ise bütün zamanlar içinde en kutsal olanıdır.” 4- KÖTÜ BİR ALIŞKANLIKLA NASIL BAŞA ÇIKARIZ Bir adamın afyon yemek gibi bir alışkanlığı vardı. Bu alışkanlıktan bir türlü kurtulamıyordu. Her zaman komada gibiydi. Bir gün şehre bir bilge kişi geldi. Herkese öğütler veriyor ve içlerini ferahlatıyordu. Bu afyon yiyen adam da onun tavsiyesini almak üzere onun yanına gitti. Bilge ona afyon yiyerek her geçen gün sağlığını kaybettiğini ve artık afyon yemeyi bırakmasını söyledi. Adam da afyonu bırakmasının kendisi için mümkün olmadığını söyledi. Kendisine bir yol göstermesini bekliyordu. Bilge ona her gün ne kadar afyon yediğini sordu. Adam her gün yediği kadar afyonu bir yığın halinde bilgenin önüne koydu. Bunun üzerine bilge bir terazi getirterek terazinin bir kefesine bu afyon yığınını diğer kefesine de aynı ağırlıkta bir tebeşir koydu. Adama her gün bu tebeşir ağırlığında afyonu yemeye devam etmesini söyledi. Ancak elindeki bu tebeşir ile kara tahtaya her gün üç defa “AMİN” diye yazması gerektiğini de söyledi. Afyon yiyen adam çok mutlu olmuştu. Bu şekilde hem afyon yemeye devam edebilecek ve hem de her geçen gün daha az afyon yiyeceği için bir gün artık bu illetten tamamen kurtulabilecekti. 219 5- ANNEYE OLAN BORÇ Bir bölgede büyük bir kasırga olmuş ve çok sayıda insanın evleri yıkılmıştı. Yiyecek bir şey ve barınacak bir yer bulamıyorlardı. Bu insanların arasında çok kötü durumda bir anne ve iki oğlu da vardı. Büyük oğlu bir değerler timsali idi; o ailesinin güvenliğinden ve bakımından kendisini sorumlu hissediyordu; annesini seviyor ve onun sevgisini ve duasını kazanabilmeyi her şeyden üstün tutuyordu. Ancak anne yiyecek bulma sorumluluğunu ona veremezdi. Anne her gün dilenmek için sokaklara çıkıyor ve açlıktan kırılan ülkede kendilerini hayatta tutacak azıcık bir yemek parçası bulmaya çalışıyordu. Kısa zamanda anne zayıflıktan ve yorgunluktan bir adım dahi atamayacak hale geldi. Büyük oğlunun tek başına dilenmeye gitmesi gerekiyordu. Büyük oğlu annesinin ayaklarına kapandı ve dilenmeye kendisinin gitmesi için izin vermesini istedi. Annesinin bitap düşmesini ve sağlığını kaybetmesini istemiyordu. Ancak kendisi dilenmeye başladıktan sonra üç kişi bir avuç yiyecek ile yaşayacaktı? O da kısa zamanda güçsüz kaldı. Daha zayıf bir ses ve daha zayıf adımlarla bir gün bir Zamindar’ın(ağanın) evine gitti ve bir lokma yiyecek istedi. Evin hanımı onu içeriye çağırdı ve önüne bir tabak yiyecek koydu. Fakat çocuk sendeleyerek dikilmeye çalışırken yere düştü. Zamindar koşarak odaya geldi ve kulağını yerde ölmekte olan çocuğun ağzına yaklaştırdı ve onun son sözlerini duydu: “Hayır, ben istemiyorum. Önce anneme verin, bana sıra sonra gelir.” Herhangi bir kimseye her türlü borcunuzu ödeyebilirsiniz, ama annenize olan borcunuzu hiçbir zaman geri ödeyemezsiniz. Tanrı’nın saliği olduğunu iddia edenler buna inanmalı ve annelerine büyük saygı göstermelidirler. 6- KİMSE SENİN ARKANDAN AĞLAMAZ Rivayet edildiğine göre 18 gün süren Kurukshetra savaşı boyunca bilge Vyasa’nın zihni çektiği pişmanlıkla gözyaşları döküyordu ve perişan bir halde idi. Çünkü savaşın her iki tarafı da kendi soy ve sülalesinden geliyordu. Bu yüzden bu kardeşin kardeşi katlettiği katliama daha fazla bakamıyordu. Bir gün yine böyle pişmanlık ve vicdan azabı ile perişan olmuş vaziyette kana bulanmış ovada yürüyordu. Yeni başlayan günde yine yeni bir savaş ve katliam başlamak üzereydi. Acele ile yürürken yolda kendisi gibi acele ile seğirten bir örümcek gördü. 220 “Nedir bu acelen?” diye bilge sordu. Örümcek yolu hızla koşup geçti, yanı başındaki karınca tepesinin üzerine tırmandı ve bulunduğu yükseklikten cevap verdi, “Bilmiyor musun, Arjuna’nın savaş arabası biraz sonra buradan geçecek. Arabanın tekerlekleri altında kalırsam işim biter.” Vyasa onun bu yanıtına gülerek, “Sen ölürsen hiç kimse arkandan ağlamaz!” dedi, “İnan bana sen öldüğünde dünya büyük bir şey kaybetmiş sayılmaz! Sen kaybolursan arkanda hiçbir boşluk bırakmazsın.” Örümcek bu aşağılama dolu cevaptan çok alınmıştı. Öfke ile titriyordu. Feryat ederek bağırdı, “Bu ne demek böyle? Sen ne biçim bir bilgesin? Kendini beğenmişlikten davul gibi şişmişsin. Sen ölürsen bu dünya için büyük bir kayıp olacağını, buna mukabil benim hiç özlenmeyeceğimi düşünüyorsun. Benim de sevdiğim eşim ve çocuklarım var. Benim de bir evim ve yiyeceklerle dolu bir ambarım var. Ben de siz insanlar gibi büyük bir azimle yaşamın ipine sıkı sıkı sarılmışım. Ben de açlık, susuzluk, keder, üzüntü, acı, sevinç, mutluluk, neşe ve çoluk çocuktan ayrı olmanın ıstırabı nedir biliyorum. Bu dünya senin ve diğer insanların içinde olduğu kadar benim de içimde ve benim de yaşamaya hakkım var.” Vyasa başını önüne eğdi ve sessizliğe büründü. Dudaklarında şu sözü mırıldanmaya başladı, “İnsanlar, hayvanlar, böcekler ve solucanlar, bunların hepsi de birdir ve aynıdır. Fakat Mükemmel Olan’ın araştırılması, Güzelliğin, Hakikat’in ve İyiliğin peşinden koşma, Her şeyin temelini oluşturan Birliğin İdrak edilmesi gibi akıl ve bilgelik gerektiren konular insan varlığının eşsiz hazineleridir” dedi ve kendi yoluna gitti. 7- EVRENSEL YANILGININ BATTANİYESİ Bir nehrin kenarında bir grup çocuk inekleri otlatıyorlardı. Muson mevsimiydi ve birdenbire nehirden azgın sular gelmeye başladı. Nehir büyük bir akıntı ile akarken nehir kıyısındaki bir ayı azgın sulara kapılarak akıntının ortasında sürüklenmeye başladı. Kenarda bulunan bir çocuk nehrin ortasında akıntı ile yüzmekte olan büyük cisme bakınca onu uzaktan büyük bir battaniye yığınına benzetti. Arkadaşlarına, “Ben suya atlayıp şu battaniye yığınını kenara getireceğim” diye seslendi ve suya atladı. Yüzerek yanına gittiği şeyin bir battaniye yığını olduğunu zannederek ayıya sarıldı. Suyun üzerinde kalmaya çalışan ayı da bu sefer ona iki kolu ile sarıldı. Çocuk kendisini kurtarmaya çalıştıysa da ayı onu bırakmıyordu. Sıkıca 221 oğlana yapışmıştı. Nehrin kıyısındaki diğer çocuklar ona bağırdılar, “Şu battaniyeleri bırak da hemen kenara gel!” Sudaki çocuk bir yandan ayıdan kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da arkadaşlarına yüksek sesle sesleniyordu, “Ben onu bırakmaya çalışsam da o benim kurtulmama izin vermiyor.” Benzer şekilde bu yaşam denilen ırmakta evrensel yanılgı, ayı rolünü oynamakta ve biz de onu bir battaniye yığını zannetmekteyiz. Bize refah, mutluluk ve konforlu bir yaşam getireceği inancı ile nehre, yani dünyanın içine atlayarak mutluluğu yakalamaya çalışıyoruz. Ancak sonradan yanıldığımızı anlayıp kurtulmaya çalışsak da bunun imkânsız olduğunu fark ediyoruz. Bu yanılsama evrensel yanılgı tarafından oluşturulur, ama İlahi Prensip tektir. Teklik öğretisi çok eski zamanlardan beri formların değişik olmasına rağmen yalnızca tek bir İlahi Prensip olduğunu ve O’nun da Çokluktaki Teklik olduğunu bizlere öğrete gelmiştir. 8- TANRI’NIN BAKIŞ AÇISINI YAKALAMAYA GAYRET EDİN Dört arkadaş pamuk ticareti yapmak için ortak olmuşlardı. Pamuk balyalarını stoklayabilmek için bir ambarları vardı. Ancak pamuk balyaları fareler için çok cezbediciydi. Kemirgen fare sürülerini korkutabilmek ve ambardan uzak tutabilmek için bir kedi bulundurmaya karar verdiler. Ayaklarına şıngırdayan küçük çanlardan takmışlardı. Kediyi de çok sevdikleri için de bu çanlar altından yapılmıştı. Bir seferinde kedi pamuk balya yığınının üzerinden atlarken düştü ve bir ayağı sekmeye başladı. Kediyi çok sevdiklerinden hemen yaralı ayağını bir sargı beziyle sardılar. Ancak ayağındaki sargı bezi kedinin dolaşması esnasında gevşedi ve kedi arkasında uzun bir kuyruk şeklinde taşıdığı sargı bezinin farkında olmadan yanmakta olan ocağın yakınında oturdu. Sargı bezi ateşle temas edip yanmaya başlayınca kedi can havliyle arkasında yanmakta olan ateşten kurtulmak için oradan oraya koşuşturmaya başladı. Koşarken her zaman gittiği ambardan içeri daldı ve bütün ambar çok kısa bir sürede yanıp kül oldu. Dört arkadaş her şeyi dörde bölerek paylaştıkları için kedinin ayaklarını da paylaşmışlardı. Kedinin ayakları her birine aitti ve bu durumda topallayan ayak da içlerinden birisine aitti. Diğer üç ortak aralarından bir tanesini bu sakat ayakla ilişkilendirip kendi zararlarının karşılanmasını dördüncü arkadaşlarından talep ettiler. En sonunda olay mahkemeye intikal etti. Her iki tarafı da dinleyen hâkim şu kararı verdi, “Sakatlanmış olan ayak suçsuzdur, çünkü yaralı bacak arkasında bir alev kuyruğu bırakarak ambarın içine diğer üç sağlam bacak tarafından taşınmıştır. Bu 222 yüzden de sağlam bacaklara sahip ortaklar, sakat bacaklı ortağın zararını karşılamak zorundadırlar.” Olaya ilk baktığımızda en başta doğru olarak düşündüğümüz şey, ikinci kez düşündüğümüzde yanlış çıkabilir. Dünyevi bakış açısından bir adalet varken Tanrı’nın bakış açısı buna bir düzeltme getirir. Tanrı’nın bakış açısının nasıl olabileceğini araştırın. Erdemli insanlarla bir arada olun. Onlar size uygun tavsiyeyi vereceklerdir. İyi insanları arayıp bulmalısınız. 9- KARNA’NIN ÖLÜMÜ ÜZERİNE DHARMARAJA’NIN ACISI Pandava kardeşlerin en büyüğü olan Karna, diğer beş kardeşin en büyüğü olduğunu bilmiyordu. Diğer beş kardeş de onun ağabeyleri olduğunu bilmiyorlardı. Bu bilgisizliğin sonucu olarak Karna, diğer beşine karşı nefret ile dolu idi. Onları yok etmek istiyor, bitmek tükenmek bilmeyen bir güçle onlara karşı savaşa hazırlanıyordu. Daha küçük olan diğer beş kardeş de onu mahvetmek için planlar yapıyor ve ona karşı en büyük düşmanlarıymış gibi davranıyorlardı. Savaş esnasında Dharmaraja, Karna’nın ölümüne sebebiyet verdi. Sonra beş kardeşin en büyüğü olan Dharmaraja, Karna’nın kendilerinin ağabeyleri olduğunu öğrendi. Bunu öğrendiği anda büyük bir acıya gark oldu; teselli edilemiyordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Eğer gerçeği daha önce bilse idi, tüm bu acılar engellenebilirdi, öyle değil mi? Benzer şekilde, bütün ibadethanelerde aynı Tanrı’nın var olduğunu, bütün insanların aynı Tanrı tarafından hareket ettirildiklerini, O’nun rahmeti ile motive edildiklerini bilmedikçe, sizler de nefret ve gurur tarafından acı ile kaplanmış oluyorsunuz. Bir kere bunu bilir ve deneyimlerseniz, herkese karşı sevgi ve saygı ile dolarsınız. İnsan içinde en temel öz olan kardeşlik duygularını hissettiği zaman savaşın barbarlığına artık bir son verilecektir. 223 10- TANRI’NIN İSMİ İLE MİSKET OYNAMAK Bir çocuk yolda parlak ve yuvarlak kıymetli bir taş buldu ve onu arkadaşları ile misket oynarken kullanmaya başladı. Kıymetli taş ticareti yapan bir tüccar da caddeden geçerken şans eseri bu taşı gördü. Çocuğa yaklaştı, onu kenara çekti ve o taş karşılığında kendisine 50 Lira önerdi. Çocuk 50 Liranın değerini bilmiş olsaydı taşın da değerini bilecekti! Çocuk annesine gitti ve bir yabancının oynadığı mermer taş için kendisine 50 Lira önerdiğini söyledi. Annesi bu kadar değerli bir şey olduğuna şaşarak: “Bundan sonra dışarıya sokağa çıkma, arkadaşınla evin bahçesinde oyna!” dedi. Değer açığa çıkınca hemen sınırlar çekilir. Tüccar o gece uyuyamadı; taşı bu basit insanların elinden ucuza almayı ve bir milyonere satarak büyük bir kâr elde etmeyi planlamaktaydı. Çocuğun evini öğrendi ve caddede ileri geri yürüyerek çocuğu görme umudu ile bekledi. Çocuğun bahçede taşla sanki adi bir şeymiş gibi oynadığını görünce çok üzüldü. Çocuk onu yerlere fırlatıp oynamaktaydı. O sırada annesi evden dışarı çıktı ve taş onun ayaklarına çarparak bir çalılığın dibine düştü. Adam çocuğa yaklaştı ve ona taş karşılığında 100 Lira vereceğini, sonra da 500 Lira vereceğini söyledi. Çocuk gözü yaşlı bir şekilde eve koştu ve annesine yabancının kendisini rahat bırakmadığını söyledi. Annesi de bahçeye çıktı ve tüccara gitmesini söyledi. Tüccar fırsatı kaçırmıştı; anneye giderek son olarak bu taş için 1.000 Lira vereceğini söyledi. Bu fiyatı duyan anne oğlunun dışarıda oynamasını yasakladı; sadece evin içinde oynayabileceğini söyledi. Ama tüccar bu kadar kurtulması kolay biri değildi. Daha ertesi gün tüccar elinde 10.000 Lira ile geldi. Anne teklifi yine reddetti, ama taşı şimdi demir bir kasada kilitli tutmaya başladı. Daha ertesi gün tüccar elinde 50.000 Lira ile gelince de bankaya gitti ve taşı bir emanet kasasına koydu. Benzer şekilde siz de değerini hiç bilmeden Tanrı’nın ismi ile misket oynuyorsunuz. Bir kere onun değerini anladığınız zaman onu en kıymetli hazineniz gibi kalbinizin derinliklerinde saklayacaksınız. Şunu bilin ki, o İsim; güven, cesaret, aydınlanma ve özgürlük arayışınızda sizi başarıya ulaştıracak olan anahtardır. 224 11- DÜNYADA EN HAYRET VERİCİ ŞEY Bilge Narada’ya şöyle sordular, ”Dünyada gözlediğin en hayret verici şey nedir?” Narada şöyle cevap verdi, ”Gördüğüm en hayret verici şey ölümlülerin ölenin ardından ağlamalarıdır. Kendileri ölüme yaklaşan kimseler, ölenler için ağlıyorlar, sanki ağlamalarının ölüyü canlandırabilmek veya kendi ölümlerini geciktirmek için bir etkisi varmış gibi.” Bir tane daha söylemesini istenince de, Narada şöyle cevap verdi, “Herkes günah işlemekten korkuyor, ama buna rağmen günah işlemeye devam ediyor. Herkes değerli ve övülmeye layık eylemler yapmak ve sevap kazanmak arzusunda, fakat hiç kimse böyle bir eylem için parmağını kıpırdatmıyor.” 12- DÜNYEVİ ZEVKLER BİR YILANIN ISIRMASINA BENZER 20 yıl önce birisi bana geldi ve gireceği bir imtihanı başarabilmek için benden yardım istedi. Ben de ona, gerekli çabanın olması gerektiğini ve ondan sonra da Tanrı’nın arzusunun sonucu belirleyeceğini söyledim. Onu kutsadım ve yolladım. İmtihanı geçerek okulunu bitirdi ve yine bana gelip bu sefer bir iş istedi. Bir ay içinde iyi bir iş buldu. Birkaç ay sonra tekrar bana gelerek mutlu olduğunu ve şimdi de iş yerinde çalışan sekreter kızla evlenmek istediğini söyledi. Ben de eğer annesi ve babası onaylarsa olabileceğini, ama kızı beğenmeyebileceklerini söyledim. Ama o beni pek dinlemedi. Anne ve babasının isteklerine karşı bile olsa o kızla evlenmek için kararlı olduğunu ve hatta eğer bu evlilik olmazsa kendini öldüreceğini bile söyledi. Böyle bir birlikteliğe başlamadan önce ailesini ikna etmesi gerektiğini söyledim. O, ailesine epey baskı yaptı ve en sonunda başka çıkar yol bulamadılar ve evliliğe razı oldular. Evlilik gerçekleşti ve bir yıl sonra ikisi beraber bana gelerek bir oğlan çocuk istediklerini söylediler. Oğlunun doğumundan sonra masrafları arttı ve karısı işten ayrılmak zorunda kaldı. Oğlan bana gelip, bir terfi istediğini söyledi. Şansı yaver gitti ve gerçekten de terfi etti. Aslında, dünyevi işlerde çok saf ve aptal olmasına rağmen, bana karşı çok büyük inancı vardı. Ben ona kutsamalarımı verdim ve o da işinde terfi etti. Bu sefer, bir beş yıl hiç gözükmedi. Çok mutlu idi ve bu beş yılda dört çocukları oldu. Beş yıl sonra ise yine 225 bana geldi ve ailesinin artık sabrını taşırdığını ve bu ailenin yükünü artık taşıyamayacağını söyledi. Tüm bu karışıklıktan ve acıdan kurtulup rahatlamak istiyordu. Ailesinin şimdi kendisini büyük bir yılan gibi sarılıp tuttuğunu ve bundan kurtulmak için yanıma gelmek istediğini söyledi. Kendisine ne iş verilerse yapacaktı. Ben de ona, yılanın kendi kendine mi gelip kendisini yakaladığını, yoksa onun isteyerek mi kendisini yılana yakalattığını sordum. 13- HERŞEYİ O’NUN İRADESİNE BIRAKMAK Eskiden Bağdat’ta yaşayan zengin bir tüccar vardı. Erdemli bir hayat sürdürüyordu ve Tanrı korkusu vardı. Çok sevdiği bir kızı vardı, kız da erdemliliğin somutlaşmışıydı. Babası kızını ancak Tanrı’ya inanan bir genç ile evlendirmeye karar vermişti. Evleneceği adamın başka bir özelliği olması gerekmiyordu. Kervansaraylarda, camilerde ve kutsal insanların gittikleri yerlerde kızı için iyi bir damat aradı. Bir Cuma günü camide dürüst bir genç adam fark etti. Dizlerinin üzerinde Allah’a dua ediyor ve herkes gittiği halde büyük bir içtenlikle Tanrı’ya yakararak ibadetine devam ediyordu. O gencin yanına gitti ve kendisine kızı ile evlenmek isteyip istemediğini sordu. Çocuk şöyle yanıtladı, “Ben fakirin de fakiri bir insanım. Başımın üzerinde damı akan bir tavan var. Çakıl taşları ile dolu bir yerde de oturuyorum. Kim böyle bir dilenci ile evlenir? Ben ancak benim ibadetime karışmayacak ve benimle yoksulluğu paylaşacak birisi ile evlenebilirim.” Zengin tüccar bu fakir gencin en uygun damat olduğunu düşündü ve evlilik kısa zamanda gerçekleştirildi. Kız fakir’in evine yerleşti ve yerleri temizlemekle işe başladı. Kocası da kendisi gibi dindar bir insan olduğu için çok memnundu; kendisi de kocası gibi Allah yolunda yürüyen bir hacı, manevi ibadetlerin uygulayıcısıydı. Yerleri süpürürken bir köşede içinde bir parça ekmek olan bir tabak buldu. Kocasına bu ekmeği orada neden tuttuğunu sordu. Kocası şöyle cevap verdi, “Ben o ekmeği yarın giderken yanımda götüreceğim. İşlerimi hallederken belki yiyecek bir şey bulamayabilirim.” Bunun üzerine karısı şöyle dedi, “Ben senden utanıyorum. Senin demek ki Allah’a hiç inancın yokmuş. Bize bu açlığı veren Allah, aynı zamanda o açılığı giderecek ekmeği de vermeyecek midir? Ben böyle karakterli bir insanla beraber yaşayamam. Senin Allah’a ve O’nun bizlere olan merhametine karşı inancın yok.” Bunları diyerek fakir’in evini terk etti. 226 14EN SON ÖĞRETMEN SIĞINILACAK LİMAN – YOL GÖSTERİCİ Manevi yolda ilerlemek isteyen bir aday balta girmemiş bir ormana gitmişti. Her yeri sarıp sarmalayarak istila eden bitkilerden ötürü bu sık ormanda bin bir zahmetle ve çok yavaş bir biçimde ilerleyebiliyordu. Birden yakınlardan gelen bir aslan kükremesi duydu ve hemen bu canavardan kurtulabilmek için en yakındaki ağaca tırmanmaya başladı. Aslan onun dalların arasında olduğunu fark etti ve kalın banyan ağacının gövdesinin çevresinde kükreyerek dolaşmaya ve adamın aşağıya inmesini beklemeye başladı. Biraz sonra banyan ağacının dallarında oturan adama ağacın daha üst dallarında bulunan bir ayı saldırdı. Adam can havliyle ağacın bir dalından aşağıya doğru sarkan köklere tutunarak aşağıya doğru kaydı. Şansına daldan aşağıya doğru sarkan iki tane kök vardı ve adam da her iki eli ile havada asılı olan birer köke tutunabildi. Ancak biraz sonra bir baktı ki bir tane beyaz renkte ve bir tane de siyah renkte iki iri fare kendisinin tutunduğu köklerin diplerini kemiriyorlar. Her ısırıklarında adamın yaşamı biraz daha tehlikeye giriyordu. Adam bu çaresiz vaziyette iken ağacın üst dallarında arıların yaptıkları içi tatlı nektar dolu arı kovanından sızan birkaç damla aşağıya doğru damlamaya başladı. Talihsiz adam bir damla olsun o nefis baldan tadabilmek amacı ile dilini dışarıya doğru çıkartarak aşağıya doğru düşen damlalara uzanmaya çalıştı. Fakat dilinin üzerine ancak bir kaç damla düşürebildi. Artık umutsuzluktan ve korkudan efendisine seslendi, “Sevgili efendim, gel de beni kurtar!” Tam o sırada oradan geçmekte olan bilge bu yakarışı duydu ve onu kurtarabilmek için oraya doğru koştu. Yanında yay ve ok getirmişti, aslanı ve ayıyı öldürdü, fareleri korkutup kaçırdı ve öğrencisini ölümün korkunç ellerinden kurtardı. Sonra, adamı kendi ikametgâhına götürerek ona kurtuluşa giden yolu öğretti. Yukarıdaki bu hikâye aslında her birimizin durumunu anlatan hikâyedir. Bu dünya içinde aylak aylak gezindiğimiz ormandır. Aslan, yani korku yüzünden yaşam ağacının tepesine doğru yani dünyevi aktivitelere doğru tırmanırız. Bu arada ayı, yani endişe, bizim yaşamdaki adımlarımızı izleyerek bizi korkutur ve bu endişe yüzünden bağlılıkların ve bizi kıskıvrak yakalayan eylemlerin içine düşeriz. Tek yapabileceğimiz umut ve umutsuzluğun ikiz köklerine tutunmaktır. O sırada iki fare, yani gece ve gündüz yaşamımızı yiyip bitirirler. Bu arada birkaç tatlı damlası bencillik yakalayarak küçük mutluluklar peşinde koşarız. En sonunda o damlaların da uzanamayacak kadar 227 uzakta ve bir o kadar da değersiz olduklarını keşfedince, her şeyden feragat etmenin getirdiği o şiddetli ıstırabın etkisi ile bizi kurtaracak öğretmene bizi kurtarması için sesleniriz. Ya içerden veya dışarıdan öğretmen sahneye gelir ve bizi korku ve endişeden kurtarır. 15- BENCİLLİKTEN UZAK OLMA Narada kendisini beğeniyor ve Tanrı’ya bağlılıkta hiçbir saliğin kendisinden daha üstün olamayacağını belirtiyordu. Hâlbuki mürid olabilmenin, yani bencillikten kurtulabilmenin ilk şartı böbürlenmemek ve kendini diğer saliklerden daha üstün görmemek idi. Bir bilge Narada’ya küçük bir arazisi olan ve onu ekip biçerek hayatını kazanan bir çiftçiden söz ederek onun kendisinden daha büyük bir salik olduğunu söyledi. Narada’ya o çiftçiyi ziyaret etmesini tavsiye etti ve Tanrı’ya bağlılık hakkında ondan ders alması gerektiğini söyledi. Narada kendisini aşağılanmış hissediyordu Büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü içinde çiftçinin yaşadığı köye doğru yola çıktı. Çiftçiyi tarlada her zamanki işlere kendini kaptırmış çalışırken ve davarları güderken buldu. Sürekli çiftçiyi takip ettiği halde onu bir gün içinde Tanrı’nın ismini anarken sadece 3 defa gözlemleyebildi. İlki uyanıp yataktan ilk kalktığı zaman, ikincisi öğlen yemeğini yemeden önce ve üçüncü de gece yatağa yatıp uyumadan önce. Narada, kendisinin bu zavallı çiftçiye göre daha aşağıda nitelendirilmesine çok kızmıştı. Kendisi her an Tanrı’ya ait ilahiler söylüyor, sabah duaları yapıyor ve manevi ibadetlerini hiç ihmal etmiyordu. Tanrı’nın mesajını insanlara yayıyordu. Ve işte orada eli nasır tutmuş bir toprak çocuğu Tanrı’nın adını günde üç kez anarak kendisinden daha üstün bir salik oluyordu. Acele ile bilgenin evine doğru seğirtti. Yüzü öfkeden ve bu rezaletten dolayı kıpkırmızı olmuştu. Fakat bilge ona baktığında onun bu zavallı haline çok güldü. Narada’ya ağzına kadar su ile dolu bir kap su verdi ve kabı başının üstüne koyarak birkaç tur atmasını söyledi. Ancak suyun tek bir damlası bile yere dökülmeyecekti. Narada kendisine söyleneni yaptı. Bilge ona bu işi yaparken Tanrı’nın ismini kaç defa zikrettiğini sordu. Narada kabı sallamamak ve suyu yere dökmemek için çok dikkatli olması gerektiğini ve bu arada Tanrı’nın ismini anmayı tamamen unuttuğunu itiraf etti. 228 Bunun üzerine bilge ona çiftçinin başının üzerinde sudan çok daha değerli şeyleri taşımak zorunda olmasına rağmen Tanrı’yı günde üç defa anabildiği için takdir edilmesi gerektiğini söyledi. Bu yüzden Tanrı’yı günde üç kez ve hatta sadece iki kez bile hatırlasanız bu sizin için büyük bir kazanç olacaktır. Bu size büyük bir huzur verecektir. Dünyevi işlerinizi yapmaktan vazgeçmeyin, fakat o işleri dudaklarınızda Tanrı’nın ismi ile yapın ve bu sayede Tanrı’nın Rahmetini üzerinize davet edin. 16- ELİMİZİ KOLUMUZU BAĞLAYAN ARZULARDIR Maymunları yakalamak isteyen avcılar ağzı dar bir çömlek hazırlarlar ve içine şekerleri doldururlar. Sevdiği yiyeceği almak isteyen maymun elini çömleğin içine sokar, avucunun içini şekerlerle doldurur. Ancak eli şekerle dolu olduğu için elini çömleğin dar ağzından geri çekemen maymun orada yakalanır. Halbuki yumruk yaptığı elini gevşetmesi ve elini ileriye doğru iterek aldığı şekerleri bırakması durumunda elini dışarı çekebilecek ve özgür olabilecektir. Ellerini sımsıkı bağlayan şey kendi arzusudur. Arzusunu doyurabilmek için avucunun içine doldurduğu yiyecekler yüzünden orada yakalanmıştır. Bu dünya da hikâyedeki çömleğe benzer. Çömleğin dar ağzı bizim ailelerimizdir. Arzularımız çömleğin içindeki şekerlerdir. İçinde şeker şeklinde arzuları bulunduran çömleğin içine insan elini sokar. Arzularını bırakabilse dünyada özgürce yaşayabilecektir. Kurtuluşa ulaşabilmek için yapılması gereken ilk şey fedakârlıktır. Felsefi terimle ifade edecek olursak buna feragat, her şeyden elini eteğini çekme, vazgeçme denir. Biz dünyanın bizi kendisine bağladığını zannederiz, ancak gerçekte bizi bağlayan şey arzularımızdır. 229 17- DÜŞÜNCELERİNİZ PİŞİRDİĞİNİZ YEMEĞE TESİR EDER Zihni saflaştırmak ve aklın hakikati en güzel bir şekilde yansıtmasını sağlamak için dikkat edilmesi gereken ilk şey yediğimiz gıdalardır. Gerçekten de bu durum herkes için çok ciddi ve şakaya gelmeyen bir konudur. Şehirde büyük bir bilgin olan çok dindar bir adam yaşıyordu. Aynı kendisi gibi çok dindar bir karısı vardı. Bu adam ibadetlerini hiç aksatmaz, sürekli olarak zikir yapar ve derin tefekkürde bulunurdu. Dürüst karakteri ile çevrede çok sayıda insan tarafından tanınıyordu. Bir gün, Nityananda isminde bir rahip kapısını çalarak kendisinden sadaka dilendi. Adam çok mutlu olmuştu. Rahibi ertesi gün yemeğe davet etti. Onu layık olduğu şekilde ağırlayarak onurlandırmak istiyordu. Kapısının üzerine çeşitli süslemeler ve çelenkler astı ve uygun bir misafirperverlik yapabilmek için gerekli olan her şeyi ayarladı. Fakat saat onbirde karısı fiziksel olarak rahatsızlandı ve onur konuğu için hazırlanacak yemeği pişiremeyecek hale geldi. Komşu olan kadın yemeği pişirmek için gönüllü oldu. Kadın getirildi ve mutfağa girdi. Her şey çok iyi gitti ve herkes çok mutlu olmuştu. Yalnızca bilgenin içinde yemek esnasında ev sahibinin tabağın kenarına koyduğu gümüş bardağı çalabilmek için büyük bir arzu oluşmuştu. Çok gayret etmesine rağmen, kötü düşünce galip geldi ve rahip gümüş bardağı cübbesinin kıvrımlarının içinde saklayarak evinin yolunu tuttu. O gece hiç uyuyamadı. Vicdanı onu rahatsız ediyordu. Hocalarının adlarını lekelediğini ve onları utandırdığını düşündü. Daha fazla yatakta kalamadı. Hemen yola çıkarak kendisini ağırlamış olan adamın evine koştu ve ayaklarına kapandı. Yanaklarından aşağıya süzülen gözyaşları ile aldığı bardağı geri vererek yaşadığı büyük pişmanlığı dile getirdi. Herkes böyle bir ermişin nasıl olup da böyle alçakça bir eylemde bulanabildiğine şaşırdı. Sonra birisi yediği yemekten etkilenmiş olabileceğini söyledi. Yemeği pişiren komşu kadının geçmişi araştırıldığında uslanmaz bir hırsız olduğu ortaya çıktı. Kadının hırsızlık yapma eğilimi seyyalen pişirdiği yemeğe geçmişti. İşte bu yüzden manevi yol yolcularına belirli bir seviyeye ulaşmadan önce yalnızca taze sebze ve meyva yemeleri ve kendi yemeklerini kendileri pişirmeleri tavsiye edilmişti. 230 18- BATIL İNANÇLAR VE TAKLİTÇİLİK Eski zamanlarda köy evlerinin hemen hepsinin kilerlerinde çeltik çuvalları olurdu. Bu yüzden de doğal olarak her evin içinde de iri fareler olurdu. Bu evlerden birinde her dolunay gecesinde özel bir ibadet yapılırdı. Bu ibadet için bir gece öncesinden çok miktarda süt ve yağ tedarik etmek gerekirdi. Fareler yüzünden evde beslenen kedi ise çoğunlukla fare yakalamaktansa ortada duran sütü ve yağı tercih ediyordu. Bu yüzden de süt ve yağ kedinin ulaşamayağı emniyetli dolaplar içerinde tutulurdu. Fakat o kutsal günde yapılacak seremoniler sırasında süt ve yağ üzeri açık kaplarda evin ibadet köşesine konulurdu. İşte bu durum yağmacı kedi için iyi bir fırsat doğuruyordu; bu yüzden de ev sahibi kediyi ensesinden yakalayarak ağır bir sepetin altına koyuyor, üzerine de ağır bir taş yerleştiriyordu. Bu şekilde kedi etrafta dolaşarak adak olarak adanan kutsal yiyeceği kirletemiyordu. Her dolunay günü bu sürekli olarak yapıla geldi. Evde yaşayan çocuklar ve torunlar bu olayı gözlemleyerek şu sonuca vardılar. İster ibadet yapılsın, isterse yapılmasın her dolunay günü zamanı kedi, üzerine ağır bir sepet konularak hapsedilir. Hatta evde kedi yoksa bile dolunay zamanı geldiğinde sokağa çıkılarak uygun bir kedi aranır ve bulup eve getirilir. Böylece kedinin üzerine sepet koyma ritüeli de aksatmadan yerine getirilmiş oluyordu. Zaman içinde ibadetin ilk manası ve uygulama şekli değişti ve sonraki nesiller atalarının yaptığı gibi kediyi hapsetmezler ise başlarına kötü bir şey geleceğine inandılar. Durum artık katlanılmaz bir saçmalıklar dizisi haline dönüşmüş ve kedinin de evdeki önemi ve statüsü artmıştı. İşte bu yapılan şey hiçbir amacı olmayan bir taklitçilikten başka bir şey değildir. 19- BAĞLILIK İNSANI ACIYA GÖTÜRÜR Yan yana evlerde oturan bir kız ile bir oğlan vardı. Yan yana komşu olarak yaşamalarına rağmen birbirleri hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Bir gün genç kız çok ciddi bir hastalığa yakalandı. O gün ev halkı telaşlı bir şekilde koşuşturuyordu ve endişelenerek doktor çağırdılar. Yan evde oturan genç adam gürültüleri duydu ve o sırada ders çalıştığı için rahatsız oldu. Sesleri duyunca penceresini kapattı, kulaklarına tıkaç tıkadı ve okumaya devam etti. 231 Kaderin cilvesi ile bu iki genç sonradan birbirlerine âşık olup evlendiler. Aynı gün akşamüzeri kızın karnı ağrımaya başlayınca damat çok endişelenmeye başladı. Damadın kıza olan bağlılığı nerede ve ne zaman başlamıştı? O kızla evlendiği için artık onun ufacık bir karın ağrısı bile kendisini üzer hale gelmişti. Ölümcül şekilde hasta iken en ufak bir endişe bile duymamış, penceresini kapatmıştı. Kısaca yakınlarımıza olan düşkünlüğümüz ve onlara karşı aşırı bağlılığımız, hayattaki bütün neşe ve acılarımızın da kaynağıdır. 20- BU DÜNYA BİR KALPAVRİKSHA AĞACIDIR Tanrı kalbimizden konuşma şeklinde dışarı çıkarak tezahür eder, bu yüzden sözlerimizi saf ve temiz bir hale getirmeliyiz. Tanrı, Hakikat formundadır. Böylece, biz ne dersek diyelim Tanrı hemen bir yankı ile cevap verir, “Tamam öyle olsun!” Küçük bir hikâye vardır. Bir yolcu yaz sıcağında uzun süre yürüdükten sonra çok yorulmuştu. Yolun ilerisinde büyük bir ağaç gördü ve altında biraz dinleneyim, diye düşündü. Ağacın gölgesi pek hoşuna gitmişti. “Ne güzel serin bir yer buldum. Ah, bir de soğuk bir bardak su olsa idi” diye düşündü. Hemen önünde bir bardak su beliriverdi. “Şimdi susuzluğum geçti, ama burada yer çok sert, şöyle bir güzel yatak olsaydı, ne mutlu olurdum?” deyince de hemen büyük ve yumuşak bir yatak aşağıya indi. Adam sonra şöyle düşündü. “Evimde bile böyle yumuşak bir yastığım yok, karım da gelip bunu görse idi ne mutlu olurdu?” Hemen karısı da orada beliriverdi. Adam karısını karşısında görünce inanamadı ve “Bu benim karım mı, yoksa bir iblis mi? Şimdi beni yiyecek!” diye düşündü. İblis de hemen onu yedi. Bu ağaç Kalpavriksha ağacı idi ve her isteği yerine getiren bir ağaçtı. Yolcunun ağacın altında ne kadar iyi düşüncesi varsa yerine gelmişti. Ama kötü şey düşündüğü anda da o kötü şey hemen gerçekleşivermişti. Bu dünya da Kalpavriksha ağacıdır ve biz de onun gölgesinde oturuyoruz. Kötü düşünürsek başımıza kötü şeyler gelir ve iyi düşünürsek iyi. Böylece düşüncelerimiz, sözlerimiz ve eylemlerimiz saf ve iyi ise, Kalpavriksha(dünya) bize arzuladığımız iyi şeyleri verir. Kötü veya iyi başımıza ne 232 gelirse, kalbimizden kaynaklanır, dışarıdan değil. Bu yüzden daha işin en başında kalbimizi mümkün olduğu kadar saf bir hale getirmeliyiz. Kalpavriksha= Arzuları yerine getiren ağaç, cennetteki ağaç 21BAŞKALARININ SİZE GÖSTERDİĞİ SAYGISIZLIK ÖNEMLİ DEĞİLDİR SAYGI VEYA Başkalarının size gösterdiği saygının veya saygısızlığın hiçbir önemi yoktur. Bunlar yalnızca sözlerdir. Bu sözlerle ne demek istendiğini anlatan küçük bir hikâye vardır. Bir köyde iki adam vardı. Biri yolculuğa daima bir atla çıkardı, diğeri ise her zaman elinde yastığı ile yayan yürüyerek yolculuk yapardı. Bir gün her ikisi de aynı yere gitmek üzere birlikte yola çıktılar. Yayan giden adam yolu bildiği için önden gidiyor ve yolu gösteriyordu. Atlı olan da arkadan onu takip ediyordu. Yolda küçük bir köyden geçerlerken köylüler öndeki adamın arkadaki efendinin kâğıtlarını taşıyan bir uşak olduğunu zannettiler. Atlı adamın da bir subay olduğunu düşündüler, çünkü o eski zamanlarda subaylar atla yolculuk ederlerdi. Bu iki adam en sonunda gidecekleri yere vardılar. Elinde yastığı olan adam hemen hana girdi, rahat bir şekilde bir köşeye kıvrıldı ve başını yastığına koyup rahatça uyumaya başladı. Diğeri ise o sırada hâlâ atını bağlamak için bir yer arıyordu. Bu köydekiler ise yastıklı adamı subay, diğerini de onun uşağı zannettiler. İşte bu durum bu dünyada saygı ve saygısızlığın nasıl oluştuğunu gösteriyor. Bir köyde subay zannedilerek saygı duyulan kişi, diğer köyde uşak zannediliyor. İlk köyde uşak olduğu zannedilen kişi ise diğer köyde subay olarak saygı görüyor. Zannedilen ve sanılan şey olaya dışarıdan bakan kişinin bakışına bağlıdır ve insanların zihinlerinde hayal etikleri şeydir. Bu örnekte ne saygı ve ne de saygısızlık o kişilere gerçek kişisel bir değer olarak duyulmamıştır. 233 22- SEN DAHA FAKİRSİN Bir kral ordusu ile beraber komşu krallığı ele geçirmek için yola çıkmıştı. Karlı dağları aşarlarken, karlı bir geçitte çıplak bir kayanın üzerinde oturan dilenci kılıklı bir adam gördüler. Adamın üzerinde hiçbir elbise yoktu ve soğuk rüzgârlardan korumak için başını dizlerinin arasına almıştı. Kral adama acıdı ve kendi üzerindeki şalını ve paltosunu çıkartarak bu zahit kişiye, yani duyularının ve zihninin efendisi olmuş kişiye vermek istedi. Fakat zahit nazikçe reddetti ve “Tanrı bana sıcağa ve soğuğa dayanabilmem için bana elbise verdi” diye cevap verdi. “O, bana her istediğimi verir. Lütfen o paltoyu ihtiyacı olan birisine verin!” Kral bu sözlere şaşırmıştı ve o bahsettiği elbisenin nerede olduğunu sordu. Zahit şöyle cevap verdi, “Onu benim için Tanrı dokudu, ben o elbiseyi doğduğumdan beri giyiyorum ve ölene kadar da giyeceğim. İşte burada, benim tenim! Bu paltoyu ve şalı bir dilenciye, bir fakire verin!” Kral gülümsedi ve sordu, “Böyle senden daha fakir birini ben nerede bulabilirim ki?” Zahit bunun üzerine krala nereden gelip nereye gittiğini sordu. Kral, “Komşu düşman krallığı zapt edip kendi topraklarıma katmaya gidiyorum” diye cevap verdi. Şimdi gülümseme sırası zahide gelmişti. Şöyle dedi, “Eğer sahip olduğun krallık sana yetmiyor ve birkaç kilometre kare daha toprak elde edebilmek için kendinin ve binlerce insanın hayatını tehlikeye atıyorsan, kesinlikle sen benden daha fakirsin. O paltoya senin benden daha fazla ihtiyacın var.” Bunun üzerine kral çok utandı, ün ve zenginliğin boş ve saçma bir şey olduğunu kavradı ve kendi sarayına geri döndü. Kendi içindeki doğuştan gelen yoksulluğu görmesini sağladığı için zahide teşekkür etti. Anlıyordu ki azla yetinmek en büyük servettir. 23YENİLEN OLUŞTURUR GIDA İNSANIN KARAKTERİNİN TEMELİNİ Yemeği pişiren ve yemeği getirerek sunan kişilerden yemeğe geçen seyyal etkiler vardır ve o yemeği yiyen kişi tarafından emilerek absorbe edilir. Yenilen yemek insanın karakterinin temelini teşkil eder. Zihnin içinde bulunduğu durum bedenin içinde bulunduğu durum ile bire bir ilişkilidir. 234 Takriben 80-90 yıl önce Badrinath şehrinde o zamanlar Hamsaraj isminde büyük bir bilge vardı. Kendisi kadar azimli ve inançlı bağlı bir öğrencisi vardı. Bu genç adam birkaç gün boyunca geceleri aynı rüyayı görüyor ve bu onu çok rahatsız ediyordu. Genç adamın huzuru kalmamıştı. Rüyasında 16 yaşlarında güzel bir genç kızı büyük bir acı ve çaresizlik içinde dokunaklı bir şekilde ağlarken görüyordu. Kız, “Beni kurtaracak hiç kimse yok mu?” diye sesleniyordu. Öğrenci sürekli bu tuhaf rüyayı görmekten ötürü şaşkınlık içindeydi. Zihninden rüyadaki kızın o mahzun halini ve o çaresiz haykırışlarını çıkaramıyordu. İçinde bulunduğu üzüntülü durumu öğretmenine anlatmaya karar verdi. Hamsaraj ayırt etme gücü ile durumu irdeledi ve bu korkunç olayın perde arkasını aydınlatmayı başardı. Genç adamı soru yağmuruna tuttu, “O rüyayı gördüğün ilk gün neler yapmıştın? Nerelere gitmiştin? Neler yedin?” v.s. Sonunda şu gerçek ortaya çıktı. Genç adam bir arkadaşı ile birlikte bir ziyafete katılmış ve orada biraz yemek ve ince sac ekmeği yemişti. Ziyafeti hazırlayan zavallı bir köylü hanım idi. Hamsaraj öğrencisini gönderip bu hanımın Badrinath’ın münzevileri için verdiği bu ziyafeti hazırlarken ne tür malzemeler kullandığını öğrenmesini istedi. Genç adam o rüyanın kendisine geldiği ilk güne lanet okudu, çünkü şimdi de efendisi tarafından gayet alakasız meseleleri soruşturmak için anlamsız ayak işlerine koşuluyordu. Yapacağı ibadet uygulamalarının bu konu ile ne ilgisi olduğunu anlayamıyordu. Buna rağmen, hocasının dediğini yaparak gitti ve verilmiş olan ziyafetin nasıl hazırlandığını, hangi malzemelerden yararlanıldığını ve gerekli paranın nasıl tedarik edildiği gibi konuları araştırıp öğrendi. Sonunda ortaya çıktı ki hazırlanılan yemeğin malzemelerini altmış yaşlarında faizle para satan bir adamı bağışlamıştı. Bir köylü ise bu faizciye kendi kızını vererek evlendirmişti. Bu evlilik karşılığında da 1.000 TL civarında nakit para almıştı. Şimdi de bu kız kutsal insanlara yalvararak merhamet bekliyordu. Hamsaraj bu şekilde öğrencisine yiyeceği yemeği yemeden önce kaynağını araştırmasını, yapılan adağın sebebini araştırmasını ve yemeği veren kişiden ve onun ihtiraslarından nasıl etkilendiğini bulması gerektiğini uygulamalı bir örnekle öğretmiş oldu. 235 24- HANGİ SU KABI DAHA TEMİZ? Bakışlarınız dışarıya dönük olduğundan sadece başkalarında hata görüyorsunuz, kendinizin sahip olduğu hataları değil. Bunu anlatan küçük bir hikâye vardır. Yaz mevsimi sırasında Nagpur şehri çevresinde su kıtlığı olur. Şimdilerde durum belki biraz iyidir ama en azından eski zamanlarda durum böyleydi. Ortodoks bir hanımefendi, hacı olmak için yola çıkmıştı. Kendisi o kadar Ortodoks idi ki, ne bir şeye veya bir kişiye dokunuyor, ne de bir başkasının kendisine dokunmasına izin veriyordu. Bu düşüncelerle hac yolculuğuna başladı. Nagpur’a ulaştığında hava çok sıcaktı, su musluğunu çevirdi ama su akmamaktaydı. Susuzluğu giderek artıyordu. Hükümet su sıkıntısına karşı o bölgede bir organizasyon yapmıştı ve susuz insanlara hayvan derilerinden yapılmış su kapları ile su dağıtımı yapılmaktaydı. Herkes bu kaplardan su içerlerken, bu bayan çok susamış olduğu halde acaba suyu dağıtan bu adam aşağı bir sınıfa mı aittir, acaba su kabı yeteri kadar temiz midir diye düşünüyor ve dağıtılan sudan içmekte tereddüt ediyordu. Uzun bir beklemeden sonra susuzluğa dayanamayarak öne çıktı ve sordu, “Sir, acaba bu kap temiz midir?” Suyu dağıtan adam çok akıllı idi. Şöyle cevap verdi. “İçinden su dağıtılan bu kap, suyun içine gideceği kaptan daha temizdir.” Günümüzde kapların kirliliği ile uğraşma eğilimi vardır. Bu yanlış değildir, ama bundan daha önemlisi asıl içimizdeki kirliliği uzaklaştırmak için çaba göstermek gerekmektedir. 25TOPLUMDA LİDER KONUMUNDA OLANLAR İÇİN İLAHİ BİR ÖRNEK Günümüzde toplum içinde kendilerini lider olarak tanımlayan kişiler topluma iyi hizmet etmiyorlar, bunun sonucu olarak da dünya gitgide daha karmakarışık bir hale geliyor. Krishna ile ilgili bir hikâye vardır. Krishna bir gün annesi Yasoda’ya gitti ve sığır çobanı arkadaşlarının kendisini çağırdığını ve sığırları gütmek için onlarla birlikte gitmek istediğini söyledi. Annesi O’na tavsiyelerde bulundu. Eğer ormana gidecekse yerlerin dikenlerle dolu olduğunu, çalılara basabileceğini ve hatta belki de yılanlarla karşılaşabileceğini söyledi. O’nun nazik ayaklarının bu zorluklara dayanamayacağını, 236 onun için en iyisi ormana gitmeden önce ayaklarına ayakkabılarını giymesi gerektiğini söyledi. Ayakkabısının da ancak ertesi günü hazır olacağını ve bu yüzden de ormana ertesi günü gitmesini söyledi. Krishna bunun üzerine annesine kendisini hangi isimle çağırdığını sordu. Annesi de O‘na ‘Gopal’ diye hitap ettiğini söyledi. Gopal, sığır çobanlarına verilen addır. Krishna da, bu ünvanı sığırları güttüğü için aldığını ve onların lideri olduğunu söyledi. Sığırların lideri olduğu için kendisini takip ettiklerini ve bu yüzden de kendisinin ancak sığırların yapabilecekleri şeyleri yapabileceğini ve bu şekilde onlara örnek olması gerektiğini ekledi. İneklerin ayaklarında ayakkabı yoktu, bu yüzden kendisinin de ayakkabı giyemeyeceğini söyledi. Krishna kendisini takip edenlerin ancak onun yapabilecekleri şeyleri yapacaklarını söyledi. Bu yüzden de, koruması gereken kişileri ayakkabısız bırakıp kendisinin ayakkabı giyemeyeceğini söyledi. Eğer bir insan lider konumunda ise, insanlar onun yaptıklarını taklit ederler ve onun davrandığı gibi davranırlar. 26- YANLIŞ BİR ADIM Çok dindar ve inançlı bir adam yanlışlıkla bir suç işlemişti. Hâkim kendisine uygun bir ceza vermek istedi. Önüne üç seçenek koydu. 1- Kutsal kitabın yanlış olduğunu söyleyecekti. 2- Bir bardak alkollü likör içecekti. 3- Başka birisinin karısına sarkıntılık yapacaktı. Adam bu üç günah arasında en uygun bulduğu likörü içmeyi seçti. Tanrı’ya hakaret etmek veya bir başka bayana kötülük etmeyi kesinlikle düşünmüyordu. Fakat içkiyi içer içmez, terlemeye ve zehirin verdiği heyecanla sokaklarda nara atmaya başladı. Kutsal Kitabım yalan olduğunu haykırdı, ardından yolda yürüyen bir bayanın arkasından gitti ve ona cinsel tacizde bulundu. Sanki bütün memleketteki en azılı suçlu haline gelmişti. Bir tek kötü eylem diğerlerine de sebebiyet vermişti. 27- KENDİNİ BEĞENMİŞLİK Bir zamanlar bir köyde yaşayan yaşlı kadın vardı. Köyde sahip olduğu küçük bir parça araziyi satarak, arsanın parası ile kendisine dört tane altın bilezik aldı. Her bir 237 koluna ikişer tane taktı. Kadın bu bilezikleri büyük bir zevkle takıyor ve yeni edindiği bu yeni süsleri ile böbürleniyordu. Fakat köyde hiç kimse başını çevirip onun bileziklerine bakmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Köyde kimde ondaki değişikliği fark etmediği için bu bilezikleri daha baştan hiç takmasa bile olurdu. Köylülerin dikkatini yeni bileziklerine çekebilmek için elinden geleni yaptı ve çeşitli yollar denedi, ama sonuç yine başarısızdı. Bir gece hiç uyuyamadı. Bu kadar çok kayıtsızlık canına tak demişti. En sonunda herkesin dikkatini kendisinin yeni bileziklerine çekecek çok parlak bir fikir aklına geldi. Ertesi gün sabah olduğunda kendi evini ateşe verdi. Evi alevler içinde kaldı ve büyük bir kargaşa meydana geldi. Herkes onun evine doğru koşuşturdu. Kendisi de evinin önünde oturuyor ve yanan evi için ağlıyordu. Kollarını yukarıya kaldırarak bileziklerini korku içindeki komşularına göstermeye çalışıyordu. Bilezikleri birbirlerine çarptırarak sesler çıkarıyor ve alevlerin kırmızı ışığında parlamalarını sağlayarak dikkat çekmeye çalışıyordu. “Eyvahlar olsun. Evim yanıyor. Ne kadar şansızım. Tanrım, benim bu kötü bahtımı görmüyor musun?” diye ağlayıp sızlanıyordu. Her bir söz söylediğinde de kollarını birisinin gözüne doğru sokmaya çalışıyor ve bileziklerinin fark edilmesini sağlamaya çalışıyordu. Ne kadar zavallı bir durumdu. Bilezikleri ile gösteriş yapabilmek uğruna kendi evini bile feda etmek. Evi yanıp kül olmuştu, ama kendisi en sonunda bilezikleri fark edildiği için çok mutlu olmuştu. Kendi zekâlarına hayran olan bilginler ve âlimler de aynı bu kadın gibi zavallı durumdadırlar. 28- KARISI ONUN ÖĞRETMENİ İDİ Bir zamanlar bir pirinç değirmeni olan zengin bir adam vardı. Bir gün bir âlimin aç insanları doyurmanın Tanrı’nın en çok takdir ettiği hizmet olduğunu söylediğini işitti. Böylece köyündeki aç insanlara yemek dağıtmaya başladı. Fakat bu amaç için kaliteli bir malzeme kullanma gibi bir düşüncesi yoktu. Onlar için hangi pirinç olursa olsun diye düşünüyordu. Ambarında çürümekte olan pirinci bu iş için kullanmaya karar verdi. Pirincin içindeki kurtlanmış böcekleri bile ayıklamadan pirinci olduğu gibi pişiriyor ve halka öyle dağıtıyordu. Zavallı aç insanlar da bu yemeği yediklerinde birçok hastalıklara kapılıyorlardı. Karısı adamı tatlı dille uyararak ona nasihat etti ve 10 kişiye verilen iyi bir yemeğin, yüzlerce kişiye verilen kötü yemekten daha sevap olduğunu söyledi. Fakat adamın bu öğüdü tutma gibi bir niyeti yoktu. 238 Bu yüzden karısı ona bir ders vermek için bir plan yaptı. Kocasına kurtlanmış ve çürümekte olan malzemeden yapılmış yemekler sunmaya başladı. Adam bu duruma çok kızdı ve karısını azarladı. Bunun üzerine karısı şöyle cevap verdi, “Âlim kişi konuşmasında başka bir şey daha söylemişti. Âlim, bir insan eğer başkalarına bilerek zarar verirse bunun karşılığında acı çekmek zorunda kalacağını söyledi. Sen öbür dünyada çürümüş yiyecek yemek zorunda kalacaksın. Ben sana şimdiden alışasın diye bu yiyecekten veriyorum. Yaptığın bu kötü davranışın karşılığını şimdiden almana yardımcı olacaktır.” Bunun üzerine kocası yaptığı haksızlığın farkına vardı, yanlışlıkları için pişmanlık hissetti ve fakir insanlara hizmet edebilmek için daha iyi yollar denemeye karar verdi. 29- İLK GÜNAH Kadın pazara giderken oğlunu omzunda taşımaya alışmıştı. Pazarda meyva satmak için başının üzerinde meyva sepeti taşıyan bir kadın kendisinin yanından geçerken oğlan sepete uzanarak bir tane muzu fark ettirmeden aldı ve hemen yemeye başladı. Kadın oğlunun muz yediğini fark edince o muzu nereden bulduğunu sordu. Çocuk gerçeği söyleyince de onu bu ‘uyanıklılığından’ ötürü kutladı. Bu olaydan sonra çocuk küçük hırsızlıklar yapmaya, cüzdan çarpmaya başladı. Büyüyüp genç bir adam haline geldiği zaman da evlere girmeye ve hırsızlık yapmaya başladı. Bir gün bir hırsızlık esnasında bir cinayet işledi. Yakalanıp hapse konuldu ve idama mahkûm edildi. Asılmadan önce son arzusu olarak annesini görmeyi arzu etti. Annesi onun yanına getirildiğinde ağlıyor ve çektiği acıdan feryat ediyordu. Oğlunun kötü kaderine lanetler okuyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlan idam sehpasına götürülürken annesine seslendi, “Asıl cezayı sen hak ediyorsun. Senin idam edilmen lazım! Beni bugünkü duruma getiren sensin. Ben iki yaşında iken o muzu çaldığım zaman beni tebrik edeceğine beni azarlasa idin ben bu kötü yola düşmemiş olacaktım.” 30- KİM YAZDI? Bir gün bir İlköğretim Okulu müfettişi okulu teftiş ediyordu. Müfettiş öğretmenden bir öğrenciye Mesnevi’yi kimin yazdığını sormasını istedi. Öğrenci masumca yanıt 239 verdi, “Öğretmenim, ben yazmadım, belki siz yazmış olabilirsiniz.” Bu yanıt üzerine öğretmen kendisini zor bir durumda hissetti ve müfettişe Mesneviyi kendisinin yazmadığını dair yemin etti. Belki şansa müfettişin yazmış olabileceği imasında da bulundu. Bunun üzerine Milli Eğitime bağlı müfettiş öğretmenin bu cahilliğini Okul Müdürüne götürüp anlatmayı düşündü. Okul Müdürü de müfettişe konuyu araştırdıktan sonra cevap verebileceğini ama büyük ihtimalle başka bir adamın bunu yazmış olabileceğini ve artık bu konuyu kapatmanın en iyisi olacağını söyledi. Bu durum ülkemizde öğrenim ve eğitim durumunun hangi seviyede olduğunu çok iyi bir şekilde göstermektedir. Öğrencilerimizin, öğretmenlerimizin, teftiş yapan denetçilerimizin, okul müdürlerimizin ve rektörlerimizin durumu içler acısı bir haldedir. Mesnevi gibi bir destanın yazarını bile hiç kimse bilmemektedir. Bu şartlar altında kendimize eğitilmiş olarak görmenin imkânı yoktur. 31- HANGİ DAVRANIŞLARIMIZ TANRI’YI MEMNUN EDER? Bir dünyevi zevkleri deneyimlemek için bu dünyaya gelmedik. Biz Sonsuz Süruru deneyimlemek için dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Bedenimiz ile iyi davranışlarda bulunmalı ve zihnimize iyi şeyler yapmayı teşvik etmeliyiz. Sadece bu davranışlar Tanrı’yı memnun eder ve bize O’nun rahmetini kazandırır. Küçük bir hikâye vardır. Büyük bir duvar saatinin 3 kolu vardır. Bir tanesi saniye, diğeri dakika ve üçüncüsü de saat koludur. Saniye çok hızlı hareket eder ve bir turu yani, 12 rakamı 60 saniyede geçer, bu zaman zarfında dakika kolu yalnızca bir işaret kadar ilerler. 60 saniye bir dakika, 60 dakika da bir saat yapar. Saniye ve dakika kolu göreceli olarak biraz daha hızlı ilerledikleri için onların hareketlerini gözlemleyebiliriz, ama saat kolunun hareketini zorlukla fark ederiz. Aynı şekilde, birçok iyi hareket yaptıktan sonra, zihnimiz iyi bir konuma ulaşır. Ve eğer zihnimiz birçok iyi düşüncede bulunursa, bireysel ruh/cüzi irade kutsal seviyelere ulaşabilir. Biz bedeni davranışlarımızın bireysel ruha ulaşmasını görebiliriz, ama bireysel ruhun Külli İradeye ulaşmasını gözlemleyemeyiz. Bizim bedenimiz saatteki saniye koluna benzer, zihnimiz ise dakika koluna benzer. Yaşamımız da akrep kolu gibidir. Bu yüzden bedenimiz ile çok sayıda iyi davranışta bulunmalıyız ve zihnimiz ile de çok sayıda iyi şeyler üzerinde tefekkür etmeliyiz. Ancak bundan sonra Gerçek Mizaç veya 240 Tanrı’nın Gerçekliği veya Uluhiyet denilen kutsal seviyeye ulaşabiliriz. Bunlara kaba, ince(süptil) ve kozal mevkiler adı verilir. Kozal seviyeye ulaşmak istiyorsak bu kaba beden ile birçok iyi şey yapmalıyız ve daha ince olan bu süptil zihnimiz ile de birçok iyi şeyler düşünmeliyiz. 32- MEŞRU MÜDAFAA Bir çiftçinin vahşi bir köpeği vardı. Bir gün tam bir ziyaretçinin üzerine atlayıp onu ısırmak üzereyken ziyaretçi adam yerde ucu dikenli bir sopa gördü ve onunla köpeğin kafasına vurdu. Köpek acı içinde inleyerek geri çekildi. Köpeğin sahibi onun ağlamasını duyarak geldi ve köpeğin kafasını kanlar içinde görünce ziyaretçiye çok kızdı. Adamı yakasından yakalayarak hemen mahkemenin önüne götürdü. Hâkim adama köpeğe niye vurduğunu sordu, çünkü çiftçi hâkime köpeğin zararsız bir evcil hayvan olduğunu söylemişti. Ziyaretçi adam köpeğin ağzı açık bir şekilde kendisinin üzerine atladığını söyledi. Çiftçi ise köpeğe neden ucu dikenli sopa ile vurduğunu sordu. Oysa ucu düz bir sopa kullanabilirdi. Ziyaretçi ise bir insan hayatı tehlikede iken canını kurtarmak amacı ile hareket ettiğinde başka bir şeyi seçip almak için ayırt etmeye zamanının olmadığı şeklinde kendisini savundu. O anda eline geçti ise onu aldığını söyledi. Ayrıca şöyle de sordu, “Köpek neden beni mesela kuyruğu ile ısırmaya kalmadı, benim de kendimi onun dişleri kadar keskin bir şey ile savunmaya hakkım vardı?” Hâkim bu noktayı nazarı kabul etti ve ziyaretçi adamı suçsuz buldu. Çiftçi çeşitli taktiklerden yararlanma yoluna gidince, ziyaretçinin de buna karşıt taktikler geliştirmesi şart olmuştu. Dürüst davranış insanı daima sıkıntıdan ve zor durumdan kurtarır. 33- HANGİSİ GERÇEK? Aynı İmparator Janaka’nın başına geldiği gibi bir insan Hakikatı bir şimşek çakması için geçen zamanda kavrayıp aydınlanabilir. Bir akşam Janaka yine etrafında saray eşrafı ile beraber sarayın Kabul Salonunda oturuyordu. Bayan müzisyenlerden oluşan bir grup tatlı melodilerle dolu şarkılar söylüyorlardı. Kral bu müzikten o kadar hoşlanmıştı ki tahtında başı öne düştü ve 241 uykuya daldı. Onu uyandırmaya kimse cesaret edemiyordu; herkes birer birer sessizce salondan dışarıya çıktı, konuşma seslerinin ve yaptıkları hareketlerin onu rahatsız etmesini istemiyorlardı. Kralın yanında yalnızca kraliçe ve bir hizmetçi kalmıştı. Takriben geceyarısı olduğunda kral çığlık atarak uykusundan uyandı. Kraliçe bunun üzerine hemen onun yanına doğru koştu. Kral ona sordu, “Bu gerçek mi?” Kraliçe bu soruya cevap verecek durumda değildi, çünkü bu dediği şeyin ve diğerinin ne olduğunu bilemiyordu. İmparator gördüğü herkese bu soruyu soruyordu. Başka bir şey söylemiyordu. Dudaklarında devamlı olarak bu soru vardı. Janaka’nın delirdiğine dair söylentiler yayıldı. Herkes yasa girmişti. Bu haberi duyan bir bilge hemen saraya geldi ve hemen kral ailesinin yanına çıkartıldı. Janaka’ya bu sorunun cevabını bulacağına dair teminat verdi. Uyurken rüyasında ne gördüğünü ve kendisini böyle çığlıkla uyandıran şeyin ne olduğunu söylemesini istiyordu. Janaka bir rüya görmüştü. Rüyasında kendisine düşman olan krallar güçlerini birleştirmişler ve kendisinin ülkesini işgal etmişlerdi. Başkent düşmanlar tarafından ele geçirilince kral Janaka hayatını kurtarmak için ormana kaçmıştı. Devamlı olarak düşmanlardan kaçmak için saklanıyor ve bu yüzden yiyecek bulamıyordu. Artık hareket bile edecek gücü kalmamıştı. Fakat açlık kendisini oradan oraya sürüklemeye devam ediyordu. Bir kabileye ait bir köyün dış mahallerine gelmişti. Bir adamı yediği yemeğin tabağını yıkamaya giderken gördü. Ona doğru seslendi ve yemeğin artıklarını istedi. Adam ona bir parça yemek uzattı ama tam o sırada uçarak gelen bir karga havada yiyeceği kaparak uzaklaştı. İşte kral bu şiddetli ıstırap yüzünden büyük bir çığlık atmış ve bu da kendisini uykudan uyandırmıştı. Kral bilgeye bunun sebebini sordu, “Bu mu gerçek, yoksa diğeri mi?” Çektiği açlığın acısı da, üzerinde oturduğu şu kral koltuğu da her ikisi de gerçek gibiydi. Krallığı yönetmek olduğu kadar o krallığı kaybetmek de gerçek gibiydi. Bilge ona şöyle açıkladı, “Bu da gerçek değil, ötekisi de. Uykuda gördüğün Swapna, yani rüya hali idi, şimdi gördüğün ise Jagrath, yani uyanıklık hali. Ama her ikisi de Mithya’dır(hem gerçek ve hem de gerçek olmayandır, hayal kuruntusudur, aldanmadır) Fakat işin aslı şudur. Sen rüya gördün, sen uyandın, sen çığlık attın, sen soru sordun; bütün bu süreçlerde var olan yalnızca sendin. Bu yüzden yalnızca Sen hakikatsin ve yalnızca Sen var olmaktasın” 242 Her üç halde de, yani –uyanıklık, uyku ve derin uyku- hallerinde varlığını sürdüren bu “Ben” prensibi tek gerçek olandır. İşte bu “Ben” somutlaşmış olarak gördüğümüz kâinat olarak kendisini göstermektedir. 34- GERİ GELMEYECEK Kraliçenin ölümü üzerine Bharthruhari o kadar pişman olmuştu ki, kraliçenin mezarının başında günlerce ağlayıp inledi. Hiç kimse onu teselli edemiyordu. Onun bu halini gören bir bilge kişi elinde topraktan yapılmış bir çömlek ile onun yanına yaklaştı. Kralın önünden geçerken elinde taşıdığı çömlek parmaklarının arasından kayarak yere düştü ve kırıldı. Bunun üzerine bilge sızlanarak ağlamaya başladı. Bir türlü susmuyordu. Bharthruhari onu teselli ederek ne kadar ağlarsa ağlasın artık çömleğin eski haline getirilemeyeceğini söyledi. Bunları söylerken bir anda kendi yaptığı aptallığın farkına vardı ve ağlamayı kesti; tabii ki bu da zaten bilgenin yapmak istediği şeydi! 35- SÜPER BİR HIRSIZ Karşınızdaki insanı yalan söyleyerek kandırmaya ve aldatmaya kalkarsanız, şunu aklınıza getirin ki günün birinde sizi de yalanları ile kandıran bir başkası olacaktır. Bir zamanlar tüm hırsızlık hilelerini ve taktiklerini bilen profesyonel bir hırsız vardı. Etrafında dolandırmadığı kimse kalmamıştı. Bir gün yine çok sayıda değerli eşyayı çarptıktan sonra bunları bir bohça halinde bağlayarak omzuna atmış tek başına tenha bir sokakta yürüyordu. Biraz sonra yol kenarında küçük bir su göletinin kıyısında oturmuş yüksek sesle ağlayan küçük bir çocuk gördü. Çocuğun yanına giderek sordu, “Neden ağlıyorsun, sana ne oldu böyle?” Çocuk çok zeki bir çocuktu, şöyle cevap verdi, “Ben burada banyo yapmaya ve suda yüzmeye gelmiştim; boynumdaki altın kolye tam şurada suya düştü. Ben dalıp çıkarmaya çalıştım, ama su benim için çok derin, çıkaramadım.” Hırsız bu sözler üzerine hemen altın kolyeyi sudan çıkartıp ona sahip olmayı düşündü, çünkü kendisi ile altın kolye arasında alt tarafı küçücük bir çocuk duruyordu. Bunun üzerine elindeki bohçayı gölün kıyısına bırakarak suya girdi ve çocuğun söylediği yerde kolyeyi aramaya başladı. Bu sırada çocuk hırsızın yere bıraktığı bohçayı eline alarak hızla koşmaya başladı ve ormanda ağaçların arasına girerek gözden kayboldu. 243 Hırsız altın kolyenin bir hayal ürünü olduğunu fark ederek büyük bir hayal kırıklığı içinde sudan çıktığında bu sefer kendisinin soyulduğunu fark etti! Her kim bir diğerini kandırırsa, bir gün kendisinden daha kurnaz bir başkası da gelip kendisini kandıracak ve alt edecektir. 36- İKİ DAKİKALIĞINA DİNLEMİŞ Bir zamanlar ünlü bir soyguncu oğlunu ata mesleğine başlatmak için ona tavsiyelerde bulunuyordu. Oğluna hiçbir zaman Tanrı ile ilgili hikâyeleri dinlememesini öneriyordu. “Hiçbir zaman ne kutsal metinleri, ne de ilahileri dinleme!” diyerek gence yol gösteriyordu. Oğlu yıllar boyunca bu şekilde aşılandı ve bu öğüde titizlikle riayet etti. Yaptığı hırsızlıklar sayesinde hatırı sayılır büyük bir servet kazandı. Bir gece yine her zaman ki gibi elde ettiği ganimeti omzuna atmış polislerle karşılaşmamak için şehrin yan mahallerindeki dar ve tenha sokaklardan birisinden geçerek hızla evine gidiyordu. Sokakta koşarken birden ayağının tabanına bir cam parçası battı; yere oturarak cam parçasını battığı yerden çıkarmaya ve akan kanı durdurmaya çalıştı. O sırada bir evden sesler geliyor, bir bilge kişi kendisini dinleyenlere kutsal metinden alıntılar okuyor ve açıklamalarda bulunuyordu. Bizimki de iki dakika boyunca mecburen konuşulanlara kulak misafiri oldu. Ama ateş kıvılcımı artık pamuk yığının üzerine düşmüştü bir kere. Bu kısa zaman zarfında kutsal metinleri anlatan âlimin Tanrı’nın özelliklerini ve temel niteliklerini anlatmasını dinledi. Tanrı’nın gözleri yoktur, kulakları yoktur, uzuvları yoktur; O formsuzdur. O’nun binlerce formu vardır; yani O formsuzdur. Çocuk bu tarifi çok iyi kavramıştı. Zihninden çıkaramıyordu. Birkaç gün sonra polis onun ve aynı zamanda bir kısmı akrabası olan suç ortaklarının işledikleri soygunları öğrendi. Bu suç çetesinin neler yaptıklarını daha iyi takip edebilmek için onların olduğu bölgeye kılık değiştirerek geldiler. Bir polis memuru Tanrıça kılığına girdi, diğerleri de onun müritleri ve rahipler gibi giyinmişlerdi. Evin içine doğru seslendiler, bağırdılar, çağırdılar, içerideki haydutları lanetlemekle korkutup onları dışarı çıkarak Tanrıça’nın ayaklarına kapanmaya ve saygılarını göstermeye davet ettiler. İçerdekilerin birçoğu dışarıya çıktılar ama bizim o kutsal metinleri iki dakikalığına dinlemiş olan oğlan kendisini kurtaracak kadar çok şey öğrenmişti. O hiç korkmamıştı. 244 Tanrı’nın insan formunda olamayacağını biliyordu. Tanrıça rolündeki polis memuruna meydan okudu, onun makyajını bozdu ve kendilerine kurulan bu tuzağı ortaya çıkartarak arkadaşlarına cesaret aşıladı. Polisler yenilerek bozguna uğradılar ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Sonradan bu çocuk kendi kendisine şöyle düşündü, “Eğer bu iki dakikalık yasak meyva bana bu kadar çok yardımcı oldu ve beni hapise girmekten korudu ise, ben kendimi tamamen Tanrı ile ilgili zaferleri ve hikâyeleri dinlemeye adarsam kimbilir daha başka neler kazanabilirim?” Bu olaydan sonra yürüdüğü o kötü yolu terk etti ve Tanrı’yı arayan bir salik oldu. 37- TANRI NEREDEDİR? Bir zamanlar aşıboyası renginde cüppe giyen bir rahibin yolu Tanrı’ya inanmayan ateistlerle dolu bir köye düştü. Çok sayıda küstah genç yolunu keserek ona meydan okudular ve bu kadar çok dua ettiği Tanrı’yı kendilerine göstermesini istediler. O da bunu yapabileceğini ama bir kap süt istediğini söyledi. Süt kabını getirdiler; o da süte dokunmadan süt kabını önüne koydu ve sürekli olarak süt kabına bakmaya başladı. Uzun süre sessizce oturdu. Herkes merakla seyrediyordu. Bir süre sonra gençler sabırsızlandılar ve söylenmeye başladılar. Rahip onlara dönerek, “Bana bu sütün içinde tereyağı olduğunu söylediler; ancak şunu söylemeliyim ki bu sütün içinde tereyağı yok; ne kadar dikkatle bakarsam bakayım tereyağını göremiyorum” diye cevap verdi. Gençler onun bu saflığına kahkahalarla güldüler ve şöyle dediler, “Ahmak adam! Böyle saçma sapan sonuçlara nereden varıyorsun? Sütün her damlasının içinde tereyağı vardır; o tereyağı o sütü böyle besleyici yapar. Eğer tereyağını ayrı olarak elle tutulur bir şekilde görmek istiyorsan önce sütü kaynatmalı, sonra soğutmalı, ekşi maya ilave etmeli ve süt kesilene kadar birkaç saat beklemelisin, sonra da onu yayıkta çalkalayarak yağını çıkarmalısın ve üstünde yüzen tereyağını bir top şeklinde bir araya getirerek yuvarlamalısın.” “Ah” dedi rahip, “Ben de size Tanrı’yı aynı bu şekilde göstermek istiyordum. Tanrı her şeyin, evrendeki her atomun içindedir. Çeşitli varlıklar O’nun sayesinde var olurlar ve biz onlar hakkında bilgi sahibi oluruz. Onu elle tutulur ayrı bir varlık olarak görebilmek için biraz önce anlatılan işlemlerin benzerini samimi ve ciddi bir şekilde 245 takip etmelisiniz. Ancak bütün bunlardan sonra O’nun güzelliğini, görkemini ve ihtişamını deneyimleyebilirsiniz. 38EN AZINDAN BİR TANE KÖTÜ DAVRANIŞINIZDAN VAZ GEÇİNİZ Bir seferinde kötü kalpli bir adam bir bilgeye giderek bu yaşantısından vazgeçmek ve manevi bir yaşama başlayabilmek istediğini söyledi. Bunun için onun yardımını istiyordu. Bunun üzerine bilge ondan kötü alışkanlıklarından en azından birisinden vazgeçmesini istedi. Adam da yalan söylemekten vazgeçmeyi seçti. O gece, kralın sarayına hırsızlık yapmak için gitti. Saraya girdiğinde terasın üzerinden saraya girmek isteyen başka bir adam daha gördü. Kendisinin söylediğine göre o da bir hırsızdı. Bunun üzerine bizim adam da kendisinin hırsız olduğunu itiraf etti. İkisi beraber anlaşarak kraliyet hazinesine girdiler ve oradan çaldıkları elmasları aralarında eşit olarak bölüştüler. Hâlbuki diğer adam kralın ta kendisi idi ve bir hırsız rolü oynuyordu. Elmasları paylaşırlarken bizim ‘namuslu’ hırsız ülkenin kralına acıdı. Adamcağız tüm servetini kaybediyordu. Arkadaşına danışarak en azından bir tane elması almamaya ve kasanın içinde bırakmaya karar verdiler. Öyle de yaptılar. Ertesi sabah kraliyet kasasının soyulduğu haberi yayıldığında kral bir bakanını kasadan ne kadar para ve elmas çalındığını keşfetmekle görevlendirdi. Kasayı inceleyen bakan hırsızların gözünden kaçan bir tane elmas buldu. Hemen sessizce bu elması cebine attı ve krala kasadaki tüm elmasların çalınmış olduğunu bildirdi. Bir gece önce iki hırsız birbirlerinden ayrılırlarken kral bizim hırsızın adresini almış ve nerede oturduğunu öğrenmişti. Adamı evinden almaları için askerlerini gönderdi. Hırsız kralın karşısına çıktığında ortağı ile beraber bütün kasayı boşalttıklarını, ama geride bir tane elmas bıraktıklarını söyledi. O tek elmas bakanın cebinden çıkınca, kral bakanını söylediği yalan yüzünden kovdu ve işine son verdi. Bizim dürüst hırsız da onun yerine bakan yapıldı. Bundan sonra hırsız diğer kötü davranışlarını ve alışkanlıklarını da terk etti ve uzun süre erdemli bir şekilde idarecilik yaparak büyük ün kazandı ve hocasını onurlandırdı. 246 39- DOĞRU DAVRANIŞ İLE HER ZAMAN KAZANÇLI ÇIKARSINIZ Kauravalar kendi krallıklarından topladıkları orduları ve müttefikleri olan komşu krallıkların orduları ile beraber kuzenleri olan Pandavas kardeşlerin ordusu ile karşı karşıya gelmişlerdi. Süvari alayları, fil birlikleri ve piyade birlikleri düşmanı yok etmek için hazır bekliyorlardı. Komutanlar ve Başkomutanlar savaş için askeri kıyafetlerini giymişler ve bütün silahlarını kuşanmışlardı. Borazanlar çalıyor, trompetler tiz sesleri ile deyim yerinde ise havayı yırtıyorlardı. Havada umut, korku, endişe ve öfke kol geziyordu ve hava çok gergindi. Bir milyon insanın kanı daha kırmızı ve daha sıcak akıyor, kalpler daha hızlı çarpıyor, eller silahları daha öldürücü bir şekilde kavrıyordu. Savaş başlamak üzereydi. Birdenbire Pandavas kardeşlerin en büyüğü olan Dharmaraja ayakkabılarını çıkardı, silahlarını yere koydu, savaş arabasından ayrıldı, düşman tarafına doğru, düşman ordularının başkomutanı Bhishma’ya doğru yürüdü. Dhuryodhana, yani Kaurava kardeşlerin en büyüğü, Pandavas kardeşlerin en amansız düşmanı ve bu savaştan da en çok sorumlu olan Duryodhana, Dharmaraja’yı yaşlı Bhisma’ya doğru yürürken görünce çok sevindi. Dharmaraja doğası gereği kan dökmeye ve savaşa karşı olduğu için, onun teslim olmaya geldiğini düşünmüştü. Dharmaraja’nın diğer dört kardeşi ise şaşkınlıktan donakalmıştı. Bhishma ise Kauravas kardeşlerle birlikte yüzlerce çatışmaya katılmış ve tartışmasız en büyük kahraman idi ve savaşın başlamasını iple çekiyordu. Ama şimdi elde edeceğini düşündüğü zaferin engellendiğini düşünüyordu. Birçok olayda Dharmaraja’nın Kauravasların aleyhine yapılması planlanan intikam eylemlerine mani olduğunu hatırladı ve Dharmaraja’nın son anda özür dileyeceğinden ve bir zavallı gibi yalvararak bu kanlı savaştan geri çekileceğinden korktu. Yenilmez okçu Arjuna da abisinin geri adım atacak olmasını dehşet içinde ve öfke ile seyrediyordu. İkizler Nakula ve Sahadeva ise çaresizliklerinden ses çıkaramıyorlardı. Pandavas ordusunun en ön sırasında bulunan Arjuna’nın savaş arabasının sürücü koltuğunda oturan Krishna uzaktan bakarak durumu sezdi ve diğer dört kardeşe en büyük ağabeylerini takip etmelerini ve onun yaptığını yapmalarını işaret etti. Şöyle dedi, “Uzun yıllar boyunca ona saygı gösterdiniz ve onu takip ettiniz. Şimdi de öyle yapın! Tereddüt etmeyin ve şüphe duymayın!” 247 Dharmaraja, Dharma’nın yani Doğru Davranışın somutlaşmışı idi. O hangisinin Doğru Davranış olduğunu bilirdi ve sonuçları ne olursa olsun Doğru Davranışı uygulardı. O Doğru Davranışın Doğru Davranışı takip edenlere yol gösterdiğini biliyordu. Dharmaraja hiçbir zaman bir ikiyüzlülük veya erdemliliğe uygun olmayan bir davranış içine girmedi. Asla yanlış bir adım atmadı. Doğru Bhishma’ya doğru gitti ve ayaklarına kapandı. Onun önünde ellerini açarak ve başını eğerek oturdu ve şöyle dua etti. “Ey saygıdeğer büyükbabam! Bizim baba sevgisini yaşayacak bir şansımız olmadı. Babamız çok genç yaşta ölmüştü. Küçüklüğümüzden beri bizi sevgi ile sen büyüttün ve bizlere baktın. Bizleri bugünkü durumumuza sen getirdin. Bizim sana karşı savaşabilme hakkımız yoktur; ama kader bizi seninle yapılacak bir savaşın eşiğine getirdi. Lütfen bizlere merhamet göster ve bizim sana karşı savaşabilmemiz için bizlere izin ver!” Dharmaraja’nın bu alçakgönüllülüğü ve doğruluğu Bhishma’yı çok memnun etmişti. Kaderin bu garip cilvesi ile gözleri yaşlarla doldu. Dharmaraja’yı kutsadı ve dedi ki, “Dharmaraja! Şeytanın iğvasına ve içinde bulunduğun durumun seni kışkırtmalarına karşı sen daima Doğru Davranışa bağlı kaldın. Dünyaya karşı asil bir örnek oluşturdun. Ben konumum gereği bu safta yer almak zorunda kaldım. Ama ben eminim ki takipçisi olduğun Doğru Davranışın ta kendisi sana zaferi sağlayacaktır.” Bundan sonra Dharmaraja ve kardeşleri, Kauravaslara ve Pandavaslara beraberce okçuluk öğreten kumandan ve büyük öğretmen General Drona’ya yöneldiler. Dharmaraja, onun da ayaklarına kapanarak dua etti, “Saygıdeğer öğretmen! Biz beşimiz senin öğrencileriniz. Nasıl ve ne hakla silahlarımızı öğretmenimize karşı kullanabiliriz? Ancak işler ters gitti. Bizi bu yanlıştan ötürü affet! Savaş alanında seninle savaşa girebilmemiz için bizlere izin ver!” Kendisi büyük bir yol gösterici ve öğretmen olan Drona, bu yakarış karşısında gözyaşlarını tutamadı. “Aman Allahım, bu Dharmaraja ne kadar da büyük ve iyi kalpli bir insan böyle! Savaş köpeklerinin az sonra serbest bırakılacağı ve ölüm ve dehşet saçacağı böyle bir durumun öncesinde dahi Doğru Davranışa sıkı sıkıya bağlısın.” Drona bu düşünce ile heyecandan titredi. Dharmaraja’yı kolları ile kavradı ve şöyle dedi, “Sevgili oğlum! Sen bana kendi oğlum Aswathama’dan bile daha çok yakınsın; öyle ki ben ona karşı görevle bağlıyım, ama sana karşı sevgi ile bağlıyım. Sizler hepiniz benim oğullarımsınız, bu yüzden hepinizi aynı derecede çok seviyorum. Senin Doğru Davranış’a bağlılığın kaba kuvvet karşısında zaferi mutlaka sana bahşedecektir. Savaşın sonunda zaferi getiren işte onların Doğru Davranışa karşı olan bu büyük bağlılıkları oldu. 248 40- ÖYLE BİR GÜLÜMSEME Kİ! Bir seferinde Krishna, Balarama ve Sathyaki hepsi de küçük yaşlarda iken ormanda gezintiye çıkmışlardı. Sık ormanda tek başlarına dolaşırlarken yollarını kaybettiler ve karanlık basınca da eve dönebilmeleri imkânsız hale gelmişti. Geceyi ormanda geçirmeye karar verdiler. Krishna diğerlerini ormanda gece insan avına çıkan hayaletler, hortlaklar, zebaniler, gülyabaniler ve iblisler olduğunu söyleyerek korkutuyordu. Bu yüzden de diğer ikisi uyurken 3.kişinin 3 saat boyunca sırayla nöbette beklemesini önerdi. İlk nöbet Satyaki’nin idi. Saat 22.00’de diğer ikisi kuru yaprakların üzerinde yatıp uyumuşlardı ki canavar bir iblis ortaya çıktı. Çocuğa saldırdı, o da elleri ve yumrukları ile kahramanca karşı koydu ve onunla savaştı. En sonunda iblis geri çekilmek zorunda kaldı, Satyaki epey hırpalanmış bir vaziyette idi, ama bir yandan da o kadar mutlu idi. Diğer iki kardeş horulduyarak uyuyorlardı ve hiçbir şey duymamışlardı. Saat 01.00’de Satyaki, Balarama’yı uykudan uyandırdı ve ona bir şey söylemeden hemen uykuya daldı. Biraz sonra şeytani varlık yine ortaya çıktı ve Balarama’yı dövüşe zorladı. Ancak onun vuruşları Satyaki’den daha güçlü idi ve iblis tekrar geri çekildi. Sathyaki saat 04.00’de Krishna’yı uyandırdı ve kendisi yatağa yattı. Bu saatler, yani şafağa doğru olan saatler uğurlu saatlerdi. İblis, yine yaralı bir kaplan gibi kükreyerek geldi ve vahşi ve canavarca davranışları ile küçük çocuğa yaklaştı. Bunun üzerine Krishna oturduğu yerden tatlı yüzünü onun geldiği yöne doğru çevirdi ve onu sevgi dolu bir gülümseme ile karşıladı. Bu gülüş canavarın elindeki tüm silahları bertaraf etmiş, etkisiz hale getirmişti. Gülüşün etkisi ile öfkesi, hıncı ve intikam alma isteği giderek zayıfladı. En sonunda da aynı bir koyun gibi yumuşak başlı ve uysal bir hale geldi. Diğer iki kardeş uyandıklarında Krishna’nın sevgi silahı ile kazandığı zaferi gördüler. Krishna elleri ile canavarın başını okşuyordu. Öfkeyi öfke ile, şiddeti şiddet ile ve nefreti de nefret ile yok edemezsiniz. Öfke sadece hoşgörü ve sabır ile yatıştırılabilir. Zalimlik karşısında sadece şiddetten kaçınma ile galip gelinebilir. Ve nefret ise sadece iyilik, sevgi ve şefkate teslim olur. 249 41- FRENİ DE YOKMUŞ Gece karanlıkta genç bir adam bisikleti ile kalabalık bir caddede hızla ilerliyordu. Bir polis memuru bisikletinin önünde far olmadığını görüp onu durdurmak istedi. Fakat adam bağırmaya başladı, “Memur bey, yoldan kaçılın. Lambam yok, ama dikkat edin frenlerim de yok!” Bu olay bugün herkesin içinde bulunduğu acınacak duruma işaret ediyor. Hiç kimsede bilgelik lambası yok, ayrıca arzuların kontrolü için fren de yok. O zaman sürur elde etme yolunda kendilerini veya başkalarını yaralamadan nasıl ilerleyebilirler? Bisikletçinin her ikisine de ihtiyacı vardır; aynı şekilde insanın da hem bilgeliğe ve hem de kendisini kontrol etmeye ihtiyacı vardır. Yoksa yakaladığı bu kendi kendisini kurtarabilme şansını heba etmiş olur. 42- KISA YAŞAM ÇİZGİSİ Bir öğrenci falına bakması için elini falcıya doğru uzattı. El falcısı çocuğun elindeki çizgileri dikkatle inceledi ve çocuğun öğrenim alanında yüksek seviyelere geleceğini söyledi. Öğrenci çok mutlu olmuştu. Sonra el falcısı çocuğun çok zengin olacağını ve büyük bir servete sahip olacağını ekledi. Çocuk sevinçten kabına sığamıyordu. Falcı çocuğun el çizgilerinin çocuğun çok büyük şöhret sahibi olacağını gösterdiğini de söyledi. Artık çocuğun mutluluğu bardaktan taşmaya yaklaşmıştı, yerinde duramıyordu. Ama bu sırada falcı çocuğun hayat çizgisini inceledi ve hayat çizgisinin çok kısa olduğunu ve genç yaşlarda hayata veda edeceğini söyledi. Çocuk düşüp bayılmıştı. Benzer şekilde dünyevi eğitimin de kısa bir yaşam çizgisi vardır. Dünyevi eğitim insana huzurlu ve hoşnut bir yaşam sürebilmesi için gerekli davranışları ve becerileri kazandırmaz. 250 43- ÖLME ARZUSU Ormanda ağaç keserek nafakasını çıkarmaya çalışan fakir bir ormancı vardı. Her gün sabah erkenden ormana gider ve keserek yığın haline getirdiği odunları komşu köye götürerek üç otuz paraya satar ve karısını ve çocuklarını hayatta tutacak kadar bir gelir elde etmeye çalışırdı. Bir sabah evden yine iş için dışarı çıkarken karısı kendisine ertesi gün Yugadi(yeni yıl) festivali olduğunu hatırlattı. Karısı kendisinden biraz daha fazla odun toplayarak satmasını ve bu sayede fazladan elde edecekleri birkaç lira ile çocuklar için biraz pirinç tatlısı yapabileceğini söyledi. Adam karısının söylediğini kabul ederek yola çıktı. Her gün topladığı miktarın dışında oldukça büyük bir yığın daha oluşturmayı başardı, ama köye doğru yürürken kısa süre sonra ağırlığın etkisi ile başındaki ağırlığı yere koymak ve kendisi de yere oturarak dinlenmek zorunda kaldı. Bu dinlenme molası adama içinde yaşadığı bu zor hayatı düşünme fırsatı vermişti. Artık hayattan hiç zevk almıyordu. Ölüm Meleğine seslendi ve kendisini bu hayattan kurtarması için dua etti. Şöyle seslendi, “Ey Ölüm! Bana hiç acımıyor musun? Artık beni tamamen unuttun mu? Ben artık ölmek ve her gün yaşamak zorunda olduğum bu çileden kurtulmak istiyorum.” Bunun üzerine Ölüm Meleği adama acıdı ve onun arzusunu yerine getirmek amacı ile onun önünde beliriverdi. Ölüm Meleğini birdenbire karşısında bulan oduncu pişmanlıkla hemen fikrini değiştirmişti. Meleğe kendisini çağırmasının sebebini hemen konuyu değiştirerek anlattı. Ölmeye niyetinin olmadığını, çaresizlik içinde umutsuzca Ölüm Meleğine seslenerek onun yardımını istediğini söyledi. Şöyle devam etti, “Hayır, hayır, ormanın bu köşesinde tamamen yalnızım. Etrafta bu odun çıkını yerden alıp başıma koyacak hiç kimse yok. Bunun üzerine ben de Sana dua ederek Seni yardımıma gelmen için çağırdım. Lütfen şu çıkını yerden kaldırarak başımın üzerine koy da ben de vakitlice köydeki pazara yetişebileyim!” İnsan doğuştan ölümsüz olduğu için, sürekli olarak ölümün pençesinden kurtulmaya çalışır. Yaşama arzusu çok güçlüdür, hatta ölmek arzusundan bile çok daha güçlüdür. 251 44- VAR OLMAYAN DÜŞMAN Güneşe ibadet eden insanlardan birisi ona “Karanlığın düşmanı” diye seslendi. Güneş bunun üzerine “Karanlık” denilen bu düşmanın kim olduğunu araştırmaya girişti ve kendisine meydan okudu. Karanlığı bir düelloya davet ediyordu. Fakat karşısına çıkan birisi olmadı. Bunun üzerine güneş her tarafa ışıklarını göndererek karanlığı aramaya başladı. Karanlığın saklanabileceği her türlü yere giderek araştırma yaptı. Fakat onu her kenara sıkıştırdığı bir anda şeytan ortadan kayboluyor ve Güneş onu bir türlü kavrayıp yakalayamıyordu. En sonunda Karanlığın artık var olmadığına ve yalnızca kendi saliklerinin yarattığı bir hayal ürünü olduğuna kanaat getirdi. Ölümlü olanın karanlığı, Ölümsüzlüğün görkeminin ve ihtişamının önünden kaçarak kaybolur gider. Bedenin içinde ikamet eden varlık doğmamıştır ve bu yüzden de hiç ölmeyecektir, ölümsüzdür. Gümüşten yapılmış olan bir kap kuyumcu tarafından gümüş bir tabağa dönüştürülebilir. Hatta daha sonra bu tabaktan gümüş bir kutu yapılabilir. Fakat adı, şekli ve kullanım şekli değiştiği halde özü aynı kalmıştır. 45- HAKİKATİ HAYKIRDI Ülkede herkes tarafından tanınmış meşhur bir âlim vardı. Fakat hiç kimse onun mensup olduğu dini bilmiyordu. Birçok kişi onun hakkında bir tahminde bulunuyor ama kimse kesin olarak bilemiyordu. En sonunda bir bilginin karısının aklına bunu öğrenebilecek bir çözüm geldi. Âlimi kendi evlerine yemeğe davet ettiler. Akşam olduğunda yemekten sonra âlim uykuya daldığında kadın adamın ayağının altına ateşte dağlanmış kızgın bir demir değdirdi. İlahi Bilimler âlimi “Allah” diye bağırarak uyandı. Gerçek ortaya çıkmıştı, o bir Müslüman’dı. Hakiki inanç etrafa gösteriş yapma vesilesi değildir, o siz acı içinde bağırırken bile kendisini belli eder. 252 46- KIRIK TESTİ Bir adam kızının düğününde yapılacak tören geçişi için yaşlı bir fil kiralamıştı. Düğün seremonisi bittikten sonra tören alayı eve geri döndüğü zaman gelin filin üzerinde oturduğu tahttan aşağıya indi ve o anda yaşlı fil yere yıkıldı ve son nefesini verdi. Haberi duyan fil sahibi şoke olmuştu. Bunun önlenmesi imkânsız bir talihsizlik olduğunu kabul etmek istemiyordu. Kiraya verdiği filin aynısının benzerinin kendisine iade edilmesi konusunda ısrar ediyordu. Konuyu mahkemeye götürdü. Davayı görecek olan hâkimin odasında kapının arkasında kilden yapılmış bazı testiler duruyordu. Filin sahibi de odaya girmek için o kapıyı açmak zorundaydı. Kapıyı bilmeden açtığı anda tüm testiler yere düşüp gürültü ile kırıldılar. Hâkim adama dönüp çömlekleri tazmin etmesini söyledi. Bu şekilde adamın aklı başına gelmişti. 47- YA KIRBAÇ YA DA CEZA Bir tüccar kıymetli bir yağ pazarlaması ve satışı işi ile meşguldü. Ama açgözlü ve kötü kalpli olduğu için sattığı yağın içerisine başka maddeler atarak değerini düşürüyordu. Bu şekilde kötü kokan ve sağlığa zararlı olan yağı başka insanlara satmak isterken yakalandı ve hâkimin önüne çıkartıldı. Hâkim şöyle adil bir karar verdi. Bu kötü kalpli tüccar 1) ya bu kötü kokan yağı içecekti 2) ya 23 kırbaç yiyecekti 3) veya 1.000 TL ceza ödeyecekti. Adam bir de cimri olduğu için en iyisinin yağı içmek olduğunu düşündü ve yağ içmeyi seçti. İçmeye başladıktan sonra kokusuna daha fazla dayanamayarak, bu rezil şeyi daha fazla içemeyeceğini düşündü. Bu sefer kırbacı seçti Fakat bu sefer de takriben 12 kırbaç yemişti ki, daha fazla dayanamayacak hale geldi. En sonunda hâkime dönerek cezayı ödeyeceğini söyledi. Hâlbuki daha işin en başında cezayı ödemeyi kabul etmiş olsaydı o bozuk yağı içmek ve o dayanılmaz dayağı yemek zorunda kalmayacaktı. Kararsızlığı sayesinde hem o kötü kokulu şeyin ve hem de sopanın tadına bakmak zorunda kaldı. 253 48- AKILLI YAŞLI KADIN Yaşlı bir kadının iki tane kız torunu vardı. Kızlardan biri havai, diğeri ise alçakgönüllü ve mütevazı bir kız idi. Evden çıkmadan önce yaşlı nine kızlar onun ellerini öptükleri zaman onları farklı şekilde kutsuyordu. Şımarık ve dışarıda gezmeyi çok seven torununa, “Dilerim çiçekten yapılmış kordonların olur ve evinin içi her zaman düzenli ve bozulmamış olur. Cüzdanın her zaman dolu olsun!” diye dua ederdi. Aslında tabii kastetmek istediği boş kafalılığı yüzünden onu eleştirmek ve suçlamaktı. Öbür kızı ise şöyle kutsuyordu, “Dilerim senin kapının önü her zaman pis olur ve cüzdanındaki para da çabucak biter!” Onun için de aslında demek istediği kızın çok sayıda mutlu ve afacan küçük çocuklara sahip olması idi. Kelime anlamı ile baktığın zaman aslında bedduaya benziyordu, ama gerçek anlamı ile bakıldığında tam bir kutsama idi. Aynı bu büyükannenin kendisinden istenmeden çocuklarını kutsaması gibi, alçak gönüllü ve Hakikate bağlı kişiler de İnsani Değerlere sürekli olarak bağlı kalmaları halinde Tanrı’nın kendiliğinden işleyen Rahmet’inden kendi üzerilerine düşeni elde edebilirler. 49- HİZMETKÂRLARLA KONUŞUYORMUŞ Bir kral kendisini cennete giden yolu gösterebilecek bir öğretmen arıyordu. Arıyordu ama o kadar kendini beğenmiş, kibirli ve sahip olduğu gücün etkisi ile kendinden geçmişti ki kendisinin en yüksek seviyede olduğunu düşünüyordu. Birisi ona yolu gösterebilmek için talip olduğunda ona cevaplanması imkânsız sorular soruyordu. Gelenler kralın bu saygısızlığına ve küstahlığına şaşırıp dona kalıyorlardı. Fakat kral onları doğru cevabı veremedikleri için hapse atıyordu. En sonunda, bir adam ona doğru yolu göstereceğine söz vererek öne çıktı. Kralın huzuruna getirildi ve kralın tam karşısına en ön sıraya oturtuldu. Fakat adam krala hiç bakmıyordu. Etrafındaki saray eşrafı ile hizmetkârlar ile ve görevli memurlar ile sohbet etmeye başladı. Onların hal hatırlarını soruyor ve onlara iyi temennilerde bulunuyordu. Kral karşısındaki adamın kendisinin otoritesini hiçe saydığını görünce öfkelendi ve hemen askerlerine adamı hemen dışarıya çıkarıp bir güzel dövmeleri emrini verdi. 254 Bunun üzerine adam krala seslendi, “Bir dakika efendim! Beni dışarı atmadan önce şunu söylememe izin verin! Siz beni, ben ilk geldiğim zaman size saygı göstermediğim ve diğer adamlarınızla konuştuğum için dışarı attırıp dövdürteceksiniz, öyle değil mi? Hâlbuki Tanrı kralların kralıdır, O tüm dünyaların efendisidir. Siz O’nu görmezden geliyorsunuz, O’nu atlayıp yalnızca O’nun hizmetkârlarından yardım dileniyorsunuz ve yalnız O’nun hizmetkârları ile konuşuyorsunuz; artık ne ceza yiyeceğinizi siz kendiniz düşünün!” Bunun üzerine kral yapmış olduğu büyük hatanın farkına vardı ve gözünün önündeki kibir peçesini kaldırdığı için adama teşekkür etti. 50- KENDİ KAYASI İMİŞ Haridwar yakınlarında yaşayan bir keşiş/rahip evini barkını terk etmişti ve uzun yıllardan beri insanlardan sadaka dilenerek yaşıyordu. Topladığı yiyecekleri Ganj nehrinin ortasında bir çıkıntı yaparak yükselen bir kayanın üzerine götürüyor ve bu kaya parçasını bir tabak gibi kullanarak yemeğini orada yiyordu. Bir gün kayanın üzerine geldiğinde başka bir keşişin o kayanın üzerinde oturduğunu ve yemek yediğini gördü. ‘Kendi kayasının’ üzerine izinsiz ayak basan adama çok sinirlenmişti. Sonradan gelen keşiş kendisine şöyle seslendi. “Eyvahlar olsun! Hani sen ben ve benim olandan uzaklaşmıştın. Hani eski arkadaşların seni tanımasınlar diye saçlarını kazıtmıştın! Sen tüm bağlarından kurtulmayı arzu ediyorsun ama kendini bu kaya parçasına bağlamışsın! Sen bu kaya parçasını boynuna bağlayıp Ölümsüzlük Okyanusunu nasıl aşacaksın? Senin bu yaptığın tam bir ikiyüzlülüktür!” Bu sözler adamın gözlerini açıp Hakikati görmesini sağlamıştı. 51- GELİNİN ÖZDEYİŞİ Bir dilenci zengin bir adamın kapısına gelerek bir avuç yiyecek istemişti. Evin sahibi sallanan koltuğundan aşağıya doğru seslenerek dilenciyi azarladı ve kalp kırıcı sözler söyledi. Fakat dilenci ısrar ediyordu. Bayat da olsa en azından bir parça ekmek istiyordu. 255 Bunun üzerine evin içinde o sırada yemeğini yemekte olan gelini içeriden seslendi, “Şu anda biz de bayat yemek yiyoruz, taze yemekler şu anda içeride pişiyor.” Dilenci genç kadının ne demek istediğini anlamıştı; gelin kayınpederinin yaptığı kabalık, acımasızlık ve gaddarlıkla kendisine gelecekte perişan bir gelecek hazırladığını ima etmişti. Şu anda içinde yaşadığı refah içindeki hayatın da geçmişinde yaptığı iyi davranışlarla elde etmiş olduğu sevaplar sayesinde kazanıldığını söylüyordu. Biz bayat yemek yiyoruz, yani geçmiş yaşantımızın sonucunu yaşıyoruz. Aynı zamanda da gelecekte yiyeceğimiz yemeği şimdi pişiriyoruz. 52- BİLGE KİŞİYİ İZLEYİN Birkaç kişi bir nehrin kenarına geldiler ve karşıya geçmenin bir yolunu aramaya başladılar. Nehrin bulundukları noktada karşıdan karşıya geçilip geçilemeyeceğini araştırdılar. Karşı tarafa geçmek için neresinin uygun olduğunu birisine sormaya karar verdiler. Birisini buldular ama güven vermeyen zayıf bir sesle konuşan ve ayağı aksak bir adam onlara bulundukları noktadan karşıya geçmenin tehlikeli olduğunu ve daha aşağılara gitmeleri gerektiğini söyledi. Bizimkiler bu adama inanmadılar, çünkü adamın nehri karşıdan karşıya geçebilecek ve çamur içinde hareket edebilecek gücü yok gibi gözüküyordu. Bu sefer gözleri görmeyen başka bir adama rastladılar. Kör adam onlara, “Nehri geçebilirsiniz, yalnız önce sol çapraza doğru birkaç yüz metre yürüyün ve sonradan da sağa doğru dönerek ilerleyin!” dedi. Bu adama da inanmadılar, çünkü bu kör arkadaş ancak başka birisinin yardımı ile karşıya geçmiş olmalıydı. En sonunda bir adam yanlarına geldi ve önlerine düşerek nehrin karşısına beraberce geçirmeye gönüllü oldu. Adam, “Ben defalarca bu nehirde karşıdan karşıya geçtim. Ben nehrin karşı kıyısında oturuyorum ve tarlalarım da nehrin bu yakasındadır. Hergün karşı tarafa gidip geliyorum!” dedi. Bunun üzerine bizimkiler bu adama güvenerek onu takip ettiler ve emniyet içinde gitmek istedikleri yere sağ salim ulaştılar. 256 53- MÜRİDİN İNANCI Dasa isminde zengin bir köylü, rahip Aziz Appar’ın ismini ve manevi yoldaki şöhretini duydu ve ona büyük bir hayranlık beslemeye başladı. Köyde onun adına dinlenme evleri inşa ediyor, çocuklarına onun adını veriyor ve daha hiç görmediği bu aziz adına insanlara araziler ve evler bağışlıyordu. Çok sayıda insan tam bir inanç beslemeden önce ispat isterler. Hâlbuki inancın yolu daha sağlam ve daha kalıcıdır. Bir gün şans eseri Appar’ın yolu o köye düştü. Yolda yürürken her yerde ‘Appar Dinlenme Evi’, ‘Appar Yetim Yurdu’ gibi tabelalar görüyor ve çok şaşırıyordu. Köylü Dasa hocasına doğru koştu ve onu kendi evine davet etti. Onun adına büyük bir ziyafet düzenledi. En büyük oğlu akşam yemeği için evlerinin arkasındaki bahçeden meyve toplamaya gitmişti. Ağacın altında bir yılan onu ısırdı ve oracıkta öldü. Dasa oğlunun cesedini görünce hiç etkilenmemişti ve hemen üzerini biraz kuru yaprakla örttü ve uzun zamandan beri gelmesini beklediği hocası Appar’ı ağırlamaya devam etti. Yemek başlamak üzere iken Appar, Dasa’ya seslenerek bütün çocuklarının gelerek babalarının yanında oturmalarını istedi. “Bütün oğullarına seslen, hepsi masaya gelsinler!” dedi. Dasa kendisine söyleneni yapıp çocuklarına seslenince, bahçede ölen oğlu da kalkıp geldi ve diğerleri ile birlikte masaya babasının yanına oturdu. Appar olan biteni öğrenince Dasa’ya hitap ederek, “Senin Tanrı’ya olan bağlılığın ve sadakat dolu hizmetin, benim gücümden çok daha büyük!” dedi. 54- EŞEK ÖLDÜ Bir gün kraliçenin çok yakın bir hizmetkârı sarayda onun yakınına gelerek büyük bir üzüntü ile ağlamaya başladı. Bunu gören kraliçenin kendisi de ağlamaya başladı. Kraliçelerini gözyaşları içinde gören bütün harem dairesi ve hatta erkek hizmetkârlar da ağlamaya başladılar. Kraliçeyi teselli edilemeyecek kadar üzgün gören kralın kendisi de ağlayınca bu görüntü tüm şehrin hıçkıra hıçkıra ağlamasına yol açtı. Ağlama durdurulamıyordu. En sonunda akıllı birisi tüm bu ağlamaların sebebini araştırmaya başladı. Yapılan soruşturma sonrası herkese teker teker sora sora en sonunda iş kraliçeye kadar uzandı. 257 Kraliçe hizmetçisinin büyük bir üzüntüsü ve kederi olduğu için ağladığını söyleyince bu sefer hizmetçinin kendisine ulaşıldı. Çamaşırcı olan kız sorguya çekildiğinde çok sevdiği eşeğinin ölümüne ağladığını söyledi. Haberler herkese yayıldı ve ağlamalar bıçakla kesilmiş gibi sona erdi. Herkes boşa ağladığı için kendisine gülüyor ve utanıyordu. Sebebini arayın, ayırt edici olun! Söylentilere ve dedikodulara kanmayın ve hemen acele karar vermeyin! 55- YAVAŞ OL Küçük bir şehirde orta sınıf bir evde oturan bir aile vardı. Evin hanımı kocasına yalvarmakta ve Tanrı’ya ibadet etmek için her gün az bir vakit ayırması için dua etmekte idi. Fakat kocası bunu yapmayı reddediyordu. Söylediğine göre böyle uğraşlar için hiç vakti yoktu. Bunlar ancak ileri yaşlarda, para kazanmanın ve harcamanın artık giderek azaldığı ve bol bol boş zamanın olacağı emeklik çağlarında yapılacak uğraşlardı. Genç kadın bu cevaptan bir türlü tatmin olamıyordu, ama hiçbir şey yapamıyor, kocasının kendisini bu sefer dinlemek zorunda kalacağı uygun bir zamanı kolluyordu. Bir müddet sonra kocası oldukça ciddi bir şekilde hastalandı ve birkaç hafta boyunca yatakta kımıldamadan yatmak zorunda kaldı. Doktorlar adama her gün üç defa ilaç içmesini söylemişlerdi. Karısı ilaçları alıp zamanında kocasına içirme vazifesini üstlenmişti. Ancak aradan zaman geçmesine rağmen kocasına içmesi için tek bir tablet bile vermedi. Adam karısının uzlaşmaz tavrını değiştiremiyordu. Karısından ilaçları istiyor, ama kadın kararından vazgeçmiyordu. Kadın kocasının “Beni öldürmeye mi çalışıyorsun?” sorusuna şöyle cevap veriyordu, “Bekle, bekle. Neden bu kadar çabuk ilaç içmek istiyorsun ki? Bekleyelim bakalım hastalığın biraz daha ağırlaşsın. Bu acelen ne? Yavaş ol! Daha çok zaman var. Hani aynı ben senin dua etmeni ve zikir yapmanı söylediğimde bana verdiğin cevap gibi.” Kocası zamanında karısına direnerek yaptığı aptallığın farkına varmıştı. Davranışlarını düzeltti ve her iki hastalıktan da kurtuldu. 258 56- FİZİKSEL GÜZELLİK Bir kralın tek bir oğlu vardı. Oğlan büyüdü ve kuvvetli ve iyi fizikli bir genç haline geldi. 22 yaşına geldiğinde babası ona artık evlenmesini önerdi. Prens babasından izin isteyerek evleneceği kızı ülkesindeki kızların arasından seçeceğini söyledi. Babası da memnuniyetle kabul etti. Bir gün prens atının üzerinde bir köprünün üzerinden geçerken aşağıdaki nehre doğru banyo yapmaya giden genç ve çok güzel bir kız gördü. Kızı ilk gördüğü anda deli gibi âşık olmuştu. Bu güzel kız şehirde yaşayan zengin bir tüccarın kızı idi. Kız oldukça dindar, bütün kutsal metinleri çok iyi bilen birisi idi. Saray adamları kızın babasına giderek kızının prens ile evliliğine izni olup olmadığını sordular. Fakat adamın bu evliliğe pek isteksiz olduğunu görünce çok şaşırdılar. Adam kendisinin belli bir mezhebe ait olduğunu ve bu yüzden damadının da o mezhepten olması gerektiğini söylüyordu. Kızı da hiç evlenmek istemediğini söyleyerek işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Saray hem babasını ve hem de kızı büyük bir cezaya çarptırmakla tehdit etti. En sonunda, kız cezadan kurtulabilmek için bir plan yaptı. Saray görevlilerine prensle 8 gün sonra yüz yüze görüşeceğini ve o zaman prens hala kendisi ile evlenmek istiyorsa evleneceğini söyledi. Sonra her gün çok kuvvetli müshil ilaçları yutmaya başladı. Sekizinci gün bir kraliyet tahtırevanı ile saraya prensi görmeye götürüldü. Prens kızla karşılaşınca karşısında yaşayan iskelete dönmüş bir kız buldu. Yanaklar içeriye göçmüş, gözleri çökmüş, bembeyaz bir surat, gözlerinin etrafı kapkara bu kızı görünce prens şoke olmuştu. Kıza şöyle sordu, “Bütün o güzelliğin nereye gitti?” Söylemeye gerek yok, prens kızla evlenmekten vazgeçti. Kız prense fiziksel güzelliğin yavaş yavaş ortadan kaybolan bir özellik olduğu konusunda bir ders verdiği için çok mutlu olmuştu. 259 57- KİM ÖLECEK? Bir köyde tiyatro gösterisi düzenlenmişti. Dramada zengin bir adamın oğluna ve fakir bir adamın oğluna rol verilmişti. Tarihi bir hikâye canlandırılmaya çalışılıyordu. Zengin çocuk oyunda vali olduğu için çok mutlu olmuştu. Ama sonradan işin rengi değişti. Tiyatro oyununda Vali rolünü oynayan zengin çocuk, fakir adamın oğlu ile rol gereği dövüş yapıyor ve oyun gereği ölüyordu. Zengin çocuk itiraz etti ve kendisinin ölmemesi gerektiğini, kendisinin yerine diğerinin ölmesi gerektiğini söyledi. Hikâye sizin kaprislerinize uygun olarak değiştirilemez! Eğer oyunda Vali’nin ölmesi gerekiyorsa ve eğer o rolü oynamak o kişiye verildi ise Tanrı’nın iradesine uygun olarak o kişi ölmek zorundadır. 58- BAKIR DEĞİL ALTIN Bir şair filozofluğu ile ünlü krala giderek yardım istedi. Kral da ona içi altın para dolu büyükçe kese uzatınca almayı kabul etmedi ve şöyle dedi, “Sen bana kendi alın terin ile kazandığın bir şey vermelisin. Başkalarının zorlukla çalışarak biriktirdiklerinden aldığın vergiden değil” Kral düşünce tarzını beğenmişti. Ona ertesi gün gelmesini söyledi. Şair aynı kendisine söylendiği gibi ertesi sabah huzura çıkınca kral ona 16 bakır para uzattı. Bu parayı bir demircide kızgın demiri bir çekiçle döverek kazanmıştı. Şair parayı almak üzere elini uzattı. Ama madeni paralar avucunun içine konulduğunda şair hayretler içinde bu paraların bakır değil, altın olduklarını fark etti. Kralın fedakârca çalışması sonucu paralar saf altın olmuşlardı. Bir insan başkasına yalnızca yasal ve hakkıyla kazandıklarından vermelidir. İşte o zaman içerde ikamet eden İlahi Varlık herhangi bir beden bilinci olmadan verir. 260 59- TOPRAK HIRSI Bir adamın güneyde yüz dönüm arazisi vardı. Fakat en az 1.000 dönüm toprağı olması için büyük bir arzu taşıyordu. Bu sebeple çeşitli yerleri dolaşıyor ve o zamana kadar işlenmemiş ama bereketli geniş araziler arıyordu. En sonunda yolu dağlık bir bölgedeki bir krallığa düştü. Kral, adama istediği kadar arazi verebileceğini söyledi. Tek sınır adamın dayanıklılığı idi. Adama ertesi sabah güneş doğduğunda yola çıkmasını ve güneş batmadan önce başladığı yere dönmesi gerektiğini söyledi. Yürüdüğü yol boyunca en baştan sona kadar ayak izleri ile çevrelediği arazi kendisinin olacaktı. Kralın cömert teklifi bu idi. Aç gözlü adam ertesi sabah ilk gün ışıklarının çıkmasını dört gözle bekledi. Çok genişçe bir alanı çevrelemek üzere yola başladı. Hatta deyim yerinde ise deli gibi koşuyordu. Akşam olduğunda başladığı noktaya birkaç metre kaldığında artık o derece yorgun düşmüştü ki yere yığılıp düştü ve öldü. Kalbi durmuştu. Kendisine ayırabileceği en büyük araziyi elde edebilmek amacı ile çıktığı o çılgın yarışı gün batımından önce bitirebilmeye kalbi dayanmamıştı. 60- KENDİ YASTIĞININ ALTINDA Zengin bir tüccar bir tapınakta düzenlenen festivale katılmak üzere kutsal bir mekâna gidiyordu. Bir hırsız da kendisini takip ediyor ve cüzdanını çalmak istiyordu. Adama aynı festivale gitmekte olan bir kişi olduğunu söylemiş ve numara yaparak onunla yakınlaşmıştı. Geceyi geçirmek üzere bir handa kalacaklardı. Herkes derin bir uykuya dalınca hırsız ayağa kalktı ve zengin tüccarın çantasını her yerde aradı. Her yeri deli gibi aramasına rağmen adamın cüzdanını bulamamıştı. Sabah olduğunda ve tüccar adam uyandığında kendisine bir arkadaş gibi yaklaşarak sordu. “Buralarda çok hırsız var; umarım çantanızı ve cüzdanınızı iyi yerde saklıyorsunuzdur!” Tüccar adam çok akıllı idi, şöyle yanıtladı, “Evet. Geçen gece ben cüzdanımı sizin yastığınızın altına koymuştum. Gördünüz mü ne kadar emniyetli imiş!” Böyle diyerek hırsızın yastığının altından kendi cüzdanını çekip çıkardı! Tanrı da aynı bu tüccara benzemektedir; O içinde akıl, ayırt etme gücü ve saf mutluluk olan çantayı insanın başının içine yerleştirmiştir. Fakat insan bundan habersizdir ve Tanrı’yı kendi dışında bir yerlerde aramaktadır. 261 61- MİNNETTARLIK Bir karınca kuru bir yaprağın üzerinde iken birden bir rüzgâr çıktı. Karınca rüzgârla birlikte yaprağın üzerinde savrularak nehrin üzerine düştü ve akıntı ile sürüklenmeye başladı. Hayvancağız küçücük kalbi ile Tanrı’ya yakararak kendisinin imdadına koşmasını istedi. Tanrı o sırada nehrin üzerinde uçmakta olan çaylağı nehre dalmaya ve sonra tekrar dışarıya çıkarken yaprağı gagasına almaya teşvik etti. Kuşun bu yaprağı bir balık ya da kurbağa zannetmesini sağlamıştı! Sonunda kuş hayal kırıklığına uğramıştı, ama kuru toprağa ayak basan karınca kurtulduğuna çok seviniyordu. Tanrı bir çaylak şeklinde geldi ve beni kurtardı diye hissediyordu. Ben bu yüzden bu kuşa minnettar olmalıyım, hatta bütün kuşlara minnettar olmalıyım diye düşündü. Bir gün sabahleyin dolaşırken bir kuşa yayı ile ok fırlatmaya hazırlanan bir avcı gördü. Kendisinin hayatının bir kuş tarafından nasıl kurtarıldığını hatırladı ve tam okunu fırlatmak üzereyken avcının ayağını şiddetle ısırdı. Avcı hedefini vuramamıştı, kuş uçtu ve kurtuldu. Karınca borcunu ödemişti. 62- EN SONUNDA ÜNVANA HAK KAZANDI Vishwamitra çok üzgündü, çünkü yıllardır sürdürdüğü bir zaviye hayatına rağmen büyük rakibi Vasishta kendisine kralların kralı olarak hitap etmişti. Hâlbuki o bir ermiş olmayı çok istiyordu. Bu yüzden bir gece Vasihta ay ışığında bir grup öğrenciye ders verirken gizlice Vasihta’nın oturduğu koltuğun arkasına yaklaştı. Elinde keskin bir kılıç taşıyordu ve kesinlikle Vasishta’yı öldürmeye karar vermişti. Vasihta’nın oturduğu koltuğun arkasındaki çalılara saklandı ve bir süreliğine Vasishta’nın öğrencilere anlattığı dersi dinlemek durumunda kaldı. Vasishta o güzel ve büyüleyici ay ışığını sakin, parlak, şifa veren, Tanrısal, cennetten gelme, her yere giden ve herkesi mutlu eden ışık olarak tarif ediyor ve aynı Vishwamitra’nın kalbine benzetiyordu. Bu sözleri işiten Vishwamitra çok şaşırmıştı, kılıç elinden yere düştü. Öne doğru koştu ve rakibinin ayaklarına kapandı. Vasishta, Vishwamitra’yı tanımıştı ve ona hitap ederek, “Ey büyük Ermiş, ayağa kalk!” dedi. 262 Onu ayağa kaldırarak kendi koltuğuna oturttu. Vasishta ona içinde ego/bencillik olduğu sürece kendisine ermiş olarak hitap edemediğini anlattı. Başındaki şişlik kaybolup rakibinin ayaklarına kapandığı anda artık kendisinin bile talep etmez hale geldiği bu onurlu ve şerefli isimle anılmaya hak kazanmış ve layık olmuştu. 63- DÜŞ GÜCÜ Bir seyyar satıcı başının üzerindeki sepete boş şişeler doldurmuş, pazarın içinde dolaşıyordu. Şişelerin hepsini satarak 10 lira kazanmayı umut ediyordu. Hesaplarına göre 10 gün sonra 100 lira biriktirmiş olacaktı. Bu parayı sermaye olarak kullanarak daha başka kârlı işlere girmeyi planlıyordu. Birkaç ay içinde 1.000 lira kazanmayı ve kendisine çok güzel bahçesi olan tek katlı bir ev satın almayı düşündü. Evin her köşesinde güler yüzlü hizmetkârlar çalışacaklardı. Kendisini çimenlerin üzerinde bir sedire oturmuş torunları ile oynarken hayal etti. Kendisini kaptırmış, bu tatlı hayal ile kendinden geçmişti. Birdenbire torunlarının arasında hizmetkârların birisinin oğlunun olduğunu fark etti. Arzu edilmeyen bu duruma kızıp öfkelendi. Gördüğü düşün gerçek olduğunu zannederek çocuğu kavrayarak şiddetle itti ve oradan uzaklaştırmak istedi. Sepetin içindeki şişeler yola düşüp kırıldığında gördüğü rüyadan uyandı. 10 liralık kazanç umudu uçup gitmişti. Açgözlülüğün zayıf temeli üzerine inşa edilen hayalin sonu böyle olmuştu. 64- ÖVGÜYE DEĞER SEÇİM Ağaçtaki Yaksha beş Pandava kardeşi aşağıdaki gölden su içerlerken yakalamıştı. Onlara çeşitli sorular soruyor ve cevaplar hoşuna gitmeyince onları birer birer öldürüyordu. Bu şekilde dört kardeşi öldürmüştü. En son sıra en büyükleri Dharmaraja’da idi. Kendisine sorulan soruya doğru cevap verince Yaksha kendisine şöyle dedi, “Sana ödül olarak şu yerde ölü olarak yatmakta olan dört kardeşinden birisini tekrar canlandıracağım. Hadi birini seç bakalım!” 263 Dharmaraja çok zor bir seçimle karşı karşıyaydı. Ama fazla düşünmesi gerekmedi. Bheema ve Arjuna kendisinin sağ ve sol eli gibi oldukları halde onları seçmedi. Nakula’yı seçti. Yaksha kendisine neden Nakula’yı seçtiğini sordu. Dharmaraja şöyle cevap verdi, “Ben, Bhima ve Arjuna, Kunti’nin çocuklarıyız. Nakula ve Sahadeva da üvey annem Madri’nin çocukları. Benim annem geriye döndüğümüzde beni canlı olarak bulacak. Bu yüzden üvey annemin de en azından bir oğlunun sağ olarak geri döndüğünü görmesini istedim. Onun oğullarından birini seçtim.” Bu kutsal ve merhametli kalbin söyledikleri karşısında Yaksha o kadar memnun olmuştu ki dört kardeşin hepsini birden tekrar hayata döndürdü. (Yaksha: Tabiat ruhları, ormanda ve dağlarda dolaşan ve kimseye zarar vermeyen periler, genellikle yardımsever ve toprakta saklanan hazinelerin koruyucusu) 65- TANSEN’DEN DAHA TATLI Saray müzisyeni Tansen her ne zaman bir şarkı söylese, Akbar çok mutlu olurdu. O günlerde en büyük müzisyen Tansen idi. Her ne zaman bir şarkı söylese gökyüzünde yağmur bulutları toplanırdı ve gökyüzünden yağmurlar boşanırdı. Her ne zaman flütünü çalsa etrafında kobra yılanları toplanarak dans ederlerdi. Akbar kendi sarayında böyle şöhretli ve saygın bir müzisyen bulundurduğu için çok gururlu idi. Fakat günün birinde Akbar günlük dualarını yaparken bir Haraidasa’nın(dilencinin) uzaklardan gelen haykırışını duydu. Elinde tek telli sazı ile sokaklarda dolaşarak ilahiler söyleyen bir halk ozanı müzik çalıyor ve Tanrı’ya yakarışlarda bulunuyordu. Bu sesi duyan Akbar çok etkilenmiş ve büyülenmişti. Akbar, Tansen’e giderek neden bu müziğin kendisinin sarayın Kabul Salonunda söylediği bütün şarkılardan daha fazla kendisini heyecanlandırdığını sordu. Tansen en ufak bir miyim diye söylüyor ve burada!” şöyle cevap verdi, “Sevgili Efendim! Ben devamlı sizin yüzünüze bakarak takdir işareti görebilir miyim ve sonunda birkaç mücevher elde edebilir şarkı söylüyorum. Fakat o Haridasa, Tanrı’nın yüzüne bakarak şarkı ne bir servet ve ne de bir dünyevi kazanç elde etmeyi gözlüyor. İşte fark Akbar= Büyük Akbar, 1556 yılında 14 yaşında Hindistan’da imparator olan ve Timur’un soyundan gelme olan Müslüman Moğol İmparator 264 66- BABA OĞLUNU KURTARMAK İÇİN SUYA ATLADI Tanrı’nın neden insanlığı koruma ve düzeni yeniden inşa etme görevini kendi emrinde olan meleklere vermez de bu görevi kendisi üstlenir? Bu soru Akbar’ın kendisi tarafından maiyetindeki tüm saray eşrafının bir arada bulunduğu bir anda ortaya atılmıştı. Akbar, Doğru Davranış’ı kurtarmak için Tanrı’nın dünyaya müdahale ettiğine inanan düşünceyi komik buluyordu. Tansen kendisine cevap verebilmek için bir hafta zaman istedi ve Akbar da bunu kabul etti. Birkaç gün sonra İmparator ailesi ile birlikte göl üzerinde bir tekne gezintisine çıkmıştı. Tansen aynı kralın yeni doğmuş oğluna benzer bir yapma bebeği suya fırlattı ve bağırmaya başladı, “Yetişin! Kralın oğlu suya düştü! Kralın oğlu suya düştü!” Bu sözleri işiten imparator oğlunu kurtarabilmek için hemen suya atladı! Tansen bunun üzerine kralın oğlunun emniyette olduğunu ve suya düşenin yalnızca yapma bir bebek olduğunu açıkladı. Akbar öfkeden kudurmuştu. Kralın öfkesini yatıştırmak için ona bu oyunu niye oynadığını açıklamaya başladı. Tanrı’nın emrindeki diğer varlıklara insanı koruma görevini vermeden bizatihi kendisinin bu görevi üstlendiğine inanan düşüncenin gerçek olduğunu gösterebilmek amacı ile bu tiyatro oyununu oynamak zorunda kaldığını anlatıyordu. İnsan aynı bir oğul gibidir ve Tanrı onu çok sevmektedir. Akbar istese o sırada teknede bulunan personelinden herhangi birisine suya atlayarak oğlunu kurtarmasını emredebilirdi. Fakat oğluna karşı olan sevgisi ve bağlılığı o kadar çoktu ve içinde bulunulan durum o derece acil ve tehlikeli idi ki, İmparator’un kendisi hiç kimseye hiçbir şey söylemeden kendisi “oğlunu” kurtarabilmek için suya atladı. Dünya o kadar kötü bir durumda ve Tanrı’nın insanlara karşı sevgisi ve düşkünlüğü o derece yüksektir ki bizatihi Kendisi müdahale eder. 265 67- MEMNUNİYETLE KARŞILANAN LANET Kral Parikshith başına gelen olayı şöyle anlattı, “Ormana avlanmaya gitmiştik. Etrafta çok sayıda vahşi hayvan görüyorduk ama biz yaklaştığımızda hepsi dört bir yana kaçıyorlardı. Benimle birlikte gelen okçuların hepsi birden hayvanların peşine doğru koşturmaya başladı. Ormanın ortasında yalnız kalmıştım. Adamlarımdan uzakta kalmıştım. Açlık, susuzluk ve yakıp kavuran güneş beni yorup tüketmişti.” “En sonunda bir bilgenin kulübesine rastladım. Şimdi anladığıma göre adı Samika idi. İçeridekilerin dikkatine çekebilmek için uzun süre dışarıdan içeriye doğru seslendim. Tek istediğim biraz su içebilmekti. Ne bir cevap geldi, ne de herhangi birisi dışarıya çıktı. Böylece ben de içeriye girdim. Kulübenin ortasında bir münzevi hiçbir şeyle ilgilenmeden oturuyordu. Kendine göre meditasyon yapıyormuş. Bana göre ise yaptığı benim mevkime ve ihtiyaçlarıma saygısızlıktan başka bir şey değildi. Ayaklarımın altında yumuşak bir şey buldum. Bunun ölü bir kobra yılanı olduğunu anladım. Aklım başımdan gitmişti. Çok acaip kötü bir düşünce zihnime düştü. Yerdeki kobra yılanını alarak bilgenin boynunun etrafına doladım. Beni ihmal etmenin cezasının işte böyle olduğunu düşünerek kıkırdadım. Sonra oradan ayrılarak şehre ve sarayıma geri döndüm. Fakat bilgenin oğlu eve geri döndüğünde babasını boynunun etrafında kobra yılanı sarılmış bir vaziyette bulmuştu! Bunu yapanın ben olduğumu ortaya çıkardı. Ve bana bir lanet okudu, ‘Dilerim bugünden itibaren yedi gün içerisinde kralı bir yılan ısırsın ve kral ölsün.’ Yedi gün, tam yedi gün! Ne kadar iyi kalpli bir adammış! O anda yere yığılıp ölmem için bile lanet okuyabilirdi. Bana Tanrı’ya odaklanmam ve kendimi kaçınılmaz gerçeğe hazırlayabilmem için ve sonunda Mükemmel’in içinde eriyebilmem için yedi gün verdi. Ne kadar büyük bir lütuf! Ölüm yaklaştığı anda ancak çok az sayıda kişi böyle bir haftalık bir uyarı süresi kazanabilir”. Not: Kral Parikshith bu yedi gün içerisinde kurtuluşa ulaştı ve sonra da kendisini bir kobra yılanı ısırdı. 68- MANGO Mango meyvası ağaçta henüz körpe iken çok tatsızdır. Çok sert ve acı bir tadı vardır. Birkaç hafta sonra büyüdüğü zaman ekşi bir tadı olur. Fakat tam olgunlaştığında büyük bir keyifle ve iştahla yenilebilir. Çünkü artık içindeki özsuyu tatlılaşmış ve içi tamamen hoş ve güzel bir lezzetle dolmuştur. 266 İnsan da aynı mangoya benzer. Sert ve haşin dönemi gençlikteki “Tembellik Dönemi”’dir. Tembel, uyuşuk, üşengeç, pasif, hareketsiz ve sıkıcı bir dönemdir. İnsan bu dönemde iken içinde çok fazla tembellik ve miskinlik biriktirmemeye dikkat etmelidir. Stokta olanı yakıp kül etmeyi hayal etmelidir. Ondan sonra insanın mangonun ekşi haline benzeyen “İhtiraslı Dönemi” başlar. Başkaları üzerinde kurduğu hâkimiyet hoşuna gitmeye başlar. Gücün verdiği sarhoşlukla duyularının kendisine getirdiği hayallerin peşinde koşar. Sahip olduğu malk mülk ve elindeki güç ile kendisini beğenmeye ve kibirlenmeye başlar. Fakat insan bu dönemde uyanık olmalı ve zaman içerisinde kendisini geri çekmelidir. İhtiraslarına ve önyargılarına hâkim olmalı ve onları kontrol etmelidir. Bu da onu içi özsu dolu, olgun ve lezzetli bir ‘mango’ haline sokacaktır. Bu döneme de “Saflık Dönemi” adı verilir. 69- SÜT VE SU İçinde yüz bardak süt olan bir kabın içine bir bardak su dökün; su, sütün özelliklerini alacak ve sütün fiyatına ulaşacaktır. Su bu birliktelik sonucu gelişir ve iyiye doğru gider! Tam tersine içinde yüz bardak su olan bir kabın içine bir bardak süt dökün. Bu durumda süt içindeki tüm olumlu ve hayat veren özelliklerini kaybedecektir ve suyun kendisi kadar tatsız bir hale gelecektir! İçine girdiğimiz arkadaş grubu sonucunda başımıza gelecek olan şey budur işte! 70- BİLGE VE ÖĞRENCİ ÇOCUK Matematik dersi çok zayıf bir öğrenci çocuk vardı. Matematik sınavı yaklaştığında çocuk dua etmek için tapınağa gitti. Tapınakta eğer ertesi gün sorular kolay çıkarsa ve kendisi soruların hepsini doğru cevaplarsa fakir bir aileye 5 kg pirinç pilavı bağışlayacağına söz verdi. Ertesi gün imtihanda sorular tam kendisinin kapasitesinin sınırları içerisinden geldi. Soruları iki saat içinde cevaplayıp bitirdi. Tüm sorular doğru olarak cevaplanmış ve daha bir saati kalmıştı. 267 Bu yüzden birkaç kâğıt daha çıkardı ve Tanrı’ya verdiği söz neticesinde sunacağı yemekte kullanılacak malzemelerin listesini yapmaya, miktarlarını ve fiyatlarını hesaplamaya başladı. Cebinde 10 Lira kadar parası vardı. Listedeki malzemelerin yani pirinç, yağ, fıstık, baharatlar v.s. fiyatlarını topladığında 15 Lira tuttuğunu fark etti. Bazı malzemeleri koymamayı ve bazılarının da miktarlarını azaltmayı düşündü, fakat ne yaparsa yapsın cebindeki para az geliyordu. Sonra birden bunun yerine birkaç meyvanın o aileyi daha çok mutlu edeceğini düşündü. Sonra meyvaların da pahalı olduğunu, bunun yerine çiçek verebileceğini çiçeklerin o kadar pahalı olmadığını düşündü. Sonra aklına kutsal metinlerde Tanrı’nın suyu kutsamış olduğunu ve verilecek en iyi hediyenin su olacağını düşündü. Böylece en sonunda bugün almış olduğu Rahmet’e karşılık olarak evlerinin bahçesindeki kuyudan alınacak suyun yeterli olduğunu düşündü. Cebindeki onlukla çoktan beri gitmek istediği filme gidebilecekti. Filmin kaç para olduğunu düşündü. Beraberinde bir arkadaşını da filme götürebileceğini görünce çok sevindi. Tam bu mutlu sonuca ulaşmıştı ki sınav gözetmeni sınavın bittiğini ve cevap kâğıtlarının teslim edilmesi gerektiğini söyledi. Bizim bu arkadaşımız da daldığı hayallerden uyandı ve yanlışlıkla üzerinde pirinç pilavının yapılması için gerekli malzemelere ait miktar, fiyat vs. hesaplamaları yaptığı ve en sonunda da resim çizdiği kâğıtları cevap kâğıdı olarak verdi. Eve geri döndüğünde ve çantasını açtığında içinde gözetmene vermesi gereken cevap kâğıtlarını görünce dehşete düştü. Bütün her şey bir ‘reaksiyon, yankı ve yansıma’ meselesidir. Her ne yapmayı planlarsanız bir başkası size geri dönecektir. Tanrı ne öfke duyar, ne de intikam güder. O tiyatro oyununun ebedi seyircisidir. Siz kötü düşünceleriniz ve davranışlarınız ile kendinizi cezalandırırsınız; iyi düşünce ve davranışlarınızla da kendinizi ödüllendirirsiniz. Gerçek Hakikat işte budur. 268 H- CHİNNA KATHA - KÜÇÜK BİR HİKAYE- II 1- ÖNCE UYGULA, SONRA NASİHAT VERİRSİN (BE, DO, TELL) Bir gün, yaşlı bir kadın yanında on yaşındaki torunu ile beraber bir bilgeyi ziyaret etti. Ona şöyle dedi, ”Sevgili Efendim! Bu torunum beş yaşında iken anne ve babasını kaybetti. Ona ben bakıyorum. Her gün çok miktarda şeker yiyor. Doktorlar ona bunu yasak etti, ama o hiç kimseyi dinlemiyor. Sağlığı da kötüye gidiyor. Size büyük saygısı var, ne olur ona öğüt verin de şekeri bıraksın!” dedi. Bilge kadına, “Sevgili Anneciğim, hiç üzülme, sen bir ay sonra gel. Bu arada bir çare düşünürüz” diye cevap verdi. Kadın teşekkür ederek ayrıldı. Aradan bir ay geçtikten sonra torunu ile birlikte geri geldi. Her ikisi de bilgeye saygılarını sundular. Bilge oğlanı yanına oturttu ve ”Sevgili oğlum! Bir insanın en büyük zenginliği sağlığıdır. Eğer sağlığına gereken özeni gösterirsen, kuvvetli ve sağlıklı bir genç adam olursun. Eğer zayıf kalırsan, hayatta önemli hiç bir şey yapamazsın. Eğer yediğimiz bir şey bizim yapımıza uygun değilse onu yememeliyiz. Yarından tezi yok, sen artık şeker yememelisin. Aradan bir süre geçtikten sonra az miktarda yiyebilirsin. Sen çok tatlı bir çocuksun ve beni dinleyeceksin değil mi?”dedi. Çocuk başını salladı ve artık şeker yemeyeceğine dair söz verdi. Kadın bilge ile biraz gizli konuşabilmek amacı ile çocuğu bir bahane ile uzaklaştırdı ve bilgeye, ”Sayın efendim!” dedi. “Size bir soru sorabilir miyim? Bugün torunuma verdiğiniz bu öğüdü niye geçen ay söylemediniz de bizi bir ay beklettiniz? Hiç anlamıyorum.” Bilge anlayışlı bir şekilde gülümseyerek, ”Sevgili Anne!” dedi.”O sırada ben de çok miktarda şeker yiyordum. Kendi yaptığım bir şeyi başkasının yapmaması için nasıl öğüt verebilirdim? Bir insanın bir şeyi kendisi deneyimlemeden önce öğüt vermeye hakkı yoktur. Ben bu bir ay boyunca hiç şeker yemedim ve oğlunuza nasihat etme hakkını kazandım.” Kendimizin uygulamaya koymadığı bir şeyi başkalarına öğüt vermemeliyiz! (Be, do, tell!) 269 2- YAZIKLAR OLSUN Bilgenin ikametgâhında çok sayıda öğrencisi vardı. Bu öğrencilerin bazıları okulun ihtiyacı olan yiyecek, içecek, giysi ve diğer ihtiyaç malzemelerini almak için her gün bir feribotla şehre gidip gelirlerdi. O gün şehre gitme sırası sıra Brahmaananda’nındı. Gemiye bindi ve bir köşede sessizce durdu. Çok kalabalık vardı. Manevi yaşantı öğrencileri ile alay eden ve onlara küçümseyerek bakan birisi, ”Şuna bakın, ne kadar güçlü kuvvetli bir adam! Ama neye yarar? Hiç çalışmaz, sadece yer ve uyur. Bunun gibilerden şu ilerideki okulda daha çok var. Asıl kabahat bunları baştan çıkaran ve yozlaştıran hocalarında!” Etraftaki çok kimse de “Doğru, doğru” diyerek tasdik ettiler. Bu sözler Brahmananda’yı yaraladı ve çok üzdü. Ancak sessizce hakaretlere katlandı. Tabiatı itibari ile çok utangaçtı ve hiç sert yanıt vermezdi. Akşam satın aldıkları ile beraber okula döndüklerinde bilge öğrencilere detaylı sorular sorar ve dışarı dünyada nasıl davrandıklarını, neler yaptıklarını öğrenmeye çalışırdı. Bilge, Brahmaananda’ya sordu, ”Peki, anlat bakalım bugün ne yaptın?” Brahmaananda olayı detaylı bir şekilde anlatınca bilge çok kızdı ve bağırmaya başladı, "Ne! Senin hocan hakarete uğrarken sen sustun ha! O adama uygun cevabı vermeliydin. Yazıklar olsun, senin gibi bir öğrenciye bu okulda yer yok!" Ertesi gün şehre gitme sırası bütün bunları köşesinde dinleyen Vivekaananda’ya gelmişti. Feribotta yine bir önceki günkü adam bu sefer Vivekaananda’yı göstererek, ”İşte burada bir tane daha parazit. Bunlar hep o okuma yazma bilmeyen hocaya tabidirler. Ne aptal insanlar bunlar böyle!” deyince Vivekaananda adama yaklaştı. Sert bir şekilde, ”Eğer bizim hocamız için bir kelime daha söylersen seni feribottan aşağıya nehre atarım, ona göre dikkatli ol!” dedi. Adam korktu ve sustu. Vivekananda akşam olunca efendisinin huzuruna çağrıldı. Bilgeye olayı heyecanla aynen anlattı. Bilge yine, ”Ne!” diye bağırdı. ”Sen bir zaviye kıyafeti olan bu cübbeyi giyiyorsun. Böyle öfkeni kaybetmeye nasıl cesaret edersin? Yazıklar olsun, senin gibi öğrenciye bu okulda yer yok!” Bunun üzerine Vivekaananda hemen bilgenin ayağına kapandı ve “Ama Efendim!” dedi. “Siz dün Brahmaananda’yı cevap vermediği için azarlamadınız mı? Ben sana bağlı bir öğrenci olarak görevimi yapınca niye bana kızdın? Lütfen beni aydınlat!” 270 Bilge hafifçe onun sırtına vurdu ve “Sevgili oğlum! O öğüdüm sadece Brahmaananda gibi utangaç ve ürkek olanlar içindi. O daha cesaretli olmalı. Sen ise çok fazla ruhsal enerji ile dolusun. Senin sakinleşmen ve uslanman gerekiyor. Bir Guru’nun görevi öğrencilerine onların tabiatlarına/mizaçlarına ve huylarına göre öğüt vermektir. Ben ne sana, ne de Brahmananda’ya hiç kızgın değilim!” 3- FARKLI ÖĞÜT Bir bilge kendisine gelen bir adama, ”Ormana git, pazar yerinde nasıl huzur bulacaksın?” diye nasihat verdi. Başka birine de, ”Nerede isen orada kal!” dedi. Bu iki kişi sonradan buluştular ve bilgenin kendilerine verdiği öğütleri konuştular. Biri, ”Nasıl bize böyle farklı öğüt verir! Belki sen söylediklerini iyi anlamadın. Gel beraber bir daha gidelim de, şüphemiz kalmasın” dedi. İkisi beraber tekrar bilgenin karşısına çıktılar ve şüphelerini dile getirdiler. Bilge şöyle cevap verdi, ”Öğütler farklıdır, çünkü nasihat arayan kişinin manevi gelişimine göre verilmiştir.” diye cevap verdi. 4- YALNIZCA DOĞRUYU VE HAKİKATİ KONUŞACAKSIN İki melek Kasi şehrine giden insan kalabalığına bakarak aralarında konuşuyorlardı. Genç olanı yaşlı olan meleğe “Ne kadar güzel!” dedi, “Bu yıl yine çok sayıda salik hacı olacaklar” Yaşlı melek şöyle yanıtladı, “Sen buraya her gelen kişinin hacı olacağını ve Tanrı’nın rahmetine kavuşacağını mı zannediyorsun? Hacca gelen herkes buna layık olamaz. İstersen gel beraber bir yaşlı çift kılığında Kasi’ye gidelim ve sana bunu bir uygulama ile göstereyim.” Bir süre sonra iki melek tapınağın önünde seksen yaşında bir kadın ve doksan yaşında bir adam olarak belirdiler. Yaşlı adam karısının dizine başını koydu ve acılar içinde imiş gibi kıvranmaya başladı. Yaşlı kadın her gelen hacıya yalvarıyordu, “Aman efendim. Lütfen buraya bakın! Bu adam benim kocam. O çok susamış bir vaziyette ve her an susuzluktan ölebilir. Lütfen ona nehirden biraz su getirir misiniz? Ben onu bırakıp gidemiyorum.” 271 O sırada oradan geçmekte olan hacı adayları ise Ganj nehrinde yıkanmış bir vaziyette ırmağa inen merdivenlerden yukarı çıkıp geliyorlardı. Elbiseleri ıslaktı ve hepsi ellerindeki küçük pirinç kaplarda su taşıyorlardı. Bazıları kadını görüp, ”Bekle, biz bu kutsal suyu tapınakta sunakta sunduktan sonra geri döner sana ve kocana su getiririz” dediler. Bazıları, ”Allah bu dilencileri kahretsin. Bunlar yüzünden rahatça ve huzur içinde ibadet edemiyoruz” diyorlardı. Bazıları da, ”Bu dilenciler buralara kadar girememeli, niye buna müsaade ediyorlar?” diyorlardı. Tapınağın girişinde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Profesyonel bir cep hırsızı da hacılarla birlikte yürüyor ve fırsat kolluyordu. Hırsız, yaşlı kadının yalvarıp yakarmasını duyunca kalbi eridi. Daha fazla ilerleyemiyordu. Kadının yanına giderek, “Anneciğim, ne istiyorsun, sen kimsin, siz neden buradasınız?” diye sordu. Yaşlı kadın, ”Sevgili oğlum, biz buraya tapınağa dua etmek için geldik. Kocam aniden hastalandı ve yorgunluktan bayıldı. Eğer birisi onun bu güneşten ve susuzluktan kavrulmuş dudaklarından içeriye dökmek için biraz su getirebilirse belki kurtulabilir. Ben de onu bu kritik durumda bırakıp gidip su getiremiyorum. Çok kişiye bana yardım etmeleri için rica ettim, ama ellerinde su taşımalarına rağmen hiç kimse bize yardım etmedi.” Hırsız hissettiği merhamet ve acıma duygusu ile eline kurutulmuş bir su kabağı aldı ve nehirden biraz su getirdi. Tam yaşlı adama içirecekti ki, kadın onu durdurarak sordu, ”Oğlum, benim kocam her an ölebilir, bu yüzden ona su veren kişi eğer gerçeği söylemiyorsa o suyu kabul etmeyecektir.“ Hırsız ne yapacağını şaşırdı ve şöyle dedi, ”Anne! Benim bugüne kadar hiç iyi bir davranışım olmadı. Ben profesyonel bir cep hırsızıyım. Tek iyi davranışım şimdi yaptığım şey yani bu yaşlı adama su getirmektir. Gerçek budur.” Sonra getirdiği suyu nazikçe yaşlı adamın boğazından aşağıya döktü. O anda yaşlı çift ortadan kayboldu ve iki melek tüm ihtişamları ile hırsızın önünde belirdiler. Yaşlı melek şöyle dedi, ”Sevgili Oğlum! Sen kesinlikle kutsandın ve hacı oldun! Doğruyu konuşmaktan daha büyük bir erdem ve insanlara hizmet etmekten daha üstün bir ibadet yoktur. Sen şu ana kadar işlemiş olduğun günahların hepsinin karşılığını şu bir tek iyi davranışın ile ödedin.” 272 5- DÜRÜSTLÜK EN İYİ DAVRANIŞ BİÇİMİDİR Dünya çapında tanınmış ve Nobel Ödülü sahibi bilim adamı Sir C.V.Raman basit, saf karakterli, alçakgönüllü ve gösterişsiz bir insandı. Güvenilir, dürüst, doğru davranışlı ve sağlam karakterli bir yapısı vardı. Ayrıca çok nazik ve eli açık bir insandı. Nobel ödülü olarak kazandığı paranın tümünü Bangalore’da bir Bilim Araştırma Enstitüsü kurmak için harcadı. Enstitüde araştırma asistanı olarak çalışmak için başvuran adayları sözlü görüşmeye alıyordu. Raman bir adaya seçilme şansının olmadığını ve gitmesini söyledi. Görüşmelere ara verip öğle yemeğine eve gitti ve Saat 15.00’te geri döndü. Aynı genç adamı ofisin yakınında oyalanıp dolaşırken görünce kızdı, ”Ben sana seçilmediğini ve gitmeni söylemiştim. Neden hala buradasın?” Bu kızgın sözlere rağmen genç adam tüm alçakgönüllülüğü ile cevap verdi, ”Efendim, af edersiniz. Ben, beni tekrar seçmeniz için burada değilim. Bu görüşmeye gelip gitmek için bana yanlışlıkla fazla olarak verilen yol parasının artanını iade etmek için muhasebeciyi bekliyorum”. C.V. Raman şaşırdı ve genç adamın dürüstlüğü karşısında çok mutlu oldu. ”İyi o zaman, sevgili oğlum” dedi. “Hiç üzülmeyin! Ben de enstitüde araştırma asistanı olarak çalışmak üzere sizi seçiyorum. Hakikate olan bağlılığınız ve dürüstlüğünüz, hem araştırma yaparken ve hem de günlük yaşamınızda sizin en değerli servetiniz ve en değerli niteliğiniz olacaktır.” 6- ÖFKELENMEMEYE GAYRET EDİN Başbakan Rajendra Prasad’ın Rathna adında kendisine çok bağlı bir hizmetkârı vardı. Uzun yıllar boyunca efendisine hizmet etmişti. Bir gün Rathna’ya odayı temizlemesi rica edilmişti. Bir Devlet Başkanı tarafından Rajendra Prasad’a hediye edilen bir dolma kalem odada kitaplardan birisinin arasında duruyordu. Rathna masanın üzerini toz bezi ile silerken kitabı kaldırınca kalem kitabın içinden kayarak yere düştü ve kalemin ucu kırıldı. Rathna çok korktu ve endişelendi ama buna rağmen efendisine hakikati söyledi ve işlediği hatadan ötürü özür diledi. Olan biteni öğrenen Rajendra çok öfkelendi ve bağırmaya başladı. Rathna’ya dışarı çıkmasını ve bir daha yüzünü görmek istemediğini söyledi. O dolma kalemin kendisine verilen çok değerli bir hediye olduğunu da ekledi. 273 Rathna kendisine yalvararak onsuz hayatta kalamayacağını söyledi ve af edilmek için yere kapandı. Fakat Rajendra Prasad onu dinlemek bile istemiyordu ve uşağın bir an önce gözünün önünden kaybolmasını emretti. Fakat gece boyunca Rajendra Prasad’ın gözüne uyku girmedi. Sevgili uşağını kovmuş olmasının hatırasını aklından çıkaramıyordu. Ertesi sabah uyandığında Rathna’ya karşı davranışını tekrar detaylı bir şekilde gözden geçirdi. Kendisine bu kadar bağlı bir hizmetkârını hiç de büyük bir hatası olmadan gönderdiği için çok üzüldü. Dolmakalemi daha emniyetli bir yerde tutacağı yerde kitabın arasına koymuş olmasının aslında kendi hatası olduğunu düşündü. Rathna’ya haber gönderdi ve geri gelmesini rica etti. Karşısına alarak ona şöyle dedi, “Rathna sen çok iyi bir insansın. O kalemi kitabın arasına koymak aslında benim hatamdı. Sana karşı düşüncesizce hareket ettiğim için lütfen beni affet!” Rathna’nın ömrü boyunca kendisine hizmet etmeye devam etmesini istedi. Öfke içimizde hissettiğimiz kızgınlık sonucu meydana çıkar ve bu öfke krizine yenilen kişi bunun acısını ve ıstırabını çekmek zorunda kalacaktır. Hepimiz öfkemizi kontrol etmek zorundayız. Öfkeli iken herhangi bir şey yapmamalı veya söylememeliyiz. 7- EZBERLEYEREK ÖĞRENMEK TEHLİKELİDİR Eğitimsiz ve saf bir genç, askere alma merkezine başvurarak orduya katılmak istedi. Ama önce bir kaç aylık eğitime tabi tutulması gerekiyordu. Maalesef kötü şansına kendisi eğitime başladıktan bir hafta sonra, yüksek rütbeli bir subayın teftişe gelerek askerlere sorular soracağı ve eğitimlerini kontrol edeceği haberi geldi. Eğitimden sorumlu subay daha yeni gelen bu çocuk için endişeleniyordu. Tecrübeli bir subay olarak generalin soracağı soruları ve sırasını bildiğinden bu yeni geleni karşısına aldı ve “Sana ilk olarak kaç yaşında olduğunu soracak. Sen 22 dersin. İkinci soru ile kaç yıldan beri bu eğitim merkezinde olduğunu soracak, sen iki dersin. Üçüncü soru da ‘Bu eğitim merkezinde mutlu musun, yoksa evini özlüyor musun?’ olur. Sen, ‘İster burada, ister memleketimde olayım, her ikisinde de kendi evimde gibiyim’ dersin!” diyerek sorulacak sorulara dair ipuçları verdi. Bizim acemi asker adayı bu cevapları ezberledi ve teftiş günü geldiğinde kendisini görüşme odasına çağırdılar. Müfettiş sordu, “Kaç yıldır buradasın?” Çocuk, ”22” dedi. Subay çok şaşırmıştı. ”Sen kaç yaşındasın ki?” diye sorunca çocuk, ”İki“ diye cevap 274 verdi. Subay çok sinirlenmişti, ”Ne bu saçmalık böyle! Sen mi kafadan çatlaksın yoksa ben mi?” Çocuk heyecanla, ”Her ikisi de” dedi. Korkudan ancak bu sözü hatırlayabilmişti. Ezberleyerek öğrenmek çok tehlikelidir. Öğrenciler anlayarak öğrenmeli ve hatırlayabilmek için öğrendiklerini kalplerine yerleştirmeli ve sıkıca kavramalıdırlar. 8- BEŞ KARISI VARMIŞ Çok çok uzun zaman önce bir kral ve beş güzel karısı vardı. Hepsini de çok severdi. Onların da hepsi onu çok severlerdi. Fakat zaman içinde karılarının istekleri kendisinin karşılayamayacağı hale geldi. Kadınlar her zaman mutsuz ve canları sıkkın gözüküyorlardı. Onları artık kontrolü altında tutamaz hale gelmişti. Bu derdini bakanına anlattı ve onun fikrini sordu. Bakan da üzgün bir sesle, ”Efendim, benim durumum sizden daha iyi değil. Ben de her zaman karımın kontrolü altındayım!” dedi. Kral ve bakan durumu uzun süre karşılıklı konuştular ama sorunu çözebilecek bir ipucu bulamadılar. En sonunda bakan, ”Efendim, biz bir konferans düzenleyip ülkedeki bütün kocaları bir araya toplayalım; hiç olmazsa karısını kontrol edebilen bazı kocalar gelir de onlara sorarız.” Bakan hemen konferans hazırlıklarına başladı ve başkentteki toplantı için bütün kocalara davetiye gönderdi. Konferans salonu ikiye ayrıldı. Karısı tarafından kontrol edilenler bir tarafa, karısını kontrol edenler ise diğer tarafa. Toplantı günü öğlen saat 12.00’ de konferans salonunun yarısı dolmuştu bile. Ancak karısını kontrol edenler bölümünde bir tek koca bile yoktu. Bu durum karşısında kral çok sevindi. Ve “En azından kocaların %99’u karıları tarafından kontrol ediliyorlar.“ diye düşündü. Bu sırada bir beyefendi salona girdi ve diğer bölüme oturdu. Hemen kral ve bakan adama doğru yaklaştılar Bakan, “Tebrikler beyefendi, biz karısını kontrol edebilen en azından bir kişi bulmaktan dolayı çok mutluyuz. Söyler misiniz bu zafere nasıl ulaştınız?” Adam sakince cevap verdi, ”Majesteleri, yanılıyorsunuz! Ben de karımın tam kontrolü altındayım.” “O zaman, gidip öbür bölüme oturmalısınız! Burada oturamazsınız!” diye bakan emir vererek konuştu. Bunun üzerine adam yalvarmaya başladı, ”Majesteleri! Size itaat etmememden dolayı bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz. Ama ben karımın 275 emirlerine karşı çıkamam. O, bana gelirken “Git ve orada diğerleri ile birlikte değil, yalnız otur” dedi. Onu kızdıracak veya canını sıkacak bir şey yapmaya cesaret edemem.” Kral ve bakan ikisi de beraber derin bir ”Oh” çektiler. Bu hikâyenin anlamı nedir? Kral bu hikâyede zihni temsil eder, beş karısı da beş duyumuzu. Zihin duyular tarafından kontrol edilmektedir. Zihin duyuların isteklerini karşılayamaz. Göz talebini ortaya koyar, ”Ben güzel şeyler görmek istiyorum.” Kulak talep eder, ”Ben güzel müzik dinlemek istiyorum.” Burun der ki, ”Ben parfüm istiyorum.” Dil ısrar eder, ”Ben güzel yemekler tatmak istiyorum.” Bu durumda zihin, bu kadar çeşitli istikamete çekilirken ne yapabilir? Bu durum duyuların esiri olan bir adamın zavallı durumudur. Bu nedenle, bir insanın zihnini kontrol edebilmesi için gerekli sanatı ve bilimi öğrenmesi, onun birinci ve en önemli görevidir. 9- HER ZAMAN DİKKATLİ OLUN Hazarat Muhammed çok dindar ve çok erdemli bir insan idi. Her zaman mütevazı bir hayat sürdü ve duyularının efendisi oldu. Yaşlandığı zaman önsezisi ile ölümün yakın olduğunu anladı ve kendisini bu sonuca hazırlamaya başladı. Bir gün boğazında çok şiddetli bir acı duydu. Nefes almakta çok zorlanıyordu. Salikleri onun çevresinde toplanarak bilgenin son sözlerini duymak istiyorlardı. Bir şey söylemek istiyor, fakat boğazında biriken tükürük onu konuşmaktan alıkoyuyordu. Salikler çaresizce ona yardım etmeye çalışıyorlardı. “Efendimiz, bir şey söylemek istiyorsun. Lütfen söyle bize!“ Fakat Hazarat Muhammed konuşamadı ve derin tefekküre girdi. Artık saliklerinin sözlerini duymuyordu. Öğrencilerin yoğun ve samimi duaları ile boğazındaki bu acı dinmişti. Bilge gözlerini açtı ve öğrencilerine baktı. Hepsi son derecede mutlu olmuştu. Ona tekrar sordular, ”Sevgili Üstadımız arzun nedir bize onu söyle. Biz kesinlikle onu yerine getireceğiz.” 276 Hazarat Muhammed şöyle dedi, ”Sevgili çocuklarım, çok tuhaf bir rüya gördüm. Ben, MAYA yani yanılgı tarafından takip ediliyordum. Ben Maya’ya sordum. ‘Niye beni takip ediyorsun?’ Maya şöyle cevap verdi. ’Sevgili Muhammed, bu dünyada hiç kimse yoktur ki benim kölem olmasın, bir tek sen hariç. Sen beni yendin!’ Ben de şöyle dedim. ‘Lütfen acele davranıp yanlış sonuçlara varma ve sanki ben Maya’nın iplerinden kurtulmuşum gibi kendimi güven içinde hissetmemi sağlama. Ben son nefesimi verene kadar, ne olmuş olduğuma emin olamam. Son anda bile sana yani Maya’ya kapılıp yenilebilirim.’ Sonra tam bir teslimiyet hali içinde kurtuluşu Tanrı’da bulabilmek için O’na sessizce dua ettim. Çocuklar! Hatırlayın ki biz her an çok dikkatli olmak zorundayız. Maya’nın bizi ne zaman ve nasıl ele geçireceğini bilmiyoruz. Bu yüzden her anınızı dua ederek geçirin. İşte o zaman duyularınızı kontrol edebilirsiniz. Size mesajım budur.” 10- ISAAC NEWTON’UN ALÇAKGÖNÜLLÜĞÜ Hepiniz 18.yüzyılın ünlü İngiliz bilim adamı Sir Isaac Newton’un adını duymuşsunuzdur. O her zaman laboratuarında deneyler üzerinde çalışır ve bulduklarını kâğıda dökerdi. Ayrıca hayvanları da çok severdi. Bir köpek ve bir kedi besliyordu. Ancak Newton laboratuarın kapısını içerden sürgüleyerek daima kapalı tutardı. Kedinin ve köpeğin çalışırken kendisini rahatsız etmelerini istemiyordu. Kedi çok ince ve zayıf bir kediydi. Devamlı olarak sahibi ile beraber olmak istiyordu. Kapı kapalı olduğu zamanlarda kedi kapının önüne giderek miyavlamaya ve kapıyı tırmalamaya başlıyordu. İçeri girmek istediğini gösteriyordu. Newton da onun bu yalvarırcasına miyavlamasına ve kapıyı tırmalamasına dayanamıyordu. Ancak kapıyı da açık tutamıyordu, çünkü bu sefer başka insanlar içeriye girip onu rahatsız ediyorlardı. Bir marangoz çağırttı ve kapının altında kedinin girip çıkabilmesi için küçük bir kapı yapmasını söyledi. Marangoz görevi yerine getirdi. Newton duruma bulduğu çözüme çok sevinmişti. Ancak bir süre sonra kedi hamile kaldı ve birkaç tane yavru doğurdu. Bunun üzerine Newton marangozu tekrar çağırttı ve şöyle dedi, “Kapının altında bu sefer yavruların girip çıkabilmesi için daha küçük bir giriş çıkış yeri daha yapmanı istiyorum.” Marangoz Newton’un saflığını anlayamamıştı. Şöyle cevap verdi, “Sir, özür dilerim ama başka bir delik daha oymamıza gerek yok. Hem anne kedi ve hem de yavrular aynı delikten girip çıkabilirler.” Newton ,”Tabi ya!” dedi. “Sen ne kadar akıllısın! Ben 277 bunu hiç düşünememiştim. Kesinlikle ben bugün senden bir şey öğrenmiş bulunuyorum.” Dünyaca ünlü bilgin Newton’un alçakgönüllülüğü işte bu kadar büyük idi. Bir insanın erişmiş olduğu derin bilgilerin ve entelektüel seviyelerin başkaları tarafından tanınması ve o kişinin ün kazanması yeterli değildir. İnsan, başkalarının da sahip oldukları bilgi seviyesini ve yeteneği takdir edebilecek kadar tevazu sahibi olmalıdır. 11- EİNSTEİN’İN ALÇAKGÖNÜLLÜĞÜ Dünyaca ünlü bilim adamı Einstein basit konuşma tarzı ve hem kıyafetlerinde ve hem de davranışlarındaki sadelik ve tevazu ile bilinirdi. Çalışmalarını yalnızca biraz kâğıt, bir kurşunkalem ve bir çöp sepeti ile sürdürürdü. Yaşamında onun insan sevgisini ve alçakgönüllülüğünü gösteren birçok olay vardır. Einstein’in oturduğu semtte matematikte pek başarılı olamayan bir kız vardı. Kızın ailesi oldukça fakirdi ve bu yüzden özel ders aldırmaya güçleri yetmiyordu. Kız da bu yüzden çok mutsuzdu. Bir gün komşusu bir hanım küçük kıza şöyle dedi, “Sevgili kardeşim, meşhur matematikçi Einstein bizim mahallede oturuyor. Neden ona gidip matematik derslerinde sana yardım edip edemeyeceğini sormuyorsun?” Bunu üzerine kız Einstein’in evine gitti. Çok iyi ve sevecen bir şekilde karşılandı. Einstein kıza ne istediğini sorunca kız da kendisine matematik dersi verip veremeyeceğini sordu. Einstein hemen, “Tabii ki!” dedi. “Yarından itibaren buraya gel. Ben sana matematik öğreteceğim.” Kız bir ay boyunca Einstein’e her gün derse gidip geldikten sonra kızın annesi Einstein’in kapısını çaldı ve şöyle dedi, “Sir, kızımıza ders verdiğiniz için biz size şükranlarımızı sunuyoruz. Fakat korkarım siz kızıma ders verirken çok zaman harcıyorsunuz. Belki de biz size rahatsızlık veriyoruz!” Einstein hemen cevapladı, “Sevgili Bayan, sizin kızınıza matematik öğretmek benim için bir zevk. Aslında bu ders sayesinde benim sizin kızınızdan gündelik hayata dair birçok şey öğrenme imkânım oldu. Ben şimdi günlük yaşam konusunda ne kadar kara cahil olduğumu fark etmiş bulunuyorum. Asıl ben kızınıza teşekkür borçluyum!” Kızın annesi Einstein’in insanlığına ve alçak gönüllülüğüne hayran kalmıştı. 278 12- SAKİNLİK VE SOĞUKKANLILIK Tukaram büyük bir bilge idi ve köyde ailesi ile birlikte yaşıyordu. Tukaram’ın bir hektar toprağı vardı ve orada şeker kamışı ekiliydi. Kamışlar büyüdüler ve boyları uzadı. Tukaram onları kesmek ve eve getirmek için tarlaya gitmeye başladı. Bir akşam işi bittikten sonra bir at arabası dolusu şeker kamışı ile eve dönüyordu. Köyün bütün çocukları arabanın çevresine toplandı ve “Büyükbaba, bize birer şeker kamışı verir misin?” diye sordular. Tukaram çok merhametli bir insandı ve özellikle çocukları çok seviyordu. Her birine bir şeker kamışı verdi. Eve ulaştığı zaman arabada tek bir kamış kalmıştı. Evde ise karısı kapıda şeker kamışını bekliyordu. Ama o da ne! Eyvahlar olsun! Arabada tek bir kamışı görüyordu. Kocasına çok kızdı ve bağırmaya başladı, ”Sen ne kadar duygusuz bir insansın! Evde bir karın ve çocukların olduğu hiç mi aklına gelmedi? Tüm ürünü bedavaya dağıttın. Sen benim ve çocukların ölmemizi mi istiyorsun?” dedi ve geride kalan bir tek şeker kamışını alarak kocasının kafasına vurdu. Şeker kamışı üçe bölünmüştü. Tukaram çok sevinmişti, neşe ile seslendi, “Sevgilim, sen ne kadar akıllısın! Problemi çözdün! Ben bu kalan bir tane şeker kamışını sizin üçünüzün arasında nasıl bölüştüreceğimi bilmiyordum. Şimdi artık üç parça olduğuna göre her biriniz bir tanesini alabilirsiniz!” İşte bu gerçek bir insanın davranış şeklidir. Herkese karşı, hatta kendisine zarar verene, kötü davranana bile sevgi doludur. Şöyle güzel bir söz vardır, “Sevgi, kendi çıkarını düşünmez. Sevgi verir ve affeder.“ 13- TOLERANS NEDİR? Zebunissa, Kral Auarangazeb’in kızı idi. Prenseslerin içinde en beceriklisi idi. Yalnız güzel değil, aynı zamanda bilgin, şair ve kültürlü bir prensesti. Herkese karşı çok nazik, şefkatli ve merhametli idi. Babası Kral Auarangazeb sevgili kızına bir gün çok güzel bir aynayı hediye olarak vermişti. Bir akşamüstü güzel prenses hafiften esen, sakin ve serin havanın keyfini sürerken hizmetçisini çağırdı ve odasından aynasını getirmesini söyledi. Hizmetçi 279 hemen koşarak gitti. Ancak aynayı alıp geri dönerken, prensesin o çok sevdiği ayna şansız bir şekilde ellerinden kayıp yere düştü ve paramparça oldu. Hizmetçinin kalbi de ayna ile beraber kırılmıştı. “Ben şimdi ne yapacağım! Affedilmez bir hata yaptım. Eh ne yapalım sonuçlarına katlanacağım.” diye düşünerek kırık ayna parçaları elinde prensese gitti ve ona yalvardı, ”Sevgili prensesim, sizin o çok sevdiğiniz aynayı maalesef düşürerek kırdım. Bana vereceğiniz her türlü cezaya razıyım ve hazırım.“ dedi. Zebunissa onun sırtını okşadı ve “Üzülme, ben zaten o gösterişli aletin kırılmasına sevindim. Niye üzülelim ki? Yaşamamızı sürdürmeye yarayan bu bedenimiz bile bir gün mahvolmaya ve bozulmaya mahkûm değil mi?” 14- GERÇEK FİLOZOF KİMDİR? Sokrates büyük bir Yunanlı filozof idi. O her zaman hakikat peşinde koşardı. Bütün yaşamını gerçeği aramakla geçirdi. Onun tek düşüncesi, insanın ilk görevinin, kendisinin kim olduğunu bilmesidir. “Kendini bil.” onun mesajı idi. O yaşamında sık sık,“Ben kimim?” sorusuna konsantre olur, uzun süre bu düşünceye dalar giderdi. Bir gün Sokrates yine her zamanki gibi “Ben kimim?” sorusuna dalmış bir şekilde sokakta yürürken, karşı taraftan da emekli bir subay geliyordu. O da kendisi ile ilgili ciddi bir probleme dalmış gitmişti. Kendi kendine, “Artık emekli olduğuma göre kendime uygun bir iş nasıl bulacağım?” diye düşünüyordu. Hem subay, hem de Sokrates dalgın dalgın yürürlerken çarpıştılar. Emekli subay çok kızdı ve bağırmaya başladı, ”Bu nasıl sokakta yürümek böyle? Hiç dikkat etmez misin? Senin hiç gözün yok mu? Sen kimsin bakalım?” Sokrates hemen subayı selamladı ve “Sir, eğer bana benim kim olduğumu söyleyebilirseniz, size minnettar olurum. Bu soru benim yıllardır cevabını aradığım sorudur.” Subay, Sokrates’ın sözlerini anlamamıştı. Onu deli zannetti ve bastonunu sallayarak yoluna gitti. Sokrates o gün öğle yemeği için eve oldukça geç döndü. Karısı evde ona yemek vermek için bekliyordu. Sokrates içeri girdi ve bir iskemleye oturdu, ama yine o 280 düşünceye daldı. Karısı onu yemeğe çağırdı, sonra bir kez daha çağırdı. Üçüncü de bile hala cevap alamadı. Böylelikle kadın kızgınlıktan kendini kaybetti ve bir tencere dolusu soğuk su alarak Sokrates’ın kafasından aşağıya boca etti. Soktates’ın yüzü bir gülümseme ile aydınlanmıştı, ”Aha, her gün şimşek çakıyor ve gök gürlüyordu. Bugün yağmur yağacağı belli idi.” dedi. O karısının öfkesine, kötü sözlerine ve paylamalarına azıcık bile olsun kızmamıştı. 15- GERÇEK ÂLİM KİMDİR? Kral Janaka’nın sarayı tartışma yapan bilginler, söylev veren filozoflar ve bilgeler için bir sığınak gibiydi. Bir seferinde âlimlerin bir hafta süre ile tartışacakları bir toplantı düzenlenmişti. Bilge kişilere toplantıya katılmaları için davetiyeler gönderilmişti. Günlük toplantılarda seçkin bir topluluk hazır bulunacak, kral da bu topluluğa başkanlık edecekti. Ashtavakra, çirkin, kıyafeti çok kötü fakat çok akıllı bir genç idi ve bu toplantılara katılmayı çok arzuluyordu. Fakat hiç kimse onu tanımıyordu ve üstün niteliklerini bilmiyordu. Onun kendisine ve Tanrı’ya büyük inancı vardı. Büyük bir istekle sarayın kapılarına ulaştı. Fakat bu çirkin genci saraydan içeri kim alacaktı ki? Herkes ona alaylı alaylı gülüyordu. Üç gün boyunca kapılarda bekledi. Kararından hiç vazgeçmedi ve gelip geçen bilginlere sabırla yalvardı. Yaşlı bir bilgin ona sempati duyarak durumundan Kral Janaka’yı haberdar etti. Kral yardımcılarına onu huzura buyur etmelerini söyledi. Kral Janaka yerine yeni oturmuştu, oturum başlamak üzereydi. Büyük toplantı salonunda sessiz, sakin, huzurlu ve ağırbaşlı bir atmosfer vardı. O sırada Ashtavakra içeri girdi. Bilginler bu saygın ve soylu topluluğun salonuna çoban değnekli şekilsiz bir adamın ayak attığını görünce, yüksek sesle gülmeye başladılar. Yalnızca Kral Janaka gülmedi ama merakla genci ve hareketlerini takip ediyordu. Ashtavakra salonun içinde yürüyerek sağa sola bakındı ve bu sefer o bilginlere bakıp yüksek sesle gülmeye başladı. Bu uygunsuz durum onlar için bir problem yaratmaya başlamıştı. “Neden bu çirkin köylü parçası bize güldü ki? Bizim gülmemiz için kesinlikle bir sebep vardı! Fakat kim böyle bir görünüşe gülmez ki?“ diye söylendiler. Bilginlerden biri Ashtavakra’ya sordu, “Ey yabancı! Sen kimsin? Seni tanımıyoruz. Fakat içeri 281 girdiğin zaman görüntün bizi güldürdü. Bizim gülmemize cevaben sen de bize yüksek sesle güldün. Bunun sebebi nedir? Bizi komik bulmanı sağlayan nedir?” Ashtavakra sakince cevapladı, “Sir, ben bu topluluğa girdim. Çünkü buradaki insanların bilge Kral Janaka tarafından çağrılmış bilginlerden oluşan kutsal bir topluluk olduklarını sanıyordum. Buradaki toplantıda böyle insanlar olduğunu bilseydim buraya gelmezdim. 3 gün boyunca dışarıda sabırla bekledim. Ve sonra büyük âlimlerle birlikte olacağım düşüncesi ile içeri girdim. Fakat eyvahlar olsun! Salonda tek bir bilge bile bulamadım. Sadece derilerle çalışan ayakkabı tamircileri gördüm.” Bu söz üzerine toplantıdaki bütün bilginler öfkelendiler ve kendilerini hakarete uğramış saydılar. Fakat Ashtavakra aynı tarzda konuşmaya devam etti, ”Bir parça deriden yapılmış eşyanın değerini sadece eskiciler biçebilir. Bu, sizleri tarif etmek için en uygun sözdür. Hepiniz benim dış görünüşüme güldünüz. Benim bilgi ve eğitimde yetersiz ve değersiz biri olduğumu öngördünüz. O zaman kendinizi nasıl olur da bilge olarak adlandırırsınız? Bir bilge, aklı başında ve ileriyi görme gücü olan bir kişidir. O, herkesin içinde var olan İlahi Varlığa bakar, fakat siz sadece bedenin dışını örten kumaş parçasına önem veriyorsunuz. Bu topluluktan bir kişi bile benim bilgimi ölçmek için bir gayret sarf etmedi!” Bütün bilginler, bu cevap üzerine utanç içinde başlarını öne eğdiler. Kral Janaka tahtından aşağı indi ve Ashtavakra’nın yanına gelerek topluluk içinde bir yer almasını rica etti. Tabii söylemek gerek yok, Ashtavakra toplantının geri kalan diğer 4 günü konuşmalara katılarak başkanlık etti. İnsanların sadece dış görünüşlerine bakarak onları yargılamak ve onlar hakkında karar vermek yanlıştır! 16- BEĞENİ VE HOŞNUTSUZLUK Bir seferinde bilge Vivekananda bir köyde manevi sohbet yaptıktan sonra Dhakshineswar’a geri dönüyordu. Bir çiçek ve meyva satıcısı da onunla birlikte yürüyordu. Köyde tüm balıklarını sattıktan sonra ellerinde boş sepetleri ile geri dönen iki kız daha vardı. Birden bir yağmur boşandı. Çiçek satıcısı, Vivekananda’yı ve diğer iki kızı yakınlardaki evine davet etti. Yağmur dindikten sonra yollarına devam edebileceklerini söyledi. 282 Evde onlara soğuk içecekler ikram etti. Aradan zaman geçip yağmur dinmeyince geceyi orada geçirmeye karar verdiler. Bayanlar içerideki odada uyuyacak, beyler de verandada uyuyacaklardı. Vivekananda da çiçek satıcısı da verandada duran boş balık sepetlerinden gelen koku yüzünden uykuya dalamıyorlardı. İçerideki odada birbirleri ile konuşan kızları duyuyorlardı. “Ben bu çiçeklerin kokusu yüzünden uyuyamıyorum. Ne yapalım acaba?” diye bir kız şikâyet ediyordu. Diğeri ayağa kalktı ve “Evet haklısın arkadaşım. Ben de uyuyamıyorum. Haydi, gidip sepetlerimizi alıp kendimize yastık yapalım. Belki o zaman uyuyabiliriz.” Kızlar verandaya geldiler, balık sepetlerini aldılar ve hemen derin bir uykuya daldılar. Vivekananda derin bir düşünceye daldı. “İnsanlar nasıl böyle farklı olabiliyorlar? İnsan öyle bir varlık ki beğenileri alışkanlıkları tarafından şekillendiriliyor. Ben bu bayat balık kokusuna dayanamadığım için uyuyamadım. Kızlar da uyuyamadı, çünkü onlar yalnızca balık kokusuna alışmışlardı ve çiçek kokusuna dayanamıyorlardı.” 17BASİT YAŞANTI – YÜKSEK DÜŞÜNCE HIGH THINKING) (SIMPLE LIVING – İngiliz idaresinden kurtulmak için Hindistan’ın verdiği mücadeleyi bilen herkes Sardar Vallabhai Patel’i tanır. Nehru, Başbakan olduğu zaman Patel de Başbakan Yardımcısıydı. Patel gerçek bir inanandı. “Basit yaşa ve yüce düşün!”(Simple living and high thinking) atasözüne inanırdı. Kızı Maniben de babasının izinden gidiyordu. Bir gün Patel’in yakın arkadaşı Mahavir Thyagi onları ziyarete gelmişti. Mahavir, Maniben’i evin gündelik işlerini yaparken izliyordu. Kız eski ve yırtık pırtık bir sari giyiyordu. Mahavir, bir Başbakan Yardımcısının kızının böyle eski püskü şeyler giymesine ve evin en pis ve zor işlerini yapmasına dayanamadı ve ”Kızım, bu şekilde cimri ve pinti olmamalısın. Bu kıyafetlerin ile babanın itibarına leke getirdiğini düşünmüyor musun?” Maniben bu soruya çok kızmıştı, ama öfkesini koruyarak sakince, ”Sayın Thyagi, ben ne diye babamın ismini lekeleyeyim ki? Ben bu yamalı sariyi giymekten ne utanıyorum, ne de üzülüyorum. Çünkü o sarinin kumaşı benim tarafımdan iplikle eğrilmiştir. Ben hizmetçi çalıştırmaktan hiç hoşlanmıyorum. Kadının kendi evinin işini kendisinin yapmasının hiçbir yanlış tarafı yoktur. Bu onun görevidir. Ben çalışmanın kutsallığına inanırım. Yalnızca yanlış yollardan para kazanan insanlar lüks bir yaşam 283 sürerler. Ben insanın kendine güvenmesine inanırım.” diyerek cevap verdi ve onun cevabını beklemeden içeriye girdi. Orada bulunan ve konuşmaya kulak misafiri olan Dr. Suseela Nayar da şöyle dedi. ”Saygıdeğer Thyagi! Hiç de Maniben’i anlamış gibi görünmüyorsun! O yaptığı işi ibadet olarak gören bir kızdır. Sabah erkenden akşam geç saatlere kadar her zaman çalışır. Koltukları temizler, çamaşırları yıkar, yemek pişirir ve ne zaman fırsat bulsa hemen iplik eğirir. Sadece iplik eğirmez, herkes için giysi diker. Hiçbir şeyi israf etmez. Bir sarisi parçalansa babasının iki dhotisini birbirine ekler ve giyer. O, Mahatma Gandhi’nin hepimize öğretmiş olduğu ‘basit ve düz yaşamak ve yüce düşünmek’ atasözünün yaşayan bir örneğidir.” Gandhi’ye sözde hayran olup onu öven birçok insan vardır, ama sadece bir avuç insan onun yaptıklarını kendisine örnek alarak onu gerçekten takip ediyor. Dhoti= geleneksel Hindu erkek giysisi 18- BÖLÜNMÜŞ DİKKAT Bir kasabada yaşayan bir avukat vardı. Zaman içinde büyük bir ün yapmıştı. Suçsuz müvekkillerine adalet ve suçlu müvekkillerine de acıma sağlıyordu. Her sabah erken saatlerde banyo yaptıktan sonra 1 saat boyunca dua odasına çekilerek zikir yapıyordu. Beş heceli dua mantrasını söylüyordu. Bir gün yine dua odasında beş heceli duayı söylerken dışarıdan bir müşterinin kendisini aradığını işitti. Bir adam kapıda gelinine “Hanımefendi acaba avukat bey evdeler mi? Bugün görüşme için müsait olabilecekler mi?” diye sordu. Gelin şöyle cevap verdi, “Benim kayınpederim şu anda ayakkabı tamircisinin yanında, lütfen biraz bekler misiniz?” Bu sözleri işiten avukat hem çok şaşırdı ve hem de çok sinirlendi. Hızla mutfağa gitti ve gelinine sordu, “Sen biraz önce ne söyledin? Sende hiç akıl yok mu? Benim içeride dua terennüm ettiğimi biliyorsun. Durum böyle iken nasıl olur da gelen adama benim ayakkabıcıda olduğumu söylesin?” Gelin şöyle cevap verdi, “Şey özür dilerim sevgili kayınpederim. Şüphesiz siz dua odasında idiniz, ama ya zihniniz nerede idi? Siz biraz önce ayakkabıcının 284 ayakkabılarınızın tamirini bitirip mahkemedeki dava saati gelmeden önce eve yetiştirip yetiştiremeyeceğini düşünüp endişe etmiyor muydunuz? Bir yandan kutsal ismi terennüm ederken diğer yandan da ayakkabıcının gelip gelmediğini daha biraz önce iki üç defa sormadınız mı?” Avukat tek bir söz bile söyleyemedi, çünkü gelininin söyledikleri tamamen doğru idi. Gelinine büyük bir bilgelikle kendisindeki eksikliği gösterdiği için teşekkür etti. Tanrı’nın o kutsal ismini mekanik olarak terennüm etmemeliyiz. Yaptığımız zikir veya duanın içine tüm kalbimizi, aklımızı/zihnimizi ve ruhumuzu koymalıyız. Dilimiz ile kutsal kelimeleri zikretmek ve diğer yandan da başka şeyler düşünmek kesinlikle ibadet değildir. “Mantra/Dua” yalnızca dilden değil kalpten kaynaklanmalıdır. Edilen dua sevgi ve Tanrı’ya şükretmek ile de desteklenmelidir. 19- BİR MÜRİDİN ARZUSU Hanuman, büyük bir zafer kazanılan savaştan ve elde ettiği büyük başarılardan sonra Lanka’daki görevini bitirmiş ve Anne Sita’ya giderek onun iyi duasını ve kutsamalarını almak istemişti. Sita Anne, Hanuman’ı şu sözlerle kutsamak istedi, ”Hanuman! Sen çok cesur, zeki ve yiğit birisin. Umarım hiç yaşlanmazsın!” Ama Hanuman buna hiç sevinmemişti. Onun hayal kırıklığını gören Sita onu yine kutsadı, ”Ölümsüz biri gibi yaşa!” Ama bu da Hanuman’ı hiç memnun etmedi. Onun duygularını ve ne istediğini tahmin eden Sita bu sefer, ”Herkes senin erdemli davranışlarını ve faziletlerini övsün ve gördükleri kişilere anlatsın. Çok ünlü biri olursun inşallah!” Hanuman bu sefer utanmış görünüyordu ve utancından başını yere eğdi. Sita onu en sonunda şöyle kutsadı, “Tanrı seni her zaman sevsin, her zaman O’nun sevgili müridi ol inşallah!” Bu sözleri duyar duymaz Hanuman havalara uçtu ve sevinçten çıldırdı. “Benim tek istediğim buydu.” diye cevap verdi. “Ben Tanrı’nın Sevgisine layık olmalıyım. Üzerinde Tanrı’nın Sevgisi olmayan bir yaşam, ölü gibi yaşamaktan farksızdır. Benim yegâne arzum, Tanrı’nın Sevgisini kazanmaktır.” 285 20- HERŞEY TANRI’DIR Her şey Tanrı’dır. Eğer kendimizin İlahi Öz olduğumuza dair sağlam bir inancımız varsa, başkalarının da İlahi Varlık olduğunu kolayca kavrayabiliriz. Eğer başkaları ile ayrı varlıklar olmadığımızı düşünürsek onlar için merhamet duyarız. Bu gerçeği anlatan bir hikâye vardır. Bir kadın köyde yaşayan bilge için her gün ekmek hazırlar ve ona götürürdü O gün bilge için bazı unlu tatlılar hazırlamıştı. Her nasılsa eve bir köpek girdi ve onları yedi. Kadın köpeği bir sopa ile dövdü ve evden dışarı attı. Bir kere daha tatlı çöreklerden hazırladı ve bilgeye götürdü. Bilge çörekleri almayı reddetti, çöreklerden yediğini ve açlığının giderildiğini söyledi. Kadın bunun imkânsız olduğunu, çörekleri ilk defa getirdiğini söyledi. Bilge de “Ben senin hazırladığın çörekleri yedim, sonra sen beni sopa ile dövdün ve evden dışarı attın” diye cevap verdi. Kadın bir süre bilgenin ne dediğini anlayamadı, am sonra köpeği nasıl dövdüğünü hatırladı. Ellerine kapanarak ondan özür diledi. Bu şekilde bilge insanlara Yüce Varlığın tüm canlıların içinde var olduğunun mesajını vermişti. 21- PUTA TAPMAK Sadece tek bir Tanrı vardır ve O da her yerde hazır ve nazırdır. Doğru! Fakat bazı insanların inancına göre O’na konsantre olabilmek için bir nirengi noktası veya başlangıç için bir form gereklidir. İlahi Olan’ın Her Zaman Her Yerde Var Olduğuna aklı erebilmesi ve inanabilmesi için insanın zihninin temizlenmesi ve bazı psikolojik aşamalar ve ibadetler ile saflaştırılması gerekmektedir. Bu sebepten Tanrı’nın heykellerine ibadet edebilmek için bazı düzenli ritüeller tarif edilmiştir. Bazı insanlar hemen şöyle sorabilirler, “Tanrı bir taş, bir resim veya bir parça kâğıt olabilir mi? Bu bir şirktir!” Buna cevaben şöyle denebilir “İlahi Olan taşın içinde ve resmin içinde yok değildir, yani onların içinde de vardır! Biz Tanrı’yı küçültüp O’nu bir taşın veya bir şeklin içine hapsetmiyoruz. Biz O’nun taşın içinde de olduğunu kavrıyor, anlıyor ve doğruluyoruz. 286 Biz o şekli Mutlak ve Sonsuz Olan’ın ölçülerine yükseltiyoruz. Resmi çerçevesinin çok daha ötelerine genişletiyoruz.” Böyle bir ibadet ile zihni sınırlamalarından kurtarması ve İlahi Olan’ı kavrayabilmesi için bir resmin bile bir araç olabileceğini anlayabiliriz. Siz birisine bir şey göstermek istediğiniz zaman parmağınız ile o cismi işaret edersiniz. Gösterilecek şeyi görmek isteyen kişi önce sizin parmağınıza bakar ve nereyi gösterdiğinizi görür. Sonra başını parmağın gösterdiği yöne çevirir ve bakar. Sonra da bir daha dönüp parmağınıza bakmaz. İşte resim veya heykelin yaptığı iş de buna benzer. Önce yönü gösterirler ve sonra işleri biter. Vivekananda’nın yaşamından bu noktayı aydınlatan bir hikâye vardır. Rajasthan’da Alwar’da bulunan kral, Vivekananda ile tartışıyordu. Tanrı’nın bir ressamın çizdiği bir resimle kavranamayacağını, resmin sadece bir bez parçası ve renkli boyalardan oluştuğunu söylüyordu. Bunun üzerine Vivekananda, Kral’ın yanında duran bakanlardan birini çağırdı ve kralın büyükbabasının duvarda asılı portresini aşağıya indirmesini istedi. Sonra da resmin üzerine ayağı ile basmasını ve tükürmesini söyledi. Bakan tabi bunu yapmaya tereddüt etti ve geri çekildi. Bunun üzerine Vivekananda, “Herhangi bir duyguya gerek yok. Sayın kral portrenin sadece bez ve boya parçası olduğunu söylüyor. Resimle büyükbaba sanki aynı şeymiş gibi ilişki kurmana gerek yok!” diye cevap verdi. Salondaki herkes korku ile geri çekildi. Kralın büyükbabasının resmi herkes için derin saygı duyulacak bir eşya idi. Vivekanada şöyle özetledi, ”Sevgili Kral! Büyükbabanın resminin senin ve saray eşrafı için saygı duyulacak bir eşya olduğunu kabul ediyor musun? İşte aynı şekilde Tanrı’nın resmi de O’nun sevenleri açısından çok değerlidir.” 287 22TANRI’YI BİR ZANNETMEYİN TAŞ PARÇASI YA DA BİR RESİM Calcutta(Kalküta) yakınlarında Dakshineswar’da bir Krishna Tapınağı vardır. Bu tapınak bir zamanlar Ramakrishna Paramahamsa’nın içinde rahip olarak görev yaptığı Durga’ya ait o ünlü tapınağın çok yakınlarındadır. Günün birinde Krishna Tapınağının rahibi tapınağın içindeki Krishna heykelinin bir ayağının kırılmış olduğunu fark etti. Hemen tapınağın üst düzey yöneticisi olan bayan Rani Rasmani’yi konudan haberdar etti. Rani Rasmani birçok bilgine bu olayı danıştı. Hepsi de kırılmış bir heykelin ibadet edilmeye layık olmadığına hemfikir olarak karar verdiler. Yeni bir heykelin inşa edilmesini ve kutsanarak eskisinin yerine konulmasını önerdiler. Ancak Rani Rasmani bu konuda Ramakrishna Paramahamsa’nın da fikirlerini almak istiyordu. Rani bilgelerin düşüncesini ve önerilerini ona anlattı. Ramakrishna Paramahamsa çok dokunaklı bir cevap verdi, “Sevgili Anne! Lütfen şöyle düşün! Eğer senin damadın mesela bir kaza geçirse ve ayağı kırılsa ne yaparsın? Onu hastaneye götürüp kırık ayağını iyileştirir misin yoksa kızını evlendirmek için hemen yeni bir damat aramaya mı başlarsın?” Rani Rasmani bu soruya cevap veremedi. Ramakrishna’nın bağlılık hislerini gayet iyi kavramıştı ve onunla aynı fikre gelmek üzereydi. Fakat kırılan ayak nasıl doğru bir biçimde nasıl eski haline getirilecekti? Ramakrishna hemen şöyle ekledi, “Anne! Lütfen hiç endişe etme! O kırılan ayağı ben kendim yerine yerleştireceğim. Ben çocukluğumdan beri heykel yapma ve boyama konularında uzmanlaştım.” Biz heykellere ibadetimizi sunduğumuz zaman onların kilden, taştan veya metalden yapılmış şekiller olarak değil, İlahi Olan’ı içinde taşıyan kaplar olarak düşünmeliyiz. Doğrudur, o şekil Tanrı değildir, fakat şurası kesindir ki Tanrı o şeklin içindedir, tabi eğer bizim O’nun varlığına ve Heryerde ve Herşeyde Hazır ve Nazır Olduğuna dair inancımız varsa! Kısaca şöyle ifade edebiliriz, “Taş Tanrı’dır, ama Tanrı taş değildir!” 288 23- SANDAL AĞACI Bir Raja(kral) ormanda avlanıyordu. Bir geyik gördü ve onu takip etmeye başladı. Fakat ormanın içinde o kadar uzağa gitmişti ki birden etrafında maiyetinin olmadığını fark etti. Yolunu kaybetmişti. Çok susamış ve çok acıkmıştı. En sonunda ileride küçük bir kulübe gördü. Kulübede fakir bir oduncu ve karısı birlikte yaşıyorlardı. Oduncu ormandan kestiği odunları uzaktaki bir köyde satıyordu. Yiyecek stokları neredeyse bomboştu, fakat evin hanımı bir gözleme hazırlamayı başardı. Kral gözlemeyi büyük bir iştahla mideye indirdi. Hayatında böyle lezzetli bir şey yememişti, çünkü bugüne kadar hiç bu kadar aç kalmamıştı. Evin içindeki odada istirahata çekildi ve akşamüstü olmasına rağmen hemen derin bir uykuya daldı. Çünkü hayatı boyunca hiç bu kadar yorulmamıştı. O sırada saray görevlileri ve askerler oraya akın ettiler ve kralı sordular. O ana kadar oduncu misafirinin ülkenin kralı olduğunu bilmiyordu ve çok şaşırdı. Kral kendisine hiç kötü bir şey söylemediği halde oduncu kraldan kendisine böyle fakir bir sofra sundukları için özür diledi. Ertesi gün kralın adamları gelip onu kralın huzuruna götürdüler. Adam krala iyi bakmadığı için cezalandırılacağından emindi. Karısı da kendisinin kaderini paylaşmak için onun yanında gelmişti. Kral onlara oturacak bir yer gösterdi ve sonra da oturmaları için ısrar etti. Oduncu aynı biraz sonra kurban edilecek hayvanlara yapıldığı gibi kendisinin de şereflendirildiğini düşünüyordu. Biraz önce kendisine de karısına da bol miktarda yemek verilmişti ki bu da aynı kurbanlık hayvanlara yapılan bir muamele idi. Kral kendisine doğru hitap ederek ödül olarak ne istediğini sorunca zavallı adam korkudan yalnızca şunu söyleyebildi, “Lütfen beni ve karımı bırakın, evimize gidelim! Lütfen başımızı kesmeyin!” Kral şöyle cevap verdi, “Ben senin ve eşinin bana yaptığınız iyiliğe karşı böyle kötü davranacak kadar nankör bir insan mıyım? Şimdi ben sana bir arazi parçası versem sen onu mahvedersin, çünkü tarım yapmayı ve çiftçiliği bilmiyorsun. Sana mücevherler versem ormanda yalnız yaşadığın için ikinci gün hırsızlar gelip çalarlar. Ben sana yaşadığın ormanın içinde otuz hektarlık bir sandal ağacı ormanı veriyorum. Bu ormanı iyi kullan ve refah içinde yaşa!” Oduncu birden rahatlamıştı, mutlu bir şekilde ormandaki evine geri döndü. Altı ay sonra kral bir av macerası için tekrar ormana gitti. Aklında o yediği harika gözleme vardı. Oduncuyu ve evini aramaya başladı. Adamı mutlu bir şekilde buldu, fakat bu sefer kendisi hayal kırıklığına uğramıştı. Adam sandal ağaçlarını kesiyor, 289 bunlardan odun kömürü yapıyor ve öyle satıyordu. Adam kendisine verilen o değerli hediyenin farkında bile değildi. Benzer şekilde insan da sahip olduğu Tanrı’nın kendisine hediye etmiş olduğu ömründen kalan ‘gün sayısının’ değerini idrak etmemektedir. O değerli günleri boşa harcamakta, geçici şeyleri ve kısa süreli zevkleri elde edebilmenin peşinde koşmaktadır. Bu da kendisinin yaşamını Tanrı’ya doğru yapılan mutlu bir hac yolculuğu yapmak yerine bir trajedi haline sokmaktadır. 24- SON ARZU Muhammad Gazani servet avcısı idi. Hayatı boyunca elmas, mücevher ve inciler biriktirmişti. Hindistan’ı defalarca istila etti ve çok değerli taşları alıp götürdü ve sarayındaki hazinesine koydu. Bir gün Muhammad Gazani hastalandı ve artık sonunun geldiğini hissetti. Geçmiş maceralarını hatırladı ve şöyle düşündü, “Birçok eziyete katlanarak bu kadar çok zenginlik topladım. Fakat şimdi hepsini burada bırakarak yalnız başıma gitmek zorundayım. Onlar bana eşlik edemeyecekler.” Vezirlerini çağırdı ve onlara yumuşakça seslendi, “Sizden son bir ricam var!” Vezirler onun sesindeki ve davranışlarındaki bu ani değişikliğe şaşırarak, “Buyurun Majesteleri” diye cevap verdiler. Muhammad Gazani, ”Ben öldüğüm zaman benim cesedimi başkent sokaklarında geçit töreni ile taşıyacaksınız değil mi? Lütfen öyle bir ayarlayın ki ellerim bütün halkın görebileceği şekilde tabutumdan dışarıya doğru uzansın.” Bu sözler üzerine vezirler şaşırdılar ve sordular, ”Sayın Majesteleri! Niye böyle garip bir şey arzu ettiğinizi söyler misiniz?” Ölmekte olan kral şöyle cevap verdi. ”Bütün herkes bilsin ki dünyanın bütün zenginliklerini ele geçirmiş olan büyük Muhammad Gazani bu dünyayı elleri bomboş bir vaziyette terk ediyor!” 290 25- ARKADAŞINIZA DİKKAT EDİN Bir avcı çok güzel iki papağan yakalamıştı. Birisini bir kasaba, diğerini de bir rahibe sattı. Avcı 6 ay sonra kasap dükkânına gitti ve papağanı hatırlayıp içeri girdi. Papağanın keskin sesi hemen duyuldu, ”Yakala, öldür, kes, parçala.” Bu sefer öbür papağanı merak etti ve rahibin kaldığı tapınağa gitti. Kafesteki papağan neşe içinde kanatlarını çırpıyor ve şöyle bağırıyordu, ”Hoş geldiniz, hoş geldiniz! Hare Rama, Hare Rama, Rama Rama Hare Hare! Hare Krishna Hare Krishna Krishna Krishna Hare Hare!” Eve dönerken, papağanların birbirinden kutuplar kadar ayrı alışkanlıklarına ve huylarına olan şaşkınlığını düşündü. Bir papağanın sözleri iğrenç ve saldırgan iken, diğeri tatlı, teskin edici ve yüce bir tarzda konuşuyordu. Çevresi ve sürekli beraber olduğu insanlar bütün bu farklılığı yaratmıştı. “Bana arkadaşını söyle, Sana kim olduğunu söyleyeyim.” 26- GÜNAHKÂR BİR EVLİYAYA DÖNÜŞTÜ Chaitanya, sabahları erken saatlerde yapılan dua ve ilahi söyleme hareketinin öncüsüydü. Tanrı üzerine tefekküre dalarak, O’nun görkemini ilahilerle söyler ve dış dünyayı unuturdu. Bir keresinde Navadweep’de, sabah erken saatte ilahiler söylerken şehrin birçok önde geleni de kendisine katılmıştı. Hepsi coşku ile ilahiler söyleyerek şehrin sokaklarında dolaşıyorlardı. Bu gruba bir hırsız da katılmıştı. Şarkı söylemeye dalan zengin müritlerin cüzdanlarını çalmayı planlıyordu. Fakat ilahi söylemeye katılınca diğerlerinden daha şevkle söylemeye başladı. Hepsi beraber bir tapınağa geldiler ve oturdular. Hırsız, Chaitanya’nın yanına oturarak onun söylevini dinlemeye başladı. Çoğu kişi tapınağı terk etmişti. Hırsız Chaitanya’nın ayaklarına kapanarak sordu, ”Sevgili hocam, sen herkese bu kadar çok tavsiye veriyorsun. Lütfen, bana kutsal bir dua verebilir misin?“ 291 Chaitanya ona doğru baktı ve “Önce bana kim olduğunu ve ne yaptığını söyle!” dedi. Hırsız ona, ”Sayın hocam, ben sana nasıl yalan söylerim? Ben bir hırsızım. Adım Rama, herkes beni hırsız Rama diye çağırır” dedi. Chaitanya şöyle sordu, ”Ah ne kadar yazık! Ben sana bir isim ve bir mesaj vereceğim. Fakat bunun karşılığında sen bana öğretmen payı olarak ne vereceksin?” Hırsız hiç tereddüt etmeden, ”Ben de sana çalacaklarımdan pay vereceğim!” dedi. Chaitanya, ”Benim paraya ihtiyacım yok. Benim tek istediğim senin çalmaya son vermendir!” diye cevap verdi. Hırsız, ”Swami, bu benim mesleğim, benim başka bir yeteneğim yok. Başka türlü hayatımı nasıl devam ettirebilirim ki?” diye sordu. Chaitanya’da, “Peki, sana kutsal isimli duayı ancak bir şartla veririm. Hırsızlık yapmaya ittiğin zaman önce bu ismi 1008 defa söyleyeceksin!” diye cevap verdi ve hırsızın kulağına, ”Om Namo Bhagavathe Vasudevaya” diye fısıldadı. Hırsızdaki dönüşüm kutsal bir insanın dokunması ile daha o zaman başlamıştı. Chaitanya ile konuştuğu için geçmişindeki günahlarından da kurtulmuştu. Hırsız arınmış bir kişi olarak evine geri döndü. Bir gün yine birçok insan kapılarını kilitlemişler ve Chaitanya’nın konuşmasını dinlemek üzere gitmişlerdi. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen hırsız Rama şehrin en zengin kişisinin evine girdi ve içinde demir kasanın bulunduğu odaya ulaştı. Hemencecik kasayı açtı ve içinde çok değerli taşlar ve altın mücevherler gördü. Fakat hocasının söylediğini yaparak hiçbir şeye dokunmadan önce 1008 defa kendisine verilen dua mantrasını söylemeye karar verdi. Fakat sayıyı tamamlayamadan evin sahibi ailesi ile birlikte geri döndüler. Evin hanımı üzerindeki mücevherleri kasaya koymak üzere kasanın olduğu odaya yönelince bir yabancıyı açık kasanın önünde “Om Namo Bhagavathe Vasudevaya” diye zikir yapmaya dalmış ve kendinden geçmiş bir şekilde buldu. Onun büyük bir bilge kişi olduğunu ve evlerine onları kutsamak için geldiğini zannetti. Hemen kocasını çağırdı. Hırsız tefekküre dalmıştı. Bütün aile onun etrafında yere oturarak ellerini kavuşturdular. Onun Chaitanya gibi aziz bir ruh olduğunu düşünüyorlardı. Hırsız Rama duayı 1008 defa tekrar ettikten sonra gözlerini açtı, tüm ev halkını saygı ile kendisinin etrafında otururken buldu ve çok şaşırdı. Evin sahibi ona dönerek sordu, ”Ey efendim, sizin kim olduğunuzu öğrenebilir miyiz ve bugün bizimle birlikte yemek yeme onurunu bize verebilir misiniz? Böylece bizde günahlarımızdan kurtulabiliriz.” 292 Hırsız kendi kendine şöyle düşündü, ”Eğer sadece Tanrı’nın ismini zikretmek bana bu kadar onur kazandırıyorsa, ben Tanrı’nın ismini her gün sürekli olarak tekrar etme alışkanlığını edinirsem başıma kim bilir ne güzel şeyler gelecektir? Bu sayede Tanrı’nın rahmetini kesinlikle kazanabilirim.” O anda hırsızlığı bırakmaya karar verdi. Ev sahiplerinin önünde yere kapandı ve “Sevgili Anne, size gerçeği söyleyeceğim. Ben bir hırsızım. Benim ormana gitmeme izin verin. Bundan sonra hayatımı Tanrı’yı düşünerek ve tefekkür ederek geçireceğim.” Herkes çok şaşırmıştı, ama çok da sevinmişlerdi. O geceyi onlarla birlikte geçirdi. Haber etrafa çabucak yayıldı. Sabahleyin bütün komşular onu görmeye geldiler. Onu bir tahtıravelli ile şehrin dışına çıkardılar ve ibadet ederek bir zaviye yaşantısı sürdüreceği ormana götürüp bıraktılar. Rama, aradan zaman geçtikten sonra tekrar Chaitanya‘ya geldi. Onun kutsamalarını aldı ve bir çiçek gibi açarak gerçek bir bilgeye dönüştü. Om Namo Bhagavathe Vasudevaya= “Bhagavan Vasudeva’nın önünde saygı ile eğilirim” manasına gelir. ‘Sri Vasudeva’ya teslim ol’ anlamını da içerir. 27- KİMİN CENNETE GİRMEYE HAKKI VAR? 3 kişi aynı anda Cennetin kapısına getirilmişti. Kapıdaki melekler onlara sordular, ”Cennete girebilmek için neler yaptınız bakalım?” Birincisi,” Ben bütün kutsal kitapları okudum ve üstad oldum ve böylece Cennete girebilme hakkını kazandım.” dedi. Melekler, ”Sen bu kitapların sözlerini yalnızca ezberledin. Fakat o kitaplarda yazanların en ufak birinin bile özünü yaşamında uygulamadın. Pratikte uygulama yapmadan sadece teorik bilgi sahibi olmanın hiçbir faydası yoktur.” dediler. İkinci adam dedi ki, ”Ben yüzlerce ibadetler yaptım ve çeşitli şekillerde dua, zikir ve tefekkür yaptım. Büyük bir isim kazandım. Benim Cennete girmeye iznim olmalı.” Melekler ona, ”Sen bütün bu ibadetleri sadece kendin için yaptın. Senin de cennete girmeye iznin yok!” dediler. Üçüncü kişi bütün alçakgönüllülüğü ile ”Ben sadece basit bir çiftçiyim. Gelen geçenlerden ihtiyacı olan bazılarına yiyecek, içecek ve gerekirse uyuyacak bir yer verdim. Böylece ne zaman gerekirse elimdekileri hep başkaları ile paylaştım. Kazandıklarımı paylaşmayı bir adet ve ibadet haline getirdim. Bu benim yaptığım tek 293 ibadet şekli idi” dedi. Melekler ona ”Buyur cennetin kapıları senin için sonuna kadar açık, sen içeri girebilirsin!” dediler. Bu hikâye bir gerçeği ortaya çıkartır, ”Cenneti ne bilgi, ne de ritüeller ile kazanamazsınız. Sadece başkalarının mutluluğu için kendinizden fedakârlık yaparak Cennetin kapısından içeri girmeye hak kazanabilirsiniz. 28- FEDAKÂRLIK NEDİR? Kral büyük bir bilgenin her zaman halinden hoşnut olma ve insanın sahip olduğu şeylerden feragat etmesi üzerine yaptığı konuşmaları dinliyordu. Bilgenin beğenisini kazanmayı çok arzu ediyordu. Bilge yanında her zaman kaynana zırıltısı şeklinde küçük bir davul bulundururdu. Öğrencileri ona bunun sebebini sorduklarında, bilge, ”En büyük fedakârlığı yapan bir kişi benim yanıma geldiği zaman ben bu davulu çalacağım.”diye cevap verdi. Bilgenin bu sözünü işiten kral fillerinin üzerlerini hazinelerle doldurarak bilgeye doğru yola çıktı. Ona bu hazineleri sunmak ve kutsamasını almak istiyordu. Yolda yaşlı bir kadın onu selamlayarak, “Çok açım, bana yiyecek verir misin?” diye sordu. Kral filin üzerindeki yiyecek sepetinden bir nar alarak ona uzattı. Yaşlı kadın elinde bu meyva ile bilgenin yanına geldi. O zamana kadar kral ve mahiyeti bilgenin ikametgâhına çoktan ulaşmıştı. Fillerle dolu hazineleri bilgeye teslim eden kral, davulun çalmasını bekliyordu. O sırada yoldaki yaşlı kadın bilgeye doğru büyük zorlukla yaklaşmaya çalışıyordu. En sonunda başardı ve elindeki meyvayı onun ayaklarının dibine koydu. Bilge, meyvayı eline aldı ve hemen yanına doğru uzanarak zırıltılı davulu çaldı. Kral çok şaşırmıştı. Bilgeye dönerek sordu, ”Sayın Efendim, ben senin ayaklarının dibine bu kadar büyük bir servet sundum. Sen davulu çalmadın. Ama şimdi sadece tek bir meyva için davulu çalıyorsun. Bu bir fedakârlık mıdır?” Bilge şöyle cevap verdi,”Ey sevgili kralım! Fedakârlık, sayılarla ve miktarlarla ölçülebilen bir şey değildir. Önemli olan niteliktir. Sen bir kralsın, tabii ki sen altın sunacaksın. Fakat bu yaşlı kadın aç olduğu halde o meyvayı kendisi yemedi ve bana sundu. O narı yiyebilir ve açlığını giderebilirdi. Bundan daha büyük bir fedakârlık olabilir mi? Senin için gereksiz ve fazla olan bir şeyin sunulması fedakârlık değildir. Buna mukabil senin en çok sevdiğin ve sana en çok gerekli bir şeyin verilmesi gerçek fedakârlıktır.” 294 29- DÜNYEVİ YAŞAMDA HOŞGÖRÜ Hindistan’ın tarihini okuduğumuzda Mohammed Gori’nin Hindistan’ı defalarca istila ettiğini öğreniyoruz. Sonradan defalarca mağlup edilmesine ve yakalanmasına rağmen özür dilediği için serbest bırakılmıştı. Bir keresinde yine Rajput’un yürekli Prensi Prithviraj, Mohammmed Gori’i yakalamıştı. Mohammed Gori yine teslim olarak yalvarıp yakardı ve korunma istedi. Prithviraj onu affetti ve ülkesine dönmesine izin verdi. Ancak Gori çok hain bir insandı. Tekrar Hindistan’a saldırdı ve hileli yollarla Pritiviraj’ı ele geçirmeye muvaffak oldu. Acımasızca onun gözlerini kör ettirdi. Prithviraj düşmanına bile hoşgörü ve müsamaha göstermişti. Ama bakın sonunda karşılığı ne oldu? Hoşgörü ve tahammül çok büyük bir meziyettir ama dünyevi yaşamda her zaman ve her koşulda uygulanmamalıdır. Her zaman karşılaştığımız durumu tartmalı ve özür dileyen şahsın tabiatını anlamaya çalışmalıyız. Onun bu kötü hareketinin sebebini araştırmalıyız ve onun tövbe ederek kendisini düzeltmek yerine, yine sapkınlığa düşerek suç işlemesi ve kötülük yapabilmesi ihtimalini düşünmeliyiz!” 30- HAKİKİ DUA NASIL OLMALIDIR? Akbar, hepimizin bildiği gibi en büyük Moğol İmparatorlarından biri idi. İnsanları sever ve tüm dinlerden büyük ve dindar insanlara saygı gösterirdi. Guru Nanak’ı ve onun Hindu ve Müslümanları barıştırma çabalarını duymuştu. Onun kendisinin huzuruna gelmesini ve kendisini onurlandırmasını arzu ediyordu. Guru Nanak’a bakanlarından birini gönderdi; saygılarını sundu ve kralın huzuruna giderek tefriş etmesini rica etti. Guru Nanak bakana şöyle cevap verdi, ”Ben sadece imparatorların imparatoru olan Tanrı’nın çağrısına uyar ve sadece O’nun huzuruna giderim.” Bakan bu mesajı Akbar’a taşıyınca, Akbar’ın Nanak’a olan saygısı daha da arttı ve ona yine haber göndererek camide buluşmalarını önerdi. Nanak razı oldu ve randevu saatinde camiye geldi. Hem Akbar, hem de Nanak caminin mollası tarafından saygı ile karşılandılar. İslami usullere göre önce molla duaları okuyordu. Molla, dizleri üzerine yere çöktü ve yüksek sesle dua etmeye başladı. Nanak yüksek sesle gülmeye başladı. Camideki bütün Müslümanlar çok 295 sinirlendiler, ama imparatorun huzurunda oldukları için bir şey söylemeye cesaret edemediler. Sonra Akbar dizleri üzerine çöktü ve dua etmeye başladı. Nanak bu sefer daha yüksek sesle güldü. Camideki hava iyice gerginleşmişti. İnsanların hepsinin yüzleri öfkeden kıpkırmızı olmuş ve Nanak’a saldırmak için dudakları seğirmeye ve ani hareketler yapmaya başlamışlardı. Akbar hepsini sessiz bir el hareketi ile sakinleştirdi. Sonra her ikisi de camiinin dışına çıktıklarında Akbar tüm alçakgönüllülüğü ile sordu, ”Ey saygıdeğer insan! Biz dua ederken neden güldüğünü söyleyebilir misin? Bu sana yakıştı mı?” Guru Nanak şöyle cevap verdi, ”Ey sevgili kralım! Ben gülmemi nasıl tutabilirdim ki? Dua ederken ne sen, ne de molla Allah’ı düşünmüyordunuz. Molla hasta oğlunu düşünüyor, sen de sana hediye edilen bir çift güzel Arap atını düşünüyordun. Mollanın ve siz majestelerinin içeride yaptıklarına dua adı verilir mi? Bu bir ikiyüzlülük olmaz mı?” Bunun üzerine hem molla ve hem de Akbar, Guru Nanak’tan özür dilediler ve ona kendi zayıflıklarını gösterdiği ve gözlerini açtığı için teşekkür ettiler. Şunu daima aklınızda bulundurun. Dua etmek demek Tanrı’yı övmek için bir dizi kelimeyi mekanik olarak tekrar etmek demek değildir. Dua etmek, içimizdeki Tanrısallığı uyandırmak ve harekete geçmesini sağlamak için yapılan en samimi ve içten bir teşebbüstür. Dualarımızı tam bir tefekkürle terennüm etmeliyiz. Ne sesin ve ne de sözlerin önemi vardır, asıl önemli olan duygulardır. -“Mere adulation is poor adoration.” - Dalkavukluk yaparak söylenen yalancı bir dua kötü bir ibadetten başka bir şey değildir.” 31- İSTEYİN, TANRI SİZE VERECEKTİR İsmi duyulmamış uzak bir köyde, bir anne ve bir oğul beraber yaşıyorlardı. Oğlan iki yaşında iken babasını kaybetmişti. Anne oğlunu yetiştirmek ve ona iyi bir eğitim verebilmek için çeşitli zorluklar içinde çırpınıyordu. Oğlan çok zeki ve itaatkârdı. Aynı zamanda annesine büyük sevgisi ve saygısı vardı. 296 Çocuk yedinci sınıfa geldiğinde bir gün imtihanları için çalışırken annesine şöyle seslendi, ”Anne, 4 gün içinde imtihan ücreti olarak 20 lira ödemem lazım.” Annesi telaşlandı, çünkü hiç parası yoktu ve ayın son haftası idi. Okulun müdürüne giderek ücreti zamanında ödeyemeyeceğini söyledi ve yardım istedi. Müdür elinden bir şey gelmediğini söyledi. Anne okuldan eve döndü, bir ağacın altına oturup üzüntüsünden ağlamaya başladı. Okuldan dönen oğlan, annesini ağlarken bulunca yanına oturarak niye ağladığını sordu. Anne, ”Sevgili oğlum, parayı tedarik edemiyorum. Yarından sonra okula gidemeyeceksin! En iyisi sen benimle gel ve çalış. Başka çıkar yolu yok!”Oğlan şöyle dedi, “Birisinden 20 lira borç alsan anne. İmtihan bittikten sonra ben çalışır ve geri öderim.” “Sevgili oğlum, kim bana o kadar miktarda borç para verir. Sadece Tanrı, O da isterse.” diye anne cevap verdi. Oğlan “Tanrı kim anne? Nerede oturuyor? Hemen gidip isteyeyim” diye sordu. Anne çaresizce şöyle cevap verdi, ”Vaikunta’nın Lordu Narayana vardır ve O her türlü zenginliğe sahiptir.” Bunun üzerine oğlan bir saniye bile kaybetmeden doğru postaneye koştu. O sırada cebinde birkaç kuruşu vardı. Bir kart aldı ve üzerine annesinin ekonomik durumunu ve kendi arzusunu yazdı. Tanrı’dan posta yolu ile kendisine hemen 20 lira göndermesini istedi. Mektubu kutuya atmak için kutunun bağlı olduğu ağaca gitti. Fakat kutunun yarığından mektubu atabilmek için boyu çok kısaydı. Bir türlü yetişemedi. Başından beri çocuğu izlemekte olan postane müdürü dışarı çıktı, çocuğun elinden kartı aldı ve sordu, “Mektubu kime yazdın bakalım?” Çocuk, ”Efendim! Bu yazdığım mektup cennetteki Tanrı’ya gönderdiğim çok acil bir mektuptur. 3 gün içerisinde imtihan ücretimi ödemem lazım. Bana hemen 20 lira göndermesi için mektup yazdım.” Posta müdürü mektubun üzerindeki adrese baktı ve söyleyecek söz bulamadı. Çocuğun masumiyeti karşısında gözlerinde yaşlar birikti ve ”Sevgili oğlum, sana bu adresi kim verdi?” diye sordu. Çocuk kendisi ve annesi arasındaki bu konuşmayı aktardı ve “Sir, annem Tanrı’nın çok cömert olduğunu ve eğer biz O’na içten dua edersek, bize mutlaka yardım edeceğini söyledi.” diye cevap verdi. Posta müdürü çok duygulanmıştı. Çocuğun sırtına hafifçe vurarak okşadı ve “Sevgili oğlum, ben bu kartın acil olarak iletilmesini sağlayacağım, sen en iyisi yarın buraya gel!” Oğlan eve neşe içinde koşarak döndü. Annesine bir gün sonra parayı bulacağını söyledi. 297 Ertesi gün postaneye gitti. Posta müdürü, ”İşte burada sana ait bir zarf var! İçinde 20 lira var. Git ve imtihan ücretini öde!” Oğlan hemen zarf ile birlikte eve koştu ve zarfı annesine uzattı. Annesi sert bir şekilde parayı nereden bulduğunu sordu. Çocuk posta müdürü ile konuştuklarını aktardı. Annesi ona inanmadı ve hemen postaneye gitti. Posta müdürü, “Sevgili Anne, bana inanın. Ben çok katı yürekli bir insandım. Oğlunuzu elindeki bu mektupla görünce gözlerime inanamadım. Tanrı’ya bu kadar büyük bir inançla yazılmış bir mektup beni çok etkiledi. Beni oğlunuza yardım etmeye iten mutlaka Tanrı olmalı. Lütfen parayı alın. Bu Tanrı’nın arzusu olmalı. Aksi olsaydı ben oğlunuzu mektubu atarken fark etmem, mektup cevapsız kalır ve oğlunuzun da Tanrı‘ya olan inancı sarsılırdı. Ben bunu iyi bir çocuğa yardım edebilmek için bir fırsat olarak görüyorum” diye cevap verdi. Tanrı’ya içten dua edersek, O bize yardım eder. Kendi arzusunu gerçekleştirebilmek için birisini harekete geçirir. Bizi dertlerden, problemlerden ve zorluklardan yalnızca Tanrı’ya karşı olan tam ve kesin bir inanç kurtarır. 32- İNANÇ İNSANIN YAŞAM NEFESİDİR İkinci Dünya Savaşı sırasında Hintli askerleri taşıyan bir buharlı gemi Japonlar tarafından bombalanmış ve batırılmıştı. Birçok denizci hayatını kaybetti. Bu denizcilerden beş tanesi bir cankurtaran sandalına tutunmayı ve sağ kalmayı başardılar. Dalgalı okyanusa rağmen bir şekilde hayatta kalmayı umuyorlardı. Saatlerce dalgalar tarafından sürüklendiler. Bunlardan bir tanesi artık umutsuzluğa kapıldı ve ağlamaya başladı, “Deniz beni yutacak, köpekbalıklarına yem olacağım. Bu panik içinde suya düşerek boğuldu. Diğer asker ailesini düşünerek ağlamaya başladı, “Ailemin geleceğini garanti altına alamadan ölüyorum.” O da kurtulacağına dair umudunu yitirdi ve son nefesini verdi. Üçüncü asker şöyle düşündü, “Yaşam sigortamın poliçesi maalesef benim yanımda kaldı, ne kadar yazık! Bu kâğıtları keşke evde bırakmış olsaydım. Bu sigorta olmadan ailem ne yapacak. Ben de kesinlikle öleceğim” dedi ve o da öldü. Diğer iki adam birbirlerinin Tanrı’ya olan inançlarını takviye ediyorlardı. Şöyle dediler, “Biz korkuya teslim olmayacağız. İçinde bulunulan durum ne kadar umutsuz gözükürse gözüksün eğer salik Tanrı’ya inanmayı sürdürürse O’nun kesinlikle saliğini koruduğunu biz ispat edeceğiz.” 298 Tam birbirleri ile böyle konuşurlarken batan geminin imdat çağrısını alan bir sahil koruma gemisinden havalanan bir helikopter bu ikisini denizde fark etti ve halatını indirerek her ikisini de kurtardı. Bu ikisi sağ salim bir şekilde karaya ayak bastılar. “Bazen zaferle yenilgi arasında sadece beş dakika vardır. Tanrı’ya inanç insana zaferi bahşeder, o inançtan yoksun olmak da yenilgiye ve ölüme götürür.” 33- TANRI’NIN RAHMETİNİ NASIL KAZANABİLİRİZ? Küçük bir köyde anne, baba ve bir kız çocuğundan oluşan fakir ama mutlu bir aile yaşıyordu. Köyde ilkokul olmadığından köydeki bütün çocuklar yakındaki küçük ormandan geçerek daha büyük olan komşu köydeki ilkokula gidiyorlardı. Bu ailenin kızı da o okula yazılmıştı. Her gün öğle teneffüsünde yiyeceği yemeği küçük bir sefertası içinde yanında götürüyordu. Bir gün ormandaki kırık dökük bir kulübede kalan yaşlı bir adam gördü. Adam oldukça zayıf ve hasta birisiydi. Kız adama yaklaşarak sordu, “Dede! Sana ne oldu böyle? Bu harap kulübede ne yapıyorsun? Sana yardım edebilir miyim?” Yaşlı adam cevap verdi, “Sevgili kızım! Ben buradan oldukça uzaktaki bir köye gidiyordum. Dün yolda yürürken aniden rahatsızlandım. Gidip şu yakındaki gölden su içemeyecek kadar güçsüzüm. Dünden beri de ağzıma bir lokma girmedi.” Bunun üzerine kız hemen yemek sepetinden yiyeceğini çıkartarak yaşlı adama verdi, ona gölden biraz su getirdi ve sonra okuluna gitti. Ertesi gün kızın yanında yaşlı adam için ayrı bir kapta yine yiyecek vardı ve yine onun için gölden su getirdi. Böyle yedi gün boyunca yaşlı adama hizmet etmeye devam etti. Yaşlı adam artık daha sıhhatli ve daha moralli gözüküyordu. Yedinci gün, kız okuldan dönerken yaşlı adam seslenerek onu çağırdı ve şöyle dedi, “Sevgili kızım! Ben artık gideceğim yere yürüyebilecek kadar güçlendim. Bana sevgi ile yapmış olduğun hizmetten ötürü sana minnettarım. Fakat bana gerçeği söyler misin? Bana nasıl her gün yiyecek getirebildin? Yoksa bana ailenin izni ve haberi olmadan yiyecek mi getirdin ?” Kız şöyle cevap verdi, “Sevgili dede! Ben ailemin izni olmadan hiçbir şey yapmam. Onlar bana yaşlılara ve hasta insanlara yardım etmeyi öğrettiler. Bu ormanın kenarında az ileride büyük bir ağaç var. Sabah erken saatlerde çok sayıda tatlı meyva onun dallarından yere düşmüş oluyor. Ben okula giderken o meyvalardan bir kısmını topluyor ve okulda isteyen arkadaşlarıma satıyorum. O para ile sana yiyecek satın alıyorum. Ben ne para çaldım ne de ailemin evinden senin için yiyecek çaldım. Şimdi 299 tatmin oldun mu, dede? Sana hayırlı yolculuklar dilerim.” Yaşlı adam küçük kızı kutsadı ve gideceği köye doğru yola koyuldu. Ormandan ayrılmadan önce yaşlı adam Tanrı’ya şöyle dua etti, “Sevgili Tanrım! Ben bu küçük kıza ve ailesine yardım edecek kadar zengin değilim. Sen Her Şeyi Bilen ve En Merhametli Varlık olarak lütfen bu küçük kızı ve ailesini Kendi bildiğin şekilde kutsar mısın? Bir gün bu fakir ailenin kapısını yaşlı bir adam çaldı. Baba kapıyı açtı ve misafiri içeriye buyur etti. Yaşlı adam şöyle dedi, “Beyefendi, sanıyorum siz şu yakındaki köyde okumaya giden kızın babasısınız. Herhalde kızınızdan ormanın içindeki harap kulübede kalan yaşlı adamın hikâyesini dinlemişsinizdir. İşte ben o yaşlı adamım. Ben size ve kızınıza şükranlarımı arz edecek kelime bulamıyorum. Herhalde siz de böyle iyi kalpli bir kız çocuğu babası olduğunuz için gurur duyuyorsunuzdur. Ben bugün size şükranlarımı arz etmeye geldim. Benim size getirmiş olduğum parayı kabul etmenizi diliyorum. Bu parayı kızınızın eğitimi için harcarsınız.” Kızın babası şöyle yanıtladı, “Ey saygıdeğer kişi! Biz fakir olabiliriz, fakat bir yabancıdan ve özellikle de kızımızın hizmet etmiş olduğu yabancı bir kimseden hiçbir şey kabul edemeyiz. Eğer biz bu parayı alırsak yapılan hizmetin ne değeri kalır? Lütfen bizim hislerimizi anlayınız! Ama lütfen gitmeden önce bir dakika bekleyin, ben size biraz soğuk meyva suyu getireyim.” Baba biraz limonata getirmek için evin içine gitti. Elinde limonata ile geri döndüğünde yaşlı adam ortadan kaybolmuştu. Para bir bohça halinde paspasın üzerinde duruyordu. Hemen sokağa çıktı ve adamı yakalamaya çalıştı, fakat hiçbir yerde yoktu. Karısını çağırarak sordu, “Biz şimdi ne yapacağız? Bu yaşlı adam giderken para torbasını bize bırakmış. Adamın nerede oturduğunu da bilmiyoruz.” Karısı cevap verdi, “Sevgilim! Gel biz bu parayı hayırlı bir iş için kullanalım. Herhalde Tanrı bizim hizmette bulunmamızı istiyor. Biz bu parayı bizim kızımız gibi kızların eğitiminde kullanalım. Bizden daha fakir olanların doyurulmalarında kullanalım.” 34ÖNCE TANRI’NIN KRALLIĞINI ELE GEÇİRİN, DİĞER HER ŞEY SİZE SUNULACAKTIR Bir seferinde büyük bir kral garip bir sergi düzenlemişti. Kral sanat, mimari, müzik ve bilim aşığı bir insandı. Sergiye çok değişik çeşitte ve şekillerde birçok eser koydurdu. Sergi herkese açıktı. Giriş ücreti de yoktu. İsteyen katılabiliyordu. Kral halka bir duyuru yaptırdı, ”İsteyen herkes içeriye ücretsiz olarak girebilir ve orada beğendiği 300 bir şeyi alıp, götürebilir.” Tabii ki çoluk çocuk, kadın erkek, büyük bir kalabalık toplandı. İnsanlar büyük bir açgözlülükle taşıyabildikleri kadar çok eşyayı alıp götürüyorlardı. Sergiye gelen ve mutlu bir şekilde evine geri dönen bu insanları gördükçe kral büyük bir keyif alıyordu. Birden kralın gözleri genç bir kıza takıldı. Serginin her köşesini gezmesine rağmen sergiden elleri boş olarak ayrılmak üzereydi. Ama buna rağmen yüzü sevinç ve huzur doluydu. Kral yanına giderek sordu, ”Hanımefendi! Nasıl oluyor da bu sergide sizin ilginizi çekecek bir tek eşya bile bulunmuyor? Yoksa sergiyi beğenmediniz mi? Zevkinize mi hitap etmiyor? Öğrenebilir miyim?” Kız şöyle cevap verdi, ”Hayır Kralım! Sergi gerçekten de çok güzel. Sergilenen bu eşyalardan daha iyisi ve daha güzeli olamaz. Çok beğendim.” “O zaman niye sergiden bir-iki şey almıyorsun?” diye kral sordu. Kız, ”Sevgili Kralım! İnsanın arzularının hiç sonu yoktur. Ben hiçbir şey istemiyorum” diye cevap verdi. Kral üsteledi, ”Sayın Hanımefendi! Herhangi bir şey dileyin ve o sizin olsun!” Utangaç bir gülümseme ile kız şöyle sordu, ”Peki ama herkesin dilediğinden çok farklı, garip bir şey istesem de sözünüzde durur musunuz?” “Kesinlikle” diye kral cevap verdi. “ Bu durumda ben sizi istiyorum” diye kız yanıtladı. Kral da sözünde durarak kızla evlendi. Şimdi kralın karısı olarak serginin içindeki ve dışındaki her şey onun olmuştu. Bu hikâyenin içsel anlamı nedir? Bu güzel dünya sonsuz sayıda değişik güzellikleri ile büyük bir sergidir. Bu serginin sahibi ve kralı, Tanrı’dır. Dünyadaki insanlar bu sergiye serbestçe bir ücret ödemeden girerler ve arzu ettiklerini alırlar ve mutlu olurlar. Fakat bu dünyanın içinde olanlara sahip olmayı arzu etmeyen ve yalnızca Yaradan’ı isteyen çok az kişi vardır. Bu hikâyedeki kız bu ender insanlardan biridir. Öyle bir şey iste ki, arayıp bulmaya çalıştığın ne varsa sana kazandırsın! 35- EY ZİHİN! İSTEMEKTEN VAZGEÇ ARTIK! Kanchipuram şehrinde Srivastanka adında bir bilge kişi yaşıyordu. Babasının ölümünden sonra Srivastanka köyün muhtarı oldu. Köylüler onu “Kooresa” diye çağırıyorlardı. 301 Kooresa, öğretmen Ramanuja’ya büyük bir saygı duyuyordu. Hayatı boyunca Ramanuja’nın bir saliki ve öğrencisi olmak ve ona hizmet etmek istiyordu. Bir gün birdenbire sahip olduğu tüm zenginliklerden, topraklardan ve köyün liderliğinden vazgeçmeye karar verdi. Srirangam’a, yani Ramanuja’nın yaşadığı yere gitmeye karar verdi. Karısı Andal da onunla birlikte gidecekti. Yolda çok sık bir ormandan geçiyorlardı. Karısı kocasına, “Bu ormanda haydutlar olur mu?” diye korkuyla ve merakla sordu. Kooresa karısına, ”Yanımızda çalınacak hiçbir şey yok, neden korkuyorsun?” diye sordu. Karısı titrek sesle itiraf etti, ”Senin hep su içtiğin o altın tas hala benim yanımda.” Kooresa, ”Ver bakayım o kabı bana!” dedi ve tası eline alıp fırlattı. “Şimdi artık korkacak bir şeyin kalmadı” dedi. Üç gün sonra çift yürüyerek Srirangam’a ulaştı. Geçici olarak tapınağının yakınlarında bir vakıf pansiyonuna yerleştiler. Kooresa çok yorulmuştu. Çok zor bir yolculuk yapmışlardı ve açlıktan bitap düşmüşlerdi. Karısı yere oturdu ve kocasının başını kucağına koydu. Düşüncelere dalmıştı ki birden tapınağın çanları çalmaya başladı. Tapınağın içinde ikamet ettiği düşünülen İlaha yiyecek sunma saatini bildiriyordu. Kadın İlaha dua etti, ”Sana hizmet eden kulun burada açlıktan ölüyor ve sen o zengin sofranın tadını çıkarmaya hazırlanıyorsun. Bu şekilde olmasına izin vermen doğru bir şey mi?” Birkaç dakika sonra bir tören alayı tapınaktan dışarı çıktı ve kamp yerine doğru ilerlemeye başladı. Borazanlar ve davullar çalan uzun bir rahipler ve salikler kuyruğu, kadının önüne gelip durdu ve İlaha sunulmak üzere hazırlanan bütün yiyecekleri onun önüne koydular. Şöyle dediler, ”Tapınağın Lordu bize bu yiyecekleri pansiyonda kalan sevgili saliğime götürün diye emretti.” Kooresa o sırada uyanmıştı ve yattığı yerden doğrularak oturdu. Çevresine bakınınca, rüya gördüğünü zannetti. Önünde lezzetli birçok yiyecekten oluşan nefis bir sofra vardı. Başrahibe doğru baktı ve sertçe ama nazikçe sordu, ”Sayın efendim, ben hiçbir zaman Tanrı’dan yiyecek istemedim. Ne de bunun için dua ettim. İhtiyacım olan kadarını Tanrı verir. Nasıl olur da ‘İlahi Öz’ olan ben, O’ndan pirinç gibi basit bir şey isterim? Lütfen bunların hepsini götürün!” Ancak başrahip ve diğer bilginler Kooresa’ya hiç olmazsa yiyeceklerin bazılarından tadımlık bırakmak için baskı yaptılar. Kooresa yiyeceklerden az bir miktar aldı ve birazını da karısına verdi. Bir müddet sonra Kooresa karısına sordu ”Söyle bana, sen yiyecek için dua ettin mi?” 302 Karısı gözyaşları içinde şunları söyledi. ”Sevgili Eşim! Ben yiyecek için dua etmedim. Ben sadece duygularımı şu dua ile ifade ettim. ”Ey Merhametlilerin Merhametlisi, senin müridin burada açlıktan ölürken bu sunulan yiyecekleri nasıl kabul edersin?” Kooresa karısını şöyle aydınlattı, ”Sevgilim, söyleyeceklerimi iyi dinle ve anlamaya çalış. Kendisinden istendiği zaman veren Prabhu’dur. Kendisinden istenmeden insanın ihtiyacına uygun şeyi veren ise Vibhu’dur. Prabhu üstad demektir, Vibhu ise kozmik hükümdardır. Bir mürid Tanrı’dan hiçbir şey istememelidir. Her şeyi O’na bırakmalıdır.” “Ey zihin, istemekten vazgeç! Ne kadar çok arzu edersen, o kadar derine düşersin. Ve cevabın verilmesi de o kadar uzun sürer. Tanrı, büyük bir acı içindeki Sabari’nın arzusunu o hiç istemeden yerine getirmedi mi? Tanrı için ölen kuş bile kutsanmadı mı? İstemekten vazgeç artık ey zihin!” Böylece Kooresa tam teslimiyet hakkında bize iyi bir ders verdi. Tanrı’ya tam bir inanç besleyin ve O’nun size en sonunda size ebedi iyiliği getirecek şeyi vermesine izin verin. 36- TAM TESLİMİYET Büyük bir bilgin kralın Kabul Salonuna gidip huzura çıktı ve verdiği söylevlerle bilgisini ortaya koydu. Yaptığı konuşma kralın çok hoşuna gitmişti. Kendisine ipekten bir cüppe hediye etti. Âlim adam hediyeyi aldı ve evine döndü. Bir gün yine sabah duaları öncesi banyo yapmak için nehre gitmişti. İpekten kaftanını yıkadı ve kuruması için nehrin kenarına kumun üzerine serdi. Sonra da duaya oturdu. Biraz sonra birdenbire şiddetli bir rüzgâr çıktı ve ipek cüppe uçtu gitti. Az ilerde bir çamaşırcı çamaşır yıkıyordu. Üzerinde bizim âlime hediye edilen kaftanın çok benzerini taşıyordu. Kendisi kraliyet çamaşırcısı olduğu için kraliyet 303 elbiselerini yıkamak için nehir kıyısına gelmişti. Çamaşırları yıkamaya başlamadan önce kendisine yıkanmak için verilen ipek kaftanı biraz olsun giyebilmek için üzerine geçirmişti. Âlim duasını bitirip gözlerini açınca kaftanını aradı. İpekten kaftan ortada yoktu. Biraz ileride çamaşırcıyı gördü. Ona doğru yürüyerek sordu, “Bana bak, bu kaftan benim.” Çamaşırcı cevap verdi, “Nasıl senin olabilir? Bu kaftan krala ait!” “Evet, biliyorum bu kaftan kralın, ama o bunu bana hediye etti” diyerek âlim devam etti. “Hayır, yanılıyorsun. Ben kralın tüm gardırobunu yıkamak için buraya getirdim. Bu senin değil!” diye çamaşırcı devam etti. Böylece tartışmaya başladılar. Ve sonunda çamaşırcı âlime yumrukları ile vurmak üzere yumruklarını havaya kaldırdı. Bilgin haykırdı, “Ey Tanrım! Beni kurtar!” Bu sırada cennette oturmakta olan melek saliğin sesini duyarak ayağa kalktı ve dünyaya giymek üzere birkaç adım attı. Fakat hemen sonra geri dönerek tekrar yerine oturdu. Meleğin yanında oturan başka bir melek onun bu tuhaf davranışını fark ederek sordu, “Neden oturduğunuz yerden inerek birkaç adım attınız ve sonra tekrar alelacele gelip yerinize oturdunuz?” Melek yüzünde acınası bir ifade ile gülümseyerek cevap verdi, “Ben bir salik olan bilgin kişiyi çamaşırcının yumruklarından korumak ve onu kurtarmak için yardıma gidiyordum. Fakat bu bilgin öfkesine hâkim olamadı ve yumruklara karşılık vermeye başladı. Eğer kendisi de ona vurarak cevap vermemiş olsaydı onun yardımına koşmak zorunda idim.” İnsan kendisini savunabileceğini düşündüğü müddetçe Tanrı onun yardımına kimseyi göndermeyecektir. Yalnızca tam bir teslimiyet ve Tanrı’ya bağlılık sayesinde Tanrı yardımınıza birisini gönderir. Tüm alçakgönüllülüğümüz ile şöyle dua edelim. “Ey Tanrım! Ben sana aidim! Her şey Senin İradene uygun olarak gerçekleşsin. 37- DRAUPADİ’NİN HOŞGÖRÜSÜ Pandavaların kraliçesi Draupadi doğru davranıştan hiçbir zaman ayrılmazdı. Oğullarını öldüren Aswathama, Bhima tarafından yakalanarak onun önüne getirildi ve onun önünde ayakta tutuldu. Bhima ve diğerleri Aswathama’ya uygun bir ceza verilmesini istiyorlardı ve bu cezayı da Draupadi’nin vermesini uygun görmüşlerdi. Fakat Draupadi öne doğru yürüdü, Aswathama’ya saygılarını sundu ve sakince sordu, ”Senin öldürdüğün çocuklarım sana hiçbir kötülük yapmamışlardı. Ayrıca onlar 304 uyuyorlardı, çaresizdiler ve silahsızdılar. Sen büyük bir savaşçı ve Dronacharya’nın oğlu olarak uyurlarken benim çocuklarımın boğazlarını nasıl kesebildin?” Draupadi’nin yalvarmalarına dayanamayan Bhima öne doğru fırlayıp hemen Aswathama’yı öldürmek istedi. Ama Draupadi onu durdurdu ve Bhima’dan böyle alçak bir hareketi yapmamasını istedi ve ona şöyle dedi, ”Gerçek bir savaşçı için, korkan birini, kendisine sığınan birini, uykuda olan birini, sarhoş olan ve çaresiz olan birini ve pişman olup tövbe eden birini cezayı hak etse bile öldürmesi doğru değildir. Ayrıca düşün! Aswathama senin öğretmeninin oğludur. Onu öldürürsen onun annesinin nasıl acı çekeceğini bir düşün!” Draupadi düşmanına ve kendi oğullarını öldüren birine dahi böyle hoşgörüyle davranmıştı. 38- GERÇEK KORKUSUZLUK NEDİR? Bir gün bir dilenci yırtık pırtık kıyafeti, taranmamış saçları pis görünümü ile Chaitanya’nın odasının kapısının eşiğine gelip oturdu ve gözlerini kapatıp tefekkür yapmaya başladı. Onu gören Chaitanya dışarı çıktı ve ”Sen kimsin? Lütfen içeri gel!” dedi. Bu tatlı ve yumuşak sözleri duyan dilenci gözlerini açtı ve büyük bir alçakgönüllülükle, ”Swami, senin odana girmeye hakkım yok! Ben aşağı sınıftan bir Chandala’yım(dokunulmazım)” Chaitanya gülümseyerek daha yaklaştı, ”Oğlum, hiçbir zaman ben kötüyüm, alçak sınıfa aidim ve değersizim, deme. Bu dünyada kim kötüdür, kim kutsaldır? Tanrı herkesin kalbinde parladığı için herkes kutsaldır. Lütfen tereddüt etme de içeri gel!” Ama dilenci hala içeri girmekte tereddüt ediyordu. Bu sefer Chaitanya niye ziyarete geldiğini sordu. Dilenci yanıtladı, ”Sayın hocam, ben sürekli olarak Tanrı’nın ismini tekrar ediyorum, ama zannediyorum sözlerimde tam bir samimiyet yok. Çünkü aynı komada bilinçsiz yatan birinin sadece hayatta olması gibi, Tanrı’nın ismini mekanik olarak tekrar ediyorum ama İlahi Olan’ı deneyimleyemiyorum. Bana Tanrı’nın isimlerinden birini öğretmen için sana geldim. Belki böylece manevi olarak şarj olurum ve bu ismi zikrederek ben de ilerleme kaydedebilirim.” Chaitanya şöyle cevap verdi, ”Tanrı’nın bütün isimleri İlahi güç ile doludur. Tanrı’nın isminin her şeye gücü vardır ve yeterlidir. Bu yüzden Tanrı’nın isimlerinden 305 herhangi birisinin etkisinin daha az olduğunu düşünmen doğru değildir. Ancak, senin tatmin olman için sana bir başlangıç duası vereceğim. Lütfen içeri gel.” Tüm alçakgönüllülüğü, tereddüdü, çekingenliği ve korkusu ile dilenci yavaşça odaya girdi ve en köşeye gidip oturdu. Onun bu sıkıntılı durumunu gözleyen Chaitanya sordu, ”Sevgili Oğlum, niye böyle korku dolusun? Özgürlük ve korkusuzluk insanın doğumdan gelen haklarıdır. Senin gerçek tabiatın özgürlüktür. Neden bu kadar korkuyorsun? Şunu anlamalısın ki, İlahi güç bizim bütün düşüncelerimizin arkasındaki güçtür, bu yüzden artık korkuyu bırak!” Bunları söyleyerek Chaitanya dilencinin daha da yakınına geldi. Dilenci endişe ile şöyle dedi, ”Sayın hocam, lütfen bana dokunmayın. Eğer bana dokunursan ikimiz de toplumun geleneklerini bozmaktan dolayı suçlu oluruz. Ben böyle söylüyorum, çünkü şimdi kış mevsimi. Eğer bana dokunursan yıkanmak zorunda kalırsın ve dışarıda sular çok soğuk ve hastalanabilirsin! Ben seni benim hocam olarak kabul ettim ve kutsal kitaplara göre sana zarar vererek Tanrı’ya karşı günaha girmiş olurum. Ben senin emirlerine uymak ve senden yardım istemek için sana geldim, sana zarar vermek için değil. Geçmişteki günahlarımdan ötürü bu hayatta bir dokunulmaz olarak doğdum. Senin bana dokunmana izin vererek bu günahlarımı arttırmak istemem.” Chaitanya onu azarladı, ”Sen ne ahmak bir adamsın. Sen dokunulmazlığını gözlemleyerek sadece cahilliğini ortaya döküyorsun ve her canlının içindeki İlahiliği görmüyorsun. Tanrı’nın gözünde insanlar arasında sınıflarına, kastlarına ve inançlarına yönelik bir ayrım yoktur. Beş element, yani toprak, su, ateş, hava ve boşluk arasında bile bir sınıf farkı yoktur, hepsi Tanrı’dan kaynaklanmaktadır. Bütün insanlar sınıf ve inançlarına bakılmaksızın beş element tarafından oluşan tabiatın cömertliklerinden eşit bir şekilde yararlanmaktadır. Bu yüzden bu sınıf ve inanç farklılıklarını gözlemlemek çok anlamsız! Haydi, daha yakınıma gel.” Ancak dilenci bu korkuyu küçük yaşlardan beri beslediği için hemen korkudan kurtulamıyordu. Bu da eğer küçük yaşlardan itibaren beslenirse korku, sevgi, nefret vs. gibi duyguların insanın içinde kökleştiğini gösteriyor. Chaitanya ona şöyle dedi, ”Tanrı insana hiçbir zaman korku vermez. İnsan kendi zayıflığı ile korkuyu geliştirir. Yanlış veya kötü bir hareket yapmayan bir insan korku duymaz ve bundan dolayı da hiçbir korumaya ihtiyaç yoktur. Korkusuzluk, Tanrısallaşmanın damgasıdır. Bir insan her şeyden vazgeçerek ve fedakârlık yaparak korkusuz olabilir. Örneğin eğer kıymetli bir eşyan varsa, korkuya yer olacaktır. Fakat bu eşyayı başkasına verirsen bir ormanda haydutlarla çevrili bile olsan korkudan kurtulmuş olursun. Sevgili oğlum senin gerçek tabiatının tam ve kesin bir korkusuzluk olduğunu anla ve tabiatına bağlı kal!” 306 Bunları söyleyerek Chaitanya dilenciyi kucakladı. Fakat dilenci titremeye başladı. Çünkü hem sürur ve hem de korku gibi karışık duyguların tesiri altındaydı. Sürur duyuyordu çünkü Chaitanya gibi büyük bir bilge tarafından kucaklanıyordu; korkuyordu, çünkü bu Chaitanya(spiritüel güç) ona fiziksel olarak dokununca kirleneceği kuruntusu içindeydi. Yüksek sesle bağırdı, ”Ah hocam! Benim günahlarım seni kirletmesin!” Buna gülen Chaitanya ona güven vererek, ”Ey masum insan, sen ve ben, bir olduk. Artık ayrı değiliz!” Böyle diyerek onu sıkıca bir daha kucakladı ve kulağına Tanrı’nın ismini fısıldadı. İsim doğruca yaşlı adamın kalbine gitti, onu transforme etti ve dilenci coşkunluk içinde şöyle seslendi, ”Sevgili öğretmenim, bu dünyada en şanslı insan benim. Şimdi ben senin ve Tanrı’nın İsminin verdiği Rahmet ile kutsandım, tertemiz ve saf bir hale geldim. Yalnızca beş elementin oluşturduğu bir beden olduğum düşüncesinden kurtuldum ve gerçek tabiatımı fark ettim.” Saf bir sevgi ile insanın kalbine üflenen Tanrı’nın İsmi ile birlikte o insanın hayatı artık kutsanmış olur. Bu sevginin yokluğunda yapılan bütün manevi uygulamalar beyhude ve başarısız olacaktır. Bütün manevi ibadetler yalnızca insanın kalbini saflaştırmak için yapılır. Bunları söyleyerek Chaitanya yeni öğrencisine bundan sonra artık korkusundan kurtulması için teşvik etti. O tarihten itibaren bu dilenci “Haridasa” adıyla tanınır. Bu hikâyenin içsel anlamı şudur. Hepimiz doğumdan ve sonra yaşadığımız hayattaki pozisyonlarımızdan gelen tüm farklılıklarını unutmalı ve Tanrı’nın İsimlerini büyük bir sevgi ve bağlılıkla söylemeliyiz ve O’nun şarkılarını terennüm etmeliyiz. Önce, Tanrının ismi saliğin kalbini eritmelidir; ancak ondan sonra Tanrı’nın kalbi de erir ve O’nun rahmeti o saliğinin üzerine olur. Tanrı ne kadar uzun süre ve hangi şekillerde ibadet yaptığımız ile ilgilenmez. O’nun asıl istediği, içten, tüm kalbimizle ve yoğun bir şekilde O’na sevgi duymamızdır. 307 39- İNSANOĞLU HAYVANLARA KARŞI Bir gün akıllı bir tilki şöyle düşündü, ”Neden insanoğlu yaradılışın en üst noktası olarak görülüyor? İnsan, hayvanlardan hangi açılardan daha üstündür? Hem insanın hem de hayvanın duyguları, hırsları ve düşkünlükleri vardır. Her ikisinin de hem iyi hem de kötü özellikleri vardır. O zaman bu üstünlük niye? Kral aslana gidip onun öğütlerini alayım!” dedi. Aslana gitti ve ”Ey Kral! İnsanoğlu her gün biraz daha güçleniyor ve bütün yaratılmış mahlûkata üstünlük taslıyor. İnsanın bu küstahlığına ve kendini beğenmişliğine dayanamıyorum. Niye biz hayvanlar daha aşağı oluyoruz? Bunun hakkında bir şey yapmalıyız!” dedi. Aslan kafasını salladı ve ”Haklısın ne yapalım?” dedi ve saatlerce kafa kafaya verip tartıştılar ve en sonunda ormanda yaşayan bütün hayvanların katılacağı büyük bir konferans tertip etmeye karar verdiler. İnsanoğlunun hayvanlara karşı üstün olduğu meziyetleri/liyakatleri ve hayvanların da insanoğlundan üstün olduğu tarafları derinlemesine tartışacaklardı. Kral aslan tilkiye konferans için gerekli hazırlıkları yapmasını söyledi. “Küçük büyük istisnasız bütün hayvanları davet et. Fakat böyle bir konferansa kim başkanlık edecek?” diye de sordu. Tilki de, “Bizim ormanda bir bilge var, yıllardır kefaret çekiyor. O, hem insanların hem de hayvanların dostu. O kesinlikle hiç kimseye karşı önyargı beslemez ve kimseyi de kayırmaz. Neden ona başkanlık teklif etmeyelim ki?” diye cevap verdi. Aslan da, “Peki, öyle yap!” diyerek onayladı. Tilki bir hafta içine gerekli işleri ayarladı. Ormanda geniş bir alan konferans için hazırlandı. Konferans günü geldi ve herkes kendi yerine gelip oturdu. Bir müddet sonra herkes yerini almıştı. Bilge insan da zamanında gelip yerine oturdu. Aslan ve fil de bilgenin sağına ve soluna oturdular. Tilki kalabalığın önünde ayakta duruyordu. Konferansın sözcülük görevini üstlenmişti ve ortaya çıkarak herkese ”Hoş geldiniz, bu konferansa katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum” diye seslendi ve konferansı açtı. “Konferansın gündemine göre önünüze üzerinde tartışma yapılması için 4 ana başlık sunuyorum. Lütfen bu başlıklar üzerinde iyi düşünün ve öne çıkarak fikirlerinizi söyleyin, çünkü bunlar kendi kendimize saygımız için hayati konulardır. Hem insan hem de hayvan benzer şekilde annenin rahminden doğarlar. Öyleyse neden hayvanlara yaratık/mahlûk), insana da insan varlığı adı veriliyor? Bu aşağılama niye? İnsan akıllıdır ve hayvan da aptaldır diye genel bir kanı var. Böyle bir aşağılamayı ve temelsiz iddiayı kabul edemeyiz. İnsanın konuşma diye bir doğal yetenek ile nasiplenerek kutsandığı iddia ediliyor. Fakat insan bu yeteneğini kötüye kullanıyorsa o 308 zaman neden bununla gururlanıyor? Biz de bu yeteneği arzulayarak ne diye acı çekiyoruz ki? Biz konuşamamamıza rağmen, yiyecek bulabiliyor, kendimizi koruyabiliyor, çocuklarımızı yetiştirebiliyor ve mutlu yaşayabiliyoruz. Bu yüzden, insan böbürlenerek bahsettiği bu ender yeteneğinden ötürü kendisini üstün olarak nitelendiremez. Ve en son olarak, bizim vahşi olduğumuz, insanın ise merhametli/şefkatli olduğu söyleniyor. Aslında biz daha arkadaş canlısı, daha düşünceli ve daha saygılıyız. Yani bu savı da reddetmek zorundayız.” Gündemi okuyan tilki gitti ve yerine oturdu. Aslan öne çıktı ve ağırbaşlı bir üslupla ”Bu gündemdeki konuların hepsini onaylıyorum. İnsanın hiçbir şekilde bizden üstün olduğunu kabul etmiyorum. Mesela cesaret ve kuvvet konusunu ele alalım. İnsanoğlu içinde beni cesaret ve kuvvet konusunda geçebilecek biri var mı? Ormanda yegâne kral ben olduğum halde asla şımarmam, adaletsiz ve genel ahlaka aykırı hiçbir eylemde bulunmam. Acıkmadıkça hiçbir hayvanı öldürmem. Durum böyle iken insan bizden üstün olduğunu iddia edebilir mi?” diye kalabalığa sordu. Hep bir ağızdan, “Hayır, hayır!” diye bağırdılar. Aslan bilgenin yanında kendi yerine oturdu ve bu sefer fil ayağa kalktı. Kendi ihtişamını ve görkemini o kalın sesi ile anlatmaya başladı.”Form yani fiziksel görünüş olarak, boy pos olarak ve fiziksel güç olarak ben insandan çok üstünüm. O benim yanımda bir cüce gibi kalıyor. Zekâya ve akıla gelince, benim öyle hemen fark edilemeyen bir zekâ ve hafızaya sahip olduğum konusunda ünüm nam salmıştır. Tarih öncesi zamanlardan beri saraylarda ve tapınaklarda gerçekleştirilen her hayırlı olayda ve tören geçişlerinde benim varlığımın uğur getirdiğine inanılırdı. Aslında Tanrı’ya inanan, dindar ve saygılı insanlar bana meyva ve çiçek getirerek saygılarını sunarlar. İnsan nasıl kendisini bizden daha üstün sayabilir ki?” diye seslendi.”Hayır, hayır!” diye yine bütün hayvanlar tüm güçleri ile bağırdılar. Fil de dönerek bilgenin yanındaki yerini oturdu. Sonra sıra köpeğe geldi. Herkesi selamlayarak, yüksek sesle:” Benim hayvanların insanlardan daha üstün olduğuna dair sağlam ve doğru kanıtlarım var. Örneğin sevgi niteliğini, sadakati ve bağlılığı ele alalım. İnsan bu özelliklerde kendisini köpeklerden daha üstün görebilir mi? Bizim bu ender özelliğimizden ötürü insan bizi ailesinin bir ferdi gibi kabul ediyor ve ona göre davranıyor. Fakat insanın minnettarlık ve şükran duygusu bile yok. Bizi ucuz yiyeceklerle veya kendi yemek artıkları ile besliyorlar. 309 İnsan yanında çalışarak hizmet ettiği kendi efendisine bile içinden nankörlük yapıyor. Efendim, ben eminim ki biz hayvanlar bu özelliklerimiz ile insanlardan çok daha üstünüz” dedi ve gidip yerine oturdu. Artık tartışma konusu yapılan mesele hakkında fikrini söylemek sıra Başkan’a gelmişti. Bilge ayağa kalktı şöyle konuştu. “Sevgili arkadaşlarım, köpeğin söyledikleri tamamen doğrudur. İnsan genellikle bir şey söyler ve başka bir şey yapar. Hayvanlarda bu çelişki ve tutarsızlık bulunmaz.” Bütün hayvanlar sevinçle uzun süre alkışladılar. Bilge devam etti, ”Yiyecek, uyku ve yaşama alışkanlıkları konularında insan ve hayvanlar arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. Fakat temel olarak bir tek farklılık vardır. Hayvanlar kendilerini dönüştüremezler ama insan kendisini eğitim yoluyla, arkadaşları vasıtası ile ve başkalarının yaptıklarına öykünerek transforme edebilir. Hayvanlar yiyecek alışkanlıklarını bile değiştiremezler.” O sırada tilki ayağa kalktı ve sordu, ”Sevgili Efendim! Sizin söyledikleriniz doğrudur. Fakat bütün insanların kendilerini dönüştürebildiklerini düşünüyor musunuz?” Bilge cevap verdi, ”Şüphesiz ki hepsi yapamıyorlar. Bunu yapamayan insanlar hayvanlardan daha aşağıdadır.” Bütün hayvanlar alkışlamaya ve Başkan’a tezahürat yapmaya başladılar. Bilge yine devam etti, ”İnsanın bir değerli özelliği daha vardır, ayırt etme özelliği vardır.” Tilki, ”Doğrudur, ayırt etme özelliği vardır ama neye yarar? Kendi aşağılık davranışları ile hayvanları bile utanç içine sokuyorlar. Ah, ne kadar yazık! İnsan tüm zamanını, yeteneklerini, gücünü ve parasını ekmeğini kazanmak için harcıyor. Hâlbuki biz hayvanlar yiyeceğimizi emek harcamadan elde ederiz” dedi. Bilge, tilkinin kendi içgüdüsel doğa ile abartmak ve sınırları aşmak üzere olduğunu fark etti ve şöyle dedi, ”Ey, sevgili hayvanlar! Sizlere insanı sizlerden ayıran çok önemli bir özelliğini daha söylemeliyim. İnsan yanılgıyı yenebilir. Kendi Öz’ünü idrak edebilir ve ölümsüzlüğü elde edebilir. Yanılgıdan kurtularak ve Öz’e dair bakış elde ederek insan Tanrısal varlığını idrak edebilir. Sizler neden sınırlarınızı kabul etmiyorsunuz?” 310 Hayvanlar sordular, ”Ey Bilge kişi! Bütün insanların bu özelliklerini kullandıklarını mı söylemek istiyorsun?” “Hayır, hepsi değil!” diye bilge cevap verdi. Hayvanlar da, “O zaman yanılgıyı yenemeyen, Öz’e dair görüş elde etmeyen ve kurtuluşa ulaşmayan insanlar bizim seviyemizdeler” diye bağırdılar. Bilge, ”Sevgili arkadaşlar! Ben bu ormana yalnızca sizin arkadaşınız olmaya ve kendimin gerçek bir İNSAN olduğunu ispat etmeye geldim” dedi. 40- RAHMETİN SONUCU Hz. İsa şehrin sokaklarında dolaşıyordu. Kenar mahallelerden birinde yolun kenarında pis elbiseleri içinde körkütük sarhoş genç bir adam gördü. Gidip yanına oturdu ve onu uyandırdı. Genç adam gözlerini açınca karşısında Hz. İsa‘yı gördü. Hz. İsa ona sordu, “Oğlum! Neden o değerli gençliğini içki içerek harcıyorsun?” Genç adam, ”Efendim! Ben cüzzamlı idim. Sen beni iyileştirdin. Başka ne yapabilirim?” diye cevap verdi. Hz. İsa bir iç çekerek oradan ayrıldı. Başka bir caddede bir adam güzel bir kadını delicesine kovalıyordu. Hz. İsa onu kolundan tuttu ve sordu, ”Oğlum! Neden bedenini kirletiyor ve böyle kötü bir günah işliyorsun?” Adam, “Sevgili Efendim! Ben kördüm. Sen benim gözlerimi açtın. Başka ne yapabilirim?” diye cevap verdi. Hz. İsa başka bir sokağa geçti. Orada yaşlı bir adamı acı acı ağlarken gördü. Ona yaklaşarak nazikçe ona dokundu. Yaşlı adam gözyaşlarını silerek döndü ve İsa’ya baktı. İsa ona, ”Niye ağlıyorsun yaşlı adam?” diye sordu. Yaşlı adam, ”Efendim! Ben neredeyse ölüydüm. Sen beni hayata döndürdün. Bu yaşlı halimle ağlamaktan başka ne yapabilirim?” Zor bir durumda kaldığımızda veya acı ve üzüntü çektiğimiz zamanlarda ağlarız ve Tanrı’ya dua ederek O’ndan yardım bekleriz. Fakat Tanrı sonsuz sevgisi ve merhameti ile dualarımıza cevap verince bu sefer O’nu reddederiz ve yine o bencil yaşantımıza geri döneriz. İnsan bu en büyük günah olan Tanrı’ya nankörlük yapmaktan kaçınmalıdır. 311 41- MANSUR’UN ŞEHİT EDİLMESİ Yaklaşık 1.100 yıl önce Banaras(Bağdat) şehrinde Mansur adında (858-922 Hicri) bir adam yaşıyordu. Kendi içsel değerleri ve eğilimleri ile ve Efendisinin öğrettiklerinin vasıtası ile kadim öğreti olan “Aham Brahmaasmi” (Ben Tanrı’yım, Ene’l Hakk, Anā l-Haqq, Aynel Yakiyn, Yok yoktur, Ben Yokum)’a olan inancı gelişti. Sürekli bu özdeyişi terennüm ediyordu. Bunu duyan insanlar ona gerçekten Tanrı olup olmadığını sordular. Kendisine her sorulduğunda üzerinde vurgu yaparak onlara üç defa, ”Evet, Ben Tanrı’yım. Evet, Ben Tanrı’yım. Evet, Ben Tanrı’yım.” diyordu. Zaman içinde Banaras kentinde yaşayan önemli insanların kıskançlıklarını ve nefretlerini kazandı. Bunlara İlahiyat bilginleri ve din enstitüleri başkanları da dâhildi. Bu kişiler birlik olup, Banaras kentinin Kral’ına gittiler ve Mansur’u şikâyet ettiler. Mansur’un ne Sanskrit dilini, ne de dini metinleri bildiğini, ama buna rağmen sokaklarda “Ben Tanrı’yım” diye bağırarak bilginlere ve âlimlere hakaret ettiğini söylediler. Kral Mansur’u huzuruna çağırdı ve sordu, ”Sen kimsin?” Cevap hemen geldi, ”Ben Tanrı’yım” Kral onu ruhsal hastalık uzmanlarına inceletti ve hiçbir ruhsal hastalığı olmadığını öğrendi. Ondan sonra Kral ona “Ben Tanrı’yım” demekten vazgeçmesini tavsiye etti, çünkü din bilginleri ve Karmatiler dine saygısızlık yaptığını ve Tanrı’ya küfür ettiğini söyleyip şikâyet ediyorlardı. Mansur kralın emirlerine uymayı reddetti ve Tanrı ile bir olduğu inancından vazgeçmektense ölmeyi tercih ettiğini söyledi. Krala şöyle sordu, ”Niye Hakikate inanmaktan vazgeçmemi istiyorsunuz? Hakikat şudur: Ben Tanrı’yım. Sen Tanrı’sın. Herkes Tanrı’dır.” Bütün yalvarmalara ve tehditlere rağmen davranışını değiştirmedi. Bunun üzerine kral kendisine karşı gelmekten ötürü her iki elinin kesilmesini emretti. Kralın köleleri Mansur’un her iki kolundan sıkıca tuttukları ve parlak keskin kılıçlarını çektikleri zaman bile Mansur sürekli olarak yüksek sesle “En’el Hak/Aham Brahmasmi” diye bağırıyordu. Her iki elini de kestikten sonra cellâtlar krala rapor vermeye gittiler. Mansur’un ellerinin kesilmesinden sonra bilekleri sürekli kanarken bile korkusuzca ve gülerek aynı sözleri söylemeye devam ettiğini belirttiler. 312 Mansur’un ellerinin kesildiği yere giden kral bütün odanın ve etrafın “Aham Brahmasmi” sedaları ile yankılandığını gördü. Sesler hem Mansur’un gülümseyen ağzından ve hem de ellerinden yerlere akan kanlardan gelerek yankılanıyordu. Kısa bir süre sonra Mansur dudaklarında “Aham Brahmasmi/En’el Hak” sözleri, dudaklarında bir gülümseme ve sakin bir yüz ifadesi ile can verdi. (26 Mart 922 Hicri) Kral bu görüntüden çok etkilenmişti. Mansur’un önünde yere kapandı ve ağlamaya başladı. Din bilginlerini, rahipleri, âlimleri ve din enstitülerinin başkanlarını yani Mansur’dan şikâyetçi olan herkesi çağırttı. Geldiklerinde onları azarlayarak şöyle dedi, ”Sizin kitabi bilginizin ne önemi var ki? Siz Mansur’un büyüklüğünü ne bilebilir, ne de anlayabilirsiniz. O düşünceleri, sözleri ve hem de davranışlarında birliği sağlamış bir insandı. Sizler ne okuduklarınızı ve ne de öğrettiklerinizi uygulamaya koymazsınız. Sizler hepiniz yalnızca kendini beğenmiş kitap kurtlarısınız, hakikatte tek yaptığınız böyle büyük insanları kıskanmaktır. Sizlerin haksız şikâyetleri beni yanlış bir şey yapmaya yöneltti ve ben böyle aziz bir insanı öldürme günahını işledim. Ama o en yüksek gerçek olan “Ben Tanrı’yım”ı koruyarak öldü ve bu yüzden şehit oldu. Size bir ders vermek ve ayrıca size ve sizin evlâtlarınıza bir ilham kaynağı olması için ben Mansur’un anısına onun bir anıtını yaptıracağım.” Gerçek bağlılığın ölçütü ne kutsal kitaplar üzerine derin bilgi ve ne de spiritüel uygulama denilen rutin ibadetlerde yani ritüellerde yatar. Tanrı’ya bağlılık, Tanrısallığın insanın kendisinin içinde ve herkesin içinde olduğunun idrak edilmesi ile sağlanır. Bu da ancak saf bir kalple daima Hakikat’e ve evrensel sevgiye bağlı kalmak yoluyla gerçekleştirilebilir. Her nerede temiz bir zihin ve kalp varsa orada bilgeliğin elde edilmesi mümkün olacaktır. Zihin ve kalp temizliği olan birisinin Tanrı’yı aramak için ormana veya hac için tapınaklara gitmesine gerek yoktur. O hem kendi içinde, hem de başkalarının içinde Tanrı’yı bulacaktır. Karmatiler= Karmati devletini yöneten 7 kişi; Karmatiler 874 yılında İran Körfezinin güneyinde kurulmuş olan bir devlettir. 150 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. 313 42- SÜRUR TANRI’DIR Varuna’nın oğlu Brighu bir gün babasına giderek sordu, ”Baba, bana Tanrı’yı anlatır mısın?”. Bilge Varuna içinden sevinerek cevap verdi, “Sevgili oğlum, hiç kimse sana Tanrı’yı anlatamaz ve seni aydınlatamaz. Herkes bunu kendi içine dönerek kendisi deneyimlemelidir. Şimdi git ve tefekkür yap! Kendini idrak etmeye çalış! Ben seni kutsuyorum.” Brighu bir ormana gitti ve sessiz oturuş yapmak için bir yere oturdu. Kendi kendisini idrak etmeye çalışıyordu. Manevi dünyaya ilişkin çeşitli konular üzerinde tefekkürde bulundu. Bir gün şöyle düşündü, “Dünyada çeşitli canlıların ve özellikle de insanların yaşamaları için en önemli şey nedir? Herhalde yiyecek olmalıdır” diye karar verdi. “İnsan yiyecek sayesinde yaşar, büyür ve çalışır. Bu yüzden sanırım yiyecek Tanrı’dır” Derhal babasına giderek şöyle dedi, “Baba ben Tanrı’ın ne olduğunu biliyorum. Yiyecek Tanrı’dır.” Varuna yüzünde bir gülümseme ile cevapladı, “Hayır, sevgili oğlum. Yiyecek Brahman değildir. Git ve tefekkür yapmaya devam et!” Brighu bir daha ormana gitti ve bir müddet daha zaviye yaşantısına devam etti. Bir gün yine şöyle düşündü, “Yiyecek muhakkak ki elzemdir, ama enerji olmadan yiyecek sindirilemez ki? Bu enerji ne olabilir? Bu herhalde nefestir. Bu yüzden nefes Tanrı’dır. Hemen babasına koştu ve “Baba, ben Tanrı’yı biliyorum. Nefes Tanrı’dır” dedi. Varuna “Hayır sevgili oğlum, git ve birkaç gün daha tefekkür yaparak düşün” diye cevap verdi. Brighu babasının emrine itaat etti ve tefekkür etmeye devam etti. Bir gün şöyle düşündü, “Yiyecek elzemdir, nefes elzemdir, fakat bunlardan daha da olmazsa olmaz nedir acaba? Eğer bir insanın yaşama ve yemek yeme arzusu yoksa yiyecek de nefes de hiçbir işe yaramaz. Yaşama arzusu da zihinde bulunur. Bu yüzden zihin Tanrı’dır.” Bu keşfini babasına aktardı ve şöyle dedi, “Babacığım, zihin Tanrı’dır.” Varuna gülümsedi ve “Hayır sevgili oğlum. Zihin Tanrı değildir. Haydi, biraz daha tefekkür yap!” Brighu tefekküre devam etti. Bir gün yine şöyle düşündü, “Yiyecek elzemdir, nefes elzemdir ve zihin de elzemdir. Fakat daha önemli ve esas temel olan şey nedir acaba? Bir insan iyi ile kötü arasında ayırım yapamıyor ve ikisinin birbirinden farkını göremiyorsa o zaman bu yaşamın ne anlamı kalır ki? Bu ayırd etme yetisi nerede bulunur. Bu zekâ/akıl olmalıdır. Yani akıl Tanrı olmalıdır. 314 Brighu babasına bu keşfini aktarınca yine aynı cevabı aldı. “Hayır, haydi git ve biraz daha düşün!” Brighu bir kez daha tefekküre devam etti. Bir gün şöyle düşündü, “Yiyecek kuvvet verir, nefes enerjilendirir, zihin arzuları oluşturur ve akıl da insana Ayırd Etme Gücü kazandırır. Doğru, fakat bir insanın yaşamında nihai/en son hedefinin ne olduğunu bulmalıyım. Bunu deneyimlemeliyim.” Böyle düşünerek derin bir düşünceye başladı. Bir gün anlatılmaz, tanımlanamaz ve tarif edilemez bir sevinç ve mutlulukla doldu. Yaşadığı dünyanın farkında bile olmadan bilinçsiz bir şekilde yalnızca ağacın altında oturuyordu. O gün Varuna oğlunu aramak için ormana gelmişti. Oğlunu sürur halinde görünce çok sevindi. Brighu’nun yüzüne yansıyan parlaklıktan ve ışık saçan nurdan oğlunun “Tanrı’ın Sürur olduğu” idrakine ulaştığını anlamıştı. Eski çağlarda anne babalar ve öğretmenler öğrencilerine sorular sorarak onları cesaretlendirmeye çalışırlardı. Ancak soruların cevaplarını da öyle hemencecik söylemezlerdi. Onların kendi kendilerine araştırarak cevapları bulmalarını tavsiye ve teşvik ederlerdi. Tecrübe/Deneyim en iyi öğretmendir. 43- NAABHAKA- İDEAL OĞUL VE İDEAL ÖĞRENCİ Nabhaka adında bir kral vardı. Oğlu Naabhaka küçüklüğünden beri öğrenmeye çok meraklı idi. Küçükken bilgelerin yanında öğrenime gitti ve zaman içinde birçok konuya hâkim büyük bir bilgin oldu. Öğrencilik dönemi bitince eve döndü. Naabhaka kardeşlerinden kendisi yokken babasının bütün mirasını onların arasında dağıttığını ve kendisine hiçbir şey kalmadığını öğrendi. Kardeşleri kendisine eğer isterse babalarının kendisini miras olarak alabileceğini söylediler. Naabhaka erdemli bir insan olduğu için bu öneriyi sevinerek kabul etti. Bir çocuk kendi anne ve babasına bakmayacaktı da ne yapacaktı? Şu atasözüne tüm kalbi ile inanırdı, “Annene ve babana her zaman saygılı ol ve onlara daima hizmet et!” 315 Babası kendisine bir gün şöyle dedi, “Sevgili oğlum, benim sana verebileceğim herhangi değerli bir eşyam kalmadı, ama sana nasıl zengin olabileceğini gösterebilirim. Angirasa tarafından büyük bir dinsel ayin icra ediliyor. Ayini yapıp ibadetleri uygulayan rahipler onu uygun bir şekilde nasıl sonlandıracaklarını bilmiyorlar. Ayinin uygulayıcılarına faydası olabilmesi için bütün dualar okunduktan sonra en sonunda iki dua mantrasının söylenmesi lazım. Bunlar bu dua mantralarını bilmiyorlar. Ben sana şimdi bu duaların nasıl terennüm edileceklerini öğreteceğim.” Naabhaka babasının kutsamalarını ve iznini aldıktan sonra dinsel ayinin yapıldığı yere gitti. Onlara şöyle dedi, “Bu ibadeti muhteşem bir final ile sonlandıracak dua mantralarını ben biliyorum.” Angirasa ona duaları söylemesi için izin verdi. Bu şekilde ayin olması gerektiği gibi sonlandırılabilmişti. Angirasa, Naabhaka’ya şöyle dedi, “Oğlum, tam zamanında geldin ve hepimizi mutlu ettin, gerçekten çok memnun oldum. Biz hepimiz şimdi cennete gidiyoruz. Benim olan her şey sana aittir.” Naabhaka, Angirasa’nın kendisine bıraktıklarını toparlamaya çalışıyordu. Birden koyu renkli derili birisi kendisine yaklaştı ve “Benim adım Rudra. Yapılan ayin sonucunda geriye kalan tüm mallar bana aittir” dedi. Naabhaka ve Rudra birbirleri ile iddialaşmaya başladılar. Naabhaka şöyle dedi, “En iyisi gidip üçüncü bir kişinin fikrini alalım, bakalım bu ayinin kazandırdığı mal mülk kime ait?” Naabhaka’nın babası dinsel konularda büyük bir üstat idi ve Naabhaka’ya şöyle dedi, “Sevgili oğlum. Bütün mal mülk yalnızca Rudra’ya aittir.” Bunun üzerine Naabhaka hemen Rudra’nın ellerine sarıldı ve bağışlanmak için af diledi. Rudra, Naabhaka’nın bu içten ve doğru davranışından çok etkilenmişti ve şöyle dedi,”Sen ne kadar ideal bir öğrencisin! Senin gibi öğrenciler bu dünyaya ışık vererek yol gösteren fenerler olabilirler. Senin bu doğru davranışına bir ödül olarak bana ait ne varsa sana veriyorum. Benim ülkemi doğru ve dürüst bir şekilde yönet, büyük bir ün kazan ve sülalene büyük bir onur kazandır.” Rudra bunları söyledi ve Naabhaka’yı kutsayarak ortadan kayboldu. 316 44- SEVGİ VERİR, VERİR VE VERİR Rama babasının verdiği sözü yerine getirmek amacı ile 14 yıl süre ile ormanda sürgüne gitmek üzere hazırlık yapıyordu. Ormana gitmeden önce üzerindeki mücevherleri ve diğer kıymetli eşyaları fakir insanlara dağıtmak istedi. Onları büyük bir mutlulukla dağıtıyordu. O sırada çok uzaklardan yürüyüp gelen yaşlı bir köylü Rama’nın yanına yaklaştı. İstediği yalnızca Rama’yı bir kez görebilmekti. Şöyle düşünmüştü, “Rama’nın ondört yıl boyunca ormanda sürgüne gideceğini işittim. O geri dönene kadar yaşar mıyım bilmiyorum. O yüzden O’nu hemen görmeliyim.” Yaşlı adam yaklaştığında herkese inekler ve çeşitli eşyalar dağıtılıyordu. Rama’nın o güzel görüntüsünü gören yaşlı adam heyecanlandı ve şöyle dedi, “İşte bu gördüğüm fedakârlığın somutlaşmışı halidir. Bu kişi mutlaka ölümsüzlüğü elde edecektir. Onun yaptıkları aynen şu kadim söze uymuyor mu? ‘Ölümsüzlük çoluk çocuk sahibi olarak, zenginlik elde ederek veya iyi davranışlarla elde edilemez, yalnızca fedakârlık yaparak elde edilir.’ Ey Rama! Sen Doğru Davranışın somutlaşmışından başka bir şey değilsin!’ Yaşlı köylüyü fark eden Rama kendisinin yanına gelmesi için kendisine eliyle işaret etti. Rama yaşlı adama şöyle sordu, “Ey soylu köylü! Seni buraya getiren şey nedir?” Yaşlı adam şöyle cevapladı, “Sayın efendim, ben oldukça yaşlandım. Ben işittim ki sen ormana gidecekmişsin ve ondört yıl boyunca da buraya geri dönmeyecekmişsin. Ben bu kadar uzun süre yaşayamayabilirim. Ben buraya senin o güzel yüzünü bir kez olsun görebilmek ve senin o muhteşem sevgini kısacık bir an bile olsa deneyimleyebilmek, senin o kutsal ayaklarına bir kez olsun dokunabilmek ve böylece yaşamımın amacını yerine getirebilmek ve kurtulabilmek için geldim.” Rama adama şöyle sordu, “Peki başka bir arzun var mı?” Adam, “Benim başkaca bir arzum yoktur. Benim gibi yaşlı bir adam zaten ancak yaşayabildiği kadar yaşamış olduğu için ne arzu edebilir ki? Benim tek arzum seni görmek, seninle konuşmak ve sana dokunmak” tır. Rama bunun üzerine şöyle sordu, “Peki bu üç arzun ile ne elde etmeyi düşünüyorsun?” Yaşlı adam şöyle cevap verdi. “Efendim, insan geçmişinde yapmış olduğu yanlış davranışlardan kaynaklanan günahlar ve üzüntüler tarafından sürekli olarak takip edilmektedir. Benim bunların etkilerinden kurtulabilmem için seni görmem, seninle konuşmam ve sana dokunmam gerekiyor.” 317 Rama yaşlı köylünün sözlerini duyunca çok memnun olmuş ve derinden etkilenmişti. Onu kucakladı. Rama, adama şöyle sordu, “Bu sana mutluluk ve sevinç veriyor mu? Yanaklarından aşağıya yaşlar boşanan yaşlı köylü cevapladı, “Sayın efendim, ben şu anda cennette olduğumu hissediyorum. Bana az bir miktar sadaka ver, ben de artık evime döneyim!” Rama şöyle dedi, “Oğlum, sen bana sevgini sundun. Benim de sana benim sevgimi sunmam gerekmez mi? Ben sana bir şey vereceğim.” Yaşlı köylünün elinde bir sopa olduğunu gören Rama devam etti, “Ben sana dokunduğum için artık eskisinden çok daha güçlüsün ve bu sopaya ihtiyacın kalmadı. Tüm gücünle bu sopayı fırlat gitsin! Sopanın düştüğü yerle burası arasında kalan bölgedeki bütün inekler ve zenginlikler senin olsun.” Yaşlı köylü de güçlendiğini ve yaşlılıktan kaynaklanan güçsüzlüğünün artık yok olduğunu hissediyordu. Rama’nın ayaklarına dokunmuş ve hatta Rama tarafından kucaklanmıştı. Rama’nın söylediğini yapması gerektiğini düşündü. Kendi kendine şöyle dedi, “Aslında benim hiçbir arzum ve isteğim yok. Ama yine de tek bir arzum var, o da Rama’nın emirlerine ve söylediklerine itaat etmek. Aksi takdirde tüm yaşamım anlamsız hale gelir.” Sopayı eline alarak tüm gücü ile fırlattı. Şaşkınlıkla fark etti ki sopa Sarayu nehrini geçerek karşı kıyısından geri döndü ve Rama’nın durduğu yerin az ötesinde yere düştü. Sopanın uçtuğu bölgenin içinde birçok konaklar, binalar ve davar sürüleri kalmıştı. Bütün bunların hepsi yaşlı köylüye hediye olarak verilecekti. Köylü, Rama’ya şöyle dedi, “Neden bana bu kadar çok verip beni sıkıntıya sokuyorsun? Ben yalnızca seni görmeye gelmiştim.” Rama şöyle yanıtladı, “Ey asil köylü, bunlar senin bundan önce yaptığın tüm iyi davranışların meyvaları! Benim ormana gideceğimi işiten o kadar çok insan beni görmeye geldi ki? Fakat senin istediğin şey beni duygusal olarak çok etkiledi. Yoksa bu krallığın yasaları uyarınca tüm krallığı sana vererek hediye etmek zorunda kalacaktım.” Rama söz verildiği üzere sopanın kapladığı alandaki her şeyi yaşlı köylüye hediye etti. 318 45BULUNULAN YERDEN YAYILAN ETKİLER TİTREŞİMLER İNSANI Rama ve Lakshmana ondört yıllık sürgün sırasında ormanda Sita’yı arıyorlardı. Birden Lakshmana kendisini yorgun hissetti ve Rama’ya dönerek şöyle dedi, “Ben artık bu Sita’yı aramaktan bıktım usandım. Ayodha’ya geri dönmek ve rahat bir yaşantı sürmek istiyorum.” Rama ona bakarak gülümsedi ve şöyle dedi, “Haydi gel biraz daha ilerleyelim! Ben sana sonra her şeyi açıklayacağım!” Bir müddet daha yürümeye devam ettiler ve sonra bir ağacın altında oturdular. Birdenbire Lakshmana ayağa kalkarak Rama’nın ayaklarına kapandı ve ayaklarına yapışarak, “Affet beni sevgili kardeşim! Söylemiş olduğum bu sözleri nasıl söylemiş olabileceğime inanamıyorum. Nasıl böyle konuşabildim bilmiyorum. Böyle kötü düşünceler benim zihnime nasıl girdi böyle?” Lakshmana’nın nasıl böyle konuşmuş olabilirdi? Kendisi için hayatta tek önemli olan şeyin Rama’nın kendisi olduğunu beyan eden, tüm hayatını O’na adayan ve Rama olmadan bir tek an bile yaşamayacağını söyleyen bir kişi nasıl olur da fiziksel rahatlık peşinde koşabilirdi? Rama merhametin somutlaşmışı olarak Lakshmana’ya seslendi, “Sevgili Lakshmana! Biraz önce içinden geçtiğimiz bölge, Surpanaksha’nın avlandığı bölge idi. Tam senin altında oturduğun ağacın altında dinlenirdi. Orası doğal olarak kötü nitelikler tarafından şarj edilerek negatif yüklenmiş. Bu titreşimler senin içinde kötü düşünceler meydana getirdiler. O noktadan uzaklaştıktan sonra içten gelen iyi tabiatın tekrar açığa çıkarak kendisini gösterdi.” 46BİR MANEVİYAT ÖĞRENCİSİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ – SABIR VE HOŞGÜRÜ Bir öğrenci bir yüce bilgeye giderek Tanrı hakkındaki en yüksek bilgiyi kendisine aktarmasını istedi. Bilge ona bir dua mantrası verdi ve içinde en ufak bir bencil arzu beslemeden bu dua mantrasını sürekli olarak zikretmesini tavsiye etti. Bilge ona bu ibadeti bir yıl boyunca yaptıktan sonra en Yüce Olan’ın Bilgisine ulaşabileceğini söyledi. Aradan bir yıl geçtikten sonra salik bilgeye geldi. Heyecanla bilge öğretmenin/âlimin vereceği cevabı bekliyordu. Yıkanmış, paklanmış ve en temiz elbiselerini giymiş bir vaziyette efendisinin odasının önünde bağdaş kurarak oturmaya 319 başladı. Bir yandan da öğrendiği duayı söylemeye devam ediyordu. O sırada köyün içinde süpürge ile temizlik yapmakta olan bir bayan hizmetkâr bizim öğrenciyi fark etmedi ve bir miktar tozu onun üzerine doğru süpürdü. Öğrenci her tarafı toz ve pislik içinde kaldığı için çok öfkelenmişti. Şimdi tekrar banyo yapması ve elbiselerini değiştirmesi gerekiyordu. Hizmetçi kadına doğru kızgın bir şekilde baktı ve ona bağırıp çağırdı. Bu da kadını çok korkuttu. Biraz sonra yıkanıp elbiselerini değiştirdikten sonra geri geldi. Bilge de tam o sırada odasından dışarıya çıkmıştı. Öğrenci hemen bilgenin önüne giderek ona saygılarını sundu ve şöyle dedi, “Ey saygıdeğer kişi! Ben bir yıl boyunca sürekli olarak bu duayı zikrettim.” Böyle diyerek bilgenin, kendisine Yüce Varlığa Ait Bilgiyi hemen vereceğini umuyordu. Bilge kendisine şöyle seslendi, “Sen bilgiyi öğrenmeye henüz hazır değilsin. Git ve bir yıl daha zikir yap, öyle gel!” İkinci yıl da geçtikten sonra salik köye tekrar geldi ve yine tam içeriye girmek üzereyken bilgenin verdiği talimat ile bayan hizmetkâr yeniden onun üzerine doğru tozu süpürdü. Saliğin hemen tepesi attı ve kadını dövmek için üzerine doğru hamle yaptı, fakat son anda kendini tuttu. Ardından salik bilgeye yaklaşarak saygılarını sundu. Bilge ona yine, “Sen bilgiyi almaya hâlâ layık değilsin. Git bir yıl daha zikir yap öyle gel. Geçen sene bir yılan davranışı sergiliyordun, şimdi ise aynı bir köpeğe benziyorsun” dedi. Üçüncü yılın sonunda öğrenci kutsal banyosunu aldıktan sonra köyden içeri girdi. Bayan hizmetkâr yine bilgenin talimatı ile onun üzerine bu sefer pis sular boşalttı. Salik sakince olduğu yerde dönerek hizmetkârı selamladı ve şöyle dedi, “Sevgili Bayan, sana şükranlarımı sunuyorum. Sen benim en büyük erdem olan, sabır ve hoşgörüyü elde etmemde bana çok yardımcı oldun. Ben şimdi hocamın hayır duasını ve kutsamasını almaya hak kazanacak kadar değerli oldum. Sana teşekkürlerimi sunuyorum.” Salik bilgenin önünde yerlere kapandığı anda bilgenin sevinçten içi içine sığmıyordu. Şöyle dedi, “Sevgili oğlum! Sen şu anda En Yüce Olan’ın Bilgisini almaya hak kazandın!” 320 47- GERÇEK ERMİŞ KİMDİR? Turuncu renkte elbisesi olan rahip kıyafetli bir adam sokaktan geçiyordu. Bir grup çocuk ona saygısız sözler söyleyerek onu takip etme başladılar. Fakat adam onlara hiç aldırmadan yoluna devam etti. Yakındaki bir köye gidiyordu ve güneş batmadan oraya yetişmesi gerektiği için de hızlı hızlı yürüyordu. Çocuklar da hakaretlerini sürdürerek onu takip ettiler. En sonunda varılacak köyün dış mahallelerine geldiklerinde rahip bir ağacın altına oturdu ve dinlenmeye başladı. Çocuklar hala onunla alay edip onu kızdırmaya çalışıyorlardı. Rahip de sessizce oturmaya ve sinirlenmemeye devam ediyordu. Adamın bu halini gören çocuklar en sonunda hakaret etmekten yoruldular ve sustular. Onların bu sessizliğini gören rahip, ”Çocuklar, bana söyleyecek başka küfürünüz kalmadı mı? Varsa lütfen onları şimdi söyleyin. Şimdi gireceğimiz köyde herkes beni tanır ve saygı duyarlar. Sizi bana kötü şeyler söylerken görürlerse orada sizi fena halde döverler. Ben de o zaman çok üzülürüm!” dedi. Bu sözleri duyan çocuklar davranışları için ondan çok özür dilediler. Rahibin ayaklarına kapandılar ve kendilerini af etmesi için yalvardılar. 48- HAZIRCEVAPLIĞIN SÜSSÜZ SANATI Winston Churchill espri gücü ve hazırcevaplılığı ile ünlü idi. Fakat küçük bir çocukken o kadar zeki değildi. Okulda pek başarılı değildi. Kendine güven, sıkı çalışma ve büyük bir gayretle İngiltere’nin Başbakan’ı olmayı başardı. Genç bir adamken orduya katıldı. Sonra politikaya atıldı ve kendisini iyi bir hatip olarak yetiştirdi. Bir toplantıda konuşma yapmadan önce bir aynanın önünde durur ve kalabalığı etkileyecek hareketleri, mimikleri prova ederdi. Böylece sürekli olarak kendisini düzeltirdi. Bir seferinde bir seçim kampanyası mitinginde rakip partiye sözünü esirgemeden yükleniyordu. Kalabalık içinden bir kadın Churchill’in sözlerine çok kızmıştı, şöyle bağırdı, ”Sus be adam, eğer ben senin karın olsaydım senin yemeğine zehir koyardım!” Churchill sakince cevapladı, ”Hanımefendi, eğer ben sizin kocanız olsaydım o zehir şişesini kendi boğazımdan aşağı dökerdim!” 321 Bir seferinde muhalefet partisinden bir milletvekili Churchill’in konuşmasına cevap veriyordu. Churchill’i kapalı gözlerle otururken görünce kendisini dinlemediğini zannetti. Churchill gibi bir insanın muhalefetten birisi konuşurken uykuya dalmasını alaya aldı ve ona hakaret etti. Churchill hemen ayağa kalkarak cevap verdi, ”Efendim ben uyumuyordum. Eğer uyumuş olsaydım, çok mutlu olacaktım. Uyumadığım için saygıdeğer milletvekilinin bütün konuşmasını dinlemek zorunda kaldım.” Bu cevap bütün parlamentoyu kahkahalara boğdu. İnsan sıkıntılı bir durumdan kendisini kurtaracak hazırcevaplılığı geliştirmelidir. 322 İ- MASAL SOKAĞI 1- SARI KUŞ Pelin’in canı çok sıkılıyordu. Oyuncakları ile oynuyor, pencereden dışarıyı seyrediyor, ama sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Bir akşam babası eve bir kuş kafesi ile geldi ve “Bu kuş sana arkadaş olabilir” dedi. Pelin kafesteki sarı kuşu görünce çok sevindi. Kuşu alarak odasına götürdü. Artık bütün gününü kuşu ile beraber geçiriyordu. Onun yemini veriyor, suyunu tazeliyordu. Kafesinin içini kendi odasını tuttuğu gibi tertemiz tutuyordu. Ancal bütün bunlara rağmen kafesteki sarı kuş çok mutsuz gözüküyordu. Pelin onu mutlu edebilmek amacı ile kafesin içine ayna koydu ve bir salıncak yerleştirdi. Ama boşuna! Sarı kuş bütün gün kafesin bir köşesine büzüşüp oturuyor ve yine mutsuz gözküyordu. Pelin düşündü düşündü ama kuşun mutsuzluğunun sebebini bulamadı. O gece rüyasında sarı kuşu gördü. Sarı kuş ormanda arkadaşları ile beraber uçuyor, daldan dala konuyor ve çok mutlu gözüküyordu. Pelin kuş üzerine konsun diye elini uzattı, ama kuş uçup kaçıverdi. Pelin uyanır uyanmaz gördüğü rüyayı hatırladı; ne yapması gerektiğini anlamıştı. O gün annesi ile beraber parka gittiler ve parkta ağaçların arasında iken kafesin kapağını açarak kuşu özgürlüğüne kavuşturdu. Gökyüzüne doğru neşeyle havalanan kuş çok mutlu olmuştu. Pelin o günden sonra ne zaman bir kuş görse o sarı kuşa nasıl yardım ettiğini düşünerek gülümsüyordu. 323 2- BAŞKALARINI MUTLU ETTİĞİMİZ ZAMAN MUTLU OLURUZ – KÜSTÜM ÇİÇEĞİ Ceren mutlu olmak istiyordu. Annesine giderek sordu, “Anneciğim ben her zaman mutlu olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?” Annesi Ceren’in bu sorusuna gülerek cevap verdi. “Sürekli mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk iki acı arasında bir moladır. Bir müddet mutlu olursun, sonra herhangi bir şey senin o mutluluğunu bozar veya sen o duruma alıştığın için artık kendini aynı şekilde mutlu hissetmezsin. Ama istersen senin bugünkü mutsuzluğunu gidermek için beraberce dışarıya çıkalım, ne dersin?” Ceren ve annesi beraberce dışarıya çıktılar. Caddede yürürken annesi bir çiçekçi dükkânından içeriye girdi. Oradan bir çiçek aldılar. Eve döndüklerinde annesi Ceren’e, “Cerenciğim, bu çiçek senin. Onun adı Küstümçiçeği, ona iyi bak olur mu?” dedi. Ceren çiçeğini çok sevmişti. Saksıyı alıp odasına götürdü. Ancak çiçek çok narindi. Dallarına dokununca küsüyor, bir gün su vermeyince solmaya başlıyordu. Ceren, çiçeği mutlu edebilmek için ona vaktinde su vermesi gerektiğini ve dallarına fazla dokunmamak gerektiğini anladı. Ceren birkaç gün sonra annesine giderek şöyle dedi, “Anneciğim, Küstümçiçeği mutlu olunca ben de mutlu oluyorum.” Annesi gülümsedi, “Senin adına çok sevindim” dedi. “Sürekli mutlu olmak için her zaman başkalarını mutlu etmeye gayret etmeliyiz, sen bunu anlamışsın!” 3- KAVGACI ÇOCUK Tarık sürekli olarak arkadaşları ile kavga ediyor ve onlara kırıcı sözler söylüyordu. Bir gün öğretmeni onu karşısına alarak nasihat etti. “Sevgili Tarık, sen başkalarını incittiğin zaman hiç doğru bir şey yapmıyorsun, biliyorsun değil mi?” “Evet efendim” diye cevap verdi Tarık, “Fakat bazen kendime hâkim olamıyorum.” “Bak Tarık” diye devam etti öğretmeni, “Ben sana bir torba çivi ve bir tahta parçası vereceğim. Senin vazifen arkadaşlarına her kötü bir şey söylediğinde bu tahtaya bir çivi çakman! Tamam mı? Artık tahtaya hiç çivi çakmayacak hale gelmen gerekiyor, anlaştık mı?” 324 “Tamam yapacağım” diye Tarık cevap verdi. “Bundan sonra sinirlenmemeye çalışacağım.” Tarık o günden sonra kavga ettiği zaman veya sadece öfkelense bile tahtaya bir çivi çakmaya başladı. İlk hafta tahtanın yarısını çivi ile doldurmuştu bile. Tahtaya bakınca utandı ve ondan sonraki günler tahtaya çakılan çivilerin sayısı gitgide azalmaya başladı. Bir gün akşam olduğunda Tarık o gün, bir önceki gün ve hatta ondan önceki gün tahtaya hiç çivi çakmadığını fark etti. Heyecan içinde tahtayı alarak öğretmenine götürdü. Öğretmeni, “Aferin Tarık” dedi, “Şimdi senden istediğim şey kötü söz söylemediğin, kavga etmediğin ve öfkelenmediğin her gün akşamında bu tahtadan bir tane çivi sökmendir. Bunu yapabilir misin?” Tarık, “Tabii yapabilirim öğretmenim” diye yanıtladı ve sonra çivili tahtayı alıp yine evine döndü. Tarık sinirlenmediği her gün için tahtadan bir çivi sökmeye başladı. En sonunda bir gün tahtanın üzerinde hiç çivi kalmadığını gördü. Ertesi gün yine sevinç içinde tahtayı öğretmenine götürdü. Artık öğretmeninin dediğini yapabildiğini ve başardığını hissediyordu. İçi içine sığmayarak tahtayı alıp öğretmenine götürdü. Öğretmeni tahtayı boş görünce çok mutlu oldu. “Sevgili Tarık seni kutluyorum. Artık sen kendini değiştirmeyi başardın. Tahtaya hiç çivi kalmamış, demek ki artık kimsenin kalbini yaralamıyorsun. Ben senin adına çok sevindim. Ama acaba bu tahtaya baktığında ne görüyorsun, onu bana söyler misin?” Tarık, “Boş bir tahta öğretmenim. Ha bir de tahtanın üzerinde kalmış delikler var onları mı soruyorsunuz öğretmenim?” “Aynen öyle Tarık! İşte bu delikler aynı senin başkalarına kötü şeyler söyleyip, kötü davrandığın zaman onların kalplerinde açılan deliklere benziyorlar. Sen sonradan özür dilesen ve onlar seni affetseler bile o delikler orada kapanmadan kalıyorlar, bunu biliyor musun? Bu yüzden bundan sonra bunu aklından hiç çıkarma olur mu, benim güzel oğlum?” Tarık yaptığı hatayı anlamıştı, “Öğretmenim beni uyardığınız ve yol gösterdiğiniz için size çok teşekkür ederim” dedi, “Bundan sonraki hayatımda hiç kimsenin kalbini kırmamaya gayret edeceğim.” 325 4- REÇEL PARTİSİ Cem o gün okulda çok acıkmıştı. Canı fena halde tatlı bir şeyler çekiyordu. Bütün öğleden sonra evde mutfakta rafta duran reçel kavanozunu düşündü; çünkü öğlen teneffüsünde sıra arkadaşı Hakan kocaman bir reçelli ekmek yemişti. Cem son zil çalar çalmaz koşarak eve gitti. Eve girince ilk iş olarak kendisine reçelli bir ekmek hazırlamak istedi ve reçel kavanozunun olduğu rafa uzandı. O sırada bir de baktı ki uzun bir karınca konvoyu reçel kavanozuna doğru ilerliyorlar. Hemen kavanozu aldı ve karıncaları dağıttı. Kavanozu mutfaktaki masanın üzerine koydu ve kendisine nefis bir dilim reçelli ekmek hazırladı. Ekmek dilimini afiyetle yemek için hazırlandı. Tam dilimden ilk lokmayı ısıracaktı ki aklına sınıfta arkadaşı Hakan reçelli ekmeğini yerken kendisinin nasıl özendiği geldi. Şimdi de karıncalar kendisi ile aynı durumdalardı. Isırdığı lokmayı yutamadı. Hemen dolaptan küçük bir kâse çıkardı ve içine reçel koydu. Kâseyi karıncaların evden içeriye girdikleri küçük deliğin önüne evin dışına koydu. “Alın size güzel bir reçel partisi!” dedi gülerek. Karıncalar hemen yine uzun bir kuyruk oluşturarak reçele geldiler. Cem de reçeli karıncalarla paylaşmanın mutluluğu içinde elindeki reçelli ekmeği ısırarak afiyetle yedi. 5- KURT VE SİNCAP Sevimli bir sincap ağacın üzerindeki yuvasında oynarken birden ayağı kaydı ve aşağıya düştü. Düştüğü yer yumuşacıktı. Sincap doğrulduğunda bir kurtun üzerine düştüğünü görünce çok şaşırdı. Hemen korku içinde kurttan özür diledi, “Çok afedersiniz, sizi rahatsız ettiğim için çok özür dilerim. Ben ağaçtan kaza ile sizin üzerinize düştüm.” Kurt aç olsa idi kesinlikle sincabı affetmez bir lokmada yutardı ama o anda o kadar toktu ki umursamadan cevap verdi. “Seni bağışlarım ama bir şartım var.” “Buyurun” dedi sincap, “Sizi dinliyorum.” Kurt, “Hep merak ettiğim bir şey var. Ne zaman bir sincap görsem, oynuyor, eğleniyor. Üstelik herkes de sizleri çok seviyor. Sincapları böyle mutlu yapan şey nedir?” 326 Sincap şöyle cevap verdi, “Bundan kolay bir şey mi var! Tabii ki siz kurtlar çok huysuz ve mutsuzsunuz. Kendinizden başka hiç kimseyi düşünmüyor, kimseye acımıyorsunuz. Bu özellikleriniz yüzünden hiç kimse sizi sevmiyor. Oysa biz sincaplar hiç kimseyi incitmeyiz. Her zaman neşeliyiz. Bu yüzden herkes tarafından sevildiğimiz için de her zaman mutluyuz.” 6- TİLKİ VE KÜÇÜK PRENS Küçük prens ormanda dolaşırken bir ses işitti. “Merhaba” Küçük prens etrafına bakındı ama kimseyi göremedi. “Buradayım” dedi ses, ileride elma ağacının altındayım. Küçük prens bakınca bir tilki gördü ve “Merhaba, size de merhaba” diye cevap verdi. Tilki, “Ben çok yalnızım. Haydi gel birlikte oynayalım mı?” diye sordu. Küçük Prens, “Ama ben seni tanımıyorum ki?” diye cevap verdi. Tilki, “Alışık olmak ne demek, ben bilmiyorum” dedi. “Yani şöyle” diye anlatmaya başladı küçük prens, “Mesela sen benim için herhangi bir tilkisin, ben de senin için herhangi çocuğum. Ama biz birbirimize alışırsak o zaman iyi arkadaş olabiliriz.” Tilki, “Peki birbirimize alışmak için ne gerekli diye sordu. Küçük prens şöyle yanıtladı, “Bunun için sabırlı olmalısın. Birbirimizi tanımamız için zaman gerekli. Birbirimiz daha iyi tanıdıkça daha yakınlaşabilir ve o zaman arkadaş olabiliriz.” Tilki ve Küçük prens her gün buluştular, birbirlerini sevdiler ve sonunda iyi arkadaş oldular. 7- RENKLERİN KARDEŞLİĞİ Yeryüzünü kaplayan yeşil etrafındaki diğer renklere seslendi, “Görüyor musunuz, ben ne kadar güzelim. Ben her türlü hayatın rengiyim. Çimenler, ağaçlar ve yaprakların hepsi benim rengimde. Renklerin sultanı benim!” Gökyüzünü kaplayan mavi bu sözlere şöyle cevap verdi, “Dünya dediğin yalnızca yeryüzünden ibaret değil ki! Şu gökyüzüne ve dünyayı kaplayan denizlere baksana! Hepsi benim rengimde. Benim verdiğim huzur olmasaydı senin hiçbir önemin kalmazdı.” 327 Bunları işiten kırmızı da söze karıştı, “Siz ne diyorsunuz? Ben her türlü canlıya can veren kanın rengiyim. Hayatta her türlü aşk hikâyesi benimle sembolleşir. Aşk olmadan yaşanır mı? Ben olmasam dünya çok renksiz ve cansız görünürdü.” Bu sırada beyaz rengin nazik sesi duyuldu, “Ben varken renklerin sultanı kim oluyormuş? Güneşle el ele verince ben bütün dünyayı hâkimiyetim altına alırım. Ben saflığın ve temizliğin rengiyim. Beyazdan daha güzel bir renk olabilir mi?” Renkler bu şekilde kendileri ile övünmeyi sürdürürken birden yağmur yağmaya başladı. Her rengin üzerini yağmur damlaları kaplamaya başlamıştı. Söze yağmur karıştı, “Boşuna birbirinizi incitiyorsunuz! Her bir renk birbirinden farklıdır ve güzeldir. Ben şimdi size el ele verdiğinizde ne kadar güzel olduğunuzu göstereceğim.” Yağmur onları bir araya getirerek çok güzel bir gökkuşağı oluşturdu. İşte o günden bu yana gökkuşağı, barışın ve kardeşliğin simgesi ve sembolü oldu. 8- EVLAT SEVGİSİ Bir kralın üç oğlu vardı. Kral hepsini de çok seviyordu. Fakat çocuklar babalarının hangisini daha çok sevdiğini öğrenmek istediler. Babalarına giderek sordular, “Baba sen hangimizi en çok seviyorsun?” Babaları şöyle yanıtladı, ”Ben en çok sevdiğim oğluma mavi bir taş hediye edeceğim. Fakat mavi taşı elinde bulunduran diğerlerine göstermesin. Ancak ben ölünce her biriniz elinizdeki taşı diğerlerinize gösterebilirsiniz.” Kral taşları hazırladı ve küçük birer kutu içinde üç oğluna hediye etti. Hepsi heyecan içinde odalarına çekilerek kutunun içindeki taşın rengine baktılar. Aradan bir süre geçtikten sonra kral ağır bir hastalığa kapılarak vefat etti. Kralın üç oğlu da diğer kardeşlerindeki taşın rengini merak ediyordu. Artık ellerindeki taşları birbirlerine gösterebilirlerdi. Sonunda babalarının verdiği kutuları alarak bir araya geldiler. Hepsi kutularını açınca üç kutunun da içinde mavi taş olduğu ortaya çıktı. Kral üç oğlunu da aynı büyük sevgi ile seviyormuş. 328 9- SANA HER YARDIM ELİNİ DÜŞÜNMÜYOR OLABİLİR UZATAN SENİN İYİLİĞİNİ Kırlangıç kuşu o sene yaralı olduğu için arkadaşları ile beraber göç edememiş ve yalnız başına geride kalmıştı. Kış başlayıp ta soğuklar bastırınca her yeri karlar kapladı. Kırlangıç kuşu sığınacak bir yer aradı. Çok acıkmıştı ve yiyecek bir şey bulamıyordu. Artık gücü tükenmek üzereyken son bir gayret belki bir şey bulabilirim umudu ile uçarak havaya yükseldi. Yükseklerde uçarak çevreye bakınıyor ve yiyecek bir şeyler arıyordu. Fakat akşamüzeri olduğunda hava iyice soğudu ve kırlangıcın kanatları aniden çıkan rüzgârla beraber soğuktan dondu ve tüyleri birbirine yapıştı. Kırlangıç bir külçe gibi aşağıya düştü. Fakat şansına düştüğü yer yumuşak karla kaplı idi. Kırlangıç düşmekten kurtulmuştu ama yine de soğuktan donduğu için kıpırdayamıyordu. Biraz sonra orada geçmekte olan bir inek kırlangıcın üzerine pisledi. Kırlangıç sıcak pisliğin içinde kendine geldi ve buzları çözüldü. Kanatlarını çırparak pisliğin içinden çıkmaya çalıştı. Fakat maalesef oradan geçmekte olan bir tilki onun çırpınmalarını gördü ve gelerek onu pisliğin içinden çıkardı ve yedi. Bu hikâyenin ana fikri şöyledir, “Size pislik atan herkes sizin kötülüğünüzü düşünmüyor olabilir ve size yardım ederek sizi bir sıkıntının içinden kurtaran herkes de sizin iyiliğinizi düşünmüyor olabilir” 10- ONU SEVİYORSAN ONU MUTLU ETMELİSİN Merve yaz tatili için dedesinin çiftliğine gitmişti. Çiftlikte yaşam çok eğlenceli idi. Çiçekler, ağaçlar, tavuklar, inekler ve çoban köpeği Karabaş, hepsi de Merve’nin oyun arkadaşları idi. Bir sabah Merve cik cik sesleri ile erkenden uyandı. Penceresinin tam önünde minik bir kırlangıç ötüyordu. Merve yavaşça pencereyi açtı ve kuşu korkutmadan dikkatli bir şekilde avuçlarının içine aldı ve hemen dedesine koştu. Dedesi kuşu eline alıp evirip çevirerek kontrol etti. Kırlangıcın kanadı kırılmıştı ve uçamıyordu. Dedesi ve Merve birlikte zavallı kırlangıcın kanadını sardılar ve ona çimenlerden ve samanlardan rahat bir yatak yaptılar. Dedesi Merve’ye şöyle dedi, “Sevgili Merve, bu kuş senin misafirin oldu. Ona iyi bakarsan kısa zamanda iyileşir” Merve bu işi kendisine görev edinmişti. Kuşun yemini ve 329 temiz suyunu hiç ihmal etmiyordu. Yarasını pansuman ediyor ve sonra tekrar sargı bezi ile sarıyordu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra kuşun sargılarını tamamen söktü. Kırlangıç artık serbestçe hareket edebiliyordu. Bir gün dedesi kuşu görmeye geldi ve kırlangıcın tamamen iyileştiğini gördü. Merve’ye, “Artık onu uçurabilirsin” dedi. Merve, “Ama o benim kuşum” diyerek boynunu büktü. Dedesi şöyle güzelce yanıtladı, “Sen onu yaralı buldun ve onu iyileştirebilmek için elinden geleni yaptın. Ama unutma ki kuşlar ancak göklerde uçabilirlerse mutlu olabilirler. Sen eğer onu gerçekten seviyorsan onun mutlu olmasını istersin, öyle değil mi?” Merve dedesinin haklı olduğunu anlamıştı. Minik kırlangıçtan ayrılacağı için ne kadar üzülse de kuşu tutsak etme hakkı olmadığını kabul etti. Sabah erken saatlerde Merve pencereyi açarak kırlangıcı serbest bırakarak uçmasını sağladı. Kuş ağaçların arasında kayboldu, gitti. 11- DÜRÜST ÇOBAN Yoksul bir çoban keçilerini her zamanki gibi köyün yukarılarındaki dağlarda otlatmaya götürmüştü. Bu sefer dağın başka bir tepesine doğru yöneldiler. Keçiler otlarken çoban da bir taşın üzerine oturdu ve kavalını çalmaya başladı. O sırada bir grup insanın tepenin yukarılarındaki patikadan aşağıya indiğini fark etti. Onlar kendisini göremiyorlardı. Büyük bir taşın önüne geldiklerinde içlerinden birisi kenarda gizli duran bir kolu çekti ve o kocaman taş büyük bir gürültü ile kenara doğru hareket etti. Adamlar birer birer açılan kapıdan içeriye girdiler ve içeride bir müddet kaldıktan sonra da çekip gittiler. Giderken kolu tekrar çekerek kapı vazifesi gören taşı eski yerine getirdiler. Çoban onlar gittikten sonra büyük bir meraka kapıldı. “Acaba içeride ne var?” diye düşünüyordu. İhtiyatla taşa doğru yaklaştı ve kenarda duran kolu aradı. Kayanın yarıkları arasında gizli olan kol manivelasını buldu. Kolu çekince koca taş yine gürültü ile kenara çekilerek açıldı. Çoban karanlık dehlizden ilerleyerek büyük bir salon gibi bir mağaraya geldi. İçeriye sızan günışığının altında mücevherler, altın paralar, elmaslar, yakutlar parıldıyorlardı. Çoban, “Bu mücevherler bu adamların olmalı” diye düşündü. İçeriyi gezdikten sonra bir tane bile bir şey almadan mağaranın dışına çıktı ve kapıyı tekrar kapatarak sürüsünün başına gitti. 330 Meğerse o sırada adamların geride bırakmış olduğu bir gözcü bizim çobanı izliyormuş. Akşam olup da adamlar geri gelince onlara olan biteni anlattı. Çoban ertesi gün yine keçilerini otlatmaya çıkarınca hemen onun yanına doğru gittiler. Adamlar kendisinden şunu öğrenmek istiyorlardı, “Biz bu hazineyi uzun zamandan beri burada saklıyorduk. İlk defa birisi onun yerini keşfetti. Ama bizi hayrete düşüren şey nasıl olup da o hazineyi bulan kişinin onun içinden en ufak bir şey bile almadan ayrılması oldu. Biz hazineyi saydık, hepsi tastamam. Neden içinden bir tek şey bile almadın?” Fakir çoban çok basitçe cevapladı, “Ama efendim, o altınlar bana ait değil ki, sahibinin haberi ve rızası olmadan ben başkasından nasıl bir şey alabilirim? Bunun adı hırsızlıktır.” Adamlar söyleyecek söz bulamadılar, belli ki hırsızlık yaparak edindikleri bu hazineden ötürü şimdi utanmaya başlamışlardı. 12- SEN NE İSTERSEN Selim çok başarılı bir öğrenci idi. Ayrıca sanata da çok meraklı olduğu için resim dersini çok seviyordu. O gün yine resim dersi olduğu için resim yaptığı boyalarını alarak heyecan içinde derse girdi. Öğretmen tahtaya bir çiçek resmi çizdi ve onlardan o resmin benzerini yapmalarını istedi. Selim kendisinden istenileni yaptı ama aklı fikri hayalinde kurduğu şeyleri çizmekti. Ertesi ders öğretmen bu sefer elinde hamur ile çıkageldi. Çocuklardan bir tabak yapmalarını istiyordu. Hâlbuki Selim’in hayalinde hamurdan filler, zürafalar, çeşitli heykeller yapmak vardı. Aradan bir süre geçtikten sonra Selim ve ailesi başka bir mahalleye taşındılar. Selim yeni mahallesindeki okula kayıt yaptırdı. Orada da resim dersi vardı ve ilk defa derse katıldığında Selim çok şaşırdı. Öğretmenine “Ne çizeceğiz?” diye sorduğunda şöyle bir cevap aldı, “Buna sen karar vereceksin, sen ne istersen onu çiz!” Selim bu yeni okulunu ve yeni öğretmenini çok sevmişti. 331 13- ÇİRKİN PRENS Kralın çok çirkin bir oğlu vardı. Fakat oğlan çok iyi kalpli bir çocuktu. Çocuk etrafındaki herkese yardım etmeye ve onları mutlu etmeye çalışıyordu. Bütün arkadaşları onu çok seviyorlardı. Babası bir gün kraliyet tacını oğluna bırakacağı için onu hayırlı bir kısmet ile evlendirmeye çalışıyordu. Çirkin prens bir gün çeşme başında çok güzel bir kız gördü. Kız fakir bir oduncunun kızı idi ve hiç okuyamamıştı. Hayat hakkında fazla bilgisi olmamasına rağmen o da çok iyi kalpli ve merhametli idi. İkisi gözgöze geldiklerinde birbirlerine vuruldular. Birbirleri ile çok iyi anlaşıyor ve birbirlerini çok seviyorlardı. Kral oğlunu evlendirebileceği iyi bir kız bulduğuna çok seviniyordu. Dillere destan bir düğün ile evlendiler. Düğüne katılanlar prensin çirkinliğine dikkat çekiyorlar, ama diğer yönden de kızın güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlardı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra prens ve prenses komşu ülkedeki başka bir düğüne katılmak üzere davet aldılar. Düğüne katıldıklarında konuklar şaşkınlıktan dillerini yutacaklardı. O çirkin prens gitmiş, yerini yakışıklı ve güzel yüzlü bir prens almıştı. Prens ve prensesin yanına koşarak bunun nasıl gerçekleştiğini sordular. Onlar da bu sorunun cevabını bilmiyorlardı. Şurası belli idi ki kızın iyiliği ve yakın ilgisi prensin yüzünü de güzelleştirmişti. 14- KİMSESİZ İHTİYAR ADAM Ihlamur Sokakta yalnız bir ihtiyar adam yaşıyordu. İhtiyar adam evinden pek çıkmaz, sürekli olarak penceresinin önünde oturarak gelen geçeni seyrederdi. Çocuklar sokakta oynarken onu gördüklerinde birbirlerine onun hakkında korkutucu hikâyeler anlatırlardı. Bir yaz günü yine böyle sokakta oynarlarken Ali, yaşlı adamın pencerede olmadığını fark etti. Oysa adam bir saat gibi hiç şaşmaz, o saatlerde her zaman penceresinin önünde otururdu. Ali ,”Acaba ne oldu?” diye düşündü. Çocuklar ona, “Sana ne, sen işine bak, haydi gel oynamaya devam edelim” dediler. Ancak Ali, “Geçen gün ben onun bir kedi beslediğini gördüm, o kötü bir insan olamaz, neden korkacak mışım? Ben gidip bir kontrol edeceğim” diye düşündü. 332 Sonra doğruca ihtiyar adamın kapısına giderek kapıyı çaldı. Epeyce bekledikten sonra kapı gıcırdayarak açıldı. İhtiyar adam hasta olmuştu ve perişan bir halde idi. “Seni kim gönderdi?” diye sordu. Ali, “Kimse göndermedi, belki yardıma ihtiyacınız olabilir diye ben kendim geldim” diye cevapladı. İhtiyar adam şaşkın şaşkın Ali’ye bakakaldı. Gözleri yaşlarla doldu. “Bana bir çorba kaynatabilirsen çok makbule geçer, kendim kalkıp yapamadım” dedi. Ali, “Memnuniyetle” diyerek içeriye girdi. Yaşlı adama çorbasını verdikten sonra, eczaneye giderek ilaçlarını, bakkala giderek ihtiyaçlarını aldı. Adamın kısa sürede gözleri açıldı ve kendine geldi. Kimsesi olmayan adam ile Ali o günden sonra çok iyi dost oldular. İhtiyar adam artık kimsesiz değildi. 15- GERÇEK KRAL Bir ülkede kralın ve vezirinin aynı anda birer oğlu olmuştu. Hükümdar bir erkek evlat sahibi olmanın sevinci ile büyük bir eğlence düzenledi, herkese altınlar dağıttı. Herkes kralın oğlunu konuşuyordu, vezirin oğlu tamamen unutulmuştu. Aradan zaman geçti. Kralın oğlu büyük bir ilgi ile büyütülüyor, şımartılıyor, bir dediği iki edilmiyordu. Çocuk bir yaramazlık yapsa bile kral onu affediyor, bir oğlu olduğuna şükrederek kimseye laf ettirmiyordu. Bu yüzden hiç kimse de prense bir şey söyleme, doğru yolu gösterme cesareti bulamıyordu. Vezir ise oğlunun terbiyesi ile yakından ilgileniyor, onu topluma faydalı bir çocuk olarak yetiştirmeye gayret ediyordu. Kötü davranışlarını ikaz ederek düzeltiyor, iyi davranışlarını teşvik ediyordu. Vezirin oğlu bir İnsani Değerler timsali olarak büyüyüp gelişti. Hükümdarın oğlu ise günden güne daha da şımararak büyüdü ve etrafındaki hiç kimseyi beğenmez oldu. Yalnızca kendisini beğeniyor ve kibirleniyordu. Bütün gününü eğlenerek, dalga geçerek geçiriyordu. Kral artık yaşlanmaya başlamıştı. Yerine kimi geçireceğini düşündü. Oğlunu çok sevmesine rağmen onun ülkeyi yönetecek niteliklerde olmadığını görüyordu. Hükümdar, oğlunu böyle şımarık ve sorumsuz büyütmekle ne kadar büyük bir hata yaptığının farkına vardı ve vezirin oğlunu ülkenin kralı olarak ilan etti. 333 16- ÖDÜL KİMİN? Kral ülkede geniş bir yol yaptırmış ve yolun açılışı için de herkesin katılımına açık bir koşu yarışması düzenlemişti. Ülkede birçok genç bu yarışmaya katılmaya karar verdiler. Kralın yarışı kazanana büyük bir ödül vereceği ilan edilmişti. Yarış günü geldiğinde gençler kralın huzuruna çıktılar ve sonunda yarış başladı. Yarışın sonuna doğru daralan yolun ortasında kocaman bir taş vardı ve geçişi zorlaştırıyordu. Yarışın finişine ilk yaklaşan genç daha fazla ilerleyemiyordu. Yolun ortasındaki bu taşın arkadaşlarının geçişini zorlaştıracağını düşündü. Büyük bir gayretle taşı kenara doğru itmeye başladı. O sırada finişe yaklaşan diğer gençler söylenerek onun yanından geçtiler ve ne diye bununla uğraştığını sordular. Ama bizimki bırakmadı. Biraz daha gayretle itince koca kaya yerinden oynadı ve kenara doğru yuvarlandı. Yarışçı genç başarmıştı. Tam o sırada kayanın durduğu yerde bir kese altın gördü. Yerdeki altını aldı ve koşarak yarışı bitirdi. Sonuncu olmuştu. Hemen kralın yanına giderek altın kesesini teslim etti. Kral bilmiyormuş gibi sordu, “Nereden geldi bu altınlar, kime ait bunlar?” Oğlan nefes nefeseydi, “Bilmiyorum efendim, ben yolun ortasındaki kayayı kenara çekince altından çıktı. Siz sahibini bulabilirsiniz herhalde!” Kral gülümseyerek cevap verdi, “O altınlar sana ait delikanlı, bu yarışmanın ödülü o altınlardı. Yolun ortasındaki engeli kaldıran birinci olacaktı. Sen kazandın, tebrik ederim!” Orada bulunanlar çılgınca alkışladılar. 17- ÖZÜRLÜLER OLİMPİYATI 1976 Seattle Özel Özürlüler Olimpiyatları'da Verilen Ders 1976 Seattle Özel Olimpiyatları'nda yaklaşık 9 zihinsel ve bedensel özürlü 100 metre yarışı için başlama çizgisine dizildiler. İçlerinde özel bastonu ile neredeyse normal yürüyüş hızında bile yürüyemeyen katılımcılar vardı. Başlangıç işareti alışık olunduğu üzere silah atışı ile yapılmamış, bir piyanonun tuşuna basılmak suretiyle yarış başlatılmıştı. Başlama işareti verildiğinde hepsi birden hamle yaptılar. Bu da alışık olunduğu gibi hızlı bir başlangıç değildi. Ama hepsi yüzlerindeki gülümseme ile yarışı kazanmak, en azından bitirmek istiyordu. 334 Yarışın başlarında aralarından bir tanesi tökezleyerek yere kapaklandı. Hem can acısından hem de geride kalmanın verdiği üzüntüden avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı. İşte o an tribündeki tüm insanların gözlerini yaşartan bir olay yaşandı. Ağlama sesini duyan diğer 8 yarışmacı da yavaşlayıp geriye doğru baktılar. Sonra hep birlikte geriye dönüp yerdeki arkadaşlarının yanına geldiler. İçlerinden down sendromlu olan bir kız eğilip onu yanağından öptü ve ayağa kaldırdı. Sonra dokuzu birden kolkola girerek bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Tribündeki herkes elleri acıyana kadar alkışladılar. O gün orada bulunanlar belki de hayatlarının en güzel dersini almışlardı. Başkasının kazanmasına yardım edersen herkes kazanır. Siz de bir engellinin hayatında fark yaratabilirsiniz. 18- FISILTI VE TUĞLA Genç ve başarılı bir yönetici, yeni aldığı Jaguar arabasıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek olan çocuklara dikkat ederek gidiyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça geçerken birden arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü. Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti, "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi, "Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilmiyorum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmayacaktı." Parketmiş bir arabanın arkasına doğru işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine doğru süzülüyordu. "Ağabeyim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için çok ağır!" Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle çiziklerini ve yaralarını sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti. Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "Teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru 335 götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü. Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı. Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin. Tercihi siz yapın… 336
© Copyright 2024 Paperzz