Yazının devamı için buraya tıklayınız

Sadeleştirme Üzerine Düşünceler
Mustafa AKCA
Birinci Bölüm: Sadeleştirme ve Tercüme
Öz itibariyle sadeleştirme meselesinin dönüp dolaştığı konu “halk (da) anlasın” yaklaşımıdır.
İster metinlerin sadeleştirilmesi, ister tercüme edilmesi olsun; bu tip faaliyetlerin hepsinin
altında yatan ana müşevvik ve temel düşünce “halkın anlaması”dır. Halkın anlamasının bir
kriter olarak görülmesi tipik bir ‘sadeleşme yönelimi’dir. Sadeleşme yöneliminin bir sonraki
adımı, halkın anlamasına yardımcı olacak faaliyetlerde bulunmaktır. Bu yönelim sürecinde
ortaya çıkan telif, şerh, sadeleştirme, redüksiyon ve tercüme gibi faaliyetlerden özellikle
sadeleştirme ve tercüme, çok sorunlu alanlar oldukları halde, ayartıcı özellikleriyle diğerlerine
nazaran daha kolay bir şekilde fail ve taraftar bulabilmektedir.
Tercüme “anlamın bir dilden başka bir dile aktarılması” iken sadeleştirme “ bir metnin, çeşitli
yöntemler kullanılarak, belirli amaçlar ve insan kitleleri hedef alınarak; özü ve anlamı
korunacak şekilde bir kısım özelliklerinden ve bileşenlerinden olabildiğince sıyrılması,
yalınlaştırılarak tekrar üretilmesi”dir. Tercüme ve sadeleştirme; mantık ve yöntem olarak
aralarında bir takım paralellikler bulunmakla beraber; ihtiyaç, kitle, araçlar ve amaçlar
bakımından birbirlerinden oldukça farklı bir yapı arz ederler.
Tercüme faaliyetinde esas olan manaların, kelime ve kavramların aktarılan dilde en yakın
ifadeleriyle buluşturulması ve jest, mimik, tasvir, deyim gibi metne ilişkin özelliklerin
aktarılan dilde en yakın şekilde korunmasıdır. Dolayısıyla tercüme fazlasıyla “sorunlu” bir
faaliyet olarak görülür. Bu sorunlu faaliyetin en zayıf yönü “mefhumların/kavramların
aktarılması”nda güçlüklerin yaşanmasıdır. İnsan topluluklarının ayrışmasının temelini
oluşturan “din, inanç, dünya görüşü, kültür, medeniyet, paradigma” gibi özellikler
“kavramlar/mefhumlar”la ifade edilirler. Tercüme edilen metin, sadece metin olarak
aktarılmamaktadır. Tercüme edilen metin, aynı zamanda duygu, fikir, inanç gibi “manevi”
unsurları içermektedir. Mesela ontolojik özellikleri olan felsefi bir metin; ancak ait olduğu
toplumun ontolojik duruşunun aktarılan dilin ait olduğu toplumun ontolojisiyle
örtüştürülebildiği nispette doğru bir tercüme yapılmış olacaktır.
Cins isimler, fiiller, özel isimler bir dilden diğerine aktarılırken fazla zorluk çıkarmazlar; zira
duygu, düşünce, inanç gibi daha özel manaları içermezler ve karşılıklarının bulunması
kolaydır; dolayısıyla tercümeleri de kolaydır. Zaman kiplerinin oluşturulması da ekseriyetle
aşılabilen başka bir zorluktur. Tercüme faaliyetlerinde ortaya çıkan problemler oldukça
çeşitlilik gösterirler ve bu faaliyetin çok problemli olduğu herkesçe bilinir; dolayısıyla tolere
de edilir. Tercüme işinin zorluk derecesi metin içinde bulunan kavram ve mefhumlar ile
mecaz, kinaye gibi dil oyunlarının yoğunluğuyla orantılı olarak değişmekte; hitap edilen
kesimle, tarihsel bağlamla ve me’hazın/kaynağın kudsiyetiyle doğru orantılı olarak
1
kritikleşmektedir. Tercüme yapılırken ve tercüme edilmiş bir metinle muhatap olunurken
bütün bu hususlar göz önüne alınır/alınmalıdır.
Sadeleştirme yapılırken, yapılan iş tercümeden çok farklı olarak bir “metin güncellemesi”dir.
Güncelleme yapılırken metin, içinde bulunan kelime ve kavramlarla birlikte bir tarihten diğer
tarihe; bir muhatap kesimden diğer bir muhatap kesime aktarılmaktadır (transfer). Tercüme
‘metnin bir dilden başka bir dile aktarılması’ iken; sadeleştirme, söz konusu metnin, aynı dil
içinde o dilin dönemler arasındaki farklılaşmış ifade biçimleri ve kelimeleri ile farklı düzeyde
muhataplara aktarılmasıdır. Mesela Namık Kemal’in İntibah romanının sadeleştirilmesi söz
konusu olduğunda; hem metnin satır satır güncelleştirilmesinden bahsedebilecek hem de
mesela 150 sayfalık metnin ilköğretim öğrencileri için kısaltılmış, kolaylaştırılmış, onların
seviyelerine göre yeniden yazılmış 20-30 sayfalık yeni bir metinden söz edilebilecektir.
Görüleceği gibi sadeleştirilmiş metin, hem yeniden üretilmiş hem de hitap edilen kesim
anlamında yeniden yönlendirilmiş bir metin olmaktadır. Üretilen yeni metnin sahibi imitasyon
bir ürün ortaya koyan, sadeleştirme yapan kişidir. Sadeleştirme yapan kişinin kabiliyetleri,
niyeti ve ortaya konulan işin kalitesine göre sadeleştirilmiş metin ve onun ilk müellifi yeni bir
kimlik ve metinle okuyucuların karşısına çıkmaktadır. Bu kimlik, sadeleştiren kişinin metne
hulul eden özelliklerinin ilk müellifin özellikleriyle karışmasından ortaya çıkan karma bir
kimliktir. Yeni metin, sadeleştirenin düşünceleriyle ve yaklaşımıyla malüldür. Bu sebeple
sadeleştirme için bir dejenerasyon, bir tahriftir denilebilir.
Sadeleştirmeye sevk eden en önemli bir âmil olarak ‘dildeki dönemsel farklılıklar’ neden
oluşmaktadır? Bu farklılıkların dilin canlı bir yapı olmasıyla yakın bir ilişkisi vardır. Detayları
dil bilimcilere bırakırsak; esasta ve çoğunlukta baskın kültürlerin iletişim araçları ve insan
buluşmaları ile ortaya çıkan etkileri, teknolojik ve bilimsel gelişmeler, görsel sanatların ve
edebiyatın yoğun şekilde ve çok çeşitli bir biçimde icra edilmesi gibi hususlar dönemsel
farklılıkların ve dildeki değişimin sebeplerindendir. Bu dönemsel farklılıklarda değişen
kelimeler ve kavramlar vardır. Dilin değişimi, toplumun değişimi ile adeta bir ‘yumurtatavuk’ ilişkisi şeklinde bağlantılıdır.
Sadeleştirme, farklılaşmış bir topluma önceki bir dönemin metinlerinin aktarılması için
yapılmaktadır. Farklılaşmış bir toplum; önceki bir dönemden kültür, din, inanç, felsefe, sanat
anlayışı gibi çeşitli bakımlardan ayrışmış toplum demektir. Bu ayrışma eğer zorla ortaya
çıkmışsa, sadeleştirme işi geçmiş dönemin aktarılmasından çok mevcut yapının devamını
sağlamaya yaramakta ve geçmişin bizden daha bir uzaklaşmasına yol açmaktadır. Zira
geçmişin kavramları zorla oluşturulmuş mevcut durumun kavramlarıyla yer değiştirerek
metinler dönüştürülmektedir.
Çok zorba bir modernizasyon sürecinden geçmiş; seküler, laik ve modern bir toplum olmaya
zorlanmış Türkiye’de dil meselesi en mühim kavga alanlarından birisi olmuştur. Kurulduğu
andan itibaren çok kısa bir sürede toplumun iliklerine işlemiş pek çok kelime ve kavram
dışlanmış, horlanmış yasaklanmıştır. Toplumun kültür ve inancının kaynakları olan pek çok
metin, okunuyor ve yazılıyor diye aşağılama, koğuşturma ve işkence sebebi sayılmış, alfabe
değiştirilmiş, yeni kelimeler uydurularak yeni bir dil ortaya çıkarılmasına çabalanmıştır. Bu
ameliyeler sonuç vermiş ve yeni, yarı-seküler bir toplum ve laik bir devlet ortaya çıkmıştır.
2
Zorbalıkla ortaya konulan modernizasyon projesine rağmen dildeki, inanç ve kültürdeki
yozlaşmanın düzeyi, buna karşı çıkan bazı toplumsal hareketlerin çalışmalarıyla daha sınırlı
kalmıştır. Bu hareketlerin en büyük özellikleri metinlere dayalı hareket etmeleriydi ve dilin
korunması onlarda kritik bir mesele haline gelmişti.
Sadeleştirme yoluyla bu hareketlerin de önü kesilmekte, istinat noktaları olan metinler tahrif
edilmekte, geriye dönülmez şekilde bir yozlaşma süreci başlatılmış olmaktadır. Zira
metinlerin sadeleştirilmesi demek kültür aktarımında iki farklı kültürün var olduğunu ve
sadeleştirilen metne ait kültürün artık geçerliliğinin bulunmadığını kabul etmek demektir.
Eğer farklı kültürler olduğu kabul edilmeseydi, kavram ve mefhumların değiştirilmesine
ihtiyaç duyulmazdı. Mefhumlar, kültür ve inancın şeairleridir; bu bakımdan sadeleştirme
yoluyla değiştirilmeye kalkıldığında bu kavramlar yeni kültürün boyunduruğuna girecekler;
sonrasında tamamen kaybolacaklardır. Sadeleştirme dediğimiz mesele, Türkiye’de, bütün iyi
niyetli yaklaşımların reddedilmesine yol açacak denli; mümkünse dinsiz, mümkün değilse
olabildiğince gayr-i sahih bir İslami yapı ve dinine ve kültürüne yabancı bir nesil ortaya
çıkarılması projesinin en önemli araçlarından olmuştur; olmaktadır.
Tercüme faaliyetinin arkaplanında metnin anlamıyla, duygusuyla, mecaz ve kinayesiyle başka
dile aktarılması yaklaşımı vardır ve aktarım yapılırken genellikle güncel dil esas alınır. Hem
bir dilden başka bir dile aktarım yapılması hem de mevcut dile güncelleştirilmesi sebebiyle
tercüme edilen metin sadeleştirilmiş metinden daha çok değişime uğramaktadır. Metin yeni
bir dile aktarılarak, yazıldığı dönemden güncel olana değiştirilerek ve “yeni okuma yazma
öğrenenler için, lise öğrencileri için” gibi çeşitli kesimler için daraltılarak fazlasıyla
dejenerasyona uğramaktadır. Victor Hugo’nun Sefiller’inin tercümesinin ilkokul öğrencileri
için sadeleştirilmiş bir formu; asıl metinle karşılaştırıldığında ancak bir rivayet ve hikâye
aktarımı olarak vasıflandırılabilecektir. Artık Hügo’nun ve Sefiller’in dil zevkinden ve
felsefesinden bahsetmek nerdeyse imkânsız bir hale gelmektedir. Görüleceği üzere,
sadeleştirme yapılması konusunda “tercüme gibidir” yaklaşımına girişmek, çaresizce kötü
olanı daha kötü olanla savunmak anlamına gelmektedir.
İkinci Bölüm: Sadeleştirmenin tarihî ve felsefî kökenleri
Kutsalın indirgenmesi: Sadeleşme
Sadeleştirme meselesinin tarihî ve felsefî arka planında Hümanizm, Naturalizm ve Realizm’in
fazlasıyla etkili olduğu görülür. Kutsal Kitab’ın, bilimin, edebiyat ve güzel sanatların
Kilise’nin hâkimiyetinden kurtarılmasına yönelik çalışmaların Hümanist düşünce etrafında
kümelendiği söylenebilir. Sadeleştirme konusu esasında yakın dönemde ortaya çıkmış bir
meseledir ve ondan daha önce başka bir durumdan, yaklaşık 4 asır sürecek olan bir
“sadeleşme” sürecinden bahsetmek gerekir. Sadeleşme ve sadeleştirmenin ana hedefi olan
“Halk (da) anlasın” retoriği öncelikle romanlar, fabıllar, deneme ve fıkra yazıları ve
ansiklopedik metinler yordamıyla hayata geçirilmeye başlanmıştır.
3
Kilisenin elinde bulunan “bilgi ve kutsal”ın halka mal edilmesi; doğallık, sadelik, aklilik,
günlük hayata uygunluk, gerçekçilik gibi hümanist, realist ve natüralist perspektiflerle ortaya
konulan eserler yoluyla sağlanmıştır. Böylesi bir perspektif kayması, kavramsal düzeyde bilgi
ve kutsalın kaynağına ilişkin düşüncenin de çatallaşmasına yol açmıştır. Gelinecek nokta
şimdiden bellidir: İlhamımızı ancak akıldan, hayattan ve tabiattan almalıyız! Rahibin elinde
bulunan iktidarın halkın eline geçmesi ancak dilin, felsefenin, ilahiyatın ve bilginin ‘mucize
dili’nden ‘toplumsal dil’e indirgenmesi ile mümkün olacaktır.
Bu indirgemeyi mümkün kılan şey Ortaçağ Skolastik Yaklaşımı’nın donuklaşmış yapısıdır.
Skolastiğin şerhçi yaklaşımı kazanımları korumakla beraber düşüncenin gelişimini sağlayan
yeni telif eserlerin ve fikirlerin ortaya çıkmasını da önlemekteydi. Bilgi ve kutsal sığ ve
bağnaz iklimlerde kalmaktan hoşlanmayan yapısı sebebiyle kendisine kucak açan yeni
kitlelere yönelecektir.
Sise ve pusa gömülmüş Avrupa için Ortaçağ bir çilehanedir. Birinden diğerine atlamanın
hemen hemen imkânsız olduğu sınıfların çağıdır, Ortaçağ. Yoksul yoksul gibi, zengin
zenginvarî, soylular aristokratik yaşamayı inançlarının bir gereği olarak bilirler. Barbarlar
Avrupa'yı soyadursunlar, her tarafta salgın hastalıklar kol gezmekte; halk, derebeylerin
yönetimi altında inlemektedir. Rahip hem bir hâkim, hem bir doktor, hem bir mühendis hem
de sınırlardan içeri girip şehirleri yağmalayan barbarları etkileyebilen bir büyücüdür. Kilise
yıkılan bir coğrafyaya payandalar atıp ayakta durabilmesini; barbar istilalarına karşı koyup
yeni bir medeniyetin inşasının gerçekleştirilmesini mümkün kılmış bir mekânın adıdır. Sınıf
tezatlarını gizleyen, sınıflar arasında aracılık yapan, ideoloji ve strateji üreten; Galileo’ya
kadar kâinatın tasvirini yapabilme hakkını saklı tutan kişidir rahip. Beşinci yüzyıldan tâ XVI.
yüzyıla kadar olan devirde, Avrupa'nın her iktisâdi, ilmî, dinî, siyasi faaliyetinin altında onun
imzası vardır. Haçlı Seferleri sebebiyle yaşanılan sefalet ve bozgunlar rahibin otoritesinin
siyasal anlamda zayıflamasına sebep olmuştur. Fakat kutsal ve bilgi hala onun elindedir.
Yeniçağ’ın başlaması sürecinde ortaya çıkan “roman”, Avrupalının hayatını derinden
etkilemiştir. Geleneğe hücumun ve otoriteye başkaldırışın, toplumu yeni bir hendesî kalıba
sokmanın, dinin etkisinin kırılışının ve yeni ilimlere olan yakınlaşmanın romanın
yaygınlaşmasıyla sıkı bir paralelliğe sahip olduğu söylenebilir. Roman, bir saldırı
psikolojisinin yerleşmesi için meşru bir ortam oluşturmakta; Kitab-ı Mukaddes'in
dogmalarına karşı aklî delillerin halk arasında deveranını sağlamaktadır. Roman, siyasal
hâkimiyet alanı oldukça zayıflamış olan Kilise'den "bilgi"nin de alınışını temsil etmektedir.
Rahibin iktidarının ve Kilisenin hâkimiyetinin sona ermesi için Avrupa’nın giriştiği bu “halk
(da) anlasın” çabası, “kutsalın indirgenmesi” bağlamında insanlık tarihinin en büyük
sadeleştirme girişimi olarak önümüzde durmaktadır.
Bizde Sadeleşme
İslam toplumlarında halkın bilgi ve kutsala ulaşması önünde Kilise benzeri bir engel
bulunmadığından, böylesi bir sadeleşme/indirgeme sürecinin ortaya çıkmadığı söylenmelidir.
Batıda ortaya çıkan ve adına modernleşme denilen sürecin Osmanlıyı ve Müslüman dünyayı
etkilemesiyle birlikte bizde de bir sadeleşme başlamış; Tanzimat Edebiyatı bu yaklaşım
4
çerçevesinde oluşmuştur. Tanzimat’la ortaya çıkan sadeleşme (edebiyatçılar buna yenilik
diyorlar) Avrupa’dakinden farklıdır ve “kutsalın indirgenmesi” şeklinde değil “dilin halkın
anlayacağı şekilde değişmesi” olarak ortaya çıkmıştır.
Divan Edebiyatı’nda “parça güzelliği, yüksek zümre insanının muhatap alınması, aruz
vezninde ısrar edilmesi, söz hünerlerinin ve ustalığının gösterilmesinin ana hedef olması,
hayal eksenli edebiyat yapılması, ağdalı ve ağır bir dilin kullanılması” gibi özellikler göze
çarpmaktaydı. Tanzimat Edebiyatı ile “bütün güzelliğinin esas alınması, halkın muhatap kabul
edilmesi, aruzun yanında hece ölçüsünün de kullanılması, söz hüneri yerine halkın
bilgilendirilmesi ve fikirlerin halka ulaştırılmasının amaçlanması; gerçek yaşamın, tabiatın,
kişisel acı ve ızdırapların, toplumsal konuların işlenmesi; yeni edebi türlerin kullanılması;
dilin sadeleşmesi” şeklinde bir dönüşümün başlaması bir yenilik olarak ve özü itibariyle bir
sadeleşme olarak değerlendirilmelidir.
Bu dönüşüm, her ne kadar dış etkilerin yoğun baskıları altında olsalar da; içinde bulunduğu
kültürü iyi bilen kurum ve şahısların ortak çabasıyla sürdürülmüştür. Dini, milli ve örfi şeairin
dönüşmesi veya kaybolması söz konusu olmamakta; bu şeaire ilişkin kavram ve mefhumlar
herkes tarafından bilinmektedir. Bu husus, çok kısa sürede bir büyük devlet ve toplumda hem
siyasi hem ekonomik değişimler ortaya çıkabilmesinin de yolunu açmıştır. Her şeye rağmen
son dönemin de dahi Osmanlı toplumu her meselesini kendi kavram ve kelimeleriyle
konuşabilme şansına sahip olmuş bir toplum olarak değerlendirilebilirdir.
İslam Ümmeti ve Osmanlı tebaası olma yaklaşımının Milliyetçilik akımlarıyla zayıflaması;
Tanzimat’ın genel perspektifi olarak dillendirilebilecek ‘birlikte, beraber ve kendi
kimliğimizle değişme’ düşüncesinin de gerçekleşmesinin önüne geçmiştir. Bu bakımdan
Milliyetçilik ideolojisi sadeleşme bağlamında Hümanizmden sonra ikinci dalgayı
oluşturur. Artık yeterince insanlığa mal olmuş bütün düşünceler; insanlık âleminin geneline
bakan bir tarzda değil, milletler ve devletler özelinde yapılacak yorumlarla yeniden
şekillenecektir. Milliyetçilik kavramı tüm dünyayı etkilerken Cumhuriyet dönemini de
şekillendiren en önemli unsurdur. Tanzimat Edebiyatı ‘nasıl modernleşiriz’ sorusu;
Cumhuriyet Edebiyatı ‘nasıl Batılılaşırız, nasıl yeni bir ulus yaratırız’ soruları etrafında
döner. Artık hedefimizde “ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen bir Türk milleti
yaratmak, dilimizi de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” vardır.
Genç Kalemler Dergisi’nin 1911’de Selanik’te yayınlanmaya başlaması, Tanzimat
Edebiyatı’nda ilk işaretleri görülen Türkçülük hareketlerini hızlandırmıştır. Ömer Seyfettin’in
Genç Kalemler’in ilk sayısında yayınladığı ‘Yeni Lisan’ makalesiyle “sade Türkçe” ilk kez bu
dergide ele alınmış olur.
Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp “Yeni Lisan” makalesi etrafında doğan yeni
hareketin öncüleri olurlar. Genç Kalemler’ in ardından çıkan Türk Yurdu ve Yeni Mecmua
gibi dergiler, Ziya Gökalp’in sosyolojik çalışmaları, Halide Edip’in Yeni Turan romanı
Türkçülük akımın gelişmesini, edebiyat ortamının değişmesini ve Milli Edebiyat Akımı’nın
doğuşunu sağlamıştır.
5
Milliyetçilik davasının bir devlet ideolojisine, bir Faşizm’e evrilmesi; sadeleşmenin tabii
mecrasından çıkıp bir ameliyeye, sadeleştirmeye dönüşmesine yol açmıştır. Harf İnkılabı,
Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesi çalışmaları, Ezan’ın Türkçe okutulması, ibadet dilinin
Türkçe olması çalışmaları, dini ve edebi eserlerin sade ve günlük dile uyarlanma amacıyla
tekrar yazılmaları; Tanzimat Dönemi’ndeki dilde sadeleşmeden sonra ikinci safha olan
Cumhuriyet Dönemi’nde dilde Türkçeleşmenin göstergelerinden bazılarıdır.
Görüleceği üzere, Avrupa tarihinde olsun Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olsun
“halk (da) anlasın” yaklaşımıyla girişilen her bir faaliyet en büyük zararı “dini metinler ve
otoriteler”e vermiştir. Sadeleşme ve sadeleştirme, eninde sonunda metnin kavram ve
etimolojisinin kaybolmasıyla sonuçlanmakta; bu da bizi özellikle dini metinlerde “me’hazın
kudsiyeti”nden mahrum bırakmaktadır.
6