ARAMADA “MAKUL KADAR MAKUL? ŞÜPHE” NE PROF. DR. AHMET CANER YENİDÜNYA “Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, şu anda TBMM gündeminde ve basında yer alan haberler kapsamında TBMM Adalet Komisyonundaki görüşmelerin devam ettiğini anlıyoruz. Öncelikle 6552 sayılı Torba Kanun’dan sonra vazgeçileceği yetkililer tarafından dile getirilen "torba yasa” uygulamasına devam edildiğini söylememiz gerekir. Teklif içeriğinde aslında birbiri ile ilgisi bulunmayan çeşitli kanunlarda değişiklik yapılması öngörülmekte, “yargı paketi” adı altında “torba kanun” eğilimi sürdürülmektedir. Bu durumun vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerini yakından ilgilendiren yasal düzenlemelerden hakkıyla haberdar olmasını, fikir üretmesini imkansız hale getirdiği şüphesizdir. Yasal düzenlemelerin “oldu-bitti” mantığı içerisinde yeteri kadar düşünülmeden günü birlik telakkilerle, kişisel mülahazalarla gerçekleştirildiği hukuk sistemlerinde "torba kanunlar" kaçınılmaz çarelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz bu yazımızda; Teklifin, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda öngördüğü değişikliklerden aramaya ilişkin 21 inci maddesi üzerinde duracağız. Madde arama koruma tedbirini düzenleyen CMK. 116’da değişiklik yapılmasını öngörmektedir. CMK 116, daha önce 21.02.2014 tarihinde, 6526 sayılı Kanun’un 9 uncu maddesi ile yeniden düzenlenmiş ve hükümde yer alan “makul şüphe” ibaresi, “somut delillere dayalı kuvvetli şüphe” tarzında değiştirilmiştir. Teklif, aramada tekrar “makul şüphe” ile yetinilebileceği yönündedir. Bu teklife ilişkin değerlendirmelere geçmezden evvel 21.02.2014 tarihli 6526 sayılı Kanunun gerekçesini hatırlamada, getirilmek istenen düzenlemenin ahlaki – etik dayanaklarını anlamak noktasında fayda bulunmaktadır. 2014 Şubat'ta yapılan bu düzenlemenin gerekçesinde; “…Bilindiği üzere, ceza muhakemesi hukukunun temel amacı, insan hakları ihlallerine yol açmadan maddi gerçeğe ulaşmaktır. Diğer bir ifadeyle, ceza soruşturmaları ve kovuşturmaları sırasında yukarıda anılan anayasal ilkelerin mutlaka göz önüne tutulması ve temel hak ve hürriyetlerle ilgili sınırlamaların makul ve ölçülü olması zorunludur. Hukuk devletinin de bir gereği olarak ceza soruşturma ve kovuşturmalarında uygulanan tedbirlerin ölçülü olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu ilkeye göre, ceza muhakemesi işleminden beklenen yarar ile verilmesi ihtimal dâhilinde bulunan zarar arasında makul bir oranın bulunması, oransızlık durumunda işlemin yapılmaması gerekmektedir... Maddeyle, Ceza Muhakemesi Kanununun 116 ncı maddesinin birinci fıkrasında yapılması öngörülen düzenlemeyle, arama tedbirinin uygulanması, şüpheli veya sanığın yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda somut delillere dayalı kuvvetli şüphenin varlığına bağlanmaktadır. Arama kararını veren Cumhuriyet savcısı veya hâkim bu hususta gerekçe göstermekle yükümlü olacaktır. Düzenlemeyle, şüpheli ve sanıkların temel hak ve özgürlüklerin korunması için önemli bir güvence sağlanmakta ve aramanın uygulanabilmesi bakımından tutuklama müessesinde olduğu gibi somut delillere dayalı kuvvetli şüpheye yer verilmektedir...” denilmektedir. Görüldüğü üzere, aslında ülkemizde Şubat 2014’ten evvel uygulamada, şartları yeterince ve titizlikle değerlendirilmeden, “somut bir delile” dayanmayan ve neredeyse basit bir zanna dayalı olarak kişilerin temel hak ve özgürlükleri ihlal edilerek uygulanan adli aramanın önüne geçmek istenmiş, maddeye “somut delillere dayalı kuvvetli şüphe” ibaresi eklenmiştir. Makul şüphe, Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin 6 ncı maddesinde tanımlanmış olup, hayatın olağan akışına göre, somut olaylar karşısında duyulan şüpheyi ifade etmektedir. Makul şüphede, ihbar veya şikâyeti destekleyen emarelerin var olması gerekir. Belirtilen konularda şüphenin somut olgulara dayanması şarttır. Arama sonunda belirli bir şeyin bulunacağını veya belirli bir kişinin yakalanacağını öngörmeyi gerektiren somut olgular mevcut bulunmalıdır (Yönetmelik m. 6). Halbuki somut delillere dayalı kuvvetli şüphe mevzu bahis olduğunda (CMK.m.101’den de hareketle) kişinin o suçu işlediği konusunda güçlü delillere dayanan, kolluğun tecrübe, kişisel görüş gibi indi duygularından sıyrılmış, hukuki bir inceleme ve değerlendirmeyi gerektiren, somut delillerle gerekçelendirilen bir şüphenin varlığı aranmış olur. Esasen mesele belirli bir şüpheden hareket etmek olduğunda, şüphe, kesinliğin karşıtıdır. Bir kimseyi işlediğinden emin olmadığımız suç dolayısıyla bir mahrumiyete uğrattığımızda, bunun imkan ölçüsünde, en ağır koşullara bağlanması hukukun genel prensibidir. İnsan haysiyetinin korunamadığı, hukuk güvenliğinin sağlanamadığı bir toplumda özgür olunamaz, özgür olunmayan bir toplumda ise, güvende olunamaz! Getirilmek istenen adli aramada “makul şüphe” kriterinin toplumumuz için taşıdığı tehlikenin bir diğer boyutuna da burada temas etmek gerekir. Şayet kolluğun kişileri 24 saat boyunca bir adli karara gerek olmaksızın gözaltına alma yetkisine ilişkin düzenleme yasalaşırsa, bu iki hükmün birlikte tatbiki, ciddi hak ve hukuk ihlallerinin önünü açacak, sokakta yürüyen vatandaşın güvenliğini ortadan kaldıracaktır. Adli aramanın, kişi özgürlüğüne, konut dokunulmazlığına, özel hayata ağır müdahale oluşturan bir tedbir olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Ülkemiz ceza muhakemesi tatbikatında; yazılı hukuk kurallarına, kanunlara gereği gibi riayet edilmediği ve son yıllarda yargı paketleri adı altında getirilen bazı hukuki güvencelerin birincil amacının da uygulamadaki bu sıkıntıların giderilmesi olduğu bilinen bir gerçektir. Şu halde; ceza adaletinin işleyişinde bir yandan ciddi uygulama sorunlarına işaret ederken, diğer yandan bu sıkıntıları görmezden gelerek ucu açık, soyut düzenlemelerle vatandaşları karşı karşıya bırakmak temel bir yasama tutarsızlığıdır. Meselenin genel bir yaşama tutarsızlığının ötesinde öznel durumu da dikkate değerdir. Yukarıda gerekçelerini ortaya koyduğumuz Şubat 2014’te getirilen hükümden dönülmesi ve tekrar hatalı olduğu belirtilen uygulamaya kapı açan düzenlemenin hayata geçirilmek istenmesi ciddi bir çelişkidir. Bu noktada, anlaşılan odur ki, ya getirilmek istenen hüküm kişisel mülahazalarla, eşitlik ilkesine aykırı, hukuk güvenliğini ortadan kaldıran bir amaca hizmet etmektedir, ya da Şubat 2014’te kanun koyucu yasalaşma faaliyetini kişisel mülahazalarla, belirli soruşturmaları gözeterek, eşitlik prensibine aykırı bir düşünce ile gerçekleştirmiş ve millet madde gerekçesi gözetildiğinde yanıltılmıştır. İki ihtimalde de yasama faaliyetini açıklamak ve savunmak mümkün görülmemektedir. Tamamen kişisel mülahazalarla, belirli kişileri korumak yahut belirli kişileri cezalandırmak adına bu tarz yasalaşma faaliyetleri yapılıyor ise, bunun yasama yetkisinin kötüye kullanılması niteliğinde olduğundan şüphe bulunmamaktadır. Yükseltilen bir ses olarak “güvenlik ihtiyacı” gerekçesi de bu düzenlemeleri açıklamakta yetersizdir. Müşahhas ve soruşturulmasında hiç bir engel bulunmayan apaçık şiddet eylemleri vesile edilerek bu tarz düzenlemelerin yasalaştırılması da "makul bir çözüm” değildir. Milletimize bu değişikliklerin gerekçesinin “somut olgulara dayalı” olarak uygulamada Şubat 2014 öncesi ve Şubat 2014 sonrası arasındaki farkı, anlayabileceği, samimi bir tarzda anlatmak gerekirdi. Ne var ki ne böyle bir çaba mevcuttur ne de böyle somut, algılanabilir sebepler... O halde sorumuza dönecek olursak; aramada “makul şüphe”, ne kadar “makul”? 26.10.2014
© Copyright 2024 Paperzz