Kitabiyat KİTABİYAT Klasik Usûl Düşüncesinde İcmâ Doktrini Dr. Ali Pekcan Yediveren Kitap | Ocak 2009, 143 sh. Kitap Tanıtım: Talha Hakan Alp İ cmâ, herhangi bir şer’î meselede müctehidlerin ittifakı anlamına gelen bir usul kavramıdır. İslamî deliller hiyerarşisindeki mevkii Kur’ân ve Sünnet’ten sonra, ferdî ictihaddan öncedir. İcmâın dayanağı, Kur’ân ve Sünnet nassları olabileceği gibi bazen nasslara bağlı ictihad da olabilir. İctihada bağlı icmâın kıymeti konusunda en ufak bir şüpheye mahal yoktur. Zira buradaki ictihadın, nasslara bağlı olmanın yanında, ihtilafa yatkın olan yapısına rağmen özellikle ittifak olarak tezahür etmesi ortada müctehidleri aynı noktaya yönlendiren bir kaynağın varlığına işaret etmektedir. Nitekim icmâın senedi olarak da zikredilen bu kaynak, çoğu defa bizim somut bir ayet veya hadis lafzı olması gerektiğine şartlandığımız ama bundan hiç de aşağı kalmayan bir bağlayıcı delil olarak nassların ortak delaletidir. Ve asıl icmâın fonksiyonu da, nassların bizim doğrudan algılayamadığımız işbu anlam örgüsünü gösteriyor olmasıdır. Bu bakımdan bir müctehid için kendinden önceki müctehidlerin ittifakı, hem nassların delaletini anlamak açısından hem de sahih ictihadın sınırlarını bilmek açısından bağlayıcıdır. Evet, icmâ bir müctehid için sadece neyin haram neyin helal olduğunu bildiren spesifik bir delilden ibaret değildir. İcmâı konuşurken şunun altını özellikle çizmeliyiz: İcmâ, nassların delaleti, tevili ve nasslara bağlı ictihadın tabiatını ve sınırlarını gösteren adeta şer’î delillerin köşe taşıdır. İslamî deliller arasından icmâı çıkardığınız zaman şer’î deliller sistemi çöker. Artık ne Kur’ân-ı Kerim lafızlarının ne hadis lafızlarının ne de ictihadın murad-ı ilahîyle irtibatını temin etmeniz mümkün olur. Zira icmâ, bilgi dağarcıklarını doğrudan Hz. Peygamber Efendimiz’den dolduran Sahabe’nin Tâbiîn’e, Tâbiîn’in Tebe-i Tâbiîn’e miras bıraktığı Nübüvvet tezgâhında dokunmuş bilgi ve muhakemenin eseridir. Bu muhakeme bazen nassların delaletini tayin sadedinde; bazen de ortada açık nassın bulunmadığı konularda Hz. Peygamber Efendimiz’in belki isnadlı hadis geleneğinde çok güçlü ve yaygın rivayet tabanı olmayan sünnetinin biçimlendirdiği bir Müslüman tavrı olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle icmâ, vahiy ikliminin uzağına düşen Müslümanların dilin imkânlarıyla yetinmeleri durumunda yerli yerine oturtmaları imkânsız olan nassların soyut dilsel delaletini Hz. Peygamber’in rehberliği ve öğrencilerinin bilgi ve tecrübe birikimiyle tamamlayarak sahih İslamî bilgi ve bilincin teminatı olmaktadır. Ne var ki, deliller hiyerarşisinde bu denli önemli mevki ihraz eden icmâ, bugün modern hayatın tazyikine kapılan Müslümanlar tarafından kaynaklık değeri sorgulanır hale gelmiştir. “Bu konuda açık ayet ya da hadis var mıdır?” şeklinde sözümona nasslara bağlılığın ifadesi gibi dışa vuran bu tavır, nassların bütüncül delaleti ve Sünnet’in rehberliğine dayanan ortak İslamî idraki ezip geçmekle kaş yapayım derken göz çıkardığının farkında değildir. Burada sadece önemi anlaşılamayan bir hususa dikkat çekmek için şunu söyleyebiliriz: Nassların fonksiyonu bize sadece kelimelerin sözlük anlamlarıyla sınırlı bir mesajı taşımaktan ibaret değildir. Allah Resulü’nün İbn-i Abbas’a yaptığı, “Allah’ım ona tevili öğret ve onu dinde fakih kıl” duasında merkeze alınan tevil ve fıkıh kabiliyetinin detaylı ve bütüncül RIHLE Ocak-Mart 2010 133 Kitabiyat bir delalet sistemini iktiza ettiği ve icmâın da İbn-i Abbas ve onun gibi fakih sahabîlerin bu sisteme bağlı kalarak ortaya koyduğu kolektif birikimin adı olduğu unutulmamalıdır. Bu birikimi paranteze alan yaklaşımlar, nassların tabiatına ve delalet sistemine yabancı bir müdahaleyle lafızanlam ve murad-ı ilahî arasındaki insicamı bozmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. İcmâ kavramının önemine ve deliller içindeki vazgeçilmez mevkiine dair bu izahlar icmâ konusunda daha bir bilgi ve bilinç sahibi olmamız gerektiğini anlatmak içindi. Arapça bilenlerimizin muhakkak kadim kaynaklardan icmâyla ilgili bahisleri usanmadan okuyup mütalaa etmelerini tavsiye ederiz. Arapça bilmeyenlere gelince, maalesef İslamî yayımlar arasında icmâ konusunu bilgi ve tasavvur planında şöyle enikonu anlatan bir kitap tavsiye edemeyeceğiz. Piyasada göze çarpanlar ise konu hakkında belki orta derece bilgi verecek kitapçıklardan ibaret. Dr. Ali Pekcan’ın aslını master tezinin oluşturduğu “Klasik Usûl Düşüncesinde İcmâ Doktrini” adlı kitapçığı da bunlar arasında sayılabilir. Belki Pekcan, icmâın neden şer’î bir delil olduğu konusunda nasslar, Nebevî rehberlik ve bu rehberliğin sonraki nesillere taşınması konusunda icmâ ehli selef-i salihinin kilit mevkii üzerinden meseleye aklî izahlara yoğunlaşmamış olsa da konuyu ilmî ciddiyet içinde ve kaynaklara bağlı kalarak işlediği muhakkak. Bu bakımdan Türk okuyucusunun temel bilgi ihtiyacına cevap vereceğini düşünerek kitabı burada tanıtma gereği duyuyoruz. Kitabın elimizdeki baskısı, Yediveren Kitap tarafından Araştırma Dizisi/İslam Hukuku serisi içinde Ocak 2009’da yapılmış ilk baskı ve 143 sayfadan oluşuyor. 134 Ocak-Mart 2010 RIHLE Pekcan icmâ konusunu bir giriş ve iki bölüm halinde ele alıyor. Giriş kısmında önce genel olarak hukukun kaynaklarını inceleyen Pekcan, ardından fıkhın kaynaklarını bahis mevzuu kılarak icmâın, ait olduğu fıkıh sistemindeki yeri hakkında okuyucuya ön fikir vermiş oluyor. Kitabın ağırlık merkezini oluşturan birinci bölümü, icmâın kavramsal çerçevesinin çıkartıldığı kısım olarak görebiliriz. Bu kısımda icmâın mana ve mahiyetine ilişkin olarak başlayan incelemeler, icmâın imkânı konusuyla devam ediyor. İcmâın imkânı konusu bugün hararetle tartışılan bir konudur ve birçok icmâ inkârcısı “icmâ diye bir şey yoktur” demek yerine “icmâ vardır, ama vâki değildir” demeyi daha kolay ve güvenli bir yol görmektedir. Pekcan bu kısmı ele alırken mezhep imamlarından başlayarak gerek kadim usûl geleneğinde gerekse son dönem usûl tecrübesinde icmâın imkânına dair hayli mütalaa serdediyor. Mütalaalar zımnında İmam Şâfiî’nin icmâın imkânı konusunda olumsuz f ikir beyan ettiği yönündeki spekülasyonları eksik çıkartan Pekcan, burada İmam Şâfiî’nin icmâın hem teorik olarak hem de pratik olarak icmâın imkânını savunduğunun altını çiziyor. İmam Şâf iî’nin tavrının icmâın imkânını sorgulama anlamı taşımadığını, sadece her icmâ iddiasının ciddiye alınamayacağı anlamı taşıdığını belirtiyor. Son dönem fakih ve usulcülerinin icmâın imkânı sadedinde arz ettiği mütalaalara da yer veren Pekcan, sadece imkân konusunu değil, bugün icmâın nasıl sağlanabileceği konusunda da bazı önerilere de dikkat çekiyor. Bu bağlamda merhum Hallâf’ın, siyasî merkezlerce deruhte edilmesini öngördüğü icmâ organizasyonu teklifi özellikle uluslararası siyasî konularda organizasyonun tarafsız işleyişine halel getirebilir. Bu bakımdan Zeydân’ın öngördüğü gibi sivil organizasyonların oluşturulması bağımsız fıkıh çalışmaları için daha selametli bir yoldur. “İcmâın Şartları” başlığı altında Pekcan, belli bir bölgenin ya da mezhebin müctehidlerinin ittifakının yeterli olmadığı, bilakis aynı dönemde yaşamış bütün müctehidlerin ittifakının gerekli olduğu hususunu şartlar arasında ilk sıraya koyuyor. Son sırada zikrettiği “icmâın oluşması için önceden ihtilafın olmaması” şartı, yine kendi ifadesiyle usulcülerin kahir ekseriyetine göre geçerli değildir. Dolayısıyla selef-i salihinin ilk döneminde üzerinde neredeyse ittifak olan bazı hükümlerde yine aynı dönemde belki şaz görüş kategorisine girecek bir kısım aykırı görüşlerin bulunması, fıkhî yapının oturduğu müctehid imamlar döneminde oluşan icmâa mani değildir. Binaenaleyh bu gibi konularda ilgili şaz görüşü gerekçe göstererek sonraki icmâı nakzetmeye çalışmak usûl açısından izah edilebilir bir tavır değildir. İcmâın çeşitleri ve senedi gibi konuları kadim kaynaklardaki tartışmalarıyla birlikte etraflıca ele alan Pekcan daha sonra müsteşriklerin icmâ konusundaki görüşlerini inceliyor. Bu sadette D. B. Mc. Donald, Goldziher ve Schacth’ın görüşlerine yer veriyor. Mc. Donald’ın icmâ ile ilgili düşünceleri tam bir kurgudan ibarettir ve Pekcan da eleştirmekten kaçınmamıştır. Ayrıca Schacth’ın icmâın yanılmazlığı konusunda şüphe îras etmeye yönelik sözlerini de eleştiren Pekcan, icmâın yanılmazlığının Müslümanlar tarafından sonradan kabullenilmiş bir f ikir olmadığını, aksine nasslar tarafından belirlenmiş bir gerçek olduğunu ifade ediyor. Kitabiyat Aslında Schacth’ın bu konudaki görüşleri sözün bir yerinde onun ve modernist İslamcıların İmam Şâf iî alerjisiyle kesişmektedir. İcmâ konseptinde yanılmazlık esasını İmam Şâf iî’nin formüle ettiğini ve bunu da daha sonra hadise dönüştürülen “ümmetim hata üzerinde birleşmez” sözüyle temellendirdiğini iddia eden Schacth’ın, “aslını araştırma zahmetini göze alamadığın bilginin asılsız olduğunu iddia et” formülünün tipik bir örneğini sergilediğini söylemeden geçemeyeceğiz. Pekcan ilgili hadislerin kaynaklarını vererek söz konusu iddianın mesnetsizliğini göstermiştir. İkinci bölümü, icmâın kaynaklık değeri, nakli, dereceleri ve nesh ve tahsis kavramlarıyla ilişkisine ayıran Pekcan bu kısımda icmâı, Haricîler, Şia’dan bir grup ve Mutezile’den Nazzâm dışında Ehl-i sünnet ve Ehl-i bidat hemen bütün âlimlerin kabul ettiğini ifade ediyor. Tarafların delillerine yer veren Pekcan Sahabe’den itibaren ümmetin âlimlerinin icmâı bir hüccet olarak görüp ondan faydalandıklarına dair bol miktarda örnekler getirmektedir. İcmâın dereceleri konusunda kat’î ve zannî olmak üzere icmâın iki kısmından bahsediyor. Ancak buradaki kat’î ve zannî kavramları usulcülerce çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Kimine göre kat’î icmâ, senedi kat’î olan icmâlar iken, kimine göre şartlarını havi, üzerinde hiçbir ihtilaf bulunmayan ve tevatüren sabit olan icmâlardır. Pekcan bunlardan birincisini daha sahih buluyor ve kat’î icmâın, ancak senedi hemen her müslümanın bildiği kat’î delillerden olan icmâ olduğunu belirtiyor. Pekcan, icmâ ve tahsis konusunda, Âmidî ve Şevkânî gibi usûl müelliflerinin beyanları üzerinden icmâın ayet ve hadislerin umumî/mutlak ifadelerini tahsis ve takyid edebileceği konusunda hemen bütün usulcülerin ittifak içinde olduğunu ifade ediyor. İcmâın nassları neshedemeyeceği konusunda usulcülerin kahir ekseriyetinin ittifakı olduğunu ifade eden Pekcan bu konuda diğer usulcülerin görüş ve delillerini inceliyor, cumhurun görüş ve delilleriyle karşılaştırıyor. Ancak burada orta bir görüş olarak icmâın doğrudan nesheden bir delil değil de, neshin –yine bir başka ayet ya da hadisle- vukû bulduğunu gösteren bir delil/işaret olarak ele alınması gerektiğini söyleyen İmam Gazzâlî’nin görüşü de dikkate alınmalıdır. İcmâ ve nesh konusunda Pekcan son olarak icmâın ne neshedici delil olabileceğini ne de nasslar tarafından neshedilebileceğini belirttikten sonra icmâın ancak maslahata dayalı olması durumunda neshten söz edilebileceğini zikrediyor. Bu bağlamda maslahata dayalı bir icmâın maslahatın değişmesi durumunda yine aynı müctehidlerce oluşturulacak yeni bir icmâ ile neshedilebileceğinin altını çiziyor. el-İhticâc bi’l-Eser alâ Men Enkera’l-Mehdî el-Muntazar Humûd b. Abdillah b. Humûd et-Tüveycirî er-Riâsetu’l-Âmme li İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye | Riyâd, 1403/1983, 423 sh. Kitap Tanıtım: Murat Hafızoğlu K atar Yüksek Mahkeme Başkanı Abdullah b. Zeyd b. Mahmud, ahir zamanda Mehdi’nin zuhuruna inanmanın asılsız bir nazariye olduğunu savunan bir risale yazmış ve bu konuyla ilgili bütün rivayetlerin, Binbir Gece Masalları kabilinden asılsız/uydurma olduğunu ileri sürmüştür. Risalesine Lâ Mehdîyye Yuntazar Ba’de’r-Resûli Hayri’l-Beşer adını veren İbn Mahmûd, ilgili hadisler vesilesiyle Hadis ve Fıkıh uleması hakkında haddi aşan ifadeler kullanmaktan çekinmemiştir. et-Tüveycirî de el-İhticâc bi’lEser alâ Men Enkera’l-Mehdî elMuntazar isimli hacimli çalışmasını, bu risaleye reddiye olarak kaleme almıştır. İsbâtu Uluvvillâh ve Mübâyenetihî min Halkih isimli çalışmasından ve eserlerine İbn Bâz tarafından yazılan takrizlerden, RIHLE Ocak-Mart 2010 135 Kitabiyat nakale-i ahbar ve zevamil-i esfar zümresinden olduğu anlaşılan et-Tüveycirî, doğrusunu söylemek gerekirse el-İhticâc bi’lEser isimli eserinde ele aldığı konuya hakkını vermiştir. Onu Rıhle’nin sayfaları arasında tanıtılmaya değer bulmamızın sebebi de budur. Eserine, huruc-u Mehdi ile ilgili sahih ve hasen 10 rivayeti senedleriyle zikrederek, haklarında Hadis ulemasının değerlendirmelerini de vererek giren müellif, konu hakkındaki rivayetlerin bunlardan ibaret olmayıp, Efendimiz (s.a.v)’den zayıf senedlerle nakledilmiş merfu hadisler yanında, Sahabe ve Tabiun’dan nakledilmiş rivayetler de bulunduğunu ihtar eder. İbn Mahmûd’un, Mehdi inancının Ehl-i Sünnet’e dışarıdan girdiği iddiasına karşılık, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn dönemlerinde dahi Mehdi inancının mevcut olduğunu İbn Sa’d’ın Tabakât’ından naklettiği bir anekdotla isbat eder. Yine muhatabının, Mehdi hadislerinin sahih ve mütevatir olmadığı tezine karşılık –ki günümüzde de İbn Haldun’un Mukaddime’deki değerlendirmelerini baz alarak Mehdi hadislerinin itimada şayan olmadığını söyleyen İzmirli İsmail Hakkı’nın takipçileri aynı iddiayı dile getirmektedir–, ilgili rivayetlerin bir kısmının sahih, bir kısmının hasen ve bir kısmının zayıf olduğunu söyler. Bu meyanda et-Tirmizî, İbn Hibbân, el-Hâkim, İbn Huzeyme gibi Hadis imamlarının Mehdi hadislerinden bir kısmını tashih ettiğini (sahih olduğunu belirttiğini), yine bu hadislerden bir kısmının İmam Ahmed ve Ebû Ya’lâ tarafından güvenilir raviler kanalıyla aktarıldığını, ez-Zehebî, İbn Teymiyye, el-Heysemî, İbn Hacer gibi Hadis hafızlarının da bu rivayetleri tashih ettiğini belirtir. Yine Mehdi hadislerinin mütevatir olmadığı iddiasına karşılık da el-Âburrî’den es-Sehâvî’ye, eş-Şevkânî’den es-Sefârînî’ye kadar pek çok ismin, söz konusu rivayetlerin tevatürünü ifade ettiklerini nakleder ve eşŞevkânî’nin, Mehdi ile ilgili olarak 50’si merfu, 28’i gayr-i merfu olmak üzere toplam 78 rivayet tesbit ettiğini belirtir. . Mehdi hadisleriyle ilgili olarak günümüzde ve geçmişte dile getirilmiş bütün menf i iddiaların detaylı olarak cevaplandırıldığı bu eser, görebildiğimiz kadarıyla Mehdi hadisleriyle ilgili olarak yapılmış en hacimli çalışma olma unvanına da sahiptir. el-İşâ’a li Eşrâti’s-Sâ’a Muhammed b. Abdü’r-Resûl el-Hüseynî el-Berzencî (1103/1691) Tahkik: Muhammed Fevzî el-Cebr Dâru’n-Nümeyr-Dâru’l-Hicre, (2. Baskı) Dımeşk, 1416/1995, 293 sh. Kitap Tanıtım: Murat Hafızoğlu E l-Berzencî, soy kütüğü Hz. Hüseyin (r.a) efendimize dayanan bir aileye mensup, sadattan büyük bir alim… Bugünkü Kuzey Irak’ta Süleymaniye şehrine bağlı bir nahiye olan ve İran-Irak sınırında bulunan Berzenc’de doğan ve hayatının muhtelif safhalarında Mardin, Şam, Mısır, Bağdat, İstanbul… gibi ilim merkezlerine seyahatleri bulunan el-Berzencî, 136 Ocak-Mart 2010 RIHLE İstanbul safhasında Molla Gürânî ve Molla Zeyrek’ten ders almış. Eserin muhakkiki el-Cebr’in tesbitine göre el-Berzencî, irili-ufaklı 90’ya yakın eser vermiştir. Onun el-İşâ’a isimli eseri, kıyamet alametleri literatürünün ilk sırasında yer alan, konuyla ilgili çalışma yapanların bigâne kalamadığı mükemmel bir derleme. İmam esSüyûtî’nin, Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ fi’l-Kubûr isimli eserinde, ileride kıyamet alametleri ile ba’s (diriliş) ve kıyamet ahvali hakkında da birer eser yazmak niyetinde olduğunu okuduğunu, bilahare kıyamet ahvaliyle ilgili bir eserine muttali olduğunu ancak kıyamet alametleriyle ilgili bir çalışmasına rastlamadığını söyler. Bunun üzerine bu boşluğu doldurmak maksadıyla el-İşâ’a’yı kaleme aldığını belirtir. Kitabiyat Eserine yazdığı kısa mukaddimede şu dikkat çekici tesbiti yapar: “Dünya, kalıcı olsun ve ebediyen ikamet edilsin diye yaratılmış olmayıp, sadece ahiret menzillerinden bir menzil olduğundan, kullar ahirete azık edinsin ve Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkış için hazırlansın… diye yaratılmıştır. Bu sebeple her âlim, kıyamet alametleriyle ilgili bilgileri yaymak ve insanlar arasında bu meseleyle ilgili hadis ve haberleri duyurmakla… mükelleftir ki halk gafletten uyanıp fırsat eldeyken ahiret için hazırlık yapmaya baksın…” Kıyamet alametlerini, “zuhur edip sona erenler” (kıyametin uzak alametleri), “zuhuru devam edenler” ve onlar sona erdiğinde devreye girecek olan “büyük alametler” (yakın alametler) olarak üçe ayıran el-Berzencî, bu son aşamanın ardından kıyametin kopacağını belirtir. Bu üçlü taksimi kendisinden önce yapan kimse bilinmediğini belirten elBerzencî, bu tesbitinde haklıdır. Ahir zamanın başlangıcı, ortası ve sonu diyebileceğimiz bu üçlü taksim, hadislerde ifadesini bulan kıyamet alametlerinin nasıl bir mantıksal ve zamansal örgü içinde anlaşılması gerektiği konusunda kafa karışıklığı yaşayanlar için de aydınlatıcı ve yol gösterici mahiyettedir. Eserini bu üçlü taksimi esas alan bir sistematikle oluşturan elBerzencî, ele aldığı her ana başlığı ayrıca alt başlıklarla daha da zenginleştirir. Birinci Bab’da kıyametin uzak (Efendimiz (s.a.v) döneminde ve ondan sonraki yakın gelecekte vuku bulan) alametlerini ele alır. Efendimiz (s.a.v)’in bi’seti, Sahabe arasında cereyan eden karışıklıklar, Emevîler ve Abbasîler dönemlerinde meydana gelen olaylar, Fatımî ve Karmatî fitneleri, Beyt-i Makdis’in fethi… gibi olayları ele alıp tahlil eder. İkinci Bab’da kıyametin orta dönem alametlerini ele alan elBerzencî, bu aşamada salihlerin tekzibi yalancıların tasdiki, salihlerin azalması, eşcinsellik, zina, eğlenceye düşkünlük, içki kullanımı… gibi hususların yaygınlaşması, faiz ve içkinin helal sayılması, erkeklerin kadınlara itaat etmesi, bu ümmetin ahirinin evveline lanet okuması, fuhşun yaygınlaşması, ehil olmayan kimselerin yönetime gelmesi, hatiplerin (din konusunda ahkâm kesen ve edebiyat yapmaktan başka bir marifeti olmayan kimselerin) itibar görmesi, ümmet fertlerinin birbirinden uzaklaşması ve kalpler arasındaki ülfetin kaybolması, çarşı-pazarın kesada uğraması (enflasyon)… gibi hususları ayrıntılı bir şekilde dile getirir. Üçüncü Bab'da ise Mehdi'nin ve Deccal'ın zuhuru, bu dönemde yaşanacak olaylar, Hz. İsa (a.s)'ın nüzulü ve yapacakları, Kâbe'nin yıkılması, güneşin batıdan doğması, Dabbetu'l-ard'ın çıkması, Kur'ân'ın yeryüzünden çekilip alınması, yeryüzünde bulunan mü'minlerin tamamının, esecek bir meltemle ölmesi ve kalan insanların yeniden şirke dönmesi… gibi hususları zikreder. El-İşâ'a'nın bir özelliği kıyametin uzak, orta ve yakın alametlerini detaylı olarak zikretmesi ise, bir diğer özelliği de ilgili rivayetler arasındaki zahiri tearuza büyük bir yetkinlikle değinmesi ve ele aldığı her konuyla ilgili –varsa– fıkhî meselelere değinmesidir. RIHLE Ocak-Mart 2010 137
© Copyright 2024 Paperzz