Kitâbiyât - Rıhle Dergisi

Kitabiyat
KİTABİYAT
Klasik Usûl Düşüncesinde İcmâ Doktrini
Dr. Ali Pekcan
Yediveren Kitap | Ocak 2009, 143 sh.
Kitap Tanıtım: Talha Hakan Alp
İ
cmâ, herhangi bir şer’î meselede müctehidlerin ittifakı
anlamına gelen bir usul kavramıdır. İslamî deliller hiyerarşisindeki mevkii Kur’ân ve Sünnet’ten
sonra, ferdî ictihaddan öncedir.
İcmâın dayanağı, Kur’ân ve Sünnet
nassları olabileceği gibi bazen
nasslara bağlı ictihad da olabilir.
İctihada bağlı icmâın kıymeti konusunda en ufak bir şüpheye mahal yoktur. Zira buradaki ictihadın, nasslara bağlı olmanın yanında, ihtilafa yatkın olan yapısına
rağmen özellikle ittifak olarak tezahür etmesi ortada müctehidleri
aynı noktaya yönlendiren bir kaynağın varlığına işaret etmektedir.
Nitekim icmâın senedi olarak da
zikredilen bu kaynak, çoğu defa
bizim somut bir ayet veya hadis
lafzı olması gerektiğine şartlandığımız ama bundan hiç de aşağı
kalmayan bir bağlayıcı delil olarak
nassların ortak delaletidir. Ve asıl
icmâın fonksiyonu da, nassların
bizim doğrudan algılayamadığımız işbu anlam örgüsünü gösteriyor olmasıdır. Bu bakımdan bir
müctehid için kendinden önceki
müctehidlerin ittifakı, hem nassların delaletini anlamak açısından
hem de sahih ictihadın sınırlarını
bilmek açısından bağlayıcıdır.
Evet, icmâ bir müctehid için sadece neyin haram neyin helal
olduğunu bildiren spesifik bir delilden ibaret değildir. İcmâı konuşurken şunun altını özellikle çizmeliyiz: İcmâ, nassların delaleti,
tevili ve nasslara bağlı ictihadın
tabiatını ve sınırlarını gösteren
adeta şer’î delillerin köşe taşıdır.
İslamî deliller arasından icmâı
çıkardığınız zaman şer’î deliller
sistemi çöker. Artık ne Kur’ân-ı
Kerim lafızlarının ne hadis lafızlarının ne de ictihadın murad-ı
ilahîyle irtibatını temin etmeniz
mümkün olur. Zira icmâ, bilgi dağarcıklarını doğrudan Hz.
Peygamber Efendimiz’den dolduran Sahabe’nin Tâbiîn’e, Tâbiîn’in
Tebe-i Tâbiîn’e miras bıraktığı
Nübüvvet tezgâhında dokunmuş
bilgi ve muhakemenin eseridir.
Bu muhakeme bazen nassların
delaletini tayin sadedinde; bazen
de ortada açık nassın bulunmadığı konularda Hz. Peygamber
Efendimiz’in belki isnadlı hadis
geleneğinde çok güçlü ve yaygın
rivayet tabanı olmayan sünnetinin biçimlendirdiği bir Müslüman
tavrı olarak karşımıza çıkar.
Bu yönüyle icmâ, vahiy ikliminin
uzağına düşen Müslümanların
dilin imkânlarıyla yetinmeleri
durumunda yerli yerine oturtmaları imkânsız olan nassların soyut
dilsel delaletini Hz. Peygamber’in
rehberliği ve öğrencilerinin bilgi
ve tecrübe birikimiyle tamamlayarak sahih İslamî bilgi ve bilincin teminatı olmaktadır.
Ne var ki, deliller hiyerarşisinde
bu denli önemli mevki ihraz eden
icmâ, bugün modern hayatın tazyikine kapılan Müslümanlar tarafından kaynaklık değeri sorgulanır hale gelmiştir. “Bu konuda
açık ayet ya da hadis var mıdır?”
şeklinde sözümona nasslara bağlılığın ifadesi gibi dışa vuran bu
tavır, nassların bütüncül delaleti
ve Sünnet’in rehberliğine dayanan ortak İslamî idraki ezip geçmekle kaş yapayım derken göz
çıkardığının farkında değildir.
Burada sadece önemi anlaşılamayan bir hususa dikkat çekmek
için şunu söyleyebiliriz: Nassların
fonksiyonu bize sadece kelimelerin sözlük anlamlarıyla sınırlı bir
mesajı taşımaktan ibaret değildir.
Allah Resulü’nün İbn-i Abbas’a
yaptığı, “Allah’ım ona tevili öğret
ve onu dinde fakih kıl” duasında
merkeze alınan tevil ve fıkıh
kabiliyetinin detaylı ve bütüncül
RIHLE Ocak-Mart 2010
133
Kitabiyat
bir delalet sistemini iktiza ettiği
ve icmâın da İbn-i Abbas ve onun
gibi fakih sahabîlerin bu sisteme
bağlı kalarak ortaya koyduğu kolektif birikimin adı olduğu unutulmamalıdır. Bu birikimi paranteze alan yaklaşımlar, nassların
tabiatına ve delalet sistemine
yabancı bir müdahaleyle lafızanlam ve murad-ı ilahî arasındaki insicamı bozmaktan başka bir
sonuç vermeyecektir.
İcmâ kavramının önemine ve deliller içindeki vazgeçilmez mevkiine dair bu izahlar icmâ konusunda
daha bir bilgi ve bilinç sahibi olmamız gerektiğini anlatmak içindi. Arapça bilenlerimizin muhakkak kadim kaynaklardan icmâyla
ilgili bahisleri usanmadan okuyup
mütalaa etmelerini tavsiye ederiz.
Arapça bilmeyenlere gelince, maalesef İslamî yayımlar arasında
icmâ konusunu bilgi ve tasavvur
planında şöyle enikonu anlatan
bir kitap tavsiye edemeyeceğiz.
Piyasada göze çarpanlar ise konu
hakkında belki orta derece bilgi
verecek kitapçıklardan ibaret.
Dr. Ali Pekcan’ın aslını master
tezinin oluşturduğu “Klasik Usûl
Düşüncesinde İcmâ Doktrini”
adlı kitapçığı da bunlar arasında
sayılabilir. Belki Pekcan, icmâın
neden şer’î bir delil olduğu konusunda nasslar, Nebevî rehberlik
ve bu rehberliğin sonraki nesillere taşınması konusunda icmâ
ehli selef-i salihinin kilit mevkii
üzerinden meseleye aklî izahlara
yoğunlaşmamış olsa da konuyu
ilmî ciddiyet içinde ve kaynaklara
bağlı kalarak işlediği muhakkak.
Bu bakımdan Türk okuyucusunun temel bilgi ihtiyacına cevap
vereceğini düşünerek kitabı burada tanıtma gereği duyuyoruz.
Kitabın
elimizdeki
baskısı,
Yediveren Kitap tarafından
Araştırma Dizisi/İslam Hukuku
serisi içinde Ocak 2009’da yapılmış
ilk baskı ve 143 sayfadan oluşuyor.
134
Ocak-Mart 2010 RIHLE
Pekcan icmâ konusunu bir giriş
ve iki bölüm halinde ele alıyor.
Giriş kısmında önce genel olarak hukukun kaynaklarını inceleyen Pekcan, ardından fıkhın kaynaklarını bahis mevzuu kılarak
icmâın, ait olduğu fıkıh sistemindeki yeri hakkında okuyucuya ön
fikir vermiş oluyor.
Kitabın ağırlık merkezini oluşturan birinci bölümü, icmâın kavramsal çerçevesinin çıkartıldığı
kısım olarak görebiliriz. Bu kısımda icmâın mana ve mahiyetine ilişkin olarak başlayan incelemeler, icmâın imkânı konusuyla
devam ediyor.
İcmâın imkânı konusu bugün hararetle tartışılan bir konudur ve
birçok icmâ inkârcısı “icmâ diye
bir şey yoktur” demek yerine
“icmâ vardır, ama vâki değildir”
demeyi daha kolay ve güvenli bir
yol görmektedir. Pekcan bu kısmı
ele alırken mezhep imamlarından
başlayarak gerek kadim usûl geleneğinde gerekse son dönem usûl
tecrübesinde icmâın imkânına
dair hayli mütalaa serdediyor.
Mütalaalar zımnında İmam Şâfiî’nin icmâın imkânı konusunda
olumsuz f ikir beyan ettiği yönündeki spekülasyonları eksik
çıkartan Pekcan, burada İmam
Şâfiî’nin icmâın hem teorik olarak hem de pratik olarak icmâın
imkânını savunduğunun altını
çiziyor. İmam Şâf iî’nin tavrının
icmâın imkânını sorgulama anlamı taşımadığını, sadece her icmâ
iddiasının ciddiye alınamayacağı
anlamı taşıdığını belirtiyor.
Son dönem fakih ve usulcülerinin
icmâın imkânı sadedinde arz ettiği
mütalaalara da yer veren Pekcan,
sadece imkân konusunu değil,
bugün icmâın nasıl sağlanabileceği konusunda da bazı önerilere de
dikkat çekiyor. Bu bağlamda merhum Hallâf’ın, siyasî merkezlerce
deruhte edilmesini öngördüğü
icmâ organizasyonu teklifi özellikle
uluslararası siyasî konularda organizasyonun tarafsız işleyişine
halel getirebilir. Bu bakımdan
Zeydân’ın öngördüğü gibi sivil
organizasyonların oluşturulması bağımsız fıkıh çalışmaları için
daha selametli bir yoldur.
“İcmâın Şartları” başlığı altında
Pekcan, belli bir bölgenin ya da
mezhebin müctehidlerinin ittifakının yeterli olmadığı, bilakis aynı
dönemde yaşamış bütün müctehidlerin ittifakının gerekli olduğu
hususunu şartlar arasında ilk sıraya koyuyor. Son sırada zikrettiği “icmâın oluşması için önceden
ihtilafın olmaması” şartı, yine
kendi ifadesiyle usulcülerin kahir
ekseriyetine göre geçerli değildir.
Dolayısıyla selef-i salihinin ilk
döneminde üzerinde neredeyse
ittifak olan bazı hükümlerde yine
aynı dönemde belki şaz görüş kategorisine girecek bir kısım aykırı
görüşlerin bulunması, fıkhî yapının oturduğu müctehid imamlar
döneminde oluşan icmâa mani
değildir. Binaenaleyh bu gibi konularda ilgili şaz görüşü gerekçe
göstererek sonraki icmâı nakzetmeye çalışmak usûl açısından
izah edilebilir bir tavır değildir.
İcmâın çeşitleri ve senedi gibi
konuları kadim kaynaklardaki
tartışmalarıyla birlikte etraflıca
ele alan Pekcan daha sonra müsteşriklerin icmâ konusundaki
görüşlerini inceliyor. Bu sadette
D. B. Mc. Donald, Goldziher ve
Schacth’ın görüşlerine yer veriyor. Mc. Donald’ın icmâ ile ilgili
düşünceleri tam bir kurgudan ibarettir ve Pekcan da eleştirmekten
kaçınmamıştır. Ayrıca Schacth’ın
icmâın yanılmazlığı konusunda
şüphe îras etmeye yönelik sözlerini de eleştiren Pekcan, icmâın
yanılmazlığının
Müslümanlar
tarafından sonradan kabullenilmiş bir f ikir olmadığını, aksine
nasslar tarafından belirlenmiş
bir gerçek olduğunu ifade ediyor.
Kitabiyat
Aslında Schacth’ın bu konudaki
görüşleri sözün bir yerinde onun
ve modernist İslamcıların İmam
Şâf iî alerjisiyle kesişmektedir.
İcmâ konseptinde yanılmazlık
esasını İmam Şâf iî’nin formüle
ettiğini ve bunu da daha sonra
hadise dönüştürülen “ümmetim
hata üzerinde birleşmez” sözüyle temellendirdiğini iddia eden
Schacth’ın, “aslını araştırma zahmetini göze alamadığın bilginin
asılsız olduğunu iddia et” formülünün tipik bir örneğini sergilediğini söylemeden geçemeyeceğiz.
Pekcan ilgili hadislerin kaynaklarını vererek söz konusu iddianın
mesnetsizliğini göstermiştir.
İkinci bölümü, icmâın kaynaklık değeri, nakli, dereceleri ve
nesh ve tahsis kavramlarıyla ilişkisine ayıran Pekcan bu kısımda
icmâı, Haricîler, Şia’dan bir grup
ve Mutezile’den Nazzâm dışında
Ehl-i sünnet ve Ehl-i bidat hemen
bütün âlimlerin kabul ettiğini
ifade ediyor. Tarafların delillerine
yer veren Pekcan Sahabe’den
itibaren ümmetin âlimlerinin
icmâı bir hüccet olarak görüp ondan faydalandıklarına dair bol
miktarda örnekler getirmektedir.
İcmâın dereceleri konusunda
kat’î ve zannî olmak üzere icmâın
iki kısmından bahsediyor. Ancak
buradaki kat’î ve zannî kavramları usulcülerce çeşitli şekillerde
açıklanmıştır. Kimine göre kat’î
icmâ, senedi kat’î olan icmâlar
iken, kimine göre şartlarını havi,
üzerinde hiçbir ihtilaf bulunmayan ve tevatüren sabit olan
icmâlardır. Pekcan bunlardan birincisini daha sahih buluyor ve
kat’î icmâın, ancak senedi hemen
her müslümanın bildiği kat’î delillerden olan icmâ olduğunu belirtiyor.
Pekcan, icmâ ve tahsis konusunda, Âmidî ve Şevkânî gibi usûl
müelliflerinin beyanları üzerinden icmâın ayet ve hadislerin
umumî/mutlak ifadelerini tahsis
ve takyid edebileceği konusunda
hemen bütün usulcülerin ittifak
içinde olduğunu ifade ediyor.
İcmâın nassları neshedemeyeceği konusunda usulcülerin kahir
ekseriyetinin ittifakı olduğunu
ifade eden Pekcan bu konuda diğer usulcülerin görüş ve delillerini inceliyor, cumhurun görüş ve
delilleriyle karşılaştırıyor. Ancak
burada orta bir görüş olarak
icmâın doğrudan nesheden bir
delil değil de, neshin –yine bir
başka ayet ya da hadisle- vukû
bulduğunu gösteren bir delil/işaret olarak ele alınması gerektiğini
söyleyen İmam Gazzâlî’nin görüşü de dikkate alınmalıdır.
İcmâ ve nesh konusunda Pekcan
son olarak icmâın ne neshedici
delil olabileceğini ne de nasslar
tarafından neshedilebileceğini
belirttikten sonra icmâın ancak
maslahata dayalı olması durumunda neshten söz edilebileceğini zikrediyor. Bu bağlamda maslahata dayalı bir icmâın maslahatın değişmesi durumunda yine
aynı müctehidlerce oluşturulacak
yeni bir icmâ ile neshedilebileceğinin altını çiziyor.
el-İhticâc bi’l-Eser alâ Men Enkera’l-Mehdî el-Muntazar
Humûd b. Abdillah b. Humûd et-Tüveycirî
er-Riâsetu’l-Âmme li İdârâti’l-Buhûsi’l-İlmiyye | Riyâd, 1403/1983, 423 sh.
Kitap Tanıtım: Murat Hafızoğlu
K
atar Yüksek Mahkeme
Başkanı Abdullah b.
Zeyd b. Mahmud, ahir
zamanda Mehdi’nin zuhuruna
inanmanın asılsız bir nazariye olduğunu savunan bir risale yazmış ve bu konuyla ilgili bütün rivayetlerin, Binbir Gece
Masalları kabilinden asılsız/uydurma olduğunu ileri sürmüştür.
Risalesine Lâ Mehdîyye Yuntazar
Ba’de’r-Resûli Hayri’l-Beşer adını
veren İbn Mahmûd, ilgili hadisler
vesilesiyle Hadis ve Fıkıh uleması
hakkında haddi aşan ifadeler kullanmaktan çekinmemiştir.
et-Tüveycirî de el-İhticâc bi’lEser alâ Men Enkera’l-Mehdî elMuntazar isimli hacimli çalışmasını, bu risaleye reddiye olarak
kaleme almıştır. İsbâtu Uluvvillâh
ve Mübâyenetihî min Halkih isimli
çalışmasından ve eserlerine İbn
Bâz tarafından yazılan takrizlerden,
RIHLE Ocak-Mart 2010
135
Kitabiyat
nakale-i ahbar ve zevamil-i esfar
zümresinden olduğu anlaşılan
et-Tüveycirî, doğrusunu söylemek gerekirse el-İhticâc bi’lEser isimli eserinde ele aldığı
konuya hakkını vermiştir. Onu
Rıhle’nin sayfaları arasında tanıtılmaya değer bulmamızın sebebi de budur.
Eserine, huruc-u Mehdi ile ilgili
sahih ve hasen 10 rivayeti senedleriyle zikrederek, haklarında
Hadis ulemasının değerlendirmelerini de vererek giren müellif, konu hakkındaki rivayetlerin bunlardan ibaret olmayıp,
Efendimiz (s.a.v)’den zayıf senedlerle nakledilmiş merfu hadisler
yanında, Sahabe ve Tabiun’dan
nakledilmiş rivayetler de bulunduğunu ihtar eder.
İbn Mahmûd’un, Mehdi inancının Ehl-i Sünnet’e dışarıdan girdiği iddiasına karşılık, Tabiîn ve
Tebe-i Tabiîn dönemlerinde dahi
Mehdi inancının mevcut olduğunu
İbn Sa’d’ın Tabakât’ından naklettiği bir anekdotla isbat eder.
Yine muhatabının, Mehdi hadislerinin sahih ve mütevatir olmadığı
tezine karşılık –ki günümüzde de
İbn Haldun’un Mukaddime’deki
değerlendirmelerini baz alarak
Mehdi hadislerinin itimada şayan olmadığını söyleyen İzmirli
İsmail Hakkı’nın takipçileri aynı
iddiayı dile getirmektedir–, ilgili
rivayetlerin bir kısmının sahih,
bir kısmının hasen ve bir kısmının zayıf olduğunu söyler. Bu
meyanda et-Tirmizî, İbn Hibbân,
el-Hâkim, İbn Huzeyme gibi
Hadis imamlarının Mehdi hadislerinden bir kısmını tashih ettiğini (sahih olduğunu belirttiğini),
yine bu hadislerden bir kısmının
İmam Ahmed ve Ebû Ya’lâ tarafından güvenilir raviler kanalıyla aktarıldığını, ez-Zehebî, İbn
Teymiyye, el-Heysemî, İbn Hacer
gibi Hadis hafızlarının da bu rivayetleri tashih ettiğini belirtir.
Yine Mehdi hadislerinin mütevatir olmadığı iddiasına karşılık
da el-Âburrî’den es-Sehâvî’ye,
eş-Şevkânî’den
es-Sefârînî’ye
kadar pek çok ismin, söz konusu rivayetlerin tevatürünü
ifade ettiklerini nakleder ve eşŞevkânî’nin, Mehdi ile ilgili olarak 50’si merfu, 28’i gayr-i merfu
olmak üzere toplam 78 rivayet
tesbit ettiğini belirtir. .
Mehdi hadisleriyle ilgili olarak
günümüzde ve geçmişte dile getirilmiş bütün menf i iddiaların
detaylı olarak cevaplandırıldığı
bu eser, görebildiğimiz kadarıyla
Mehdi hadisleriyle ilgili olarak
yapılmış en hacimli çalışma olma
unvanına da sahiptir.
el-İşâ’a li Eşrâti’s-Sâ’a
Muhammed b. Abdü’r-Resûl el-Hüseynî el-Berzencî (1103/1691)
Tahkik: Muhammed Fevzî el-Cebr
Dâru’n-Nümeyr-Dâru’l-Hicre, (2. Baskı) Dımeşk, 1416/1995, 293 sh.
Kitap Tanıtım: Murat Hafızoğlu
E
l-Berzencî, soy kütüğü
Hz. Hüseyin (r.a) efendimize dayanan bir aileye mensup, sadattan büyük bir
alim… Bugünkü Kuzey Irak’ta
Süleymaniye şehrine bağlı bir
nahiye olan ve İran-Irak sınırında bulunan Berzenc’de doğan ve
hayatının muhtelif safhalarında Mardin, Şam, Mısır, Bağdat,
İstanbul… gibi ilim merkezlerine
seyahatleri bulunan el-Berzencî,
136
Ocak-Mart 2010 RIHLE
İstanbul safhasında Molla Gürânî
ve Molla Zeyrek’ten ders almış.
Eserin muhakkiki el-Cebr’in tesbitine göre el-Berzencî, irili-ufaklı
90’ya yakın eser vermiştir.
Onun el-İşâ’a isimli eseri, kıyamet
alametleri literatürünün ilk sırasında yer alan, konuyla ilgili çalışma yapanların bigâne kalamadığı
mükemmel bir derleme. İmam esSüyûtî’nin, Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi
Hâli’l-Mevtâ fi’l-Kubûr isimli eserinde, ileride kıyamet alametleri
ile ba’s (diriliş) ve kıyamet ahvali
hakkında da birer eser yazmak
niyetinde olduğunu okuduğunu,
bilahare kıyamet ahvaliyle ilgili
bir eserine muttali olduğunu ancak kıyamet alametleriyle ilgili
bir çalışmasına rastlamadığını
söyler. Bunun üzerine bu boşluğu
doldurmak maksadıyla el-İşâ’a’yı
kaleme aldığını belirtir.
Kitabiyat
Eserine yazdığı kısa mukaddimede şu dikkat çekici tesbiti yapar:
“Dünya, kalıcı olsun ve ebediyen
ikamet edilsin diye yaratılmış
olmayıp, sadece ahiret menzillerinden bir menzil olduğundan,
kullar ahirete azık edinsin ve
Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkış
için hazırlansın… diye yaratılmıştır. Bu sebeple her âlim, kıyamet alametleriyle ilgili bilgileri
yaymak ve insanlar arasında bu
meseleyle ilgili hadis ve haberleri duyurmakla… mükelleftir
ki halk gafletten uyanıp fırsat
eldeyken ahiret için hazırlık yapmaya baksın…”
Kıyamet alametlerini, “zuhur
edip sona erenler” (kıyametin
uzak alametleri), “zuhuru devam
edenler” ve onlar sona erdiğinde
devreye girecek olan “büyük alametler” (yakın alametler) olarak
üçe ayıran el-Berzencî, bu son
aşamanın ardından kıyametin
kopacağını belirtir. Bu üçlü taksimi kendisinden önce yapan
kimse bilinmediğini belirten elBerzencî, bu tesbitinde haklıdır.
Ahir zamanın başlangıcı, ortası
ve sonu diyebileceğimiz bu üçlü
taksim, hadislerde ifadesini bulan kıyamet alametlerinin nasıl bir mantıksal ve zamansal
örgü içinde anlaşılması gerektiği
konusunda kafa karışıklığı yaşayanlar için de aydınlatıcı ve yol
gösterici mahiyettedir.
Eserini bu üçlü taksimi esas alan
bir sistematikle oluşturan elBerzencî, ele aldığı her ana başlığı ayrıca alt başlıklarla daha da
zenginleştirir.
Birinci Bab’da kıyametin uzak
(Efendimiz (s.a.v) döneminde
ve ondan sonraki yakın gelecekte vuku bulan) alametlerini ele
alır. Efendimiz (s.a.v)’in bi’seti,
Sahabe arasında cereyan eden karışıklıklar, Emevîler ve Abbasîler
dönemlerinde meydana gelen
olaylar, Fatımî ve Karmatî fitneleri, Beyt-i Makdis’in fethi… gibi
olayları ele alıp tahlil eder.
İkinci Bab’da kıyametin orta
dönem alametlerini ele alan elBerzencî, bu aşamada salihlerin
tekzibi yalancıların tasdiki, salihlerin azalması, eşcinsellik, zina,
eğlenceye düşkünlük, içki kullanımı… gibi hususların yaygınlaşması, faiz ve içkinin helal sayılması, erkeklerin kadınlara itaat
etmesi, bu ümmetin ahirinin
evveline lanet okuması, fuhşun
yaygınlaşması, ehil olmayan kimselerin yönetime gelmesi, hatiplerin (din konusunda ahkâm kesen ve edebiyat yapmaktan başka
bir marifeti olmayan kimselerin)
itibar görmesi, ümmet fertlerinin birbirinden uzaklaşması ve
kalpler arasındaki ülfetin kaybolması, çarşı-pazarın kesada uğraması (enflasyon)… gibi hususları
ayrıntılı bir şekilde dile getirir.
Üçüncü Bab'da ise Mehdi'nin ve
Deccal'ın zuhuru, bu dönemde
yaşanacak olaylar, Hz. İsa (a.s)'ın
nüzulü ve yapacakları, Kâbe'nin
yıkılması, güneşin batıdan doğması, Dabbetu'l-ard'ın çıkması,
Kur'ân'ın yeryüzünden çekilip
alınması, yeryüzünde bulunan
mü'minlerin tamamının, esecek
bir meltemle ölmesi ve kalan insanların yeniden şirke dönmesi…
gibi hususları zikreder.
El-İşâ'a'nın bir özelliği kıyametin
uzak, orta ve yakın alametlerini
detaylı olarak zikretmesi ise, bir
diğer özelliği de ilgili rivayetler
arasındaki zahiri tearuza büyük
bir yetkinlikle değinmesi ve ele
aldığı her konuyla ilgili –varsa–
fıkhî meselelere değinmesidir.
RIHLE Ocak-Mart 2010
137