BİR GARİP MEHMET AĞABEY Gazetedeki ilk beş senem çok zorlu

BİR GARİP MEHMET AĞABEY
Gazetedeki ilk beş senem çok zorlu geçti. Mesai yok bir kere, her an her dakika iş
çıkabilir, sürekli tetikte olman lazım. İş bitti deyip eve gidersin daha kapıyı açmadan bir
telefon gelir, gerisin geriye dönersin gazeteye. Dizgide hata çıkar, makine bozulur, yazdığın
haber editör tarafından beğenilmez neler neler…
Hülasa, meşakkatlidir bizim meslek; yazmak için yetenek, yazının kalitesi için de
titizlik gerekir. Saatlerce bir paragraf üzerinde düşündüğün olur, sabahlara kadar yazıp
sildiğin vakitler olur ama bitmiş bir yazıyı gazetede basılmış görünce o iş başarmışlık hissi
tüm yorgunluğu silip süpürür. Sabah insanların çaylarını yudumlarken senin haberini
okuyacağını bilmek tarif edilemez bir mutluluktur.
İlk beş sene ben de dur durak bilmeden çalıştım işte. Çok şey öğrendim, çok haber
hazırladım.
Editörümüz Hasan Bey de yazdıklarımı beğenir, çalışma disiplinimi takdir
ederdi. En sevdiğim iş gezi /röportaj yazıları yazmaktı, haberlerime okuyuculardan da güzel
dönütler alırdım hep. Beşinci senenin sonunda bir gün Hasan Bey odasına çağırdı beni “Bak
Ali, lafı dolandırmayı sevmem bilirsin, biz Pazar ekine dinamizm katmak istiyoruz bunun
içinde ekin başına genç birini geçirmeyi uygun gördük. Çalışkanlığını, işine verdiğin önemi
hep takdir ederim, yazma konusunda da kabiliyetlisin, sen de kabul edersen bundan sonra
Pazar ekinden sorumlu olacaksın” dedi. Havalara uçtum, hayatımın belki de en mutlu
günüydü.
Ertesi hafta başladım işe. Kendi ekibimi kurdum, Pazar ekinin tasarımını değiştirdik
önce. Sonra kalemi kuvvetli, zeki, iyi haberin kokusunu alacak çalışkan ekip arkadaşları
seçtim. Bölümleri güncelledik. Hafta içi stresle muhatap olan insanlar Pazar günü keyifle
gazete okusunlar istiyorduk. Sadece okumakla kalmamalılardı, okudukları yazılar hayatlarına
bir
şeyler
katmalıydı.
Pazar
ekini
okuduktan
sonra
Pazartesi
gününe
şevkle
başlayabilmelilerdi. Bunun için gezi ve röportaj yazılarına iki tam sayfa ayırdık. Özellikle
röportaj bölümü benim için çok önemliydi. Okuyuculara ilham veren, hayat hikâyeleriyle
onlara yol gösterecek, yepyeni ufuklar açacak kişilerle röportajlar yapmaya çalışıyorduk. Bu
bölüme ayrı bir ihtimam gösterdiğim için röportaj yapılacak insanlarla önce kendim
tanışırdım, beraber çay içer uzun uzun muhabbet ederdik. Sonra bir hafta, belki bir ay sonra
ekipten gençler röportaj yapmaya giderlerdi. Üç senenin sonunda Pazar ekinin en sevilen
kısmı röportaj bölümü olmuştu. Okuyuculardan güzel mailler aldıkça işimizi daha da iyi
yapmak için şevkleniyorduk.
Bir gün bir arkadaşıma röportaj yapılacak insanlarla önceden gidip nasıl tanıştığımı,
neler konuştuğumuzu, onların hayatlarını vs. anlatırken arkadaşım laf arasında “Ali yahu, bu
röportajlar vesilesiyle bu kadar çok insanla tanışmışsın, arkadaş hatta dost olmuşsun. Onların
hikâyelerini yazsana, bir kitap olarak basılır belki. Röportaj da iyi ama sayfa sınırı, kelime
sınırı derken kısıtlanıyor insan. Madem tanıştığın insanlar böyle ilham verici, ufuk açıcı
kişiler onların hayat hikâyelerini bir kitapta toplasan iyi olmaz mı?” dedi. Muhabbetin
arasında kaynamış gibi görünse de söyledikleri aklıma takıldı. Haftalar boyu düşündüm,
sürekli aklımda bu soru. Ölçtüm, biçtim; kafama yattı. Peki, kimin hikâyesiyle başlayacaktım
kitaba?
Tabii ki Mehmet Abi’ninki ile. Bir akşam işten gelince kahvemi elime alıp balkona
çıktım. Serin bir yaz gecesi, hafif bir meltem var. İlham için daha ne bekler insan?
Anlatmaya nereden başlamalı.
Tanışalı iki sene oldu Mehmet Abi ile. Gazete için farklı insanlarla röportaj yaptığımı
bilen bir arkadaş “Mehmet Abi’yle tanışman, onun hikâyesini insanlarla paylaşman lazım
Ali” demişti. sağ olsun numarasını da verdi.
Bir Salı sabahı arıyorum, gazeteye röportaj vermeyi kabul ediyor Mehmet abi.
“Röportajdan önce ben sizinle tanışmak istiyorum, müsaitseniz bir çay içelim” diyorum.
“Eyvallah” diyor oğlunu yüzmeye götürdüğü bir Cumartesi gününe randevu veriyor. Saat
ikide havuzun çıkışındaki kafeteryada buluyorum onu. Havuza bakan masalardan birine
tekerlekli sandalyesiyle yanaşmış. Masaya yaklaşıyorum, selamlaşıyoruz, bir sandalye
çekiyorum, çaylarımız geliyor ve sohbetle beraber dostluğumuz da başlıyor.
Mehmet Abi Vanlı, Van’ın Erciş ilçesinden. Ufak bir tarlaları varmış, birkaç tane de
hayvanları; kardeşleri çoban, kendisi çoban. Erciş’teki bütün çocuklar gibi çok koşmuş
hayvanların peşinden. Yaz aylarında Erciş’in Çelebibağı beldesindeki çocukların en büyük
eğlencesi Van Gölü’nde yüzmekmiş. Tepede kavurucu güneş varken fırsatını bulan çocuklar
göle atarlarmış kendilerini, yapılan yüzme yarışmalarında birinci hep Mehmet Abi olurmuş.
Kendinden büyükleri bile geçermiş. “Çok severdim yüzmeyi, elimden gelse o kış soğuğunda
bile atlayacağım göle. Van Gölü’ne gittin mi hiç? Göl o yörenin her şeyidir, tarlanın bahçenin
suyu oradan gelir, balığından da yeriz. Turizm var tabii bir de. Ekmek kapımızdır bir nevi,
hayat kaynağıdır. Benim hikâyemin kaynağı da o göldür işte” diyor Mehmet Abi. Van Gölü
değiştirmiş onun hayatını.
On yaşlarındayken bir yaz günü yine beldenin çocuklarıyla
kıyasıya bir yarış başlamış, Mehmet Abi kazanmış tabii ki. Gölden çıktıklarında kasabanın tek
öğretmeni Sinan Bey’i görmüş karşısında. “Aferin Mehmet, iyi yüzüyorsun, sana bu işin
tekniğini öğretmek lazım, başka yerlerde senin gibi iyi yüzen çocuklarla yarışmak ister
misin?” demiş Çanakkaleli öğretmen. “Sinan hoca da sporcuymuş meğer” diyerek hayatını
değiştiren o günleri anlatmaya başlıyor Mehmet Abi, çayından bir yudum alıyor “O da deniz
çocuğuymuş, tuttu elimden, sene 1985, o zamanda öyle bir öğretmene denk gelmek kolay mı?
Bütün yaz çalıştırdı beni, benim keyfime diyecek yok zaten bayılıyorum yüzmeye. O
sonbaharda beraber İstanbul’a gittik. Aileden İstanbul’a ilk giden benim, orada bir yarışmaya
yazdırmış beni hoca, üçüncü oldum. O ilk madalyayı hala saklarım. Derecem sayesinde burs
buldu bana Sinan Öğretmen, ortaokulu okumak için Ankara’ya gittim. Köyde herkes şaşkın,
“Nasıl olur da yüzmek insana burs kazandırır?” diyorlar. Bizim köy ahalisi profesyonel
sporun insanın hayatını nasıl değiştirdiğini Sinan Hoca’nın emekleri vesilesiyle gördü; onun
hakkını nasıl öderim bilmem, ne olduysa onun sayesinde oldu. Ankara’da devam ettim
çalışmalara, belediyenin havuzunda antrenörler eşliğinde çalışıyordum. Bir yandan dersler bir
yandan haftada beş gün yüzme çalışmaları; yoğun bir okul dönemi geçirdim. Yurtdışına
yarışmalara gittik; çoğu zaman derecelerle, mansiyonlarla döndük. Üniversite çağı geldi;
madem spor hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuştu o zaman bu işin hakkını vermeliydim.
‘93 senesinde Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu’na kayıt yaptırdım. Bir
işte mektepli olmak o işin eğitimini almak çok önemlidir, ben bunu bilir bunu söylerim. Spor
bana Çelebibağı’ndaki kimsenin hayal dahi edemeyeceği bir fırsat sundu, ben de Sinan
Öğretmen’e ve ülkeme olan vefa borcumu en iyi yaptığım işte daha da iyi olmaya çabalayarak
ödemeliydim. Üniversiteye başladım, o sene milli takıma da seçildim. Tabiri caizse çılgınlar
gibi çalışıyorduk. Üniversitede de katıldığım yarışmalardan güzel sonuçlar elde ettim şükür. İş
sadece çalışmakla dereceyle bitmiyor tabii. Sporcu olmanın sorumluluğu çoktur; erkenden
yatar sabah çok erken kalkıp havuzun yolunu tutarsın, beslenmene dikkat edersin, bir de
gençlere örnek olduğundan haline tavrına da dikkat etmen elzemdir.”
Mehmet Abi meddah gibi, anlatmaya başladı mı karşısındakini adeta bir hikâyenin
içine sürüklüyor, öyle tatlı tatlı anlatıyor ki lafını kesip sual edemiyorum yine de bir ara
gazeteci refleksiyle silkinip “Peki sadece yüzme sporuyla mı iştigal ettin Mehmet Abi,
gönlünün başka dallara kaydığı olmadı mı?” diye soruyorum. Gülümsüyor. “Üniversitede
farklı spor alanlarını deneme fırsatı da elde ettim; savunma sporlarını ve basketbolu da çok
sevdim ama yüzmenin yeri her zaman benim için ayrıydı. Suda olmak çok farklıdır, su insanın
stresini alır. Osmanlı’da akıl hastalarının tedavisinde su sesinin kullanıldığını biliyorsundur.
Suyun içinde kendi düşüncelerinle baş başa kalırsın, yüzmek adeta bir terapidir. Başın suyun
altındayken dünyanın bütün dertleri yukarıda kalır. Bence sporun en kıymetli özelliklerinden
biri sporla meşgulken geri kalan her şeyin zihninden uzaklaşmasıdır.” diye muhteşem bir
cevap veriyor.
Çaylarımız tazelenirken sessizleşiyoruz. Sonra yılların tecrübesiyle dolu esmer yüzüne
sıcak bir tebessüm yerleşiyor Mehmet Abi’nin, devam ediyor hikâyesine “Nerede kalmıştık?
Sene ‘97, üniversiteden mezun olduğum yaz evlendim, eşim Elif de Gazi mezunudur. O
Ankara’da bir liseye beden eğitimi öğretmeni olarak atandı. Ben de milli takımdaki
çalışmalarla meşgul oluyordum. Elif’in atandığı liseyi bir göreceksin! Maalesef iyi eğitim
alamamış, biraz başıboş kalmış gençlerin toplandığı bir liseydi. Her gün bir vukuat oluyordu
okulda. Elif her akşam üzüntüyle anlatıyordu olanları. Lise çağı, insanın içindeki enerjinin
tavan yaptığı bir dönemdir ve bu enerjinin doğru kullanılması gerekir. İnsanın enerjisini kısa
sürede başarıya yönlendirebilecek en kestirme yol spordur. Elif, Sinan Öğretmen’i çok iyi
bilir, şimdi olduğu gibi o zaman da sürekli ondan bahsederdim. Vukuatların iyice arttığı bir
dönemde “Elif” dedim “Oranın Sinan Öğretmeni de sen olmalısın” Böylece yeni bir macera
başladı bizim için. Gençler savunma sporlarına bayılır, o alanda uzman olan arkadaşlarımla
konuştum okulun panolarına ücretsiz savunma sporları dersleri ilanları astık. Altmışa yakın
başvuru oldu. Hepsiyle tek tek ilgilendik, kolay olmadı ama o gençler bir kere spor yapmanın
ve özellikle kazanmanın zevkini tadınca bir daha bırakamadılar. Affedersin, serseriliğini
bıraktılar adam oldular. Derslerini de daha başarılı verdiler. Aralarından yedisi milli takıma
seçildi. Judo alanında dünya şampiyonluğu alan bir kardeşimiz bile çıktı içlerinden. Milli
takıma giren bu yedi cevval üniversiteyi spor bursuyla okudular. İçlerinden birisi Hukuk
Fakültesi’ni bitirdi, Spor Hukuku alanında uzmanlaştı. Bir diğeri Mühendislik okudu, bir
başkası ise Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Sinan Öğretmen’in nelere vesile oldu görüyor musun?
Nedense ülkemizde pek ciddiye alınmaz ama spor insanın hayatını değiştirecek bir güce
sahiptir. Sinan Öğretmen bana ve tüm Çelebibağı ahalisine bu gösterdi. Biz de eşim ve
arkadaşlarımla beraber gençlere bu bilinci aşılamak için çabaladık. Spora erken yaşta
başlamak bir artıdır çünkü.
2001 senesinde büyük oğlum dünyaya geldi. Doğduğundan itibaren suda büyüdü
diyebilirim. Şimdiden ona yakın yarışmada derecesi var keratanın.
Spor Van’daki hayatımı değiştirdi demiştim ya, 2006 yılında bu sefer hayatımı
kurtardı spor. 2005 yılının Temmuz ayında bir akrabamızın düğününden dönerken trafik
kazası geçirdik. Arabayı ben sürüyordum.” Bir süre devam edemedi Mehmet Abi; sesi
çatallaştı, tekerlekli sandalyesinin kolçaklarına gitti eli, gözleri bir müddet bacaklarında takılı
kaldı, sonra devam etti. “Arabayı ben sürüyordum, ne olduysa oldu öndeki kamyona feci
şekilde çarptım. Eşim ve oğlum arka koltukta oturduklarından şükür ki onlara bir şey olmadı
ama benim bacaklarım sıkışmıştı. Bir daha yürüyemeyeceğini bilmek bir insan için ne büyük
bir yıkımdır havsalan alıyor mu? Peki, bir sporcu için bir daha eskisi gibi yüzemeyeceğini
bilmek nasıl bir travmadır tahmin edebiliyor musun? Dürüst olacağım, ilk altı ay hayata
küstüm. Bir türlü kabullenemiyordum olanları. Yavaş yavaş durumu kabullenmem gerektiğini
fark etmeye başladığım günlerde bir arkadaşım bana Og Mandino’nun Beyaz Melek isimli
kitabını hediye etti. Bir kitap okudum hayatım değişti diyeceksem o kitap budur işte. Bir
kazada eşini ve çocuğunu kaybeden bir adamın sporla hayata nasıl bağlandığını anlatıyor
kitap. Sağ olsunlar, eşimin ve dostlarımın teşvikiyle yeniden döndüm spora. Tekerlekli
Sandalye Basketbol takımıyla çalışmaya başladım ve diyebilirim ki yeniden doğdum. Yüzme
basketbola göre daha bireyseldir, basketbolda ise takım ruhu çok önemlidir. Sporun her alanı
bir şey öğretiyor işte insana. Maçlara çıktık, kupalar kaldırdık beraber. İnsan bir şeyler
başardıkça hayata tutunuyor.
Beş senedir Ankara Büyükşehir Belediyesi bünyesinde engelli gençlerden oluşan
tekerlekli sandalye basketbol takımını çalıştırıyorum. Cumartesi öğleden sonraları da oğlumu
yüzmeye getiriyorum o yüzerken izlemek dünyanın en zevkli uğraşı benim için.
2011 Van depreminde enkaz altından çıkan on iki engelli çocuğun tedavisini üstlendik
eşimle. Ankara’ya geldiler, tedavilerinden sonra istekleri doğrultusunda profesyonel spor
eğitimi almaları için burs bulduk onlara.”
Mehmet Abi tüm bunları anlatırken ikimizin de gözleri nemleniyor.
“Yaşım kırka yaklaştı. Arkama dönüp şöyle bir baktığımda sporun hayatım için
vazgeçilmez olduğunu görüyorum. Kazandığım madalyalar tabii ki gurur veriyor bana ama
asıl kıvancım spor sayesinde kazandığımız hayatlar. Buna vesile olan Sinan Öğretmenimi hep
rahmetle anıyorum şimdi. Bize onun gibi bilinçli eğitimciler gerek. İşte benim hikâyem kısaca
böyle. Bu hikâye onlarca kişinin başarı hikâyesiyle bağlanıyor gördüğün gibi. Yaşadıklarımı
bakınca düş gibi geliyor değil mi, işte ben herkesin hayatını bir düş gibi yaşamaya hakkı olsun
istiyorum” diye bitiriyor sözlerini Mehmet Abi.
Bize diyecek bir şey bırakmıyor. Bu adamın hayatını okuyucularım da bilmeli diye
düşünüyorum. Röportaj sınırlı bir şey; arkadaşım haklı.
Tanıştığımız bu ilk gün bir film şeridi gibi geçmişken gözlerimin önünden, elimdeki
boş kahve fincanıyla çalışma odama dönüyorum. Beyaz bir kâğıt çıkarıp yazmaya
başlıyorum:
“Gazetedeki ilk beş senem çok zorlu geçti”