Sayı 9: Değer Dergisi - Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü

3
EDİTÖRDEN
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
D eğer
Yıl: 1 Sayı: 9 Eylül 2014
Merhaba Değerl Okuyucularımız,
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ
(Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ
Eğitim Daire Başkanı
Alperen ÖZTÜRK
Tetkik Hakimi
Ramazan GÜNŞAN
Şube Müdürü
Melike ÖNBAŞ
Alpaslan DEMİR
Tuncay KARACA
Evren TANRIKULU
Metin KARTAL
Mustafa Serdar ÖZGÜN
Süleyman KARAKUŞ
İlhan GÜLER
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Naci BİLMEZ
Editör
İlhan GÜLER
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Oktay YILDIRIM
Kurum Müdürü
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
Hoşdere Cad. 191/11 Çankaya/ANKARA
Gsm: 0533 616 23 18 * Tlf: 0312 442 36 23
E posta: [email protected]
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayn
Basım Tarihi: 15/09/2014
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 13 75 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin
Ayda Bir Yayımlanan Kültür Ekidir
2014 yılının Eylül ayında derg m z n 9. sayısı le
huzurlarınızdayız. '' Değer'' derg s n n bu ay k ana
temasını adalet olarak bel rled k.
Adalet kavramının sözlük anlamına baktığımızda, ''hakkın gözet lmes ve yer ne get r lmes '' şekl nde karşımıza çıkmaktadır. Şüphes z k , haklı le haksızın ayırt ed lmes adaletle sağlanmaktadır. Bu an-lamda
nsanların toplum ç ndek davranışlarıyla lg l herhang
b r durumun ad l olup olmadığından söz ed leb l r. Adalet
kavramı temelde hukuk kurallarına uygunluğu gerekt r r.
B reyde bulunan adalet duygusunun, toplumda
b r arada yaşamamız konusunda gerekl l ğ tartışılmaz
b r gerçekt r. Adalet duygusu, nsanda doğuştan t baren
kend l ğ nden oluşan b r kavramdır. Bu duygu nsanın
benmerkezc hareket etmes n dengeye sokarak nsan
l şk ler n n düzenlenmes nde yardımcı olmaktadır.
Adalet kavramını sadece eş t dağılım olarak
açık-lamak ve aktarmak eks k ve yanlış b r fade olur.
Adalet duy-gusuna paylaşım, cömertl k, doğruluk,
hoşgörü, hak, dürüst-lük, saygı ve eş tl k g b d ğer
kavramlar da eşl k etmekted r. Gerçek adalet anlayışının,
bu değerler de bünyes nde barındıran b r kavram olduğu
gerçeğ unutulmamalıdır.
Bu sayımızın kapak yazısında; v cdanın
kalb m z n teraz s olduğunu ve bu duygu le nsanın zal m
le mazlumu, acımasızlıkla merhamet , haklı le haksızı,
nsanın ç ndek y le kötüyü, hayır le şerr ayırt
edeb leceğ ne vurgu yapılıyor.
A le bölümünde; evl l ğ n uzun vadel b r yolculuk
olduğu ç n her dönem n kend ç nde farklı zorlukları
bulun-duğunu, tıpkı nsanoğlu g b evl l kler n de yıllar
geçt kçe olgunlaştığını ama her devr nde farklı b r
sorunla baş ed lmes gerekt ğ n açıklayan b r yazı
st faden ze sunduk.
Sağlık sayfamızda; hıçkırığın c dd hastalıkların
haberc s olab leceğ n ve hıçkırıklar hakkında
b l nmeyenler n gözler önüne seren lg nç b r yazımız var.
Çocuklar arasında adalet ve zulüm yazımızda;
çocuklarımıza olan sevg m z n ve lg m z n eş t olmadığı
durumların olab leceğ n ama unutulmaması gereken n
onlara karşı ad l davranmamız gerekt ğ ne vurgu
yapılmakta.
Elbette bu kadarla sınırlı değ l, derg m z n d ğer
bö-lümler nde; ps koloj den b l me, edeb yattan sanata ve
k tap tanıtımından canlılar alem ne kadar zeng n b r çer k
s zler bekl yor. S zler derg m zle baş başa bırakırken 10.
sayımızda ''Dürüstlük'' teması le karşınızda olmayı umut
ed yoruz.
İlhan Güler
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
Bu ay, bir “değer” olarak dergimizin
ana temasını oluşturan kavram; adalet…
Arkasında sakladıklarına bakıldığında ne
mütevazi bir kelime. O küçücük kelimenin
içerisine neler sığmaz' ki; medeniyetler,
inançlar, insanı insan yapan en önemli ilkeler, zalimlikle merhamet ve güven duygularının mihenk taşı. Adalet'i nasıl tarif edersek
edelim, hangi sözlük anlamını buraya uzun
uzun yazarsak yazalım, kavramın büyüklüğünü ya da tüm içeriğini ifade edemeyiz.
Adalet; adalet deyince tamda aklınızdan,
gönlünüzden geçenlerin tamamını kapsayan
bir ifadedir.
Adalet deyince akla gelen ilk müessese yargı faaliyetidir. Bir yönüyle doğru olan
bu düşünce önemli oranda eksiktir. Şüphesiz,
yargı faaliyetinin amacı, yetki sahası üzerinde
yaşayan her birey için adalet dağıtmak,
uyuşmazlıklara adil çözümler bulmaktır.
Bunu yaparken, her bireyin kendini eşit ve bir
başkasından farksız görmesi, yargı kurumunun, adalet dağıtmadaki başarısının ölçütü
olacaktır. Bir başka yaklaşımla; yargı, Devletin, toprakları üzerinde yaşayan her vatandaşa, adaletle yaklaşmasının en önemli
aracıdır. Çok hassas ve kırılgan bir kavram
olan “adalet”i, birey ile Devlet arasındaki
güven köprüsünün en önemli ayağı olarak
nitelemek yanlış olmayacaktır. Zaten, “Adalet mülkün temelidir” ifadesi tam da bu
anlayışı karşılamaktadır. Adaletinden şüphe
duyulan bir devletin temeli zayıf demektir.
Güçlü ve uzun süreli medeniyetler varlıklarını, adaletle hükmetmelerine ve yönetilenlerin bu konudaki inançlarına borçludurlar. Bu
şüphenin oluşmaması ve adalete olan inancın
güçlü olması için hiç şüphesiz sadece adil
olmakta yetmez, adil gözükmekte gerekir.
Adalet özüyle ve şekliyle bir bütün olarak
güven vermelidir. Adil olmayı gerekli görmeyen, sadece güce dayalı devletlerin, geride
utanç dolu bir geçmiş ile tarihin sayfaları
arasında kayboldukları, yüzyıllar sonra dahi
insanlığa katkılarıyla değil, yarattıkları
zulümle anıldıkları hepimizce bilinen bir
gerçektir. Oysa adaletle hükmetmiş Devletler, varlıkları sona erdikten sonra bile hükmettikleri topraklarda, saygı ve özlemle ile
anılırlar. Bugün Ortadoğu coğrafyasında
Osmanlı Devleti için söylenenler ve yapılan
değerlendirmeler, bu tespitin en güncel ve
somut ifadesidir.
Adalet, sadece Devletlerin gözetmesi
gereken bir kavram değildir. Adalet, insanoğlunu diğer varlıklardan üstün kılan, aklın bir
ürünü olarak, insanlığa şeref katan en yüksek
değerlerden birisidir.
3
BAŞYAZI
Birey ne kadar adil ise, Devlet o kadar adil olacaktır.
Birey ne kadar doğru ise adalet o kadar hassas olacaktır. Hiçbir sistem
doğruluktan uzaklaşmış, taraflı, adil olmayan, haksızlığa göz yuman hatta
gizlemeye çalışan bireylere adaleti getiremez, bu imkansızdır. Bu nedenle
bir gün herkesin adalete ihtiyaç duyacağını düşünerek, önce kişiliğimizi
adil bir yaklaşımdan şaşmayacak şekilde düzenlememiz zorunludur
Başkalarına karşı adil olabilmek,
bunu yaparken kişisel mülahazaların dışında
kalabilmek, bir olaya ya da duruma yaklaşırken, duygu ve önyargıları susturabilmek,
hatta gerektiğinde kendi nefsinin sesini
duymadan adil olanı görebilmek, bir insan
için ne kadar büyük bir meziyettir. Yaşanan
her kötülüğün arkasında bu duyguyu, yani
başkalarına karşıda adil olma hassasiyetini
kaybetmiş olmak etkili değil midir. Hak ettiğini düşündüğü bir durumu elde ederken, ya
da başkasıyla yaşadığı sorunu giderirken,
adalet ölçüsü içerisinde değil de, gücü ile ya
da hile ile çözmeye çalışanların; canları, malları yada onurları güvence altında olamaz,
çünkü, bir gün karşılarına onlardan daha
güçlü yada daha hileci veya daha zeki birisi
mutlaka çıkacaktır. O nedenle insanı insan
yapan değerlerin başında gelir adalet. Eğer
kişi açısından zulmün tarifi yapılacak olsaydı,
en uygun tarifin; bir kişinin adil olmadığını
bildiği bir davranışı ya da haksızlığı başkasına
yapması olduğu söylenebilir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, adalet
kavramı sadece devlete, bireye ya da bir
göreve verilmiş bir sorumluluk değildir.
Devletin de, bireyin de hayatın her alanında
taşımak zorunda olduğu bir erdemdir adalet.
Sizden olanların haksızlıklarına göz yumup,
başkalarını eleştirmek, ya da gözünün önünde gerçekleşen haksızlıklarda dahi, birilerine
haksızlığı hak olarak görmekten başlayan,
yani kişisel kabullerden başlayan, ailede ve
kamu hayatında da vazgeçilmemesi gereken
bir kavram olan adalet, bir defa yerine getirilmekle kurtulunacak bir sorumlulukta değildir. Bireyler, ister aile hayatında ister kişisel
ilişkilerde, hayatın her alanında ve daima adil
olmaya çalışırlarsa bu bir erdem olacaktır.
Bazen birey olarak, Devletin ya da
toplumun adaletinden şikayet ederiz özel
sohbetlerde. Oysa şunu bilmek gerekir ki,
birey ne kadar adil ise, Devlet o kadar adil
olacaktır. Birey ne kadar doğru ise adalet o
kadar hassas olacaktır. Hiçbir sistem doğruluktan uzaklaşmış, taraflı, adil olmayan,
haksızlığa göz yuman hatta gizlemeye çalışan
bireylere adaleti getiremez, bu imkansızdır.
Bu nedenle bir gün herkesin adalete ihtiyaç
duyacağını düşünerek, önce kişiliğimizi adil
bir yaklaşımdan şaşmayacak şekilde düzenlememiz zorunludur. Hiçbir menfaat, adaletli
bir ortamda yaşıyor olmanın güvencesinden
daha değerli değildir.
Her değer de olduğu gibi, adaletin de
eğitimi ailede başlar. Aile içerisindeki ilişkiler, bu ilişkilerde hakkın üstün tutulması,
haksızlığa göz yumulmaması, her hal ve şartta haklıdan ve doğru olandan yana tavır alınması, sağlıklı ve adil bir kişiliğin oluşumunda
çok önemli bir ortamdır. Hakkın güçten
ibaret olduğu, güçlü olanın ötekini ezdiği bir
aileden yetişen bireyin, özel kişiliğinde ne
kadar adaletli olabileceği tartışmalıdır.
Bireylerde, Devletlerde bazen adil
olmanın kısa vadede ağır bedellerini ödeyebilirler, ancak ödenecek her bedel, adalete
inanan, bu kavramı sindirmiş bireylerden
oluşan ve adaletle hükmetmeyi, bir lütuf
değil, bir inanç olarak gören anlayışın parçası
olmaya değer.
Adaletine inanılan ve adaletle yaşayanlardan olmak dileği ile…
KAPAK
4
ATALETİN GÖLGESİNDEN
ADALETİN IŞIĞINA
Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle örtmüş ki artı (+) lardan kurtulup
çarpı (x) larla düşünemiyoruz. “Adalet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki
az bir gayretin bile büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz.
Başarılı olmanın yolları üzerine çok şey
yazılıp çiziliyor. Herkes için geçerli ve tek maddelik bir başarı formülü vermek bu yüzden zor gözüküyor. Fakat bu konuda fikir beyan eden herkes,
başarıyı, yaptığı işi sevmekle irtibatlı görüyor.
Âdil bir yarışta olmadığını düşünen kimse,
emeğinin karşılığını alacağından tereddüde düştüğü için mutsuzdur, heyecandan uzaktır. Bu yüzden
ya koşmaktan vazgeçecek ya da türlü hilelere
başvuracaktır.
Günlük hayatın “koşturmaca” olarak
adlandırıldığı asrımızda kıran kırana bir yarış var.
Rekabet, başarının önüne geçmiş.Gelecek kaygısı
taşıyan gençler huzursuz. Nasıl huzurlu olsunlar
ki? Bir yandan gençlerin çok okumaları, iyi çalışmaları isteniyor; diğer yandan zihinlerine bunların boş işler olduğu telkin ediliyor. Sürekli “Bu
devirde dayın olacak, adamın olacak! Zaten çalıp
çırpmadan zengin olunmaz! Ya topçu ya popçu
olmak lâzım! Okuyup da ne olacak?” lâkırdıları
güven duygusunu zedeliyor, hatta yok ediyor.
İşin doğrusu
Aslında durum o kadar vahim değil. Belki
de yanlış düşünüldüğü için karamsarlığa sürükleniliyor. Şimdi gelin, “başarı başarı” diye çırpındığımız yalan dünyanın bazı gerçeklerine bakalım.
Başarı söz konusu olduğunda adâlet nasıl işliyormuş görelim. Başarının önemli (?) kriterlerinden
“para kazanmak” üzerinden bir hesapla girelim
mevzuya:
İşte bu noktada sarsılan güven, adâlete
duyulan güvendir. Çükü başarıların, ödüllerin,
nimetlerin âdilce paylaşılacağına duyulan güven
yok ediliyor. Gençliği “Adâletin bu mu dünya?”
isyanına sürükleyen âmil “haksız rekabet” ve
“fırsat eşitsizliği”dir. Güven duygusu
sarsılınca muvaffakiyet
arzusundaki talebede,
kazanç peşindeki
iş adamında,
birinciliğe
koşan
sporcuda
şevk mi
kalır?
Başarı ka(na)tlanarak gelir!
Önce bir sual: Yüz bin lira değerinde bir
dükkândan ayda bin lira kira geliyor. 300 ay (25
yıl) biriktirilirse bu kiralarla kaç dükkân alınır? Bu
soruyu çoğu insan şöyle cevaplıyor: “300 ay
boyunca biner lira kira gelirse (300 x 1000
=300.000) bu kira gelirleriyle aynı değerde
3 yeni dükkân alınır (300.000 / 100.000 =
3).” Halbuki 100 ay sonra ilk yeni dükkân
alındığında o da kiraya verilerek aylık gelir iki
katına (2000 liraya) çıkabilir. Böylece iki dükkândan da kira geldi için 50 ay sonra 2. yeni dükkân,
ondan 34 ay sonra 3. yeni dükkân alınacaktır...
Sonuçta 300 ay (25 sene) dolmadan on taneden
fazla dükkân alınabilecektir. (iş'te adâlet!)
Bu ikinci hesabı açıkladığınızda bazıları
size olursa? Bazı kiracılar ödeme yapmazsa? 25
sene yaşayacağımız ne mâlum? Bir dükkân, satılık
değerinin yüzde biri kira getirir mi? Sahi, başlangıçtaki dükkân hangi parayla alındı? türünden
sorular yöneltebilir. Aslında bu soruların hepsi
geçersizdir! Çünkü bu soruların hepsi, sonucu “3
dükkân” olan hesap için de geçerlidir!
Küçük hesaplar, büyük hedefleri öyle
örtmüş ki artı(+)lardan kurtulup çarpı(x)larla düşünemiyoruz. “Adâlet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile büyük bir
nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz.
Başarıyı o kadar dar bir çerçeveye oturtmuşuz ki
yapabileceklerimizi hayal edemiyoruz.
5
KAPAK
“Adâlet” mefhumu “eşitlik” kelimesine öyle eşitlenmiş ki az bir gayretin bile
büyük bir nimetle mükâfatlandırılabileceğini göremiyoruz. Başarıyı o
kadar dar bir çerçeveye oturtmuşuz ki yapabileceklerimizi hayal edemiyoruz.
Satrançla ilgili hikâyeyi duymuşsunuzdur:
Asırlar evvel satrancı îcat eden adam, bu oyunu
ülkenin sultanına takdim eder. Sultan, oyunu çok
beğenir ve bu bilge kişiye “Dile benden ne dilersen!” der. O da satranç tahtasındaki siyahlı-beyazlı
64 kareyi göstererek şöyle söyler: “Birinci kare için
bir tane, diğer kareler için de bir öncekinin iki katı
sayıda buğday istiyorum.” Yani adam, satranç tahtasındaki kareler için sırasıyla 1, 2, 4, 8, 16, 32……
tane buğdayın hesaplanarak kendisine verilmesini
ister. Sultan “Ben ki hazineler sahibi bir sultanım!
Sen ise geçmişsin karşıma, tane tane buğday
hesabı yapıyorsun?” diye kızar. Bilge adam “Sultanım, murâdınız bir iyilik yapmaksa benim arzum
budur!” diyerek noktayı koyar. İyice sinirlenen
sultan, adamlarına hesabı yapıp bilgeye bir tane
bile fazla buğday vermemelerini emreder. Gelin
görün ki bu bilge kişinin istediği buğdayı veremezler. Çünkü yeryüzünde o kadar buğday yoktur.
Binlerce yıl boyunca üretilen toplam buğday da bu
isteği karşılamaya yetmeyecektir. Katlanarak
büyüyen rakam, 64. karede öyle bir noktaya gelir ki
bilgenin talebini karşılamak için, yalnızca son
kareye yüz milyarlarca ton buğday düşmektedir.
Başarıya artarak değil, katlanarak ulaşılmasından dolayıdır ki ilk başlarda ilerleme çok
yavaşmış gibi geliyor. işte tam bu noktada pek çok
kimse vazgeçiyor. Yukarıda verilen dükkân misalini hatırlayalım. İlk dükkân için 100 ay beklenirken, yıllar sonra birkaç ayda bir dükkân satın
alma imkânı doğacaktır. Sonra satranç hikâyesine
bakalım ve küçük rakamların katlanarak nerelere
ulaştığını görelim.
Tarihten de benzer misaller vermek mümkün. Bi'setin altıncı yılında İslamiyet'i kabul eden
Hz. Ömer (r.a.) kırkıncı Müslümandır. Peki, bir o
kadar süre daha geçtiğinde, kırk kişi daha mı Müslüman olmuştur? Hayır. İslam tarihinin ilk nüfus
sayımı, hicretin ilk senesinde yapılmıştır ve inananların adedinin bin beş yüzü geçtiği görülmüştür. Yani kırka kırk eklenmemiş, neredeyse sayı
kırka katlanmıştır.
Eşit değil, fakat âdil!
Hayatın çeşitli safhalarından, cevabı
adâlete çıkan bazı sorular üzerinde düşünelim: Bir
mağazadan her müşteri aynı miktarda mı alışveriş
yapar? Bir şehirdeki hırsızların % 5′i yakalansa ve
bunlar her gün soygun yapan en azılı hırsızlarsa, o
şehirdeki hırsızlık oranı yalnızca % 5 mi azalır?
Daha evvel yüz kitap okuyanla, bin kitap okuyan iki
ayrı kişiye aynı kitabı versek ikisi de bu kitaptan
aynı oranda mı istifade eder?
İkinci yabancı dili öğrenirken ilki kadar
zaman harcamak gerekir mi? Ya üçüncüsü için?
Bu soruların mantığının aksine durumlar da
olabilir. Her gün spor yapan birinin vücudundaki
gelişme, her zaman ilk günlerdeki kadar kayda
değer oranda devam edebilir mi? Elbette hayır.
Vücut çalışırken önce ciddi bir gelişme sağlanır,
sonra gelişme yavaşlar. Zaten işin sırrı, her şeyin
aynı hızla ilerlemediğini anlamakta yatıyor.
Küçük (!) bir teklif
Biraz uykudan, biraz gün içindeki oyalanmalardan tasarruf ederek her gün 29 dakikayı
farklı ve faydalı bir işe ayırma teklifini bir düşünün. Az da olsa sürekli devam edecek bir gayret:
Kitap okuma, çocuklara bir şeyler öğretme, spor
yapma, yabancı diller öğrenme, işyerinde fazladan
mesâyi yapma vesâire… Yirmi dokuz dakikanın,
yirmi dört saatin yüzde ikisine denk geldiğini
düşünerek cevaplayalım: Günümüzün yüzde
ikisini değiştirsek hayatımız yüzde kaç değişir?
İşte adâlet!
İdris Eren
insanvehayat.com
Güven duygusu
sarsılınca muvaffakiyet
arzusundaki talebede,
kazanç peşindeki
iş adamında, birinciliğe
koşan sporcuda
şevk mi kalır?
SAĞLIK
6
Sağlık
Toplum
Kireçlenmenin Çaresi...
Ayrımcılık Huzur Bozuyor
Kişiliğiniz Kalbnizde...
ABD'deki Boston
Üniversitesi'nden bilim adamları,
diz kireçlenmesine eğilimli 1788
kişinin yürüyüş alışkanlıklarını 2
sene boyunca değerlendirdi.
Adıyaman Üniversitesi
yapmış olduğu araştırmada, toplumsal farklıklar üzerinden yapılan ayrımcılıkların toplumsal bütünleşmeyi zedeleyerek ayrışma,
ötekileştirme ve kırılganlıklara
sebep olduğu görülmüştür. vatandaşların devlet ve toplum tarafından din, dil, mez- hep, yaşam tarzı
etnik köken, siyasal tercih, ekonomik durum ve cinsiyet gibi sebeplerle kendilerine uygulandığını
değerlendirdikleri veya hissettikleri dışlanmışlık, ayırımcılık ve
mağduriyet deneyimlerinin derecesini ölçmek üzere yapılan
araştırma 30 ilde bin 300 yüz kişi
ile görüşülerek yapıldı.
Berlin Ferie Üniversitesi'nde yapılan bir çalışmada, kalp
atışının kişilik özelliklerini ortaya
çıkarttığı ortaya konuldu. Uzmanlar, yaşları 18 ila 33 arasında olan
425 kişiyi kalp atışını gösteren
monitörler yardımıyla izledi. Kalp
atışının hızının kişilik özellikleriyle bağlantılı olduğu saptandı.
Ruhsal bozukluğu olan katılımcıların kalp atışlarının yüksek olduğu belirlendi. Ayrıca bu katılımcıların endişe ve depresyon gibi ruh
hallerini yaşamaya eğimli olduğu
anlaşıldı. Gelecekte depresyon,
kalp damar hastalığı ve bu hastalıkların riskinin tespit edilmesi
mümkün olabilecek.
Bilim adamları günde 6
bin adım atanlarda kireçlenme
riskinin azaldığını, 7 bin adım
atanların ise bu eklem hastalığından korunma şansının daha da
arttığını gördü.
Araştırmaya
imza atanlardan Dr. Daniel White, Dünya Sağlık Örgütü her gün
10 bin adım atılması öneri-sinde
bulunsa da sonuçların 6 bin adımın da sağlık için yeterli olabileceğini gösterdiğini vurguladı.
Piskoloji
İşte size depresyon nedeni!
Yapılan bir araştırma, vicdan azabı çekmeye yatkın, fedakâr yapılı insanların daha
çok evhama kapıldığını ve depresyon geliştirme olasılıklarının yüksek olduğunu
kanıtladı. Evham-vicdan girdabına sürüklenen kişiler kendilerini yıpratmaya açık.
PsikoNET Psikoterapi ve Eğitim Merkezi
tarafından yapılan bir araştırma ile, “fedakârlık,
dayanıksızlık, cezalandırıcılık, kuşkuculuk,
karamsarlık” gibi düşünce kalıplarının daha üst bir
başlık altında toplandığı ortaya çıktı.
Araştırmanın sonucuna göre, evham-vicdan
yapısı yüksek olan kişilerin endişe ve depresyon
geliştirme olasılıkları yüksek. Bu kişiler halk
arasında panik atak olarak bilinen endişe
ataklarından yaşama olasılığı da yükseliyor.”
Araştırmanın yöneticisi Psikiyatrist Dr.
H. Alp Karaosmanoğlu çalışmalarını şöyle
özetledi: “800 kişilik psikoterapi danışanı
üzerinde yaptığımız araştırmaya göre bu tip
kavramlar, aynı insanda bir arada görülebiliyor
ve oranı da küçümsenecek gibi değil. Kısacası biri
varsa diğeri de olabiliyor. Örneğin aşırı fedakâr
bir kişi, kolayca karamsarlığa kapılıp, dayanaksız
bir yapı sergileyebiliyor.
Bunlar yan yana
koyulduğunda,
fedakârlık ve
cezalandırıcılık
"vicdan" kavramına; dayanıksızlık, karamsarlık ve kuşkuculuk
şemaları da "evham"
kavramına denk
geliyor.
Evham ve vicdan arasında sıkışanlar:
Böylesi sıkıntılar yaşayan kişiler sürekli
bir aksilikle karşılaşmayı bekliyor. Vicdan kısmı
yüksek olan kişiler hatalar karşısında mutlaka bir
cezanın beklediğine inanma eğiliminde oluyor ve
normal yaşam sırasında yapılan bir hatanın
bedelinin her an karşılarına çıkabileceğine
inanıyorlar. Evhamlı insanlar ise kendiliğinden
bir kötü olayın belirme tehdidiyle, içlerinde
mücadele ediyorlar. Sonuç: huzurdan uzak bir
yaşam olarak karşılarına çıkıyor. Tarif edilen
kişilerde adalet kavramı da aşırı önem kazanıyor.
Adaletsiz olaylara tepki gösteren kişilerde, kalp
krizi, beyin kanaması, kanser veya herhangi bir
hastalık bile adaletsizlik olarak algılanıyor. Kişi
bu konulara aşırı ilgi gösteriyor. “Adaletsiz”
bulduğu hastalıklar veya korktuğu başka
olayların başına gelmemesi için aşırı çaba
gösteriyor.
Bu yapısı belirgin olan bireyler her
an bir şeyin bedeli olarak veya olmayarak bir şeylerin kötü gidebileceğine
inanıyorlar ve böylelikle kaygı bozukluklarının temelini oluşturuyor.
Alp Karaosmanoğlu
7
Yaşam
SAĞLIK
Kadın
Kültür
Bu Kahvede Oyun Yasak
Kadınlara Özel Köy
Aydın Çine'deki bir kahvehanede müşteriler oyun oynamak yerine kitap, dergi ve gazete
okumaya teşvik ediliyor.
Harput Kalesi Gün
Yüzüne Çıkıyor
Şanlıurfa'nın Harran
i l ç e s i nd e ku ru l ac ak ve ö ze l
mimari teknikleri ile geliştirilen
Ekolojik Kadın Köyü, şiddete
maruz kalan her kesimden kadın
için bir çatı görevi üstlenecek.
İşletme sahibi, yaptığı
açıklamada, eskiden kitap okunan, sohbet edilen kahvehanelerin yerini günümüzde yalnızca oyun oynanan yerlerin aldığını
söyledi. İşletmemizde oyun oynanmasına izin vermiyoruz. Yediden yetmişe birçok kişi geliyor,
kitabını, dergisini, gazetesini okuyor, sohbetini yapıyor, çayını,
kahvesini içiyor, çok güzel bir
ortam oluşuyor. Kıraathane
kültürünü yeniden canlandırmak
istiyoruz. dedi
Ekolojik Kadın Köyü,
tarım, sağlık, spor, eğlence, eğitim,
organik pazar alanları, kültür
merkezleri, su parkı gibi alanları
kapsıyor. Su ve enerji tasarrufu
sağlayan ve yaklaşık 10 bin
metrekare arazi üzerine kurulacak
olan Ekolojik Kadın Köyü'nde
kendi enerjisini üreten ve karbon
salınımının "0" olaması
amaçlanıyor.
Elazığ'ın tarihi Harput
Mahallesi'nde yer alan ve Urartular döneminde yapılan Harput
Kalesi'nde 10 yıl sürmesi planlanan kazı ve restorasyon çalışmaları başladı.
Uzmanlar tarafından
yapılan açıklamada; kazıların
Elazığ Valiliği koordinatörlüğünde, İl Özel İdaresi ile
Elazığ İli Harput Kültür Eğitim
Sanat, Tarih, Turizm ve Araştırma
Vakfı'nın (ELHARVAK) maddi
desteğiyle başladığını ifade etti.
Hıçkırık ciddi hastalıkların habercisi olabilir
Birçoğumuzun gün içerisinde başına gelen çeşitli sebeplerden dolayı ortaya çıkan
hıçkırığı çoğu zaman önemsemeyiz ve kısa sürede kendiliğinden geçer.
Ancak bu durum, her hıçkırığın göz ardı edilebileceği anlamına gelmemeli.
Çoğu zaman masum görülen hıçkırıklar hakkında
bilinmeyenleri anlatan Op. Dr. Deniz Yorgancılar,
hıçkırığın, göğüs boşluğuyla karın boşluğunu ayıran
diyafragma kasının istemsiz kasılmasıyla birlikte
ses tellerindeki ani kapanma esnasında soluk alma
işleminde oluşan bir ses çıkarma işlemi olduğunu
ifade etti.
İki Tür Hıçkırık Vardır
Hıçkırığı basit hıçkırıklar ve inatçı
hıçkırıklar diye 2'ye ayırdıklarını anlatan Op. Dr.
Yorgancılar, “Basit olanları toplumda çok sıkça
görülüyor. Bunlar genelde beslenme, psikolojik
etkiler ve bazen ilaçlar gibi durumlarda görülüyor.
Gazlı içecekler veya fazla miktarda karın içi basıncı
artıracak miktarda yemek yeme, alkol ve sigara
kullanımı gibi faktörler de hıçkırığı tetiklemekte ve
bunlar genelde kendiliğinden geçmektedir. Basit
hıçkırıkların geçirilmesinde, mesela bir torbaya
hava solunması veya burnu tıkayarak belli bir süre
nefes tutulması, korkutma veya su içme gibi halk
arasında çok yapılan uygulamalar var. Bunların
olumlu etkileri görülüyor. Onun dışında mutlak
suretle 1 haftayı bulan bir süreci aşmışsa bir hekime
danışılması gerekir” dedi.
Uzun Süren Hıçkırıklar Kalp Krizi
Habercisi Olabilir
İnatçı hıçkırıkların özellikle üzerinde
durulması gereken hıçkırık türü olduğunun altını
çizen Op. Dr. Yorgancılar, “Genelde 2 saatten fazla
süren hıçkırıklarda dikkatli olmak gerekir. Bunlar
böbrek rahatsızlıkları, diyabet, eşlik eden kalp
yetmezlikleri ve kalp rahatsızlıkları gibi birçok
hastalığın ön habercisi olabilirler. Hatta 1 haftadan
uzun süren hıçkırıkların altında basit kalp krizleri
bile tespit edilmiş durumda. Bu anlamda inatçı
olan, özellikle 2 saatten fazla süren hatta 1 haftaya, 1
aya kadar uzayan hıçkırıklarda altta santral sinir
sistemi, beyin tümörleri de
dahil menenjit gibi kalp
rahatsızlıkları gibi
tümörel oluşumlar
gibi birçok patolojiyi de göz önünde
bulundurmak gerekir.
Bu konuda dikkatli
olup, bir hekime
mutlaka danışmak
gerekir” ifadelerini
kullandı.
www.trthaber.com
AİLE
8
BİR
BİRYASTIKTA
YASTIKTA
“KOCAMAN
“KOCAMAN BİR
BİR AİLE”
AİLE” OLMAK
Çevremize baktığımızda birbirini çok seven ama kısa
sürede anlaşmazlık yaşayan çiftlere rastlamak
mümkün. Özellikle son yıllarda boşanma oranlarıyla
ilgili yapılan araştırmalar evliliklerdeki süreçleri
değerlendirmek adına dikkat çekici.
Evlilik uzun vadeli bir yolculuk olduğu için
her dönemin kendi içinde farklı zorlukları
bulunmakta. Oysa evlenince her şeyin mükemmel
olacağına, bütün sıkıntıların geride kalacağına
dair bir inanç vardır bekarlar arasında. Evliliklerin
bu ümitle kurulması tabi ki güzeldir, ancak kimi
sorunların yaşanabileceği de unutulmamalı.
Evlenince her şeyin hallolacağına inanmak ne kadar eksik bir düşünce ise, yıllar geçtikçe
sorunların biteceğini zannetmek de yanlıştır. Tıpkı
insanoğlu gibi evlilikler de yıllar geçtikçe olgunlaşır ama her devrinde farklı bir sorunla baş etmesi
gerekir. meselâ 5 yıllık evliliklerde yaşanan sorunlarla 20 yıllık evliliklerde yaşanan sorunların farklılaştığını gözlemleyebiliriz. Çocukların dünyaya
gelmesi, büyümesi, emeklilik, yaşlılık gibi yıllara
bağlı gelişen durumlar ilişkilerde yeni problem
alanları açar.
Evliliklerdeki Süreçler
Birbirini tanıma evresi sayılan 5 yıllık bir
evlilikte çiftler en çok; kişilik çatışmaları, sorumluluk paylaşımındaki anlaşmazlıklar, ailelerin
müdahalesi, ev idaresindeki tecrübesizlikler,
güvensizlik, kültürel farklılıklar, bireysellik gibi
problemleri sıkça yaşarlar. Bu sorunların temelinde genel olarak aile bilincinin oluşmaması ve
köken aileden farklı düşünememek gibi sebeplerin
olduğu gözlenebilir. Eşlerin artık birbirini tanıdığı
süreç olarak değerlendirilen 10 yıllık evliliklerde
ise şu sorunlar ön plana çıkar: rutin hayat, çocukların sorumlukları, geçmişe özenme, kırıcı eleştiriler, gelecek endişesi, kaybetme korkusu, beklentilerin karşılanmaması.
Eşlerin birbirine alıştığı zaman dilimi
olarak görülen 20 yıllık evliliklerde sıkça rastlanan
ve sorun haline gelen durumlar ise çocukların
ergenlik dönemi etkileri (anne-babanın karşı
karşıya gelmesine sebep olabiliyor), eşlerin yaşlılıkla ilgili endişeleri, tükenmişlik hissi (beklenti
eksikliği ve hayal kırıklıkları), evliliğin bitmeyen
sorunlarından memnuniyetsizlik, masrafların
artışı, iş gücünün yetersizliği, rutinden sıkılma ve
farklı çevreler arayışı gibi sıralanabilir.
30 yıl ve üstü evliliklerde rastlanan
sıkıntılar genellikle çocukların evden ayrılmasıyla
oluşan yalnızlık ve yaşlılık halinin psikolojik etkilerinden kaynaklanıyor. Bunun dışında; kaybetme
korkusu (ölüm), pişmanlıklar, geçmişte yapamadıklarının intikamını alma, muhtaç olma psikolojisi gibi sorunlar da eşlerin baş etmesi gereken
problemler arasında sayılabilir. Ayrıca çocukların
evden ayrılmasıyla çiftlerin otoritelerini kullanacak alan bulamayışları, çiftler arasında gerilime de
yol açtığını söyleyebiliriz. Evliliklerde önemli dönüm noktalarını değerlendiren psikologlar; 'evliliklerdeki ilk 5 yıl çiftlerin aslında kendilerini tanıma evresiyken daha sonraki yıllara da bir zemin
olarak görülmelidir' diyorlar. Çiftlerin en çok yaşadıkları sorunlar ilk yıllarda ailelerin çiftlere müdahalesi, iletişim kuramamak ve evin sorumluluğundaki rollerdir. Şimdiki evliliklerde kişiler maddi
olarak ailelerinden bağımsız olamıyor.
9
AİLE
Evlenince her şeyin hallolacağına inanmak ne kadar eksik bir
düşünce ise, yıllar geçtikçe sorunların biteceğini zannetmek de yanlıştır.
Tıpkı insanoğlu gibi evlilikler de yıllar geçtikçe olgunlaşır ama her
devrinde farklı bir sorunla baş etmesi gerekir. Meselâ çiftlerin en çok
yaşadıkları sorunlar ilk yıllarda ailelerin çiftlere müdahalesi, iletişim
kuramamak ve evin sorumluluğundaki rollerdir.
oluşturan ilk beş yılın önemini vurgularken eşlerin
evlilik kararı almadan önce oluşabilecek sorunları
da göze alması gerektiğini belirtiyor.
Bir Yastıkta Kocamak
Ailelerimize yakın oturduğumuz için
evliliğimizin ilk yıllarını sürekli onların yanında ve
evin işlerinde onların müdahaleleriyle geçirdik.
Sonra bazı sorunlar çıkmaya başladı, bunlar eş
olarak zamanla sorumluluklarımızı tam olarak
üzerimize almamamızdan kaynaklanıyordu.
İkimiz de çalışıyoruz bu sebeple de sürekli olarak
neye, kime zaman ayıracağımızı bilemiyorduk.
Zamanla inatlaşmak yerine birbirimizin fikirlerine
özen göstermeyi öğrenmeye devam ediyoruz.
Uzun yıllar bir arada yaşayan çiftlerin
sorunları çözme şekilleri birbirinden farklı olsa da
sevgi, saygı ve karşılıklı iletişim olumlu sonuçlara
yardımcı oluyor. Özellikle uzun süredir evli olan
çiftlere baktığımızda evliliklerde oluşan sorunların
birçoğu eşlerin beklentileri ve hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor.
Bir Ömür Aynı Hikayeyi Paylaşmak
Çevremize baktığımızda birbirini çok
seven ama kısa sürede anlaşmazlık yaşayan çiftlere
rastlamak mümkün. Özellikle son yıllarda
boşanma oranlarıyla ilgili yapılan araştırmalar
evliliklerdeki süreçleri değerlendirmek adına
dikkat çekici. Bu durumu Sosyolog Müzeyyen Akın
şöyle açıklıyor: “Evlilik içi çatışmalarda yani kişisel
çatışmalarda ilk 1 ila 5 yıl çok önemli. Bu dönem en
çok boşanma oranlarının olduğu ve geçimsizliklerin yaşandığı evre. Beş yıl ve daha fazlasında
ortaya çıkan boşanmalarda aldatma ve aile içi
şiddet sıkça görülmektedir. Fiziksel şiddetin
başlama zamanı ise %45,3 oranında evliliğin ilk
aylarıdır boşanmalarda, %40 oranında kıskançlık,
gelir yetersizliği, eve ilgisizlik gibi sorunlardan
kaynaklanmaktadır.” Akın, evliliğin temelini
“Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin / Mutlu aşk yoktur ama böyledir ikimizin aşkı
da” der Louis Aragon. Hayatının aşkına kavuşup,
onunla evlenmiş bir şair olarak. İnsan, bir sürü
zorlukla, sıkıntıyla baş etmeyi bir ömür boyu
öğreniyor. Zamanla üstesinden gelinmeyen
sıkıntılar da geçiyor, daha büyük problemler de
meydana gelebiliyor. İşte bu yüzdendir şairin “gözyaşı dökmeksizin” yaşanan bir hayatın olamayacağını ama “aynı hikayede” olma fikrinin mutluluktan öte daha “değerli” olduğunu söylemesi.
Mutlu evliliğin bir formülü var mı tam olarak
bilmiyoruz ama herkesin mutlu olmak için sevdiklerine ihtiyacı var! Eğer sevdikleriniz hala yanınızdaysa bugününüze değer katabilirsiniz ve hazır
olun bu size yıllar sonra “kocaman bir aile” olarak
dönebilir.
Perihan MURAT
Uzun yıllar bir arada
yaşayan çiftlerin sorunları
çözme şekilleri birbirinden
farklı olsa da sevgi, saygı
ve karşılıklı iletişim olumlu
sonuçlara yardımcı oluyor
DİN
10
Hz. Peygamberin Hayatında
Adalet Örnekleri
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber(a.s.)'in uyması gereken
esaslardan bahsedilirken, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine
uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti
gerçekleştirmekle emrolundum” (Şûrâ, 15) buyrularak Hz. Peygamber'in
adaleti tesis etmekle görevli olduğu bildirilmektedir.
Allah Rasulü, mübarek hayatı boyunca,
toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele
etmiş, gerek Müslümanlar gerekse Gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde
adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel
hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal
huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak
görmüştür.
Hz. Peygamber'in mübarek hayatını
incelediğimiz zaman, O'nun hem içerde hem de
dışarıda adaleti tesis etmeye çalıştığını görürüz. O,
bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar
arasında kardeşlik ilan ederken, diğer taraftan da
Medine Sözleşmesi ile Müslüman, Yahudi ve
müşrikler arasında adaleti sağlamaya çalışıyordu.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in bu
yönüne dikkat çekilerek “Onlar Sana gelirlerse
aralarında adaletle hükmet” (Mâide, 42) buyrulmuş; Hz Peygamber'in evrensel bir ilke olan
adaletten –Gayrimüslimler için bile olsa- asla taviz
vermemesi gerektiği bildirilmiştir.
Allah Rasulü, hayatın her alanında daima
adaleti, adil hüküm vermeyi esas almış, bizzat
adaletin en güzel örneklerini sergilemiş; aile
hayatında (Nisâ, 3), insanlar arası münasebetlerde
(En'âm, 152), hâkim huzurunda, şahitlik
esnasında (Nisâ, 135) adalet esasını zihinlere
yerleştirmiştir.
Nitekim şu olay, buna çok iyi bir misal
teşkil eder: Bir gün Mahzumoğulları kabilesinden
Fatıma adında asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. O
kadını cezalandırmaması için Ashab'dan Hz.
Üsame b. Zeyd'i Peygamberimize gönderdiler. Bu
duruma çok kızan ve üzülen Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: “Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın
kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyor. Sizden
öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu
serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık
yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah'a yemin
ederim ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık
yapsaydı, onun da cezasını verirdim.”
Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber, adalet
konusunda aracı olmak isteyenleri çok yakını da
olsa sert bir şekilde reddetmiş, suçluya layık olduğu cezasını vermekte en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Zira adalet ortadan kalkarsa, insan
hayatına değer verecek bir şey kalmaz. "Allah,
insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman,
adaletle hükmetmenizi emreder" (Nisâ,58) ilâhî
emrinin hikmeti gayet açıktır.
Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde,
muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam
anlamıyla uygulanması zorunludur. Çünkü adalet
mülkün temelidir.
Adaletin olmadığı cemiyetlere zulüm,
anarşi ve terör hâkim olur. Toplumsal isyanlar
çıkar, mahkemelere, devlete hatta fertlerin
birbirlerine olan güveni kaybolur. İnsanlar, kendilerini koruma ve haklarını elde etme peşine düşer;
hukukî otorite sarsılır. Bu hususta Peygamberimiz
bizleri uyarmıştır: “Bir kavmin (devlet, mahkeme,
aile ve fertleri arasında) hak ve adaletten uzak hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan dökümü
yaygınlaşır.”
t
Aye
Bir
Ey iman edenler! Adaleti
titizlikle ayakta tutan, kendini,
ana- babanız ve akrabanız
aleyhinde de olsa Allah için
şahitlik eden kimseler olun.
(Haklarında şahitlik
ettikleriniz) zengin olsunlar,
fakir olsunlar Allah onlara
(sizden) daha yakındır.
Hislerinize uyup adaletten
sapmayın, (şahitliği) eğer,
büker (doğru şahitlik etmez),
(Nisa/135)
11
DİN
Allah Rasulü (a.s.), en yakınları bile olsa hep adaleti esas almış; hükümleri/
kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır.
Hz. Peygamber, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin yakıcı sıcağında, arşın ferahlatıcı
gölgesinden istifade edecek yedi sınıf insandan
bahsederken, en başta adaletli davranan idarecileri saymış, adil devlet başkanlarından ve yöneticilerinden övgüyle bahsetmiş, ailesine ve emri
altındakilere adaletle muamele edenlere Allah
tarafından kıyamet gününde büyük mükâfatlar
verileceğini bildirmiştir.
Bedir savaşında alınan esirler arasında
Peygamberimizin amcası Hz. Abbas da vardı. Hz.
Abbas'ın elleri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşılığı
serbest bırakılmaya başlanmıştı. Ensar'dan bazı
kişiler Hz. Abbas'ın Allah Rasulü'nün amcası
olduğunu öğrenince onun fidyeden affedilmesini
istediler. Allah Rasulü: “Hayır, asla böyle bir şey
olamaz! Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin
tek bir dirhemi dahi bağışlanamaz!” buyurdular.
İki Cihan Önderimizin yine bizler için
güzel bir örnek olacak tavrını görüyoruz. Numan b.
Beşir isimli genç bir sahabîye, babası malının bir
kısmını hibe olarak vermiş, diğer çocuklarını bu
mallardan mahrum etmişti. Çocukların annesi, bu
duruma rıza göstermemiş ve meseleyi sormaları
için onları Peygamber Efendimize göndermişti.
Peygamber Efendimiz, malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini sormuş, onlara
vermediğini öğrenince de, "Allah'tan korkun ve çocuklarınızın arasında adaletli olun" buyurmuştur.
Yine bir gün, Peygamberimizin küçük torunları Hasan ve Hüseyin aynı anda Peygamberimizden su istediler. Peygamberimiz önce Hasan'a
sonra da Hüseyin'e su verdi.
Bunun üzerine Hz. Fatıma, “Babacığım
suyu neden önce Hasan'a verdin. Hasan'ı daha mı
çok seviyorsun?” diye sordu.
Peygamberimiz: “Hayır, ilk önce suyu Hasan istedi” cevabını verdi.
Sevgili Peygamberimiz torunlarını severken de adaletli seviyor, hak geçirmiyordu. “Bağış
adis
H
r
i
B
Verdiği hükümlerde,
ailesinin ve halkın yönetiminde
adaletli davranan yöneticiler,
kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın
yanında nurdan yüksek koltuklar
üzerinde otururlar.”
(Müslim, “İmâre”, 18)
ve ihsanlarınızda çocuklarınıza adaletli davranınız. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım,
kızları üstün tutardım” buyurmuştur. Sonuç
olarak söylemek gerekir ise, Allah Rasulü, hayatın
her alanında daima adaleti, adil hüküm vermeyi
esas almış, en yakınları bile olsa hükümleri/
kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır.
Allah Rasulü, mübarek hayatı boyunca,
toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele
etmiş, gerek Müslümanlar gerekse Gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde
adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel
hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal
huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak
görmüştür
ARAŞTIRMA
12
UĞRUNA SAVAŞLAR YAPILAN AĞAÇ:
TOROS SEDÝRÝ
Eski çağlarda devletler zenginliklerini
ve güçlerini sedir ormanlarından alırlardı.
Destanlara konu olan savaşlar, sedir
ormanlarına sahip olmak için yapılmıştır.
Tarihte sedir odunu, önemli bir ticaret metası
idi. Fenikeliler sedir ağacı ticareti yaparak büyük bir
deniz gücüne sahip oldular. Dayanıklı olması sebebiyle gemi yapımında asırlardır kullanılmaktadır.
Mısırlılar, M. Ö. 2600′lü yıllarda sedir tomruklarından 45 m. boyunda gemiler inşa etmişlerdir.
Dünyada odun ihracat ve ithalatına ait bilinen en eski
yazılı belge de muhtemelen sedir türüne aittir.
Kayıtlara geçmiş ilk sedir kerestesi ithalatı, Mısırlılar
tarafından yapılmıştır. Finike limanından Mısır'a altın
ve gümüş madeni eşya, papirüs, buğday ve zeytinyağı
karşılığı sedir tomrukları getirilmiştir.
Sedir, Osmanlılar zamanında da sıkça kullanılmıştır. Sedir tomruğunun büyük miktarda
kullanıldığı projelerin başında “Hicaz Demiryolu”
inşaatı gelmektedir.
Odununun hafif ve yumuşak olması, çürümeye karşı
dayanıklılığı, yıllarca sağlam kalabilmesi, özel rengi
ve kokusunun olması ve kolay işlenebilmesi gibi
özellikleri ile sedir ağaçları tarih boyunca
geçmişten günümüze insanoğlunun hep gözdesi
olmuştur. Eskiden olduğu gibi bugün de
sedir odunu orman ürünleri sanayisinin aranan
en değerli türleri arasında yer almaktadır.
Bu değerli özelliklerinden dolayı sedir orman
alanları devamlı tahribatlara uğramıştır. Toros sediri
dünya üzerinde doğal yayılışını Lübnan'da ve
Türkiye'de yapmaktadır. Bugün bayrağının simgesi
sedir olan Lübnan'daki sedir ormanlarının tamamına
yakını yok olmuş durumdadır.
Türkiye'deki sedir orman alanları da bu
tahribattan nasibini almıştır. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre Toros sediri, Toros Dağları'nda yarısı bozuk yapıda olmak üzere 463.521
hektar alanda yayılmıştır. Türkiye'deki doğal yayılış
alanları Toros Dağları'dır. Akdeniz bölgesinde batıda
AcıpayamBozdağ ve Köyceğiz-Çaldağ arasındaki
dağlar, doğuda ise Kahramanmaraş'ın Engizek-Ahır
dağları arasında yayılmaktadır.
13
ARAŞTIRMA
Türkiye ormancıları son 15-20 yıldır Toros Dağlarındaki boş arazileri
tekrar sedirle buluşturmak için yoğun çaba sarf etmektedirler.
Karpelli sedir ekimi ismini verdikleri proje kapsamında gerçekleştirilen bu
çabanın neticesinde bölge insanı için yeni bir gelir kapısı ortaya çıkmıştır.
Ayrıca, Tokat-Erbaa-Çatalan, NiksarAkıncıköy yöresinde, Afyon-Sultandağı ve AfyonEmirdağ-Yukarı Çaykışla vadisinde küçük topluluklar halinde yöresel yayılışları vardır.
Aslında Toros Dağları'nın 800-1000
metreden yukarı olan güneye bakan arazilerinin
tamamı Toros sedirinin yetişme alanıdır. Sedirin
önemini bilen Türkiye ormancıları son 15-20 yıldır
Toros Dağlarındaki boş arazileri tekrar sedirle
buluşturmak için yoğun çaba sarf etmektedirler.
Karpelli sedir ekimi ismini verdikleri proje
kapsamında gerçekleştirilen bu çabanın neticesinde bölge insanı için yeni bir gelir kapısı ortaya çıkmıştır. Sedirin bol miktarda kozalak oluşturduğu
yıllarda Yörükler seferber olurlar. Sedir ormanlarında kadın erkek demeden ağaçlardan kozalak
toplarlar,harmanlarda kozalaklardan tohumları
ayrıştırırlar ve bahardan önce arpa, buğday eker
gibi taş, kaya görünümlü araziler üzerine sedir tohumlarını serpiştirirler. Toros Dağları'nda toprak
yüzeyi kireç taşları yani kalker ana kayaları ile
kaplıdır. Araziler taşlık kayalık görünümündedirler. Bu görüntüden dolayı çoğu yerde toprağın
olmadığı sanılır. Ancak bu taşların, kayaların
atında bir toprak denizi vardır.
Yörüklerin serpiştirdiği tohumlar baharda
çimlendikten hemen sonra gövdeden daha çok
köklerini geliştirerek bu taşları ve kayaları delerek
toprağa ve suya ulaşmaya çalışırlar. Sedirlerin
çimlendikten hemen sonra, derinlerdeki toprağa
ve suya ulaşabilmek için 60-70 cm kök saldıkları
görülmüştür. Suya ulaştıktan sonra ise hemen hızlı
bir şekilde boylanırlar ve bulunduğu yerin hâkim
ağaç türü olurlar.
Gençlikte piramidal bir tepeye sahip olan
Toros sedirinin tepesi yaşlandıkça yayvanlaşır ve
şemsiye gibi bir şekil alır. Kabuğu gençlikte düzgün, yeşilimtırak kül renginde olup, sonraları ağaç
yaşlandıkça boyuna çatlaklı, pullu bir yapıya, rengi
de siyahımtırak kül rengine döner. Toros sediri
ileri yaşlarında kalın dal şeklini alır, gövdeleri dolgun olur. Sedirin güzel ve heybetli bir görünümü
vardır. 2000 yıl kadar yaşayabilmektedir.
Toros sediri dekoratif görüntüsünden
dolayı her parkta ve bahçede bulunabilmektedir.
Derine giden kazık kökleri, erozyon önleme
çalışmalarında da yoğun kullanılmaktadır. Fidanı
tohumla ve çelikle kolayca üretilebilmektedir.
Halk arasında siyah renkli zifte benzeyen
reçinesinden dolayı “katran ağacı” olarak isimlendirilmektedir. Odunun ocaklarda yakılması sırasında elde edilen katranı Yörükler kendilerinin ve
hayvanların yaralarının iyileşmesinde uzun yıllar
kullanmışlardır.
Sinan Güner
www.insanvehayat.com
KİŞİSEL GELİŞİM
14
Psikoloji ve Tasavvuf Aç s ndan
Rüyalar
Her üç rüyadan biri renkli, diğerleri siyah-beyaz film gibidir. Her insan
rüya görür. Rüya görmemek diye bir şey söz konusu olamaz. Ancak
herkes rüyasını anımsamayabilir. Bu kişiler bile, rüya gördükleri esnada
uyandırılırlarsa rüyalarını hatırlayabilirler.
Rüya, tüm zamanların en ilgi çekici
konularından birisidir. Bu makale rüyayı önce
psikoloji açısından sonra da İslam Maneviyatı olan
Tasavvuf açısından ele alıyor. Rüya büyük bir
çoğunlukla uykuda gerçekleştiği için önce uyku
üzerinde duracağız. Uyku, bilincin geçici olarak
ortadan kalkmasıdır. Ancak uyku esnasında beyin
tam olarak uyumaz, bazı uyarıcılara karşı duyarlılığını korur. Uyku sadece insan için değil hayvanlar
için de hava, su ve besin kadar önemli bir gereksinimdir. İnsan yaşamının yaklaşık üçte biri uykuda
geçer. Genel sağlıkta bir problem doğduğunda
doğrudan uykuyu etkiler. Uyku düzenindeki bir
bozukluk da genel sağlığı ve günlük yaşamı etkiler.
Uyku bozuklukları en çok beyni etkiler. Genel
olarak uykusuz kalan kişide üçüncü günden itibaren davranış bozuklukları görülür. Tedirginlik,
sıkıntı, taşkınlık ve bilinç bulanıklıkları, algı ve
düşünce bozuklukları belirir.
Uykunun dört evresi vardır: Uyku ile uyanıklık arası evre, Hafif uyku evresi, Delta evresi:
Derin uyku evresi de denilir. Bedenin dinlenmesi
bu aşamada gerçekleşir ve beden sağlığı ile yakından ilgilidir. Rem evresi: Rüyaların çoğunluğu bu
devrede görülür. Ruhsal dinlenme bu evrede
gerçekleşir ve ruh sağlığı ile yakından ilişkilidir.
Önce birinci sonra ikinci basamak uykuya daldıktan 30–45 dakika sonra ilk delta evresi gelir.
Uykuya daldıktan 70–90 dakika sonra ilk REM
/rüyalı uyku evresi ortaya çıkar. Rüyaların süresi 9
ile 28 dakika arasında değişmektedir.
İnsan yatar yatmaz veya uyur uyumaz rüya
göremez. 1. ve 2. evrede de kişi rüya gördüğünü sanabilir; ancak bunlar rüya değil hayaldir. Gecenin
ilk yarısı delta, son yarısı REM uykusu açısından
zengindir. Bu nedenle sabaha karşı daha çok rüya
görürüz. REM'in toplam süresi uykunun toplam
süresinin dörtte biri, beşte biri kadardır. Normal
uyku süresince yaklaşık 5- 6 kez rüya görülür.
Uykunun işlevi hakkında iki temel tez vardır: Uyku beynin ve bedenin pasif bir dinlenmesidir. Buna göre uykuda organizmanın tüm
işlevleri ve tepkileri yavaşlar. Başta beyin olmak
üzere bütün sistemler tam bir dinlenme durumuna
geçer. Uyku, aktif bir çalışmadır. Bu görüşe göre
beyin uykuda da çalışmasını sürdürür. Uyanıkken
öğrenilenler ayıklanır, gruplanır, depolanır. Rüyaların çoğu görsel imgelerden oluşur. Bu bakımdan
doğuştan görme yeteneği olmayan insanlar görsel
içerikli rüya göremezler. Her üç rüyadan biri renkli, diğerleri siyahbeyaz film gibidir. Her insan rüya
görür. Rüya görmemek diye bir şey söz konusu
değil; ancak herkes rüyasını anımsamayabilir. Bu
kişiler bile, rüya gördükleri esnada uyandırılırlarsa
rüyalarını hatırlayabilirler.
15
KİŞİSEL GELİŞİM
Düşünce yapınıza ve hayata bakışınıza göre, hayat deneyimleri sizi
ya yıpratır ya da parlatır. Karşılaştığınız olumsuzluklarda kendinizi suçlamak
yerine durumu kabullenip aşmak için neler yapabileceğinize odaklanın
Psikolog Robert Ornstein rüyaların önemini şöyle vurgulamaktadır: “Yaşamımızın uyuyarak geçen üçte birlik bölümünün kendimizi keşfetmek için bir fırsat olabileceğini hiç düşünmeyiz.
Rüya bilincinin, yaşamımızın geri kalanını zenginleştirmesine imkân verecek psikolojik ve kültürel
mekanizmalardan yoksunuz.
Rüyalar, kendimizi görebileceğimiz
aynalar gibidirler
Sûfî Gelenekte Rüya Tasavvufta rüyalara
büyük önem verilir. Tasavvufi açıdan rüya üzerine
çalışmalar yapan kendisi de sûfi yolunun bir izleyici olan Llewellyn Vahughan-Lee, tasavvufi perspektiften şöyle yazmaktadır: “Rüyalar, kendimizi
görebileceğimiz aynalar gibidirler. Saklı benliğimizi yansıtırlar kendi doğamızın gerçek yüzünü
açığa vururlar. Rüyalar sayesinde bu tanıdık ama
yabancı ülkeyi bilir hale gelebiliriz.
Uyandığımız zaman, rüyalarımız geri
dönüp içeri girebileceğimiz bir kapı aralığı, ruh
arazisine atılacak bir adım olabilir. Her maneviyat
yolcusu için, kendi yolunu bulması gereken içsel
arazi budur. Manevi rehber; ruhun büyük okyanuslarından, dağlarından ve nehirlerinden aşırarak derinliklerdeki gizli mahzenlerine götürür.
“Ünlü İslam filozofu İbn Haldun'a (ö1406)
göre rüyaların farklı üç kaynaktan; Allah'tan,
meleklerden ve şeytandan gelebileceğini belirtir.
İbn Haldun'a göre, Allah'tan gelen rüyalar apaçık
olur ve yorum gerektirmez. Meleklerden gelen rüyalar tabir gerektirir. Şeytandan gelen rüyalar ise
karışık olur. Kübreviye tarikatının piri Necmüddin
Kübra rüya yorumu konusunda şu örnekleri veri-
yor: “Mesela adi bir düşman köpek suretinde,
haysiyetli bir düşman aslan şeklinde, büyük bir
adam dağ biçiminde, padişah deniz tarzında,
faydalı bir adam meyveli ağaç şeklinde, faydasız
adam meyvesiz ağaç biçiminde, fayda ve rızk yemek halinde, dünya necaset ve koca karı vaziyetinde… tasavvur edilir, böyle suretlerde görülür.
Tabir ilmindeki sır budur.
“İslami Geleneğe göre, “Tabir kitaplarına
bakmakla, yani taklit yoluyla rüya tabir edilmez…
Çünkü rüya tabiri, şahıs ve zamanlara göre farklılık
gösterir.” “İbn Sirin'in tabirlerinden faydalanarak
yaptıkları gibi rüya tabiri ilmi kitaplardan öğrenilmez. Kitaptan alınan bilgilerle rüya tabir etmek
haram olup tabir ancak zaman ve şartları kavrama
ve “mana”ları anlama yoluyla olur.” İbn Haldun
rüyalardaki simgeleştirmeye dikkat çekmektedir:
Büyük sultanın deniz biçiminde, yılanın düşman
biçiminde, kadınların çanak ve kap biçiminde
algılanabileceğini belirtir. İbn Haldun'a göre
rüyasında deniz ve yılan gören kimsenin bunun
anlamını bilemeyeceğini, tabirin ancak erbabınca
yapılabileceğine işaret eder. Tabirde, benzetme ve
karinelerin öneminin altını çizer. Bu konuda İbn
Haldun'un aynı imgelerin kişinin durumuna göre
çok farklı biçimlerde yorumlanabileceğini şöyle
örnekler: “Deniz, bir hadisede sultana, diğer bir
hadisede dargınlığa, üçüncü bir hadisede kaygıya
ve işlerin karışmasına delalet eder. Yılan bir hadisede düşman, diğer birinde sır saklamak, üçüncü
bir hadisede hayat diye karine ve işaretlere göre
tabir ve düşleri kanunlarına uygun olarak tevil
eder.”İbn Haldun, rüya tabirinde dikkat edilmesi
gereken noktaları belirterek şunu vurgular: “… bu
gibi şeylere dikkat etmediği takdirde tabiri karışır
ve tabir kanun ve kaideleri altüst olur.
KİŞİSEL GELİŞİM
16
İslami Geleneğe göre, “Tabir kitaplarına bakmakla, yani taklit
yoluyla rüya tabir edilmez… Ünlü İslam filozofu İbn Haldun'a (ö.1406) göre
rüyaların farklı üç kaynaktan; Allah'tan, meleklerden ve şeytandan
gelebileceğini belirtir. İbn Haldun'a göre, Allah'tan gelen rüyalar apaçık olur
ve yorum gerektirmez. Meleklerden gelen rüyalar tabir gerektirir.
Şeytandan gelen rüyalar ise karışık olur.
Nefsin Yedi Mertebesi
“Tasavvuf geleneğinde rüya yorumunda nefsanî ve ruhani haller ve makamlar
ön planda tutulur. Niyaz-ı Mısri'nin rüya ve
yorumu hakkındaki yazdıkları bu bağlamda
anılmaya değer:“Mısrî, rüyaları nefsin yedi
mertebesine göre açıklar; bu mertebelerin
her birinde rüyaları farklı şekilde yorumlar.
Ta'bîrâtü'l-Vâkı'ât'ta rüya yorumları, nefsin
mertebeleri, yedi gezegen ve Allah'ın yedi ismine göndermeler içerir. Bunlar, eserdeki şu
sözlerden anlaşılmaktadır: “(Göklerde yedi
gezegen yıldızının dönmeleri, Allah'ın yedi
ismine mazhar olmalarındandır.
Allah'ın Yedi İlahi İsimi
Yedi yıldız, ilâhî isimlerin hararetiyle dönerler; onların dönüşüyle gökler
(dahi) dönerler. Büyük şeyhler, sûfîlere yedi
yıldızın dönmesine sebep olan yedi zikir
isimlerini telkin ederler; O kadar (çok) yıldızı
ve gökleri döndüren (bu) isimlerin insanın
yastık kadar (küçük) vücudunu döndürmesine şaşılmamalıdır. Eğer talip, gayret gösterip (zikrini) sürdürdüğü isimle çok meşgul
olursa; o isim onu, meşgul olduğu (derece)
kadar döndürür.)”
… (yedi esmâ-i usûliyye: Lâilâhe
İllallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm,
Kahhâr) göndermeler vardır.
Ruh Sağlığı İçin Rüya Önemli
“Ruh sağlığımız, beden sağlığımız
üzerinde son derece etkilidir. Çünkü hastalıklarımızın önemli bir kısmı psikosomatik
karakter taşır; yani hastalıklarımızın her ne
kadar bedensel olsa da kökeninde psikolojik
faktörler yatmaktadır. Gastrit, ülser ve
hipertansiyon örneğinde olduğu gibi.
Öyleyse ruh sağlığımız açısından
rüyalarımıza gereken değeri vermemiz
gerekiyor. Allah'ın her gün ortalama 2.5 saat
rüyayı bize boşu boşuna gösterdiğini
söylemek saçmalık olur.
www.pdrehberlik.com
KİTAP
Suç ve Ceza
Fyodor Mihailoviç DOSTOYEVSKİ
Suç ve Ceza 1886 yılında Rusya'da yayınlandıktan kısa bir süre sonra,
Dostoyevski'nin en ünlü romanı olurken aynı zamanda "Modern Rus Edebiyatı'nın" da en
önemli eserlerinden biri oluverdi.
Yazar Suç ve Ceza'da, öğrenci Raskolnikov'un cinayete ve yıkıma kadar uzanan tutku dolu
hikâyesini anlatır. Ahlakın ve adaletin sorgulandığı ilerleyen sayfalarda suça bakış ve suçun
arkasındaki nedenler de XIX. yüzyıl St. Petersburg manzaraları önünde ince ince işlenir.
Suç ve Ceza, Dostoyevski'nin insanın içine işleyen çok yönlü, toplumsal sorunlarını çok yönlü
bir bakış açısıyla eleştirir.
Dreyfus Olayı
Emil ZOLA
Dreyfus Olayı, Yahudi bir subayın haksız olarak ajanlıkla suçlanması ve pek de
hoş olmayan şekilde yargılanmasını konu edinir. Yahudi subay Albert Dreyfus tam 12
yıl yargılandıktan sonra aklanabilmiştir. Bu da Emile Zola ve onun gibi düşünen aydınların
büyük mücadelesi sonucunda gerçekleşmiştir. Emile Zola bu olaydaki duruşu,isyanı ve
mücadelesi ile günümüzde hala aydınlara ilham kaynağı olmaktadır. Fransa bu yüz karası
yanlışlıktan kurtardığı için Zola'ya teşekkür etmiştir. Kitabı okurken olayı öğrenmekle
kalmayacaksınız,bir aydının nasıl imkansız gibi görünmesine rağmen mücadeleyi yılmadan
sürdürüp kazandığına da tanık olacaksınız.
Hz. Ömer
Mustafa Necati BURSALI
Çok zaman düşünmüşümdür: Acaba cehalet devrinin Ömer'i nasıl olmuş da, İslam
dinini kabul eder etmez, birdenbire inkişaf etmeye başlamış, kemalin zirvesine doğru
tırmanmış, sonra Hazret-i Ömer (ra) olmuş, aşere-i mübeşşereden olmuş, hülafa-i
raşidinden olmuş ve emirü'l-mü'minin makamına çıkmış. Ümit ederim ki, bu kitabı
okurken İslamı yaşayan bir insanın yükseldiği kemal derecelerini görür ve İslamiyetin
hayat dini olduğunu bir daha anlayıp, hayatımızı İslamiyet'le hayatlandırırsınız...
Adil Olan Kazanır
Yavuz BAHADIROĞLU
Esir aldığın bir düşman karşısında, öğretmenlik yaptığın bir şehzade karşısında ve daha pek
çok kritik durumda sen olsan ne kadar adil davranırsın?
Eğer sen de "Adil Olan Kazanır" diyorsan, haydi başla sayfaları çevirmeye!
Tarihin içinden heyecan dolu adalet hikâyeleri ve etkinlikler seni bekliyor.
Sarı Esirler
İbrahim Ulvi UAVUZ
Bu dünyadan nice insanlar gelip geçti. Herkesin hayatı bir roman oldu. Sarı Esirler de
yaygın ve yangın bir roman... Birbirlerinin sırtında istismar, hırsızlık, soygun, bozgun, rüşvet ve
neticede menfaat kamçısını şaklatanların romanı...
Sarı Esirler'de kıtlığın, fakirliğin, varlığın, zenginliğin nasıl çirkinleştiği anlatılıyor. Romanın
kahramanları belki içimizden biri. Onları roman okuduktan sonra daha kolay tanıyacaksınız.
YAŞAM
18
Vicdan Kalbin
Terazisi mi?
Dünyada en kutsal, en değerli şey; vicdandır
“sevgidir”, “ merhamettir” “İnsanın sevildiğini bilmesidir.”
Daha da güzeli insanın sevmeyi ve sevilmeyi bilmesidir.
Sevmek, güçlü olmak, insan tarafımızı bulmak demektir.
Sevmek; dünyaya, insana, hayvanlara, bitkilere yani
doğaya hilesiz bakmak, doğayı ve doğadakileri her
halleriyle benimsemek demektir.
Vicdan nedir?
Zalim ile mazlumu, acımasızlıkla merhameti, haklı ile haksızı, insanın içindeki iyi ile kötüyü, hayır ile şerri ayırt etmeye yarayan önemli bir
duygudur. Hemen herkeste, bir görüntü yada olay
karşısında bu duygunun varlığı ve etkisi hemen
anlaşılır...
Daha önceki yazılarımda da üstüne basa
basa vurguladığım gibi, dünyada en kutsal, en
değerli şey nedir diye sorsalardı bana, herhalde hiç
tereddütsüz vicdandır derdim “sevgidir”, “merhamettir” derdim. “İnsanın sevildiğini bilmesidir.”
derdim. “Daha da güzeli sevmeyi ve sevilmeyi
bilmesidir.”
Sevmenin bir çılgınlık, ağlamanın bir
zaafiyet ya da, bir zayıflık olduğunu düşünenlere
acıyorum. Oysa ki sevmek, güçlü olmak, insan
tarafımızı bulmak demektir. Sevmek; dünyaya,
insana, hayvanlara, bitkilere yani doğaya hilesiz
bakmak, doğayı ve doğadakileri her halleriyle
benimsemek demektir. Vicdan, merhamet ve dürüstlüğümüzdür sevgi. Hayata umutlu bakışımız,
yaşama sevgiyle sarılışımızdır. Bir kuşun kanadının kırılışına yüreğimizin titreyişidir, yanışıdır.
Sevenlere değil, asıl dünyada sevmeyen,
sevemeyen, sevilmeyen ve sevmesini bilmeyenlere
acımalı. Sevebilen insan yaşamı, yaşamın derinliğini, kendini ve ruhunun iç derinliğini keşfeden
insandır. Aşk değil midir? insanı erdemleştiren,
güzelleştiren dostlar? Derinliğimiz, güzelliğimiz
aşktan değil mi? Oysaki aldığımız kültür, içinde
yaşadığımız sistem ve zaman o kadar sahte ki...
Gülüşler, dokunuşlar, bakışlar sevgi sözleri bile
hepsi sahte geliyor insana.
“Benliği hor ve
hakir kılıp, insanı
yükselten aşk ve
sevgidir. Onsuz
bütün beden
tamahtan ibarettir.
Tamah ise alçaltandır.
Sevgi ve şefkat insanın,
öfke ve şefkat ise
hayvanın temel hasletleridir.
Sevgi güneştir, ama kusurları örtmede
gece gibi olun!” der Mevlana. Aşk hilesiz sevmektir
dostlar ve sevgiyi taa ruhunun derinlerinde hissedebilmektir. Bence sevebilen insan talihli insandır,
güzel insandır, erdemli ve saygın insandır.
Saygınlığı ve sevilmeyi hak eden insandır.
Güzelliklerin, inceliklerin öz kaynağı değil
midir sevgi! Karda, kışta bile olsa insanın içini
ısıtan, şiir duygusunu yeşerten, sevdaların mana
tezgahında dokunan ve bakınca gözlerde kutsal şiir
gibi okunan, derin bir mana değil midir sevgi!
Sevgi, yüreğini güzelliklerle beslemek, ruhunu
kinden, fesattan, hasetten, iftiradan yalandan,
kıskançlıklardan, kötülüklerden arındırmak değil
midir?
Yönünü sevgiye çeviren insan çevresine
sevgiyle, saygıyla bakmasını, yüreğini düşmanlıklardan, kirlerden; kinlerden arındırmasını da bilir.
Çünkü insanın içindeki canavarı dizginleyen bir
güçtür sevgi. İçinde sevgi, merhamet taşımayan
insanın, acıma duygusu da olmaz, düş kuramaz,
düşünemez.. Dolayısıyla içinde sürekli başkalarına
karşı kin, nefret, kötülük besler. Merhametsiz,
acımasız ve zalim olur.
tini
da olayda cesare
ya
za
ka
r
bi
gi
an
Herh
y
ybeden de çok şe
yahut ümidini ka
ş
Onları yavaş yava
r.
ti
iş
em
m
et
yb
ka
nu,
ilir. Ama onuru
yeniden kazanab
kişi her
lığını kaybeden
n
sa
in
i,
n
ti
ye
si
hay
sayılmaz mı?
şeyini kaybetmiş
Oysa ki, insan olarak her insanın mutlak
sevmesi, düş kurması, düşünmesi, gülmesi
ağlaması gerekmiyor mu? Hani ünlü bir söz vardır
” Yürek yanmayınca göz yaşarmaz.” derler ya, işte
onun gibi bir şey.
Ben insanın maddiyatına ve mevkisine
değil, insanın kişiliğine, insani değerine önem ve
değer verilmesinden yanayım. Görünüşe ve şakşaklara aldanmamak gerekir. İnsanın insani değerleri içinde, ruhunda ve gözlerinde saklıdır. İçinde çirkinlikler besleyen insanı hangi makam, hangi
maske, hangi elbiseyle donatırsanız donatın çirkinliğini gözlerinden görürsünüz, bakışlarından
anlarsınız.
İnsanın niteliklerini ve sevme yetilerini
geliştirerek tırmanacağı yüksek düzeye; nitelik ve
erdem basamaklarına ancak sevgiyle çıkılabilir.
Sevgisiz bir insan, vicdanını devreden çıkardığında yapamayacağı haksızlık, yapamayacağı vicdansızlık, düşünemeyeceği kötülük kalmaz. Yani
sevgiyi, merhameti yüreğinden dışlayan bir insan,
alçalmayı seçmiş demektir. Vicdan devreden
çıkartıldığında, insani hiçbir parıltı, hiçbir değer
kalmaz insanda ve o insan alçalmayı seçmişse
zaten ineceği düzeyin de sınırı olmaz, alçaldıkça
alçalır. Bu tür insanları genelde karakol yada
hapishanelerde insanlara salt işkence yapmak için
tutarlar. Eski dönemlerde de bunlara cellat
denirdi.
En sevmediğim insan tipi çıkarcı, yalancı,
iftiracı, içten pazarlıklı, hani derler ya saman
altından su yürüten yada yılan gibi yanına yaklaşıp
gizlice sokan, insani hiç bir nitelik taşımayan
yalaka tiplerdir. Hani kendisinden güçlü gördü mü
“Elini öp'im abi !” deyip, önünde doksan derece
eğilen. Zayıfı gördüğünde kabadayılığı tutan ve
gücü yettiğince ezmeye çalışan, biraz zoru
gördüğünde ise sahtekarca milliyetçi ya da dindar
ayaklarına bürünen vicdansız, merhametsiz,
acımasız insan tipidir. Bu tip insanlar her yerde
mevcut. İhtiraslarına ulaşmak için izledikleri yol,
yöntem ve entrikalarla alçalabildikleri kadar
alçalırlar. Hayatım boyunca bu tip insanlardan
hep kaçmaya, uzak durmaya çalışmışımdır.
Onlarla aynı ortamı, aynı havayı soluduğumda hep
tedirgin olurum. Sevgisizlikleri, kirlilikleri üzerime bulaşır diye...
Sevgiden ve kitaplardan korkmamalıdır
insan. Sevgiden ve kitaplardan korkan kimseler,
içlerinde aydınlık taşıyamazlar. Çağı da yakalayamazlar. Günümüz insanının ve gençliği; bir tuzağa
düşürülmek isteniyor. Ucuz tv programlarıyla
(kitaptan ve gerçek sevgiden uzak), günübirlik aşk
dedikodularıyla insanlar uyuşturuluyor. Kendilerine ucuz, kalitesiz tv programları izlettirerek,
insanlar okumaktan uzaklaştırılıyor.
Kitaptan yoksun yaşamak ise, insanlarının
doğruyu bulmalarını zorlaştırıyor. Oysa herkes
biliyor ki, tarihte yükselmenin, gelişmenin ve
aydınlanmanın yaşandığı zamanlar; yüreklerin
kitapla ve sevgiyle beslendiği çağlardır. Savaş, karanlık, cehalet ve düşmanlık dünyanın ve insanın
başına sürekli felaketler, belalar getirmiştir.
Çağı yakalamak, çağdaşlaşmak ve çağlar
öncesini anlamak için öncelikle insanın yüreğini
sevgiye ayarlaması, kini ve nefreti Kaf Dağının
ötesine kovalaması, insanı erdemli insan kılan
zeka ve sevgiyi ön plana alması gerekir.
İnsan sevmediği birine malını verebilir
belki, parasını verebilir ama en değerlisi olan
sevgisini, sevmediği birine verebilir mi? Cebindeki
parayı, üstündeki eşyayı vermek, sanıldığı kadar
önemli de değildir bence. Çünkü bunlar sevdikleriniz kadar kıymetli de değildir. Ama insan sevmediği birine en değerli şeyini veremez, yüreğini,
sevgisini veremez.
Malını ya da kumarda parasını kaybeden
de çok şey kaybetmiş sayılmaz. Çünkü onları
yeniden kazanma şansı var. Herhangi bir kaza ya
da olayda cesaretini yahut ümidini kaybeden de
çok şey kaybetmemiştir. Onları yavaş yavaş
yeniden kazanabilir. Ama onurunu, haysiyetini,
insanlığını kaybeden kişi her şeyini kaybetmiş
sayılmaz mı? Onun bir daha kazanma şansı
mümkün müdür?... Sevgi ve vicdanınızla baş başa
kalın diyorum...
Nuri CAN
www.murican.com
TARİH
20
Osmanlı'da Devlet Felsefesi
ADALET, MÜLKÜN TEMELİDİR
Osmanlılar, fethettikleri her coğrafyada sadece zalim yöneticileri
ve sistemlerini yok etmiş; o coğrafyaların insanlarına huzur içerisinde,
örf – adet ve inançlarını rahatça yaşama imkânı sağlamıştır
hâkimiyet coğrafyasında kurmamıştı; dünyanın
hangi köşesinde olursa olsun, zulme uğrayan, katledilen, sömürülen, hangi dinden, hangi ırktan
olursa olsun başına bir felaket gelen toplum
kurtuluşu Osmanlı'ya başvurmakta bulurdu.
Osmanlı Devleti de mutlaka bu başvuruya cevap
verir ve o coğrafyadaki zulmü sona erdirirdi.
Kendi hâkimiyet coğrafyasında tesis ettiği
huzur ve barış ortamını ise, inşa ettiği ve mükemmel işlettiği hukuk sistemine borçluydu. “Adalet,
Mülkün Temeli'dir” anlayışı devlet felsefesinin
merkezdeki nirengi noktasını teşkil ediyordu.
Temel insanî haklar açısından Devlet
Başkanı ile ülkenin en ücra köşesindeki çoban,
eşittiler. Osmanlı Sultanları, Roma, İngiliz, Çin,
Rus İmparatorları gibi hukukun üstünde değillerdi. Hukuk önünde sade bir vatandaşın haklarına
sahiptiler.
Yeryüzünde başta Romalılar olmak üzere,
İngilizler, Almanlar, Ruslar, Avusturyalılar,
Çinliler… birçok imparatorluk kurmuşlardır. Bu
imparatorlukların hemen hemen tamamı fizikî ve
askerî güçle ayakta durmuş; yıkılıp giderken de
geride gözyaşı ve kan bırakmışlardır. Tamamı,
emperyalist bir devlet felsefesiyle işgal ettikleri
coğrafyaların yeraltı yerüstü zenginliklerini
sömürmüş, halklarının alın terlerini gasbetmiş,
başta inançları ve kültürleri olmak üzere, tüm
kutsallarını ve değer yargılarını tahrip etmişlerdir.
Bunun tarihteki tek istisnası Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlılar, fethettikleri her coğrafyada sadece zalim yöneticileri ve sistemlerini
yok etmiş; o coğrafyaların insanlarına huzur içerisinde, örf – adet ve inançlarını rahatça yaşama
imkânı sağlamıştır.
20 milyon km²'ye ulaşan topraklarında
yüzyıllarca çeşitli din, dil, ırk, mezhep ve kültüre
sahip milletler iç içe, huzur içinde yaşamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu tüm dünyada barış ve huzuru sağlamaya çalışmıştır
Osmanlı bu barış ve huzuru sadece kendi
Osmanlı Devleti, daha kuruluş yıllarında
bu felsefeyi benimsemişti. Osman Gazi, fethedilen
şehre ilk önce “Kadı” atardı. Ve adalet hususunda
son derece titiz davranırdı. “Küfr ile âbâd olunur,
ama zulüm ile âbâd olunmaz”, Osmanlı yönetiminin temel düsturu olmuştur.
Her coğrafyanın kültürel yapısını da göz
önüne alan Osmanlı Devleti, Şer'i hukuk sisteminin yanına bir de örfî hukuk sistemi koymuştu.
Kadı'nın yanlış ve taraflı hüküm vermesinin önüne
geçmek için de, her mahkemede o yörenin iyi meziyetleriyle tanınmış insanlarından birer jüri heyeti
teşkil ettirmişti.
Mahkemeler genelde bir – iki duruşmada,
10 – 15 gün içerisinde neticeye bağlanırdı. En uzun
süren mahkemeler 3 – 5 ayı geçmezdi ve bunlar da
nâdirâttan olurdu. Davayı kaybeden kişi, eğer kararı içine sindiremezse sırasıyla üst mahkemelere
müracaat eder, bunlardan da netice elde edemezse, davasını Divan – ı Hümayun'a kadar götürebilirdi. Bunun için de herhangi bir prosedüre ihtiyaç
yoktu. Bir istida(arz – ı hâl, dilekçe) yazması kâfi
idi. Bir köylünün davasını Divan – ı Hümayun'a
götürdüğü dönemde, Avrupa'da asillerin ve derebeylerin zulmü altında inleyen sıradan insanların,
köylülerin mahkeme hakları bile yoktu. Ama Osmanlı'da Fatih gibi bir padişahla, sıradan bir insan,
Kadı'nın huzurunda beraber ifade verebiliyorlardı.
21
TARİH
Osmanlı sözde değil, özde bir hukuk devletiydi. Hem de herkes için!
Şer'iye Sicilleri dediğimiz mahkeme tutanaklarının tamamına yakını, hâlâ kütüphanelerimizde ve Başbakanlık Arşivi'nde elimizdedir. Bu
tutanaklardan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı
Mahkemeleri halka açık, Jüri huzurunda yapılan
ve kamu vicdanını rahatlatan kararlarıyla, tarihimizin iftihar vesikaları olmuşlardır.
Toplumun yüksek düzeydeki adalet duygusu, “Şeriatın kestiği parmak acımaz”
özdeyişinde kendisini bulmuştur. Hukukun bu
derece toplum tarafından içselleştirilmesi, yabancı
gezginlerin, diplomatların da ilgisini çekmiş ve
toplumsal huzur açısından tarihe gıpta edilecek
notlar düşürmelerine sebep olmuştur. Örneğin
İstanbul'da diplomat olarak kalan ve dört yıl görev
yapan Fernand Grenand'ın hatıratındaki, “milyonluk şehirde dört yılda sadece dört cinayet işlendi. Ağzına kadar ticarî emtia ile
Osmanlı Mahkemeleri
halka açık, Jüri huzurunda
yapılan ve kamu vicdanını
rahatlatan kararlarıyla,
tarihimizin iftihar
vesikaları olmuşlardır.
Osmanlı kendi
hâkimiyet coğrafyasında
tesis ettiği huzur ve
barış ortamını ise, inşa
ettiği ve mükemmel
işlettiği hukuk sistemine
borçluydu. “Adalet,
Mülkün Temeli'dir” anlayışı
devlet felsefesinin
merkezdeki nirengi
noktasını teşkil ediyordu.
dolu kervansarayları sadece bir tek bekçi
korurdu” tespiti, o günkü Avrupalılar için
hayalden de öte bir şeydi.
İmparatorluğumuz dağılırken, özellikle
İslâm coğrafyasında Kuzey Afrika'dan Yemen'e
kadar, çekildiğimiz her ülkeden, oraların
halklarınca “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz!”
feryatları arasında, gözyaşlarıyla uğurlandık!
Bugün, Osmanlı coğrafyası üzerinde 40
civarında bağımsız ülke kurulmuştur. Bu ülkelerin
halkları, 600 yıllık Osmanlı barışına ve tesis ettiği
huzur ortamına hasrettirler.
Son söz; Osmanlı sözde değil, özde bir
hukuk devletiydi. Hem de herkes için!
Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Osmanlı; Kadı'nın
yanlış ve taraflı hüküm
vermesinin önüne
geçmek için de, her
mahkemede o yörenin
iyi meziyetleriyle
tanınmış insanlarından
birer jüri heyeti
teşkil ettirmişti.
Fernand Grenand'ın
hatıratındaki, “milyonluk
şehirde dört yılda sadece
dört cinayet işlendi. Ağzına
kadar ticarî emtia ile dolu
kervansarayları sadece
bir tek bekçi korurdu” tespiti,
o günkü Avrupalılar
için hayalden de öte bir şeydi.
TOPLUM
22
Hak Aramak
Tarih hak talep etme mücadelesidir aynı zamanda.
İnsanlar güçlendikleri zaman haksızlık yapma eğilimleri maalesef
daha çok artmaktadır. Kendi gücünü başkalarının güçsüzlüğü
üzerinden sağlamaya çalışmak gayri insani bir durumdur.
İnsanoğlunun yerine getirmekle mükellef
olduğu sorumlulukları yanında talep etmesi gereken hakları da vardır. İnsanoğlu haklarını talep
ettikçe insaniyet basamaklarında yükselir. Bu talebi yerine getirmediği müddetçe çıkması gereken
basamaklarda yükselemez. Hak arama konusunda
kendisini engelleyenlere karşı mücadele ettiği
oranda gerçek vasfını göstermeye başlar. Tarih boyunca hak gasp etmeye çalışan zalimler, insanoğluna kendilerinin belirlediği kadar hak sunmaya
çalışmışlardır. Hak gasıplarını insanların ruhlarını
satın alarak yapmayı denemişlerdir. “Ancak benim
çizdiğim sınırlar ve gösterdiğim ilkeler çerçevesinde hak talep edebilirsiniz” demek istemişlerdir.
Buna karşı bireyler ve toplumlar çeşitli reaksiyonlar göstermiştir. Büyük mücadeleler yaşanmıştır.
Tarih hak talep etme mücadelesidir aynı
zamanda. İnsanlar güçlendikleri zaman haksızlık
yapma eğilimleri maalesef daha çok artmaktadır.
Kendi gücünü başkalarının güçsüzlüğü üzerinden
sağlamaya çalışmak gayrı insani bir durumdur.
Ama bunu deneme eğilimi genellikle var olmuştur.
Bu, haksızlığa karşı mücadelenin zorunluluğunu
göstermektedir. Zalime karşı ilkeli ve adil bir
insani duruş sergilemek zalimin ortalığın başıboş
olmadığını anlamasına yarar. İnsan en başta
haklarıyla insan olduğunu bilmelidir. İçgüdüsel
olarak talep ettiği arzular dışında kendisini
sınırlayan ve daraltan çemberlere, bağlara karşı da
bir reaksiyon geliştirmesi gerektiğini bilmelidir.
İnsanın hakkı talep etmek için hakkını
bilmesi gerekir. Tüm canlıların sahip olduğu
haklar vardır. Ancak insanın ayrıldığı nokta hakkını bilmesi ve ısrarla talep etme kabiliyetidir.
Hakkını bildiği halde ısrarla talep etmemek ise
kendisini eksilten bir durumdur. İnsan onurunun
kayba uğradığı bir durumdur. Ne zalim olunmalı
ne de mazlum olunmalıdır. Zulme karşı ses
çıkarmamanın zalime yardımcı olmak anlamına
geleceğini bilmek zorundayız. Hakkımızı kimseye
çiğnetmemek zorundayız. Hak aramada “bana
necilik” son derece yanlış bir tutumdur. Çünkü hak
aramak aslında başkasının hakkı söz konusu
olduğunda daha anlamlıdır.
Kendi hakkına sahip çıkması gereken
insan, başkalarının uğradığı haksızlığa duyarlılık
gösterdiği oranda gerçek anlamıyla hak arayıcısı
olmuş olur. Bizden farklı olana karşı farklı duruşumuz olabilir ama adil olmak zorundayız. Hakkı
ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kişilerden
olmak zorundayız. Hak aramak için ilk olarak
hakkını bilmek gerekir. Hakkını bilmek için de yardım alma ihtiyacı hissedilebilir. Haksızlığa uğrayan kişiler güç birliği yapmadan mücadele etmenin zorluğunu bilmelidir. Haksızlığa uğramayan
da haksızlığa uğrayanın yanında yer alması gerektiğini bilmelidir. Bazen bireyler tek başına hak
talep etmede güçlük yaşayabilir. Kişiler bireysel
olarak hak talep edebilir veya vekil tutarak bunu
yerine getirebilmelidir.
Hakkı en doğru bir şekilde talep etmek
zorunluluğu vardır. Bu görevi yerine getirmek
üzere kurulmuştur. Haksızlığa uğradığınızda hak
talep etmelisiniz ama bunun da sınırları olduğunu
bilmelisiniz. Had aşarak ve hak çiğneyerek hak
talep edilmez. Hak talebi hakkaniyet sınırları içinde ve adaleti yerine getirme amacıyla yapılmalıdır.
Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu
Hak arayan bireye yardımcı olmak
isteyenler de ilk önce bu değerli çabanın
gerçek anlamda sorumluluğunu
anlamak zorundadır. Hakka yardımcı
olmak son derece ağır bir sorumluluk
getirmektedir. Hak savunucuları hak
talep eden kişilerin emanetlerinin
bilincinde olmalı ve gücünü sonuna
kadar kullanmalıdır.
23
HİKAYE
Biz Artık Adalete İnandık
İstanbul'un fethinden sonra Sultan
Mehmet Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz
zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun
halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da
bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker
göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti
Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki
papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam
adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz,
müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın
davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete
çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat
ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok
cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere
ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk
vardıkları yerlerden biri Bursa idi. Bursa'da şöyle
bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi'den bir at satın
almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta
imiş. Müslüman'ın ahırına gelen atın hasta olduğu
daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca
da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş.
Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine
gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten
sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek
atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş
ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman'ı çağırtıp meseleyi şu
şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda
bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade
eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında
makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu
şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum,
atın ölümünden doğan zararı benim ödemem
lazım, deyip atın parasını Müslüman'a vermiş.
Papazlar İslam adaletinin bu derece ince
olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç
zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal
tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu
İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman'dan bir
tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin
sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp
altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan
Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı
öbür Müslüman'a götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer tarlanın içinde bu kadar
altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana
satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi
ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben
sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber
sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana
verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir
hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap,
der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele
kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf
iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsa da çocukları
olup olmadığını
sorar. Onlardan birinin
kızı birinin de oğlunun
olduğunu öğrenir ve
oğlanla kızı nikahlayarak
altını çeyiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin
lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru
İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna
gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi
de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki,
bu kadar adalet ve birbirinin hakkına
saygı ancak İslam dininde vardır.
Böyle bir dinin salikleri başka dinden
olanlara bile bir kötülük yapamazlar.
Dolayısıyla biz zindana dönme
fikrimizden vazgeçtik, sizin
idarenizde hiç kimsenin zulme
uğramayacağına inanmış
bulunuyoruz, derler.
TARİH
24
Ankara'da "Musiki Muallim Mektebi"
kuruluşunun üzerinden 90 sene geçti.
( 1 Eylül 1924)
Hayatı romanlara, tiyatro oyunlarına, opera
eserlerine konu olan ve Osmanlı tarihinin en
güçlü kadın sultanlarından Osmanlı padişahı
I. Ahmed'in eşi Kösem Sultan'ın öldürülmesi
üzerinden 363 sene geçti.(2 Eylül 1651).
Missouri zırhlısında başbakan Suziki'nin, Japonya'nın
yönetimini Mac Arthur'a devrini öngören anlaşmayı
imzalaması. Başkan Turuman'ın zaferi ilan edişi ve
İkinci Dünya Savaşı'nın son bulması üzer nden
69 sene geçt . (3 Eylül 1945)
73 yaşındaydı hasta olduğu halde 13. ve son
seferi olan Zigetvar üzerine sefere çıkan Kanuni
Sultan Süleyman'ın kuşatmanın son gününde
hükümdarlığının 46 yılında vefatının üzerinden
448 sene geçti.(7 Eylül 1566)
Resmî adı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti
olan ve tek parti rejimi ile yönetilen Kuzey
Kore'nin bağımsızlığını ilanı üzerinden
66 sene geçti. (9 Eylül 1948).
ABD'de, Dünya Ticaret Merkezi ve Savunma
Bakanlığı'na (Pentagon) uçaklarla terörist
saldırıların yapılması üzerinden
13 sene geçti. (11 Eylül 2001)
25
TARİH
Şâir düşünce adamı, mutasavvıf ve hoşgörü
anlayışla herkese kucak açan Mevlânâ
Celâleddîn-î Rûmî'nin doğumu tarihi üzerinden
807 sene geçti. (30 Eylül 1207).
Hiçbir galibi olmayan, yaklaşık bir milyon
kişinin ölümüne ve 150 milyar $ maddi hasara,
her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açan
İran-Irak Savaşı'nın başlaması üzerinden
34 sene geçti.(24 Eylül 1980).
Pakistan'ın kurucusu M. Ali Cinnah'ın
ölümü üzerinden
66 sene geçti. (18 Eylül 1948).
Sakarya Savaşı sonrası, TBMM'nin
Mustafa Kemal Paşa'ya "Mareşal" rütbesiyle
"Gazi" unvanını verilmesi üzerinden
93 sene geçti. (19 Eylül 1921)
I. Selim adıyla bilinen ve Hâdim'ul-Harameyn'uşŞerifeyn, 9. Osmanlı padişahı, 74. İslam
halifesi ve ilk Osmanlı halifesi olan
Yavuz Sultan Selim'in ölümü üzerinden
494 sene geçti. (22 Eylül 1520).
Kaptan-ı deryâ Barbaros Hayreddin Paşanın,
Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması
ile çarpıştığı ve Osmanlı donanmasının zaferiyle
sonuçlanan Preveze Deniz Zaferi üzerinden
476 sene geçti (28 Eylül 1538).
ÇOCUK
26
Çocuklar Arasında
Adalet Ve Zulüm
Çocuklar dış çevre ile iletişime geçerek, etkileşimlere maruz kalıncaya kadar
her tür bilgiyi aileden alır. Tüm davranışları aile tarafından geliştirilir.
Hayata, insan ilişkilerine, eşyaya ve tüm
olaylara karşı bilgilenme ve bunlara karşı doğru ya
da yanlış davranışlar geliştirmek; kişilik yapısı,
genetik faktörler, çevre etkisi gibi birçok etmene
rağmen büyük oranda ailenin sorumluluğunda
gelişir.
Çocuğa verilen değer çocuğun benlik algısını oluşturur
Çocuklar dış çevre ile etkileşime geçinceye
kadar aile bireylerinin duygu, düşünce ve davranışlarına doğrudan maruz kalarak, kişilik ve
davranış geliştirirler. Ailede ebeveynlerin ortaya
koyduğu tavır ve davranışların çocukların dünyayı,
hayatı algılaması, doğru ve yanlışı öğrenmesi,
değer ve yargılara sahip olması açısından büyük
bir etkiye sahiptir. Çocuğa verilen değer çocuğun
benlik algısını oluşturur.
Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren
ailenin biriciğidir. Bütün sevgi, ilgi, şefkat onun
üzerindedir. Tüm koruma, kollama, övgü, merhamet, ailede yeni doğan çocuğun üzerinde toplanır.
Ailenin ilk çocuğu bu açıdan sadece anne babanın
değil eve gelen herkesin ilgi odağındadır. İlk çocuk
bu süreçte ebeveynlerin sevgi ve ilgisi için fazladan
bir şey yapmak zorunda değildir.
Zaten tektir, sevimlidir, her yaptığı ilgi
çekmektedir. Ailedeki ilgi, sevgi ve şefkatin
tamamı kendisine aittir. Dolayısı ile sevgi, şefkat
ve merhamet gibi duygularda sonsuzluk ve
sınırsızlık vardır, bölünme ve kısıtlanma yoktur.
İlk çocuk için sevgi, şefkat ve merhamet duygularında olduğu gibi adalet duygusu da bu sonsuzluk
ve sınırsızlık duygusu ile gelişir. Çocuk anne babanın yanında bölünmemiş, sınırsız sevginin ve ilginin odağındadır. Bilgi, duygu ve davranış gelişimi
bu atmosferde gerçekleşir. Çocuk bu ilgi ve sevginin, şefkat ve merhametin eksileceğini, tükeneceğini, bölüneceğini hiç düşünmez.
Aileye yeni bir birey geldiğinde işin rengi
değişir. İlgi ve sevginin tek öznesi olan, ailenin
daima merkezinde yer alan birinci çocuk adeta aile
içindeki yeri ve iktidarını yitirme duygusu ile karşı
karşıyadır. Ve buna hazır değildir. Ailenin biriciği
olan ilk çocuk artık biricik değildir. Her türlü
duygusal etkileşimde bir tek ve yegane iken artık
bir tek ve yegane değildir. Çocuk anne, babası ve
dış dünyayı kendisine karşı eksildiğini düşündüğü
ilgi, sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguların
penceresinden görmeye başlar. İnsan fıtratında
bulunan kıskançlık duyguları tebellür eder.
www.ailemveben.com.tr
Çocuk, anne babanın
yanında bölünmemiş, sınırsız
sevginin ve ilginin
odağındadır. Bilgi,
duygu ve davranış
gelişimi bu atmosferde
gerçekleşir
27
ÇOCUK
Yeni kardeş aileye katıldıktan sonra büyük kardeşin abi ya da abla veya
oyun arkadaşı rolü üzerinde durulmalı, verilen küçük sorumluluklar sonucunda
kendisinin aile içinde ne denli önemli bir yere sahip olduğu hissettirilmelidir
(İnsanda kötü duygu yoktur kıskançlıkta
tüm duygular kadar doğaldır. Ancak bu duygunun
iyi yönetilmemesi problem oluşturur.)
Bir yandan yeni durumu anlamaya, algılamaya çalışırken diğer yandan eski iktidarını
koruma güdüleri çok güçlüdür. Yeni bebek artık ilgi odağıdır. Ebeveynler doğru davranışlar geliştiremezler ise ilk çocuk için duygusal depremler yaşanacaktır. Eğer anne baba çocuğun duygu dünyasında var olan kıskançlık ve adalet duygularına
gerekli hassasiyeti gösteremezse çocukta o güne
kadar oluşmuş olan sevgi ve adalet algısı erozyona
uğrayacak, nefret ve zulüm zorba davranışlar
oluşmaya başlayacaktır.
Bu yüzden anne baba ikinci çocuk dünyaya
gelmeden önce ilk çocuğu bu duruma hazırlamalıdır. Paylaşmak ve sorumluluk üzerine küçük davranışlar geliştirilmeye çalışmalıdır. Her ne olursa
olsun anne babanın çocuk üzerinde sevgi ve merhametinin eksilmeyeceği hissettirilmelidir. Yeni
gelecek olan kardeşin de sevgi ve ilgiye, şefkat ve
merhamete ihtiyacı olacağının algılanmasına
yardımcı olunmalıdır.
Yeni kardeş aileye katıldıktan sonra büyük
kardeşin abi ya da abla veya oyun arkadaşı rolü
üzerinde durulmalı, verilen küçük sorumluluklar
sonucunda kendisinin aile içinde ne denli önemli
bir yere sahip olduğu hissettirilmelidir. Yeni durum karşısında ailenin biriciği olmaya devam ettiği
ancak bunun yanında abilik-ablalık gibi sorumluluğun da oluşmaya başladığı öğretilmelidir.
Ancak; yeni oluşan abilik ablalık rollerinin eğlenceli yanları üzerinde durulmalı angarya işleri vermemelidir. Yeni doğan bebeğin diğer odadan
bezini getirme sorumluluğu pek de eğlenceli
olmayacaktır.
Bu aşamadan sonra anne babaya kardeşler
arasında sevgi ve ilgiyi adaletli bir şekilde paylaştırmak gibi hassas ve önemli bir görev düştüğü
akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü bu yeni durum;
ilk çocuk için paylaşmak, adalet, sorumluluk gibi
yeni duygularla karşılaşmak anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda kıskançlık, haksızlık ve
nefret gibi olumsuz duyguların tetikleyicisi bir durum oluşturur. Bu yeni duruma uyum sağlamak
konusunda anne baba fazlası ile çaba harcamak
zorunda kalacaklardır.
İlk çocuk bu aşamada kendisinin haksızlığa uğradığını, sevgi ve merhametten yoksun bırakıldığını sadece yeni gelenin sevildiğini düşünmeye başlar. İşte kıskançlık ve nefret gibi olumsuz
duygular bu aşamada çocuğun duygu dünyasında
kendini gösterir.
İlgi çekmek için farklı yollar dener
Anne babasının bundan önce kendisine sınırsız ve
sonsuz bahşettiği kocaman dünya küçülmeye,
bundan önce sevgi ve ilgi ile dolu bu ev daralmaya
başlamıştır.
Daha çok ilgi ve sevgi için bir
şeyler yapmalıdır. Bu süreçte eski sevgi ve ilgiyi
muhafaza etmek ve kendisince hak ettiği adaleti
sağlamak için yeni şeyler denemelidir. Yeni gelene
ilgi göstermesi ona bir müddet popülerlik kazandırsa da yeterli olmayacaktır. Hasta olmak eskiden
olduğu gibi ilginin üzerinde toplanması için önemli bir etki yarattığını gördüğünde sık sık hastalanmaya başlar. İlgiyi yeniden üzerinde toplayacağı
düşüncesi ile farklı davranışlar dener. Her
defasında beklediği neticeyi elde edemediği algısı
ağır basar.
Bu aşamada anne baba hem ilk çocuk ve
hem de sonraki çocuklarda aile (takım) ruhunun
gelişmesi için çaba harcamalı, ailedeki hiçbir bireyin diğerinden daha az sevilmediğini göstermelidir. İlerleyen zamanlarda kardeşler arasındaki
çeşitli çatışma dönemlerinde sorunları çocukların
kendilerinin çözmesine fırsat tanımalı, olayları
biraz daha mesafeli takip etmeli ve taraf olmam
aya özen göstermelidir. Güçlüden ya da zayıftan
yana olmak yerine haklıdan ve adaletten yana
olduğunu hissettirecek davranışlar geliştirmelidir.
ÇOCUK
28
Sürekli küçük olan korunmamalı, oluşan herhangi bir problemde
gizli de olsa taraf tutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki çocuklar söylediklerimizi
değil davranışlarımızı yüz ifadelerimizi değerlendirirler. Bazen
çocuklarımızdan birine, bize benzediği için veya kendimizde sevmediğimiz
özelliklere sahip olduğu için daha özellikli davranıyor olabiliriz
Kardeşler arasında bencilliğin değil
paylaşmanın, rekabetin değil adaletli olmanın
değerli olduğu gösterilmelidir. Bencilliğin zulüm
ve haksızlığı, paylaşmanın ise sevgi ve adaleti
gerçekleştireceği öğretilmelidir.
Ebeveynlerin çocuklar arasındaki hak ve
adalet gibi değerler ile sevgi, şefkat ve merhamet
gibi duyguların doğru bir şekilde gelişmesi için
onlarla daha fazla zaman geçirmeleri, oyunlarında
yer almaları bu noktada büyük bir önem taşır.
Toplu olarak hareket etmek, tüm bireyler ile ortak
işler yapmak, birlikte bir yerlere gitmek takım
ruhunun gelişmesinde önemli bir yere sahiptir.
Aile içinde küçük görev ve sorumluluk dağılımları
yapmak bu aşamada bireylerin birbirleri ile
yardımlaşma ve dayanışmasının kavranması
açısından önemlidir.
Çocuklar kavga ve çatışma haline girdiklerinde müdahale etmek yerine kendi içlerinde
çözüm üretmelerine fırsat verilmelidir. Öfke ve
kızgınlık halinde iken onların arasında olmak bir
taraf olmak durumu doğuracağından yatışmaları
beklendikten sonra durumu kendilerinin yorumlamaları sağlanmalı anne babanın bir tarafta yer
almak yerine adaletle birbirleri arasında davranış
geliştirmenin önemli olduğu vurgulanmalıdır.
Çocukların genelde problemlerinin kaynağında
anne babanın davranışlarından oluşan rekabete
bağlı olduğu unutulmamalıdır.
Çocuklar arasında kıyas yapılmamalı,
kardeşlerden biri odasını düzenliyor diğeri dağınık
bırakıyorsa 'kardeşinin odasına bak bir de senin
odana bak' yerine düzen oluşturmada daha fazla
yardıma ihtiyacı olduğu görülerek küçük parçalara
bölünmüş görevler verilip bu görevlerden yapabildikleri üzerinde durulmalı bu davranışı takdir edilmelidir. Yapamadıkları üzerinde durulmamalıdır.
Sürekli küçük olan korunmamalı, oluşan
herhangi bir problemde gizli de olsa taraf tutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki çocuklar söylediklerimizi değil davranışlarımızı yüz ifadelerimizi
değerlendirirler. Bazen çocuklarımızdan birine,
bize benzediği için veya kendimizde sevmediğimiz
özelliklere sahip olduğu için daha özellikli
davranıyor olabiliriz.
Çocuklara olan sevgi ilgi eşit olmayabilir
ama unutulmaması gereken sevgileri nasıl olursa
olsun onlara karşı adil davranma gerekliliğimizdir.
Ve anne babanın aile içindeki çocuğa karşı tutumu,
çocuğun dış dünyada öteki insanlara karşı tutum
ve davranışlarının belirleyicisidir.
Psikolog
Fethiye Zalım Başbekleyen
29
DENEME
Kelebekler
Kaç
Gün
Yaşar?
Kelebekler bu dünyadaki
hayatlarımızın bir sonu olduğunun
daimi hatırlatıcılarıdır.
Hayatları insan hayatına
dair döngünün minyatürüdür
Bu soru insanoğlunun zihnini sürekli
meşgul eden, birden fazla cevabı olanlardan
biridir. Kimi bir gün der kimiyse üç… Bir başkası
bunlardan çok daha fazlası olması gerektiğini
savunur. Kelebeklerin kaç gün yaşadığı öylesine
merak konusu ki yolunun üstünde tüm endamını
sergileyen bir kelebeğe rastlayan birinin zihninden
“hakikaten sadece bir gün mü yaşıyorlar bunlar?”
sorusu geçmesi neredeyse kaçınılmazdır.
Kulak ve dudaklarımıza sıkça uğrayan bu
sorunun altını biraz kazıdığımızda, belkide
karşımıza yaş takıntımız çıkacak, kim bilir. Yani
bir canlının nasıl yaşadığından çok, falanca zaman
kadar yaşadığını merak edişimiz diyorum, hep çok
uzun zaman yaşamak isteyişimizle alakalı olabilir.
Bizler kelebeğin ömrünü çok az bulur, hayatı
kısacık bir zaman dilimine hapsolduğu için kelebeğe üzülürüz. Gelişmekte olan ülkelere baktığımızda ortalama insan ömrü kabaca 60 civarıyken,
bir, üç veya yedi günlük bir hayat bizim gözümüzde, deyim yerindeyse, devede kulak gibidir.
İşte bu! Kelebeklere acımamızın sebebi
tam olarak bu; onlara kendi gözümüzden bakıyor
olmamız. Bizim için kısacık olan bir ömür bir
kelebek için ne kadar uzun hiç düşündük mü?
Aslında bunu düşünmek hiçte zor değil.
Daha doğrusu, bu zaten sürekli yaptığımız bir şey.
Nasıl mı? Açıklayayım; anılarınızı, umutlarınızı,
hayallerinizi, geleceğinizi her düşündüğümüzde
yaparız. Haydi itiraf edelim şimdi, biz milyarlarca
yıldır yaşayan bir evrende sadece ufacık bir
kelebeğiz.
Bir kelebek bizim için neyse, yaratıldığı ilk
günden itibaren dağlar, denizler, okyanuslar, bulutlar için biz de birer kelebekten başkası değiliz.
İnsan kelebeklerin ömrünü neden merak eder?
Çünkü insanlar kelebeklere baktıklarında kendilerini görür. İnsan kelebeklere acır çünkü insan
kendisine acımaktadır. Kelebekler bu dünyadaki
hayatlarımızın bir sonu olduğunun daimi hatırlatıcılarıdır. Hayatları insan hayatına dair döngünün
minyatürüdür.
Gerçekte kelebeğin kaç gün yaşadığı değil,
kelebek için günlerin nasıl geçtiği asıl meseledir.
Sayılı bir kaç gün onlar için belki yüz yıl gibidir.
Ama biz kanatsız kelebekler için yüz yıl dahi göz
kapatıp açıncaya dek geçecektir. Kırılma noktası,
ne kadar uzun süre değil nasıl yaşadığımızın
önemli olmak zorunda olmasıdır. Ve kusursuzca
söylenmemiş bu söz çınlamalı kulaklarımızda;
“gün olur asra bedel”. Önemli olan yaşamak
kelimesinden ne anladığımızdır.
O halde şimdi kendi kendimize tekrardan
şu soruyu sorma vakti; kelebekler kaç gün yaşar?
Ve kanatsız kelebekler, onlar aslında kaç yıl yaşar?
Burak Eren/lisaniask.com
30
SİZDEN GELENLER
SİZDEN GELENLER
SEN ÜZÜLME
Asma o gül yüzünü bugünler de geçer
Ağlama sen gülüm göz yaşların beni üzer
Allah ölüm vermesin bu acılar bir gün diner
Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler
Kalbimizdeki yangın alev alev olsa da
Ayrı geçen zamanlar yüreğimizi yaksa da
Bir umut vardır her zaman bugünlerde biter
Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler
Bu ayrılık yıkamaz bizim aşkımızı
Bitiremez bir ömre bedel sevdamızı
Azalmaz sevgimiz giderse yıllar gider
Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler
Göze almıştık biz hep kötü günleri
Asla yıldıramaz mazi çok sevenleri
Güney balçıkla sıvanmaz bu ayrılıkta biter
Üzülme bir tanem zaman her şeyi siler
Gönlümüz bir, biz ayrı olsak da
Bir gün kavuşuruz mutlaka
Ölüm gelse de sensiz bu canıma
Bırak bir tanem her şeyi
ZAMAN'A
KEŞKELER BIRAKMA
Şimdi göz yaşı dökmenin zamanı değil
Hatasız kul olmaz, bunu düzeltmek gerekir
Hiçbir şey çok geç değil
Bir ucundan tutmak gerekir
Düşeni kaldırmak
Yarasına merhem olmak gerekir
Şimdi yalnız bırakma zamanı değil
Yanında olup onu kazanmak gerekir
Şimdi küsmenin, kavganın zamanı değil
Dostluk, güven, kardeşlik durur iken
Yarınlardan umut kesmenin zamanı değil
Şimdi yarınları kazanmanın zamanı
Hüseyin Erol TOSUN
Çankırı E Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Kurumu
NE GÜZEL
Sevmek, aşık olmak
Geleceği, geleceklere, süslemek
Mutlu etmek ve mutlu olmak
Yarınlara keşkeler bırakmamak gerek.
Ne güzel bir Sesleniş
Değer paşam değer
Bu sesleniş duyulursa eğer
Cihan yaşamaya Değer
Hükümlü Erol Güven
Yılmaz BAŞ
Silivri 7 Nolu L Tipi
Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
31
SİZDEN GELENLER
BEN ONU ÇOK SEVDİM
SEVEN İNANIR İNANAN SEVER (BEN HERKESİ SEVDİM)
Bir Avrupa ülkesinde (Hollanda) 25 yıl yaşamış
olmanın zorlukları olduğu gibi avantajları da
olmuştur. Ancak avantajımı daha çok zorluklarımı
tartışılır. Şu bir gerçek insanın nerede yaşadığı
önemli değil nasıl yaşadığı önemli. Bu bir Avrupa
ülkesi olabilir bir cezaevi de olabilir. Akıllı insan
mutlu olabilmek için istediği şartları bulamazsa
olan imkânlarla mutlu olmasını bilir.
Vize muafiyetinden yararlanarak dünyanın
birkaç ülkesini gezme fırsatı buldum. Gezmiş
olduğum ülkelerde aralarında kısmi benzerlikler
varken bir o kadar da farklılıklar vardı. Ama hem
fikir oldukları tek bir şey gördüm. “Sevgi ve inanç”
bu Hiçbir yerde değişmeyen ve her yerde önüme
çıkan bu büyük gerçeğin insanoğlu için hayata
açılan kapının anahtarıdır, kanaatine vardım. Ve o
günden sonra bu büyük değeri yaşantımda merkez
olarak gördüm ve bunu çocuklarıma öğretmeye
çalıştım. Özellikle Avrupa'da doğup büyüyen bir
Müslüman ailenin çocuğunun din ve kültür
çatışması yaşamaması kaçınılmaz bir durumdur.
Yabancı ve Müslüman ailelerin en büyük
sorunlardan biridir. Onun için ciddi bir alt yapı,
emek, sabır, tolerans ve balans gerektirir. Yani
çocuk Avrupa'da yaşadığını bilecek ama aynı
zamanda bir Müslüman olduğunu unutmayacak,
unutturmamak düşüncesi ile en küçük
çocuğumuz dünyaya geldiğinde
Muhammed adını vermek istedik.
Ancak kayıt yapan memur Mehmet
olarak yazmak istedi.
Ben ise ısrarla itiraz
ederek Muhammed
olarak kayıt ettirmek
istedim. Memur ise
“ne fark eder” dedi. Bende
madem senin için fark etmiyor
Muhammed olarak kayıt et çünkü
benim için fark eder. Benim için şu
açıdan çok önemliydi çocuğum
bir kainat efendisinin adını almış
olduğunu bilmesi ve bunu her
zaman hissetmesi.
Bu isim her anıldığında peygamber
efendimize (S.A.V) salavat getirilmesi önemi ile.
Bununla beraber asıl hayatın cennette olduğunu o
yüzden dünyada mümkün olduğunca yaşatmaya
bakmak gerekir. (yaşatmak) evet fidan dikme, kuş
besleme, evlat büyütme, umut sevin aşılama
insanlar yanındayken kendilerini cennetteki gibi
hissetmelerini. Sen sevilen biri ve bulunduğun yeri
cennete benzetmişsin demektir.
Bu konuda bu kadar hassas davranarak
bunları da çocuklarıma öğretmeye çalışırken
bulunduğum konum itibari ile ve cinayetten
yargılanıyor olmamla ne kadar çelişkili. Çünkü
örnek olabilmenin en etkileyici ve gerçekçi yönü ise
inandığı ve iddia ettiği gibi yaşamasıdır insanın.
Böyle bir şeyi yaşamış olmak ağır geldi bana ve
içimdeki benliğe. Suçlu veya suç ortağı aramaya
başladım. Tüm olanlara ve sebep olanlara kin,
nefret oluştu içimde ilk başlarda. Ta ki Amerika'da
yaşanan bir olayı gazetede okuyana kadar. Bir anne,
nişanlısı tarafından öldürülen kızının katilini af
ediyor. Sebebi ise katile karşı duyduğu kin ve
nefret onu o kadar rahatsız ediyor ki, hayatını böyle
devam ettiremeyeceğini öyle yaşayamayacağını
anlıyor ve affetmeye karar veriyor. Ne kadar doğru
ne kadar güzel ve akıllıca bir karar. Beni çok
etkiledi. Aslında dinimiz de bunu
emrediyor. (Affetmeyi).
Burada bulunmamız
arzuladığımız bir durum
değilse ve buna rağmen
buradaysak karar verilmiş
zaten. Bunu böyle kabul ederek
herkesi affetmeye karar verdim.
Rabbime şükürler olsun bu
karardan sonra ciddi bir değişiklik
ve rahatlama hissettim ve anladım ki
hiçbir problem kendini üreten evrede
çözülmez ancak bir üst evrede çözülür.
Riyad KAHRAMAN
Hatay Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
ÖRNEK HAYATLAR
32
Büyük Selçuklu Veziri:
Nizamülmülk
Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir zât olduğu için meclisi; ilim
ve sanat adamlarının toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halifesi kendisine
çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu. Âlimlere, şairlere, sanatkârlara
karşı çok ikram, ihsan ve iltifat ederdi. Birçok câmi, mescit, vakıf eserleri yaptırdı.
Şanlı unvanı “Nizam'ül-Mülk” ile tanınan
Büyük Selçuklu İmparatorluğunun büyük vezirinin asıl adı, Hasan bin Ali bin ishak el-Tusî'dir.
Devlet hizmetindeki hayâtı, babası ile berâber
Gazne Devletinin Horasan vâlisi Ebü'l-Fâzıl EsSuri'nin hizmetinde bulunmakla başladı. 1040
yılındaki Dandanakan Savaşından bir süre sonra
Alp Arslan'ın Belh vâlisi Ali bin Şadan'ın maiyetine
girerek, vilâyet işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirildi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin vefatı ile Alp
Arslan ve kardeşi Süleyman Bey arasındaki taht
mücâdelesi sırasında yerinde görüş ve tedbirleriyle dikkatleri çekti ve 1063 yılında Alp Arslan'ın
yanında hizmete başladı. Alp Arslan Sultan olunca
1064 yılında Selçuklu Devletine vezir tâyin edildi.
Zamânın halîfesi Kâim bi emrillah tarafından
Nizâmülmülk ünvânı ile taltif edildi. Bu ünvânıyla
tanındı.
Nizâmülmülk, vezir olduğu 1064'ten, şehit
edildiği 1092 senesine kadar aralıksız yirmi dokuz
sene Büyük Selçuklu Devletine, tam bir dirâyet ve
adaletle hizmet etti. Vazifeli olduğu için katılamadığı Malazgirt Meydan Muhârebesi hâriç, bütün
Selçuklu fütuhatında bulundu. Sultan Alp Arslan'
ın vefâtıyla veliaht Melikşah'ın tahta geçmesini
sağlayıp, nizam ve âsâyişin korunmasında muvaffak oldu. Sultan Melikşah'a muhalefet eden veya
başkaldıran Selçuklu prenslerinin itaat altına alınmasında büyük hizmeti geçti. Sultan Melikşah,
devletin idâresinde ona çok büyük ve geniş yetkiler
verdi. Nizâmülmülk'ün akıllı, tedbirli ve adaletli
idaresi sayesinde de, Melikşâh'ın saltanatı, aynı
zamanda Büyük Selçuklu Devletinin de en parlak
ve en şanlı devri olmuştur.
Nizâmülmülk'ün Selçuklu Devletindeki
bütün düzenleme ve değişiklikleri ciddî bir şekilde
tetkik eden, devlet idâresinde kendi görüşlerini,
icrâatını ve bunların gerekçelerini gelecek nesillere intikal ettirmek maksadıyla Fârisi olarak yazdığı
Siyâsetnâme isimli eseri, bugün siyaset ilmiyle
uğraşanların el kitapları arasında sayılmaktadır.
Siyâsetnâme'de Türk-İslâm devletlerinin idârî,
mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Tam doğru metin ve ilâvesiz
nüshası, İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesi,
Molla Çelebi kısmında 114 numarada mevcuttur.
Siyâsetnâme, birçok dile tercüme edilerek,
yayınlanmıştır.
33
ÖRNEK HAYATLAR
Nizâmülmülk, zamanında yayılmaya ve kuvvetlenmeye
çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i sünnet bilgilerinin sistemli
bir şekilde öğretilmesi sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh,
Nişabur, Herat, isfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde,
kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini kurdurdu.
Nizâmülmülk, âlim, edip ve kadirşinâs bir
zât olduğu için meclisi; ilim ve sanat adamlarının
toplandığı bir yer hâline gelirdi. Abbâsi halifesi de
kendisine çok hürmet eder, meclisinde bulunurdu.
Âlimlere, şairlere, sanatkârlara karşı çok ikram,
ihsan ve iltifat ederdi. Birçok câmi, mescit,
vakıf eserleri yaptırdı.
Büyük Selçuklu Devletine; idârî, adlî,
askerî, mâlî, sosyal ve kültürel sahada pek çok
yenilikler ve değişiklikler getirdi. Sarayı, merkezî
hükümet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı
mahkemeleri, toprak sistemini sağlam esaslar
üzerine yeniden düzenledi. Gerçekleştirdiği yeni
sistemler bâzı değişikliklerle beraber bütün Türkİslâm devletlerince devam ettirildi.
Nizâmülmülk, zamanında yayılmaya ve
kuvvetlenmeye çalışan bozuk fırkalara karşı, Ehl-i
sünnet bilgilerinin sistemli bir şekilde öğretilmesi
sağlandı. Bunun için Bağdat, Belh, Nişabur, Herat,
isfehan, Basra ve Musul gibi çeşitli şehirlerde,
kendi unvanı ile anılan Nizâmiye Medreselerini
kurdurdu. Onuncu yüzyılda Ehl-i sünnete muhâlif
cereyanların giderek yaygınlaşması sebebiyle İslâm dünyasında ortaya çıkan karışıklıkların giderilmesinde Nizâmiye Medreselerinin çok büyük
hizmeti geçti. Bu medreselerin en meşhurlarından
birisi de, Bağdat'taki Nizâmiye Medresesi olup,
asrın büyük âlimlerinden birisi olan Ebû İshak-ı
Şîrâzî burada ders vermekle vazîfeli idi.
Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri ve
Siyasetname adlı öğütler kitabı yazan Farsı devlet
adamı, siyaset bilimcisidir. Devlet yönetiminde
hayli etkili olan Nizamülmülk'ün vezirliği
Alparslan ve Melikşah dönemlerinde yayılmıştır.
İsmi Nizamülmülk yani, Mülkün Nizamı yani,
Devletin Düzeni anlamına gelir.
Nizamülmülk, 21 Zılkade 408/10 Nisan
1018 yılında İran'ın, Horasan'da Tus şehrinde
doğmuştur. Bu dönemde bu şehir Gazne Devleti
idaresinde bulunmaktaydı. İlk devlet görevini
Gazneliler sultanları için yapmıştır. Devlet işleriyle ilk olarak Gazne Devleti'nin Horasan valisinin yanında çalışarak başlayıp 1059′da Gazneliler
Horasan valisi olmuştur. 1063′den itibaren
Selçuklular devletinde Alparslan'ın Belh valisinin
yanında devam etti. 1064 yılında Büyük Selçuklu
Devleti'ne vezir olarak atandı. Alp Arslan (hüküm
süresi 1063-1072) ve Melikşah (hüküm süresi
1072-1092) hükümdarlık dönemlerinde bu önemli
vezirlik görevinde bulunmuştur. Memleketin nizamlarının kurucusu anlamında olan Nizamül-
mülk ismi Abbasi halifesi Kâim bi
Emrillah tarafından verildi.
Bir rivayete göre; fakir
ve kimsesiz bir kadın, vezir
Nizamülmülk'en bir müşkülünün
halledilmesi için yardım istemiş.
Nizamülmülk de durup
onunla konuşmaya başlamış.
Bunun üzerine vezirin
mabeyincilerinden biri
o kadını Nizamülmülk'ün
yanından uzaklaştırmak
istemiş. Vezir, mabeyincisinin
bu hareketini çok çirkin
görmüş ve “Muhakkak ki
ben sana bu gibilere
yardım edesin diye
vazife verdim”
diyerek onu haciblikten
uzaklaştırmış.
Sultan
Melikşah'ın etrafındaki
bazı hasetçiler vezir
Nizamülmülk hakkında
ileri geri konuşmuş,
hatta “Sizin
mülkünüzde ortak
olduğunu söyler”
demişlerdir. Sultan da
Nizamülmülk'e
“Eğer benim saltanatta
şerikim, mülkümde
ortağım isen bunun da
bir hükmü
vardır. Eğer vekilim ve
benim emrinde ise onun
icaplarını yerine getir” demiştir.
Nizamülmülk ise Sultan'a şu cevabı
vermiştir: “Başındaki o sultanlık tacı bendeki
divite bağlıdır. Bu ikisinin birlikte olması her şeyin
dirliği ve saltanatının kıyamını temin eder. Bu
divitin kapağını kapatırsam tacın kaybolur gider.
Bir kapıyı kırmadan önce başına gelecekleri
düşün.”
Yapmış olduğu uzun süreli vezirliği sırasında âdil ve müsamahasız idaresinde kararlı olan
Nizam'ül-Mülk'ün etrafında yavaş yavaş memnun
olmayanlar çoğaldı ve rakipler de türedi. 10 Ramazan 1092'de bir batim fedaisi tarafından şehid
edildi.
http://alperensaka.tr
EVLİLİK
34
BİR DİZİYLE BİN
PİŞMANLIK YAŞAMAYIN!
Yaz aylarının gelmesiyle sezon finallerini tamamlar televizyon dizileri.
Sıkı takipçiler ise yeni yayın dönemini iple çekerler. Öyle alışkanlık olmuştur ki
sezon boyu favori dizilerin yayınlandığı gecelere özel hiçbir program
yapılmadığından, dizi tatile girdiğinde bir boşluğa düşer izleyicileri. Ne seyredileceği
şaşırılıp, hedefsiz ve keyifsiz halde kanal değiştirilip durulur gece boyu
Uzun kış gecelerinde daha bir rağbet gören
diziler, reklam aralarıyla birlikte neredeyse üç
saatimizi alabiliyor. Bir ekrana odaklanmanın
meydana getirdiği yorgunluk, dizide cirit atan
entrikalara fazla kaptırılmasından kaynaklanan
yoğun stres hali ve diziye damgasını vuran zihin
bulandırıcı final sahnesi geceyi bitap bir halde
sonlandırmamıza sebep olabiliyor. Devamında
dizi karakterlerini nelerin beklediğini izlemek için
bir hafta sabredecek olmanın doğurduğu merak
halinin, bir sonraki bölümün yayınlanma vaktine
dek bize eşlik etmesi de cabası. Diziler öyle bağımlılık yapar ki dizinin kahramanları kimi izleyicilerin günlük yaşantılarında da başrolü oynar vaziyettedirler. Hatta dizilerdeki eşleri kendi eşleriyle,
evlilik ve ilişkileri kendilerininkiyle kıyaslama
durumu ortaya çıkar.
Eşlerin iletişimini zayıflıyor
Dizi izlenirken tıpkı sinemada film izler
gibi, dış dünyaya kapılar kapatılıp, başka bir şeyle
ilgilenilmeden ekrana odaklanılıyor. O vakitlerde
eve misafir kabul edilmiyor, aile fertlerinden biri
kaza ile bir maruzat bildirecek olsa ivedilikle
susturuluyor. Böylece adeta hipnoz olmuşçasına
dizilere kilitlenen bireylerin iletişim kurma
becerileri zayıflıyor. Bırakın ailece sohbet etmeyi,
hali hazırda var olan problemlere çare bulabilmek
için bile iletişim kurabilmek mümkün olamıyor.
Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği
Uzman Klinik Psikoloğu Orçun Aykol, televizyon
bağımlılığının eşler arası iletişimi olumsuz etkilediğinin altını çiziyor ve şöyle belirtiyor; “Kliniklerimizde çok sık rastladığımız bir durum, günümüzde
çiftlerin anlaşmakta zorlandığı bir konu haline gelen, hangi kanal ya da dizinin izleneceği tartışmasıdır. Beyler spor kanallarını, futbol maçlarını
izlemek isterlerken, bayanların dizi takipçiliği
kavgalara sebep olabiliyor. En nihayetinde çözüm
için her odaya bir televizyon alınıyor ve herkes
istediği kanal ya da programı 'yalnız' başına izliyor.
Evlerimizde, eşimiz ve çocuklarımızla birlikteyken
sürekli televizyon ve dizilerle zaman geçiriyor
olmak, eşlerin ya da aile üyelerinin birbirleriyle
olan iletişimini en aza indirmektedir. Bu, evlilikler
için başlı başına bir sorundur. Zira iletişim
kurulamayan evliliklerin zamanla daha çok
yıpranıp, bir noktada sona ermesi de muhtemeldir.
Diğer taraftan var olan sorunların konuşulup
çözülmesine engel olur. Yapılan bir çalışmada,
aralarında gerginlik olan çiftlerin televizyon
izleme sürelerinin diğer çiftlere göre daha fazla
olduğu sonucuna varılmıştır.”
Onlar gibi tepki veriyoruz
Psikolog Orçun Aykol'a göre, “Ekranlarda
izlediğimiz birçok program ruhsal dünyamızda
duygusal bir hareketlenmeye yol açabilir. Özellikle
Tv dizilerinde bazen özlemlerimiz, hüzünlerimiz,
hayranlıklarımız belki yaşayamadıklarımız çıkar
karşımıza; yani kendimizden bir şeyler bulabiliriz.
İşte bu noktada, bu sunulanlardan yoğun bir
şekilde etkilenmemiz mümkün olabilir. Dizilerde
ilgi duyduğumuz karakterler gibi güçlü olmaya ya
da hayata onlar gibi tepkiler vermeye başlarız. Bu
durum bir noktaya kadar normalken, özdeşleşme
ortaya çıktığında sorunlar yaşanmaya başlanır.
Oysa diziler kurgudur, tıpkı bizim kurduğumuz
hayaller gibi. Gerçek hayatta, kendimizi o dizi
kahramanı ile özdeşleştirip, tamamıyla onun gibi
davranmaya başladığımızda işler sarpa sarabilir.
Bu durumda hem günlük yaşantımızda hem de
evlilik ve aile yaşantımızda sorunların baş
göstermesi kaçınılmaz olur.”
35
EVLİLİK
Tv dizilerinde bazen özlemlerimiz,
hüzünlerimiz, hayranlıklarımız belki
yaşayamadıklarımız çıkar karşımıza; yani
kendimizden bir şeyler bulabiliriz. İşte
bu noktada, bu sunulanlardan yoğun bir
şekilde etkilenmemiz mümkün olabilir.
Dizilerde ilgi duyduğumuz karakterler gibi
güçlü olmaya ya da hayata onlar gibi
tepkiler vermeye başlarız. Bu durum bir
noktaya kadar normalken, özdeşleşme
ortaya çıktığında sorunlar yaşanmaya
başlanır. Oysa diziler kurgudur,
tıpkı bizim kurduğumuz hayaller gibi.
Kadın da erkek de diziden payına
düşeni alıyor
Dizi izleyen kadınların, çoğunlukla sağlam
karakterli dizi kahramanlarını örnek aldıkları
gözlemleniyor. Aldatıldığını bilen ama her şeye
rağmen evliliğini sürdürüp eşini geri kazanmaya
çabalayan bir eş, eşinden ayrılmış fakat çocukları
için hayata tırnakları ile tutunan bir anne ya da
fakir ama oldukça güçlü olan bir kadın karakter ile
kendini özdeşleştirebiliyor. Ancak izleyici olarak
sadece olumlu özelliklere sahip karakterlerden
değil kötü kalpli, hain, kıskanç, arabozucu vb.
özellikteki karakterlerden de etkilenebiliyor.
Erkek karekterlerin hayranları yine
erkekler
Erkekler ise duygusal ilişkilerden çok,
dizilerdeki erkek karakterlerin delikanlılık,
mertlik gibi özelliklerinden
etkileniyorlar. Örneğin spor yapan,
ata binen, atış talimi yapan
güçlü, zengin ve gözü kara
erkek karakterler daha fazla
ilgi görüp, örnek alınıyor.
Otomobillerinin marka ve
plakasından, tuttukları
takımlara, taktıkları
aksesuarlara kadar
takip ve taklit edebiliyorlar.
Haliyle, bu karakterin
dizide sergilediği davranış
ve tutumlardan
etkilenilmemesi de pek
muhtemel olmuyor.
Kendimizden bir parça buluyoruz
Çoğu zaman izlediğimiz karakterde
kendimizden bir parça bulduğumuz için sımsıkı
yapışabiliyoruz o karaktere. Özdeşleştiğimiz
karakter gibi davranmaya, onun tepkilerini taklit
etmeye başlıyoruz. Örneğin dizide geçen bir
aldatma vakasından etkilenip eşimize karşı şüpheci tavırlar takınabiliyoruz. “Dizideki karakterin
karşılaştığı bu olay niye benim de başıma gelmesin?” düşüncesiyle ruh dünyamızı ve evliliğimizi
karartmaya meylediyoruz.
Dizide normal olan hayatta da
normal gibi geliyor
Dizilerde insani vasıflardan çok yalan,
kıskançlık, ihanet, öfke, intikam gibi olumsuz hasletler öne çıkıyor. Reyting kaygısıyla kurgulanmış
evli insanların gayrı meşru ilişkileri, evlilik dışı
çocuk sahibi olma, aldatma, intikam alma normal
görülüyor dizilerde. Maalesef medyadaki rekabet
çılgınlığından dolayı, izleyici kitleye sunulan programların ahlaki yönü ve meydana getireceği toplumsal zarar pek umursanmıyor. Bu programlardan etkilenen izleyiciler de, eşlerine ve evliliklerine
karşı zarar verici davranışlar geliştirme eğilimi
içine giriyorlar. Hatta ileri durumlarda, hayat, acıdan ibaret olarak görülmeye; evlilikte mutlu olmanın imkansız olduğu düşünülmeye başlanıyor.
Hayatımızı farkında olmasak diziler
yönlendiriyor
Farkında olmasak da diziler hayatımızı bir
şekilde yönlendiriyor. Lüks restoranlarda, mum
ışığında evlilik yıldönümü kutlamak dizilerle
hayatımıza girdi belki de, ya da pırlanta taşlı
yüzükler, pahalı hediyeler…
Kendi değerlerimize zıt
Armağan olarak sevdiğine türkü yakanlar
çok eskilerde kalmış olmalı. Televizyon ekranına
odaklandıkça, kendi değerlerimize bütünüyle zıt
olan ilişki ve yaşam tarzlarını normal kabul
edebiliyor, hatta hayal edilen ve belki içten içe
istenen bir duruma dönüştürebiliyoruz.
Ceyda ARIN
KÜLTÜR-SANAT
36
Çağımızda adını “Halk Şa rler ” kütüğüne altın harflerle yazdıran b r şa r olarak,
daha hayatta ken ş rler nden en çok türkü bestelenen şa r ünvanına sah p olması
haseb yle hem b r türkü şa r , hem de türküleşen şa r.
Türk, türkü ve Türkçe… “Halk şiiri”
dediğimiz binlerce yıllık geçmişi olan kadim
gelenek, bu üç kelimenin kuşattığı değerlerin
tümünü kucaklayan edebi bir kavram olarak
kültürümüzün ana sütunlarından birini oluşturur.
Çünkü 'Türk' ler, binlerce yıldır 'Türkçe' konuşur
ve 'türkü' söylerler. Türküler, Türklerin yaşadığı
her coğrafyada farklı kelime ve kavramlarla
adlandırılmakla beraber, aslında Türkçe'nin en saf
ve en rafine ifadesi olan “halk şiiri”nin Türk'e has
nağmelerle terennümünden başka bir şey değildir.
Onun içindir ki, her halk şairi aynı zamanda bir
türkü şairidir ya da türküleşen şair…
İşte Abdurrahim Karakoç, çağımızda adını
“Halk Şairleri” kütüğüne altın harflerle yazdıran
bir şair olarak, daha hayatta iken şiirlerinden en
çok türkü bestelenen şair ünvanına sahip olması
hasebiyle hem bir türkü şairidir, hem de
türküleşen şair.
Alper Tunga'dan Ahmet Yesevi'ye, Yunus
Emre'den Karacoğlan'a, Şah Hatayi'den Emrah'a,
Nesimi'den Seyrani'ye, Pir Sultan'dan Dertli'ye,
Karacoğlan'dan Aşık Veysel'e, Dadaloğlu'ndan
Aşık Şenlik'e, Kul Himmet'den Sefil Selimi'ye, Deli
Boran'dan Neşet Ertaş'a, Köroğlu'ndan
Abdurrahim Karakoç'a kadar yüzlerce, hatta
binlerce halk şairi vardır ve biz bunların hepsini
Türk'ün, Türkçe'nin ve Türkü'nün ses bayrakları
olarak gönüllerimizde saygıyla ağırlarız.
Yalnız şu var ki, Türk halkının dilini
incelikten mahrum kaba saba köylü lisanı; şiirini,
ilkel parmak hesabına dayalı 'hecâ vezni';
türküsünü, tezek kokan köy nağmeleri olarak
nitelendiren dünün ve bugünün jakoben aydınları
kabul etmeseler de gerçek budur ve bu gerçek dün
olduğu gibi bugün de apaçık ortadadır. Böyle
olmasaydı akademisyeninden okuma yazma
bilmeyenine, cami cemaatinden âyin-i cem ehline,
dindarından ateistine, Türküçüsünden islamcısına, muhafazakarından liberaline, ülkücüsünden
devrimcisine her görüş, meşrep, meslek ve
mezhepten insanların Abdurrahim Karakoç'un
şiirlerinde kendilerinden mutlaka bir şeyler
bulmalarını izahta zorlanırdık.
37
KÜLTÜR-SANAT
Karakoç'u 'kalem şairi' kimliği ile
tanımayan geniş kitleler ise, onu, son yıllarda türkü
formunda bestelenen şiirleriyle, yani o güzel
türkülerin, o anlamlı ve etkileyici sözlerini yazan
kişi olarak tanıdılar. Bu türkülerin başında da
elbette Mihriban geliyor. Bestesinin şairini, şiirin
bestecisini böylesine yaygın bir şöhrete
kavuşturduğu ikinci bir eser bulmak zordur.
dayanamayıp; “bu şiir, bugün hayatta olan dostum,
ağabeyim, Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi
Abdurrahim karakoç'a ait; 'Suları Islatamadım'
aynı zamanda şairin son şiir kitabının da adı”
dedim. Orada bulunanların manidar bakışları
karşısında ısrar edecek hali kalmayan Musa
Eroğlu'nun 'çaktırmadan çark edişini' hiç
unutmuyorum.
Karakoç'un şiirlerini 60'lı yılların başında
besteleyerek ilk defa 45'lik plağa okuyanlardan biri,
hemşehrisi ünlü halk ozanı Âşık Mahzuni Şerif
olmuştur. Daha sonra, 1970'li yıllarda Zekeriya
Bozdağ'ın
“Unutmak Kolay mı deme
Unutursun Mihribanım”
sözleriyle başlayan şairin bir başka Mihriban şiirini
besteleyerek plağa okuduğunu görüyoruz. Zaman
içinde Musa Eroğlu, Ekrem Çelebi, Hasan Sağındık
ve Bayram Bilge Tokel başta olmak üzere çeşitli
sanatçılar Karakoç'un şiirlerinden çok sayıda beste
yapmışlardır.
Üstadın başına gelen buna benzer sayısız
olaydan birini daha hatırlıyorum: Yaklaşık aynı
yıllarda, Abdurrahim Ağabey, Ali Akbaş ve birkaç
dostla birlikte bizim evde sabahladığımız
sazlı/sözlü bir sohbet gecesinde yazıp da bana ithaf
ettiği meşhur “Sultanım” (İkinin Biri) şiiri, daha
sonra Ekrem Çelebi tarafından bestelenmiş ve TRT
tarafından da “yılın en çok sevilen türküsü”
seçilmişti. “Can özümden besmeleyi çekende/Dil
yanmazsa ben yanarım sultanım/Hak uğruna bir
sefere çıkanda/Yol yanmazsa ben yanarım
sultanım” dizeleriyle başlayan bu türkünün
sözlerinin de, önce Ekrem Çelebi’ye mal edilmesini,
daha sonra TRT’nin o anlamsız ‘beste türkü’
yasağına takılmaması için bizzat TRT tarafından
anonim ilan edilmesini ve bilahare iş mahkemeye
intikal edince Abdurrahim Ağabeyin hakkının
teslim edilmek zorunda kalınışını da hiç
unutmuyorum.
Bu arada Karakoç'un yaşayan bir şair
olduğundan habersiz, ona ait şiirlerin ya anonim, ya
da eski devirlerin ismi fazla bilinmeyen halk
şairlerine ait olduğunu zannederek beste
yapanların bulunduğunu da söyleyelim. Bunlardan
birinin de Mihriban'ın bestecisi Musa Eroğlu
olduğuna yıllar önce bizzat şahit olmuştum: 1990'lı
yılların başında, Hacı Bektaş Veli Anma
etkinliklerine katılmak üzere gittiğimiz Hacıbektaş'da, kaldığımız otelin bahçesinde Ali Ekber
Çiçek, Nejat Birdoğan, Muhlis Akarsu, Musa Eroğlu
ve Belkıs Akkale ile birlikte muhabbet ediyor, çalıp
söylüyoruz. Bir ara Musa Eroğlu “size yeni bir
bestemi okuyacağım” diyerek, sözleri Karakoç'a ait
Suları Islatamadım adlı türküyü okumaya başladı.
Türkü bittiğinde Nejat Birdoğan Eroğlu'na “Yahu
Musa bu şiirin çok başka bir havası var, çok güçlü
bir şiir, kimin?” diye sorduğunda Musa Eroğlu “18.
Yüzyıl halk ozanlarından birinin” diyerek cevap
verdi. Ben önce şaka yaptığını düşünerek “kime ait
olduğunu ben biliyorum” dedim. Nejat Birdoğan'ın,
“bu şiirin dili, üslubu, imajları ve sesi çok yeni, bir
yanlışlık olmasın?” demesi de kar etmeyince
Beni etkileyen bir başka ilginç anekdot
daha: Geçtiğimiz yıl Yozgat’ın merkez köylerinden
birinde, ömrü dağlarda bayırlarda çobanlık yaparak
geçen seksen küsur yaşındaki Mehmet Amcadan
türkü derliyorum. Bir ara durdu, bana dönerek,
“Eski devirlerde yaşamış bir şairin çok sevdiğim bir
şiirini okuyacağım şimdi size” diyerek başladı
Karakoç’tan Anadolu Sevgisi adlı şiiri okumaya…
Şiir bitince, ne kadar inandı tam bilmiyorum ama,
Mehmet Amca’ya da Karakoç’un günümüz
şairlerinden olduğunu anlattım. Fakat Yozgat’ın bir
dağ köyünde, ömrü çobanlıkla geçmiş yaşlı bir
amcanın, tıpkı Karacoğlan’dan şiir okuması, türkü
söylemesi gibi Abdurrahim Ağbi’den ezbere şiir
okuması beni müthiş duygulandırdı ve
heyecanlandırdı. Halka mal olmak, gerçek sanatçılık, hakiki şairlik böyle bir şey olsa gerek.
KÜLTÜR-SANAT
38
p,
gar ,
m
ü arıp
önl
lı g d m v rıp,
ş
a
e
y
d
çıka .
üm
ım
Göz lvaray endenl yorum
ya l ğ b a ge
ben m san
attı
Kim, nasıl, ne zaman yapar bilemiyorum
ama, Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinden
yapılmış bestelerin sıhhatli bir envanterinin
çıkarılmasında büyük fayda var. Yukarıda anlatılan birkaç anekdottan da anlaşılacağı gibi daha
şimdiden bilerek ya da bilemeyerek Karakoç'un
şiirleri başkalarına mal edilmeye çalışılıyor.
Mümkün olsa da, bu besteler notalarıyla
birlikte müstakil bir kitapta toplansa… Bu bestelerin sayısı, türü, niteliği, formu yönünden tesbit
edilerek kayıt altına alınması, müzik kültürümüz
için olduğu kadar geleceğin müzik araştırmacıları,
müzikologları ve etnomüzikoloğları için de çok
önemli.
Karakoç, binlerce yıllık geçmişi olan
heceyle şiir yazma/söyleme geleneğinin çağımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak daha
hayatta iken söz mülkünün sultanlarından oldu.
Çünkü o bu dünyaya şair ataları Yunus, Fuzuli,
Nef'i, Karacoğlan, Dadaloğlu gibi adeta sırf şiir
yazmak/söylemek üzere gelenlerden biriydi.
Yunus kadar imanlı, Fuzuli kadar yüreği
yanık, Nef'i kadar öfkeli, Karacoğlan kadar
duygulu, Köroğlu kadar yiğit ve Dadaloğlu kadar
cesurdu. Şairliği; dünyevî ve insanî sorumlulukları
yanında dinî sorumluluklarını da yerine getirmeye
yetecek soylu bir meslek olarak seksen yıl onurla
taşıdı.
Bir başka söyleyişle Müslüman, Türk ve
şair olmanın kendisine yüklediği sorumlulukların
çok büyük bir bölümünü yazdığı şiirlerle deruhte
ettiğini düşünüyorum. Çünkü ülke, millet ve devlet
olarak son altmış yılda başımıza gelip de
Karakoç'un şiirlerinde tema olarak yer almayan bir
konu hemen hemen yoktur.
,
kn ,
y
e
kn
fk
m ö hmet e k n
ı
t
k
Bıra b r ra n n zev rum
e
o
um
old sevm a gel y
n
n
e
a
s
ım s
tatt
Mirasçısı olduğu büyük halk şairleri gibi,
halkın sözcülüğünü gönüllü olarak üstlenip,
özellikle siyaset ve bürokrasi kurumuna yönelik
zaman zaman çok ağır eleştirilerde bulundu.
Karakoç kişisel çıkar peşinde değil, milletinin ve
devletinin çıkarı peşinde olduğu ve bunu da hep
yüksek sesle haykırdığı için içtenliğinden ve
dürüstlüğünden kimse şüphe etmedi.
Hak bildiğini Hak için yazdı, Hakkın
ve hakikatin yolundan hiç sapmadı
İmanının heyecanını, milletine ve onun
değerlerine olan bağlılığını; haksızlık, hırsızlık,
ahlaksızlık ve sahtekarlıklara öfkesini korkusuzca
haykırdı. Gözünü budaktan, sözünü yasaktan
esirgemedi. Hak bildiğini Hak için yazdı, Hakkın
ve hakikatin yolundan hiç sapmadı. Ne eğildi, ne
büküldü.
Yemin adlı şiirinde üstad;
Mazlumlar hakkını almayıp ele
Günü gün edersem zalimler ile
Evdeşim, öz kızım, öz oğlum bile
Susarsam hakkını helal etmesin
Allah rızasıdır arzum, emelim!
Bu necip milleti ondan severim
Hazreti Muhammed (SAV) gerçek rehberim,
Susarsam, hakkını helal etmesin.
Hiç susmadın büyük şair, Aziz Ağabey!
Onun için sadece evdeşin, öz kızın ve öz oğulların
değil, herkes, Türk milleti sana hakkını helal etti.
Mübarek cuma günü kılınan cenaze namazına
gelenlerin çokluğu ve çeşitliliği bunu gösteriyordu.
Mekanın Cennet, kabrin nur olsun,
Bayram B lge Tokel
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
Normal bir insan, her yıl yaklaşık 430
2.000 kilometre uzunluğundaki Büyük
böcek yutar (yanlışlıkla tabii).
Mercan Resifi, dünya üzerinde yaşayan
Tek bir çavdar tohumu, 640 kilometre
en büyük canlı.
uzunluğunda kök verebilir.
Otistiklerin %65′i aynı zamanda solak.
Meşe ve kayın ağacından buharlaşan hava
bir gün içinde yaklaşık 100 litreyi bulur.
Kelebekler arka ayakları ile koku alır ve
duyargaları dokunma ile aktif hale gelir.
Tipik bir hortum, 8.000 megaton
bombaya eşdeğer enerji ortaya çıkarır.
Kutup ayıları saatte 40 kilometre hızla
koşabilir ve 1,8 metre yükseğe
Sağ elini kullanan insanlar solaklardan
sıçrayabilirler.
ortalama 9 yıl daha fazla yaşar.
İnsan vücudunda bulunan damarların
Eğer ayağınıza soğan sürerseniz, yaklaşık
uzunluğu yaklaşık 100 bin kilometredir.
bir saat sonra tadını almaya başlarsınız;
Bu uzunlukta bir iple, dünyayı 2,5 kez
çünkü kan damarlarınıza işler.
çevrelemek mümkün.
İnsan vücudunun 3 santimlik bir
Her 9.300 yılda bir, bir insan düşen bir
kısmında bile en az 20 milyon
göktaşı altında kalarak can veriyor.
mikroskobik canlı yaşar.
Bir nötron yıldızının en ufak bir parçası
bile 100 milyon ton ağırlığında olabilir.
Bir salyangoz 3-4 yıl boyunca uyuyabilir;
bu süre içinde besine ihtiyaç duymaz.
Şimdiye kadar bisikletle yapılan en
yüksek hız saatte 268 kilometredir.
Finlandiya'da yetişen çam ağaçlarının
kökü 50 km.den fazladır.
Zürafalar, susuzluğa develerden daha
Okyanuslarda bulunan tuz miktarı, tüm
uzun süre dayanabilir.
kıtaları 150 metre derinlikte kaplayacak
Karanlık bir odada tutulan bir japon
kadar fazladır.
balığının rengi gitgide solacaktır.
El tırnağı Ayak tırnağından çabuk uzar
Şehzadeler
Şehri Manisa
Yemyeşil ormanları, tertemiz havası,
tarihi yapıları, şifalı suları ile ünlü
Manisa, gürültü ve kalabalıktan uzak,
sakin bir gezi isteyenler için en
ideal rotalardan.
Tarihteki adı ''Magnesia'' olan Manisa, ''Şehzadeler şehri''
olarak da biliniyor. Aynı zaman da mesir macunu ile de ün yapan
Manisa hem damak zevkinize hem de gözlerinize hitap edecek bir şehir...
GEZİ
42
"Şehzadeler Şehri" olarak bilinen, tertemiz havası, şifalı kaplıcaları,
çoğu Osmanlı döneminde kalma tarihi yapıları ve yemyeşil ormanları ile Manisa
gürültü ve kalabalıktan uzak, sakin bir gezi isteyenler için en ideal rotalardan.
Sizin de yolunuz bu güzel şehre düştüyse Manisa'da gezilecek yerler
listemize bakmadan gezi rotanızı oluşturmayın.
Tarihi Yapılar
Manisa, özellikle Osmanlı döneminde en
önemli yerleşim yerlerinden biriydi. Şehzade şehri
olarak bilinen Manisa'da görebileceğiniz tarihi
yapıların başında Manisa Kalesi geliyor. Kalenin
yanı sıra tarihi Manisa Muradiye Camii, İvaz Paşa
Camii, Rum Mehmet Paşa Bedesteni, Kurşunlu
Han ve Cumhuriyet Hamamı da Osmanlı devrinden kalma görülebilecek yapılardan. Manisa'nın
tarihine dair daha fazla bilgi sahibi olmak isterseniz Manisa Müzesi'ni de gezebilirsiniz.
Örenyerleri
Manisa yalnızca Osmanlı devrinde değil,
binlerce yıldır Anadolu'dan geçmiş uygarlıklar için
de önemli bir merkez olmuştur. Lidya uygarlığına
ait ve Anadolu'nun en büyük tümülüsleri olan Bintepe Tümülüsleri Manisa'da mutlaka görmenizi
önerdiğimiz bir örenyeri. Bunun yanı sıra yine
Lidyalılardan kalan Sidas Antik Kenti ve Sart Antik
Kenti de Manisa gezilecek yerler listenizde olması
gereken gezi noktalarından.
Kaplıcalar
Manisa tarihi ile olduğu kadar kaplıcaları
ile de ünlü bir şehir. Şifalı suların her yıl binlerce
kişiye sağlık dağıttığı Manisa kaplıcaları arasında
en ünlüleri ise Urganlı Kaplıcaları ve Kurşunlu
Kaplıcaları. Bolca dinlenip sağlık bulacağınız bir
tatil için Manisa kaplıcalarını ziyaret edebilirsiniz.
Doğal Güzellikler
Yemyeşil ormanları, bol oksijenli havası ve
bozulmamış doğası ile Manisa sakin ve huzurlu bir
ortamda gezip tatil yapmak isteyenler için en ideal
yerlerden biri. Manisa Ormanları, Spil Dağı Milli
Parkı ve Ağlayan Kaya doğa gezileriniz sırasında
mutlaka görmenizi önerdiğimiz yerlerden.
Muradiye Cami
Manisa'nın il merkezine bağlı olan Sultaniye semtindeki Muradiye Camii, Mimar Sinan
Eserleri arasında gösteriliyor. Mimar Sinan'ın
90'lı yaşlarında projesini çizdiği cami, Koca Sinan'
ın talebelerinden olan Mimar Mahmut Ağa tarafından inşasına başlanmış, fakat Mahmut Ağa'nın
ani ölümü nedeniyle caminin yapımına Mimar
Mehmet Ağa devam etmiştir. Mimar Sinan yaşı
itibariyle sadece projesini çizdiği bu camiyi hiç
görememiştir. Cami, Osmanlı mimarisinin genel
özelliklerini taşımakta. III. Murat adına inşa
edilmiş olan külliyenin bir parçası olan caminin iki
minaresi bulunuyor. Yanında ise külliyenin diğer
parçaları olan imarethane ve medrese yer alıyor.
Urganlı Kaplıcaları
Manisa'nın termal bölgeleri arasındaki
Urganlı Kaplıcaları, çevresindeki termal otellerle
ve sunduğu doğal güzelliklerle huzur dolu bir tatil
imkanı sunuyor.
Bölgenin tercih edilmesinin önemli sebeplerinden biri termal sulara sahip olmasıdır. Urganlı Kaplıcaları, Turgutlu'ya 17 kilometre uzaklıkta
olup, il merkezine 54 kilometre uzaklıktadır.
Bikarbonatlı, sodyumlu ve karbondioksitli suya
sahip olan kaplıcaları; kırık-çıkık, romatizma,
kireçlenme, siyatik, egzama, hemoroid ve bağırsak
hastalıkları tedavi edilmektedir. İzmir-Ankara
karayolu üzerinden Urganlı yoluna devam ettiğinizde kolaylıkla ulaşabilirsiniz. İzmir Adnan Menderes Havalimanı kaplıcaya 70 kilometre uzaklıktadır. Yolculuğunuz sırasında havalimanını ulaşım
için tercih edebilirsiniz. Urganı Kaplıcaları'nın
yanı sıra şehirde Kurşunlu Kaplıcaları da bulunmaktadır. Güzel ve sağlıklı bir tatil için Urganlı
Kaplıcaları tercih edebileceğiniz yerler arasında.
Dünyada gerçekten “Tarzan”a sahip tek bir kent vardır. Manisa! Manisa
Tarzanı'ndan bahsetmeden Manisa anlatılmış sayılmaz. Manisa Tarzanı gerçek
bir doğa ve insan aşığıdır. Ömrünü Manisa'da bu uğurda harcamıştır.
Çevrenin gerçek duyarlılığı ve çevreciliğin hakiki üstadı O'dur. Gercek adı:
Ahmet Bedevi olan Manisa Tarzanı, İstiklal madalyası sahibidir.
Bintepe Tümülüsleri
Anadolu'nun en büyük Tümülüsleri olan
Bintepe Tümülüsleri, Manisa'nın Salihli ilçesi
sınırlarında bulunmaktadır. Lidya krallığının
büyüleyici Tümülüsleri bölgenin en önemli turistik noktalarından biridir. Bintepe Tümülüsleri'nin
en büyüğü 35 metre çapında, çevresi ve dairesi 1115
metre, yüksekliği ise 69 metre olan Alyattes mezarıdır ve bu bilgiyi antik çağ tarihçilerinden Heredot
vermiştir. Sardes Antik Kenti yolu üzerinden 2 saat
sürecek araç yolculuğuyla ulaşmanız mümkün.
Manisa tatilinize bu görkemli Lidya krallığına ait
Tümülüsleri mutlaka ziyaret edin. Sidas Antik
Kenti, Manisa Kalesi ve Ağlayan Kaya şehrin diğer
turistik alanlarındandır.
Tarzanı gerçek bir doğa ve insan aşığıdır. Ömrünü
Manisa'da bu uğurda harcamıştır. Çevrenin gerçek
duyarlılığı ve çevreciliğin hakiki üstadı O'dur.
Gercek adı: Ahmet Bedevi olan Manisa Tarzanı,
İstiklal madalyası sahibidir. Siyah bir şortla dolaşan yaz ve kış üzerinde madalyasını taşıyacak bir
gömleği bulunmayan, ağaçların ve doğanın savunucusu bir bilge ruhtur! Manisa Dağcılık Klübü
öğrencilerinden Engin Kongar'ın bir dağ tırmanışı
sırasında düşüp ölmesinden 3 yıl sonra onun adına
yapılan anıtın açılışında Manisa Tarzanı da vardır
ve o da bir zamanlar karısını bir dağ yolculuğu
sırasında bir uçurumda kaybetmiştir ve gözü yaşlı
anneye şöyle der:“Anneciğim hiç merak etme, ben
anıtın çiçeklerine bakar, onları hiç soldurmam.”
Sidas Antik Kenti
Manisa'nın tarihini içinde gizleyen Sidas
Antik Kenti, Saittai ismiyle de bilinmektedir.
Detaylı bir kazı çalışması yapılmayan Sidas Antik
Kenti Lidyalılara aittir. Tarihinde önemli roller
üstlenen antik şehire Türkler Sidas ismini
vermiştir. Demirciler ilçesinde bulunmaktadır ve
detaylı bir kazı yapılmasa da kentin içinde birçok
mimari parça vardır. İsim anlamı ise güzel, kutlu
orman anlamlarına gelir. Sidas Antik Şehri'nin ortasından bir dere geçer ve bu dere etrafında Roma
ve Lidya kalıntıları bulunur. Bu kent Manisa gezinizde sizi çok heyecanlandıracak ve bol bol keşif
yapma fırsatı bulacaksınız. Giriş kapısı, hükümet
binası ve açık hava tiyatrosu dikkatinizi çekecek
yapılar arasındadır. Sidas Antik Kenti tüm
gizemiyle sizleri bekliyor.
Spil dağında bir kulübede yaşardı Tarzan,
ne yatağı ne de yorganı vardı. Üzerine gazete serdiği tahta divanda yatıp kalkardı. Daima soğuk su ile
yıkanırdı. Saç ve sakallarını özenle tarar ve bitkilerden yaptığı kokuları sürerdi. Ulusal bayramlarda göğsünde bir palmiye yaprağı ve onun üzerinde
istiklal madalyası ile gurur içinde törenlere
katılırdı. Tarzanı ve onun yüce ruhunu bilmeyen
bir Manisalı kalmamıştı. O bir Aşk'tı. O bir insandı!
O tertemiz bir ruhtu. Belli bir lokantada yemeğini
yer ve borcuna karşılık olarak o lokantaya su taşırdı. Borçlu kalmayı sevmezdi. Güçlü bir insanda
olması gereken tüm özellikleri taşıyordu. Bir efsane gibi yaşadı, asla mal ve servet peşinde koşmadı.
Özgür ruhlu yaşamayı hep temel esas olarak aldı.
Toplumsal hayata katıldı. O, bugün bile Manisa'da
bir efsanedir. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı ve Manisa'nın ağaçlandırılmasında gösterdiği olağanüstü
emeği ile tüm Manisalılar'ın sevgilisi oldu. 31
Mayıs 1963 tarihinde gözlerini hayata yumdu.
Onun adına makaleler, yazılar yayınlandı. Hayatı
filme aktarıldı. O yaşadı ve yaşattı!
Manisa Tarzanı
Dünyada gerçekten “Tarzan”a sahip tek
bir kent vardır. Manisa! Manisa Tarzanı'ndan
bahsetmeden Manisa anlatılmış sayılmaz. Manisa
GEZİ
44
Osmanlı Mesir Macunu
Mesir'den bahsetmeden de olmaz. Manisa’nın şifalı macunu. “Osmanlı Padişahı Yavuz
Sultan Selim'in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman'ın
annesi olan Hafsa Sultan Manisa'da bir hastalığa
yakalanır. Hastalığına çare bulunamaz. Hafza
Sultanın yaptırdığı Sultan Camii Medresesi'nin
başına Merkez Efendi getirilir. Merkez efendi bitki
ve baharat karışımından oluşan bir macun hazırlar. 41 çeşit baharatın karışımından hazırlanan bu
macunu yiyerek sağlığına kavuşur Hafza Sultan.
Hastalara bu macunun verilmesini emreder.
Halktan gelen yoğun istek üzerine kağıtlara sardırılan macunlar, Sultan Camii'nin kubbe ve minarelerinden saçılır. Bu bir geleneğe dönüşür ve her
yıl 21 Martta Sultan Camii önünde halk toplanır ve
böylece Manisa Mesir Şenlikleri doğmuş olur.
Tabii ki çoğu öykü tarzı ancak, o kayanın altındaki
tanıtım yazısında şunlar yazıyor: “Tantalos'un kızı
olan ve Thebai kralı Amphion ile evlenen Niobe'
nin yedi kız, yedi erkek 14 çocuğu olur. Tanrıça
Leto'nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere
sadece iki çocuğu vardır. Niobe'nin her fırsatta çocuklarının çokluğu ile övünerek kendisini küçümsemesi Leto'yu kızdırır. Bunun üzerine Apollon
Niobe'nin oğullarını, Artemis ise kızlarını oklarıyla
öldürürler. Niobe çocuklarının cesetleri başında
günlerce ağlar Sonunda Zeus Niobe'nin acısına son
vermek için onu Spil Dağı eteklerinde bir kaya
haline getirir.” Antik çağdan bu yana öyküsü dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen bu
kaya, yakından bakıldığında doğal bir taş, biraz
ilerideki dere kenarından bakıldığında ise kadın
başı şeklinde görünmekte.
Neden Şehzadeler Şehri
Gerek Manisa'da yaşamış şehzadelerin
çokluğu gerek Osmanlının en büyük padişahlarının önemli bir bölümünün burada sancak beyliği
yapmaları şehri haklı bir şöhrete kavuşturmuştur.
Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, II.
Selim, III. Murat, III. Mehmet sancakbeyliği yaptıkları bu şehirde devlet yönetmenin staj ve
eğitimini görmüşlerdir.
Manisa Lalesi
Manisa'nın bir simgesi haline gelen Manisa Lalesi'den de kısaca bahsedelim biraz... Manisa
Lalesi Spil dağında kendi kendine yetişiyor. Şehre
otobüsle girerken, Spil dağının rengarenk Manisa
Lalesi ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz... Manisa Lalesi en çok bir "düğünçiçeği" ailesi olan "anemon" ile çok karıştırılıyormuş. Çünkü "anemon"
makilik alanlarda yetişirmiş. Manisa Lalesi ise
daha yükseklerde yetişiyormuş... Ama Manisa
Lalesi'ne sahiplenen halk da, Spil'de Manisa'ya
özgü bir anemon türünün yetiştiğini iddia ediyor...
Bu Lale türü eksi 15 dereceye kadar soğuklarda bile
yetişebiliyor, Mart-Nisan aylarında çiçekleniyormuş. Çiçekler genelde koyu mavi renkte, fakat açık
mavi, beyaz ve pembe çiçekli olanlarına da
rastlanıyormuş...
Ağlayan Kaya Niobe
Spil Dağı'nın kuzeybatı eteklerinde,
Çaybaşı deresinin doğu kenarında, Niobe diye
anılan, kadın başı şeklinde, kurşuni bir kaya var.
Şehir içinde turlarken, buraya da gidip bu kayayı
görmek kısmet oldu bana... Bu ağlayan kaya için
çok değişik efsaneler anlatıyorlar Manisa'da...
Türker ERCAN
45
CANLILAR ALEMİ
Baykuşlar Kafalarını
270 Derece Nasıl Çevirir?
Baykuşlarda büyük atardamarın insandaki gibi boynun
yan tarafında değil, omuriliğin hemen önünden, dönme merkezine
yakın bir yerden geçtiğini ortaya koydu. Böylece bu damarlar
daha az dönme ve gerilmeye maruz kalıyor ve
zarara uğrama ihtimali azalıyor
ABD'deki John Hopkins Üniversitesi Tıp
Fakültesi'nden Dr. Phillippe Gailloud baykuşların
bu soruna birden fazla çözüm ürettiklerini söylüyor. Baykuşlar gece avlandığı için başlarını bu
şekilde çevirmek zorunda; çünkü gözleri kafatasındaki göz çukurlarında sabit durumda bulunuyor. Bu yüzden görüş alanlarını değiştirmek için
başlarını hareket ettirmek zorundalar. Baykuşların boynu insan boynundan daha esnek: Onlarda
14 boyun kemiği varken bizde 7 tane var. Ama
bundan ziyade baykuşun oksijenli kanı beynine
taşıyış şekli etkileyici bir yaratılış mucizesi.
Dr. Gailloud ve bilim tasarımcısı Fabian de
Kok-Mercado, 12 ölü baykuş üzerinde ayrıntılı bir
anatomi çalışması yürüttü. Çalışma, baykuşlarda
büyük atardamarın insandaki gibi boynun yan tarafında değil, omuriliğin hemen önünden, dönme
merkezine yakın bir yerden geçtiğini ortaya koydu.
Böylece bu damarlar daha az dönme ve gerilmeye
maruz kalıyor ve zarara uğrama ihtimali azalıyor.
Bu sadece baykuşa değil, diğer kuşlara da
özgü bir durum. Fakat baykuşu diğerlerinden
ayıran, boyun kemikleri arasında ana atardamara
daha geniş bir alan sağlanmış olması. Dr. Gailloud,
insanda boyun kemikleri arasındaki boşluğun
sadece damarı barındıracak genişlikte olduğunu,
fakat baykuşta bu kanalın damardan 10 kat daha
geniş ve hava torbacığıyla kaplı olduğunu söylüyor.
Baykuşlar ana atardamara ek olarak bağlantı sağlayan ve kan için alternatif dolaşım yolu
olanağı sunan çok sayıda küçük damara da sahip.
Böylece başı çevirirken ana damar engellenirse de yedek damarlar devreye girebiliyor. Baykuşların boyun arterinin kafatasının alt bölümüne
yakın bir yerde geniş bölmelere sahip olduğu ve
bunların da kan rezervuarı olarak işlev gördüğü de
tespit edildi.
Master tezini baykuşlar üzerine yapan
Kok-Mercado, "baykuşlarla ilgili bilinebilecek her
şeyi bildiğimizi sanıyorduk, ama teknoloji sayesinde yeni özelliklerini keşfediyoruz" dedi. Bu çalışma
Science dergisi ile ABD Ulusal Bilim Vakfı'nın
ortaklaşa düzenlediği 2012 Uluslararası Bilim ve
Mühendislik Görselleri'nin afiş ve grafik ödülünü
aldı.
bilimveteknoloji.org
BİLİM TEKNOLOJİ
46
Bermuda Şeytan Üçgeninin
Sırrı Nedir?
Bermuda üçgeni, Atlantik okyanusunun 500.000 mil karelik bir alanını
kaplayan, Amerika' nın Atlantik okyanusuna açılan güneydoğu sahillerinde
yer alan, kuşbakışı bakıldığında ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico
sınırları içerisinde kalan üçgen şeklinde bir alandır
Elinize bir harita alıp bakınca üçgen şeklinde görülen bu bölgede, bu zamana kadar açıklanamayan birçok esrarengiz olay gerçekleşmiştir.
Kaybolan gemi, uçak ve insanların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle uzun bir dönem
lanetli yer veya şeytanın üçgeni gibi isimlerle
anılmıştır, hatta günümüzde de bu isimleri zaman
zaman kullanmaktayız.
Bermuda üçgeni, Atlantik okyanusunun
500.000 mil karelik bir alanını kaplayan, Amerika'
nın Atlantik okyanusuna açılan güneydoğu
sahillerinde yer alan, kuşbakışı bakıldığında ise
Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları içerisinde
kalan üçgen şeklinde bir alandır. Okyanusun bu
kısmında yüzlerce gemi ve uçak enkazı bulunur.
Son 100 sene içerisinde batan gemi, düşen uçak ve
kaybolan insan sayısı 1000′lerle ifade ediliyor.
Bu bölgede suyun altında çok büyük mıknatıs maden kaynaklarının yer aldığı ve bu nedenle
uçakların bu yoğun manyetik çekimden etkilenerek elektronik sistemlerinin bozulduğu, buna bağlı
olarak da düştükleri söyleniyordu. Buna o kadar
uzun seneler inanıldı ki, kimilerine göre başka bir
açıklaması kesinlikle olamazdı. Fakat diğer taraftan biraz düşünürsek, eğer böyle bir şey olsaydı
gemiler niye batıyor?
Yoksa bir gemiyi bile çekip yutabilecek
kadar kuvvetli miydi bu manyetizma? Kesinlikle
hayır. Eğer mıknatıs etkisi olsa ve zıt kutuplar
prensibiyle gemi çekilse bile, su yüzünde duran bir
gemiyi batıracak kadar güç üretebilmesi mümkün
olmazdı. Ayrıca o bölgede yapılan ölçümler aşırı
veya normalin üstünde bir manyetik alan
olmadığını defalarca kanıtladı.
Bermuda üçgeninin sırrı çözülmüş fakat herşeyi henüz tam olarak
bilinememektedir. İleriki yıllarda “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak bilinen
bölgenin, yapılmakta olan araştırmalar ışığında her şeyi öğrenilecektir
Bölgede asıl şüphe uyandıran ise, insanların “denizde beyaz bir su oluşuyor” şeklinde ifade
ettikleri sıradışı olaylardı. Bunun üzerine robot
kameralı su araçlarıyla yapılan dalışlar sonucunda
suyun tabanının bembeyaz bir örtüyle kaplı olduğu
görüldü ve batan gemi ve uçak enkazlarının hepsi
bulundu. Şu an en kuvvetli ihtimal olarak ortaya
atılan güncel teoriye göre, bu tabaka denizin dibinde yer alan büyük doğalgaz kaynağından çıkan
gazların suyun altında yüksek basınç ve düşük sıcaklığın etkisiyle katılaşıp beyaz hidrat parçacıkları haline gelmesi şeklinde açıklanıyor.
Bu bölgeden aynı zamanda Gulf Stream
adı verilen bir sıcak su akıntısı geçer. Suyun
tabanındaki hidrat parçacıkları sıcak su akıntısıyla
karşılaştıklarında eriyip su yüzüne doğru harekete
geçerler. Bunun sonucunda binlerce metreküp
doğalgaz suya karışmış olur ve suyun yoğunluğunu
çok azaltırlar. O esnada bölgeden geçen bir gemi
varsa, yoğunluk farkından dolayı suyun kaldırma
kuvveti gemiyi taşıyamaz ve gemi batar. Sıcak su
akıntısıyla beraber hidritlerin erimesi bittiğinde su
yüzünde oluşan bu beyaz tabaka da yok olur ve
gemi sanki az önce orada değilmiş gibi gözden
tamamen kaybolur.
14.00 civarında Florida'daki Fort Lauderdale
donanma üssünden ayrıldıktan sonra pilotlar uçuş
koşullarının gayet iyi olduğunu bildirmişlerdi.
Fakat sonra Bermuda Şeytan Üçgeni'nde
birden bire yok oldular. Flight 19 uçağından son
haber alındığında büyük bir deniz uçağı arama
çalışmaları için yola çıkmıştı ve beş bombardıman
uçağının tahmini yerine varıldığında alınan bir
sinyal bir müddet sonra aniden yok oldu. Aynı gün
birkaç saat içinde altı uçağın kaybolmasından
sonra tarihin en büyük arama çalışmaları başladı.
Fakat uçaklara ait tek bir parça bile bulunamadı.
Bermuda üçgeninin sırrı çözülmüş fakat
herşeyi henüz tam olarak bilinememektedir. İleriki yıllarda “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak bilinen bölgenin, yapılmakta olan araştırmaların
ışığında her şeyinin öğrenileceğini düşünüyorum.
Şeytan üçgeninde kaybolarak en fazla
ünlenen olay “Flight 19″ idi. Oysa aynı zamanda
çok sayıda uçak kaybolmuştu. Bunlar ikinci dünya
savaşında Amerikan donanmasına ait bombardıman uçaklarıydı. Grumman IBM Florida Avenger
tipindeki beş uçak, 5 Aralık 1945 tarihinde saat
www.bilgiustam.com
Aynı şekilde su yüzeyinden havaya dağılan
gazlar, atmosferdeki havadan bile daha az yoğunluğa sahiptirler ve aynı sebepten yani yoğunluk
farkından dolayı uçaklar hava tarafından yeterli
sürtünmeyi alamayıp irtifa kaybederler ve doğalgaz moleküllerinin havadaki oksijeni tutmasından
dolayı uçağın motorları yanma için gerekli oksijeni
alamayıp dururlar.
ARAŞTIRMA
48
İpek Yolu'nda asırlar öncesinde ilerleyen kervanlar
sadece ticari ürünler değil kültürler, gelenekler, zanaatlar da taşımışlar.
İpek böcekçiliği de Anadolu toprağına Orta Asya'dan gelen ve
bin yılı aşkın bir zamandır sürdürülen mesleklerden biri.
İpek böceklerinin olağan yaşam seyrine
müdahale eden insanoğlu, dünyanın en kıymetli
kumaşını da onların ürettiği kozalardan sağlanan
ipliklerle dokuyor. Paha biçilemeyen ipek halılar,
kendini kozasına hapseden ipek böceklerinin
vazgeçişleri yüzünden böylesi değerli belki de.
Eski zamanlara dair çocukluk hatıralarının olmazsa olmazı dut ağaçları, ipek böceği yetiştiriciliğinin de en temel gerekliliklerinden biri.
Öyle ki dut yapraklarını yiyerek büyüyen ipek böceklerinin beslenmesi için özel dutluklar kurulması gerekiyor. Dutlukların hava kirliliğine yol açan
sanayi merkezlerinden uzakta kurulması son derece önemli. Ayrıca dutluklarda üretilen yaprakların
kalitesi ve verimliliği, dut hastalıklarına karşı
korunuyor olması da ipek böceklerinin gelişimi
açısından dikkate alınması gereken noktalar. Çok
fazla yatırım gerektirmeyen ipek böceği yetiştiriciliğinin en güzel yanı ise aile fertlerinin yardımıyla
da yapılabilen bir iş oluşu.
Kozanın Eşiği
Yumurtadan çıkan ipek böceklerinin beslenmesi için kireçle badanalanmış ve dezenfekte
edilmiş özel bir oda hazırlanır.
İpek böceği tırtılları larvadan çıktıklarında koyu kahverengi ve siyah renktedirler. Yaşları
ilerledikçe derilerinin rengi açılır ve daha güzel bir
görünüm kazanırlar. Genç tırtıllar önce kendileri
için özel olarak hazırlanan kerevetlere alınırlar.
49
ARAŞTIRMA
Genellikle kozalardan çıkan 50'ye yakın tel birleşip bir ip olur.
Gelemgel denilen tahta bir kol yardımıyla yapılan çileler ham ipek olarak
adlandırılır. Ancak henüz serisin maddesinden tam olarak arındırılmadığından
kullanılabilir hale gelmesi için birkaç işlemden daha geçmesi gerekir. Sabunlu
suda kaynatılıp pişirme işleminden geçirilen ipekler kimi zaman bu haliyle
ham ipek o larak kullanılır kimi zaman da ham ipeğin birkaç teli bir
araya getirilerek büküm makinelerinde bükülür ve işlenmiş ipek adını alır.
Doğal askılar çoğunlukla buğday, çavdar,
çeltik, hardal, katırtırnağı, süpürge otu, meşe, çam
gibi bitkilerden yapılır. İpek böceklerinin kimi
kendi başlarına askılara çıkarken bazıları da elle
birer birer askılardaki yerlerine yerleştirilir. Askıya yerleşen ipek böcekleri dışkılarını yaptıktan
sonra askıya tutunmak için koza pamuğu denilen
bir miktar ipek salgılar ve böylelikle yerlerini
sağlamlaştırmış olur. Artık yetişkin ipek böceği
dünyayla bütün bağını kesmeye ve kozasını
örmeye hazırdır.
Türkiye'deki Merkezler
İpek böcekçiliğinin merkezi Bursa.
İpekböceği kozalarının mezadı da Bursa'daki Koza
Han'da yapılır. Ancak dut ağacının yetiştiği her
yerde ipek böcekçiliği yapılabilir. Bursa dışında
Bilecik, Eskişehir, Ankara, Sakarya, Bolu, Antalya,
Hatay, Muğla, Isparta ve Diyarbakır'ın Kulp
ilçesinde de ipek böceği üretimi yaygın bir biçimde
yapılmaya devam ediyor.
İpek Tanır
www.anadolujet.com
Hasat Zamanı
Dıştan içe doğru bir böceğin ömrü için
uzun insanoğlunun zamanına göre kısa bir süreç
başlar. İpek böceği bu sabır dolu örme işleminin
sonunda kendini kozasına hapseder. İşte insanoğlu tam da burada devreye girer. Koza tamamlandıktan on gün sonra koza hasatı yapılır ve
kozasının içinde büzüşüp krizalit haline gelen
ipekböcekleri toplanır. Kozalar bu evrede toplanmazsa krizalit kelebeğe dönüşüp kozayı delebilir
ve doğal döngüsüne devam eder. Ancak üreticiler
krizalit dönüşümünü tamamlamadan kozaları
toplarlar. Kozayı iplik haline getirebilmek için
içersindeki krizalitler boğma adı verilen bir işlemle
öldürülür. Bu işlem su buharıyla ya da elektrikle
çalışan fırınlarda sıcak hava yardımıyla yapılır.
Ve İpek
Bundan sonraki aşama ipek böcekçiliğinin
en maharet isteyen kısmıdır. Zira ipeğin çekilebilmesi ipek böceğinin kozasını örerken ağzından
salgıladığı serisin maddesinin giderilmesiyle
mümkündür. Serisin maddesinin yumuşatılması
için kozalar 50-60 derecelik sıcak suya bırakılır.
Kazanlarda kaynayan sulardaki kozalardan iplik
çekmek ustalık işidir. Bu yüzden ipek böcekçiliğiyle uğraşan ailelerde, bu işi genellikle ailenin en
yaşlı ve en tecrübeli kişisi yapar.
Genellikle kozalardan çıkan 50'ye yakın tel
birleşip bir ip olur. Gelemgel denilen tahta bir kol
yardımıyla yapılan çileler ham ipek olarak adlandırılır. Ancak henüz serisin maddesinden tam olarak arındırılmadığından kullanılabilir hale gelmesi için birkaç işlemden daha geçmesi gerekir.
Sabunlu suda kaynatılıp pişirme işleminden
geçirilen ipekler kimi zaman bu haliyle ham ipek
olarak kullanılır kimi zaman da ham ipeğin birkaç
teli bir araya getirilerek büküm makinelerinde
bükülür ve işlenmiş ipek adını alır.
Kozalardan iplik çekmek ustalık işidir.
Bu yüzden ipek böcekçiliğiyle uğraşan
ailelerde, bu işi genellikle ailenin
en yaşlı ve en tecrübeli kişisi yapar.
KÜLTÜR DÜNYASI
50
Eserde hangi kitapların nasıl okunması gerektiği üzerinde
duran yazarlar, öncelikle doğru ve derinlemesine bir okumanın nasıl
olması gerektiğini anlatmaya çalışmışlar. Arkasından okumayı
bölümlere ayırarak, “başlangıç okuması”, “incelemeci okuma”, “aktif
okuma” ve “analitik okuma”larından her birinin üzerinde düşünme
ve değerlendirme için kolaylık sağlayacağını belirtmişler.
Okuma Seviyesi
Okumaya hazırlık aşaması, doğum ile
birlikte başlamakta altı yedi yaşına kadar devam
etmektedir. ikinci aşamada, çocuklar oldukça
basit materyalleri okumayı öğrenirler. Birkaç
görsel kelime öğrenerek işe başlarlar, ilk yılın
sonunda üç yüz dört yüz kelimeyi kullanacak hale
gelirler. Bu dönemde kelimeleri bağlama, dikkat
etme ve anlam ipuçları ve kelimelerin başlangıç
sesleri gibi temel yetenekler verilir.
Üçüncü aşama, kelime dağarcığı oluşturmadaki hızlı ilerleme ve kelime bağlantılarındaki
ipuçları yardımıyla aşina olunmayan kelimelerin
anlamını çözmedeki artan yetene ile karakterize
edilir. Farklı maksatlar ve bilim, sosyal çalışmalar,
dil sanatları ve benzeri gibi farklı muhtevadaki
alanlar için okumayı öğrenirler.
Dördüncü aşama, evvelce kazanılmış
yeteneklerin keskinleştirilmesi ve arttırılması ile
karakterize edilmektedir. Bu aşamada, öğrenciler
okuma tecrübelerini özümsemeye başlarlar. Yani,
bir yazılı metindeki kavramları bir başkasını
okurken kullanabilir ve aynı mevzu üzerindeki
farklı yazarların görüşlerini karşılaştırabilirler.
Bu, olgunlaşma okuma aşamasına çocukların onlu
yaşlarda ulaşması gerekir.
Hızlı okuma gerçeği
Hızlı okuma problemi bir kavrama problemidir. Uygulamaya aktardığımızda bu, kavramayı başlangıç seviyesinin ötesinde tanımlamamızı gerektirir. Hızlı okuma kurslarının büyük bir
kısmı bu mevzuya eğilmez. Bu sebeple bir kitabın
geliştirme arayışında olduğu şeyin tam anlamıyla
daha kavrayışlı bir okuma olduğunu vurgulamamız gerekir. Bir kitabı analitik/ inceleyici bir şekilde okumadan onu kavrayamazsanız.
Kitabı okumadan önce
Okuduğunuzun ne tür bir kitap olduğunu
bilmeniz şarttır ve bunu olabildiğince erken,
mümkünse kitabı okumaya başlamadan önce
bilmenizde fayda vardır. Önce başlığı, alt başlığı,
içindekiler kısmını okur ve daha sonra yazar tarafından yazılmış önsöz ve giriş kısmına, dizine şöyle
bir göz atarsınız. Eğer bunlar yetmezse yayınevinin arka kapaktaki tanıtım yazısını okursunuz.
Bütün bunlar, yazar tarafından rüzgarın ne tarafa
estirileceğini gösteren işaret filamalarıdır. Başlıkların ve önsözlerin pek çok okurca göz ardı edilmesinin sebebi, okudukları kitabı sınıflandırmanın önemli olduğunu düşünmemeleridir.
Dolayısıyla, analitik okumanın ilk kuralını
izlememiş olmaktadırlar. Oysa bunu yapmaya
çalışmış olsalardı kendilerine olan yardımdan
dolayı yazara minnettar kalacaklardı.
51
KÜLTÜR DÜNYASI
Kitabın yapısını kavramanın başlıca yolu olarak kitabı röntgenci
gözlerle okumanız şarttır. Bir romanın benimsenmesi, siyaset üzerine bir
çalışmanınkiyle aynı değildir; aynı kitabın farklı parçaları bile aynı
veya aynı düzen içerisinde olamaz. Fakat istisnasız olarak okunmaya değer
her kitabın bir bütünlüğü ve parçalardan oluşan bir düzeni vardır. Kitapta
düzensizliğe yer yoktur. Ancak kötü kitaplarda olduğu gibi okunmaz olabilirler.
Kitabın röntgenini çekmek
Bir kitap karşınıza ete kemiğe bürünmüş
ve örtünmüş halde gelir. Tam tekmil giyinmiştir.
Yumuşak yüzeyin altındaki ana yapıyı ortaya
çıkarmak veya etini kemiğinden ayırmanız gerekmez. Fakat kitabın yapısını kavramanın başlıca
yolu olarak kitabı röntgenci gözlerle okumanız
şarttır. Bir romanın benimsenmesi, siyaset üzerine bir çalışmanınkiyle aynı değildir; aynı kitabın
farklı parçaları bile aynı veya aynı düzen içerisinde
olamaz. Fakat istisnasız olarak okunmaya değer
her kitabın bir bütünlüğü ve parçalardan oluşan
bir düzeni vardır. Kitapta düzensizliğe yer yoktur.
Ancak kötü kitaplarda olduğu gibi okunmaz
olabilirler.
Yazarın kavramlarında uzlaşmak
Kavram, bir kelime değildir. En azından
salt bir kelime değildir. Eğer bir kavram ile kelime
tam anlamıyla aynı olursa bir kitaptaki kavramlar
ile uzlaşmanız için tek yapmanız gereken bazı
önemli kelimeleri bulmanızdır.
Bir sözlük, kelimelerle doludur.
Ve bu kelimelerin neredeyse tamamı pek
çok anlama gelecek şekilde bir muğlaklık taşımaktadır. Fakat birden fazla anlama sahip kelimenin
belirli zamanda tek anlamlı olarak kullanılması
mümkündür. Yazar ve okur bir kelimeyi tek anlamlı sadece tek anlamlı olarak kullanmayı başarabildiklerinde muğlak kullanımdan kavramlarda
uzlaşmaya geçmişler demektir.
Yazarın mesajını tespit etmek
Kitapların dünyasında da birtakım teklifler söz konusudur. Bir kitaptaki teklif aynı zamanda bir beyandır. Yazarın bir mevzudaki değerlendirmelerin ifadesidir. Yazar burada doğruluğuna
inandığı bir şeyi teyit etmekte veya yanlış
olduğunu düşündüğü bir şeyi reddetmektedir.
Yazar niyetlerini kitabın başındaki önsözde
söyleyebilir. Açıklayıcı tarzda bir kitapta yazar,
genellikle bir mevzuda bize bir şeyler öğretme sözü
verir. Bu sözlerini tutup tutmayacağını anlamak
için yaptığı teklifleri ortaya çıkarmak gerekir.
Kurmaca Edebiyatı nasıl okumalı
Bazı insanlar romanları hakkını vererek
okuma hususunda kendilerini kandırabilmektedirler. Okudukları bir romanda neyi
sevdiklerini sorduğumuz insanların nasıl da bir
anda ağızlarını bıçak açmadığını biliyoruz. Bu
bize, iyi bir kurgu metni okuru olmak için iyi bir
münekkit olmak gerekmediği gibi bir şey
düşündürebilir. Herhangi bir şeyin eleştirel bir
şekilde okunması, okuyan kişinin tam bir
kavrayışa sahip olmasına bağlıdır.
Bir romanda neyi sevdiklerini söyleyemeyenler muhtemelen görünür yüzeyin altına
inen bir okuma yapmamışlardır.
Okumak, her
türlü okumak
önemlidir ama
neyi nasıl
okumakta bunun
kadar önemlidir.
DEYİM
DEYİMLER
52
DEMOKLES’İN KILICI
Kolay görünen her işte bir
tehlikenin var olduğunu belirtmek
yahut sorumluluk hissini unutmamak gerektiğini anlatmak üzere
"Demokles'in kılıcı gibi" deriz.
Hikâye şöyle:
Demokles, M.Ö. 4. yılda
Syrakusai kralı olan Dionysios'un
nedimlerinden birinin adıdır. Tarihler Dionysios'un basit bir aileden
gelmekle birlikte cesareti ve kıvrak
zekâsı ile devrinde hızla yükselip ülkenin krallığını ele geçirdiğini yazarlar. Kartaca ile yaptığı uzun savaşlar
neticesinde Syrakusai'yi devrin en
güçlü devleti haline koyan Dionysios,
şiddet yanlısı bir hükümdar olmakla
birlikte, adaletli davrandığını göstermek üzere yanında daima bir kılıç
taşır ve gerektiğinde de kelle uçurmaktan geri durmazmış.
oturmasına ama gün boyu soğuk ecel
terleri dökmüş. Kralın kılıcı olduğu
için de onu yerinden indirtmeye
cesaret edememiş. Sonunda, anlamış
ki can korkusu çekerek tahtta oturmak mutluluk değil, ancak işkence;
bu şartlarda krallık da dıştan göründüğü gibi huzur ve mutluluk değil,
bilakis korku ve tedirginlik kaynağıdır. Velhâsıl Demokles, bütün gün
tahtta oturmasına rağmen hiçbir
icraat yapamamış. Akşam olunca
Dionysios kendisine:
Kolay görünen her işte bir
tehlikenin var olduğunu
belirtmek yahut sorumluluk
hissini unutmamak gerektiğini
anlatmak üzere "Demokles'in
kılıcı gibi"Deriz.
— Nasıl, demiş, Demokles,
krallığın tadına vardın mı? Demokles
cevap vermiş:
— Haşmetmeap, krallık tatlı
olacaktı ama yazık ki kılıç Demokles'
in değildi.
İskender Pala
İki Dirhem Bir Çekirdek
Demokles, efendisinin sadakatini kazanarak hizmetinde bulunurken ona krallığın nimetlerinden
bahsetmeye ve kral olmanın ne kadar
rahat bir iş olduğunu sık sık tekrarlamaya başlamış. Demokles'in bu
davranışına iyiden iyiye canı sıkılan
Dionysios, nedimine bir ders vermek
istemiş. Sözün yine krallık nimetlerine geldiği bir gün demiş ki:
—Demokles, senin de bir süre
krallığın nimetlerini tatmanı istiyorum. Yarın bütün gün benim tahtıma
sen otur ve ülkeyi dilediğince yönet.
Demokles, hayal bile edemeyeceği bu iltifat karşısında çok sevinmiş. Bir günün beyliği beylik
diyerek, ertesi günü iple çekmeye
başlamış. Ne var ki Dionysios o gece
adamlarına emredip devamlı yanında
gezdirdiği kılıcını, at kuyruğundan
bir kıla bağlatarak tahtın tam üzerine
astırmış.
Ertesi sabah büyük bir heyecan ve şevkle tahta oturan Demokles
bir de bakmış ki başının tam üzerinde
bir kılıç sarkmakta. Ha düştü, ha
düşecek... Demokles tahta oturmuş
M.Ö. 4. yılda söylenen
bu söz günümüzde hala
varlığını sürdüren çok
eski bir deyim.
MİHRİBAN
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.
Yâr deyince, kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.
Önce naz, sonra söz ve sonra hile...
Sevilen, seveni düşürür dile
Seneler, asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban.
Tabiplerde ilâç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.
Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne...
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı...
Çözemedim... Çözülmüyor Mihriban.
Abdurrahim Karakoç
NÜKTE
54
ÜNLÜLERDEN ANEKDOTLAR
Sokrates, eşiyle bir türlü
iyi geçinemezmiş.
Bir gün eşi ağzına
geleni söylediği
halde, kocası hiçbir
tepki göstermeyince
bir kova su alıp
başından boşaltır.
Bunun üzerine
Sokrates: “Bu
kadar gök
gürültüsünden sonra bir sağanak bekliyordum
zaten” der.
***
Kulakları büyük olan Galile'ye, kulaklarının bir
insan için büyük olduğunu söylerler.
Galile şu cevabı verir: “Olabilir ama sizin
kulaklarınız da bir eşek için küçük sayılmaz mı?”
***
Churchill, avam kamarasında konuşurken,
muhalif partiden bir milletvekili kadın:
“Eğer karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir
karıştırırdım” diye bağırır. Churchill sakin bir
sesle şöyle der:“Hanımefendi, karım olsaydınız o
kahveyi seve seve içerdim.”
***
Ünlü bir filozofa sorarlar:
“Servet ayaklarınızın altındayken niye
yoksulsunuz?”
“Ona ulaşmak için eğilmek gerekir de ondan!”
***
Eflatun, öğrencilerinden birini kumar oynarken
yakalar ve şiddetle azarlar. Öğrencisi kendini şöyle
savunur: “İyi ama ben çok az bir paraya
oynuyordum.” Sokrates acı bir gülüşle şöyle der:
“Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin
zaman için azarlıyorum.”
ANNELER VE BABALAR
Anne dışarıda alış-verişteydi. İki buçuk yaşındaki bebeğe
babası göz kulak oluyordu. Aslında bu pek de zor bir şey
değildi. Yavrucak halının üzerinde 'çay seti' oyuncağıyla
oynarken baba da koltuğunda gazetesini okuyor, ara sıra
da
bebeğinin kendisine -çay seti oyuncağının minik plastik
fincanlarıyla- ikram ettiği suları çay niyetine içerek oyuna
iştirak ediyordu.
Derken anne eve geldi. Baba anneye sus işareti yapıp,
bebeği
izlemesini istedi. Bu çok şirin hareketini annenin de
görmesini istiyordu.
Anne, bebeğin elinde çay fincanıyla salondan çıkıp, biraz
sonra
içi su dolu olarak babasına getirmesini e babanın da onu
çaymış gibi içmesini seyretti.
Sonra gayet sakin bir tavırla elindekilerle mutfağa
geçerken
eşine eslendi: 'Uzanabildiği tek su kaynağının klozet
olduğunu biliyorsun, değil mi?'
Bu fıkradan çıkarılacak sonuçlar;
Sonuç-1: Anneler evlatlarını çok sever
ve onlara dair her şeyi bilir.
Sonuç-2: Babalar evlatlarına dair bir
çok şeyi bilmez ama onları çok sever.
Sonuç-3:'Babalar en son duyar' diye
boşuna söylenmemiştir.
55
Çağın Polisi Dergisinden alınmıştır
BULMACA
SÖZCÜK BULMACA
SOLDAN SAĞA
1-Kur’ansal bir terim olarak yolsuzluk yapanlar
anlamında bir kelime. 2-Gelenek
3-Son
Harfi yumuşak sessiz olarak yemin-Kısaca
erken gelen oturur-Bir Nota 4- Kırmızı-SahipBir Kavim adı 5-Beyaz-Kısaca Alman meslek 6ABD’nin orijinal yazılışı-Ekmeğin ana maddesiTaam 7-Uzaklık anlatır-Olanak8-Anadolu
Türkçe’siyle Evet-Sazın en kalın teli
9-Mecazen ağlamaktan emir-Bir renk
10-Genişlik-Ana gibi 11-Utanı-Bir ses sanatçısı12-Yöntem -Masal dağının adı 13-Dakik-Bir
olumsuzluk ön eki14-İcat-İnce deri
YUKARIDAN AŞAĞIYA
1-Eski dilde su, ab-Dik durma-Rüzgar-Eski dilde su, Ma 2-Bir erkek adı-Tabak-Yüce, âli 3-Şafak zamanı-Milli ajansımız-Eşit-Akıtma 4-Sırtlan
-Hilal-Beklenti 5-Altıcı Harfimiz- kükürdün imiDevlet işi-Bir erkek adı 6-Altıcı harfimiz Beşinci
harfimiz-Kısaca Ankara-Bir Azeri çalgısı 7-Zorla yerleşme-Çok değil-Betondan boru 8-Büyük
ağaçlık-Çalgı-Uzak anlatan ön ek 9-Vilayetonuncu harfimiz-Ayakla kalça ara- arası
organımız 10-Siyahlaşan 11-Evleri yan yana
olan-Bir soru takısı-Ufuklar
KOLAY SUDOKU
ORTA SUDOKU
ZOR SUDOKU
BULMACA
56
ÇENGEL BULMACA
Ankara Büyükşehir Belediyesi Dergisinden alınmıştır