ÇALIŞTAY Kitabı - Türkiye İnsan Hakları Kurumu

www.tihk.gov.tr
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
“Tutuklu ve Hükümlü Hakları”
“Nefret Söylemi ve İfade Özgürlüğü”
“Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı”
Hakkı ”
ÇALIŞTAYI
12.12.2013
“Tutuklu ve
Hükümlü Hakları”
“Nefret Söylemi ve
İfade Özgürlüğü”
“Kişi Özgürlüğü ve
Güvenliği Hakkı”
ÇALITAYI
ANKARA, 12.12.2013
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU
“Tutuklu ve Hükümlü Hakları”
“Nefret Söylemi ve İfade Özgürlüğü”
“Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı”
0312 472 37 73
ÇALIŞTAYI
ANKARA, 12.12.2013
0312 472 37 73
Tasarım-Baskı
0312 472 37 73
0312 472 37 73
SFN Televizyon Tanıtım Tasarım
Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: 0312 472 37 73-74
www.sfn.com.tr
ISBN: 978-605-65258-1-0
Baskı Tarihi: Kasım 2014
©Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanlığı
Yüksel Caddesi No: 23, Kat 3, Yenişehir 06650 Ankara / Türkiye
Telefon: +90 (312) 422 29 00 / 20 • Faks: +90 (312) 422 29 96
E-Posta: [email protected]
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
İÇİNDEKİLER
Açılış Konuşması....................................................................................................................................................... 7
Dr. Hikmet TÜLEN
Birinci Oturum: Tutuklu ve Hükümlü Hakları.................................................................... 11
“Türk Ceza İnfaz Sistemi ve Uygulaması”........................................................................................... 14
Hakan UMUT
“Hapsedilmiş İnsan “MAHPUS” ve Hakları”..................................................................................... 20
Zafer KIRAÇ
Katılımcıların yorum ve katkıları............................................................................................................. 27
İkinci Oturum: Nefret Söylemi ve İfade Özğürlüğü...................................................... 41
"Nefret Söylemi: Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar"........................... 43
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN
“Nefret Söylemi Olarak İslamofobi"........................................................................................................... 50
Selvet ÇETİN
Katılımcıların yorum ve katkıları............................................................................................................. 55
Üçüncü Oturum: Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı................................................ 69
“Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Bakımından Yakalama,
Tutuklama ve Koruma Tedbirleri”............................................................................................................... 72
Prof. Dr. Mahmut KOCA
“Kişi Özgürlüğü Hakkı Bağlamında Tutukluluk ya da Tutuklama Pratikleri”............... 78
Av. Öztürk TÜRKDOĞAN
“Haksız Tutuklama Pratikleri”........................................................................................................................ 83
Av. Kaya KARTAL
Katılımcıların yorum ve katkıları............................................................................................................. 87
Genel Değerlendirme............................................................................................................................................. 96
ÇALIŞTAYDAN FOTOĞRAFLAR........................................................................................................101
3
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU
“Nefret Söylemi ve İfade Özgürlüğü,
Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı,
Tutuklu ve Hükümlü Hakları”
ÇALIŞTAYI
PROGRAM
Tarih : 12.12.2013 Perşembe
Yer
: Rixos Grand Ankara Oteli
09.30 - 10.00
: Kayıt
10.00 - 10.10
: Açılış Konuşması, Hikmet TÜLEN,
Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı
BİRİNCİ OTURUM:
TUTUKLU VE HÜKÜMLÜ HAKLARI
Moderatör: Feray SALMAN
10.10 - 10.30
: “Türk Ceza İnfaz Sistemi ve Uygulaması”, Hakan UMUT,
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
10.30 - 10.50
: “Hapsedilmiş İnsan 'MAHPUS' ve Hakları”, Zafer KIRAÇ,
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
10.50 - 11.10
: Çay - Kahve Arası
11.10 - 12.10
: Katılımcıların yorum ve katkıları
12.10 - 13.30
: Öğle Yemeği
5
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
İKİNCİ OTURUM:
NEFRET SÖYLEMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Moderatör: Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
13.30 - 13.45
: "Nefret Söylemi: Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar",
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
13.45 - 14.00
: “Nefret Söylemi Olarak İslamofobi", Selvet ÇETİN,
Stratejik Düşünce Enstitüsü
14.00 - 15.00
: Katılımcıların yorum ve katkıları
15.00 - 15.30
: Çay Kahve Arası
ÜÇÜNCÜ OTURUM:
KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE GÜVENLİĞİ HAKKI
Moderatör: Prof. Dr. Abdurrahman EREN
15.30 - 15.50
: “Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Bakımından Yakalama, Tutuklama ve
Koruma Tedbirleri”, Prof. Dr. Mahmut KOCA,
İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi
15.50 - 16.10
: “Kişi Özgürlüğü Hakkı Bağlamında Tutukluluk ya da Tutuklama
Pratikleri”, Av. Öztürk TÜRKDOĞAN,
İnsan Hakları Derneği
16.10 - 16.30
: “Haksız Tutuklama Pratikleri”, Av. Kaya KARTAL,
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
16.30 - 17.15
: Katılımcıların yorum ve katkıları
17.15 - 17.30
: Genel Değerlendirme, Dr. Levent KORKUT,
Türkiye İnsan Hakları Kurulu Üyesi
6
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
AÇILIŞ KONUŞMASI
Dr. Hikmet TÜLEN
Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı:
Çok değerli misafirlerimiz,
Uzaktan ve yakından teşrif ederek bizler için çok özel bir anlamı olan bu etkinlikte
bizimle birlikte olan siz değerli konuklarımızı, İnsan Hakları Kurulu üyeleri ve tüm
Kurum mensupları adına saygıyla selamlıyorum; hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Malumunuz olduğu üzere, Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu 30.6.2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bilahare İnsan Hakları Kurulu üyelerinin seçimi gerçekleşmiş
ve nihayet Kurul 24.1.2013 tarihinde ilk toplantısını yaparak fiilen çalışmalarına başlamıştır. Görüldüğü üzere, TİHK fiili çalışma dönemi itibariyle henüz bir yılını bile
doldurmayan yeni bir Kurumdur. Katılımınızla onurlandırdığınız bu Çalıştay da Kurumumuzun bu türdeki ilk etkinliğidir. Bu yönüyle özel bir anlam taşıyan bu etkinliğe
katılarak bizlere güç ve destek vermiş olmanız bizim için çok değerlidir.
Sayın misafirlerimiz,
Bilindiği üzere Ülkemizde kamu kesiminde insan hakları alanındaki kurumsallaşma
çalışmalarının başlangıcı 1990’lı yılların başlarında Meclis İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonunun kuruluşuna kadar geriye götürülebilir. Bu alandaki çalışmalar ve oluşturulan kurumsal yapılar, burada ayrıntılarına temas edemeyeceğimiz çeşitli aşamalardan geçmiştir. Nihayet yaklaşık 20 yıllık bu arayış ve deneyimlerin sonunda kurulan
TİHK, kısaca “Paris Prensipleri” olarak bilinen Birleşmiş Milletler ilkelerine uyumlu
bir ulusal insan hakları kurumu oluşturma hedef ve iradesinin bir sonucudur.
1993 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen “Paris Prensipleri”, insan hakları
ulusal kurumlarının taşıması gereken niteliklere dair genel çerçeveyi belirlemektedir.
Buna göre ulusal insan hakları kurumları anayasayla ya da bir yasayla kurulmalı ve
mümkün olduğunca geniş bir görev alanına sahip olmalıdır. Bu kurumlar, kendi bütçe, personel ve tesislerine sahip olmalı ve insan hakları alanında faaliyet gösteren sosyal ve mesleki kuruluşlar ile sivil oluşumlarla etkin bir iletişim içinde bulunmalıdırlar.
Paris Prensipleri göz önünde bulundurularak oluşturulan ulusal insan hakları kurumları, anayasal ya da yasal temelde kurulan, bağımsız ve çoğulcu yapıdaki özerk kamu
kurumlarıdır. Birer kamu kurumu olmakla birlikte hükümetten bağımsız olmaları ve
toplumun farklı kesimlerinin temsiline imkân vermeleri, bu kurumları klasik kamu
kurumlarından ayırmaktadır. Diğer yandan, yasayla kurulması, kamu gücünden yararlanması, üyelik koşulları ve seçim sürecinin yasayla belirlenmesi ve sahip olduğu
7
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
yetkiler ulusal insan hakları kurumlarını sivil toplum örgütlerinden farklılaştırmaktadır. Öte yandan, ulusal insan hakları kurumları yargı organlarından da farklıdırlar. Bu
farklılık, ulusal kurumların insan haklarını hem korumak hem de geliştirmek işlevine
sahip olmalarında; kararlarının kesin hüküm niteliği taşımayıp tavsiye niteliğinde olmasında ve nihayet ulusal kurumların yalnızca ihlal sonrası uyuşmazlığı çözmekle
görevli olmayıp aynı zamanda ihlalleri önleyici, toplumu eğitici roller üstlenmesinde
belirginleşmektedir.
Ulusal insan hakları kurumları için uluslararası belgelerde öngörülen bu çerçeveye
uygun olarak kurulan Türkiye İnsan Hakları Kurumu da, en genel ifadesiyle insan
haklarını korumak ve geliştirmekle görevlidir. Bu genel ifadeyi biraz daha açmak ve
Kurumun görevlerini somut olarak belirlemek adına şunları söyleyebiliriz: Kurumun
ilk akla gelen görevi, insan hakları ihlali iddialarını başvuru üzerine ya da re ’sen
araştırmak ve incelemektir. Kurumun bir diğer görevi ise insan hakları bilincini geliştirmek üzere eğitim ve kampanya faaliyetleri yürütmektir. Ayrıca, mevzuat ve uygulamayı izlemek, ilgili kurum ve kuruluşlara görüş bildirmek, öneri ve tavsiyelerde
bulunmak da Kurumun görevleri arasında yer almaktadır. Kurumun çok kapsamlı
bir diğer görevi ise işkence ve kötü muameleyle mücadele etmek ve bu kapsamda
özgürlüğünden mahrum bırakılan kişilerin alıkonuldukları yerlere önleyici ziyaretler
gerçekleştirmektir.
Görüldüğü üzere, insan haklarının sınıflandırılmasına yönelik teorik ayrımların hiçbiriyle sınırlı olmaksızın her kategorideki insan hakları sorunları Kurumumuzun ilgi
alanına girmektedir. Bu bağlamda, işkence ve kötü muameleyle mücadele etmekle
görevli olduğumuz gibi, ifade, din ve vicdan ya da örgütlenme özgürlüğü alanında
ortaya çıkabilecek sorunlarla da ilgilenmek zorundayız. Keza, şu veya bu nedenle
ayrımcılığa uğrayanların derdi bizi ilgilendirdiği gibi, işsizlerin ve yoksulların ıstırabı
da bizi ilgilendirir. Eğitim hakkından mahrum bırakılanların derdine çare aramak
durumunda olduğumuz gibi, mülkiyet hakkı ihlal edilenlerin sorunlarına da kayıtsız
kalamayız. Örnek kabilinden sözünü ettiğim bu hakların yanında, burada sayamadığım diğer hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesinin de bizim meselemiz
olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Kurumumuza verilen görev ve yetki çerçevesinde korumak ve geliştirmekle yükümlü
olduğumuz şey; insanın hakları ve son tahlilde bu hakların da dayanağı olan insanın
onurudur. Kurum faaliyetlerinin kapsamak durumunda olduğu insan hakları alanın
genişliği ve çeşitliliği dikkate alındığında yükümüzün ağırlığı ve sorumluluğumuzun
büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır.
8
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Şüphesiz ki, bütün bu konuların tek sahibi Kurumumuz değildir. İnsan haklarının
korunması ve geliştirilmesi aynı zamanda tüm devlet organlarının da görevidir. Keza,
insan hakları alanındaki sivil toplum örgütlerinin gayreti olmaksızın insan hakları
mücadelesinin eksik kalacağı açıktır. Bu bakış açısıyla hareket eden Kurumumuz ilgili
tüm kamu kurumları ve sivil toplum örgütleriyle düzenli istişareler gerçekleştirmeyi
ve etkili bir işbirliği yürütmeyi hedeflemektedir.
Türkiye İnsan Hakları Kurumu görev ve yetkileri açısından bağımsız, idari ve mali
açıdan özerk, kendi bütçe ve personeline sahip bir kamu kurumudur. Kurumun karar
organı olan İnsan Hakları Kurulu 11 üyeden oluşmaktadır. Üyelerden ikisi Cumhurbaşkanı, yedisi Bakanlar Kurulu, biri Yükseköğretim Kurulu, biri de baro başkanları
tarafından seçilmektedir. Başkan ise üyelerce kendi aralarından seçilmektedir. Kurul
üyelerinin ve Başkanın görev süresi dolmadan herhangi bir nedenle görevlerine son
verilemeyeceği hükmü yasada yer almaktadır.
Sayın Misafirlerimiz,
Konuşmamın sonuna yaklaşırken, izninizle, Kurumun fiilen çalışmaya başladığı günden bu yana geçen sürede yapılan çalışmalardan başlıklar halinde kısaca bahsetmek
istiyorum. Bu sürede öncelikle kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi için çalışmalar
yapılmıştır. Bu kapsamda Kurumun ihtiyaçlarına uygun yeni bir hizmet binasının
temini için gerekli araştırmalar yapılmış ve gerekli girişimlerde bulunulmuştur. Şu
anda bu sürecin tamamlanması beklenmektedir. Keza Kurumun ikincil mevzuatının
hazırlanmasına yönelik çalışmaların da sonuna gelinmiştir. Bunların yanında Kuruma
yapılan ve çeşitli konulara ilişkin insan hakları ihlali iddialarını ya da çeşitli talep ve
şikâyetleri içeren yaklaşık 1000 civarındaki başvurunun incelemesi ve takibi yapılmıştır. Ayrıca re’ sen ya da başvuru üzerine alınan kararlar doğrultusunda kimi olaylar
hakkında yerinde inceleme ve araştırmalar yapmak üzere Heyetler oluşturulmuştur.
Bu bağlamda kamuoyunda “Gezi Parkı Olayları” olarak bilinen hadiselerle ilgili olarak
re’ sen inceleme kararı alınmış; konuyla ilgili olarak kamu kurumlarından ve mesleki kuruluşlardan bilgi ve belgeler toplanmış; ilgili sivil toplum kuruluşları ziyaret
edilmiş ve görüşmeler yapılmıştır. Aynı şekilde kimi cezaevlerinde meydana geldiği
iddia edilen insan hakları ihlali iddialarını araştırmak üzere Antalya, Isparta ve Kütahya cezaevlerinde, oluşturulan heyetlerce incelemeler yapılmıştır. Son olarak da Urfa
ili Siverek ilçesinde bir inşaatın temel kazısı sırasında ortaya çıkan kemiklerin kayıp
kişilere ait olabileceği yönündeki iddiaların yerinde incelenmesi için de bir heyet oluşturulmuştur. Anılan heyetler inceleme konularıyla ilgili olarak yerinde incelemeler
yapmış ve muhatap kişi ve kurumlarla görüşmüşlerdir.
9
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Takdir edileceği üzere Kurum olarak henüz yolun başındayız. Ülke olarak insan hakları alanındaki eksikliklerimizin farkındayız ve önümüzde alınması gereken uzun
mesafelerin olduğunun bilincindeyiz. Bu yolculuğun zorluklarını aşmada, kendi
alanlarında temayüz etmiş üstün niteliklere sahip kişilerden oluşan ve üst düzeyde
dayanışma duygusuyla hareket eden bir İnsan Hakları Kuruluna sahip olmamız en
önemli güvencemizi teşkil etmektedir. Keza hâlihazırda Kurum çalışmalarına emek
veren Kurumumuz personelleri ile önümüzdeki dönemlerde bünyemize dâhil edeceğimiz arkadaşlarımızla da bu yolculuğun hem yükünü hem de onurunu paylaşma
düşüncesindeyiz.
Sözlerimin sonunda, etkinliğimize moderatör ve tebliğ sahibi olarak katılan sayın misafirlerimize; insan haklarının gönüllü savunucusu olan sivil toplum örgütlerimizin
kıymetli temsilcilerine; bakanlıklarımızın, yüksek mahkemelerimizin ve diğer kurumlarımızın değerli temsilcilerine katılım ve katkıları için tekrar teşekkür ediyor, bugünün huzurlu ve verimli bir çalışma günü olmasını diliyorum.
Önümüzdeki dönemlerde başka vesilelerle sağlık ve mutluluk içinde tekrar beraber
olmayı temenni ediyorum. Sağolun.
10
I.
OTURUM
TUTUKLU VE HÜKÜMLÜ HAKLARI
Moderatör: Feray SALMAN, İnsan Hakları Ortak Platformu
Hakan UMUT, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
“Türk Ceza İnfaz Sistemi ve Uygulaması”
Zafer KIRAÇ, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği
“Hapsedilmiş İnsan “MAHPUS” ve Hakları”
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
11
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Sunucu:
Değerli konuklar, hava muhalefeti nedeniyle programda bir değişiklik oldu. Konuklarımız henüz yoldalar. Şimdi, tutuklu ve hükümlü hakları başlıklı oturumu yönetmek
üzere Sayın Feray SALMAN’ı ve bu oturumun konuşmacılarından Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünden Hakan UMUT’u davet ediyorum.
Feray SALMAN
İnsan Hakları Ortak Platformu:
Bir parça izninizi rica edeceğiz başlamak için. Ben bu arada sizi angaje edeyim burası
hazırlanırken. Türkiye İnsan Hakları Kurumu şimdi bir bilgilendirme yaptı: Aslında açılışa Başbakan yardımcısı, insan haklarından sorumlu devlet bakanı Sayın Beşir
ATALAY da katılacaktı ama kendisi, Güney Afrika Cumhuriyetinin bizler bakımından
da çok değerli olan, mücadelesi olan, aslında bir dizi ülkeye ışık tutmuş olan Mandela’nın cenaze törenine katılmak için Güney Afrika’da olduğu ve bugün döneceği için
programa yetişmesi mümkün olmadı, bunu iletmemi istediler. Aslında tabii Mandela deyince epey ömrünü cezaevinde tüketmiş ama ona rağmen ayakta kalmış olan
birisinden bahsediyoruz ve tesadüf oldu, ilk oturumu tutuklu ve hükümlü hakları
üzerinden yapacağız. Her konuşmacının 20 dakikalık sunuşu olacak. İki konuşmacının sunuşları bittikten sonra bir çay ve kahve arası vereceğiz, saat 12.30’da öğlen
yemeğine çıkacağız. Programı biraz esneterek çay-kahve arasını belki daha kısa tutup
tartışmalara ve katkılara ayrılan bölümde herkesin görüşünü almaya gayret edeceğim.
Öğleden sonraki oturumu sabaha alma nedenimiz tamamen kış koşulları ile alakalı;
aslında normal olarak nefret söylemi ve ifade özgürlüğü ile başlayacak olan programın iki konuşmacısının Ankara dışından geliyor olması ve her ikisinin de uçaklarının
rötarlı olarak geliyor olması nedeniyle daha hazır bir yerden başladık. Zafer bey de,
aslında yolda, onun teyidi alındı, kendisine konuşma sırası geldiğinde o salona girmiş
olacak, dolayısıyla hemen buraya oturtacağız onu, o nedenle böyle bir değişiklik oldu
ama bunun programının mantığını çok değiştirmeyeceğini umuyorum.
Cezaevleri meselesi, oturumun adı tutuklu ve hükümlü hakları, yani aslında kapalı
kurumlarda yaşayan ve hak sahibi insanlar ile ilgili bir oturuma başlıyoruz. Türkiye
bakımından aslında tutukluların ve hükümlerinin alıkonuldukları koşullar çok uzun
süredir Türkiye’de bir problem alanı ve bu probleme yönelik olarak da bir takım çalışmalar sürüyor olsa bile problemin halen daha devam ettiğini biliyoruz. Ben korsan
konuşma yapıyorum, yapmayacaktım aslında, hani bu teknik şey bana yaradı gibi görünüyor. Neyse benim korsan konuşmam burada bitecek ama insan hakları alanında,
insan hakları hareketinin en kaygılandığı alanlardan bir tanesi ve gözünü ayırmadığı
13
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
alanlardan bir tanesi tutuklu ve hükümlülerin kapatıldığı, tutulduğu, alıkonulduğu
yerler. Biz buna sadece genel bir yerden doğru da bakmıyoruz, aslında kadınlar ve
çocuklar bakımından da meselenin ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Son zamanlarda çocuk hakları hareketi, çocukların tutulma koşulları ile ilgili olarak bir ses
yükselttiler, bunların görülmesi gerekiyor. Kadınlar tarafından baktığımız zaman ise
halen daha kadınların tutulduğu yerler bakımından, koşulların – birkaç gözlem üzerinden bunu söylüyorum-, alıkonmuş kişilerin hak ve özgürlüklerinin tam anlamıyla
yerine getirilebilmesi bakımından sorunların yaşandığını biliyoruz. Bütün bunları da
umuyorum ki konuşmacılar farklı özneler bakımından da sistemin nasıl çalıştığını ya
da sorunların ne olduğunu ortaya koyabilecekler. Ben daha fazla uzatmadan gecikmeyi de önlemek bakımından, Sayın Hakan UMUT’a söz vermek istiyorum. Kendisi Ceza
ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünde görevli, Türk ceza infaz sistemi ve uygulaması
konusunda 20 dakikalık sunuşunu gerçekleştirecek ve görüşlerini paylaşacak; umuyoruz ki kendisi, hem sistemdeki problemleri hem de bu problemlere yönelik olarak
kamu idaresinin verdiği yanıtları, attığı adımları bizimle paylaşacak.
HAKAN UMUT
Adalet Bakanlığı - Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü:
Türk Ceza İnfaz Sistemi ve Uygulaması
Değerli katılımcılar hoş geldiniz.
Yaklaşık sekiz yıldır Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünde çalışıyorum, inşallah
sizi ceza infaz sistemindeki son gelişmeler ile ilgili yeterince aydınlatabilirim.
Ceza infaz sistemi nasıl çalışır? Bunun üzerinde çok durmaya gerek yok kanaatindeyim; ceza infaz kurumlarına tutuklu olarak veya hükümlü olarak gelinmekte, tutuklamaya alternatif tedbirler olarak denetimli serbestlik uygulaması yapılabilmekte, bu da
Cezaevleri Genel Müdürlüğüne bağlı denetimli serbestlik birimi tarafından yapılmakta; hakkında hüküm verilenler veya tutuklananlar da kapalı veya açık infaz kurumlarına konulmakta, bunu biliyorsunuz ama ben kısaca belirteyim istedim.
Şimdi size genel istatistiki bilgiler vermek istiyorum: Şu anda 18 Kasım itibariyle
ceza infaz kurumlarımızda 142.804 hükümlü ve tutuklu bulunmakta. Bunlardan
113.000’i hükümlü, yaklaşık 29.000’i de tutuklu olarak bulunmakta. 2010’da toplam
sayımız 120.000 idi. Görüyorsunuz dik bir artış var hükümlü mevcutlarında, tutuklu
sayılarımız azalıyor ama hükümlü sayısı çok önemli bir şekilde artıyor. Size şöyle bir
örnek verebilirim. Mesela İngiltere’de yılda 1000 civarında mahkûm sayısı artıyor,
bu rakam hani 2010’dan, 2013’e bakarsanız yaklaşık 3000’lere filan geliyor. Bizde bu
artış çok fazla, biraz sonra bunun sebepleri neler bunlarla ilgili de konuşacağız. Oran14
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
sal olarak hükümlüler toplam mevcudun %80’ini oluşturuyor, tutuklar ise %20’sini
oluşturuyor. Burada grafik halinde tutukluların genel mevcuda oranını görüyorsunuz;
bu 2000’li yıllarda yaklaşık %50 iken, 2013’de %20’lere kadar düştü. Burada cinsiyete göre ayırımını görüyorsunuz, önemli bölümünü erkekler oluşturmakta, kadınlar
yaklaşık 5000 civarında, çocuklar 2000 civarında, bütün dünyadaki trende paralel
şekilde, kadın oranımız yani dünya ortalamasının üzerinde değil, çocuklar da öyle.
Burada da suç gruplarına göre dağılımı görüyorsunuz, en çok adam öldürme suçu var
25.000, ikinci olarak uyuşturucu var ama maalesef uyuşturucu suçları önemli oranda
artıyor, bunun siz de farkındasınızdır herhalde. Burada da oransal olarak verilmiş
%20’sini adam öldürme suçu teşkil ediyor, %19’unu uyuşturucu, daha sonra hırsızlık,
yaralama gasp şeklinde gidiyor.
Şimdi bu grafikte de ceza infaz kurumlarındaki normal ölümler ve intihar rakamlarını
görüyorsunuz. Burada şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: İntihar rakamları 2006’da
34, 2012 yine 34, aslında daha da gerilere gidersek 2002’li yıllara gidersek bu rakamlar aşağı yukarı hep 30 civarında seyrediyor; 34, 36 ve 38 civarında seyrediyor.
Tabii ki hükümlü sayımız iki katına çıkmasına rağmen, hatta 2,5 katına çıkmasına
rağmen intihar sayılarımız aşağı yukarı durağan şekilde devam ediyor. Burada hani
Avrupadaki intihar oranlarını da görün istedik, karşılaştırma yapma açısından önemli.
Türkiye’de 10.000 mahkum için intihar oranı 3.2, görüyorsunuz Avrupa’nın birçok
ülkesinden daha aşağıda seviyede, tabii ki bizim Türk toplumunda intihar oranı daha
düşük, bunu da kabul etmek lazım ama bizim için önemli olan şu: Hükümlü sayısı
yaklaşık 2,5 kat artmasına rağmen intihar rakamlarımız aşağı yukarı aynı seviyede
devam etmektedir.
Şimdi değerli katılımcılar, fiziki yapı alanında son yıllarda Türk Ceza İnfaz sisteminde
çok önemli çalışmalar yapıldı, hatta 2000 yılından bu tarafa çok önemli gelişmeler
yaşandı. Tabii birçok yeni cezaevleri yapıldı, eski cezaevleri kapatıldı. Fakat kalabalıklaşma gibi çok büyük bir sıkıntımız var, Türk ceza infaz sisteminin en büyük sorunu
ne derseniz kalabalıklaşmadır. Bunun tabii birçok sebebi var; bir tanesi suç sayılarında artış. Geçen günlerde Türkiye’deki suç oranları ile ilgili bir araştırma vardı, üç-beş
yıllık periyodda yaklaşık 3 katına çıkmış. Dolayısıyla bu, ceza infaz kurumundaki kişi
sayısını tetikleyen en önemli faktörlerden biri. Tabii 2004-2005’li yıllardaki mevzuat
değişikliğinden sonra birçok suçun cezası arttı, dolayısıyla bu da bir tetikleyici faktör
oldu. Cezaevi mevcudunu arttıran diğer bir sebep suç ile mücadelede, emniyet veya
jandarma görevlileri teknik takibe başladı, elektronik cihazları yeterince kullanmaya
başladı; bu da yakalanan suçlu sayısını ve dolayısıyla mevcudu arttırdı. Tabii belki de
en önemli değişiklik şartlı tahliye koşullarındaki değişiklik. Belki biliyorsunuz, 2005
15
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
yılından önce şartlı tahliye oranı yaklaşık %40 civarındaydı; bir mahkûm, cezasının
½’sini yattığı zaman tahliye olabiliyordu ama bu rakam şu anda 2/3 civarında, dolasıyla cezaevinde kalma süresi uzadı, bu da kalabalıklaşmayı tetikleyen diğer önemli
bir unsur oldu.
Şimdi kalabalıklaşmanın olumsuz etkileri nedir diye bakarsanız tabi ki yetersiz yaşam
koşulları. 4 kişinin barınacağı bir odada ya da koğuşta diyelim, 10 kişi barınmak
durumunda veya 15 kişi barınmak durumunda. Bu bizim sunduğumuz eğitim iyileştirme programlarını olumsuz olarak etkilemekte, her hükümlü tutukluya ulaşma şansımızı azaltmakta veya onlara ayırdığımız zaman miktarını azalmakta, aynı zamanda
personel sıkıntısı doğurmakta, personel yetersizliği ile karşı karşıya kalmak durumundayız. Yine sağlık hizmetlerini de olumsuz olarak etkilemektedir. Tabii kalabalıklaşma
için çözüm üretmeye çalışıyoruz, kısa dönemde yaptığımız çözümler, ekstra ranzalar
koyuyoruz, nispeten mevcudu az olan ceza infaz kurumlarına hükümlü nakli yapıyoruz ve ek bina yapıyoruz. Ama tabii ki bunlar kısa vadeli çözümler; önemli olan uzun
vadeli çözümler. Bu bağlamda yeni ceza infaz kurumları yapıyoruz. Yeni ceza infaz
kurumları, hem maliyetli hem de yapım süreci uzun sürmekte ama çalışmalara hızla
devam ediyoruz. Biraz sonra rakamları vereceğim.
Tabii yasal değişiklikler yapılması gerekiyor. Belki şartlı tahliye oranları bilmiyorum,
değiştirilebilir veya bazı suçlar için daha az şartlı tahliye oranları getirilebilir. Belki de
en önemlisi hapis cezasına alternatif tedbirler konması gerekiyor. Hapsetmek, dünya
da bunu biliyor hapsetmek bir çözüm değil. Geçen bir çalışma okudum, Danimarka’da yapılmış bir çalışma, 30 yıllık süreçte ceza infaz kurumlarının mevcudu 500
kişi artmış, şunu söylüyor raporda diyor ki; hapis cezası çözüm değil. Hapse girenlerin tekrar suç işleyip, cezaevine dönme oranı %39; hakkında alternatif tedbirler olan
uygulanan – denetimi serbestlik gibi – %24; ev hapsi uygulananların %19. Dolayısıyla
bizim de artık alternatif tedbirlere yoğunlaşmamız gerekiyor. Belki kalabalıklaşmayı
çözmek için en önemli adım da o olacak.
Biraz önce bahsettim yeni cezaevi yapım çalışmaları hızla devam ediyor. 2012 yılında 14 ceza infaz evi yapıldı, açıldı daha doğrusu. Yaklaşık 11.000 kapasite yaratıldı.
2013 sonuna kadar 34 yeni kurum açılacak, 20.000 kapasite yaratılmış olacak. Son
on yılda 235 ceza infaz kurumu kapatıldı, bunlar eski tip, iyileştirme faaliyetlerine
imkân vermeyen ceza infaz kurumları, ilçe cezaevleri özellikle 20-25 kişilik kapasitesi
olan kurumlardı ve bu süreçte 83 yeni cezaevi açıldı. Burada ceza infaz kurumlarından örnekler görüyorsunuz. 2012’de İzmir’de ceza infaz kurumu kampüsü açıldı,
Aliağa’da. Burada kalabalık bir koğuştan eski tip kurumdan bir örnek, burada yerde
yatan mahkûmları görüyorsunuz. Hani bizim amacımız bu değil, hani her şey çok gü-
16
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
zel gidiyor demek değil. Kalabalıklaşma sorunu var, özellikle bazı bölgelerde; Adana
bölgesi gibi bazı yerler nispeten daha iyi. Evet bu da eski ceza infaz kurumlarından
kapatılanlardan bir tanesi.
Şimdi burada da ceza infaz kurumlarına ayırılan bütçeyi görüyorsunuz. 2008’den bu
tarafa yaklaşık 3 katı artmış, önemli bir kaynak da ayrılmış durumda. Bir de şunu
söylemek istiyorum, ceza infaz kurumu işletmek çok pahalı bir iş, bize bir mahkûmun maliyeti 47 lira civarında, buna jandarma giderleri dâhil değil. Bu evet pahalı
ama dünyanın her yerinde pahalı. Mesela Amerika 20-25 bin dolar arasında harcıyor,
eyaletlere göre değişiyor bu rakam, kişi başına düşen milli gelirin yarısını harcıyor;
bizde aşağı yukarı kişi başına düşen gelir kadar bir parayı bir mahkûma harcıyoruz.
Ben örnek olsun diye aldım, mesela İngiltere’de 40 küsur bin dolar civarında kişi başına düşen milli gelir; 60.000 dolar civarında harcıyorlar bir mahkûma. Mesela Güney
Afrika Cumhuriyeti, bu günlerde popüler, onlar da yaklaşık kişi başına düşen milli
gelir kadar olan bir parayı bir mahkûma harcıyorlar.
Toplam 362 tane kurumumuz var, bunlardan 305’i kapalı ve diğer ceza infaz kurumlarını görüyorsunuz. Değerli katılımcılar, eğitim ve iyileştirme alanında da önemli
gelişmeler sağlandı, mesela çocuğu olan hükümlü ve tutukluklara aile eğitimleri verilmeye başlandı. Bunu bizim psikolog ve sosyal çalışmacı uzman ekibimiz vermeye
başladı. Yani yaklaşık 10 yıldır veriyordu ama uzman personel sayısındaki artış ile
beraber bu daha yoğun olarak verilmeye başlandı. Suçlulara uygulanan davranış programları vardı, bunları tekrar revize ettik; 2012 yılında bir AB projesi çerçevesinde bu
programların daha profesyonelce sunulması sağlandı.
Birde biliyorsunuz bizim önemli iş alanlarımız var ceza infaz kurumlarında, biz bunları iş yurtları olarak adlandırıyoruz. 2012 yılında yaklaşık 9000 mahkûm, tam zamanlı olarak çalıştı, 27.000 mahkûm yarı zamanlı olarak çalıştı. Bunlardan 550 tanesi
kadındı. Her mahkûma günlük 7 lira civarında ücret ödendi. Bunlara sosyal güvence
sağlandı, çalışanlara ve çalışan mahkûmlara yine ailelerinden sağlık bedeli alınmıyor.
Bu uygulama devam ediyor. Birde diğer önemli husus cezaevinde meslek eğitime katılan ve bu niteliği kazanan kişilerin %38’i tahliyeden sonra iş buldu, burada da grafik
halinde görüyorsunuz. Dikkat ederseniz 2009’dan 2012 yılına kadar önemli büyüme
sağlandı. Burada da tekstil atölyesinden örnek görüyorsunuz, bu da gümüş işçiliği
ile bir örnek Şaşmaz’da belki bilen vardır, bir marketimiz var, bütün Türk ceza infaz
kurumlarındaki ürünlerden, satış yapıyoruz, sizleri de bekleriz. Burada mantı üretimi
bile var.
Bu yılın en önemli yeniliklerinden birisi de bizim mahkûmlar için hazırladığımız,
ödül mevzuatıydı. İlk defa eş ziyareti ödülü uygulanmaya başlandı, bu hususta olum17
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
lu geri dönüşler var, hükümlülerin iyileştirilmesine önemli katkılar sağlıyor. Biz tabii
mevzuatta bu düzenlemeyi yaparken Avrupadaki birçok ülkeyi de inceledik, mesele
İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde bu uygulama yok. İran ve Sudi Arabistan gibi ülkelerde eş birleşmesi ödülü var. Bu sadece tabii eş birleşmesi değil, birçok ödülü birleştiriyor ama zaman sıkıntısı var hemen geçmemiz gerekiyor, en geç üç ayda bir eş ziyaret
ödülü verilebiliyor. Burada da eş ziyareti odasından bir örnek var.
Şimdi son zamanlarda yapılan önemli iyileştirmelerden birisi de çocuk ceza infaz kurumları: Modern çocuk eğitim evleri açıldı. Cezaevi değil eğitimevi diyoruz. Daha
çok okul gibi çalışan kurumlar bunlar, İzmir ve Ankara’da 2012 yılında açıldı, halen
yapılmakta olanlar var. Şimdi bu sene yaptığımız önemli iyileştirmelerden birisi de
iaşe bedellerini arttırdık. Günlük iaşe bedeli tüm mahkûmlar için 4 lira idi. Farklılaştırma yaptık, çocuklar ve çocuklu kadınlar için pozitif ayırımcılık yaptık. Çocuklar
ve çocuklu bayanlar için 7,5 liraya yükseltildi. Diğer mahkûmlar için de iaşe bedeli 5
liraya yükseltildi. Bir örnek vereyim İngiltere’de iaşe için günlük 1.90 sterlin harcanıyor; karşılaştırırsanız daha sağlıklı sonuçlara ulaşırsınız. Sağlık alanında tabii, sağlık
giderleri, Sağlık Bakanlığı tarafından karşılanıyor ama gözlük, protez gibi cihazların
alımında sorun vardı. 2012 yılından itibaren Bakanlığımız bunu ödemeye başladı, bu
sorun da çözüldü. Bu hususa girmek istemiyorum.
5275 sayılı Yasadan kısaca bahseyim: Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında
Kanun madde 16’da hasta hükümlülerin infazının geri bırakılması kolaylaştırıldı, ilk
etapta bu şekilde 42 mahkûmun cezasının infazı ertelendi. Diğer bir düzenleme yapıldı yine akraba cenazelerine veya hastalık nedeniyle ziyarete imkân sağlandı, aslında
kapsamı genişletildi. Bu izin esnasında mahkûmların kendi veya yakınlarının evlerinde kalmalarına imkân sağlandı.
Personel sayısı 2009’da 27.000 iken 2013’de 45.000’e çıktı. Bizim amacımız 1’e 3
gibi bir hedefti. Bunu aşağı yukarı yakaladık diyebiliriz ama tabii hükümlü ve tutuklu
sayısı çok yoğun bir şekilde artıyor. Size şöyle bir örnek verebilirim. Avrupa’da 100
mahkûma düşen personel sayısı Danimarka’da 138, Fransa’da 50 (Fransa’da 2’ye 1
gibi, bizde 3’e 1), mesela İspanya bizim gibi bir ülke, hani ekonomik olarak bizden
biraz daha iyi ama bizimle aynı oranlara sahip, çalışan ve mahkûm oranı bakımından. Burada personelin dağılımını görüyorsunuz, bizim amacımız, sosyal çalışmacı ve
psikolog gibi uzman personel sayısını özellikle arttırmak. Eğitim merkezlerimiz var,
personeli eğiten, en sonuncusu Denizli’de açıldı. Toplam bu yıl 9000 personele eğitim
verdik. Tabii bu eğitimlerin sonuçları ne oluyor? Daha bilinçli personel ortaya çıkıyor
ve mesela kötü muamele nedeniyle ceza alan personel sayısını görüyorsunuz. 2008’de
44 personel iken bu 2012’de 8’e düştü. Hani biraz önce intihar sayılarından bahset-
18
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
miştim, onlar da değişmeden kaldı, bunlar tabii ki personel eğitiminin de sonucu (bu
arada zaman baskısı olduğu için panikledim).
Şimdi tabii ki ceza infaz kurumları denetleniyor, müfettişler denetliyor, bakanlık denetliyor veya kamunun farklı kesimleri denetliyor ama sivil denetim de önemli. İzleme
kurullarını biliyorsunuz, ağır ceza merkezinin bulunduğu her yerde izleme kurulları
var. Bunlar periyodik olarak iki ayda bir denetim sağlıyorlar ve onların tavsiyelerini
biz yerine getirmeye çalışıyoruz ve bunları takip ediyoruz. Geçen yıl %71 oranında
izleme kurullarının tavsiyeleri yerine getirildi. Burada da hangi husustaki tavsiyelerin
yerine getirildiği yazıyor (zaman baskısı nedeniyle çok konuya giremiyorum yine).
Ama mesela İngiltere’deki izleme kurullarının yaptığı tavsiyelerinde %50’si yerine getirilmiş hani fikir versin diye söylüyorum. Bu rakam bizde %71 civarında gerçekleşti.
Genelde %65 ile %70 arasında oynuyor yıllara göre.
Bir eleştiri vardı daha önceden: infaz hâkimleri noter gibi çalışıyor, bütün başvuruları
ret ediyor şekilde eleştiri vardı. Görüyorsunuz artık %30 civarında veya %25 civarında infaz hâkimleri mahkûmların itirazlarını kabul ediyor. Bu 2012’nin son çeyrek
rakamlarıdır.
Evet, “denetimli serbestlik” biliyorsunuz 2005 yılında kuruldu, çok geçmişi yok, 8
yıllık geçmişi var bizde. İngiltere’de 100 yıllık geçmişi var, ama çok hızlı gelişen bir
sektör, alternatif tedbirleri uyguluyor veya cezaevinden tahliye olduktan sonra hükümlüleri bir süre takip ediyor. Bu yıl şartlı tahliyesine bir yıl kalan hükümlülere
erken tahliye imkânı sağlandı. Şartlı tahliye hazırlanmak için bu kapsamda 75.000
hükümlü takip edildi. Adli kontrol mekanizması daha etkin hale getirildi ve bunların
takibini yine Denetim Serbestlik Kurumu yaptı. Elektronik izlemeye geçildi, hükümlülere elektronik kelepçe takıldı. Bunların takibi yapıldı. Burada tutuklama rakamlarını ve adli kontrol rakamlarını görüyorsunuz. Adli kontrol kararlarında çok önemli bir
artış var, buna paralel olarak tutuklamalarda azalma var. Bu yılsonu itibariyle 3000
hükümlünün elektronik olarak izlenmesi planlanıyor. Bu rakamlara da ulaşıldı zaten.
Evet, teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için. Zaman baskısı nedeniyle aslında söyleyeceğim, sunum dışında söyleyeceklerim vardı ama ileride konuşma fırsatı olursa
tekrar değerlendiririz.
Feray SALMAN:
Hakan Bey’e teşekkür ediyorum ama bu toplantının yapısı itibariyle zaten aradan sonra ikinci konuşmacı da sunuşunu yaptıktan sonra bir ara vereceğiz, o aradan sonra
yemek vaktine kadar herkes sorularını sorabilme şansına sahip olacak, dolayısıyla Hakan Bey’in bu sorulara yanıt vermesi de mümkün olacak, o nedenle sadece bu sunuş
19
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ile sınırlı değil. Dolayısıyla ben hepinizi de aynı zamanda eğer Hakan Bey’e yöneltmek
istediğiniz sorular varsa onları hazırlamanızı da rica ediyorum.
Şimdi ikinci konuşmacımız Zafer Bey. Bir başka perspektif, yani kamu idaresinden
doğru tutuklu ve hükümlülerin tutulma koşulları ve Adalet Bakanlığının meseleye
bakış açısını, yapmaya çalıştıklarını izledik. Bir başka bakış açısı elbette sivil alanda, Zafer KIRAÇ, Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nin temsilcisi Zafer
Bey, çok uzun zamandır cezaevlerinde, içeride, cezaevinde tutulan kişilerle, kapalı
kurumlarda tutulan kişilerle ilgili çalışmalar yürüten ve buradan edindiklerini, elde
ettiklerini kamu idaresine aktaran, değişmesi gereken şeyler için de değişikliğe zorlayan bir çalışma içerisinde; dolayısıyla önemli bir deneyimi var. Konuşmasının başlığı
“Hapsedilmiş İnsan, Mahpus ve Onun Hakları”. Zafer 20 dakikalık bir süremiz var,
ben son 5 dakikada bir mesaj göndereceğim. 2 dakikada ayrıca vaktin var.
Zafer KIRAÇ
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği:
Hapsedilmiş İnsan "MAHPUS" ve Hakları
Güzel özetlediniz Feray Hanım neler yapmaya çalıştığımızı, ama son zamanlarda bu
söylediğinizi pek yapamıyoruz, yani hapishanelere girip çalışma şansımızı yitirmeye
başladık. Bu gerçekten konuşmamın başlığı açısından – böyle bir giriş yapmam da –
iyi oldu. Aslında bizim şansımız kadar mahpusun da şansı, yani – mahpusun dışarıdan birilerinin gelip – orada neler olup bittiğini izlemesine hakkı var; ben biraz başlığı
o yüzden seçtim. Birincisi bu, ikincisi de hapishane denilince bizde genel bir tanım
var ya – pek yapmak istemiyorum ama-, Türk, sağlıklı, Sünni diye devam eder; olumsuzlukları anlatmak için kullanırız bu tanımlamayı. İşte bu tanım ne yazık ki hapishaneler için de geçerli. Hapishaneler Türklere göre yapılmış, Sünnilere göre yapılmış,
alevi dedesi gelemiyor ama imam var gibi, engelli yok sayılmış hiçbir düzenleme yok.
Herkes erkek diye bakılmış, LGBT mahpusların ihtiyaçları hiç düşünülmemiş. Türkiye’de 3000 civarı yabancı mahpus var, Rusya’dan da, Fransa’dan da, Güney Afrika’dan
da, İran’dan da insanlar var. Herkes sağlıklı değil, epeyce engelli mahpusumuz var ve
ne yazık ki bu konularda – bugün benim genel eleştirilerimden bir tanesi de bu olacaktı zaten – veri bulmakta sorun yaşıyoruz ya da verileri uluslararası tanımlamakta
sorun yaşıyoruz. Yani “engelli var mı?” diye sorduğunuzda “94 engelli var” deniliyor
ise, sadece gözü ve ayağı, bacağı ya da kolu olmayan engelli sayılıyorsa burada bir
problem var; uluslararası engelli tanımı böyle değil. Çünkü örneğin süreğen hastalığı
engellilik olarak sayıyor uluslararası kriterler, ama Adalet Bakanlığının bilgi edinme
yoluyla bize verdiği cevapta süreğen hastalığı olan mahpuslar dâhil edilmemiş bu sayıya. Burada şunu söylemeyi çok isterim, bilgi edinmeyi çok iyi kullanıyoruz dernek
20
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
olarak, aşağı yukarı her hafta bilgi edinme başvurusu yapıyoruz, oradan alıyoruz cevapları ve mevcut istatistiklere girmemiş konularda bilgileri. Yine hapishanelerde sadece erkekler yok kadınlar da var; onlara ne kadar uygun kadın hapishaneleri bakmak
lazım. Bütün bunlara bakabilmek için sivil bir denetlemeye de izin verilmesi lazım.
Ona en son gelmek istiyorum, çünkü en büyük sıkıntımız da o.
Her ne kadar Hakan Bey sunuşunda izleme kurullarından bahsettiyse de sivil toplum
kuruluşlarının, hak temelli çalışan sivil toplum kuruluşlarının bu izleme kurullarına
ilişkin değerlendirmesi negatif; yani izlemediğini, çalışmadığını söyleyebiliyoruz; çok
acı bir iki örnek de verebilirim de, sabah sabah can sıkar gerçekten. Ayrı ayrı izleme
kurulu başkanlarının hapishaneye nasıl baktığına örnek vermek isterim; isterseniz
onu soru cevapta ya da arada yapabiliriz. Yani hapishanelerde sadece erkekler, kadınlar yok; çocuklar var, yaklaşık 2000 kadar çocuk. Yaşları 12-18 arasında değişen çocuklar var, onlara uygun mu buralar? Bugünlerde olağanüstü bir şey yaşıyoruz
bence. Türkiye’de üç tane –enteresan, eski adı ile ıslah evi, sonra adı değişti eğitim
evi kullanılıyor; Keçiören, Elazığ ve Bergama’da – buraları kapatıp şimdi çocukları
Ankara Sincan Cezaevleri Kampüsü diye bir yere aldık, bunu da ayrı bir başlık altında
değerlendireceğim.
Yine LGBT bireyler var içeride. Sayıları hiç de az değil, yine veri alamıyoruz ama biz
sivil toplum örgütlerinden bu alan ile ilgili derneklerden aldığımız veriler ile ya da
bizim yazışmalarımızla aldığımız veriler var yine orada da. Sorduğunuzda yine çok
komik bir rakam geliyor, onlara uygun mu? Hayır değil; zaten Türkiye bu konuda bir
ceza da ödedi, daha önce 2 yıl tek başına hücrede kalan LGBT birey için; benzer bir
durum şu anda Urfa’da yaşanıyor ve birkaç hapishanede daha tek başına kalanlar var.
İşte onun güvenliği düşünülüyor. Bununla ilgili birkaç notum var söyleyeceğim, ama
genel şeyleri geçiyorum.
Dolayısıyla hapishaneler insana uygun yerler olmalı. Her ne nedenle olursa olsun,
hele hele bunca yatırımı onu yeniden “kazanmak” gibi rehabilitasyon gibi, iyileştirme gibi çok rahatça kullanabiliyoruz bir insan üzerinde. Bazıları bunları tartışmalı
ve bütün mahpuslara söylenebilecek şeyler değil aslında, ama farz edelim ki böyle
baktık ve bunca yatırım yaptık; Hakan Bey de verdi rakamları, orayı ben geç kaldığım için atladım, bilemiyorum son sayıyı. Ama her hapishanede ‘bir tane psikolog
bile olmayan bir hapishane yönetimi anlayışıyla’ rehabilitasyondan ve iyileştirmeden
söz etmek mümkün değil diye düşünüyorum ben. Yani Avrupa’daki ülkeler personel
sayısını artırmakta, güvenlik endeksli personel sayısından bahsetmiyor. Onlar artırırken sosyal amaçlı, içerdeki yaşamı birazcık normalleştirecek, kişiyi hapsedilmenin
olumsuzluklarından koruyacak sosyal ortamları sağlayacak personel sayısını artırıyor.
21
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Bizim de ona yönelmemiz lazım, hızla. Sürekli güvenlik personeli alıyoruz. Adalet Bakanlığının web sayfasındaki sayılar değiştikçe heyecanlanıyorum – her hafta girdiğim
için – Sonra bir hayal kırıklığı yaşıyorum; diyorum “600 olmuş psikolog sayısı”. Sonra
bakıyorum denetimli serbestlikte olduğunu görüyorum, o da iyi bir şey ama yine hapishanenin içinde değil, yani hapishanenin içindeki psikolog sayısı artmıyor düşüyor.
Yani 280’lerden, 240’lara düştü galiba…
Hakan UMUT:
Aslında şöyle; hani, uzman sayımızda belirgin bir artış var fakat esas sorun şu; yeterince psikolog bizimle çalışmak istemiyor. Sosyal çalışmacı ve psikolog 300 kişilik, yine
bir ilan var, hani tanıdıklarınıza söyleyebilirsiniz, mesela 300 kişilik psikolog alımı
için ilana çıkıyoruz, 350 müracaat oluyor veya 200 kişilik sosyal çalışmacı için ilana
çıkıyorsunuz, 60 başvuru oluyor, hatta üniversitelerle görüşme yapıldı, bu hususta
daha önce öğrenci alınıp yani bu sıkıntı giderilebilir mi ki şeklinde… Artış var, karşılaştırmalı vermedim çünkü 20 dakika sıkıntısı da var, yaklaşık iki katına çıktı son 3-5
yıllık periyodda uzman sayısı. Bizim bundan sonra esas hedefimiz, şimdiye kadarda
öyle bir hedefimiz vardı, infaz koruma memuru değil, uzman istihdam etmek. Ama
müracaatlarda önemli sıkıntılar var, artış var ama yeterli değil.
Zafer KIRAÇ:
Ama psiko-sosyal serviste çalışacak olanların koşulları iyileştirilse onun haklarını
değiştirirsek, ilanları öyle verirsek… Sonuç kısmını tamamlamak istiyorum; ‘hapishanede kimler var?’ kısmında: ağır hasta mahpuslar var, yani bunu da unutmamak
gerekiyor, gündemimizde şu anda. İntihar oranlarını verdi Hakan Bey ama genel ölüm
sayılarını galiba vermedi (Hakan Umut: “Verdik.” Zafer Kıraç: “Verdiniz mi? Peki”)
Biz Adalet Bakanlığına yine bir soru sormuştuk: son 5 yıldaki ölüm oranları – daha
doğrusu önce bir gazeteye verdiğimiz bir demeçte – her hafta 5 tabut çıkıyor hapishanelerden demiştik, bunun üzerine Adalet Bakanlığı’ndan bizi aradılar ve nereden
çıkarıyorsunuz bunu dediler, biz de o zaman cevap verdik. Adalet Bakanlığı’na sorduğumuz sorunun karşılığında verilen 2012’deki sayı 262 idi. Bunu 52 haftaya böldüğümüzde böyle bir rakam bulmuştuk. Yani ne yalan söylüyorduk, ne de abartıyorduk. Dolayısıyla ben ölüm sayılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Mesele sadece
intihar değil. Yani içeride sağlık koşullarına ulaşamamaktan dolayı ölümü de yani bir
pasif intihar, kasıtlı intihara sürüklemek gibi de niteleyebiliriz. Yani farklı anlamlar
yükleyebiliriz diye düşünüyorum.
Yani aslında genel olarak söylemek istediğim; nereden baktığımızla alakalı bir durum var. Yani içerideki infaz koruma memuru, oradaki baş memur, kurum müdürü,
22
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Cezaevleri Genel Müdürü, Bakan, İktidar, biz nasıl bakıyoruz içeridekine; yani ne
umuyoruz? Burada iki yol var karşımıza çıkan: bir tanesi bedel ödetmeye çalışmak
ve bunu bütün dünya denedi gerçekten, yani intikam alan, bir nevi bedel ödeten bir
hukuk anlayışı hâkim oldu. Bu denendi ama daha iyi bir yere gelinmedi. Dünyada bu
konuda, şimdi onarıcı adalet diye bir şey var artık tartışılan uygulanan. Yani bizim de
bu pencereden bakıp bakmayacağımız önemli, yoksa hala “burnunu sürtmek, “hanyayı-konyayı göstermek”, “anasından emdiği sütü burnundan getirmek”, vb… böyle
düşünen müdürler var arkadaşlar, böyle düşünen infaz koruma memurları var. Böyle
düşünen müdürler gelip geçti, genel müdürler, bu var bunu kabul edip, “bu anlayışı
nasıl değiştiririz?” üzerine kafa yormamız lazım. Ben bu toplantıyı bu açıdan da çok
anlamlı ve faydalı buluyorum.
Yani Hakan Bey – neredeyse tersten baksanız – benim bütün eleştireceğim şeyleri
söyledi. Mesela ben aslında bellekte bir tek şey getirmiştim, o da Silivri Cezaevleri
Kampüsü’nün fotoğrafıydı. Havadan çekilmiş. Mesela o görüntü benim için korkunç
bir görüntüdür. Ama bakanlıkta bir kişi için muazzam bir görüntüdür. Yani nereden
nereye gelindiğinin fotoğrafıdır. Orası bizim açımızdan bir depodur. Bu kullandığım
kelime çok sert bulunabilir. Ama orada iyileştirme yapamazsınız. Oraya ben gidemiyorum, Ümraniye’ye gidiyorum ama oraya gidemiyorum, çok uzak, kimse gidemiyor. Bir kere uzaklaştırıyorsunuz. Hapishaneleri şehrin dışına taşıyarak, yakınından
ailesinden. Rehabilitasyonun en önemli özelliklerinden biri insanların ailesi ile olan
ilişkileridir. Bunu, bütün uluslararası kriterler söyler. Bunu yorucu hale getiriyorsunuz; hatta bazı yerlerde, imkânsız hale getiriyorsunuz. O fotoğraftan bir şey çıkmaz.
Hapishaneleri biz yeniden küçültmeliyiz, büyütmek değil. Kampüs nereden çıktı
bunu tartışmamız lazım, bizim İngiltere’yi örnek almamamız lazım. Başka ülkeler var
örnek alınacak. Almanya’yı örnek alabiliriz çok istiyorsak. Almanya çok dikkat çekici
bir şekilde mahpus sayılarını düşürüyor 85 milyon nüfusu var, mahpus sayılarını
80.000’lerden, 55.000’lere düşürdü. Almanya’nın 2020 hedefi hükümlü ve tutuklu
sayısını daha da aşağıya çekmekken, Türkiye Adalet Bakanlığı tarafından 300.000
kişilik hapishane yapılmasını taahhüt ediliyor. Yani bu bizzat Bakan Bey’in kendi açıklamasıdır. İki katına çıkaracağız kapasiteyi diye.
Bu kapasite ile ilgili de – mutlaka altını çizmek istiyorum-, Hakan Bey demin çok
güzel ifade etti onu aslında: “içerideki kapasite anlamında şu anda 10.000 kapasite
fazlamız var” denebiliyor bazı demeçlerde, oysa kapasite öyle 140.000 filan değil,
100.000’lerde dolaşıyor, fotoğrafları gayet güzel gördünüz. Yani koğuşa yatak koymakla, – 8 kişilik koğuşa, 15 yatak koymakla – kapasiteyi artırmıyorsunuz. Aksine
oradaki hayatı yaşanılmaz hale getiriyorsunuz. Oradaki tuvalet sayısı artmış olmuyor,
havalandırmanın metrekaresi büyümüş olmuyor, adım atılacak alan genişlemiş olmu23
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
yor, sadece yatak koyuyorsunuz. Kendi evinizden yola çıkın 5 kişi misafir edebilecek
iken, 10 kişi gelmiş ve gitmiyorlar. Günlerce oradalar, bir iki gün idare edersiniz,
komşudan kap kacak istersiniz, yatak istersiniz filan. Bunlar insan ve üstelik yaklaşık
40.000’i tutuklu, yani ben hala eski hesaba göre gidiyorum. Hükmen tutukları da
tutuklu sayıyorum. İçinizde hukukçular bilir, o bir gecede değişti. Hükmen tutuklu
diye bir kavram vardı, onlar hükümlü sayıldı ve tutuklu sayımız birden yarı yarıya
düştü bir gecede. Yani bu bazı tanımlamalar var, bunun yerine işimizi yapalım istiyorum ben.
Biz burada kendimize bir rol aramaya çalışıyoruz. Bu rolde bizim, sivil toplum örgütlerinin en çok yapabileceği, izlemek, eleştirmek ve içeride proje yapmak ve “bazı
şeyler böyle olur”u göstermeye çalışmak. Buna izin verilmesi gerekiyor bir kere, bu
konuda bazı ilerlemeler beklerken, adım atılacağını umarken hala Adalet Bakanlığı’nın en zayıf kaldığı şey bu. Bu konuda açın kapıları sivil topluma, gerçekten hiçbir
şey olmaz merak etmeyin. Ölçüyü koyarsınız, kriterleri koyarsınız, karşılıklı nasıl çalışacağınızın etik kurallarını birlikte tespit edersiniz. Ama bir çalışma yaptık, bununla
ilgili çok büyük bir Avrupa Birliği projesi – biz de içindeydik kısmen – burası kaldı,
bu kısmı kaldı. Ben burada kasıt arıyorum doğal olarak, o projede eksik oldu ve yapılmadı. Yani yine orada sivil toplum “yok katılmadı” falan denilebilir. O eleştirileri
de çok şey bulmuyorum; çalışabilir, o belge oluşturulabilir ve sivil topluma hapishanelerde çalışabilecekleri ilan edilebilir: – şeffaflaştığı ve gelip iş yapabilecekleri, hatta
şu alanlarda özellikle çok ihtiyaç olduğu psikolog gibi, gönüllü psikologlara ihtiyaç
olduğu gibi vs. – Tabii karşılıklı kurallar belirlenerek çalışılabilir.
Yani bu “5 yıldızlı otel” tanımlarından ve “misafir” tanımlarından bir sivil toplum
örgütü olarak çok sıkılıyoruz. İçerideki insanlar – evet bir şekilde yargısal bir sürece
girmişler – hukuki bir şey yaşıyorlar, misafir filan değiller. Yani bu bacı gibi, baba
gibi, anne gibi şeyler bunlar. Bunlardan vazgeçmek gerekiyor. Orası 5 yıldızlı otel
değil, hiçbiri en iyi bir hapishane bile otel diye tanımlanamaz. Bu bir kere biraz dalga
geçmek gibi; otelden istediğinizde ayrılırsınız, yani dolayısıyla bu tanımlamalardan
uzak durmak gerekiyor.
Çocuklar ile ilgili olarak: şimdi küçük küçük onlara değinip bitireceğim izin verirseniz. Çocuklar ile ilgili Sincan’da, şu anda bir tek eğitim evi var. Türkiye’de bütün
çocuklar oraya toplandı; artık Elazığ’daki çocuk da Sincan’da, Bergama İzmir’deki
çocuk da Sincan’da. Kendi coğrafyasından, ailesinden uzakta. Bu tuhaf gelmiyor mu
size? Yani 10 tane daha yapılacağı söyleniyor da zaman geçiyor, o çocuk büyüyor ve
çocuklar geleceğin suçluları gibi oluyorlar. O sistemin içinde ne kadar uzun kalırlarsa
o kadar tekrar oraya gelme ihtimalleri artıyor. Almanya o yüzden ayırdı ve çocuk
24
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
ve gençlik suçluluğu diye ayrı bir şey kurdu. Adalet sisteminin içinden çıkardı, hiç
bulaştırmıyor oraya, sosyal hizmetler içinde çözmeye uğraşıyor onu. 1800 küsur çocuğun ¾ tutuklu; yani çocuklar niye hala 6-7 ay tutuklu, niye çocukların mahkemesi
en azından başlayıp bitmiyor, bu konuda baskı yapamaz mı? Tamam, cezaevleri genel
müdürlüğü sorumlu değil. Ama bu konuda hepimizin bir baskı yapması gerekiyor.
Bergama’daki, Elazığ’daki ve Keçiören’deki – bazılarınız biliyor olabilir, buraların çok
büyük problemleri vardı evet ama bana göre ve bizim derneğin bakış açısına göre iyi
yerlerdi – şu anki yerlerden kat be kat iyiydi. Şehrin içinde insanların ulaşabileceği,
gelebileceği, “öyle Radikal’de bir haber çıktı eğitim evinde 5 kişi üniversiteyi kazandı.“ Keçiören’de de kazanıyorlardı, böyle manipüle etmenin anlamı yok. Eğitim evini
Sincan’a taşımayı doğru göstermek için bazı manipülasyonlara gitmeye hiç gerek yok.
Keçiören’de kazanıyorlardı, Elazığ’da da kazanıyorlardı. Artık Sincan hapishaneler
kampüsünün bir parçası orası, içeride ayrı bir tabela olabilir. Müdürü ayrı olabilir,
personeli ayrı olabilir. Ama bu çocuklar okula gidiyorlar, işe gidiyorlar, çeşitli kurslara
gidiyorlar ve o hapishaneye gelen mahpus yakınları ile birlikte yolculuk ediyorlar.
Bu çok riskli bir şey yani derhal vazgeçilmeli. Bize göre yapılacak diğer 10 eğitim evi
de diğer kampüslerin içinde olmamalı, ayrı bir yerde yapılmalı bizce. Hapishaneler
olarak inşa edilmemeli. 80 ilde, küçücük, sosyal hizmetlere bağlı – Adalet Bakanlığı ile
koordineli gidebilir – küçük küçük 50 kişilik, 100 kişilik her ilde eğitim evi yapabiliriz ve biz bu işin üstesinden hep beraber geliriz. Yani öyle büyük yatırıma göre yok,
hele hele bizi en çok tedirgin eden kapıların otomatik olarak kilitlenmesi. Bunlarla
güvenlik, hep tecavüz önlemi adına yapılıyor ama çocuğa güvenmemek en büyük
problemlerden biri zaten. Odalar otomatik kilitleniyor, yani bunu da doğru bulmuyoruz biz. Eğitim evi ile söyleyebileceğimiz şeylerden bir tanesi bu.
LGBT mahpuslar ile ilgili 3 soru sormuştuk: “kaç kişi?”, tamam “94” denildi. İkincisi
“nasıl ayırıyorsunuz, hapishane ve koğuş olarak?”. “Rapor istiyoruz” denildi cevap olarak: “ne raporu?”. Bir tanesini takip ettik İstanbul’da; “ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde onun gay olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz”, böyle şey olur mu? Yani nasıl
bir olay olacak da onun gay olduğunu anlayıp ona göre koğuşa koyacağız. “Gay”im
diyorsa “gay”dir. Üçüncüsü biraz daha vahimdi, umarız olmaz “özel bir düzenlemeniz
var mı?” diye sormuştuk; özel bir hapishane yapılacağı söylendi, dünyada örneği yok
bunun. Yani özel bir LGBT hapishanesi olamaz. Böyle cevap verildi, resmi cevaptır bu.
Engelliler ile ilgili engelli dernekleri federasyonu ile sakatlar derneği ile bir hapishaneye gittik İstanbul’da, ismini vermeyeyim. Üç grup için izin almıştık, bir LGBT
mahpusları görmek, iki engellileri görmek, üç yabancıları görmek; görüştürülmedik
mahpuslarla. Ama hapishaneye giriş iznimiz vardı. Girdik, müdür ile sohbet edip
25
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
mekânları gezdik. Engelliler ile ilgili sorduğumuz soruda da yine hapishaneler tek katlı olarak cevap geldi bize. Türkiye’de hapishaneler dıştan baktığınızda tek katlı, ama
içinde iki katlıdır. Yani yatak odaları yukarıdadır. Atölyeler, işlikler ya ikinci kattadır,
ya alt kattadır. Böyle bir şey; sonuçta içeride iki kat vardır. ‘Engelliye özel düzenleme
yapıyorum’ demek, iki kat bir koğuşta engelliyi altta yatırmak değildir. Yine kendinizi
düşünün; evdesiniz, küçük bir ev kalabalık bir aile, salonda yatan çocuk olduğunuzu düşünün, hani herkes odaya gidince sizin, rahata erme şansınız vardır. Bu bir
düzenleme değildir engelli için orada yatması. Engellilerden bir arkadaşımızla zaten
hapishanenin hiçbir yerine giremedik. Ama “dört tane güçlü kuvvetli mahpus gelsin”
diye bağırdı baş memur. Dört mahpus gelip arkadaşımızı kaldırdılar. Büyük bir risk
aldık, omurilik felçlisi, onu alıp karşı tarafa indirmek zorunda kaldık, bu biz orada
ziyaretçi olduğumuz için yapılan bir şey. Eğer gerçekten engelli bir mahpus olsaydı o
cihazın oradan sürünerek geçmek zorunda kalacaktı, onu söylediler bize, aletle geçiremeyiz dediler; inip geçmek zorunda. Yani bütün bu düzenlemeleri yapmak zorunda
Türkiye.
Yani elbette son dönemde inanılmaz projeler yapılıyor, gerçekten takdir ederim o konuda, takdir de ediyoruz Dernek olarak. İnanılmaz bir çaba da sarf edildi. Ama mantık değişmedi, sorun burada. Yani o yüzden söylüyorum: ne misafir, ne 5 yıldızlı otel
mantığı ile bir şey yapalım. Biz “onun zaten hakkı” diye yapalım. Yani insan hakları
yardımcı bir şey değil, kendisi; yani o insanın hakları, ek bir şey değil, ek bir muamele
değil, bir iyilik değil, bir lütuf değil.
Yaşlılar ile ilgili ciddi sıkıntılar var, hadi girmeyeyim ona. Ağır hasta mahpuslarla
ilgili Türkiye örnek bir adım attı R tipi hapishane yapıldı İstanbul’da. Giremiyoruz
bir türlü. Ne olur izin versinler. 10 kişilik çok güzel bir heyet kurduk, inanılmaz doktorlar – isimleri saysam anlayacaksınız, her biri kendi alanında uzman kişiler – dört
kere başvurduk Genel Müdürlüğe. Biz oraya gidemiyoruz, orayı bir görmek istiyoruz,
oradaki doktorlarla konuşmak istiyoruz, bazı mahpuslarla izin verilsin sohbet etmek
istiyoruz, koşulları görmek istiyoruz o kadar. Göremiyoruz, dolayısıyla oranın iyi olduğu söylendiğinde de inanmama hakkına sahibiz herhalde değil mi? Görmediğim bir
şeyin iyi olduğuna nasıl inanabilirim? Her şey ancak sivil ve bağımsız denetime izin
verilirse düzelecektir. Bunun başka yolu yoktur diyerek sözlerimi bitirmek istiyorum.
Feray SALMAN:
Fakat bu sorun gerçekten özellikle bağımsız sivil denetim meselesi Türkiye’de bütün açıklığı ile konuşulmak zorunda, katılım hakkı bağlamında ki çok çalışılmayan
bir alan. Katılım hakkı bağlamında tekrar yeniden gözden geçirilmesi gereken bir
alan, biz de İnsan Hakları Ortak Platformu ve Çocuk Hakları Platformu beraber bir
26
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
çalışma yaptığımızda, çok rahatlıkla izinlerin alınamadığını biliyoruz, söylediğimiz
problemlerin, işaret ettiğimiz problemlerin hani ele alınma biçimlerinden rahatsızlık
da duyuyoruz. Dolayısıyla bu diyalog, özellikle sivil toplum örgütlerine kamu idaresi
arasında bu tür sorunları gerçekten görebilmek ve gerçekten yapılanın sonuç yaratmasını sağlayacak bir yere ulaşmasını sağlamak için diyalog, bırakın diyalogu bu iş birliği
çok önemli. Ama o iş birliğinin arkasında ise gerçekten kamu idaresinin sivil toplum
örgütlerine duyacağı saygı ile alakalı bir şey, bu nedenle gelişmeye çok açık gibi görünüyor. Neyse ben sizin çay molanızı daha fazla almadan 15 dakika ara veriyorum,
dolayısıyla 11:35’de tekrar salonda olursanız sorular ve tartışmalar, dolayısıyla söz
sizin olacak ve konuşmacı arkadaşlarımız için de nihai olarak bütün sorulan soruları
yanıtlayacakları bir zaman dilimini onlara ayıracağız. Afiyet olsun.
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Feray SALMAN:
Sorularınızı alacağım fakat sorularınızı kime yönelttiğinizi lütfen iletirseniz memnun
olurum. Yorum yapacaksanız ya da bir şeyi paylaşacaksanız bu paylaşmayı da bir diğerinin söz hakkına müsaade ederek, o zaman zarfını lütfen kendiniz ayarlayın, ama
5 dakikayı geçen konuşmaları büyük ihtimalle durdurmak zorunda kalabilirim. O
yüzden de hazırlıklı olun.
Öztürk TÜRKDOĞAN
İnsan Hakları Derneği:
Birkaç soru ile başlayayım. Hakan Bey'e sorum, Adalet Bakanlığı hükümlü ve tutuklu
sayılarını yayımlarken hükmen tutuklu kategorisini niçin çıkardı? Hükmen tutukluların Yargıtay’daki temyiz incelemesi devam ettiği için dolayısıyla bunlara kesin hükümlü muamelesi yapamayız, bu rakamın eskiden olduğu gibi verilmesi gerekiyor. O
nedenle zaten tutuklu-mahpus sayısı birden bire hızla düşüverdi, bunun bir şekilde
izah edilmesi gerekiyor. İkincisi, Terörle Mücadele Kanununun 10. maddesi kapsamında yargılamaları devam edenlerle ilgili hükümlü ve tutuklu sayılarını verirlerse
memnun oluruz, buradaki sayıları da bilmemiz gerekiyor.
Tabii bir başka nokta şu, bize göre Türkiye’deki ceza infaz sistemi insani değil ve
bize göre yine bu sistem ayırımcı bir sistem, çünkü Terörle Mücadele Kanununa tabi
olanlar ile olmayanlar arasında bir fark yaratıyor. TMK kapsamındakilerin infazında
şartla tahliye süresi ¾, diğerlerinin ise 2/3. Yani burada çok net bir ayrımcılık ile karşı
karşıyayız, bunu vurgulamak gerekiyor. Bu ayırım net. Ne zaman ortadan kaldırılacak, Bakanlığın böyle bir çalışması var mı? Belki bu Cezaevleri Genel Müdürlüğünü
27
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ilgilendirmez ama ceza adalet sistemini bir bütün olarak tartışarak belki cezaevlerini
bu kapsamda değerlendirerek daha sağlıklı bir yere oturtabiliriz diye düşünüyorum.
Bir başka nokta şimdi Türkiye’de, Zafer Bey bahsetti, yani bu çocuk tutukluğu konusu, çocuklar için apayrı bir ağır cezalandırma biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Çocuk
hükümlüler daha iyi koşullardaki diyebileceğimiz çocuk eğitim evlerinde kalıyor ama
çocuk tutuklar bu hakka sahip değiller. Yani temel yapısal sorun ne zaman çözülecek?
Hasta mahpuslarla ilgili sürekli raporlar yayımlıyoruz, eylem etkinlikleri yapıyoruz ve
Adalet Bakanlığı bu konuda hala istediğimiz noktada çözüm üretemedi. Bakın bizim
en azından ulaşabildiğimiz verilere göre 544 kişi var, bunun 162’si ağır diyoruz. Bu
konuda kapsamlı bir çalışma yapılacak mı ve bu insanlar ölmeden tahliye olabilecekler mi? Bunu tekrar vurgulamak istiyorum.
Bir başka nokta cezaevlerindeki işkence ve kötü muamele konusu, bakın bu ülkede
çıplak arama olgusu var, bu insan onuruna aykırı bir şey, biz buna işkence diyoruz.
Yani mahpusların cezaevlerine giriş çıkışlarında, sevklerde, ring araçları ile adliyeye
götürülüp getirilmelerinde cezaevi giriş çıkışlarında çıplak aramaya maruz kalıyorlar.
Şimdi dolayısıyla bu sorun ne zaman ortadan kaldırılacak? Çünkü en büyük yakınma
bundan alınıyor. Yine başka bir sorun da niçin toplu sevkler yapılıyor? Geçen birkaç
ay içerisinde bu ülkenin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden Türkiye’nin batı illerine, kuzeyine 300’den fazla mahpus sevk edildi. Bingöl’deki firarın
etkisi olduğunu düşünüyoruz. Bu gibi tepkisel uygulamalara Adalet Bakanlığı niçin
başvuruyor? Mahpusun sevki demek, ailesinden, sosyal yaşamından ayrıca koparılması demek. Dolayısıyla bu sorularıma cevap verebilirse sevinirim. Ama şunu son
cümle vurgulamak istiyorum, bizim ceza infaz sistemimizin, ceza adalet sistemimizin
bütün olarak gözden geçirilmesi, infaz sisteminin insanileştirilmesi, ayırımcı öğelerden arındırılması ve dört temel kanunumuzun masaya yatırılması gerekiyor. Terörle
Mücadele Kanunu, Ceza Kanunu, Ceza Usul Kanunu ve Ceza İnfaz Kanununu birlikte
ele alarak bu sorunları daha sağlıklı tartışabiliriz diyorum. Teşekkür ediyorum.
Feray SALMAN:
Aslında tam karar veremedim, soruları alalım ve yorumları ile katkıları da alalım,
ondan sonra mı size söz vereyim, belki o zaman aynı soruları ben de yazıyorum ama
toparlarız.
28
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Kaya KARTAL
MAZLUMDER:
Cezaevleri ile alakalı Zafer Bey’in ifade ettiği hususlar, genel problemlerdir ki genel olarak katılıyoruz. Dört tane mesele var benim değinmek istediğim: Birincisi Öztürk Bey
de değindi, nakil meselesi, sevkler. Mesela en son geçtiğimiz pazartesi günü Erzurum
Cezaevinde bir grup mahpusu ziyaret ettim, tamamı Batman ve Diyarbakır bölgesinden getirilen mahpuslar. Aileleri doğal olarak Batman ve Diyarbakır’da yaşıyor. Şunu
söylediler; “Aralık ayı itibari ile Nisan ayına kadar ziyaretleri durdurduk. Ailelerimizin
gelme imkânı yok, ancak karayolu ile gelebildikleri için çok ciddi risk altında geliyorlar. Erzurum, Diyarbakır, Batman yolunu düşündüğünüzde bu hususun ehemmiyeti
anlaşılacaktır.” Yani 5 aylık bir süre mahpuslar kendileri ve aileleri için çok önemli
olmasına rağmen görüş haklarından feragat ediyorlar. Burada tecrit meselesi tabii ki
ayrıca gündemimize gelebilir. Neden bu insanlar, ki özellikle son dönemde Batman,
Muş cezaevlerinden birçok mahpus batı illerine gönderildi, kendi bölgelerinde, kendi
topraklarında değil de daha uzakta tutuluyorlar? Bu birinci sorum.
İkincisi cenaze-hastalık dolayısıyla ziyaretler, taziyeler konusu. Bunun biz aslında
çoğunlukla basında öne çıkabilecek, işte meşhur mahpuslara uygulandığını gördük,
gözlemledik. Yine Erzurum’da mesela aynı durumda olan bir mahpus var şu an, annesi vefat etmiş durumda, vefatından 15 gün önce sağlık sorunları artık ölümü bir şekilde haber verdiği için talepte bulunmuş olmasına rağmen annesini görmeye gönderilmemiş bir mahpus, annesi vefat etmiş olmasına rağmen hali hazırda da gidebilmiş
değil. Yine aynı şahıs, başka soru babında üniversite okuyor Diyarbakır’da, üniversite
okumasına rağmen Erzurum’da tutulmakta ısrar ediliyor. Yani üniversite 3. Sınıf öğrencisi, üniversite onun için niçin kolaylaştırılmıyor?
Üçüncü problem MAZLUMDER’e yansıyan bir takım başvurular dolayısıyla hem de il
insan hakları kurulundayız, aynı zamanda bu kurul dolayısıyla yaptığımız ziyaretlerde
gördüğümüz temel bir problem var: Üçlü protokol denilen bir protokol. Bu protokol
ile Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı mahpusların sağlık hizmetlerinden yararlanması için bir takım hususları düzenlemiş, en önemli problem olarak
gördüğümüz şey, hasta mahremiyeti ile alakalı, özellikle mesela kadın mahpusları
alırsak daha etkileyici/sarsıcı olur sanıyorum. Doktorla muayene için görüşmeye gittiklerinde erkek jandarma komutanı odada durmak için diretiyor, çünkü bu protokolde şöyle bir hüküm var, “jandarma komutanı doktor ile mahpusu duyamayacağı
ama onları görebileceği bir şekilde vaziyet alır” bunu mahremiyet hakkının neresine
sığdırıyorsunuz?
29
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Neyfel KILIÇ
Türkiye İnsan Hakları Kurumu:
Benim sorum Hakan Bey’e olacak, çok kısa geçmek zorunda kaldığı bir konu, benim
de çok önemsediğim bir konu, tutuklu ve hükümlüler ile cezaevi personeline yönelik
insan hakları eğitimi konusu, bu konuda kısaca bilgi verebilirler mi? Bu eğitimleri,
yani cezaevi personeli ile tutuklu ve hükümlülere yönelik insan hakları eğitimlerini
yeterli buluyor mu?
Ezgi KOMAN
Gündem Çocuk Derneği:
Aslında hem Hakan Bey’e sorum olacak, aslında Zafer Bey biraz çocuklar ile ilgili durumu özetledi, başlıklar halinde geçti ama Hakan Bey’in verdiği rakamlara göre, evet
bir takım iyileştirmeler söz konusu hani açık, en azından rakamlar açısından, ama
hani çocuklarla ilgili baktığımızda biz çok da ne yazık ki değişen bir şey göremiyoruz.
Yakın geçmişe baktığımızda ise 2-2.5 yıllık bir sürede hani bir hatırladığımızda işte
Temmuz 2011’de ortaya çıkan, bir Pozantı süreci, Pozantı da çocuklar hak ihlaline
maruz kaldılar oradan apar topar alındılar, Sincan’a götürüldüler, halbuki Zafer’in de
söylediği gibi o çocukların ailelerinden uzaklaşması, evet mutlaka ihlalin olduğu yerden ayrılmaları gerekiyordu ama oraya taşındılar ve orası çok sıkıntılı bir süreç olarak
gerçekleşti. Ama mesela o ihlalleri yaşayan çocuklar ile ilgili iyileşmeleri adına hiç bir
şey yapılmadı ve biz daha sonra Sincan’dan da ayrılan, bir şekilde tahliye olan çocuklar ile görüştüğümüzde hale o ihlallerin bütün etkilerini hayatlarını kurmada, yaşama
bakış açılarındaki olumsuzluklarla birlikte yaşadıklarını biz hep gördük.
Pozantı sürecinin hemen ardından aslında Şakran bu kez ortaya çıktı yine geçen yıl ve
bütün bunlar hem Pozantı hem de Şakran’ı şöyle öğreniyoruz çocuklar tahliye oluyorlar, tahliye olduktan sonra orada arkadaşlarının yaşadıklarıymış gibi ya da kendi yaşadıklarını ancak güvenli bir ortam oluşur ve çocuklar ile ilişki kurabilirsek öğreniyoruz
yani aslında sizin sözünü ettiğiniz gibi cezaevi izleme kurullarından biz bir şey öğrenemiyoruz ne Pozantı’yı nede Şakran’ı cezaevi izleme kurullarından öğrenmedik bire
bir çocukların bizlerle kurdukları, yani çalışan çocuk örgütleri ile kurdukları ilişkiler
aracılığı ile öğrenebildik. Tabii ki Şakran’ı öğrendiğimiz anda hemen ardından insan
hakları örgütleri, Baro, Çağdaş Hukukçular Derneği, çocuk örgütleri, Gündem Çocuk
İzmir’e gidip Şakran’da çocuklarla görüşme talep ettik ama çocuk koğuşuna sokulamadık, dolasıyla yine bir orada hakikaten ne olup ne bittiğini, bizim için çocukların
söylediği asıl olan, ama ne olup ne bittiğini daha bağımsız bir gözle raporlama fırsatımız bile olmadı. Bunun hemen ardından Çağdaş Hukukçular Derneği çünkü sadece
avukatlar görüşebiliyordu çocuklarla, şimdi yeni bir rapor hazırladı işte bir hafta on
30
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
gün öncesinde, bir raporunu sundu kamuya ve yine yalanlandı. Pozantı’da da aynı
şekilde olmuştu. Pozantı da bir takım ortamlarda söylediğimizde, hemen münferit
bir vaka olarak tanımlandı Adalet Bakanlığı tarafından. Şimdi Şakran yine yalanlandı
mesela, ama bu arada mesela biz bir Antalya da yaşadık, Antalya’da da benzer olaylar
oldu. İşte cinsel şiddet çocuklara yönelik, hakikaten ne yapmamız gerektiğini biliyoruz ama çok acilen yapılması gerekiyor. Sadece Türkiye de değil, en son CPT raporu,
işte onlar da gitti Şakran’la görüştüler, yine benzer şeyler ortaya çıkıyor.
Ne yapacağız? Mutlaka çözülmesi gerekiyor. Belki Hakan Bey’e onu sorabilirim. Cezaevi İzleme Kurulu hakikaten işliyor mu? Ve biz hani biz niçin görüşemiyoruz? Niçin
oralara giremiyoruz? Zafer çok güzel bitirdi aslında biz oraya girdiğimiz zaman hakikaten orası değişecek, bir şeyler değişecek ama neden giremiyoruz? Ve kimi sokmayı
düşünüyorsunuz? Hani bu bir şey, onun dışında zaten eğitim evlerinin taşınması,
çocukların toplumdan uzaklaşması filan çok ciddi sorunlar ama belki şeyi vurgulayabilirim, çok da vakit almak istemiyorum ama Temmuz 2013’de Adalet Bakanının vizyonu, bu anlamda elbette ki önemli işte çocukların eğitim evlerinin olmayışı sebebiyle
ama 2016’ya kadar 10 tane cezaevi açacağız diye, çocuklar ile ilgili böyle bir vizyon
var. Bu vizyon evet hani kalabalıklaşma rakamlar, sizin verdiğiniz rakamlar üzerinden
baktığımız da çok akıllıca görünüyor ama çocuk politikası açısından baktığımızda çok
acıklı bir vizyon. Çünkü düşünsenize önümüzde daha 4 yıl var ve biz 4 yıl içerisinde oradaki çocuk sayısını azaltmaya ve çocukların niçin suça karıştıklarıyla ilgili bir
önlem almayı düşünmüyoruz 10 tane daha cezaevi açmayı düşünüyoruz. Hani bunu
biraz düşünmek gerekiyor ve Adalet Bakanlığına, Hakan Bey çocuk açısından nasıl bir
vizyonu var ve Öztürk Bey söyledi, tutuklu ve hükümlü çocuklar arasında ki fark bu
kadar çocuğun tutuklu kalması ve o çocuklar suçlu değiller ama zaten oraya girdikleri
andan itibaren artık hayatları değişiyor, biliyor orada neler olduğunu, o anlamlı. Çocukla ile ilgili, belki vizyonu ile ilgili bir şey söyleyebilir Hakan Bey, teşekkür ederim.
Nesrin SEMİZ
Başkent Kadın Platformu:
Başkent Kadın Platformu adına katılıyorum. Ben önce küçük bir yorum yapmak istiyorum. Ülkemizde şöyle bir problemimiz var; problemi tam olarak, net bir şekilde
tanımlayıp onu olduğu gibi kabul edip çözmeye yönelmek yerine isimlerinde oynamalar yaparak olayı yumuşatmak gibi bir olaya tevessül ediyoruz. Kadın hakları konusunda çalışan bir dernek olarak buna en bariz bir örnek teşkil edecek şekilde sığınma
evlerimizin ismini kadın konuk evlerine çevirerekten mesela böyle bir iş yaptık. Biraz
önce Zafer Bey’in söylemiş olduğu 5 yıldızlı otel mantığı veyahut da misafir gibi tanımlarla, aslında sorunu tanımlamak yerine üstünü örtüp geçiştirmeye yönelik bir
31
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
yolmuş, tevessül ediliyormuş gibi görünüyor açıkçası. Buna dikkat çekmek istemiştim. Bir de özellikle psikolojik danışmanlar, PDR’ler özellikle üniversite sınavındaki
öğrencilerin en çok girmek istediği bölümlerden bir tanesi. Ama okullarda bile, – hapishaneleri birebir bilmiyorum Zafer Beyden dinlediğimiz kadarıyla - okullarımızda
psikolojik danışmanlık servisleri var fakat psikolojik danışmanlık servisinde çalışan
psikologlarımız okuldaki öğrencilerle senede bir kere bile olsun görüşemeyip de sadece orada kadro olarak isminin bulunduğu bir psikolojik danışmanlık sistemimiz
işliyor. Bu okullarımız da bile böyle, yani artık hapishaneleri artık hiç bilmiyorum,
düşünmüyorum açıkçası. Böyle bir sıkıntımız var.
Dolayısıyla ben şöyle bir şey sormak istiyorum, aslında hanımefendinin de söylediği yerden, bu vizyonla da alakalı olarak kurumların çalışma perspektiflerinde veya
vizyonlarında verimlilik göstergeleri ne olmalıdır? Bir ülkedeki hapishane sayısının
arttırılması veyahut da personel sayısının artırımına gidilmesi ya da biraz önceki bahsetmiş olduğu hapisten çıkıp tekrar suç işleme oranlarının azaltılması, yani hapisten
çıktı ve artık suç işlemiyor. Yani vizyon koyarken bir verimlilik ölçütü hazırlarken
“hapishaneden çıkan insanların şu kadarı rehabilite oldu, artık suç işlemiyor” şeklinde
bir kriter mi koymamız gerekiyor? Yani ne tür bir verimlilik hesap etmemiz gerekiyor?
Ben bunu merak ediyorum ve sormak istiyorum. Özellikle kadın tutukluların hangi
suçlardan tutuklu olduğunu da sayısal olarak merak ediyorum. Kadınlarımız en çok
hangi suçlardan dolayı, çünkü suç oranlarını verdi, kadın ve erkek sayısını da verdi
arkadaşımız Hakan Bey, ama kadınların hangi suçlarda kümelendiğini de ben bir kadın olarak merak ediyorum. Teşekkür ederim.
Abdullah ÇELİK
Anayasa Mahkemesi:
Ben iki soru sormak istiyorum, birinci soru Hakan Bey’e; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ilgili Komitelerin raporlarına atıfla 4 metrekareden az olan özel yaşam alanlarını aşırı kalabalık olarak değerlendiriyor. Cezaevi ortamını başka hiçbir şey olmasa bile
sırf bu nedenle ihlal buluyor. En son Romanya ile ilgili bu hafta veya geçen hafta bir
karar vardı, onda sadece bu neden var, diğerlerinin hiç birini incelememişti. Tartışmalı konularda diğer iddiaları başvurucunun, sadece 4 metrekareden az bir yaşam alanı
bulunduğu için ihlal tespit etti. Şimdi bireysel başvuru bizim ülkemizde de başladı,
Anayasa Mahkememiz bakıyor. İleride bu sorunlar ki gelmiştir muhtemelen, bize de
gelecek, bunun başka bir çıkış yolu yok, 4 metrekareden az olan yaşam alanları ihlal
bulunacak, ihlal tespit edilecek acaba bizim cezaevlerimizin ne kadarında bu koşul
sağlanıyor, bu oran nedir? Buna ilişkin herhangi bir istatistik var mı? Eğer bizi bilgilendirirlerse sevinirim.
32
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
İkincisi, ikinci sorum Zafer beye, soru değil de biraz da temenni gibi değerlendirirlerse… Kendileri cezaevi koşullarının iyileştirilmesi yönünden sivil toplum örgütlerinin
sürece katılmasını, onların denetimine cezaevlerinin açılmasının önemli olduğunu ifade etti. Şimdi cezaevi koşullarının iyileştirilmesi bireysel başvuruyu da ilgilendiriyor.
Cezaevi koşullarına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, üçüncü madde kapsamında,
insanlık dışı muamele, aşağılayıcı muamele kapsamında ele alıyor ve sık sık da bu
şeyleri, başvuruları sonuçlandırırken ilgili sivil toplum örgütlerinin veya uluslararası
komitelerin ilgili ülkelerde raporlarına atıflar yapıyor ve ayrıca şöyle bir usul izliyor.
Başvurucular dışında, normal başvurucular ve taraflar dışında, hükümet ve başvurucu dışında sivil toplum örgütlerine mahkeme davetiye gönderiyor ve sürece onları
katıyor. Yani bu konudaki sizin görüşleriniz nedir diye onlardan yararlanmak istiyor.
Şimdi ben bizim usulümüzde bu açıkça düzenlenmemiş ama engel bir durum var mı
bilmiyorum o da ayrıca tartışılabilir. Ama sivil toplum örgütlerinin, Zafer Bey’in dahil
olduğu sivil toplum örgütü gibi örgütlerin kendi alanlarına ilişkin başvurular konusunda bu yolu açmayı dilemeleri, mahkeme ile diyaloga girmeleri bence çok faydalı
olacaktır. Şu açıdan faydalı olacak, şimdi biz uygulayıcılar olarak sürekli bir takım
mevzuatları, uluslararası kuralları, onların içerisinde olduğumuz için, onların içerisinde bir takım dengeler sağlamaya çalıştığımız için mevzuata boğuluyoruz. Başvurucu
sırf kendi şahsi bir takım şeylerini ileri sürüyor. Hükümet zaten, bizim Bakanlığın,
– zaten bireysel başvurunun eksiklerinden bir tanesi tam bir taraf değil orada-, o da
sağlıklı bir görüş oluşturamıyor. Burada gerçekle temas etmenin önünde bir engel var
diye düşünüyorum ben. Yani bu sorunun, meydana gelen olayın, başvurucunun şikâyet ettiği konunun gerçek koşullarının ortaya çıkarılması için sivil toplum örgütlerinin
sürece dâhil edilmesinin ben önemli olduğunu düşünüyorum bu yönde herhangi bir
çabaları oldu mu şimdiye kadar bilmiyorum ama varsa bizi aydınlatırlarsa sevinirim.
Teşekkürler.
Fatma BENLİ
İnsan Hakları Kurulu Üyesi:
İşin doğrusu ben İnsan Hakları Kurumu olarak hem alanda çalışan, karar mekanizmasında olan kamu kuruluşları ile yapılan müracaatlar nedeniyle birebir insanlarla karşı karşıya kaldıkları için somut sorunları en iyi bilebilecek olan sivil topumun
aynı ortamda bulunmasını önemsiyorum; böylelikle çok daha iyi çözüm önerilerinde
bulunulabileceğini ümit ediyorum. Bu konudaki çalışmaların çok faydalı olduğuna
inanıyorum. O yüzden burada bulunmanız çok önemli.
Benim sorularım hem Hakan Bey’e, hem de Zafer Bey’e. Başkanımız da bahsetti, biz
Türkiye İnsan Hakları Kurumu olarak değişik cezaevlerinde incelemeler yaptık ve
33
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
somut, bireysel olaylardan hareketle genel tavsiyelerde, yapısal çözüm önerilerinde
bulunduk. Bizim raporda pek çok ifademiz vardı, dikkate aldığımız hususlar vardı
ama özellikle birkaç tanesi hakkında sizlerin görüşlerinizi almak istiyorum işin doğrusu. Öncelikle mevzu genç koğuşlar meselesi, Hakan Bey eğer Bakanlığın bu konuda
bir çalışması varsa bilgilendirirse sevinirim. Çünkü bizim karşılaştığımız olaylarda en
çok sıkıntı, çocuk koğuşundan sonra – 18 yaşına geldikten sonra – kişilerin diğer yetişkin koğuşlarına alınmasıydı. 18 yaşında, 19 yaşındaki gençler birden bire 40 sene,
50 sene mahkûmiyeti olan, daha çok parası olan, gücü olan insanlarla aynı ortamda
kalmaya başladıklarında ister istemez hem cinsel istismar olaylarına veya şiddet ya
da kötü muameleye daha fazla maruz kalmalarına sebebiyet veriyor. Çünkü sigara
bağımlılığı çok ciddi derecede fazla mahkûmlar arasında, tabii sigara yasak olduğu
için de böyle bir boyun eğmeleri de söz konusu oluyor ve bizim gözlemlediğimiz
kadarıyla cezaevlerinde güç gerçekten çok önemli bir olgu, hani aldığınız hapis cezası
orada kalacağınız müddet sizin hâkimiyet kurmanızı sağlayabiliyor. Maalesef koğuş
mümessilleri olarak geçse bile eski anlamda koğuş ağalı sistemi hala devam ediyor.
O noktada bir genç koğuşlarının ayrılması yani en azından 18 ila 25 yaş aralığında
ayrı koğuşlarda bu kişilerin kalmasının sağlanarak diğer mahkûmların üzerinde baskı kurmasının engellenmesi gibi bir yöntem daha fazla uygulanabilir mi? Biliyorum
böyle düzenlemeler var ama fiili olarak çok yok. İkincisi, koğuş ağaları ya da koğuş
mümessillerinin bu kantin yazdırma ya da işte diğer mahkûmlar üzerinde hâkimiyet
kurma ile alakalı baskılarını en aza nasıl indirebiliriz? Çünkü bu konuda gerçekten
çok fazla olumsuz şikâyet var.
Üçüncü bir husus ise psikoloji ile alakalı, daha doğrusu sakinleştirici alan mahkûmların bu ilaçları gerçekten kendisine alıp almadığına ilişkin denetimlerin daha fazla
gerçekleşmesi gerekiyor.
Ve hapishanede yaşanan sorunları soruşturması gereken kişi hapishanenin savcısı,
ama hapishane savcısı kendi görevinin dışında sadece iki gün o hapishanede bu görevi
gerçekleştiriyor. Dolayısıyla hem yönetici hem bir taraftan olayı soruşturan kişi olması
bu kişilerin yaşadığı ikileme sebebiyet veriyor. Bu konuda hapishane savcıları ile alakalı, bulundukları konum ile alakalı bir çalışma yapmak mümkün mü?
Çok fazla uzatmayayım ama kadınlardan bahsedildi. Bizim kadın mahkûmlarla yaptığımız görüşmelerde en çok dikkatimizi çeken husus onların hiç birinin insan hakkı
ihlallerinden bahsetmemesiydi ya da hapishane koşullarının iyi ya da kötülüğünden
bahsetmemesiydi. Özellikle çalışan kadınlardan bahsediyorum, onların en büyük
özlemleri aileleri ile olan bağlantılarının devam etmesi. Bu noktada hem kadınların
ailelerinin bulunduğu illerdeki hapishanelerde barındırılması ve özellikle çocuklarıy-
34
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
la şahsi hal ilişkisinin kurulması için özel bir çalışma yapılması düşünülebilir mi?.
Bunu sormak istiyorum çünkü babaların genelde çocukları hapishaneye getirmediği
dolayısıyla kadınların bu nedenle çok ciddi sıkıntılar çektiği söylenenlerden bir tanesiydi. Son olarak Zafer Bey’e, izleme ve denetimin sivil toplum kuruluşları tarafından
gerçekleştirilmesi çok önemli, bu yaşanılan sorunların daha aza indirilmesini de sağlayacaktır. Bir tek bize sıklıkla dile getirilen husus işte bu güvenlik hususunu ve içeridekilerden dışarı talimat verme hususunu nasıl izale edebiliriz? Ya da cezaevi izleme
kurullarının işlemediğini var sayıyoruz ya bunun yerine nasıl bir yöntem oluşturabiliriz? Bu konuda düşüncelerinizi açıklayabilirseniz çok mutlu olacağım. Teşekkürler.
Feray SALMAN:
Şimdi aslında belki de 3-5 gün bir araya gelip konuşulması gereken ve hani bütün ayrıntılarıyla tartışılması gereken bir konuda maalesef 12.30’da sabit bir yemek, otelden
kaynaklı, 18 dakikamız var ve 18 dakikanın bir kısmını tabii, Zafer soru sana daha
azdı, seninle başlayayım geri kalan zamanı Hakan Bey’e verelim ve sorulara yanıtlamaya gayret etsin, ama sürelerinizi aşmayın lütfen. 12.30’da her şeyi kapatıyormuşuz.
Zafer KIRAÇ:
Gerçekten öncelikle ben teşekkür ediyorum, burada olduğumuz için ve Kurum böyle bir
toplantı düzenlediği için; ilk defa bu boyutta, nitelikli bir katılımcı kitlesi ile yapıldığını
düşünüyorum, hapishanelerin tartışıldığını düşünüyorum. En azından bu oturum için,
çünkü hapishaneler çok fazla tartışılan mekânlar değil, medyaya çıkan olaylar dışında
ancak bir olay olduğunda tartıştığımız yerler, daha oturup ne yapacağımızı belki bundan
sonra konuşmamız gerekecek, bu bir başlangıç olarak düşünüyorum, o anlamda çok keyif aldığımı söyleyebilirim.
Madem öyle acaba Hakan Bey de Bakanlığa bunu taşıyabilirse, mesela fiziki mekanlarla ilgili bundan sonra bir kadın hapishanesi yapılacaksa bunu kadın dernekleri ile
konuşarak ölçerek, biçerek, tartışarak uluslararası kriterlere bakarak, kadın hapishanelerine bakarak, işte sadece İngiltere’yi örnek almayarak, başka ülkelerde var çünkü,
hatta kadın mahpuslardan, eski cezaevinde kalmış, kadın mahpuslardan yararlanıp
– bunu yapan ülkeler var – tasarlasak orayı. Yine izleme kurulunu da oluştururken
yine bu biçimi ile oluştursak, yani şu güvenlik şeyinden kurtulup, “içeriden bilgi taşınacak!”, zaten avukatı ile konuşuyor, her türlü bilgiyi taşıyabilir tutuklu, hükümlü
de bilgi taşıyacak diye oradaki mahpus arkadaşları ve çalışanlar dışında ve yakınları
dışında birilerini görmekten uzak kalacaksa ben biraz tecrit böyle yorumluyorum 500
kişilik de tecrit olabilir. Yani 30 kişilik bir koğuş eğer sadece birbirini görüyorsa o
metrekareler içerisinde hareket ediyorlarsa bu tecrittir. Tecridi ben tek kişi diye algı35
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
lamıyorum. Yani o mekân içerisindeki şeyin bitmesi, tükenmesi ve ona mahkûm edilmek olarak algılıyorum. Dolayısıyla izleme kurullarına, yine aynı şekilde çocuklarda,
çocuk dernekleri ile inisiyatifler ile bu konuda çalışan akademisyenlerle bir araya gelerek yapsak eğitim evlerini, bu kadar hata olmaz bence. Yani bunları birlikte tasarlasak,
bunu niye yapamıyoruz? Biraz mesele o gibi geliyor bana. Yine LGBT mahpuslar için
bir sürü dernek var, bir sürü çalışma var, uluslararası bir takım mevzuatlar var, bunlardan yararlansak. Yaşlılarla ilgili, bütün bunları yapsak, konuşacağımız şeyler daha
azalır, hatalar daha aza iner diye düşünüyorum.
Bir şey söylemek istiyorum; personeli hiç konuşmadık genelde, sayılardan ibaret değil
aslında personel, mahpuslar gibi orada yaşıyor onlar. Biz hep derneğimizin kuruluş tüzüğünde de vardır, ilgilendiğimiz bir gruptur. Ve yine maalesef üç gün önce,
yeni Genel Müdürümüzle aynı şeyden, her gelen Genel Müdürün en büyük derdi
bu personelin botları, üniformaları, yani özlük hakları, maaşları… Toplumdan izole
edilmeleri, ötekileştirilmeleri, toplumun onları dışlaması, bu konuda neler yapılabilir
falan bunlar bir kenara personelin botu… Yine öyle bir demeç vardı da şaşırdım şu an
“Duyarlı Kapı” diye bir site var orada da bir tartışma yürüyor, infaz koruma memurlarının, yani bir kere niye bot bunu tartışmak lazım. Çünkü yeni genel müdürümüzün
söylediği cümle beni çok tedirgin etti açıkçası, “hükümlü ve tutuklular etkilenmeli bu
üniformadan” diye bir cümle var. Dolayısıyla personeli atladığımızı düşünüyorum. O
yönde birçok soru geldi, personelin durumu ile ilgili.
Eğitimler yapılıyor, biz bu eğitimlere biraz müdahale etmek istedik, bir iki tane de
çalışma yaptık, açıkçası bence sivil toplumun el atması gereken bir alan, akademisyenlerimizin. Beş tane eğitim evi var ve gerçekten son yıllarda yapılan en iyi iş bu galiba,
yani eğitim evleri açılıp personelin en azından 6 ay gibi bir süre eğitim alıyor olmaları.
Ama yine burada şeffaflık gerekiyor; bu eğitimin içeriği, kimler tarafından verildiği,
uluslararası standartların anlatılıp anlatılmadığı, bütün bunları bir şekilde şeffaf bir şekilde sivil toplum ve üniversitelerle paylaşarak yapmak gerekiyor. Valla kafam karıştı
her şeye cevap veremeyeceğim gibi görünüyor.
Yani Kaya Bey ve Öztürk Beyin özellikle bu soruna vurgu yapmaları çok önemli gerçekten. Yani çok büyük bir insan hakları ihlali bu ailesinden, coğrafyasından kopartarak
başka bir yere götürmek. Bu konuda paramızın olduğunu düşünüyorum ben, köprünün ayağı birden 125 metreye çıkabiliyor, işte olimpiyatlara katılmak istiyorum, 30
milyar harcama sözü veriyoruz filan… O zaman oradaki hapishanelerin iyileştirilmesini de biz çok hızlı şekilde yapabiliriz. Kalekollar da çok hızlı büyüyor. Onu yapabiliriz
o insanlardan birinin hatasında sürgün, Kaya Bey ve Öztürk Bey kullanmadı ama ben
kullanmak istiyorum; sevk diyoruz ama bu sürgün edilmektedir bir anlamda.
36
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Eğitim konusunda da bütün söylediklerine katılıyorum, içeride eğitim hakkı devam
eden hükümlü ve tutukluyu bu konuda hala zorlayan bir sürü şey var. Örneğin üniversite öğrencisi okula gidip gelmesi neredeyse 1000 liraya mal oluyor. Jandarmanın
iaşesini de o ödeyecek, aracı da o kiralayacak, benzin parasını da o ödeyecek, Allah
aşkına içeride bir kadın, bir adam bir çocuk okumak istiyorsa bence bu rehabilitasyonun kralıdır. Bunun üstü yoktur diye düşünüyorum. Bu konuda bütün harcamaları
devlet karşılamalıdır.
Feray SALMAN:
Zafer çok teşekkür ediyorum. Cezaevleri kendi başına zaten birkaç gün beraber çalışmayı gerektiren bir konu, orada sadece böyle bir konu için böyle bir toplantıyı örgütlemek çok önemli, o nedenle 12.30 sınırlama maalesef çok özür diliyorum. Benim de
değil ben sadece yönetiyorum. Ben Hakan Beye sözü vereyim, 12 dakika içinde, 12
dakikanız var lütfen iyi kullanın.
Hakan UMUT:
Hiçbir zaman bizim toplu sevklerde sürgün veya başka bir amacımız yoktu. Bu toplu sevkler özellikle Urfa olayından sonra, Urfa’daki yangın olayından sonra başladı.
Kalabalıklaşma özellikle Güneydoğu bölgesinde, akıl almaz boyutlara ulaştı ve çok
kötü bir şekilde yangın olayı oldu, o olaydan sonra artık hükümlüler kalabalık olmasına rağmen kalmak istiyordu ama müdahale etmek gerekiyordu, çünkü 10 kişilik bir
koğuşta 30 kişi kalıyor. Bu da istenmeyen durumlara sebep oluyor. Bu sebeple toplu
sevkler başladı, halen de yapılıyor. Tabii ki biz biliyoruz hükümlü yerinde kalması gerekiyor. Çünkü ailesi ziyaret ediyor. Orada kendini daha iyi hissediyor. Ama o bölgedeki özellikle Güneydoğu bölgesinde sıkıntı var, cezaevi kapasite sıkıntısı var. Yakın
zamanda inşaatlar bitince büyük oranda çözülecek ve toplu sevklerden kurtulacağız
diye düşünüyorum.
Fatma Hanım söyledi, gençler ayrılmaya çalışılıyor ama bu kalabalıklaşma her alanı
etkiliyor, sanki bir kanser gibi yani vücudu öyle etkiliyor ki her alanı bütün faaliyetleri
engelliyor, dolayısıyla gençleri ayrı hükümlüleri ayrı, tutuklardan ayrı tutma çabalarımızı engelliyor.
Bu fiziki alan ile ilgili 4 metrekare durumunu biz de biliyoruz, yeni ceza infaz kurumlarında özellikle tek kişinin kaldığı ceza infaz kurumlarında 10 metrekare civarında
düşünüyor, mesela çocuk eğitim evlerinde, 11 metrekare olması lazım, tam ayrıntılı
bilmiyorum, buna dikkat ediyoruz bizde bunun farkındayız uygulamaya çalışıyoruz
ama giderseniz Kars cezaevinde belki 1 metrekare düşüyor. Hani bunu da kabul et-
37
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
mek lazım. Bir de şunu söylemek istiyorum; kalabalıklaşma sorunu sadece bize özgü
bir sorun değil, Avrupa’da bakarsanız İngiltere’de bu sorun var, İspanya’da var, İtalya’da, Yunanistan’da yoğun kalabalıklaşma sorunu var, tabii ki bizde de var. Gerçek
kapasitemiz – evet artırılmış kapasitemiz 147.000 civarında – ama gerçek kapasitemiz, insani şartlarda kapasitemiz daha aşağıda biz bunu da biliyoruz. Ranza atarak
kapasite oluşturduk. Bunu da biz biliyoruz.
Tabii ki şunu kabul etmek lazım ceza infaz kurumu yapmak çözüm değil. Bu hiçbir
yerde çalışmıyor. Yani bizim ceza infaz kurumlarımızla ilgili eleştiriler var, biz dünyayı da takip ediyoruz. Avrupa’daki ceza infaz kurumlarıyla ilgili de aynı eleştiriler
var, benzer eleştiriler var. Mesela sabah aldım, İngiltere’de tahliye olan çocuklardan
% 67’si bir yıl içinde tekrar geri dönüyormuş. Yani benzeri problemler her yerde var.
Mesele Amerika’da 100.000 kişiye düşen mahkûm sayısı 743, bizden 5 kat fazla. Yani
bu biraz sizin suç politikanızla ilgili, ama Almanya’da bu rakam 100.000’de 85. Hani
Türkiye için çözüm alternatif cezalara yönelmek, hapis dışı alternatif cezalara yönelmek. Bu da tek başına Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünün yapabileceği bir
konu, çözebileceği konu değil. Toplumun tüm kesimleri, Devletin tüm birimleri buna
müdahil olmak durumundadır.
Bir diğer soru vardı kadınlar hangi suçu işliyor. Bildiğim en çok işledikleri suç cinayet
suçu kadınların, daha sonra diğer suçlar geliyor, şimdi ezberimde yok ama kadınlar
için cinayet ilk sırada onu söyleyebilirim.
Şimdi çocuklar konusu çok önemli yani 2000 civarında genelde geziyor. Dünya ve
Avrupa rakamlarına bakarsanız hani karşılaştırmalı çalışmak lazım değerli katılımcılar, oranlarımız çok yüksek değil. Çocuk suçları çok önemli, eğer siz çocuğu ıslah
edip iyi halli yapamazsanız ömür boyu cezaevine girip çıkarak hem sisteme yük oluyor hem güvensiz bir toplum oluşturuyor. Biz bununla ilgili Hollanda ile bir proje
yaptık, grup liderliği uygulaması başlattık; bir tane infaz koruma memuru sabahtan
akşama kadar aile büyüğü gibi beraber vakit geçiriyor, günlerini beraber planlıyorlar.
Bu uygulamayı bütün ceza infaz kurumlarına, çocuk eğitim evlerine yaygınlaştırmayı düşünüyoruz. Çocuklarla çalışacak personele özel eğitimler veriyoruz. Çocuklarla
nasıl çalışılır, nelere dikkat edilmesi gerekir ve bu personeli periyodik aralıklarla tekrar eğitime alıyoruz, kendilerine eğitim veriyoruz. Yine çocuklar için bu yıl ziyaret
sürelerini farklılaştırdık; bir saat ile üç saat arası tekrar düzenledik; bu yetişkinlerde
yarım saat ile bir saat arasındadır. Çocukların aileleri ile beraber yirmi dört saate kadar
beraber vakit geçirmelerine imkan sağlandı, en geç üç ayda bir olmak üzere.
Tabii ki sorunlar var, çocukların birbirine karşı işlediği suçlar var, personel tarafından
onlara karşı işlenen suçlar var. Bunlar soruşturuluyor, bu bağlamda cezaevi savcısı
38
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
hem idareci hem soruşturmayı yapan pozisyonda, evet çok şık görünmüyor ama bazı
başsavcılıklar düzenlemişler, soruşturmaları başka savcı yürütüyor, idareci pozisyonundaki olan savcı bu işe müdahil olmuyor.
Bir diğer soru cenaze izni herkese eşit uygulanmıyor şeklinde idi. Bu tabii ki mutlak
bir hak değil, takdire bağlı. Güvenlik ve benzer risklere bağlı, bunun takdirini savcılık
yapıyor, ceza infaz kurumları yapmıyor.
Arama çok tartışmalı bir konu, evet arama uygulayıcıya bağlı aslında, uygulamacı
bunu ne şekilde uygularsa daha çok ona bağlı ama şu da var: Bu mevzuat yılların verdiği tecrübe ile yazıldı, hani birçok sıkıntıları gidermek için yapıldı. Eğer araştırırsanız, İngiltere, Almanya’daki arama mevzuatını, benzeri hükümler orada da var; belki
daha ağırları da var. Hani uygulamadan kaynaklı sıkıntılar olabilir ama bu konuya
ilişkin bizim mevzuatımız çağdaş mevzuattır. Geçmişi de 2005 yılıdır. Avrupa Cezaevi Kuralları taranmıştır. Tavsiye kararları tarandı, farklı ülke mevzuatı tarandı onlara
göre yazıldı. Ama uygulayıcılar bunu farklı uygulayabilir. Risk olmayan durumlarda,
farklı ağır arama usullerine başvurabilir. Biraz uygulayıcı ile bağlantılı bir konu, eğitim
ile bir miktar daha iyi gelebileceğini düşünüyorum.
Evet engelliler ile ilgili Zafer Bey bahsetti, engelliler ile ilgili sorunları önemli oranda
ben çözdüğümüzü düşünüyorum, bireysel sorunlar halen olabilir ama şunu da göz
ardı etmemek lazım, toplumda diğer kamu kuruluşlarında ve özel yerlerde bu iş ne
kadar çözüldü ise ceza infaz kurumlarında da o kadar çözülüyor. Gerçekçi olmak
lazım.
Aslında ben şunu vurgulamak istiyorum. İzleme Kurulları yeterince çalışmıyor olabilir
ama geçmişi çok eski değil, Türkiye de yaklaşık 10 yıllık geçmişi var. İnfaz Hâkimliğinin de 10 yıllık geçmişi var, izleme kurullarında da yaklaşık 10 yıllık geçmişi var.
İlerde daha çok sivilleşebileceğini tahmin ediyorum.
Bir de çok önemli bir husus, şimdi bu cezanın infazı konusu sadece bizim Genel
Müdürlüğün yapabileceği veya Adalet Bakanlığının çözebileceği bir husus değil. Biraz
önce bahsettiğim toplumun tüm kesimlerinin buna müdahil olması lazım, farkında
olması lazım, aslında Türkiye’de o sıkıntı var, cezaevi gerçeğinin kimse farkında değil, herkes kendinden uzak görüyor bu konuyu, herkesin bir miktar bunun kaygısını
yaşayabilmesi lazım. Çünkü asıl maliyet olarak topluma büyük maliyetler var hem
maddi, yani günlük maliyeti 47 lira şeklinde söyledim, jandarmayı daha dâhil etmedik. Eğer siz iyileştiremeden saldığınız zaman yeni cinayetler olarak, yeni gasplar
olarak çıkıp toplumu etkiliyor, dolayısıyla toplumun her kesimi farkında olmak zorunda, farkındalık kazanmak durumunda. Biz STK seminerleri yaptık, Zafer Bey’le de
39
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
gittik, tabii ki bizim eksikliğimiz olabilir ama STK’larda da eksiklikler var, çok katılım
olmadı, her gruba 50 civarında STK çağrıldı ama yeterli katılım olmadı. – Bitirmek
gerekiyor saat 12.30 oldu-, inşallah sadece cezaevleri için bir program olur orada daha
uzun konuşabiliriz, şimdilik çok teşekkürler.
Feray SALMAN:
Aslında burada çok soru soruldu, bu soruların yanıtlarını Adalet Bakanlığının vereceğini ve bizimle paylaşacağını düşünüyoruz. Bunu Türkiye İnsan Hakları Kurumu vasıtasıyla yapabiliriz ya da öğleden sonra aralarda mümkünse bazı soruların yanıtları çok
kolay verilebilir. Dolayısıyla bunları konuşalım, ben oturumu kapayacağım ama müsaadenizle bir dakika da kendim için kullanmak istiyorum. Hesap verilebilirlik meselesi çok önemlidir. İnsan haklarının hani gerçekten teşhis edilebilmesinin en önemli
prensiplerinden biri hesap verilebilirlikle ilgilidir, raporla ilgilidir. Dolayısıyla hani (a)
faaliyeti yaptık, (b) faaliyeti yaptık yerine aslında, neyi nasıl çözdüğümüze yöneliktir.
Şikâyet mekanizmalarına karşın nasıl yanıt verildi ve bu şikâyetler nasıl giderildiğine
ilişkindir. Şimdi Adalet Bakanlığı bir görevi yerine getirmiyor, genel olarak tabii, Adalet Bakanlığının içerisinde olduğu için böyle söylüyorum, Cezaevi İzleme Kurullarının
raporlarını yayımlaması gerekir. Aslında bu raporlar yayımlanmıyor, bir tane rapor
yayımlandı şimdiye kadar bilebildiğimiz kadarıyla, erişmemiz de mümkün değil. Dolayısıyla zaten rapor yazamayan ve raporunu açıklamayan bir mekanizma gerçek bir
izleme mekanizması olamaz, gerçek bir şikâyet mekanizması olamaz. O nedenle hani
bunun güvenlikle de bir alakası yoktur. Dolayısıyla biz o Cezaevi İzleme Kurullarının
hangi standartlara bağlı kalarak nasıl yanıt verdiğini gerçekten öğrenmek isteriz.
İkincisi belki buna hiç gerek yoktur. Türkiye “İşkenceyi Önleme Sözleşmesinin Seçmeli Protokolünü” onaylamış ve bir ulusal önleme mekanizması kurma yükümlülüğünü üstlenmiştir. Bu yükümlülüğü halen yerine getirmemektedir. Bunu İnsan Hakları Kurumu içinde düşünüp düşünmemek ayrı bir meseledir ama bu bizim karşı
çıktığımız bir şey. Bu tür mekanizmaların bağımsızlığını koruyacak bir siyasi irade
ihtiyacı mutlaka vardır. Dolayısıyla bu siyasi irade olmaksızın herhangi bir biçimde
kimse kimseye güvenmez yani, hani STK’ları içeri almazsınız aslında, dolayısıyla uluslararası standartları Türkiye onaylamıştır, Meclisinden geçirmiştir, Anayasasının 90.
maddesinde bu alanı açmıştır. Dolayısıyla bu kurumları, en azından ulusal önleme
mekanizmasının nasıl kurulacağı konusunda bizimle beraber gerçek bir istişare sürecine girmesini talep ediyoruz. Kendi başına verdiği kararlarda, bizi katmağı kararlarda
sonuçların çok da şahane olmadığını söylemek mümkün, ben de korsanımı bitirdim.
40
II.
OTURUM
NEFRET SÖYLEMİ VE
İFADE ÖZĞÜRLÜĞÜ
Moderatör: Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN, İstanbul Şehir Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
"Nefret Söylemi: Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar"
Selvet ÇETİN, Stratejik Düşünce Enstitüsü
“Nefret Söylemi Olarak İslamofobi"
Katılımcıların yorum ve katkıları
41
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Sunucu:
Değerli konuklar şimdi “Nefret Söylemi ve İfade Özgürlüğü” konulu oturumu yönetmek üzere Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN’u ve bu oturumun konuşmacıları olan İstanbul
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN’ı ve Stratejik Düşünce Enstitüsü’nden Sayın Selvet ÇETİN’i mikrofona davet ediyorum.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
İstanbul Şehir Üniversitesi:
Değerli arkadaşlar oturumu açıyorum. Her şeyden evvel, bu toplantıyı düzenlemiş olmalarından dolayı, İnsan Hakları Kurulu’nun Sayın Başkan ve üyelerini kutluyorum.
Gerçekten Sayın Başkan’ın ifade ettiği gibi bu türdeki ilk toplantıdır. Dolasıyla kendine
özgü bir önemi var. Ayrıca bugün tartıştığımız konular da Türkiye ve Türkiye dışında
uluslararası düzeyde tartışılan önemli konular. Bunlardan bir tanesi, tartışmaya başlayacağımız nefret söylemi. Nefret söylemi hem şu anda Türkiye’de fevkalade güncel olan
bir konu, hem de uluslararası düzeyde tartışılmış ve çok sayıda uluslararası kuruluşun
raporlarına, kararlarına konu teşkil etmiş bir husus. Bunların içinde elbette Birleşmiş
Milletler var, Avrupa Konseyi var, Avrupa Konseyi’nin çeşitli alt kuruluşları var, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, Venedik Komisyonu, Avrupa Birliği, AGİT velhasıl dünya
çapında tartışılan ve güncellik arz eden bir konu. Türkiye’de bu tartışma daha da büyük
bir güncellik kazanmıştır. Bildiğiniz gibi hâlihazırda, nefret suçlarının yeniden düzenlenmesi ve cezaların arttırılması konusunda hükümetin sunduğu bir kanun tasarısı var.
Sözü fazla uzatmadan ilk konuşmacı olarak Sayın Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN’a sözü
veriyorum. Kendisi “Nefret Söylemi – Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar”
başlığı altında konuşacak. Bir iki kelime ilave edeyim, tabii nefret söyleminin çok çeşitli boyutları var, bu ırk temelinde olabilir, din temelinde olabilir, mezhep temelinde
olabilir, etnisite temelinde olabilir, cinsi tercih temelinde olabilir. Dolayısıyla herhalde
Ulaş Bey daha genel olarak konuya bakacak. İkinci konuşmacımız, Sayın Selvet ÇETİN
ise din eksenindeki nefret söyleminin daha da özgün bir türü olan İslamofobi üzerinde
konuşacak. Buyurun Sayın KARAN, konuşma sürelerimiz 20 dakikadır.
Yrd. Doç. Dr. Ulaş KARAN
İstanbul Bilgi Üniversitesi:
Nefret Söylemi: Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar
Öncelikle herkese merhaba demek istiyorum. Böyle bir toplantıyı organize ettikleri ve bu
konuları hem kamu kurumlarından gelen temsilciler ve hem de çeşitli sivil toplum örgütlerinden gelen temsilcilerle konuşma ve tartışma fırsatını sağladıkları için Türkiye İnsan
Hakları Kurumu’na ve Türkiye İnsan Hakları Kurulu üyelerine teşekkür etmek istiyorum.
43
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Yapacağım sunum “Nefret Söylemi: Teoride ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar” başlığını taşıyor. Öncelikle nefret suçu ve nefret söylemi kavramlarını netleştirmek için kısaca
bu kavramlar üzerinde durmak istiyorum. Bu iki kavram Türkiye’de genelikle birbirlerinin yerine geçecek biçimde kullanılabiliyor. Nefret suçlarının uluslararası hukukta herhangi bir tanımı bulunmuyor. Kavramın görece yeni bir kavram olduğu ve Anglosakson
hukukundan Kıta Avrupası hukukuna ve oradan da Türkiye’ye yayıldığı söylenebilir.
Nefret suçunun nefret söyleminden en temel farkı nefret suçunda mutlaka bir suçun
mevcut olması ve bu suçun nefret saikiyle işlenmi olması. Nefret suçunda en çok gündeme gelen konular fiziksel saldırı, tehdit, taciz veya cinsel taciz, mala zarar verme, hakaret ve kundaklama gibi suçlar. Bu suçlar Türkiye’de zaman zaman gündeme geliyor.
Bu suçların tamamı Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenmiş durumda, ancak nefret suçuna
dair özel vurgu içermiyor. Özellikle Türk Ceza Kanunu’nda yer alan bazı suçlarda bu
iki kavram örtüşebilmekle beraber, aslında farklılık taşımaktadır. Nefret suçu kavramı
üzerinde ceza hukuku öğretisinde üzerinde bir suç tipi olarak çok fazla durulmadığını
düşünüyorum. Türkiye’de Türk Ceza Kanunu’ndaki birkaç maddeyi nefret suçu olarak
işlenen bazı fiilleri suç olarak düzenlediği ve örneğin hakaret suçunda olduğu gibi nefret
saiki olarak düşünülebilcek bazı unsurları ağırlaştırıcı neden olarak öngördüğü için nefret suçu olarak yorumlamak mümkün gözüküyor.
Dünyada nefret söyleminin suç olarak düzenlenmesi ve düzenlenmemesi şeklinde iki
eğilim göze çarpıyor. Nefret söyleminin uluslararası hukukta üzerinde ortaklaşılmış
bir tanımı henüz bulunmuyor. Daha çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ya da
diğer bazı organların bir takım kararlarında ortaya çıkan tanımlar bulunuyor. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 1997 tarihli tavsiye kararında ırkçı nefret “yabancı
düşmanlığı, antisemitizm ya da Yahudi karşıtlığı ve hoşgörüsüzlük temelli diğer nefret
biçimlerini yayan, teşvik eden savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimidir”
diye tanımlanmıştır. Hoşgörüsüzlük temelli ifadesi ise; nefret, saldırgan milliyetçilik,
merkeziyetçilik gibi ayrımcılık ve azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli kişilere
karşı düşmanlık yolu ile ifade edilen hoşgörüsüzlük olarak tanımlanmıştır. Elbette bu
tanım nefret söylemi örneklerinin hepsini kapsamamaktadır.
Günümüzde nefret söylemi kapsamında değerlendirdiğimiz uygulamalar din veya inanç
veya ırk ve dini kökenle sınırlı değildir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geçtiğimiz yıllarda bir kararla cinsel yönelim temelinde kullanılan bazı ifadeleri de nefret söylemi olarak kabul etti. Dolayısıyla nefret söylemine karşı korunan grupların sayısı giderek
artıyor. Hukuk büyük oranda muhafazakâr bir disiplin olduğu için konuyla ilgili normatif
düzenlenmeler oldukça geriden geliyor. Bu konuda elimizdeki mevcut düzenlemeler oldukça eski ve nefret söyleminin ortaya çıkardığı ihtiyacı karşılamaktan ne yazık ki uzak.
44
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Türkiye bu konu ile ilgili uluslararası sözleşmelerin büyük çoğunluğuna taraf olmuş
durumda. Bu sözleşmelerden ilk akla geleni Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan
Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme. Sözleşme ile Taraf Devletlere nefrete dayalı tüm fikirlerin yayılmasını, ırk ayrımcılığının teşvikini, herhangi bir ırka veya başka bir renk ya da etnik kökenli gruba yönelik şiddet eylemleri ya da bu tür eylemlere
teşvik ve ayrıca ırkçı eylemleri finanse etmek dâhil bu tarz tüm eylemleri yasaklama
yükümlülüğü getiriliyor.
Türkiye 2009 yılında Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi’nce ilk defa denetime tabi tutuldu. Sivil toplum örgütleri tarafından yıllardır dile getiren eleştiriler Komite
tarafından da dile getirildi. Bunlara örnek olarak, kamuoyunda Romanlara, Kürtlere ve
gayrimüslim azınlıklara mensup kişilere yönelik saldırı ve tehditleri içeren düşmanca tavrın sürmesi; Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinde kamu güvenliği açısından açık ve
yakın bir tehlike doğuracak eylemlerin suç olarak düzenlenmesi ile nefret söylemi olarak
sınıflandırılan düşünce açıklamalarının cezalandırılamaz hale gelmesi belirtilebilir.
Bir diğer gündeme gelen eleştiri, özellikle Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nu, Kamu
Denetçiliği Kurumu ve mevcut taslak tasarı haline gelip yasalaşırsa Eşitlik Kurulu açısından da önem taşıyor. Bu eleştiri ayrımcılıkla, nefret söylemiyle ya da nefret suçları
ile ilgili yapılan şikâyet sayısının çok az olması. Türkiye’nin elindeki resmi verilerde
bu tür vakalarla ilgili rakamlar oldukça az. Yakın döneme kadar Başbakanlık İnsan
Hakları Başkanlığı’nın hazırladığı, insan hakları ihlali iddiaları ile ilgili başvuru sayılarında ayrımcılık ile ilgili rakamlar oldukça düşüktü. Ayrımcılık olarak sınıflandırılan
vakaların bir kısmı da ayrımcılık ile ilgili değildi. Ayrımcılık suçunu düzenleyen Türk
Ceza Kanunu’nun 122. maddesinden açılan dava sayısı ise yılda en fazla beşi altıyı
buluyor. Bu davaların büyük çoğunluğu da beraatle sonuçlanıyor. Komite ayrımcılığın dünyanın her yerinde ortaya çıktığını, Türkiye’de ortaya çıkmamasının mümkün
olmadığını, başvuru sayılarının neden az olduğunu, mağdurları başvuru yapmaktan
caydıran bazı hususların mı söz konusu olduğu sorularını yöneltti ve bilgi talep etti.
Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme hem ifade özgürlüğünü düzenliyor hem de ırksal ya da dinsel nefretin ayrımcılık, düşmanlık ya da şiddeti kışkırtma
şeklini alacak şekilde savunulmasının yasalarla yasaklanması yükümlüğünü getiriyor.
Bu iki sözleşme pozitif yükümlülük doğuran sözleşmeler. İnsan Hakları Komitesi de
geçtiğimiz yıl Türkiye ile ilgili değerlendirmesinde, nefret söylemi ile ilgili olarak özellikle televizyon dizilerine ve filmlere dikkat çekti ve nefret söylemi oluşturan bazı
düşünce açıklamalarının cezalandırılmadığını ifade etti.
Avrupa Konseyi bünyesinde 1993 yılında kurulan ve kurucularından birisinin de
Türkiye olduğu Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu (ECRI)
45
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
bugüne kadar Türkiye’yi ve Avrupa Konseyi üyesi 47 devleti dörder kez ziyaret etti.
Türkiye ile ilgili yayımlanan raporlarda da benzer eleştiriler dile getirildi. Örneğin
2003 tarihli raporda, Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin eski hali olan eski
Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinin uygulanma tarzına yönelik eleştiriler dile
getirilmişti. Raporda bazı gruplara yönelik nefret suçu ya da nefret söylemi niteliğindeki eylemlerin soruşturulmaması, ya da cezalandırılmamasına dikkat çekiliyor ve bu
durum hala devam ediyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında Avrupa İnsan hakları Mahkemesi de
nefret söylemi kavramına gönderme yapmaya başladı. Mahkeme 2006 tarihli Erbakan
v. Türkiye kararında hoşgörünün, herkesin onuruna ve saygınlığına eşit oranda saygı
gösterilmesinin demokratik ve çoğulcu bir toplumun temelini oluşturduğunu hatırlattı. Mahkeme’ye göre demokratik toplumlarda formaliteler, koşullar, kısıtlamalar
veya müeyyideler, izlenen meşru amaçla orantılı olmak kaydıyla, hoşgörüsüzlük de
dâhil olmak üzere, nefreti teşvik eden hatta meşru sayan her türlü ifadeye yaptırım
uygulanmasını ve hatta bunların önlenmesini gerektirir. Ancak Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde yukarıda bahsedilen diğer iki sözleşmenin aksine nefret söylemi niteliğindeki fiillerin suç olarak düzenlenmesi ve bunların soruşturulmasına dair açıkça
pozitif yükümlülük öngören bir düzenleme bulunmuyor. Bu durum içtihatlar yoluyla
da henüz tanınmış gözükmüyor.
Bu noktada ifade özgürlüğü ile nefret söylemine maruz kalmama hakkı diyebileceğimiz
iki hak karşı karşıya geliyor ve nefret söylemi kavramının da muğlaklığından dolayı
ifade özgürlüğünün bu alanda sınırlanması çoğu zaman halen tartışma yaratıyor. Sözleşme’nin 17. maddesinde insan hakları ve demokrasi gibi değerleri korumak adına Sözleşme’de yer alan hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması yasaklanmıştır. Nefret söylemi
ile ilgili ifadeler söz konusu olduğunda Mahkeme iki türlü tutum takınabiliyor. Bazı
durumlarda ifade özgürlüğü hakkının kötüye kullanılması olarak değerlendirip başvuyu
doğrudan reddediyor, bazen başvuruların esasına girdikten sonra sınırlanma rejimi kapsamında ihlal bulunmadığına karar verebiliyor. Sözleşmenin diğer hiç bir maddesinde
yer almayan “ödev ve sorumluluk” ifadesi ifade özgürlüğü ile ilgili 10. madede yer alıyor. Nefret söylemi ile ilgili başvurularda bu ifade özellikle anlam kazanıyor.
Soykırım ve insanlığa karşı suçların inkârına ilişkin Türkiye’den bugüne kadar bir
vaka Mahkeme önüne gitmedi ancak özellikle Fransa, Almanya, Avusturya gibi ülkelerden bu tür vakalar nefret söylemi ile bağlantılı mahkemenin önüne gelebiliyor.
1994 tarihli Jersild v. Danimarka kararı, medya organlarının nefret söylemini kamuoyuna aktarırken nasıl davranması gerektiğine dair bazı ilkeleri ortaya koyuyor. Burada
ülkesinde yargılanan kişi nefret söylemini kullanan değil, radyo programlarında bun-
46
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
ların yayılmasına aracılık eden kişi ve Danimarka Ceza Kanunu’na göre cezaya çarptırılıyor. Mahkeme burada ifadeyi kullanmayan ancak yaptığı haberde aktaran kişinin
gazeteci kimliğine ağırlık verdi ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetti. Kararla birlikte medya organları açısından nefret içerikli ifadelerin yaygınlaştırılmasında
sorumlu davranma yükümlülüğü de gündeme geldi. Bir takım ırkçı grupları tanıtan,
bunların yaptığı eylemleri, söylemlerini kamuoyuna bu grupları övmek açısından değil ama haber değeri taşıdığı için ileten medya organlarının ifade özgürlüğünden yararlanamayacağı söylenebilir.
Feret v. Belçika ve Le Pen v. Fransa kararları siyasetçilerin nefret söylemi olarak kabul
edilebilecek açıklamalarla ilgili katı tutumuna örnek kararlardır. İfade özgürlüğü ile
ilgili “ödev ve sorumluluk” kavramının en katı uygulandığı alan kamuoyunu etkileme ve yönlendirme imkânına sahip olan siyasetçiler gibi kamuoyu tarafından tanınan kişilerin nefret söylemi içeren ifadeleridir. Mahkeme Feret v. Belçika kararında,
“Belçika’nın Müslümanlaştırılmasına karşı ayağa kalk” cümlesini de içeren çok sayıda
ifadeyi kullanan ırkçı bir partiye mensup ve milletvekili olan bir siyasetçinin yasama
dokunulmazlığı kaldırılmış, yargılanmıştır. Bu sırada seçimlerde yeniden seçilerek yeniden yasama dokunulmazlığı kazanmış ve dokunulmazlığı yeniden kaldırılmıştır.
Yapılan yargılama sonucunda başvurucu 1 Euro gibi sembolik tazminata, 150 saat
göçmenlerin entegrasyonu ile ilgili çalışan sivil toplum örgütlerinde çalışma zorunluluğuna, 10 sene boyunca siyaset yasağına mahkum edilmiştir. Mahkeme bu başvuruyu reddetmiştir. Fransa’da önemli bir siyasi figür olan Le Pen Müslümanlarla ilgili
olarak “sayılarının 5 milyon değil 25 milyon olduğu gün Fransa’yı onlar yönetiyor
olacak” ifadesini kullanmaktan dolayı yargılanıp cezaya çarptırılması ile ilgili başvuru
yine Mahkeme tarafından doğrudan kabuledilemez bulunmuştur.
Mahkeme’nin verdiği Norwood v. Birleşik Krallık kararı, 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlara yönelik nefret söylemine dair ilk karardır ve Mahkeme kararında
ilk kez islamofobi kavramını kullanmıştır. Başvurucu “İslam Britanya’dan dışarı” diye
küçük sayılabilecek bir afişi Müslümanların görebileceği bir şekilde evinin camına
asmıştır. Kendisine para cezası verilmiş ve afiş indirtilmiştir. Bu başvuruda Mahkeme
tarafından doğrudan kabuledilemez bulunmuştur. Yine Ivanov v. Rusya kararında
“Yahudiler Rusya’da şeytanlığın kaynağıdır” şeklinde ifadeler kullanan bir kişinin yaptığı başvuru da kabuledilemez bulunmuştur.
Garaudy v. Fransa kararı gibi bir dizi karar nefret söylemi ile ilgili özellikle önemlidir.
Yahudi soykırımının inkârına, Nazi ideolojisinin yüceltilmesine, soykırımın haklılaştırılmasına yönelik en ufak düşünce açıklaması, Avusturya, Fransa ve Almanya gibi
ülkelerde ceza yargılamasına konu olabiliyor. Garaudy, yazdığı kitapta dile getirdiği
47
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
bazı ifadelerden dolayı, Fransa’da soykırımın inkârını yasaklayan yasa kapsamında
mahkûm olmuş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuştur. Mahkeme
insanlığa karşı suçların varlığının reddedildiği durumlarda da ifade özgürlüğünün
sağladığı korumadan yararlanılamayacağına hükmetti. Elbette bu kararın tartışmalı
yönleri söz konusudur. Tartışma yaratan hususların başında kararda kullanılan “tarihsel gerçek” kavramı yer almaktadır. Elbette Yahudi soykırımı bir tarihsel gerçektir
ve tartışılıcak hiçbir yönü bulunmamaktadır. Ancak “tarihsel gerçek” olup olmadığı tartışmalı ve üzerinde konsensüse varılamamış birçok vaka daha söz konusudur.
Örneğin Ruanda soykırımı ve bildiğim kadarıyla Bosna-Hersek’te yaşanan soykırım
uluslararası yargı organlarınca soykırım olarak kabul edildiler. Benzer konularla ilgili
olarak uluslararası yargı organlarınca soykırım kabul edilip edilmemeye bağlı olarak
mı “tarihsel gerçek” kabul edileceği henüz belirsizdir.
Vejdeland ve Diğerleri v. İsveç kararı ise ilk defa cinsel yönelim ile ilgili nefret içerikli ifadelerin ifade özgürlüğü kapsamında olamayacağının kabul edildiği karar olarak
göze çarpıyor. Bir okulda öğrencilerin dolaplarının içerisine atılan eşcinsellere yönelik
“sapkın cinsel eğilim” vb. kullanılan bazı ifadelere yer veren bildirilerden nedeniyle
başvurucular çok da yüksek olmayan para cezalarına çarptırılmıştır. Buna rağmen
Mahkeme başvurucunun ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğine hükmetmiştir.
Türkiye’ye gelince, Türk Ceza Kanunu’nun 125. ve 216. maddeleri gündeme gelmektedir. 125. madde bildiğiniz gibi hakaret suçunu düzenliyor. Her sene on binlerce insan
bu suçtan yargılanabiliyor. Maddenin üçüncü fıkrasının “b” bendi, dini, siyasi, sosyal
ve felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı
kişinin hakarete uğradığı durumda faile daha fazla ceza verilmesini öngörüyor. Bu bent
ne yazık ki çok fazla uygulama alanı bulmuyor. 216. madde ise halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçuna yer veriyor. Bu madde ve önceki düzenlemeler bugüne kadar çok
fazla uygulama alanı buldu ve çok fazla ifade özgürlüğü ihlaline yol açtı. Tarihsel olarak
bakıldığında madde iktidarda hakim olan anlayışın istediği gibi muhalif sesleri cezalandırılabilmesini sağlıyordu. Yargıtay kararlarına bakıldığında 1970’lerde sol düşünceyi
savunan kişilere, sonrasında Kürt sorunu ile ilgili bazı görüşleri savunan kişilere, 28
Şubat döneminde ise İslami düşünceyi savunan kişilere karşı kullanıldığı göze çarpmaktadır. Madde ile ilgili eleştiriler çoğalınca, hakimler tarafından bu kadar rahat mahkûmiyet kararı verilmesini engellemek için “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir
tehlikenin ortaya çıkması halinde” ibaresi madde metnine eklendi. Madde daha önce
nefret söylemi niteliğindeki ifadeleri cezalandırmak amacıyla kullanılmamış olsa dahi
bu değişiklikle kullanma olasılığı neredeyse tamamen ortadan kalktı.
48
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
216. maddede halkın bir kesimini sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılamak ve halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen
aşağılamak şeklinde iki ayrı suç daha bulunuyor. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı istatistiklere göre, örneğin, 2009 yılında 72 tane sanık var, 2010’da bir
anda dört katına çıkmış, 2011’de tekrar düşmüş. Bunlar 216. maddenin birinci fıkrası ile
ilgili rakamlar. İkinci fıkra ile ilgili bakarsanız oldukça az soruşturma açıldığını görüyorsunuz. Örneğin 2011 yılında bir sanık var ve bir de mahkûmiyet söz konusu. Üçüncü
fıkra, başka bir deyişle dini değerleri alenen aşağılamak suçu ile ilgili olarak ise 5 suç tespit
edilmiş, sanık ve mahkûmiyet bulunmuyor. Dolayısıyla 216. maddenin nefret söylemi ile
ilgili olarak 125. madde gibi uygulama alanı bulmadığı görülüyor.
Konuyla ilgili bir başka düzenleme RTÜK Kanunu ve bu kanunda nefret söylemi ile ilgili
önemli düzenlemeler mevcut. Kanunun 8. maddesinde yayın ilkeleri ve bu ilkelere uyulmadığı takdirde radyo veya televizyon kanalının kapatılmasına kadar gidebilen idari yaptırımlar uygulanabiliyor. Bunlarla ilgili RTÜK tarafından düzenli istatistiksel veri yayınlanmıyor.
Buna rağmen yayınlanan kararlara bakıldığında nefret söylemi ile ilgili maddelerin genellikle
uygulanmayan maddeler olduğu görülüyor. Burada elbette kamuoyunun bu konuya hassas
yaklaşmaması ve şikayette bulunmaması da önemli bir sorun. Özellikle nefret söyleminde
muhatap olan gruplar bu konuları RTÜK önüne intikal ettirmesi gerekiyor.
İnternet ile ilgili olarak ise 5651 sayılı kanun ifade özgürlüğü ile ilgili büyük problemleri barındırıyor. Engelleme kararlarının verilebileceği suçlar kanunda tek tek sayılmış
durumda ve nefret söylemi ile ilgili herhangi bir düzenleme bulunmuyor.
Yasal düzenlemeler yanında yargı organları da nefret söylemi ile ilgili olarak duyarlı
davranmamakta ve bazen nefret söylemini bizzat kendisi üretebilmektedir. Elbette
ülkemizde yargı kararları yayınlanmadığı için bu güne kadar tüketici bir araştırma yürütülememektedir. Yargıtay’ın bir kararında “Ankara‘da bir adam vardı emekli oldu.
Ankara’da Yahudi idi, Anadolu’da Müslüman, şimdi ise masasında Kur’an duruyor.
Bunlar Yahudi tohumudur. Bizleri yönetenler, üstteki eşekler bu düzeni düzeltemezler” şeklinde ifadede nefret söylemini görmezlikten gelmesi; bir kararında “Travesti
denilen kişilerin başkaları ile cinsi ilişkilerinin AIDS, frengi, bel soğukluğu, zührevi
hastalıklarına neden olduğu bir olgu olarak bilinmektedir.” Şeklinde bir ifadeyi kullanması, “Çingene” ve “Ermeni” gibi ifadeleri hakaret olarak görmesi ve tazminata
hükmedilmesini onaylaması gibi örnekler buna işaret ediyor.
Nefret söylemine toplumun bakışı da en az yasal düzenlemeler ve bunların uygulanma biçimi kadar ve belki de bunlardan daha fazla önem taşımaktadır. Yapılan bazı
araştırmalarda sorulan “Aşağıda sayılan insanlardan hangilerini komşunuz olarak
istemezsiniz?” sorusuna verilen yanıtlarda Ateistler %57, Yahudiler %42, Hristiyan
49
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
azınlıklar %35, yabancılar %18 olarak belirtilmiştir. Başka bir araştırmada katılımcıların %70’i engelli bir komşu istemediğini belirtmiştir. Eşcinsel bir komşu istemeyen
kişilerin oranı ise %87’dir. Bu rakamlar nefret söyleminin neden bu kadar yagın ve
olağan karşılandığını bir ölçüde açıklayan rakamlar. İlginç olan bir durum toplumun
%80’inin Yahudi birisini tanımaması, %90’ının herhangi bir Yahudi ile karşılaşmamış
olmasına rağmen %42 gibi yüksek bir oranda kişinin bu tarz bir cevap vermiş olmasıdır. Buradan hareketle tamamen öğrenmeye dayalı bir önyargının ve bunun üzerine
oluşan bir nefret söyleminin mevcut olduğu söylenebilir.
Süremiz sınırlı olduğu ve bana ayrılan süre dolduğu için sunumuma burada son vermek durumundayım. Soru-cevap kısmında eksik kalan hususları dile getirebileceğimizi umuyorum. Sabrınız ve dikkatiniz için teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN:
Ben de çok teşekkür ederim, gönül isterdi ki bu zengin sunuş daha uzun süre devam
edebilsin. Ama belki bazı noktalara soru cevap faslında dönmemiz mümkün olur.
Ulaş, konunun komplikeliğini her şeyden evvel ortaya koydu. Yani çok boyutları var,
benzer kavramların nasıl ayırt edileceği konusunda ciddi tartışmalar var. İfade hürriyeti ile tabii bir çatışma noktası var, arada hassas bir sınır çizgisinin olduğu inkâr
edilemez. Nerede nefret söylemi başlıyor, nerede ifade hürriyeti bitiyor? Bu da hem
uluslararası mahkemelerin kararlarına hem çeşitli milli mahkemelerin kararlarına
konu olmuş. Ben ikinci konuşmacımıza geçiyorum, Sayın Çetin, Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nden. O da nefret söyleminin özgün bir çeşidi olan İslamofobi üzerinde
konuşacak. Buyurun efendim sizin de süreniz 20 dakika.
Selvet ÇETİN
Stratejik Düşünce Enstitüsü:
Nefret Söylemi Olarak İslamofobi
Çok teşekkür ederim Sayın Hocam, herkese merhabalar. Bu güzel toplantıyı tertip
ettikleri için ben de Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun değerleri yöneticilerine teşekkür etmeyi bir borç olarak gördüm.
Değerli katılımcılar, ben daha çok günümüzde artık çok popüler ama aynı zamanda çok
önemli kavramlardan biri haline gelen nefret söylemi ve buna bağlı nefret davranışları ve
nefret suçları bağlamında İslamofobi temasını işlemek istiyordum. Ama tabii çok uzun
bir başlık olacağı için nefret söylemi ile paralel giden bir İslamofobi konusunu kısaca
ifade etmek niyetindeyim. Tabii zaman zaman konuşmamda islamofobi ile ilgili değerlendirmeler, nefret söyleminden nefret davranışlarına ya da nefret suçlarına kayabilir.
50
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Ama bunu bütün olarak belki değerlendirmek lazım, çünkü nefret söylemi ile ilgili ya da
nefret suçu ile ilgili henüz uluslararası mekanizmaların çok üzerinde mutabık kaldığı bir
tanım olmadığı için, bu tip esnek geçişler yapmak mümkün oluyor. Dolayısıyla da nefret söylemi ile ilgili İslamofobi konusu bana göre günümüzün en önemli, en can alıcı ve
yaygın sorunlarından biri, çünkü dünyanın hemen her yerinde Müslüman topluluklar
yaşıyor. Bu Müslüman toplumların inanç, ibadet ve örgütlenme özgürlüklerini çok ciddi
biçimde etkileyen bir nefret söylemi ve buna bağlı nefret suçları ile karşı karşıyayız. Böyle olunca da yaşadığımız dünyadaki bütün bu çatışmalar, ihtilaflar ve anlaşmazlıkların
çok daha önemli ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilme ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Şimdi tabii İslamofobi kavramı, her ne kadar hemen hepimizin üzerinde mutabık kalacağı
gibi 11 Eylül saldırılarından sonra güncel olarak tartışılıyor idiyse de, aslında İslamofobi
kavramının tarihsel serüveni oldukça eskilere uzanıyor. Bunu 1960’lara kadar götürmek
mümkün. Dolayısıyla 11 Eylül belki İslamofobik duyguların, düşüncelerin hareketlerin
ve politikaların çok daha görünür hale gelmesini sağladı ama bunun arka planında, yani
İslamofobi kavramının arka planında çok daha derin ve çok daha önemli bir takım unsurlar var. Şöyle ifade etmek gerekir belki; İslamofobi aslında bir kavram olarak uluslararası
camiada İngiltere’de ilk kez 1968 yılında, Roemi Taurus adlı Vakıf tarafından kullanılmaya
başlanmıştır. Bu Vakfın yayınladığı çok ayrıntılı bir rapor var. Türkçesi “İslam Fobisi Hepimiz İçin Bir Sorun” başlıklı bir rapor. Bu rapor aslında İslamofobi kavramını çok ayrıntılı
ve detaylı bir biçimde ortaya koyan, analiz eden bir rapordur. Tabii ki son derece ön yargılı, İslam ve Müslümanlar konusunda. Temelsiz, kaynak dışı, yani İslam’ın kaynaklarının
dışından bir takım haberlerin, bilgilerin üretilmesi ile elde edilen bir rapor ve uluslararası
toplum ciddi bir biçimde bu raporun sonuçları ile ilgilendi. Tabii sonrası, 1980’lerde,
özellikle batıda Müslüman göçmenlerin yoğun bir biçimde kendilerini hissettirmesi, başta Almanya, Fransa, Hollanda ve Belçika olmak üzere, özellikle bugünkü Avrupa Birliği
ülkelerindeki Müslüman göç dalgasının da etkisi ile Müslümanlar batı toplumlarında çok
daha fazla görünür hale geldi. Doğal olarak Amerika Birleşik Devletlerindeki Müslüman
göçmen nüfusun artışı ve buna bağlı olarak hem Avrupa ülkelerinde hem de Amerika’da
ortaya çıkan ırkçılık, yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük ve buna bağlı, yani farklı olana
ötekine karşı, ötekiye karşı geliştirilen ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük Müslüman toplumları
ciddi bir şekilde etkiledi. 11 Eylül ile birlikte hepimizin bildiği gibi dünya bambaşka bir
noktaya evirildi ve İslamofobi dediğimiz kavram artık hemen her yerde tartışılan, konuşulan ve üzerinde fikir üretilen bir meseleye dönüştü.
Tabi az önce Ulaş Bey’in de ifade ettiği gibi, nefret duygusunu, nefret söylemini ya
da nefret suçunu aslında tetikleyen en önemli faktörlerden biri ön yargıdır. Yani biz
aslında nefret suçlarına bir çeşit önyargı suçları olarak da bakabiliriz. Fakat bu önyargılar bana göre, dünya ölçeğinde değerlendirdiğimizde, İslam ve Müslümanlara karşı
51
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
çok ciddi bir biçimde geliştirilmiş önyargılardır. Son derece yaygın ve son derece
sistematik biçimde geliştirilmiş önyargılardan kaynaklanan ciddi bir İslamofobi sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Bugün sadece batıda değil doğuda
da, İslam dünyası olarak adlandıracağımız coğrafyada da, siyasi aktörler ve iktidarlar
İslamofobiyi kendi siyasi, ekonomik, kültürel her neyse çıkarları için ciddi manada
bir araç olarak kullanmakta ve bir tehdit unsuru olarak sürekli gündemde tutmaktadır. Dolayısıyla İslamofobi sorunu sadece batının bir sorunu değildir. Aslında küresel
ölçekte batının, doğunun, kuzeyin ve güneyin, bütün bir dünyanın sorunu haline
getirilmiştir.
İslamofobi ya da “İslam korkusu” nereden beslenir? Hangi ağ yumağına dayanır diye
bir soru soracak olursak? Bir defa İslam’ın ve dolayısıyla Müslümanların sahip oldukları inanç dünyasında, kültür ve medeniyetin doğru kaynaklardan, doğru bir biçimde
öğrenilememesi ya da anlaşılmaması ciddi bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aynı zamanda buna bağlı, yani bu yanlış algı ve ön yargıya bağlı olarak gelişen bir
korku ve nefret duygusunu tetiklediği bir sorun olarak İslamofobiyi değerlendirmek
gerekir. Hepimizin bildiği Bernard Lewis’in fikirlerinden esinlenerek, Huntington’ın
ifade ettiği medeniyetler çatışması tezinde, çok net bir şekilde İslam’ın bir terör dini
olduğu ve terörist ürettiğine dair bir yaklaşım vardır. Şimdi bu yaklaşım sadece Huntington ya da Lewis’ın yaklaşımı değildir. Batıda çok sayıda İslamofobik düşünür,
yazar, entellektüel bu tip fikirlerden, bu tip duygulardan beslenerek İslami terörizm
kavramını sıklıkla kullanmaktadır. Dolayısıyla İslam korkusu olarak özetleyebileceğimiz İslamofobinin bir nefret duygusuna ve bir nefret söylemine dönüşebilmesi aslında
çok da kolay olmaktadır. Buna bağlı olarak iktidar seçkinlerinin haber kaynaklarını,
özelikle medyayı İslamofobi konusunda ciddi manada bir araç haline getirmesi ve
kullanması ile de toplumlarda İslamofobik algı ve düşünceler yaygınlaşmaktadır.
Ben çok kısaca Amerika ve Avrupa’daki İslamofobik algı, düşünce ve yaklaşımlara
değineceğim ve daha sonra hani vaktim kalırsa, Türkiye ve Ortadoğu’ya da kısaca
girip sözlerimi tamamlayacağım. Şimdi Amerika’da 2011 yılında, Gallup’un yaptığı
bir araştırma var. Bu araştırmanın sonuçlarına göre bu ankete katılan Müslümanların
yaklaşık %48’i kendilerinin Amerika’da bir önceki yıla göre çok daha fazla dini ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade ediyorlar. Yine 2011 Eylül’ünde yapılmış bir çalışmada
bu defa Amerikalıların yaklaşık %50’si İslamın Amerikan değerlerine aykırı olduğunu
düşünüyor ve bu oran cumhuriyetçi Amerikalılar arasında çok daha yüksek görünüyor. Tabii Amerika da artık milyonlarca doların döndüğü bir İslamofobi endüstrisi var
ve bu endüstri bütün dünyaya İslamofobiyi yaymakla meşgul, aynı zamanda buradan
çok ciddi bir siyası ve ekonomik rant devşiriliyor. Dolayısıyla da bu endüstriyi yönetenler, İslamofobiyi dünyaya yayan güçler, bir taraftan Müslümanları radikalize etmek
52
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
ve terörize etmekle meşgulken diğer taraftan İslam dünyasındaki yönetimleri, ciddi
bir şekilde dönüştürmenin de mücadelesini veriyorlar. İşte bugün Suriye de yaşanan,
Afganistan da yaşanan, Irak’ta yaşanan pek çok olay bu dönüştürme çabasının bir
tezahürü olarak değerlendirilebilir.
Tabii Amerika’da 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlara karşı çok fazla sayıda
nefret suçu işlendiği gibi bu nefret suçlarının temelini oluşturan çok negatif bir kampanya, Müslümanlara yönelik bir kampanya da yapıldı. Bu kampanyalar halen devam
ediyor. Hatırlarsanız geçen yıl bir rahibin ısrarla Kuran–ı Kerim’i yakmaya çalışmasından tutun, çok farklı zaman dilimlerinde İslam ve Müslümanlara karşı nefret içerikli
haber, makale, köşe yazısı ve bir takım görsellerin yayınlandığını düşünecek olursak,
Amerika’da hâlihazırda, yani 11 Eylül sonrasında yaşanan İslamofobik çalışmalar, eylemler, davranışlar ya da söylemler hız kesmeden devam ediyor, ne yazık ki. Tabii
bu aynı zamanda şöyle bir şey; 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Amerikan yönetimlerinin İslam dünyasında gerçekleştirdiği işgal, savaş ve çatışmalar, hem Amerika’ya karşı, hem batıya karşı, hem Hristiyan dünyaya karşı Müslüman toplumlarda bir
olumsuz algıyı, yer yer nefreti de tetiklediği için, İslamofobi aynı zamanda Müslüman
toplumları da ötekileştirilen ve Müslüman toplumların diğer medeniyetlerden, diğer
kültürlerden ve diğer toplumsal yapılardan koparılmasını da beraberinde getiren bir
sonuç ortaya çıkıyor. Dolayısıyla tek yönlü değil çok yönlü bir İslamofobi sorunundan
bahsetmek mümkün. Avrupa’da halihazırda İslamofobinin de etkisiyle oylarını hızla
arttıran aşırı sağ partiler var biliyorsunuz. Gün geçtikçe bu aşırı sağın Avrupa ülkelerindeki gücü, Avrupa’da yaşayan özellikle göçmen kökenli Müslümanları çok ciddi
bir biçimde etkiliyor ve toplumlar arasındaki bağlar, kültürel bağlar, sosyal bağlar,
aynı zamanda ekonomik bağlar kopuyor.
Çok kısa istatistiklere değinmek gerekirse, örneğin İsviçre’de son 2011’de yapılan seçimlerde aşırı sağcı İsviçre Halk Partisi %26,6 oy aldı. Norveç’te Brevik hadisesini
biliyorsunuz, son derece büyük yankı uyandıran yani Müslümanlarda da çok ciddi
bir biçimde batıya karşı bir olumsuz algının oluşmasına neden olan Brevik’in işlediği
cinayetler söz konusu ve orada da Norveç İlerleme Partisi adı altında örgütlenen aşırı
sağcılar yaklaşık %23 oy almış durumdalar. Finlandiya da %20, Avusturya’da yine hepimizin bildiği gibi Özgürlük Partisi %18 civarında bir oy oranına ulaşmış durumunda. Hollanda’da Wilders’in Özgürlük Partisi %15’lerde, Fransa’da Le Pen’in, az önce
Ulaş bey de değindi, Ulusal Cephesi oylarını kaybetmiyor, %12 ve %13’lerde. Fransa
gibi bir ülkede hâlihazırda aşırı sağın yükselişi devam ediyor. Yine Danimarka’da,
Danimarka Halk partisinin %13’lerde bir oyu görünüyor. Komşumuz Yunanistan’da
Altın Şafak’ın sıçrayışı, vesaire. Dolayısıyla Avrupa’da da son derecede yaygın bir İslamofobi sorunundan bahsetmek mümkün yani.
53
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Almanya’da hatırlıyorsunuzdur, Merkel, entegrasyon ve çok kültürlülük konusunda
başarısız olduk ifadesini kullanmıştı. Yani Merkel’in bu ifadesi aslında bir dışa vurumdur. Avrupa’daki pek çok siyasetçi artık özellikle Müslüman göçmenlerin Avrupa’ya
entegrasyonu, Avrupa toplumları ile uyumu ve bir arada yaşama kültürüne sahip olmadıklarına da inanıyorlar. Şimdi bu inanış çok tehlikeli, bunun medyaya yansıyan
boyutu çok ciddi bir nefret söylemini kışkırtıyor, tetikliyor. Dolayısıyla medyadan
başlayarak sokağa inen bir nefret söylemi ve nefret davranışına dönüşen bir İslamofobi sorunundan bahsetmek elbette mümkün. Buradaki temel problem ya da aslında
temel yanılgı şu; eğer siz bir dini, – buradaki konumuz İslam olduğu için söylüyorum-, İslam’ı bir tehdit olarak algılarsanız, doğal olarak, İslam’a inanan Müslümanları
da bir tehdit unsuru olarak görmeye başlarsınız. Böyle düşünmeye başladığınız andan
itibaren de işte kapı komşunuzun, birlikte çalıştığınız bir Faslı ya da Türk asıllı Müslümanın ya da bir Afrikalı, Somalili göçmenin sürekli sizin varlığınızı, aslında sizin
değerlerinizi, sizin kültürünüzü ya da sizin inancınızı tehdit etmeye başlayan bir kişi
ya da topluluk olarak algılama yanılgısına düşersiniz.
Böyle olunca da, ne yazık ki İslamofobiye karşı verilen bütün mücadeleye rağmen,
sözüm ona bir mücadele veriliyor bana göre, ne Avrupa Birliği mekanizmaları, ne Avrupa Konseyi ne de uluslararası toplumun, mevcut İslamofobiye karşı, dolayısıyla ırkçılığa, ayrımcılığa karşı yürüttükleri mücadelenin çok yeterli olduğuna inanmıyorum.
Şayet koruyucu mekanizmalar, yani Müslüman toplumların nefret söyleminden ve
nefret suçlarından korunmasına yönelik mekanizmalar hayata geçirilebilseydi, örneğin bu direktifler Avrupa Konseyi’nin direktifleri ve diğer uluslararası mekanizmalar
ciddi biçimde ele alınıp devletler tarafından çok samimi biçimde onaylanabilse ve uygulansaydı bütün bunları yaşamayacaktık. Ama ne yazık ki şuan geldiğimiz noktada
çok iç karartıcı bir tablo söz konusu.
Şimdi batı dünyası böyle. Yani biz zannediyoruz ki İslamofobi meselesi ya da Müslümanlara karşı geliştirilen nefret söylemi ve nefret suçları sadece batının sorunudur,
ya da batıda ortaya çıkan Müslümanları ilgilendiren bir sorundur. Hayır, öyle değil,
islamofobi çok ciddi manada Türkiye’nin de bir sorunudur. Çünkü Türkiye’de daha
düne kadar bizim başörtülü kızlarımız üniversitelere giremiyordu, eğitim hakkından
mahrumdu, çalışma hayatından mahrumdu. Korkunç bir ayrımcılık vardı hali hazırda
da, yani bireysel vakalar halinde görülse bile çarşafından, sakalından, kılık kıyafetinden
dolayı insanların yine zaman zaman medyada zaman zaman sokakta, zaman zaman
eğitim kurumlarında ya da çalışma hayatında aşağılandığını, incitici ve alaycı bir takım
ifadelerle mahkûm edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ben İzmir de yaşadığım için bir
örnek vereyim; geçenlerde karşılaştığım bir örnek, bir doktorluk öğrencisi hanımefendi,
Yemen’den gelmiş, siyah bir örtüsü var, bir doktora gitmiş, diş hekimi muayene edecek.
54
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Biliyorsunuz Türkiye ye gelen yabancı öğrenciler şu an genel sağlık sigortası kapsamına
alındılar, bizler gibi sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyorlar. Doktor demiş ki sen kimsin? İşte ben Yemen’den geldim. Ha öylemi, zaten belli demiş kılık kıyafetinden. Niye
takıyorsun bu başörtüsünü ya da elbiseyi? Kızcağız yarım yamalak Türkçesi ile kendisini ifade etmeye çalışmış ama doktor bir yığın hakaret etmiş. Hem Arap kökenli, hem
başörtülü hem de Türkiye’de, tedavisini yapmadan geri göndermiş. Bunu bireysel bir
takım vakalar olarak nitelendirmek mümkündür, ama pek çok şey, örneğin mülteciler
meselesinde aynı sıkıntılar ile karşı karşıya kalıyoruz. Bugün Hatay, Antakya, Gaziantep,
Kilis yani sınır illerimizde çok sayıda Suriyeli mülteci var biliyorsunuz. Suriye ‘den gelen
mültecilerin önemli bir kısmı bayan hanımefendiler, başörtülü ve kapalılar. Erkekleri
belki sakallı filan, yani sonuçta bir inanca mensup olduklarını gösteren kılık kıyafetleri
var. Ama şimdi sokaklarda sakalları ile dolaşan ya da çarşafları ile dolaşan mültecilere
hemen yerel basının, bunu çok sık gördüğümüz için söylüyorum, yerel basın “El Kaide
Hatay sokaklarında” şeklinde dünya kadar haber yaptığını ve yerel basına yansıyan haberlerin hala devam ettiğini ne yazık ki görüyoruz.
Dolayısıyla, Türkiye’de ya da bir başka ülkede de Müslüman toplumların yaşadığı ya da
halkın çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde, hem yasalardan kaynaklanan hem iktidar
seçkinlerinden kaynaklanan, hem siyasi muhaliflerden ya da siyasi muhalif partilerden,
hareketlerden kaynaklanan çok sayıda nefret içerikli söylem, eylem, davranış ve bir takım uygulamalar var. (Ben tabii konuşmanın ancak üçte birini tamamlayabildim ama
hocam uyarıyor) kısaca tamamlamam gerekirse, islamofobi belli bir coğrafyanın belli bir
bölgenin meselesi değildir. İslamofobi artık bir dünya meselesidir. Sadece Müslümanların meselesi de değildir. Müslümanlar üzerinden, İslam üzerinden bir korku üreten ve
bunu kullanan uluslararası çevrelerin, küresel güçlerin, küresel aktörlerin Müslümanlara karşı aslında oynamakta oldukları çok çirkin ve kirli bir oyundur. Bu oyun ne yazık
ki sadece Müslümanları etkilememektedir. Müslümanların yaşadıkları doğuda, batıda
bütün toplumsal yapıları, bütün kültürel unsurları derinden etkilemektedir. Ne yazık
ki suça, nefret suçuna ve nefret söylemine dönüşen çok sayıda ne yazık olay, hadise ve
vaka vardır. Sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Ergun ÖZBUDUN:
Sayın Çetin’e ben de teşekkür ediyorum. Şimdi aşağı yukarı 20 dakikalık bir soru cevap
dönemimiz var. Ondan sonra bir kahve arası verilecek. Soru soranların isimlerini anons
etmelerini rica edeceğim, kısa yorumlar biçiminde de olabilir. Soru sorulduğu takdirde
konuşmacılardan hangisine tevcih ettiğinizi de lütfen belirtiniz. Kolaylık olması bakımından, masanın şu tarafından başlayıp sağ tarafa doğru gidiyorum, söz isteyenler…
55
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Hakan ŞEKER:
Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü’nde çalışıyorum. Ben sorumu Ulaş Hocama sormak istiyorum, mukayeseli hukukta nefret suçları bizim şu anki TCK 216’ye
benzer şekilde tek bir suç olarak mı, yoksa en çok nefret suçlarının işlendiği, yaralama, mala zarar verme, hakaret gibi suçlardan her biri için ayrı ayrı mı düzenlenmiş?
Gülden SÖNMEZ
İnsani Yardım Vakfı:
İki hususa dikkat çekmek istiyorum, özellikle tartışmalı da bir alan olduğu için belki
faydası da olması ümidiyle, birincisi sosyal medyanın etkisi, kanaatimce en önemli
tehdit şuan bu. Özellikle gençlik üzerinde yapılan araştırmalarda, en azından Türkiye içerisinde konuşulan meselenin yeterince şeffaf konuşulan meselelerde nefret
söyleminin düştüğünü ama yeterince sorumluluk sahibi olarak konuşulamayan meselelerde gençlerde hala tarafgirliğin ve nefretin sosyal medyada çok öne çıktığını görüyoruz. Aslında birbirlerinin yüzüne baktığı zaman kullanılamayacak cümleleri ve
aslında karşılaştığında belki muhabbetle davranacağını gördüğünüz insanların sosyal
medyada birbirlerine hiç kullanılmayacak cümleler ifade ettiğini görüyorsunuz. Özellikle kimlik eksenli tartışmalar için söylüyorum. Türkiye olarak da yakın zamanda
bunun ne dereceye vardığını olaylarda da görmüş olduk. Ama ne akademik çevrede
ne farklı sivil toplum ya da devlet kurumlarının tartışmalarında bunun üzerinde çok
odaklanılmadığını görüyorum ve bunun büyük bir risk teşkil ettiğini düşünüyorum.
Çünkü bizler de kuruluşlar olarak gençlerle de çalışıyoruz. Gençlerle çalıştığınız vakit
bunun ne kadar önümüzdeki zaman için tehdit oluşturduğunu fark ediyorsunuz. Bir
buna dikkat çekmek istedim.
İkincisi de nefret söylemi ve buna dair uygulamaların hem Avrupa hem de Türkiye ile
alakalı söyleyeceğim, baktığımız zaman hukuk neyi koruyor burada? Yani politikaları mı
koruyor? İnsanı, haklar ve özgürlüklerle donatılmış insanı mı koruyor? Sorusu çok net
bir şekilde yüzümüze çarpıyor. İki örnekten yola çıkarak bunu tespit etmemiz mümkün,
bir tanesi Yahudilik ile ilgili olan, işte antisemitizm çok ciddi bir bloktur. Özellikle insanların karşısında, özellikle Avrupa’da, Almanya ve Avusturya. Yahudiler ile ilgili eleştiri
yaptığınızda ya da İsrail politikaları ile ilgili eleştiri yapan bir Yahudi’nin ifade özgürlüğünden bahsetmeniz o ülkelerde mümkün değil. Oysa Yahudilerin inancında kendi ırkının dışındakilerini farklı noktada, daha aşağı bir noktada görür. Siz ona inancını değiştir
diyemeyeceğinize göre, Yahudilikle ya da İsrail politikaları ile ilgili ağzınızı açtığınız zaman hemen antisemitizm ile ilgili yasalara çarparsınız ve bu nefret söylemi donesi olarak
karşınıza çıkar. İfade özgürlüğünün korunması olarak tartışamayız bunu. Orada hele hiç
tartışılamadığını çok net biliyoruz. Aynı şeye İslamofobi açısından bakın, peygamberlere
56
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
hakaret, Kuran-ı Kerim yakılması gibi olaylarda hem siyasi olarak hem medya olarak neyi
gördük biz, bu olaylara tepki gösteren, Müslümanların toplantı ve gösterilerde kullandıkları şiddeti gördük. O zaman insanın aklına şu soru geliyor. Biz neyi korumaya çalışıyoruz yani İslamofobinin politik, pragmatist bir şeyle karşımızda olduğunu biliyoruz, ne
kadar çok insanı etkilediğini de biliyoruz, ya da işte İsrail politikalarının bu yönden ne
kadar etkilediğini biliyoruz. Kimse kimsenin inancına, inancını değiştir de demiyor. Kaldı ki diyebilmeli, herkes bunu özgürce tartışabilmeli, konuşabilmeli, inançların içerikleri
de tartışılabilir. Çok insanidir bu ama nefret söylemi ya da insan hakları adına ya da çoğulculuğun korunması ya da azınlık haklarının korunması adına sanki insanı kısıtlayan,
ama politikaların önünü açan mevzuat ve uygulamalar sözkonusu. Bu konuda özellikle
Ulaş Bey’in fikrini merak ediyorum. Sizlerin de dikkatinizi çekmek istedim.
Murat KÖYLÜ
KAOS Gay ve Lezbiyen Derneği:
Şimdi İslamofobi gibi bir olgu, bizi de, LGBT hareketini veya ben kendi Derneğim odağında kaos, gay, lezbiyeni üç yerden kesiyor. Birincisi biraz önce Selvet Bey’in söylediği yani anlattığı kavramların, çizdiği şablonların bir kısmı için oradan Müslümanları
çıkartıp eşcinselleri koyabilirsiniz ve hani benzer şeyler ifade edebilirsiniz. Çünkü bu
bir irrasyonel zihin halidir ve belirli toplumlarda, belirgin konjonktürlerde Müslümana yönelebilir, eşcinsele yönelebilir, HIV pozitife yönelebilir veya engelliye yönelebilir
gibi… Bu anlamda zaten bir insan hakları örgütü olarak bizi kesiyor. İkincisi çok doğru bir şekilde bahsettiği, Norveç’de, İsveç’te, Finlandiya’da, Belçika’da, Hollanda’da,
küresel bir hareket olarak aynı zamanda dünyanın farklı coğrafyalarındaki LGBT hareketinin ve bağlamının nasıl bir deneyim aktarımı içinde olduğunu da inceliyoruz.
Ne yazık ki orada LGBT haklarının geldiği konum İslamofobiye bir malzeme olarak
kullanılıyor. Müslümanları ötekileştirmek için LGBT haklarını, insan haklarının en
üst düzeyi olarak sunup, Müslüman kültürünü veya Müslümanların bu haklarını tehdit olarak sunmak için kullanılıyor ve biz Türkiye’de de LGBT hareketi olarak bu
duruma düşmek istemiyoruz, bu yüzden çok dikkat ediyoruz. Ulusal düzeyde ise şu
şekilde kesiyor, ne yazık ki bunu yavaş yavaş görmeye de başlıyoruz, Müslümanların
veya İslam’ın, ama en çok da şu anki siyasi iktidar kendisini bu kimliğin tek temsilcisiymiş gibi sunduğu için onlara duyulan öfkenin sonucu olarak, İslamofobiye doğru
evrilmeye başladıklarını gördük Türkiye’deki LGBT’lerin. Bu sadece İslamofobi için
geçerli değildir. Geçenlerde iki – üç hafta önce Suriye sınırında, sanırım Çukurova’da
veya Mersin’de bir eşcinsel öldürüldü. Suriyeli iki mülteci bir eşcinseli öldürmüş, yani
iddia bu. Bizim kendimiz de “camiamızda” korkunç bir mülteci düşmanlığı, zenofobi
filan gibi, o anlamlı, bütün bu insan hakları ihlallerine veya nefret söylemi gibi şablonlara çok ilkesel olarak bakmaya çalışıyoruz. Bizim elimizden gelen bu şu anda. Bir
57
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
LGBT örgütü olarak, İslamofobi ile mücadele etmek anlamında veya bu konuda farkındalığımızı, kendimizi geliştirmek de isteriz. Benim burada Selvet Bey’e bir sorum
var. Acaba Müslüman toplumlardaki İslamofobiyi nasıl açıklamak lazım, yani şu anda
Danimarka İnsan Hakları Kurumu’nun veya Norveç İnsan Hakları Kurumu’nun toplantısında değiliz ve yine ne güzel İslamofobiyi tartışıyoruz Türkiye de. Hani %99’u
Müslüman olan bir toplumda insan hakları gündemi buna ayrıldıysa, bu toplumun
kendi içindeki İslamofobiyi mi, siyasi islamofobiyi mi, yoksa başka otoriter eğilimleri
mi, gelenekleri mi? Başka bir şeyleri tartışmamız lazım ki bence çok daha kapsamlı bir
analiz yapabilelim diye düşünüyorum. Bunu da size anımsatmak istiyorum, bir hafta
önce demokratikleşme paketi içinde nefret suçları düzenlenmesinde kurulan kategoriler içerisinde yer almayan bir grubun temsilcisi olarak söylüyorum. Bunu bir mağduriyetler yarışması olarak söylemiyorum, biz nasıl bir ilkesel tutum belirleyeceğiz?
Öyle bir duruş belirleyeceğiz ki, yaptığınız şey, attığımız adımlar hem Türkiye’deki
Müslümana yarayacak, hem Danimarka’daki, Kopenhag’daki Müslümana yarayacak,
hem Türkiye’deki eşcinsele yarayacak. Geçenlerde bir arkadaşım, Türkiye’de eşcinsel
bir arkadaşım, Stockholm veya Oslo’dan gözü morarmış bir şekilde geldi. Ben tabii
otomatik buraların insanı olduğum için, vay nefret suçu mağduru oldun dedim. Yoo
dedi, Müslüman olduğum için yumruklandım.
Cengiz ALGAN
Sosyal Değişim Derneği:
Ulaş KARAN’a hemen bir soru sormak istiyorum. Bu yeni çıkacak olan nefret suçları
düzenlemesinde, bir kısmına Murat KÖYLÜ değindi benden önce gerçi ama dâhil
edilmeyen gruplar söz konusu, etnik köken, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği açısından dâhil edilmemesi biraz sıkıntılı, daha yeni açıklanan bir rakam var, Transgender
Europe, 2013 yılında, 2013 tamamlanmadan 34 trans öldürülmüş Türkiye de, yani
her ay üç kişi öldürülüyor. Bu grubun dâhil edilmemesi çok ciddi bir sorun yaratacaktır. İkinci sorun da dâhil edilmeyen fiiller konusunda ne diyebiliriz? Yasayı siz
incelediniz bildiğim kadarıyla, teşekkür ederim.
Hacer FOGGO
Avrupa Roman Hakları Merkezi:
Ben de Romanlara yönelik linç ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Yani Afyon
Şuhut’tan başlayan bir linç eylemi var, ondan sonra Selendi’de biliyorsunuz 2009
yılında yine adli bir olaydan sonra oradaki 75 aile başka bir ilçeye gönderilmişti ve bu
ailelerin evleri yıkıldı, yakıldı, arabalar tahrip edildi ve hiç unutmuyorum ertesi gün
vali, siz bir öz eleştiri yapın, önce kendiniz öz eleştiri yapın demişti ve Salihli’ye kadar
58
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
yürüyerek neredeyse gitmişti Romanlar. Şimdi orada da değiller, dağılmış durumdalar. En son Bursa, Yunuseli’nde bir linç eylemi oldu. Ondan sonra geçtiğimiz Eylül
ayında da İznik’te yine adli bir olaydan sonra Romanlara yönelik bir eylem oldu. Ben
orada bu linç eylemini gerçekleştiren insanlarla da görüşme yapmıştım. Olayın hemen
ertesi günü ve şöyle sözler söylediler; onların genlerinde hırsızlık var, fuhuş yapıyorlar, tefecilik yapıyorlar, öğretmen iki tane tokat vurursa Roman çocuğuna gelip aileler
öğretmenle kavga ediyorlar, biz onlara 10 gün süre veriyoruz, ilçeyi terk etmeleri gerekiyor. Mahallede resmen bir sıkıyönetim ilan edilmişti. 10 gün boyunca İzmit’te üç
tane Roman mahallesinden kimse dışarı çıkmadı, devlet yetkilerinden kimse gelmedi.
Bir milletvekili gelmişti, 20 dakika oturdu ve kahveye gitti. Onlara sadece sesinizi
çıkarmayın, tamam gerekirse çocukları okula yollamayın demişti. Tarlaya giden kadınları traktöre almadılar. Bu çok yeni 2 ay öncesinde olan olay, şuan içeride kimse
yok, oradaki kahvehanelerde hasar tespiti yapıldı mı, yapılmadı mı bilemiyorum. Ama
bir ödeme yapılmadı en azından, onu biliyorum evlerle ilgili. Olay böylece kapandı aslında, şimdi bu nefret yasası ile de ilgili yine arkadaşımızın dediği gibi burada
kimlik ile ilgili bir durum olmayacak, yani bu patlamaya hazır bir bomba, bu olaylar
sürecek ama bunun karşısında ne olacak? Bu konuda romanlar tedirgin. Bir şey daha
ekleyeceğim, 10 gün önce Biga’ya gitmiştim, Çanakkale Biga. Orada da bir ilköğretimde 16 tane sınıf var, ben okuldan içeri girdiğimde nöbetçi çocuğa dedim ki roman
sınıfı nerde? Şurası abla dedi. 16 sınıf var bir sınıf sadece roman çocuklarına ayrılmış,
okulun ilk haftasında böyle bir durum söz konusu değilmiş ama okul yöneticileri ilk
hafta içerisinde 5 tane sınıfı dolaşıyorlar, oradaki roman öğrencileri toplayıp bir sınıf
oluşturuyorlardı. Buna ilişkin de ne olabilir? Nasıl olabilir? Bu sanki yöneticiler için
çok doğalmış gibi, bu ön yargı artık doğallaşmış ve içselleşmiş.
Murat ÇEKİÇ
Uluslararası Af Örgütü:
Ben de nefret söyleminin bilhassa hayatımızda ne gibi değişikliklere yol açtığına dikkat çekmek istiyorum. Çünkü ağırlıklı olarak hani Ulaş Bey de başta söyledi, hani
meselenin hukuki bir boyutu var ama gündelik yaşamamıza denk düşen çok önemli
tezahürleri var, bunlardan başta geleni aslında ekonomik, sosyal, kültürel haklarla
ilişkili. Türkiye’de nefret söylemine maruz kalan gruplardan birinin yoksullar olduğunu unutmamamız gerekli. Yani hani bir sürü grup sayıyoruz, bunların arasında
yoksullar da ve yoksulluk da ciddi bir nefret söylemi hedefi olabilir. Hatırlarsanız
Tarlabaşı kentsel dönüşüm projesinde mesele yoksullar ve yoksul insanların ürettiği
suç ve bu suçla mücadele olarak sunuldu. Öte yandan İstanbul’da ve Türkiye’nin çok
başka şehirlerinde yine kentsel dönüşüm projeleri yani ekonomik, sosyal, kültürel
hakların bir nüvesi olan, unsuru olan, barınma hakkı, suya erişim ve eğitim hakkı,
59
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
bununla beraber, kadın ve çocuk haklarını da çok ciddi kesen bir durum bu, son
derece ciddi nefret söylemi üretildi, özellikle yetkililer tarafından. Bu aslında TOKİ
aracılığı ile uygulamaya konulmuş oldu. Durumu şöyle örneklendirebilirim; biz barınma hakkı üzerinde çalışmaya başladığımızdan beri, çeşitli kamu kurumları ile de
görüşüyoruz. Geçenlerde Toplu Konut İdaresi ile bir görüşme gerçekleştirdik ve TOKİ’den görüştüğümüz yetkili öncelikle heyetimizin mensuplarının etnik kimliğini sordu. Bunu alenen açık açık sen Kürt müsün? Sen Türk müsün? Sen Ermeni misin? şeklinde TOKİ’den bir yetkili sordu, ki bunu bir uluslararası insan hakları kuruluşunun
heyetine, bu kadar rahatlıkla yapabildi. Varın orada yaşayan, Sarıgöl’de, Tarlabaşı’nda,
İstanbul’da, Diyarbakır’da, İzmir’de bu kentsel dönüşüm programlarının mağduru
olan insanlara nasıl bir yaklaşımla müdahale edildiğini siz düşünün. Yani buradan
şunu çıkardık, sizin de aklınızda olsun, TOKİ ile görüşürken muhakkak yanınızda
oğuzların kayı boyundan biri olması gerekli, başka türlü bu iş zor. Dolayısıyla hani
bu nefret söylemi meselesinin çok ciddi şekilde aslında hani bu tür tezahürleri de var,
işte Hacer’in verdiği eğitim örneği gibi, daha uzatmadan teşekkür ederim. Sağolun.
Öztürk TÜRKDOĞAN
İnsan Hakları Derneği:
Avrupa Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Komitesi(ECRİ) Temsilcileri Türkiye’ye geldiği
zaman onlara şöyle demiştim. Türkiye’de herkes Türk’tür ve herkes Sünni Müslümandır. Dolayısıyla zaten herkes eşittir yani. Şimdi Türkiye’deki bu yapısal problem, başta
anayasadan başlamak üzere çözülmediği sürece, bu alan en zor alanlardan bir tanesi.
Bizler insan hakları konularını konuştuğumuz zaman, Türkiye’deki temel yapısal sorun alanlarının altını kuvvetle çizmek durumundayız. Dolaysıyla, hala ideolojik bir
anayasası olan bir ülkede, ideolojik bir ulus devleti kutsayan bir anayasası olan bir
ülkede, bu tip sorunlarla nasıl baş edeceğiz bunu düşünmemiz gerekiyor. Demokratikleşme sürecinde, yine Kürt sorununun demokratik çözüm sürecinde hükümet
2009’da bir söz vermişti, Ayrımcılık ile Mücadele ve Eşitlik Kurulu oluşturulacaktı.
Tıpkı bugün nasıl İnsan Hakları Kurumu oluşturulduğu gibi, Kamu Denetçiliği oluşturulduğu gibi. Eğer, ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu 2009’da oluşturulsaydı
biz 4 yılda belli mesafe alabilirdik. Yani farkındalık yaratabilirdik. Bakın 2014’e giriyoruz hala ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kurulamadı ve hala biz ayrımcılığın
temellerini konuşurken, etnik köken niye yok? Cinsel yönelim ve cinsel kimlik hakkı
niye yok? Fakirlik, yoksulluk niye yok? Yaş niye yok? Bunları tartışıyoruz. Ben bu
anlamda biraz daha bizim temel yapısal problemlerimiz olduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin bir geçiş döneminde olduğunu ve bu geçiş dönemini başarıyla tamamlayabilmesi için de öncelikle bu yapısal sorunlarını çözmesi noktasında Parlamentonun
60
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
adım atması gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum. Çünkü en nihayet yargı
kurumları ve diğer bazı kurumlar bu anayasaya göre hareket etmek durumunda kalacaklar, öyle olduğu zaman da sorunun içinden çıkamayacağız. Ben tekrar 12 Eylül
Anayasası’na bu vesile ile dikkat çekmek istedim.
Feray SALMAN
İnsan Hakları Ortak Platformu:
Yine sistemik sorunlardan bir tanesi, aslında diğerleri bakımında da geçerli bu söyleyeceğim ama Türkiye Birleşmiş Milletler’in “Her Türlü Irk Ayrımcılığı ile Mücadele
Sözleşmesi ”ne onay vermiş olan bir ülke, fakat bu sözleşmenin uygulanmasından
kimin sorumlu olduğuna baktığımız zaman, aslında bir sorumlu görememekteyiz. Bu
Adalet Bakanlığı mıdır? İçişleri Bakanlığı mıdır? İnsan Haklarından Sorumlu Devlet
Bakanlığı mıdır? Hani bu meselenin bir sahibi yok, dolayısıyla sahibi olmadığı sürece
aslında bunu nasıl çalışacağımız da, ya da hani gerçekten Türkiye’de nefret söylemi,
nefret suçu ya da ayrımcılık meseleleri ile nasıl uğraşacağımıza da bakmak mümkün
değil. Benzer bir biçimde Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin sahibinin kim olduğu da belli
değil. Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin de sahibi belli değil. Yani
sadece çocukta, kadında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na atfedilmiş bir görev var
ama diğerleri bakımından yok.
Türkiye’de aslında hani şimdi bu sahipsizlik şöyle sonuçlar yaratıyor; sivil alanda,
gündelik hayatın içinde gerçekleşiyor nefret suçu, nefret söylemi öyle değil mi? Hani
biz ne zaman farkına varıyoruz bunun, işte Dörtyol’da saldırı olduğu zaman ya da
Sakarya’da Romanlar ya da Selendi’de Romanlar yerlerinden edildikleri zaman, ya da
işte evleri yakılmayı başladığı zaman farkına vardığımız ya da başörtülü kadınların ve
kız çocuklarının okula gitmek için kendilerini zincirlediklerinde polisin onlara yaptığı
baskı bir biçimde medyaya yansıdığı zaman, ama gündelik hayatın içinde olmaya başladığı zaman. Travesti ölümlerinde, yani travesti ölümleri inanılmaz boyutlarda bu ülkede, sadece kadın cinayetleri değil, başka şeyler de sözkonusu. Aslında Ulaş Hoca’m
altını çizdi, engellilik meselesi. Zihinsel engelliler ile ilgili olarak giderek daha fazla
artan bir yaklaşım var. Kamu kurumlarının içerisinde, özellikle kapalı kurumlar içerisinde nefret söylemi, nefret suçu meselesi bence çok önemli bir sorun esasında. Hangi
grup mahkûmların saldırıya uğradığı meselesine bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bunlarla ilgili yapılmış ve uluslararası insan hakları alanının üretmiş olduğu bir dizi
yönlendirici ilke, uygulanması gereken kural, genel yorum var. Mesela Türkiye’de
hangi mekanizmanın genel yorumları, sözleşmelerin nasıl hayata geçeceğine dair
genel yorumları tercüme ettiğini sorarsanız bir yanıtı yok. Kamu kurumu içerisinde
kimse böyle bir yükümlülük atfetmiyor kendisine. Yani bırakın bir şey yapmayı, biz
61
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
tercüme ediyoruz. Hani aslında yükümlü olanın yapması gereken bir şey. Dolayısıyla,
uluslararası sözleşmelerle verilmiş olan sözleri meclisten geçirmek, artık bir iç hukukun parçası, şöyle ya da böyle Anayasa’nın 90. maddesi zorlasa dahi, iç hukukun bir
yaptırımı haline gelmiş iken, bu yaptırımdan bu kadar uzakta durmak ta bu meselelerin çözümünü zorlaştırıyor. Dolayısıyla keyfi tercihler üzerinden konuşmaya başlıyoruz.
Nefret söyleminin ya da nefret suçunun tanımı, insan hakları standartlarına eğer bağlı
kalmayacaksanız ve bu yükümlülükleri hayata geçirmek için uğraşmayacaksınız, bugün bir ideolojinin hani kendisine karşı işlenmiş olan suçu ön plana almasına, yarın
bir başkasının kendisi bakımından karşılaştığını ele almasını gerektiren bir şey olacaktır. Dolayısıyla, uluslararası insan hakları standartlarına bağlı kalmayı sağlayacak
sistematik bir değişikliğin de ihtiyaç olduğu artık aşikar diye düşünüyorum.
Zeynep ARSLAN
Hrant DİNK Vakfı:
Belki takip edenleriniz vardır. Bir sistematik medya taramamız var bizim, nefret söylemi projesi kapsamında yaptığımız ama sadece yazılı basılı kapsayan bir çalışma bu.
Oradan yüzdeleri, sayıları çok fazla vermeden birkaç şey söylemek istiyorum. En
son Mayıs-Ağustos raporunu yayımladık geçtiğimiz hafta, aslına bakarsanız bu hedef
gruplar, nefret söyleminin hedef aldığı grup sayısında bir artış olmuş bu dönemde
bizim verilerimize göre. 17’den 25’e çıkmış ve aslında değişmeyen, önceki dönemlere
göre, gayri Müslimlerin maruz kaldığı nefret söylemi yazılı basında. İlk başta Ermeniler, Yahudiler çıkıyor, daha sonrasında Hristiyan, batılı Rum, daha sonrasında Kürtler, Aleviler geliyor. Bir de mesela Selvet Bey’in söylediği gibi, bence de çok önemli,
güncel siyasete bağlı olarak Suriyeli mülteciler yeni bir kategori olarak ortaya çıktı.
Dolayısıyla, bahsedildiği gibi, hani İslamofobinin belki devamı olarak ya da göçmen
konusu başlığı altında ele alabiliriz bunu.
Bir de sosyal medyanın öneminden bahsedildi burada, bizim sistematik taramamız yazılı basın üzerine ama ve sosyal medya çok daha büyük bir alan bugün. Alternatif Bilişim Derneği, burada yoklar ama onların bir raporu yayımlandı 2013 yılı için, onlar da
sosyal medyada nefret söylemi taraması yapıyorlar. Raporu okumanızı tavsiye ederim.
Bunları göz önünde bulundurarak, aslında Selvet Bey’in yaptığı sunumu çok önemli
buluyorum. Çünkü tersten bir okuma yaparak Avrupa ya da Amerika’da yaşananları,
Türkiye’de var olan durumu anlamak da çok daha kolaylaşıyor bence. Murat Bey de az
önce söyledi, Müslüman kelimesi yerine farklı diğer kök şeylerin, grupların isimlerini
koyduğumuz zaman aslında çok netleşiyor bazı şeyler Ama bir yandan da, en son özellikle vurguladığı şey, sadece Müslümanların problemi değil bu, ben onu da çok önemsiyorum. Avrupa’daki ya da Amerika’daki Müslümanlara yönelik olan nefret söylemi ya
62
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
da nefret suçları sadece Müslümanların problemi olmadığı gibi, gayri Müslimlerin de
problemi, sadece gayri Müslümlerin değil aynı zamanda Müslümanların, ya da homofobik söylemler sadece LGBT bireylerin problemi olmadığı gibi aynı zamanda heteroseksüel ya da genel olarak herkesin problemi bunlar. Dolayısıyla ben çok önemsiyorum o
söylediklerini, ama en son olarak ufak bir sorum var, belki iki konuşmacıya da; peki bu
durumdayken Türkiye acaba bu yeni tartışmaya İslamofobi üzerinden başlamak ne kadar
doğru, çok önemli ama acaba dezavantajları da var mıdır? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Ergun ÖZBUDUN:
Türkiye’de nefret söyleminin en çok hedefi olmuş, muhatabı olmuş gruplar gayrimüslim azınlıklardır, Alevilerdir. Diğer iki grup hakkında neyse ki konuşuldu Romanlar
ve eşcinseller hakkında, fakat siz söylemeseydiniz bunun eksikliğini içimde hissedecektim ve kendim ifade edecektim. Teşekkür ediyorum.
Vildan YİRMİBEŞOĞLU
Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA.DER):
Sizin de biraz önce söylediğiniz konuya şöyle bir ilave yapmak istiyorum; Mesela
şimdi halihazırda yabancıların ikamet teskeresi ile ilgili bir form doldurtulduğu söyleniyor. Bu doldurulan formda tamam kişiye uyruğunu soruyorsun, normal, özellikle
din hanesini de doldurmak zorundasınız deniliyor. Evet, şu anda mesela hani merak
eden, benim elimde formun kendisi de var, en son bu formu doldurup da panikleyen,
ben doldurmak istemedim, sen doldurmasan da daha önce bu kayda geçilmiş denilip
fişlendiğimi düşünüyorum diyen bir Musevi vatandaş geldi. Biz önce herhalde ötekileştirme ve böyle bir kayıtlara geçme, fişleme olayına da dikkat etmemiz lazım, nefret
söylemi bununla birlikte uygulamada olumsuzluklar yaşatacaktır. Bunların hala kamu
kurumlarında olması çok büyük bir sorun.
Ergun ÖZBUDUN:
Değerli arkadaşlar şimdi iki konuşmacıya takriben 10’ar dakikalık söz veriyorum, aynı
sıra dâhilinde Ulaş Bey’den başlayalım.
Ulaş KARAN:
Vildan Hanım’ın yorumuna bir katkı sunmak isterim. Din hanesi konusunu anayasa
hukuku derslerinde laiklik başlığı altında genellikle dile getiririz. Nüfus cüzdanında din
hanesinin neden yer alması gerektiğine dair sorduğum soruya bugüne kadar herhangi
bir cevap verebilen öğrenci olmadı. Akla yatkın olmaya yakın tek cevap kişi öldükten
63
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
sonra hangi mezarlığa gömüleceği ile ilgili. Tabii Türkiye’de bu arada örneğin ateistlerin
bir mezarlığı zaten yok ya da gayrimüslimlerin gömüleceği bir mezarlık Anadolu’nun
büyük bir kısmında mevcut değil. Normal olarak insanların din veya inancı ile ilgili
devlet tarafından veri toplanmalı ve bu durum tek başına bir sorun oluşturmuyor. Özellikle kamu hizmetlerinin sunumunda, bu hizmetlere erişimde, örneğin etnik gruplar
ya da dini gruplar sorun yaşıyorsa bunun tespiti için bu tarz verilerin devletin elinde
olması gerekebiliyor. Hem Avrupa Konseyi, hem de Avrupa Birliği, belli uluslararası
standartlar çerçevesinde bu tarz verilerin toplanması gerektiği görüşünde. Veri toplanması sayesinde örneğin Sırbistan’da ilkokula başlayan her 10 Roman/Çingene çocuktan
sadece birisinin liseyi bitirebildiğini biliyoruz. Ancak varlık vergisi uygulamasından bu
yana Türkiye’de kimin hangi etnik kökenden geldiğinin devlet tarafından bilindiğini
biliyoruz. En son 2013 yılı içerisinde yaşanan bir olayla Cumhuriyet tarihi boyunca
soy-kodu şeklinde bir uygulamanın hayata geçirildiği ortaya çıktı. Devletin elinde resmi
olarak kabul edilmemekle birlikte bu tür verilerin bulunduğu tahmin ediliyor. Örneğin
Türkiye’de Romanlar/Çingeneler eğitime, sağlık hizmetlerine ne kadar erişebiliyor, sorun nereden kaynaklanıyor bilemiyoruz, bilemediğimiz için de bir adım atamıyoruz. Bu
durum bir ayrımcılık kısır döngüsüne yol açıyor.
Elbette mültecilerin din veya inancı ile ilgili neden bilgi toplandığı ayrı bir konu?
Kamu hizmetlerinin sunumu ile ilgili mi ilgili, yoksa fişleme gibi bir amaç mı sözkonusu bilmiyorum? Ancak bu konuda Türkiye’de çok büyük bir hassasiyetin mevcut
olduğunu ve geçmiş deneyimler ışığında bunun çok da haksız olmadığını kabul etmek gerekir. Bilimsel anlamda bir araştırma yapıldığı zaman dahi bir toplumsal grup
“fişleniyor muyuz?” diye tedirgin olabiliyor. Elbette veri toplanırken uluslarararası
standartlara özellikle dikkat etmek gerekiyor ki bunlar arasında bu tür araştırmalarda
katılım ancak gönüllülük temelinde olabiliyor.
Zeynep Hanım’ın sosyal medya sorusu ile Gülden Hanım’ın sosyal medya ile ilgili
soruları belki birlikte yanıtlanabilir. “Ekşi sözlük” adlı platformda binlerce yazar bulunuyor ve siteye belli başlıklar altında yazılar yazıyorlar. Sitede sık sık nefret söylemi
niteliğinde yazılar giriliyor. Bildiğim kadarıyla site bu konuda adım atmaya çalıştı
ancak yazarlardan gelen tepki üzerine geri adım atmak durumunda kaldılar. Ergun
Hocam da toplantının başında nefret söyleminin ne olduğunu tespit etmenin çok kolay olmadığını belirtti. Sosyal medyada nefret söyleminin kontrolü gerçekten zor. Ne
yazık ki nefret söyleminin en çok yaygınlaştığı alan da sosyal medya. Ancak yazılı basında da birçok köşe yazarı bu tür ifadelere sıklıkla başvurabiliyor ve bu durum birçok
kişi tarafından “dobra dobra” konuşmak olarak olumlanabiliyor. Söylemler takdirle
karşılanıyor, takdirle karşılanınca giderek normalleşiyor, normalleşince de herkes tarafından sonucu ve etkisi ne olacağı düşünülmeksizin rahatlıkla kullanılabiliyor.
64
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Nefret söylemi açısından karşı tarafından kullanılan ifadeyi nasıl algıladığı oldukça
önemli. Kullanılan kavram karşı taraf açısından aşağılayıcı bir söz olarak algılanıyorsa,
ki Türkiye’de bu örneğin Aleviler açısından çok yaygın, ifadeyi kullanan kişinin niyeti
ikinci planda kalıyor. Bu noktada toplumda mevcut olan farklı kimliklerin kültürleri ve bu gruplara yönelik kullanılagelen olumsuz içerikli ifadelerin gerçek anlamları
konusunda bilinçli olmak gerekiyor. Bir diğer önemli konu grupların adlandırılması
ile ilgili. Örneğin bazı Çingeneler “Çingene” kavramının kullanılmasını savunurken,
diğerleri “Roman” kavramını kullanılmasını tercih edebiliyor. Bu noktada grup kendisini nasıl adlandırıyorsa ve onun yerine bizim kullandığımız ifade o grup tarafından
aşağılayıcı algılanıyorsa, bunu dikkate almak ve kullanageldiğimiz ifadeyi kullanmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Sosyal medya konusuna dönersek, ne yapılması gerektiğini açıkçası ben de bilmiyorum.
Çünkü denetimi gündeme getirdiğimiz anda devlet bu durumu rahatlıkla suistimal edebilecek bir kurum. Sosyal medyada nefret söylemini denetlenmeli dediğiniz noktada, denetimin yalnızca bununla sınırla kalacağını beklemek bence pek mümkün değil. Ayrıca
hepimizde hangi ifadenin nefret söylemi oluşturacağına dair bir kafakarşıklığı mevcut.
İslamofobi ile ilgili soru konusunda ne yazık ki çok yetkin değilim. Bu soruyu izninizle Selvet Bey’e bırakacağım. Zeynep Hanım, Hakan Bey ve Cengiz Bey’in sorularını
yine birlikte yanıtlamak isterim. Demokratikleşme paketi ile ilgili Sayın Başbakan’ın
konuşmasında ayrımcılık ve nefret suçları ile ilgili daha kapsamlı bir değişikliğin yapılacağı beklentisi oluştu. Ancak ortaya çıkan yasa tasarısı konuşmasında ortaya çıkan
beklentinin oldukça gerisinde kaldı. Türkiye’de gündeme gelen nefret suçları genellikle kundaklama, fiziksel saldırı, kasten öldürme ve mala zarar verme, mezarlıkları
tahrip etmek, aşağılayıcı veya hakaret içerikli yazılar yazma gibi suçlardan oluşuyor.
Örneğin Alevilerin evlerinin kapısına çarpı konulması, bazı gayrimüslim mezarlıklara
zarar verilmesi, LGBT bireylerin öldürülmesi gibi örneklere şahit oluyoruz.
Dolayısıyla, yapılacak bir değişiklikte üç farklı yaklaşım benimsenebilir. İlk olarak
Türk Ceza Kanunu’na bir suç nefret saikiyle işlendiğinde cezası belirli bir oranda artırılır şeklinde genel bir ağırlaştırıcı neden konulabilir. İkincisi, belirli suçlarda nefret
saikini ağırlaştırıcı neden olarak düzenlenebilir. Ancak bu durumda farklı suçlar nefret saikiyle işlendiğinde her seferinde yasa değişikliği yapılması gerekecektir. Üçüncüsü ise hiçbir değişiklik yapılmaması ancak hakimlerin yargılamalarda nefret suçları
gündeme geldiğinde suçlar için öngörülen cezaları alt sınırdan değil, üst sınırdan vermesi biçiminde bir uygulamanın içtihatla benimsenmesidir.
Türk Ceza Kanunu’nun 122. maddesi hâlihazırda ceza hukuku açısından çok problemli
bir madde. Kanunilik ilkesi çerçevesinde, hangi hareketin hangi durumlarda suç oluştura65
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
cağını açıkça belirlemeniz gerekiyor. Madde metninde yer alan “ve benzeri” ifadesi ve suçu
oluşturacak seçimlik hareketlerin bazılarının çok somut kaleme alınmaması bu anlamda
sorunluydu. Tasarıda belirtilen değişiklikle beraber “ve benzeri” ifadesi metinden çıkarıldı.
Ancak bu durumda da sayılmayan gruplara yönelik nefret suçu cezasız kalacak. Özellikle
yasa metninde “etnik” kelimesi yer almadığı için nefret suçlarının ortaya çıktığı önemli bir
kategori koruma dışında kaldı. Şuanda madde konu bakımından sadece beş fiili kapsıyor
ve bu hareketlerin hiçbiri Türkiye’de nefret suçları ile ilgili gündeme gelen fiiller değil.
Belirtilen fiillerin sayısı da ayrıca oldukça sınırlı. Ayrıca maddede yapılacak değişiklikle
ayrımcılık suçu artık yalnızca nefret saikiyle işlenebilecek ve madde bugüne kadar neredeyse hiç uygulanmazken planlanan değişiklikle uygulanabilirliği neredeyse olanaksız
hale gelecek. Bu durumda az önce bahsettiğim eksikliklerde elbette anlamsız hale geliyor.
Anti-semitizm konusun bu kadar gündeme gelmesinin sebebi bence semitizme maruz
kalan kişilerin uzun yıllar önce bu alanda çalışmaya başlamaları. Özellikle Anti-Defamation League adlı ABD merkezli kuruluş bu alanda uzun yıllardır önemli çalışmalar
yapıyor. Bazı Yahudi örgütlerinin gerçekten İsrail’e yönelik eleştirileri antisemitizm ile
eşit değerde gördüğü doğrudur, ancak bu durum anti-semitik ifadeleri haklı kılmıyor.
Şunu da belitmek gerekiyor. Türkiye’de Yahudilere yönelik saldırıların artışa geçtiği
dönemler ile İsrail’in Filistinlilere yönelik baskısını ve hak ihlallerini arttırdığı dönemler genellikle örtüşüyor. Dolayısıyla anti-semitik ifadeler büyük etki doğurabiliyor.
Nefret söylemi ile ifade özgürlüğü arasında ilişkinin sınırlarının belirlenmesi oldukça
zor. Bir ifadeyi nefret söylemi olarak kabul ettiğimizde ifade özgürlüğünü neden rafa
kaldırdığımızı gerekçelendirmemiz gerekiyor. Karşımıza çıkan örnekler nefret söyleminin yaygınlaştığı noktada nefret suçlarının beraberinde getirdiğini gösteriyor. Gazeteci
Kemal Göktaş’ın gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi ile ilgili olarak yaptığı araştırma
medyanın cinayet öncesi tutumunu açıklıkla ortaya koyuyor ve bu cinayetin hazırlanmasına bilinçli veya bilinçsiz olarak ön ayak olduğunu ortaya koyuyor. Bu nedenle
nefret söyleminin hafife alınmaması ve bu olguyla nefret suçları ortaya çıkmadan önce
hukuk çerçevesinde mümkün olduğunca mücadele edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Süremiz kısıtlı olduğu için gelen tüm sorulara mümkün olduğunca cevap vermeye
çalıştım. Sabrınız ve dikkatiniz için tekrar teşekkür ederim.
Selvet ÇETİN:
Bir arkadaşım şöyle bir soru sordu, İslamofobi ile ilgili olarak; Müslüman toplumlarda,
özellikle Türkiye’de İslamofobi ile nasıl mücadele edeceğiz, ya da nasıl açıklayacağız
bu durumu diye. Şimdi tabii her şeyden önce benim anlatmaya çalıştığım şey kısaca
şuydu, bir takım yerlerde Müslümanların kendi zihin dünyalarının, inanç dünyalarının
66
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
dışında, örgütlendikleri alanların dışında, bir takım merkezlerde ve bir takım aktörler
tarafından üretilen İslam ve Müslüman algısını bir defa ciddi bir biçimde sorgulamak
gerekiyor. Müslümanların belki de yapması gereken en temel şey bu, kendi içlerinde
çok canlı bir tartışma yapmak, ifade özgürlüğü bakımından, örgütlenme özgürlüğü
bakımından, inanç ve ibadet özgürlüğü bakımından, işte mezhepsel bir takım şeylere
varıncaya kadar. Yani kendi kaynaklarından, kendi tarih, kültür ve medeniyet dünyalarından kopmadan, bu bağlam içerisinde çok ciddi bir tartışmayı kendi içlerinde
yapabilmeleri ve sağlıklı bir süreç oluşturmaları gerekiyor. Şimdi trajikomik bir şey ile
karşı karşıyayız, aslında Müslümanlar kendilerine, birbirlerine karşı İslamofobi uyguluyorlar. Yani bu sadece dünyada değil, Türkiye de öyle. Cemaatler kendi aralarında,
farklı dini gruplar kendi aralarında, etnik gruplar kendi aralarında. Dolayısıyla çok
parçalı ama çok sorunlu bir alandan bahsediyoruz. İslamofobi meselesi diğer bütün
nefret söylemi ve nefret suçları bağlamdaki sorun alanlarından bağımsız değil, bu sorun alanının bir yerinde, ama çok önemli bir yerinde.
Nefret suçları ile ilgili Türkiye’nin çok farklı yerlerinde çalışmalar yaptık. Çok şey
gördük, örneğin bir katılımcı arkadaşımınız zannediyorum Roman Derneği’nden,
mesela İzmir’de bir toplantıda Nazilli’den bir Roman katılımcı ile karşılaştık ve aynen şunu söyledi; Nazilli’deki Müslüman mezarlığına bir roman defnedilmek üzere
götürüldüğünde, Müslüman mezarlığının ayrı bir yerine defnedilir. Yani Müslüman
mezarlığının içerisinde ayrı bir müstakil mezarlık oluşturulmuş, Romanlar oraya defnediliyorlar. Şimdi çok şaşırtıcı gelmiştir bize, yani Roman işte Müslüman ve sonuçta
Müslüman mezarlığına getiriliyor ama diğer defin yeri dışında, başka bir yere defnediliyor, orada da eşit değiller yani. Şimdi mesela Hatay’da muhtemelen hemen hepiniz
bir şekilde uğramışsınızdır, bu Suriye meselesinden öncede, işte bu kadar barış kenti,
hoşgörü kenti, yani bu tür söylemlerle çok öne çıkartılan bir şey biliyorsunuz Hatay.
Orada bir toplantıda eğitimci arkadaşlar dediler ki, yani ben mesela bir Sünni okulda
öğretmenlik yapıyorum bu arkadaşım alevi bir lisede öğretmenlik yapıyor ve biz öğrencilerimizin tercihlerine göre kesinlikle Sünni bir öğrenci ise Sünni bir okula yani
Sünni bir eğitim kurumuna yönlendirmek zorundayız. Bu bir teamül, yani alevi bir
öğrenci de alevi okulun dışında başka bir okula kolay kolay gidemez. Hatta şehrin,
caddenin sağı Sünni, solu Alevi, arka tarafı Hristiyan mahallesidir falan işte. Bütün
bunlar bilinen toplumsal kabuller, pratikte de yaşanan şeyler. Dolayısıyla bunlar bir
sorun mudur? Bir problem midir? Bizzat değildir, ama sorun oluşturulabilecek alanları içinde barındırmaktadır.
Türkiye’de çok farklı dini ve etnik azınlık toplumları yaşıyor, Hocanın da ifade ettiği gibi
konu çok, dağılmasın diye söylemedik, ama çok ciddi bir ayrımcılık, çok ciddi nefret
söylemine maruz kaldılar yıllarca. Cumhuriyetten bu döneme kadar çok sayıda örnek
67
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
sayabiliriz, çok can yakıcı örnekler var ama temel problem şu: yani, bu mesele sadece
Müslümanların meselesi değil derken, hanımefendinin ifade ettiği gibi yani bir problem
çok farklı etnik, dini, kültürel unsurların bir arada yaşadığı ya da yaşamaya çalıştığı bir
ortamda sadece belli bir dini inancın müntesiplerinin karşılaştığı, yaşadığı ve sadece
onları ilgilendiren bir problem değil. O problem yaşanmaya başladığı andan itibaren
işte bir Musevi’yi de ilgilendiriyor, bir Romanı da ilgilendiriyor, herkesi ilgilendiriyor
aslında. Bütün bu sorunlar herkesin sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’deki temel problem bu ve bu sadece Türkiye’nin meselesi değil derken onu söyleme çalıştım.
Geçenlerde Gürcistan’da bir toplantıdaydık. Azerbaycan’dan gelen katılımcılar da vardı. Hala nüfus kimliklerinde başörtülü fotoğraf kullanılamadığını söylediler. Kadınların
işte, yani özgürlükler anlamında, Azerbaycan Müslüman bir ülkedir. Müslümanların
%75’i şehirli olsa, sonuçta Müslüman toplumun yaşadığı bir ülkede korkunç bir baskı
ve korkunç bir ayrımcılıktan bahsettiler, şaşırıyorsunuz. Yanı sıra işte Arap baharının
yaşandığı ülkeleri görüyorsunuz, Tunus’ta daha düne kadar başörtülü kadınlar sokağa
çıkamıyorlardı, yani korkunç yasaklar ve baskılar vardı, vb. Dolayısıyla, burada bir defa
hani bu İslam ve Müslüman algısını insanların yeniden oturup doğru kaynaklardan yararlanmak suretiyle tefekkür etmeye ve anlamaya çalışmaları gerekir.
Bence siyasetçilere ve siyasetçilerin diline çok dikkat etmek lazım. Ulaş Hocam kısmen değindi, o ayrı bir toplantı konusu. Yani bu siyaset konusu, siyaset dili gerçekten
nefret söylemi dediğimiz, nefret suçları dediğimiz konuyla çok yakından ilgili. Siyasetçilerin ifade biçimleri, olaylara bakışlarını yansıtan ifade biçimleri çok çok etkili
oluyor ve tabii ki doğal olarak medya, medyanın dili, medyanın haber yapma biçimi
bir konuyu, hani farklı bir etnik ya da dini gruba haber yapma biçimi çok çok önemli
ve belirleyici oluyor.
Son bir şey olarak, bugünlerde tartışılan bir konu, İslamofobi ile ilgili, yani İslamofobi
konusundaki düşünceleri ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirilecek olursak, bir
kişinin İslamofobik olması gayet doğaldır. Böyle bir duygu, düşünceye de sahip olabilir. Bunu ifade etme biçimi ifade özgürlüğünün sınırı kapsamında değerlendirildiğinde, acaba bundan Müslümanlar ne kadar olumlu ya da olumsuz etkilenir? Tersinden
bakacak olursak, Müslüman çevreleri İslamofobi ile ilgili eleştirileri nasıl algılıyor ve
nasıl karşılıyor. Bunlar da tabii hepimizin değerlendirmesi, belki tartışılması gereken
konular, teşekkür ederim.
Ergun ÖZBUDUN:
Ben hem konuşmacılara teşekkür ediyorum, hem de ilginizden ve sabrınızdan dolayı
bütün katılımcılarımıza. 15 dakikalık bir kahve molamız var, sonra üçüncü oturumda
devam edeceğiz.
68
III.
OTURUM
KİŞİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE
GÜVENLİĞİ HAKKI
Moderatör: Prof. Dr. Abdurrahman EREN, İnsan Hakları Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Mahmut KOCA, İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi
“Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Bakımından Yakalama, Tutuklama ve Koruma
Tedbirleri”
Av. Öztürk TÜRKDOĞAN, İnsan Hakları Derneği
“Kişi Özgürlüğü Hakkı Bağlamında Tutukluluk ya da Tutuklama Pratikleri”
Av. Kaya KARTAL, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
“Haksız Tutuklama Pratikleri”
Katılımcıların yorum ve katkıları
Dr. Levent KORKUT, Türkiye İnsan Hakları Kurulu Üyesi
Genel Değerlendirme
69
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Sunucu:
Şimdi üçüncü oturumumuz olan “Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı” konulu oturumu yönetmek üzere Prof. Dr. Abdurrahman EREN’i ve bu oturumun konuşmacıları
olan İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr. Mahmut Koca’yı, İnsan Hakları Derneği’nden Av. Öztürk TÜRKDOĞAN’ı ve İnsan Hakları ve Mazlumlar
İçin Dayanışma Derneği’nden Av. Kaya KARTAL’ı mikrofona davet ediyorum.
Prof. Dr. Abdurrahman EREN
İnsan Hakları Kurulu Üyesi:
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku öğretim üyesiyim; aynı
zamanda İnsan Hakları Kurulu’nun üyesiyim. Bu nedenle bütün katılımcılara “hoş
geldiniz” diyorum. Tabii bu oturumda üç konuşmacı olduğu için ve bir de sonuçta
değerlendirme yapılacağı için, bu oturum süremiz biraz daha kısıtlı, bu sebeple konuşmacılarımıza 15’er dakika veriyoruz. Tabii bir anlamda belki diğer konuşmacılar
açısından biraz haksızlık da yapmış olduk; 5’er dakika kısmış olduk, en sonda kurul
üyesi Levent Bey bir değerlendirme yapacak. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının
aslında iki oturum ortasında çok denk geldiğini düşünüyorum. Çünkü ilk oturumda
bir anlamda cezaevlerindeki kalabalıklaşma sorununu tartıştık ve gerçekse Türkiye’de
haddinden çok fazla tutuklu ve hükümlü olduğu gözüküyor. Ama bir yandan da 2.
oturumda ifade özgürlüğünün sınırları ve aşılması ve nefret söyleminin cezalarda arttırma sebebi olması veya suç sayılması aslında baktığınız zaman bir anlamda da paradoks içeriyor. Bu bir anlamda cezaevlerini boşaltalım derken, bir anlamda da nefret
söylemi gerekçesiyle cezaevlerini yeniden doldurmak gibi bir sıkıntı içerir. O yüzden
konuşmacılara “kolay gelsin” diyorum. Bu denge nasıl normatif çerçevede sağlanacak?
Pratikte de nasıl olacak? Mahmut Hocamız bu konuda normatif çerçeveyi sunacak
ve diğer iki konuşmacının da pratik sorunlara değineceğini başlıklardan anlıyorum.
İnsan hakları alanında güvenlik ve özgürlük dengesi gerçekten çok önemli ve tutuklulukta da bizim en önemli problemimiz. Bir de Anayasa Mahkemesi insan hakları alanına girdi, tutuklulukta normların dışında Anayasa Mahkemesi de birtakım içtihatlar
geliştirdi. Bütün bunlara konuşmalarda hepimizin cevap bulacağını umuyorum. Ben
sözü çok uzatmadan hemen Prof. Dr. Mahmut KOCA Hocamıza veriyorum.
71
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Prof. Dr. Mahmut KOCA
İstanbul Şehir Üniversitesi:
Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Bakımından Yakalama. Tutuklama ve
Koruma Tedbirleri
Ben de herkesi saygıyla selamlıyorum. Bu toplantının düzenlenmesinde emeği geçenlere, başta Sayın Başkan Hikmet Tülen olmak üzere İnsan Hakları Kurulu’nun saygı
değer üyelerine çok teşekkür ediyorum. Böyle bir toplantıya şahsımı da davet ettikleri
için çok memnun kaldığımı ifade etmek istiyorum.
Süre son derece kısıtlı ve fakat konuşmamız gereken önemli konular var. Onbeş dakika içerisinde yakalama ve tutuklama gibi uygulamada önemli sorunların yaşandığı
iki önemli konu üzerinde duracağız. Bu kısa süre içerisinde önce konulara ilişkin özet
bir teorik çerçeve çizeceğiz. Yakalama ve tutuklamanın kişi özgürlüğü ve güvenliği
bakımdan nereye oturduğunu belirttikten sonra, herkesçe bilinen konulara değinmeden, sadece bazı sorunlar üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Malumunuz olduğu üzere, 1982 Anayasasının 19. maddesinde kişi özgürlüğü ve
güvenliği hakkı bireyin temel haklarından birisi olarak düzenleniyor ve hangi hallerde kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılacağı bu maddede belirtiliyor. Bu sebepler arasında yakalama ve tutuklama da yer almaktadır. Bir başka deyişle yakalama
ve tutuklama, kişi özgürlüğünün kısıtlanmasını gerektiren ve Anayasada öngörülen
hallerden ikisini oluşturuyor. Kişi özgürlüğünün yakalama ve tutuklama nedeniyle
kısıtlanmasının şekil ve şartlarının kanunla belirlenmesi anayasal bir zorunluluktur
(AY m. 13/1, m. 19/1). Bu kanunların başında önleme yakalaması bakımından Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, adli yakalamalar bakımından ise Ceza Muhakemesi
Kanunu gelmektedir. Hiç kuşkusuz bir özgürlüğün kısıtlanması kadar, bir özgürlük
kısıtlandığında kişinin buna karşı başvurabileceği çarelerin öngörülmesi, yani hukuki güvenlik hakkının tanınması da çok önemlidir (Habeas Corpus güvencesi). Hatta
özgürlüğü kısıtlanan kişilere hakime başvurma hakkının tanınması hukuk devletinin
önemli bir özelliğini oluşturmaktadır. Yani bir kimsenin özgürlüğü şu veya bu sebeple
kısıtlandığı zaman, bu özgürlük kısıtlamasının hukuka uygun olup olmadığı, hukuka
uygun değilse derhal salıverilmesini isteme hususunda yetkili bir yargı merciine başvuru hakkının tanınması lazımdır. Nitekim Anayasanın 19. maddesinin 9. fıkrasında
ve CMK’nın 90. maddesinin 4. fıkrasında ve 104 ve devamı maddelerinde özgürlüğü
kısıtlanan kişilere bu hak tanınmıştır.
Yakalama ve tutuklama CMK’da düzenlenen iki ayrı koruma tedbiridir. Yakalamanın
amacı aslında gözaltına almayı ve bilahare tutuklamayı mümkün kılmaktır. Yani yakalama, kişinin gözaltına alınmasının ve tutuklanmasının bir aracıdır. Yeni CMK’da
72
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
yakalama ile gözaltına alma birbirinin devamı ve fakat ayrı koruma tedbirleri olarak
düzenlenmiştir. Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu yakalanan bir kimsenin gözaltına
alınabilmesi için bazı şartların gerçekleşmesini aramaktadır. Buna göre yakalanan kişinin gözaltına alınması soruşturma yönünden zorunlu olacak, yakalanan kişinin bir
suçu işlediği şüphesini gösteren somut deliller bulunacak ve savcının karar vermesi
gerekecektir. Bu durumda kolluğun yakaladığı kişiyi gözaltına alma yetkisi bulunmamaktadır. Bu aslında kişi özgürlüğü bakımından çok önemli bir güvence getirmektedir. Yakalanan kişinin durumunun savcı tarafından yeniden değerlendirilmesi
ve soruşturma yönünden zorunlu ise özgürlük kısıtlamasına devam edilmesi gerekmektedir. Yakalama otomatik olarak gözaltına dönüşmemelidir ve fakat uygulamada
bunun sağlandığını söylemek pek mümkün değildir.
Yine, yeni CMK’da yakalanan kişiye kanuni haklarının derhal bildirilmesi yükümlülüğü
(m. 90/4) ve yeniden yakalama yasağı (m. 91/5) bu hususta dikkat çekeceğimiz diğer
önemli prensiplerin başında gelmektedir. Yakalama işlemine karşı hâkime başvurma hakkı ve gene yakalandığını, gözaltına alındığını ve özgürlüğünün kısıtlandığını bir yakınına
veya belirleyeceği bir kişiye bildirme hakkı da, Ceza Muhakemesi Kanunumuzda güvenceye kavuşturulmuş haklar olarak dikkati çekiyor. Tabii yakalama işlemenin bir tutanağa
bağlanması ve bu yakalama işlemini kimin yaptığı ve saati gibi hususların gene bu tutanakta yer alması da yeni Kanunda öngörülen önemli bir düzenleme olarak dikkati çekiyor.
Tutuklama bakımından CMK’daki önemli noktaları şu şekilde özetlemek mümkündür. Yeni CMK’nın en önemli düzenlemelerinden birisi belli koruma tedbirleri bakımından katalog suç yöntemini tercih etmiş olmasıdır. Tutuklamada, eski CMUK
döneminde, cezanın ağırlığına göre hâkim birtakım hallerde tutuklama sebeplerinin
varsayabileceğini kabul ediyordu. Yeni Ceza Muhakemesi Kanununun 100. maddesinin 3. fıkrasında tek tek hangi suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebepleri
bulunduğunda, kaçma veya delilleri karartma tutuklama sebebinin varsayılacağı belirtilmiş olmaktadır. Şüphesiz bu bir tercih meselesidir; kimi ülkeler suçun ağırlığına
göre tutuklama sebebinin var sayılacağını, kimi ülkeler ise bizim de kabul ettiğimiz
gibi bir katalog olarak bunları öngörmektedirler. Kataloğun daha bir güvence sağladığını belirtmemiz gerekiyor. Burada diğer bir önemli husus gıyabi tutuklamanın
birkaç istisna dışında kaldırılmış olmasıdır. Yani artık şüpheli veya sanığın yokluğunda hâkim tutuklama kararı verememektedir. Sistemimizde bunun bir istisnasını yabancı ülkede bulunan kaçaklar hakkında hâkimin sanığı görmeden tutuklama
kararı verebilmesi oluşturmaktadır. Yeni sistemde mutlaka sanığın hazır bulunması
yani hâkimin sanığın yüzüne karşı tutuklama kararını vermesi gerekiyor ve tutuklama
kararı verilirken de mutlaka bir müdafinin orada hazır bulunması gerekiyor. Bu da
tutuklamada müdafi mecburiyetinin olduğu hallerden birisi olarak karşımıza çıkıyor.
73
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Tutuklukta geçen süreler, özellikle üzerinde duracağımız bir konuyu oluşturmaktadır. Kanunumuz ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçlar, görevine girmeyen
suçlara göre bir ayrım yapıyor. Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen hallerde
tutuklama süresine azami bir süre getiriyor ve bu 1,5 yıl olarak öngörülüyor. Ağır ceza
mahkemesinin görevine giren suçlarda ise tuhaf bir düzenleme var. Asıl süremiz iki
yıl, uzatmalar 3 yıl, toplam 5 yıllık bir süre tutuklukta geçebiliyor. Tabii bu süreler
azami süreler. Dolayısıyla her olayda tutukluğun mutlaka 1,5 yıl ya da 5 yıl sürmesi gibi bir koşul yok. Somut olayda tutuklama sebeplerinin devam ettiğini gösteren
somut olguların bulunması başka çarelerle aynı amaca ulaşılamaması halinde, tutukluluğun devamına karar verilmelidir. Tutuklu bir kimse bu azami süreler içerisinde
serbest bırakılmasına rağmen, yine de tutuklanma hukuka aykırı olabilir. Somut olayda tutuklamanın orantılı olmadığı, başka çarelerle amaca ulaşmanın mümkün olduğu,
tutuklama sebebinin bulunmadığı hallerde, bu süreler içinde kalasa bile, tutuklama
hukuka aykırı olacaktır.
Sistemimizde kişi özgürlüğü bakımından getirilen diğer önemli bir yenilik de, adli
kontrol tedbirine yer verilmiş olmasıdır. Yapılan son değişikliklerle birlikte, adli kontrol tedbiri tutuklamaya alternatif bir tedbir haline dönüşmüştür. Artık hakimler kişiyi
tutuklamak veya serbest bırakmak seçeneklerinden birine karar vermeye zorlanmamaktadır. Şayet somut olayda tutuklama sebepleri mevcutsa ve fakat tutuklama orantılı olmayacaksa, adli kontrol tedbirleriyle de tutuklamadan beklenen amaca ulaşılabilecek ise, hakim tutuklama kararı vermemeli, adli kontrol tedbirine hükmetmelidir.
Adli kontrol tedbiri kapsamında başvurulabilecek seçeneklerin son yapılan değişikliklerle zenginleştirilmiş olması, kişi özgürlüğünün tutuklanmak suretiyle kısıtlanmasını
önleyebilecek olması bakımından önemli olmuştur.
Tabii şunu ifade edelim ki, hakikaten düzenlemeler bakımından, kanundaki, yönetmelikteki hükümler bakımından ülkemizdeki yakalama ve tutuklamaya ilişkin rejim
birçok batı Avrupa ülkesindeki rejimden geri kalır değildir. Hatta daha ileri hükümlerin olduğunu çok açık bir şekilde söyleyebiliriz. Bu konuda esaslı hiçbir problemimiz yoktur. Sorun daha çok uygulama ile alakalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
hükümlerin kanunda yazması son derece önemli fakat daha önemli olanı bunların
fiiliyata dökülmesidir. Bir suç şüphesi ortaya çıktığında bu kuralların işletilmesi gerekiyor. Bu husus da, gene insan unsuruyla, yani kolluğun, savcılığın, mahkemelerin ve
hakimlerin bu kuralları uygulamasıyla alakalıdır.
Ülkemizin koruma tedbirleriyle ilgili olarak yaşadığı sorunların temelinde bir adli kültür, yargılama kültürü yatıyor. Kanun koyucunun dahi aşamadığı bir yargılama kültürü var ülkemizde. Bu yargılama kültürünün tutuklama konusunda oluşturduğu an-
74
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
layışın özü şudur: “Tutuklama konusunda kanun ne derse desin, tutuklama bir tedbir
değil, peşin çektirilen bir cezadır”. Şüpheli veya sanık hukuki gerekçelerden ziyade,
pratik gerekçelerle tutuklanmaktadır. Bunların başında şüpheliye haddini bildirmek,
tekrar suç işlemesini önlemek, şüpheliye karşı bir suçun işlenmesini önlemek, mağduru veya toplumu tatmin etmek gibi sebepler gelmektedir. Uygulamada soruşturma
evresinde tutuklanan kişi genellikle hakkında iddianame düzenlenip mahkemesine
dava açılıncaya kadar tutuklu kalmaktadır. Eğer tutuklunun işlediği suç (artık kaldırılmış olan) özel yetkili mahkemelerin görevine giriyorsa bu süre asgari altı aydır.
Bir kimse tutuklandıktan yaklaşık altı ay sonra ilk duruşmaya çıkabilecek, derdini
hakimine anlatma imkanı bulabilecektir. Bu süreden önce serbest kalmak neredeyse
imkansızdır. Uygulamanın geliştirdiği refleks budur.
Gene tutuklama kararlarına itiraz edildiğinde, bu itirazlar çok yüzeysel ve basmakalıp gerekçelerle reddedilmektedir. Yani tutuklamanın haksız olduğunu, hukuku aykırı olduğunu tutuklama sebeplerinin somut olayda oluşmadığını ortaya koymanıza
rağmen, hâkim dosyadaki delillerin durumu, işlenen suçun niteliği gibi sebeplerle
tutukluğun devamına karar vermektedir. Bu gerekçeler müteaddit defalar tutukluğun devamına sebep olarak kullanılıyor ve tutuklamalar neredeyse bir ceza boyutuna
dönüşüyor ülkemizde. Ben bu uygulamanın ülkemizdeki yargılama kültürüne ilişkin
bir sorun olduğunu düşünüyorum. Zira kanun koyucunun, tutuklamayı kanundan
çıkartmak dışında, bu konuda yapacağı fazla bir şey kalmadı. Hakikaten ceza muhakemesinde kanun koyucunun en çok müdahale ettiği konu tutuklama ile ilişkili düzenlemelerdir. Hakimler kolay tutuklama kararı veremesinler diye sürekli tutuklama
sebepleri daraltılır, katalog suçlar konulur, kararların gerekçeli olarak yazılmasına üç
dört yerde vurgu yapılır, ama uygulama bir türlü değişmez. Yine mahkemeler, bildikleri gibi, tutuklama konusundaki uygulamalarını sürdürürler. Dolasıyla kanunlarda
yapılan değişiklik her şeyi çözememektedir.
Burada hâkimlerimizin, savcılarımızın, kolluk kuvvetlerinin bireyin özgürlüğü konusunda bir duyarlılık sahibi olması gerekiyor. Özgürlüğün kolay feda edilebilecek bir
değer olmadığını hâkimin kendisine dert etmesi gerekiyor. Bir insanın basit sebeplerle
bir gün daha tutuklu kalmasının, onun bakımından, ailesi bakımından, çevresi bakımından ne anlama geleceğini sorun etmesi gerekiyor.
Hiç kuşkusuz bu koruma tedbirleri birer araçtırlar. Asıl amaç ceza muhakemesinin
sağlıklı bir şekilde yapılabilmesini sağlamak; yani delillerin karartılmasını, sanığın
kaçmasını önlemektir. Çünkü sanığı kaçırdığınız zaman işlediği suçtan dolayı aylardır
ve hatta yıllardır yaptığınız yargılama sonunda verdiğiniz ceza anlamsız hale gelecektir. Dolayısıyla burada hâkimin kişinin özgürlüğü ile ceza muhakemesinin gerçek-
75
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
leşmesindeki yarar arasında bir denge kurması ve şayet sanık tutuklanmadığı zaman
ceza muhakemesinden umduğumuz yarar ortadan kalkacaksa, delilleri karartacaksa,
kaçacaksa ve buna ilişkin somut olgular varsa, başka türlü bu sakıncaları ortadan
kaldırmak da mümkün değilse, kişinin tutuklanması gerekecektir. Ama bütün bu hususların tutuklama kararlarında gösterilmesi ve objektif bir gözlemciyi somut olayda
tutuklamanın haklılığı hususunda ikna edici olması gerekir.
Bu konuda somut birkaç soruna daha değinmek istiyorum. Mesela Ceza Muhakemesi Kanunumuza göre hakim veya mahkeme tarafından verilen yakalama emri
üzerine yakalanan kişinin en geç 24 saat içerisinde yetkili hâkim veya mahkeme
önüne çıkarılması gerekiyor. Bu süre içerisinde yetkili hakime çıkarılamıyorsa, aynı
süre içinde en yakın sulh ceza hakimi önüne çıkarılır ve serbest bırakılmadığı takdirde yetkili hakim veya mahkemeye en kısa zamanda gönderilmek üzere tutuklanır
(CMK m. 94). Uygulamada “sevk tutuklaması” denen bu tutuklama kararı, ilgili
kişinin özgürlüğünün en kısa zamanda yetkili hakimin önüne götürülmesine kadar
kısıtlanmasına imkan vermektedir. Yargıtay kararlarını incelerken bu konuda verilmiş bir karar çok dikkatimi çekti. İstanbul’u hepimiz biliriz. Kadıköy ile Gebze arası
bir araçla kaç saat sürer? Normal şartlar altında sanırım bir saatlik yol olsa gerekir.
Ancak bizim uygulamamızda kişi 12 gün sevk tutuklaması ile Kadıköy’de bekletilmiştir. Yani kanundaki “en kısa süre” 12 gün olarak uygulanabilmiştir. Nitekim
Yargıtay da adeta “insaf edin!” diyerek bu uygulamanın hukuka aykırı olduğuna
karar vermiştir. Yargıtay kararında, bir insanın sevk tutuklaması kararı var diye, 12
gün bekletilmesinin makul olmadığını ve insafla bağdaşmadığını belirtmiştir. Şimdi
kanuna “en kısa zamanda” gönderin yazıyorsunuz, ama uygulama bunu 12 güne
çıkarabiliyor. Dolayısıyla sorun tamamen uygulamada kolluğun, savcının kişinin
özgürlüğünü önemsememesinden kaynaklanıyor. Kanun diyor ki, “en kısa sürede
götür”. Bizim en kısa süremiz bazen 12 gün oluyor.
Şimdi tutukluluk sürelerine kısaca bakalım. 10 yıla kadar uzayan tutukluluk süreleri vardı: Hatta çok yakın bir geçmişte bazı hallerde tutukluluk süresinin bir üst
sınırı da yoktu. Terörle Mücadele Kanununun mülga 10. maddesinden kaynaklanan
sebeple, burada sayılan suçlarda kişiler 10 yıla kadar tutuklu kalabiliyorlardı. Bildiğiniz gibi bu hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından yakın bir tarihte iptal edildi.
Orantılı olmadığı, makul bir süre olmadığı gerekçesiyle iptal edildi. Dolayısıyla şu
an kanunlarımıza göre azami tutukluluk süresi 5 yıldır. Bazen yargı mercilerimiz
suçu işleyen kişiye veya işlenen suça göre refleks gösterebiliyorlar. Bu refleksler gösterildiğinde, kanun hükümleri ne yazık ki farklı yorumlanabiliyor ve ondan sonra
da işin içinden çıkılmaz hale geliyor.
76
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Bunun tipik örneğini kamu oyunda Hizbullah davası olarak bilinen davada yargılanan kişilerin on yıllık tutuklama süresinin dolması nedeniyle serbest bırakıldıktan
sonra, basın yayın organlarında bu sanıkların kaçacağı yönünde haberler çıkması üzerine, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 10 yıllık tutuklama süresinin içerisine
Yargıtay’daki temyiz süresinin girmediğine ilişkin verdiği kararı göstermek mümkündür. Daha sonra Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru üzerine verdiği çeşitli
kararlarda da, Yargıtay’ın bu kararına atıf yapılarak içtihat oluşturulma yoluna gidilmiştir. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi, temyizde geçen süreyi tutuklama süresine
dahil etmeyen bu kararlarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bir içtihadına
dayandırmaktadırlar. Halbuki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu konudaki
içtihadı kişi özgürlüğü ve güvenliği bakımından bizim iç hukukumuzdan daha geridedir. Anayasanın 90. maddesine göre, bu konuda iç hukuktan daha geniş haklar
getiren uluslararası hükümleri uygulamamız gerekiyor; geride olanları değil... Peki,
daha ileride olan iç hukuk hükmümüz varken neden acaba insan hakları bakımından daha geride olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bir içtihadını bu konuda
temel aldık. Bunu eleştirmemiz gerekiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diyor
ki; tutukluluk mahkeme tarafından hükmün verilmesi ile beraber biter. Peki, ondan
sonraki statü ne olacak?
Ceza Muhakemesi Kanunu çok net bir şekilde şüpheli–sanık ayrımını yapar ve bu
kavramları da soruşturma ve kovuşturma safhalarına göre tanımlar. Buna göre soruşturma evresinde suç şüphesi altında bulunan kişi şüphelidir. Bir başka deyişle,
yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar
geçen evrede hakkında suç şüphesi bulunan kişi şüphelidir. İddianame kabulüyle
başlayıp hükmün kesinleşmesine kadar geçen evrede suç şüphesi altında buluna
kişi ise sanıktır (CMK m. 2). Tutuklama kararı ancak şüpheli veya sanık hakkında
verilebilmektedir (CMK m. 100 vd). Bu durumda CMK’ya göre hakkında verilen
hüküm kesinleşinceye kadar suç şüphesi altına bulunan kişi sanık olduğu için, ilk
derece mahkemesince hüküm verildikten sonra da kişinin bu statüsü devam etmektedir. Dolayısıyla tutukluluk süresinin hesabında bu sürenin de göz önünde bulundurulması kanuni bir zorunluluktur ve sanığın lehinedir. Zira bu süreler de hesaba
katıldığında tutukluluk süresi dolduğunda kişi serbest kalacak, hesaba katılmadığında ise temyiz aşamasında ne kadar tutuklu kalırsa kalsın süre dolmayacaktır.
Hâlbuki Yargıtay Ceza Genel Kurulu, sırf bahsi geçen davanın sanıklarının yeniden
tutuklanmasına formül geliştirme uğruna, sanık hakları bakımdan daha lehe düzenleme getiren CMK’yı değil, daha geride olan AİHM içtihadını bu konuda esas
almıştır. Ne yazık ki Anayasa Mahkemesi de Yargıtay’ın ve AİHM’nin CMK’dan daha
geride olan bu içtihadını benimsemiştir. Şimdi bu içtihatlar nedeniyle bazı davaların
77
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
sanıkları hakkında AYM makul sürenin aşıldığına hükmederken, hakkında hüküm
verilmiş ve dosyası Yargıtay’da olan bazı sanıklar bakımından ihlal olmadığına karar
vermektedir. AYM, kendi yarattığı bu krizi aşmak için, kendi içtihatlarına aykırı olması pahasına, sırf bazı sanıkların sıfatları nedeniyle azami tutukluluk süresini doldurmuş olmamalarına rağmen tahliye kararı verilmesini istiyor. Örneğin bir kimse
milletvekili diye, fazla kaldı diye serbest bırakılıyor. Serbest bırakılmasına kesinlikle
karşı değilim. Ama milletvekili olduğu için serbest bırakılmamalı; kişilerin özgürlüğü makul olmayan bir süre kısıtlandığı için serbest bırakılmalıdır. Bu gerekçe
sadece milletvekili, bürokratlar için değil, aynı durumda bulunan herkes için geçerli
olmalıdır. Zira kişi özgürlüğü ve güvenliğine ilişkin, yakalama ve tutuklamaya ilişkin kurallar, milletvekili bakımından bir ayrıcalık getirmiyor. Anayasa Mahkemesi
“hükmen tutuklu” olanların, yani ilk derece mahkemesi tarafından haklarında mahkumiyet kararı verilerek tutukluluğunun devamına karar verilen sanıkların, temyiz
aşamasındaki özgürlük kısıtlamasını tutukluluk süresine dahil etmezken, milletvekilinin durumu söz konusu olunca farklı bir karar vermektedir. Dolayısıyla Anayasa
Mahkemesi “normal bir sanıksan ben bakmam buna, ama milletvekili olunca ben
bakarım” diyor. Bu durumda da diğer kişiler bakımından bir haksızlık oluyor. Beni
sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Abdurrahman EREN:
Ceza Hukukunda “kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi” varken nasıl oluyor da bir tarafta Yargıtay bir tarafta Anayasa Mahkemesi tutukluluk süresi hakkında bu şekilde farklı
farklı yorumlar yapıyor? Bu da mevzuatın ne kadar açıklığı sorusunu benim kafamda
yine bıraktı aslında. Mevzuatımız çok açık olsa yüksek yargımız bu kadar farklı farklı
içtihatlar geliştirmez. Diğer konuşmacılarımıza söz vereyim. Çünkü onlar da daha çok
pratikteki sorunları anlatacaklardır.
Av. Öztürk TÜRKDOĞAN
İnsan Hakları Derneği:
Kişi Özgürlüğü Hakkı Bağlamında Tutukluluk ya da Tutuklama Pratikleri
İnsan Hakları Derneği adına sizleri saygı ve sevgi ile selamlıyorum. Süremiz kısa olduğu için ben daha çok Terörle Mücadele Kanununun 10. maddesi kapsamında kurulan
özel yetkili ağır ceza bölge mahkemeleri, daha önce kurulup kapatılan ama faaliyeti
devam eden CMK. 250-252. maddeleri ile yetkili ve görevli ağır ceza mahkemeleri
uygulamaları ekseninde tutuklulukla ilgili duruma değineceğim.
78
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Türkiye’deki olaya şöyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Ceza mevzuatını öncelikle bir bütün olarak göz önüne almamız gerekiyor. Baktığımız zaman, karşımıza
ikili bir hukuk sistemi çıkıyor. Bir tanesi doğal yargıçlık ilkesine uygun olarak normal
bir sulh ceza mahkemesi, asliye ceza mahkemesi ve ağır ceza mahkemesi sistemimiz
var. Bir de herkesin terör suçlamasına muhatap olabileceği, bir gün herkesin kendini
terörist olarak bulabileceği oldukça geniş alanda faaliyet gösterebilen ve nitekim son
yargı paketi ile de 11 bölgeye çıkarılan özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemesi
sistemimiz var. Yani ceza alanında ikili bir yapıya sahibiz. Önceki uygulamalara baktığımız zaman CMK. m. 250-252’de çok daha geniş bir alandaki suçlarla ilgileniyordu
o mahkemeler. Sonra ne olduysa, çok yoğun eleştiriler alındı biliyorsunuz, 2012’de
kapatıldı; ama ellerindeki dosyalar devam edecek ve şimdi aynı bölgede faaliyet gösteren ikişerden oldukça fazla mahkemelerimiz var. Biz bu durumu yurttaşların hukuk
güvenliğinin sağlanması bakımından sakıncalı görüyoruz. Bir ülkede çok istisnai alanlarda çalışabilecek özel yetkili ve görevli ağır ceza mahkemeleri olabilir. Terörle Mücadele Kanununun 2. maddesi, Türk Ceza Kanununun 314. maddesi, 220. maddesini
birlikte yorumlayıp oldukça geniş bir terör tanımına sahip ceza mevzuatında bu kadar
yetkili mahkeme olmaması gerekir. Önce bunun altına çizmek gerekiyor.
Kamuoyunda tartıştığımız tutuklama konuları hep bu mahkemelerin baktığı dosyalar
ile ilgili tutuklamalardır. Onun altını çizmek gerekiyor. Peki, bu nasıl sağlanıyor, demin
Hocamız bahsetti “katalog suç” tanımıyla sağlanıyor. Ben bunun mevcut anayasaya aykırı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; CMK 100. maddenin 3. fıkrası diyor ki, aşağıdaki
suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde tutuklama nedeni var sayılabilir. Uzun yıllar uygulamada “bunu tutuklayın” diye anladı yargımız. İşte
3. yargı paketi ile adım atıldı, en son 4. yargı paketi ile adım atıldı ve yavaş yavaş düzelmeye doğru gidiyoruz. Ama bu düzelmeye doğru gittiğimiz süreçte o kadar çok insanın
canı yandı ki, birazdan o davalar ile ilgili örnekler vereceğim. Dolayısıyla insan hakları
savunuculuğu bağlamında bizim katalog suçla suçlanma halinde tutuklama sebebinin
var sayılabileceğine dair hükmü kabul etmemiz mümkün değil, bir hukuk devletinde
böyle bir hüküm olamaz. Bütün takdir yetkisi sizi suçlayan cumhuriyet savcısında ve
sizin hakkınızda karar verecek olan tutuklama hâkiminde. Özgürlük hâkimi deniliyor,
ben tutuklama hâkimi diyorum. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor.
Ayrıca ceza hukukçularının son TMK.’nın 10. maddesi ile ilgili olarak kafa yorması
gerekiyor. Bir no’lu hâkimin kararına, iki no’lu hâkime itiraz ediyorsunuz. Heyete
itiraz edemiyorsunuz. Eskiden hiç değilse dosya heyet önüne gidiyordu. Şimdi usul
bakımından da yeni tartışmaların olduğunu belirtmek istiyorum. Bu problemli bir
mevzuat, ben Sayın Hocama katılmıyorum. Bizim ceza mevzuatımız problemlidir.
Terörle Mücadele Kanunumuzun bize göre tamamen kaldırılması gerekir. Çünkü ora79
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
da belirtilen amacın aynısı Ceza Kanunundaki suçlarla düzenlenmiş, yani birbirinin
alternatifi suç tipleri var. Zaten Terörle Mücadele Kanunu ila cezayı %50 arttırıyorsunuz, özel bir yargılama sistemi getiriyorsunuz, ayrıca bazı maddeler ile de ifade
özgürlüğünü kısıtlıyorsunuz. Buna gerek olmadığını düşünüyorum. 2005’de Ceza
Kanunu yapılırken Terörle Mücadele Kanunu olmayacak gibi yapılmış ama yeniden
Türkiye’de silahlı çatışmalar(Kürt sorunundan kaynaklı) başlayınca Terörle Mücadele
Kanunu kaldırılmaktan vazgeçilmiş. Böylece gelen bir sistem var, bunun artık ayıklanması gerekiyor. Bu tutuklamaya yansıyor.
Şimdi pratik olarak şunu söyleyeyim bizdeki bu tutuklama pratiği çok eleştirildi. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliğinin raporu var bu konuda. Zaman olmadığı için uzun uzun girmeyeceğim. Yine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin
Türkiye’yi gözden geçirdiği sırada verdiği bir karar var, uzun tutukluk durumlarına
değinen. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin pilot kararı var: Cahit DEMİREL-Türkiye kararı. Şablon cümleler ile tutuklama kararı veriyorsunuz ve sürekli bunu aynı
şekilde uzatıyorsunuz, bunu hep eleştiriyoruz. Dolayısıyla bu problemli bir alan. Kamuoyumuzda da öyle bir algı oluşmuş ki; “tutuklanmazsan suçsuzsun, tutuklanırsan
suçlusun” algısı var. Böyle bir şey yaratılmış, nasıl bir kültür anlamakta gerçekten
güçlük çekiyorum. Bu tamamen masumiyet karinesine aykırı bir durum.
Pratikle ilgili çok ilginç bir davadan örnek vereceğim. Diyarbakır’daki KCK ana davasında
ilk tutuklananlar 14 Nisan 2009’da tutuklandı, Anayasa Mahkemesi kararı açık, 13 Nisan
2014’de 5 yılları doluyor, otomatikman tahliye olacaklar. O davada daha delil ikamesi
devam ediyor. 150’den fazla sanık var, daha 1/3’ünün delil ikamesi yapılmamış. Şimdi o
mahkemenin işleyişine baktığımız zaman normal koşullarda en az bir – iki yıl daha sürecek o dava. Sanıkların çoğu silahlı örgüt üyeliğinden suçlanıyor, alt sınırdan ceza verildiği
takdirde sanırım şubat ayında infazları da olacak. Hemen aklımıza şu geliyor: Mahkeme
alt sınırdan ceza vermeyecek, demek ki daha yukarıdan ceza verecek. Böyle bir yargılama olabilir mi? Daha delil ikamesi yapılmamış, daha mütalaa verilmemiş, esas hakkında
savunma yapılmamış, 5. yılın bitmesine az kalmış ve buradan adil yargılama çıkacağını
bekleyeceksiniz. Böyle bir yargılama biçimi ve tutuklama rejimi olamaz.
Peki bu konuda Adalet Bakanlığı ne yapıyor, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ne
yapıyor? Hiçbir şey yapmıyor. Bu söylediklerim bazı hukukçular tarafından, hocalarımız tarafından doğru kabul edilmeyebilir. Ama çok açık bir şey var: Orada bir heyet
var, baştan “ben size ceza vereceğim” diyor. Biz bunun adına adil yargılama diyoruz.
Bakın aynı şey İstanbul’daki davalarda da var, başka birçok davada da var. Dolayısıyla
şunun altını çizmek istiyorum, biz tutuklama konusunu konuşacaksak yargılamanın
tamamı ile ilgili konuları da konuşalım ki, niçin bu uygulamalar yapılıyor? Bunu hep
80
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
birlikte değerlendirelim. Aksi takdirde bağlamı koparmış oluruz ve konuyu anlamakta gerçekten güçlük çekeriz.
Milletvekilleri ile ilgili olarak en son Anayasa Mahkemesi böyle bir yorum yapmak
zorunda kaldı. Şimdi bir ülke düşünün milletvekilleri tutuklu, dünyada var mı bunun
örneği arkadaşlar? Hiçbir tanesi şiddet eylemi ile suçlanmıyor, hiçbiri şiddet hareketine
karışmamıştır. Yasadışı silahlı örgüt üyesi olmakla, darbe yapmakla, darbeye teşebbüs
ile suçlanıyorlar. Demek ki, katalog suçtan kaynaklanıyor bu. Burada yazıyor: Şu suçlardan suçlanırsanız kuvvetli şüphe varsa – ki, olgu demiyor şüphe diyor – ben sizi
tutukluyorum. Demek ki, ceza mevzuatımızın mutlaka değişmesi gerekiyor.
Başta da Terörle Mücadele Kanunumuzun değişmesi gerekiyor. Şimdi birkaç hususa
daha değinmem gerekiyor. Şu bakımdan siz bu mahkemelere inanır mısınız? Savunma yaparken o kadar dosyalar veriyoruz ki, uluslararası sözleşmelerde terör nasıl tanımlanmış? Daha doğrusu hangi suçlar terör suçlarıdır? Güvenlik konseyi niçin bir
terör tanımına ulaşamamış? Bununla ilgili kararlar, uluslararası sözleşme metinlerinin hepsinin tamamını veriyoruz. Bütün AİHM kararlarını veriyoruz, Anayasa Mahkemesinin lehte içtihatlarını veriyoruz ve maalesef sonuç alamıyoruz. İnsan hakları
savunucularına göre Türkiye’nin öncelikle bu sorunu çözmesi gerekiyor. 5. pakete,
6. pakete gerek kalmadan kapsamlı bir ceza mevzuatı reformuna ihtiyacımız var.
Çünkü sonradan yapılan kanun değişiklikleri ile ikili bir sistem yaratılmış, ikisi de
aynı anda faaliyet yürütüyorlar. Buna bir son verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Tabii bunu anlatırken, Diyarbakır’daki davayı örnek verdim, ama benzerleri çok
oldu. İstanbul’da oldu, başka illerde oldu. Peki hangi grupların bu şekilde tutukluluğu devam ediyor. Sabahki oturumda mahpusların sayıları verildi, ben bir soru
sormuştum. O soruma sayın hâkim arada cevap verdi: 7000’den fazla insan var
Terörle Mücadele Kanunu kapsamında tutuklu ve hükümlü olan, kesin sayısını söylemedi. Bu, genel toplam içerisinde çok büyük bir rakam değil. Fakat Türkiye’yi
meşgul eden, bizleri meşgul eden adalet duygusunun yerine getirilmesi noktasında
sorun yaratan konu da bu. Kamuoyunu meşgul eden davalar da bunlar. Milletvekillerinin yanısıra avukatlar var. Çağdaş Hukukçular Derneğinin Genel Başkanı Selçuk
KOZAĞAÇLI ve dokuz arkadaşı avukat ve tutuklu; İnsan Hakları Derneğinin Diyarbakır eski Şube Başkanı, bizim yöneticimiz avukat Muharrem ERBEY 4 yıldan fazladır tutuklu, daha birçok avukat tutuklu. Sadece Abdullah ÖCALAN’ın avukatlığını
yapan avukatlar hala tutuklu, yani onların müvekkilleri ile yaptığı görüşmenin çok
daha fazlasını şimdi milletvekilleri yapıyor, ama onlar tutuklu. Belediye başkanları
tutuklu, belediye meclis üyeleri tutuklu, il genel meclis üyeleri tutuklu, sendikacılar
tutuklu, öğrenciler tutuklu, gazeteciler tutuklu ve yazarlar tutuklu.
81
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Dolayısıyla bu tutuklama konusu bizim gerçekten canımızı yakan bir konu. Biz Ankara’da salı günleri, sabah telefonlarımızı hep açık tutmaya çalışırız. Bu son dönem
fazla olmuyor, 2009-2012 arası çok sık oldu. Operasyon yapılır, mutlaka bir grup
gözaltına alınır. Dört günlük sürecimiz başlar, üç gün emniyette geçer, dördüncü
gün savcılığa çıkarırlar. Savcı ifade almayı akşama kadar bitiremez. Akşam olur,
dört günlük sürenin dolmasına az kala nöbetçi hâkim gelir, sabaha kadar sorgulama
yapılır. İnsanlar 24 saat uyumadan sabah olur ve tutuklanıp cezaevine gönderilir.
Bu pratikleri biz çok yaşadık. Birçok adliyede sabahladık, böyle bir ortamda nasıl
ifade alacaksınız? İnsanlar tutuklanıyor, hâkim uykusuz, avukat uykusuz, şüpheli
uykusuz. Ne konuştuğumuzu sabah hatırlamıyoruz bile. Sonra dava açılıyor gözaltına alma esnasında savcının sorduğu soruların aynısı, aynı belgeler iddianamede var,
yeni hiçbir belge eklenmemiş. Hani delilleri karartacaktı? Bu nedenle tutukladınız,
ama öyle değilmiş. Telefonlarınızın dinlenmesi, e-maillerinizin takip edilmesi yetmiyor ise, gizli tanık bulunması yetiyor. Bunlar çok temel problemlerdir. Bunların
altını özellikle çizmek istiyorum. Ben özel yetkili mahkemelerin kapatılması ile ilgili Demokrat Yargı Derneğinin Erzincan raporunun herkes tarafından okunması
gerektiğinin altına çizmek istiyorum. Bir özel yetkili savcı gidiyor, Erzincan’da bir
başsavcının makam odasını basıyor, arama yapıyor vesaire. Türkiye yargıda neler
yaşadı, neler? Bu örneği özellikle vurgulamak istedim.
Son olarak da bir “cezasızlık kültürü” ile karşı karşıyayız. Kolluktan kaynaklanan,
devlet görevlilerinden kaynaklanan suç vakalarında etkili soruşturma ve kovuşturma yöntemlerine başvurulmuyor, tutuklama kararları çıkması gerekirken çıkmıyor.
Örneğin Ethem SARISÜLÜK’ün katil zanlısı bir türlü tutuklanamıyor. 13 kişiyi öldürmekle suçlanan, 13 kere hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen
bir general tutuklanamıyor. Bu kadar ağır sorunumuz olduğunun altını özellikle
çizmek istiyorum. Faili meçhul cinayet davaları ile ilgili olarak zamanaşımının dolmasına birkaç gün kala birkaç dava açılabiliyor ve sanıklar tutuklanamıyor. Bu ülkede hala bizim aradığımız yüzlerce kayıp vakasının failleri ortaya çıkarılamıyor. Hala
binlerce faili meçhul cinayet zanlısı ile ilgili soruşturmalar bir türlü ilerleyemiyor.
Yargı ile problemimizin çok büyük olduğunun altını çizmek istiyorum. İleri mevzuata sahip olabiliriz. Ama bu bölge, hala cezasızlık politikasının sonucunda oluşan
cezasızlık kültürünü aşamamıştır.
Bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bu geçiş dönemine uygun atılması gereken adımlar
bir türlü atılamamıştır. Atılamadığı için de bu sorunları yaşamaya maalesef devam
ediyoruz. Örneğin 2013 boyunca biliyorsunuz yeni bir süreç başladı: Barış ve çözüm süreci. Naçizane ben de akil insanlar heyeti içerisindeydim. Sayın Başbakana
sordum: Yasal güvencemiz ne olacak? “Benim yok ki, sizin olsun” dedi. O zaman
82
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
yasal alt yapı hazırlayın. Yasal alt yapı hazırlanamıyor. Yarın, öbür gün şu mevzuat
olduğu yerde dururken bir siyasal iktidar değişikliğinde yeni gelecek siyasal iktidarın olaya ters bakması halinde hepimiz tutuklanacağız.
Ben pratikte özellikle Terörle Mücadele Kanunu kapsamında konuyu 15 dakika içerisinde anlatmaya çalıştım. Mevzuatın mutlaka değiştirilmesi gerekiyor. Uygulama
sorunları yavaş yavaş giderilmeye çalışılıyor. Örneğin son olarak 28 Şubat davasını
izliyorsunuz, bazı gazeteler “mahkeme niye tahliye veriyor” diye eleştiriyor. Mahkeme doğrusunu yapıyor. İlk defa Türkiye’de insanların tutuksuz da yargılanabileceğini ortaya koymaya çalışıyor. Ben beğenmesem de, sizler beğenmesiniz de bunu
yapmaya çalışıyor. Doğru örneklerin eleştirildiği, kötü örneklerin eleştirilmediği bir
ülkede yaşıyoruz. Umuyorum ki, uygulamalar daha da düzelecektir. Ama yapısal
sorunlarımızın olduğunu unutmayalım. Köklü reforma ihtiyacımız olduğunu belirtmek istiyorum. Teşekkür ederim.
Abdurrahman EREN:
Sayın Öztürk TÜRKDOĞAN’a teşekkür ediyorum, süreyi tam zamanında kullandı.
Böylece benim işimi de kolaylaştırdı. Hemen aynı konu başlığı ile haksız tutuklama
pratikleri ile ilgili sunumunu yapmak üzere Kaya KARTAL Beye sözü veriyorum.
Av. Kaya KARTAL
MAZLUMDER:
Haksız Tutuklama Pratikleri
Bu toplantı dolasıyla Türkiye İnsan Hakları Kurumunu tebrik ediyorum. Hem değerli Başkanımız tarafından, hem de hocamız tarafından uygulamaya yönelik bir takım
eleştiriler yapıldı. Ben biraz daha somutlaştırarak ve iki dosya örneği üzerinden başlığımı anlatmaya çalışacağım. Bundan önce şunu söylemek gerekiyor. 6-7 yıllık bir
avukatım ve bu süreçte birçok ceza dosyası inceleme imkânım oldu. Birtakım dosyalara fiili olarak katkıda bulunduk, şunu gördük: Çoğunlukla eleştiri olarak bunu dile
getiriyoruz; ceza hukuku, totalde özgürlükleri esas alan, özgürlükler hukuku olarak
bakılması gereken bir alandır. Ama Türkiye’de yanlış algılanıyor bence, özellikle siyasi
dosyalarda muhalifleri sindirmede bir araç olarak kullanılıyor veya birtakım siyasi
amaçları yerine getirmek için kullanılıyor. Çok basit örneklerle değinirsek; mesela
28 Şubat sürecine baktığımızda brifingli yargılamalar neticesinde verilmiş kararları
görebiliyoruz. Çok basit, birahane camını kırdığı için, Mc Donalds camına taş attığı
için anayasayı ihlal suçundan idamla yargılanıp ceza alan insanlar var. Yine Hizbullah
dosyaları açısından, biraz önce hocamız kısmen değindi. Mesela 10 yıldan fazla tutuk-
83
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
lu yargılandığı halde daha sonra bırakılan birtakım sanıklar daha sonra bulunamadı,
kaçtılar veya artık ne olduğunu bilemiyorum. Hemen bunun sonrasında başlayan bir
operasyon silsilesi oldu. Hizbullah örgütüne yakın olduğu düşünülen, legal birtakım
derneklere, yardım çalışması yapan birtakım kurumlara yönelik operasyonlar yapıldı,
çok sayıda insan gözaltına alındı. Oysa çok uzun süredir faaliyet yürüten, çalışmalar
yapan insanlardı bunlar. Bunların bir kısmına örgüt üyeliği iddiasıyla tekrar tekrar
cezalar verildi.
Ya da KCK operasyonlarını düşündüğümüzde, yine dönemsel olarak birtakım toplu
tutuklamalar, yine dönemsel olarak birtakım toplu tahliyeler gözlemleniyor. Bütün
bunlar yargısal reflekslerin siyasi süreçlerin ürünü veya birtakım politik kaygıların
ürünü olabileceği yönünde birtakım okumalar yapmamıza neden oluyor. Bu, aslında
hukuk dediğimiz şey ile totalde çelişen bir şey. Hukuk güvenliğini ortadan kaldıran
bir durum.
Wikileaks belgeleri olarak gündeme yansıyan belgelerde Türkiye ile alakalı bir bölüm vardı. Orada özellikle El Kaide operasyonları ile alakalı 2010 tarihi itibariyle bir
kriptoda şöyle bir şey geçiyor, – ki, bu kripto Amerikan Büyükelçisi James JEFFREY tarafından kendi ülkesine gönderilmiş – şöyle diyor: “Basında belirtilenin aksine
polisteki irtibatlarımız soruşturma kapsamında tutuklanan yerel İslami radikallerin
Türkiye’deki Amerikan çıkarlarına saldırı plan veya niyetleri olmadığını söylediler.
Polis 15 Ocakta Ankara’da 13 kişinin gözaltına alındığı operasyon ile başlayarak, ülke
çapında gerçekleştirdiği farklı operasyonlarda 130 kişiyi gözaltına aldı. Hem polis,
hem de sansasyon peşindeki medya tutuklananları El Kaide üyeleri olarak lanse ettiler. Türk polisi ve diğer güvenlik teşkilatları ile yaptığımız irtibatlardan edindiğimiz
kanaat tutuklanan kişilerin El Kaide irtibatlarının bulunduğuna inanılmadığı yönünde. Bilakis tutuklamalardaki El Kaide tabirinin örgüt ile organik bir bağ olup olmadığına bakılmaksızın, İslami radikallerin tümünün yakalanmasında hem polis, hem
de basın tarafından kullanılmakta. Devamlı gözaltılar, bize önleyici amaçlı tedbirler
gibi gelmektedir.» Böyle diyor, Amerikan Büyükelçisi. Burada kullandığı bir kelime
çok önemli, bir kavram: “önleyici amaç”. Yani Türkiye’de tutuklamalar – ki biz uzunca yıllardır dile getirdik – bir önleyici tedbir olarak görülüyor. Yükseliş trendinden
korkulan birtakım cemaatlere,gruplara veya birtakım örgütlere, hâlihazırda bir suç
işlememiş olmalarına rağmen, sırf siyasi muhalif olmaları dolayısıyla veya El Kaide
üyeliği isnad edilen insanlar açısından baktığımızda, yaygın İslami anlayışın dışında
daha radikal bir anlayışı benimsediği için bunlara önleyici birtakım müdahalelerde
bulunuluyor, tıpkı Amerika’nın yaptığı gibi. Önleyici tutuklamalarla bu insanlar tutuklanıyor, bunun çokça örneği var. Bunların bir kısmında tutuklamalara rağmen,
beraat kararları da veriliyor ki, örnekleri var. Birçoğunda da Türk yargısının maalesef
84
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
kötü bir geleneği, mahkemeler, uzun süre tutukladığı kişilere hak etse de, beraat kararı vermekten imtina ediyor. Çünkü bu durumda hem kendileri açısından olumsuz bir
durum söz konusu olacak, hem de devlet açısından bir tazminat durumu söz konusu
olacaktır. Bu anlamda da tutuklamalar açısından ciddi ihlaller sözkonusu olmaktadır.
Yargıçların devletçi refleksi de ayrı bir problem.
Şimdi iki örnek vereceğim: Birincisi adli bir vaka, “Başak Ailesi Raporu” adında bir
dava inceleme raporu.(MAZLUMDER’in internet sitesinden bu rapora ulaşılabilir.)
Cemal BAŞAK ve eşi Bircan BAŞAK, kasten adam öldürme iddiasıyla 3,5 yıl tutuklu
kalıyorlar. Üç tane çocuk sahibi bir aileden bahsediyoruz. 3,5 yıllık tutukluluk sonrasında yapılan 10 yıllık yargılamanın neticesinde karı-koca beraat ediyorlar. Beraatları
da mahkemenin ekstra bir gayreti sonucunda değil; suçu işlediğini iddia eden, başka
bir ilde, başka bir hapishanede bulunan bir kişinin gönderdiği mektupta öldürme
eylemini nasıl gerçekleştirdiğini, ayrıntılara girerek aktarması, suçu itiraf etmesi neticesinde gerçekleşiyor. Neticede bu aile aklanıyor. Ama 3,5 yıllık tutukluluk süresinde epilepsi hastası olan çocukları ile ilgilenememeleri, bu hastalığın alabildiğine
kötüleşmesi, okula giden diğer çocuklarının karalanmaları, okulda okuyamamaları,
bazı velilerin gelip “bu katillerin çocuklarının yanında çocuklarımızın okumasını istemiyoruz” şeklindeki beyanları, dahası medyanın, polisin bu şahısların isimlerini ve
resimlerini masumiyet karinesine aykırı bir şekilde afişe etmesi gibi olaylarla karşılaşıyorlar. Hürriyet, Zaman, Türkiye gazeteleri, büyük medya organları ve Show TV
benzeri televizyon kanalları aracılığı ile bunların masumiyetleri zedeleniyor. Neticesi
ne oluyor? Ceza Muhakemesi Kanununda tazminat ile ilgili bir düzenleme var. Eğer
haksız tutuklama neticesinde beraat gerçekleşmiş ve bu karar kesinleşmişse, taraflar
kendi ikametlerinin bulunduğu ağır ceza mahkemesine başvurup tazminat talep edebiliyorlar. Burada yine devletçi yargı refleksi karşımıza çıkıyor. 40 ay tutuklu kalan
BAŞAK ailesi için toplamda 28.500 TL maddi ve manevi tazminata hükmediliyor.
14.000 TL kadar kişi başına maddi ve manevi tazminata hükmedilmiş durumda. Şu
an dosyaları Yargıtay’da, ne çıkacağını bilemiyoruz, ama genel teamül zaten bu yönde.
Tazminat rakamları itibariyle bu anlamda çok kısa bir anımı anlatabilirim. Stajyerlik
yaptığım dönemde, bir hâkim hazinenin davalı olduğu bir davada tazminata hükmedeceği zaman aynen şu ifadeyi kullandı: “Bilirkişi raporu da bu rakamdan gelmiş ama
bunu biraz düşüreceğim. Neticede bu para hepimizin cebinden çıkıyor”. Bu refleksi
görmemiz açısından önemli bir beyan ve haksız tutuklamaların neticesindeki haksızlığın maddi manevi zararın giderilemediğini göstermesi açısından önemli bir örnek.
Başka bir örneğimiz siyasi bir dosya: Abdullah KOÇ ve Hakan CENGİZ isminde iki
vatandaş El Kaide üyesi oldukları iddiasıyla yargılanıyorlar, 6 ay tutuklu kalıyorlar, ilk
85
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
iddianame sunulup dava açılana kadar geçen sürede yapılan bütün itirazlar görmezden
geliniyor, tahliye talepleri matbu birtakım kararlar ile reddediliyor. Çoğunlukla örgüt
üyeliğinden verilen kararlar çok soyut birtakım iddialara dayanıyor. Burada bu tür iddialar yok denecek kadar az, neticede beraat ediyorlar. Bunların tazminatı da 3.635’şer
lira maddi, 3000’er lira manevi. 6 aylık haksız tutuklamanın neticesi ki, haksızlığı zaten
mahkeme kabul etmiş durumda. Biraz önce bahsettim bunlar aslında iyi örnekler, beraat verilmiş örnekler. Özellikle tazminata muhatap olmama adına veya mahkemelerin
birtakım kendilerince öngördükleri gerekçeler ile birçok dosyada bize göre, en azından
insan hakları savunucularına ve avukatlara göre beraat etmesi gereken birtakım sanıklara alt düzeyden, örgüt üyeliğinden ceza verip yattıkları süreler ile denkleştirme yoluna
gittiklerini de gözlemliyoruz.
Burada haksız tutuklamanın önlenmesi anlamında neler yapılabileceği gündeme gelebilir. Burada özellikle rücu müessesesinin sağlıklı bir şekilde işletilmesi yönünde
birtakım adımlar atılabilir. Bununla ilgili düzenlemeler vardı. Ama Ergenekon, Balyoz
dava süreçlerinde tekrar geri alındı, hâkimler yine çok rahat şekilde tutuklama müessesesini işletebiliyorlar. Bu tutuklamalara itiraz ile ilgili olarak yine somut bir örnek
vermek istiyorum, avukat olarak baktığımız bir dosyada tutuklamaya itiraz ediyoruz,
itirazımız reddediliyor, bir üst mahkemeye gidiyoruz talebimizi tekrar ediyoruz, orada üyeler anlaşamıyorlar, bir üye 8 sahifelik bir gerekçe ile o dosyada niçin tutuklama
yapılamayacağına, niçin tahliye kararı verilmesi gerektiğine ilişkin gerekçe yazdı; ama
diğer üye hâkimlerin tutuklamanın devamına ilişkin kararı sadece bir paragraftı, çok
klasik, herkesin bildiği bir paragraf. Oysa tam tersi olması gerekiyor. Hem kanunun,
hem anayasanın, hem de uluslararası metinlerin söylediği şey bunun tam tersi olması
gerektiği yönünde. Tutuklamanın gerektiğine inanan hâkimler oturup altı sahife, yedi
sahife gerekçe yazacak, sanığı da vekillerini de ikna edecek, kamuoyunu ikna edecek.
Ama maalesef bu saydığım örnek dışında da tersi cereyan etmiş bir örnek hatırlamıyorum.
Toparlarsak, çok fazla şey söylendi. Açık ki, Türkiye’de bir hukuk güvenliği yok. Hukuk güvenliği olmadığı için de kimin ne zaman tutuklanabileceği belli değil, bunun
ötesinde Türkiye’de bir hukuk kültürü de yok. Sadece saydığımız resmi kurumlar değil, genel olarak insan hakları savunucuları bile bu anlamda zayıf kalabiliyorlar. Biraz
önce bahsettim mesela, Hizbullah tutukları 10 yılı aşkın bir süre yargılanıp, 10 yıllık
süre sınırı dolasıyla bırakıldıklarında, basın, medya, çeşitli kuruluşlar, insan hakları
alanında çalıştığını düşündüğümüz birtakım insanlar isyan ettiler “nasıl bırakılır bu
insanlar” diye. Oysa o güne kadar kimse şunu sormadı: “Nasıl bu insanlar 10 yıl haklarında bir karar olmaksızın tutulur?” Bunu sorabilmektir aslında erdemli tavır. Belki
bununla ilgili de bir zihin jimnastiği yapılabilir.
86
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Eylemi tasvip etmek mümkün değil, ama “palalı” diye gündemimize gelen bir mevzu
var. Totalde baktığımızda neticede birden fazla insanı yaralamaya teşebbüs etmiş, bir
kısmını yaralamış, nitelikli yaralama suçu ile itham edilen bir şahıstan bahsediyoruz.
Herkes “nasıl tutuklanmaz” yönünde çok yoğun bir baskı yaptı, insan hakları savunucuları da dâhil. MAZLUMDER’de de aynı yönde tartışmalarımız oldu. Baktığımızda bu insanın alacağı maksimum ceza bellidir; yedi yıl, sekiz yıl, daha fazla olabilir
mi sanmıyorum. Ne kadar arttırırsanız arttırın. Mevcut yasal düzenlemeler açısından
baktığınızda, bunu diyen arkadaşların dönüp, anayasal düzeni ihlal etmekle suçlanan
insanların tutukluğunu tartışması paradoks oluşturuyor. Burada da hukuk kültürü
anlamında birtakım eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi örneğe takılmayın, o zaten tasvip edilebilecek örnek değil. Ama tutukluluk çerçevesinde düşündüğümüzde, orada bir tutuklama verilirse, Türkiye’de nerede ise tutuklanmayacak
eylem kalmıyor. Bunun çözümü nedir? Ceza kanununda bu tür suçların cezalarını
daha da ağırlaştırırsınız, devlete karşı işlenmiş suçların cezalarını düşürürsünüz, o
zaman belki tablo değişebilir.
Son olarak bir cümle ile bitiriyorum. Maalesef genel olarak devlet refleksi şu yönde:
Kendisine karşı suçları affetmeyen, en ağır şekilde cezalandıran, en ağır infaz rejimi
içerisine cezalandıran bir sistem; ama vatandaşa karşı işlenen suçlar çok rahat affedilebiliyor, çok rahat bir şekilde çeşitli kontrol yöntemlerine tabi tutularak insanlar
dışarıya çıkarılabiliyor ve infaz rejimleri de çok daha basit bir şekilde icra ediliyor. Bu
da ayrı bir başlık olarak gündeme getirilebilir.
Abdurrahman EREN:
Ben tekrar her üç konuşmacıya da değerli sunumları için teşekkür ediyorum. İnsan
hakları konusu konuşulduğu zaman gerçekten, mevzuat önemli, yargı uygulamaları
da önemli, ama demokrasi kültürü de, toplumsal kültür de bu anlamda önemli.
Katılımcıların Yorum ve Katkıları
Abdullah ÇELİK
Anayasa Mahkemesi:
Mahmut Hocam gıyabi tutuklama ile ilgili ilk başta tespitler yapmıştı, yeni CMK.’da
değişen bazı hususlara değinmişti, bu kapsamda gıyabi tutuklamanın kaldırıldığını
ifade etmişti. Fakat kendisinin de daha sonra verdiği örneklerden anlaşılacağı üzere, gıyabi tutuklama kalkmamış oldu pratikte. Gıyabi tutuklamada gıyaben insanın
tutuklamasına karar veriyordunuz, sonra o insan yakalanınca en yakın mahkemeye
götürülüyordu; sadece kimlik tespiti yapılıp, tutuklanıp cezaevine konuluyordu. Şu
87
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
anda yapılan da bundan farklı bir şey değil. Şu anda da yakalama emri çıkarılıyor,
gıyabi tutuklama çıkarılmıyor. Yakalama emri çıkarıldıktan sonra, yakalanan şahıs,
en yakın hâkimin huzuruna götürülüyor, onun yaptığı da sadece kimlik tespitinden
ibaret, başka bir şey de yapabilmesi zaten mümkün değil. Önünde hiçbir evrak yok,
sadece tutuklama emri oluyor önünde. Kimlik tespiti yaptıktan sonra onu tutukluyor.
Burada bence en büyük sorun mevzuattan değil de, Adalet Bakanlığının bu konudaki
uygulamasından kaynaklanıyor. Tutuklanan her şahıs cezaevine girip, cezaevi kanalı
ile nakledilmek zorunda mıdır? Böyle bir yasal mecburiyet var mıdır? 5275 sayılı Kanun yürürlüğe girdiği zaman ben Yüksekova’da Cumhuriyet Savcısıydım. Bir kişi bu
şekilde bir yakalama emri nedeniyle yakalanmıştı, sonra mahkeme de tutuklamıştı,
sevk etmek gerekiyordu. Biz o zaman şu tartışmayı yapmıştık. En kısa sürede Mersin’deki mahkemeye götürülmesi gerekiyor. Ama o sırada güvenlik sorunları nedeniyle hakikaten emniyet görevlilerinin 24 saat içerisinde onu nakletmesi de mümkün
değildi. 24 saati aşacağı kesin olarak belli olduğundan ben emniyetten yazı almıştım,
“o zaman götüremeyiz” şeklinde. 24 saati aşacağı zaman ne yapacağız peki? Ertesi
gün götürebilecek mi kolluk görevlileri? Bakanlığa sorduk, “hayır, kesinlikle cezaevi
kanalı ile götürülecek” denildi. Cezaevine koyduğunuz zaman, o zaman ring aracı
Mersin’e ne zaman giderse, o zaman gidiyor tutuklanan şahıs. Bu inanılmaz sorunlara yol açıyor. Şöyle ki, hakkında makul şüphe derecesinde şüphe olmayan bir şahıs
aleyhine asgari sınırı 5 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan dolayı dava
açıldığını düşünün. Genelde ağır cezalık oluyor bunlar, ağır ceza mahkemesi kendisi
huzurunda ifade almak zorunda kalıyor. Sırf bunun için, adam kendi savunma hakkını kullansın diye, adamı özgürlüğünden mahrum bırakıyoruz. Geldiği zaman da
derhal salıveriyor, hiçbir suç şüphesi yok zaten. Belki aynı gece beraat veriyor. Bu çok
ciddi bir sorun ve bu sorun Adalet Bakanlığının sadece bir genelgesi, hatta yazısı ile
bile hallolabilecek bir mesele. Bu tür sevk tutuklamalarında cezaevine konulmadan,
cezaevi vasıtasıyla nakil söz konusu olmadan kolluk görevlilerinin bu yakalanan şahsı
götürmesi konusunda bir yazı, genelge çıkarırlarsa bütün sorun hallolacak diye düşünüyorum.
Anayasa Mahkemesi ile ilgili hocam bir şey söyledi, bildiğim kadarıyla dün yayımlanmamıştı, (Ben Anayasa Mahkemesi’ndeyim de) bugün de yayımlanmadı herhalde.
Şimdi oradaki temel sorun şu: Tabii gerekçeye ne yazacak bilmiyoruz, yani ben de bilmiyorum. Ama şunu göz ardı edemeyiz. İlk tutuklamaya karar verildiği sırada, uluslararası ölçütlere göre makul şüphe yeterlidir, bizim mevzuatımıza göre ise kuvvetli
şüphe aranmaktadır. Fakat devam eden tutukluluklar için – süre uzadıkça artacak
şekilde - yeterli gerekçeler olması gerekir, başka gerekçeler olması gerekir. Bu bütün
vatandaşlar için geçerli olan bir kural. Biz bunu gözardı edebilir miyiz? Anayasa Mahkemesi 67. maddeden de ihlal buldu orada, yani en azından kısa kararda o söyleniyor.
88
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
67. madde seçme ve seçilme hakkıyla ilgili. Burada ihlal bulduğu zaman ilgili şahsın
milletvekili seçildikten sonraki tutukluğundaki ilgili ve yeterli gerekçeler arasında bu
seçilmesi de olmayacak mı? İnsan hakları hukukunda genel bir kural vardır: Bireyin
özgürlüğü ile kamu menfaati dengelenir, tartılır her zaman, o sırada milletvekili seçildikten sonra onun seçme ve seçilme hakkı ve dolayısıyla bunun yansıması olan temsil
hakkını fiilen kullanamaması, tartıya girmeyecek midir? Eğer Anayasa Mahkemesi kararını bu çerçevede yazarsa, bütün vatandaşlar için de geçerli olacaktır. Milletvekilinin
başka bir meselesi ortaya çıkmıştır. Kendi menfaatine olan, tartıya girmesi gereken
başka bir meselesi ortaya çıkmıştır. Onu da tartıya koyacağını söylemiş olur. Eğer bu
çerçevede yazılır ise milletvekili olmasının tartıya girmesinin bir mahzuru olmadığını
düşünüyorum. Teşekkürler.
Nesrin SEMİZ
Başkent Kadın Platformu:
Bugün sabahtan beri yapmış olduğumuz oturumlardaki bildirileri dinledikten sonra
kafamda karmaşa meydana geldi, onu dile getirmek istiyorum. Bundan önceki oturumda nefret söylemleri ile ilgili, nefret söylemini gerçekleştirenler hakkında yeterli
cezai hükümlerin uygulanmadığını, gözardı edildiğini dile getirdik ve bunların bir
şekilde cezai hükümlerin arasında girmesi gerektiğini söyledik. Sonra şu anki oturumda suçlu olup olmadığı tam belli olmadan uzun süreli bir tutuklamalardan bahsettik, suçsuz insanların yatıp ondan sonra çıktığından bahsettik veyahut da suçu
sabit olduğu halde tutuklanamayan komutanlardan bahsettik. Aklıma şöyle bir soru
geldi, bu ülkede yaşayan insanların hepsi hukuk önünde eşit değil mi? Yani hukuk
devleti değil miyiz? Ben bunu sormak istiyorum. Hukukumuz herkese göre sürekli
olarak “S” çizme durumundaysa, atıyorum eşcinsel bir vatandaş mağdur edildiğinde,
hâkim farklı bir tavır takınıyor, fakat suçlu olduğunda kolluk kuvveti farklı bir tavır
takınıyorsa veyahut da devlete karşı işlenen suçlarda devletin refleksi ortaya girip başka bir şey yapıyorsa veya vatandaş mağdur edildiğinde, bir türlü hakkını tam olarak
ve vaktinde alamıyorsa, ne yapıyoruz? Ben bu sorunun cevabını merak ediyorum,
teşekkür ederim.
Ezgi KOMAN:
Gündem Çocuk Derneğinden katılıyorum. Bu tutuklama pratiklerini konuşurken,
çocuklar açısından da ayrıca bakmak gerekiyor. Sabah biraz altı çizildi, ama biraz
da ayrıntılı bir-iki şey daha eklemek istiyorum. Hakan Bey rakamları verdi. Kasım
rakamlarına göre 2000’e yakın çocuk kapatılmış durumda, bunun 1.500 den fazlası
tutuklu. Çocuk adalet sisteminin temel ilkelerinden bir tanesi, çocuğun özgürlüğün-
89
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
den yoksun bırakılmasının en son çare olmasıdır. Hem bununla doğrudan çelişiyor,
öte yandan Çocuk Hakları Sözleşmesindeki “çocuğun yüksek yararı ilkesi”ne taban
tabana zıt bir durum oluşuyor. Çünkü çocuk tutuklandığı andan itibaren eğitim hakkından mahrum kalıyor, yetişkinlerle aynı yerde kalıyor ve dolayısıyla birtakım ağır
ihlallere maruz kalabiliyor. Aynı zamanda bu çocuk hala suçu kesinleşmemiş, hüküm
almamış. Suç işlemediyse bile, artık oradan suçu nasıl işleyebileceğini bilerek çıkabiliyor. Dolayısıyla çocuklara yönelik tutuklama pratiğinin mutlaka ortadan kalkması
gerekiyor.
Ama galiba şununla da ilgili: Çocuk adalet sisteminde çocuk algısına bakmamız gerekiyor. Sadece hâkimlerin verdiği kararlarda da çocuklar içeri girdiği andan itibaren
de bu çocuklar bir şekilde suça karıştılarsa biz bilmeliyiz ki, bunlar bir dizi hak ihlali
sonucunda bu eylemleri gerçekleştiriyorlar. Ama bir dizi hak ihlaline uğradıkları için
zaten bu eylemleri gerçekleştirdikleri andan itibaren artık yeni birtakım hak ihlalleri
ile daha karşı karşıya kalıyorlar. O anlamda bir an evvel çocuklara ilişkin nasıl bir
sistemin kurulacağı, yapısal olarak da tartışılmalı ve bir an evvel hayata geçirilmeli.
Çünkü 1.500 tane çocuk suçlu mu, değil mi bilmiyoruz; ama kapatılmış durumda ve
buna ilişkin acilen bir şeylerin yapılması gerekiyor.
Murat KÖYLÜ:
Hocamız, mevzuatımızın ileri olduğunu söyledi. Ama ben anımsatmak isterim ki,
insan hakları konularını düşündüğümüzde tek tek mevzuatın iyiliğinden değil, genel anlamda kamunun bir bütün yaklaşımından, bütün mevzuatın birbiri ile işbirliği
içinde olmasından, belirli stratejileri gerçekleştirme üzere, kamu idaresinin bir irade
gösteriyor olması gerektiğinden yola çıkarak insan hakları ihlallerini konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda Türkiye İnsan Hakları Kurumunun en büyük görevi herhalde bu stratejiyi ortaklaştırmak olacak. Çünkü bakıyorsunuz kamu düzeni,
kamu sağlığı, genel ahlak, müstehcenlik gibi kavramlar insan unsuru tarafından her
zaman ideolojik veya siyasi öncelikler ile yorumlanmaya açık. Yani insan unsurundan,
uygulamadan haklı olarak çok bahsediyorsunuz. Ama oradaki uygulayıcı, mevzuat iyi
bir mevzuat olsa da, Anayasadaki, başka yasalardaki son derece ideolojik temellerden
etkilenen bir zihin yapısının insani unsuru haline gelmiş oluyor.
Mesela eşcinsellik durumu ile ilgili Türkiye paradigması iflas etmiş durumdadır. Mevzuatın tek başına onu içeriyor olması bir şey ifade etmez. Neden derseniz? Zafer Bey’in
bahsettiği gibi, geçen sene Türkiye’nin suçlu bulunduğu bir karar var. Eşcinsel suçluyu hapishanede güvenli tutabilmek için tecrit ediyor bu ülke. Bu, aslında kamu idaresinin veya devlet paradigmasının iflas ettiğinin göstergesidir. Kendi konum olduğu
için buradan yaklaşıyorum. Başka arkadaşlar başka örnekler verebilirler. Bu anlamda
90
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
“biz ne yapmalıyız” diye düşündüğümde Türkiye İnsan Hakları Kurumunun buradaki
misyonu son derece önemli oluyor. İnsan unsuru orada karar verici, uygulayıcı kişiyi,
eşcinsel bir kişiyi, trans bir insanı kamu düzeni içinde nasıl yorumlayacak? Bununla
ilgili mevzuat bomboş, zihniyet de son derece önyargı dolu.
Başka bir örnek vereyim, geçenlerde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunumuz
çıktı. Oldukça da iyi bir kanun, ama kanunu uygulayan kişi ister kolluk olsun, ister uzman olsun, karşısında HIV pozitif sığınmacıyı bulduğunda nasıl davranacak?
Türkiye’nin bulaşıcı hastalıklar ile ilgili mevzuatı 1930’lardan kalma. HIV ve AIDS
ile ilgili en ufak bir fikri yok kamunun aslında, üniversitelerin tıp fakültelerinde bile
tam olarak okutulmuyor. Bu benim bildiğim örnek. Bu anlamda benim önerim lütfen
Türkiye İnsan Hakları Kurumu, Kamu Denetçiliği Kurumu, bağımsız ve tarafsız karakterlerini de kanıtlayarak bu mevzuatın boş bıraktığı alanları çok iyi doldurmalıdır
ki, orada aslında son derece siyasi olan başka mevzuat ile iç içe olan, insan unsuru
üzerinden kendi mevzuatımızı analiz etmeyelim. Mesela; Türkiye İnsan Hakları Kurumu diyecek ki, “sen bir transı sadece trans olduğu için gözaltına alamazsın”. Bunu
demediğiniz zaman veya bir bakan ya da medya mensubu “transları İzmir’den ayıklayalım” nefret söylemi ile bağlı olduğundan, insan unsuru kamu düzeni veya kamu güvenliği açısından mevzuata bakıyor; kamu düzenini korumak için, trans olduğu için
alıkoyuyor. Mesela, HIV’li veya AIDS’li yabancıyı sınır dışı edebilir. Teşekkür ederim.
Nazım KOÇAK:
Türkiye İnsan Hakları Kurumunda geçici görev ile çalışıyorum. Avukat Kaya KARTAL
Bey palalı olayını hatırlattı. Bu palalı olayı nedeniyle eski CMK.’daki infial tutuklaması
tekrar bazı hukukçular ve devlet büyüklerimiz tarafından dile getirildi. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin bazı içtihatlarının da ortaya koyduğu gibi infial tutuklaması
belli şartlar dâhilinde kabul edilebiliyor. Şimdi yeni bir düzenleme ile Adalet Bakanlığının bu anlamda bir çalışma yürüttüğü söyleniyor. Böyle bir düzenleme bizi eskiye
mi götürür? Yoksa gerekli midir? Uygulamada da bazı savcı arkadaşların sadece kamunun göstereceği tepki açısından değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de bazı
durumlarda hakkında soruşturma yürütülen kişinin güvenliğinin en azından belirli
bir süre için tutukluluk halinin devamını gerektirebileceği şeklinde, katılmadığım bir
gerekçesi var. Bu kapsamda böyle bir düzenleme olumlu olur mu? Olmaz mı? Diğer
taraftan, önleyici tutuklama gerekli midir? Gerekli değil midir? Şu anki mevzuatımızda yok; CMK.’da hem infial tutuklaması hem de önleyici tutuklamadan bahsedilmemiş. Ancak Sözleşmenin 5/c maddesi önleyici tutuklamadan bahsediyor. Gerçi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Laulez-İrlanda davasında genişçe değerlendirmiş. Bunun
sadece suç riskini değil, aynı zamanda mahkeme önüne çıkartılma şartını da taşıması
91
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
gerektiğini dikkate almış. Özü itibariyle şunu sormak istiyorum, önleyici tutuklama
ve infial tutuklaması hakkında ne düşünüyorsunuz, Mahmut KOCA Hocam?
Hacer FOGGO:
Roman Hakları Merkezinden katılıyorum. Ben de kabahat cezasından söz etmek istiyorum, özellikle romanları ilgilendiren bir konu. Neredeyse 200-300’ü aşkın roman
sadece çiçek sattığı için, tişört sattığı için, sürekli kabahat cezası kesiliyor. Bu, 80
liradan 100 liraya kadar çıkıyor. Bugüne kadar hiçbirinin ödediğini bilmiyorum. Ama
şu tedirginliği her gün yaşıyorlar: Bir gün gelip evimizden alacaklar ve bizi tutuklayacaklar. Başka bir iş yapması mümkün olmuyor; çiçekçilik, hurdacılık ya da müzisyenlik dışında işleri olmayan insanlar. Ama transseksüeller de öyle bildiğim kadarıyla.
Yoksullukla ilgili bir şey. Şu an 3000-4000 TL’lik bu makbuzları biriktiriyorlar, çünkü
ödemeleri imkânsız.
Mahmut KOCA:
Abdullah Bey’in yorumu kısmen haklı. Zira gıyabi tutuklama kalktı ama yakalama
emri onun yerine ikame edilebiliyor. Fakat hakim tarafından yakalama emri soruşturma evresinde sadece çağrıldığı halde gelmeyen veya çağrı yapılamayan şüpheli ile
tutuklama talebinin reddi kararına itiraz üzerine itiraz merci tarafından şüpheli hakkında düzenlenebiliyor; yani sınırlı durumlarda verilebiliyor, tutuklama sebepleri gibi
geniş değil. O yüzden arada bir farklılık var. Yakalanmış iken kolluğun elinden kaçan
şüpheli veya sanık ya da tutukevi veya ceza infaz kurumundan kaçan tutuklu veya
hükümlü hakkında C. Savcıları veya kolluk kuvvetleri de yakalama emri düzenleyebiliyor. Dolayısıyla yakalama emrinin düzenleneceği haller sınırlı. O yüzden gıyabi
tutuklama kararı ile paralel, sadece bu sebeplere bağlı olarak tutuklamanın fonksiyonunu görüyor olabilir, ama müessese olarak birbirinden farklılık taşıyor. Zaten onu
eleştirdim, deniliyor ki, “elemanımız yok, aracımız yok, ödenek yok, şu yok, bu yok”.
Bu sebeple kişi 12 gün sevk tutuklaması üzerine cezaevinde veyahut da nezarette
kalıyor. Bunlar gerekçe olamaz ki, bir kişinin Kadıköy’den Gebze’ye 1 saatlik yolu 12
günde gitmesinin hiçbir gerekçesi olamaz, ya da bu süre içinde Mersin’e götürülmesinin gerekçesi olamaz. Hukuk devletinin bunları sağlaması gerekir. Yani özgürlük
kısıtlaması bakımından bunlar makul sebep kabul edilemez. Kararlarınızda o gerekçeleri okuyorum, ilgili gerekçeleri çok güzel tespit ediyorsunuz, çok doğru. Bir kimse
hakikaten kuvvetli suç şüphesi üzerine ve tutuklama sebeplerinden birinin varlığı
halinde tutuklanabilir. Fakat yargılamanın ya da olayın ilerleyen safhalarında bu sebepler ortadan kalkabilir. Baştan itibaren hala aynı sebepler var diye sürekli ilk karara
atıf yaparak yapılan tutuklamalar kuşkusuz bir insan hakkı ihlalidir. Kanun mutlaka
92
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
somut olguları arıyor. Hâkimin kararında bu kişinin kaçacağını, delilleri karartacağını
gösteren somut hangi hadiseler var da sen bu kişi hakkında tutuklamanın devamına
karar verdin, bunu göster diyor, ama bizim hâkimler bir türlü bunu göstermiyorlar, o
genel şablon ifadeler ile geçiştiriyorlar.
Asıl önemli sorunuz, temsil hakkı acaba tartıya girmeyecek mi? Zaten bir kimsenin
tutuklanmasında tüm bunların tartıya girmesi lazım. Yani tutuklama, kişinin işlediği
suç ile orantılı olmalı. Başka çareler ile aynı amaca ulaşacaksa hâkim, tutuklama kararı
vermemeli ve süre makul olmalı tüm bunları değerlendirirken kuşkusuz hâkim önüne
gelen sanığın ya da şüphelinin sosyal statüsüne, işlediği suçun ağırlığına bakacaktır.
Nesrin Hanım’a da burada cevap vermiş oluyoruz, bu çok doğaldır. Hukukta tabii
ki herkes kanun önünde eşittir. Ama herkesin işlediği suç aynı değil ki, yani önce
hırsızlık işlemiş, yaralama suçunu işlemiş bir kimse tekrar hâkimin önüne geldiğinde,
tabii ki hâkim onun geçmişinden dolayı tutuklamadığında bunun kaçacağına, delilleri
karatacağına kanaat getirebilir. Ama ilk defa bir suç işlemiş, sosyal mevkii, yeri yurdu,
işi gücü belli bir kimseyi tutuklamayabilir. Hâkimin tamamen tutuklama sebeplerini
somut durum ile alakalı olarak tartması gerekiyor. Aksi takdirde herkese bu konuda
eşit davrandığında, eşitsizlik yapmış olur. Hukukun kendi çerçevesinde bunu değerlendirmesi gerektiği kanaatindeyim.
Ezgi Hanım çocuklarla ilgili bir yorumda bulundu. Sadece şu var, söylediklerinize katkı
olarak; çocuklar hakkında bir tutuklama yasağı var bizim Çocuk Koruma Kanununda;
15 yaşını doldurmamış çocuklar, üst sınırı 5 yılı aşmayan hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı tutuklanmıyorlar. Kanunen o kişilerin tutuklanması yasak. Sadece böyle
bir farklılık var, tutuklama konusunda. Yakalama konusunda da farklılık var. Yani çocukların mevzuat bakımından bir probleminin olmadığını düşünüyorum. Bunu samimi olarak söylüyorum. Çünkü Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesindeki tüm
ilkeler aşağı yukarı Çocuk Koruma Kanununda benimsenmiş ve yansıtılmış durumda:
Tutuklama yasağı, çocuk polisi, çocuk savcısı, çocuk hâkimi tüm bunlarda yetişkinlerden ayrı bir muameleye tabi tutulmaları. Örneğin son yapılan iyileştirmeler, TMK
kapsamına giren suçlardan dolayı yine çocuk mahkemelerinde yargılanacak olmalarını
da dikkate alırsak, mevzuat olarak çok fazla bir sorun olmadığını düşünüyorum. Murat
Bey zaten kendi yorumlarını yaptı, bir soruları yoktu anladığım kadarıyla.
Mukayeseli hukuka baktığımızda, tutuklama sebepleri konusunda çeşitli düzenlemelerin olduğunu görüyorum. Nazım Bey, mesela bazı ülkelerin ceza muhakemesi kanununda yeniden suç işleme şüphesinin varlığı da bir tutuklama sebebidir. Yani bir
kimse yeniden bir suç işleyecekse, bu da bir tutuklama sebebi olarak kabul ediliyor.
Bizim sistemimizde sadece iki tane tutuklama sebebi kabul edilmiştir: Kaçma şüphesi
93
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
ve delilleri karartma şüphesi. Bunun dışında bir sebep kabul edilmemiştir. Mülga
CMUK’da suçun toplumda infial uyandırması da bir tutuklama sebebiydi. Hatta bu
suçun cezası hafif de olsa bu karar verilebiliyordu. Aslında her suç infial uyandırır,
çünkü suç bir haksızlıktır. Dolayısıyla işlenen her haksızlık bir başka kişinin hakkına
saldırıdır. Yani suç bir başka kişinin hak ve özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. Bu
anlamda her suç, buna maruz kalan kişide ve etrafında mutlaka bir infial uyandırır.
Dolayısıyla eski kanunda olduğu gibi infiali ayrıca dikkate almanın doğru olmadığını
düşünüyorum.
Son olarak şunu söyleyelim: Hukuki meselelere bakarken dava bazlı ya da sanık odaklı, suç odaklı, şu suçun faili, bu suçun faili, şu sanık, bu sanık, benim sanığım, senin
sanığın şeklinde bakarsak, işin içinden çıkamayız. Çok haklı sorular geliyor. O yüzden, meseleye hukuku esas alarak, odak alarak bakmak gerekiyor. Tutuklama bir
ihtiyaçtır, yakalama bir ihtiyaçtır. Ceza muhakemesinin yürümesi için bu iki müessese
şarttır. Şartları yerine geldiğinde suç işleyen kişilerin yakalanması ve tutuklanması
zorunludur. Ama bunların gene hukukun belirtilen çerçevesinde makul olması, insan
onuruna uygun olması, yapılan muamelenin hukuka uygun olması gerekir. Bizim
itirazımız bunadır. Yoksa müessese olarak yakalamaya, tutuklamaya karşı değiliz. Değişik suç işleyen kişiler bakımından farklılık da yaratılabilir. Mesela hemen hemen
bütün Avrupa ülkelerinde terörle mücadele enstrümanları var. Bunlardan birisi de
bu. Örneğin bizde Terörle Mücadele Kanunu çerçevesinde işlenen bir suçtan dolayı
kişinin 24 saat müdafi ile görüşme yasağı vardı, Fransa’da bu 48 saate uzayabiliyor,
gözaltı süresinde 48 saate çıkıyor, normal suçlarda 24 saat. Zaten farklılık çok azaldı,
kaldırılması gerekir mi? Bence de kaldırılması gerekir. Özel yetkili mahkemeler ve
Terörle Mücadele Kanunundaki farklılık son derece azaldığı için, artık onun tutulmasına gerek yok.
Hacer Hanım, onun suçla ilgisi yok, tamamen idari bir yaptırım. O kişiler belediyenin
mevzuatına aykırı davrandığı için, kendilerinin bir vergi kaydı olmadan satış yaptıklarından dolayı, Kabahatler Kanunu ona o yetkiyi veriyor, dolayısıyla, ondan dolayı
tutuklanmazlar. Cezayı ödemediklerinde de tutuklanmazlar. Roman kardeşlerimiz
rahat olsun. Teşekkür ederim.
Katılımcı:
Hukuk devleti değil miyiz? Bir insan hakları savunucusu olarak birçok parametreye
göre değerlendirme yapabilirim. Ama hukuk devletine giden süreçteyiz, daha tam
olarak hukuk devleti olamadık. Umarım kısa sürede reformların hepsi tamamlanır ve
biz gerçek anlamda hukuk devleti oluruz. Anayasa Mahkemesi 1991 yılında bir karar
vermiş, demiş ki: “Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, hukukun
94
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin gerçekleşmediği ortamda hukuk devletinden söz edilemez”. O tanıma baktığım zaman, hala biz onları
yakalayamadık. Türkiye bir geçiş dönemi yaşıyor, umarım Anayasa Mahkememiz bir
insan hakları mahkemesine dönüşür. Bireysel başvuru ile ilgili iyi dileklerimi sunmak
istiyorum. O konuda sert eleştirilerim var, ama konu bu değil. Dolayısıyla şimdilik
bunu söyleyebilirim.
Öztürk TÜRKDOĞAN:
Çocuk tutuklamaları konusunda tipik önleyici tutuklama pratikte yapılıyor. Tanıdığımız başsavcı, cumhuriyet savcıları ile bu sorunu konuştuğumuzda, “bu çocukların çoğu
yine suça karışacak, suç işlemesinler diye tutukluyoruz” cevabını alıyoruz. Pratikte bu
böyle. Çünkü Türkiye’de hapisteki çocukların tutuklu oranının bu kadar yüksek olmasını hiç kimse izah edemiyor, yani bunun izahı yok. Türkiye çok açıkça Çocuk Hakları
Sözleşmesini ihlal ediyor. Burada başka bir tedbir alınması gerekiyor. Nasıl alınacak?
Onu ben de bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu istatistik bile tek başına sözleşmenin
uygulanmadığını gösteriyor. Her türlü altyapı kurulmuş olabilir. Ama sonuçta çocuk
tutuklanıyor, tutuklandığı zaman büyüklerin olduğu hapishanedeki çocuk koğuşuna
konuluyor ve ondan sonra Antalya örneğinde görüldüğü gibi, daha birçok örnekte görüldüğü gibi maalesef başına gelmeyen kalmıyor. O nedenle Türkiye’de bu alanda daha
fazla çaba gösterilmesi gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum.
Bir başka konu da bu Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki konulara değindik. Bu
adli kolluk sorunu, Türkiye’de mevcut bir sorun. Soruşturmaları Cumhuriyet Savcısı
yürütüyor, ama cumhuriyet savcılığı ile sürekli onun emrinde, yakın çalışan bir adli
kolluk teşkilatının kurulması, belki de o tutuklamaya giden süreçte daha nesnel ölçütlerin, daha nesnel yaklaşımların geliştirilmesine katkı sunacaktır, diye söyleyebilirim.
Teşekkür ediyorum.
Katılımcı:
Bir haksız tutuklama örneği de Türkiye şartlarında tahliye edilen insanların hemen
bırakılmamaları. Şöyle gerçekleşiyor Türkiye pratiği: Şahıs, mahkemede tahliye edildiğinde tekrar jandarmaya teslim ediliyor, tekrar ring aracına konuluyor. İstanbul’dan
tekrar Edirne’ye götürülüyor. Edirne’de gece saat 20.00-21.00’den sonra işlemler bitirilip, gecenin o saatinde – ki, Edirne cezaevi ıssız bir alandır, şehre uzaktır-, sokağın
ortasına bırakılıyor. Kalmak istese de kalamıyor, böyle bir durum var. Bu da önemli
bir pratik problem. Teşekkür ediyorum.
95
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Abdurrahman EREN:
Yapılan konuşmalardan şöyle bir sorun çıktı: Bir tarafta uygulamadaki sorunlar, bir
tarafta mevzuattaki sorunlar var, bir taraftan da toplumsal kültür var. Burada benim
aklıma gelen Türkiye İnsan Hakları Kurumunun aslında bu ihtiyaçtan doğduğudur.
Zaten biz cezaevine gidemeyen sivil toplum örgütlerini kendi bünyemize alıp beraber
gideceğiz. Mevzuattaki sorunları sizden dinleyerek bunu ilgili kurumlara ileteceğiz.
Eğitim yolu ile de toplumdaki yanlış algıları, nefret söyleminin kaynağını sonlandırmaya çalışacağız. O yüzden tabii Kuruma gerçekten çok iş düştüğünü bu toplantı
vesilesi ile de öğrenmiş olduk. Tekrar herkese teşekkür edip, son değerlendirme konuşması için Levent KORKUT Hocamıza sözü bırakıyorum.
Levent KORKUT
İnsan Hakları Kurulu Üyesi:
Genel Değerlendirme
Cezaevlerini, daha doğrusu hükümlülerin ve tutukluların cezaevlerindeki koşullarını
ele aldığımız birinci oturum, bu alanda oldukça yeni ve geleceğe yönelik bazı düşüncelerin bende uyanmasına neden oldu. Zannediyorum hepimiz için de aynı şey söz
konusu. Bu alan görece daha az çalışılan bir alan. Üzerinde daha çok durmamız gereken konular var. Açıkçası üç oturum içerisinde zamanın en az yettiği ve tartışmaların
da görece çok daha az yapıldığı bir oturum oldu. Çünkü konu sayısı fazla, bu konuların bir kısmı Türkiye’de çok da konuluşmuş konular değil. Mesela bir tutuklama meselesinde olay aşağı yukarı belli, sorunların kaynaklandığı yerler belli. Çözüm yolları
konusunda kafamızda oldukça yerleşmiş bazı şeyler var, kaynağını ve çözümlerini
daha iyi tespit edebiliyoruz. Ama cezaevleri konusu çok daha kompleks, çok daha
önemli boyutları olan bir konu. Zannediyorum gelecek toplantılarda bu konunun alt
başlıklarını daha çok ele alma ihtiyacı doğacak. Ama en azından bu toplantıda önemli
sorunları ortaya koymuş olduk. Bu ortaya koyduğumuz başlıklar gelecekteki toplantılarımızın belki başlıklarını oluşturabilir.
Yine bir başka önemli nokta nefret söylemi ve nefret suçu üzerine yapmış olduğumuz
oturum. Burada doğrudan ayrımcılık konusu gündeme geldi. Ayrımcılık konusunda
özellikle Türkiye’de mevcut olan ayrımcılık türleri, kesimler arası ilişkilerden kaynaklanan sorunlar, ifade özgürlüğü, nefret söylemi, nefret suçu ilişkisi ve çakışması,
islamofobinin dünyadaki durumu, bunun siyasi araç olarak kullanılma çabası, küresel
düzeyde ve ülkelerde siyasileşmesi, siyasi partilerin aracı haline gelmesi, Türkiye’nin
uluslararası sözleşmeler bakımından genel olarak ayrımcılıktaki performansı ve farklı
kesimlere yönelik yaygın nefret ifadeleri, örnekler verilerek anlatıldı. Yapılan anket-
96
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
lerden hareketle kesimler arası nefret söyleminin gücü, siyasetin burada oynadığı rol
ve aynı zamanda sosyal medya ve medyanın oynadığı rol üzerinde duruldu. Pek çok
konuya işaret eden bir oturumdu. Bu konuların tek tek başlık olarak ele alındığı, yeni
oturumlar yapmak istiyoruz. Biz aslında bugün Yaman AKDENİZ’den sosyal medya
boyutunu da dinleyecektik. Fakat kendisi yurt dışında olduğu için o konuyu toplantıya katmadık. Gelecekte sosyal medya ve insan hakları ilişkisi üzerine de başka
toplantılar düzenlenebilir.
Son toplantı belki güncelliği açısından en önemli, fakat çerçevelenmesi açısından da
en kolay toplantı oldu. Tutuklamanın boyutları, yargısal temeli ortaya kondu. Türkiye’deki sorunlar tartışıldı. Yargıç davranışı, savcı davranışı ve kolluk davranışının
tutuklama açısından oynadığı rol, yargı kültürünün oynadığı rol üzerinde durulurken, orda belki şöyle farklılaşma oldu: Kanunlar yeterli midir? Kanunsal temelde bir
problem var mıdır, yok mudur? Özellikle sivil toplum temsilcileri kanunlarda da belli
eksiklikler olduğunu, bazı kanunlarda sorun olduğunu ifade ettiler. Tutuklama meselesinde çerçevelerin, özellikle uluslararası çerçeveler ve Türkiye’deki çerçevelerin
tam da birbiriyle uyuşmadığını, hatta Türkiye’deki çerçevenin, özellikle Ceza Muhakemeleri Kanunu bakımından daha ileri olduğu, fakat ne yazık ki bunun da pek
görülemediği vurgulandı.
Bütün bu konu başlıklarından hareketle bir genel değerlendirme yaptığımızda – Abdurrahman Bey de değindi bir miktar – şöyle gözlemler yapabiliriz, diye düşünüyorum:
Birincisi insan hakları rejimi çok aktörlü bir yönetişim alanı olarak kavranmadıkça, tekil
kanunlardaki değişiklikler, mevzuat değişiklikleri ya da bir kurumun kendi başına yaptığı faaliyetler çok yeterli olmuyor. Bunun çok aktörlü bir alan olduğunu kabul etmeli
ve bu aktörlerin buluşmasını sağlayacak, bu aktörlerin birlikte çalışmasını sağlayacak bir
ortam yaratmalıyız. Yıllar önce reform izleme grubu yaratılırken, ortaya çıkarken, böyle
bir tartışmadan çıkmıştı. Çünkü görülmüştü ki, bakanlıklar bile birbirinden habersizler. Örneğin işkence önlenmek isteniyor, Türkiye’nin konusu. Fakat İçişleri Bakanlığı,
Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, temel bakanlıklar bu konuda biraraya gelip hareket
edemiyorlar. Denildi ki: O dönem bakanlar düzeyinde biraraya gelsinler, en başta bu
koordinasyon sağlansın. Bu anlamda kamu kurumları arasında dahi diyalog eksikliğinin
olduğunu görüyoruz. İnsan hakları, bütün alanları kesen boylu boyunca, bütün alanlar
boyunca önem taşıyan bir konu olduğu için ciddi anlamda kurumlar arası diyaloga ihtiyaç var. Bir mesele Aile Bakanlığını da ilgilendirebilir, aynı zamanda İçişleri Bakanlığını
da ilgilendirebilir, Türkiye’nin uluslararası sorunu olduğu için Dışişleri Bakanlığını da
ilgilendirebilir. Bunların birlikte çalışması burada esas etkiyi yaratacak nokta.
97
Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Yine kamu kurumları ile sivil toplum örgütleri arasındaki diyalog ve bunun eksikliği
zaman zaman vurgulandı. Bu diyalog, hakikaten önemli bir diyalog. Sivil toplum örgütlerinin gözlemleri ve uzmanlığının yansıması önemli. Burada sadece sivil toplum
örgütleri olsaydı işin bir boyutunu, sadece kamu kurumları olsaydı başka bir boyutunu öğrenecektik. Ama hem kamu kurumu, hem sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin olması bir dinamizm, bir yaklaşım farklılıkların ortaya koyduğu farklı boyutları
görme yeteneği kazandırıyor bize. Bunun devamını sağlamak gerekir.
Toplumda insan hakları kültürünün geliştirilmesi zaman zaman altı çizilen bir konu
oldu. Bu konuda yine Kurum da dâhil olmak üzere, gerek sivil toplum örgütlerinin,
gerek kamunun rolü vurgulandı. Özellikle ayrımcılık konusunda toplumda kesimler arası nefretin yaygınlığından devamlı bahsedildi. Ama bunun cezai yöntemler dışında nasıl önlenmesi gerektiği, toplumun kültürel olarak ve insan hakları kültürü
anlamında geliştirilmesi gereğinin altını da çizmek gerekiyor. Burada zannediyorum
hepimize düşen çok önemli görevler var. Zaman zaman insan hakları alanında gerek
sivil toplum örgütleri, gerek kamu, mevzuatçı bir yaklaşıma sahip oluyorlar. Evet,
hukuk gerekli, hukuk bir temel olmalı, hak/haklar ifade edilebilmeli ve hukuk tarafından korunabilmeli. Ama tek başına yeterli değil. Kültür çok önemli. İnsanların o hukukun, hukukun üstünlüğüne dayalı insan hakları kültürünün olduğunu bilmeleri,
buna göre hareket edebilme yeteneği geliştirebilmeleri de çok önem taşıyor, özellikle
ayrımcılık konusunda. Ayrımcılık konusu sadece devlet ile ilgili bir konu değil, çünkü
toplumun ince damarlarına kadar giden boyutu var.
Yeni düzenlemelere olan ihtiyaç ortaya konuyor zaman zaman. Bu düzenlemelerin
yapılmasında farklı kesimlerin, aktörlerin rolü ne olmalı? Bunlar arası diyalog eksikliğine söz getiriliyor zaman zaman. Yeni düzenlemelere olan ihtiyacın karşılanması gerekir. Burada yeni fikirler ve yeni düzenlemelere olan ihtiyaç diye, bunu ifade edebiliriz. Yeni kurumların oynadığı ve gelecekte oynayacağı role de değinildi. Türkiye İnsan
Hakları Kurumu da içinde olmak üzere, Kamu Denetçiliği ve Anayasa Mahkemesi
bireysel başvuru yönteminin uygulamaya başlaması, Türkiye’de insan hakları alanına
yeni bir boyut kazandırdı. Bunun daha iyi değerlendirilmesi, ileriye yönelik olarak
geliştirilmesi vurgulandı. Kamu kurumlarında verilerin değerlendirilmesi ve paylaşılmasının insan hakları açısından önemi, özellikle cezaevleri örneğinde belirtildi. Daha
iyi bilgilenebilmemiz için, bu verilerin çoğalmasını arzu ediyoruz. Ama 20 sene önce
herhalde Adalet Bakanlığının elinde hiç böyle bir veri mevcut değildi, darısı diğer bakanlıklara diyelim. Belki Adalet Bakanlığınınki de mükemmel değil, ama en azından
bu veriler paylaşılabiliyor. Mesela kollukla ilgili de bu bilgilerin paylaşılabilmesi çok
önemli olur, diye düşünüyorum. İçişleri Bakanlığına burada gönderme yapalım.
98
Tutuklu ve hükümlü hakları... Çalıştayı
Yeni konu ve sorunların ele alınması ihtiyacı, örneğin hayatın dinamizminden kaynaklanan çok yeni alanlar var. Bunları yeterince erken teşhis edemediğimiz ve yeterince erken gerek sivil toplum, gerek kamu kurumları olarak müdahil olmadığımız
için konular çözümsüz kalabiliyor. Erken önleme mümkünken, kronikleşen ya da
vahimleşen tablolar ortaya çıkıyor. İşte Suriyeli mülteciler bunun en güzel örneklerinden bir tanesi. Çok yeni bir konu, bir iki yıllık bir konu, daha önceden böyle bir şey
bilmiyorduk, yoktu. Ama ne yapacağız? Bu konu ile ilgili ne yapmamız gerekir? Bu
hayatın dinamizminden ve çalkantılarından gelen yeni konularla nasıl baş etmeliyiz?
Nasıl bu konuları ele almalıyız? Bu da bahsedilen noktalardan biriydi.
Bugünkü toplantının sonuçları, tartışmalar ve içerik basılacak. Bunun faydası, yazılı
metinlerin daha kalıcı olması ve daha çok kesime ulaşmasıdır. Bu, hem tartışmaları
takip edebilmemiz, hem de tarih yaratabilmemiz açısından önem taşıyor. Bu tür toplantıların gelecekte devam etmesi önem taşıyor.
Bu toplantılarımızı Kurumun özellikle kamu ve sivil örgütleri bir araya getirebildiği toplantılar zinciri haline getirebilirsek, aynı zamanda diyalog ve birlikte görüşme
kapısı olacaktır. Zannediyorum, ileriki dönemlerde güncel olan konuları, belki biraz
daha detaylara inerek, daha çerçeveleyerek tartışacağız. Bu konuda önerileriniz olursa, bu toplantıların şekli, düzeni, konuları itibariyle bunu da paylaşmaktan memnuniyet duyarız. TAIEX adlı toplantılar var, Avrupa Birliği Bakanlığı düzenliyor. Biz niye
kendimiz, kendi kurumlarımızla benzeri toplantılar düzenlemeyelim? Kamunun ve
sivil toplum örgütlerinin biraraya getirilmesi için illa ki Avrupa Birliği Bakanlığının
mı bunu yapması gerekir? Biz kendimiz de kamu ve sivil toplumu biraraya getirip, bu
antrenmanları, bu karşılıklı görüş alışverişlerini geliştirebiliriz. Buna altyapımız, her
türlü imkânımız var. Bir şekilde düşünüp organize etmek gerekiyor, Türkiye İnsan
Hakları Kurumu da zannediyorum elinden gelen desteği verecek, bu diyalog toplantılarını düzenleyecek, katkıda bulunacaktır. Hepinizin katılımı için çok teşekkür
ediyorum.
Abdurrahman EREN:
Bundan sonraki çalışmalar için de çok önemli fikirler, ipuçları ortaya çıktı. Biz de
tekrar bütün katılımcılara davetimizi kırmadan geldikleri için, çok değerli fikirlerini
bizimle paylaştıkları için tekrar çok teşekkür ediyoruz.
99
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
101
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
102
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
103
ÇALIŞTAYDAN
CALISTAYDAN FOTOĞRAFLAR
FOTOĞRAFLAR
104
www.tihk.gov.tr
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
0312 472 37 73
“Tutuklu ve Hükümlü Hakları”
“Nefret Söylemi ve İfade Özgürlüğü”
“Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı”
Hakkı ”
ÇALIŞTAYI
12.12.2013