Sayı 72 Ekim 2014 - ATAUM

ATAUM
e-bülten
Yıl 7 - Sayı 72
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Avrupa Gündemi...
EYLÜL 2014
Belçika'dan Mahkumlara
Müebbet Ötenazi
Ötenazi hakkını engellilerle çocukları da kapsayacak şekilde genişleten Belçika, bir kez daha bir ilke imza
attı ve bir mahkûmun ötenazi talebini kabul etti. Böylece "devletin gözetiminde olan" kimseler
“hiçbir baskı altında kalmaksızın” ölmeye karar verebilecek.
Düzenlemeyle ilgili en önemli tartışma konusuysa, özellikle tüm tedavi yollarının tüketilmemesi durumunda böylesi bir
uygulamanın aslında gizli bir idam cezası haline gelecek olması. Üstelik uzmanlara göre, amaç "fiili bir durum" yaratmak
değilse bile devletin mahkûmlara bakım yükünden kaçındığı da böylece ortaya çıkıyor. Zaten yakınlar da endişeli ve tepkili.
‘HAK' MI 'CEZA' MI 'TEMİZLİK' Mİ
Elâ BİLGEN
Belçika'da ötenazi yasasının geniş yorumlanması ve uygulama alanının sık rastlanan kanser gibi ölümcül hastalık vakalarının hayli dışına taşmış olması, daha önce pek çok kez gündeme gelmişti. Nitekim ATAUM E-Bülten'in 52. sayısında engellilere, 65. sayısında da çocuklara yönelik ötenazi uygulamaları ele alınmıştı. Belçika bir kez daha dünyada bir ilke imza attı ve bu defa bir mahkûmun ötenazi talebini kabul etti. Böylelikle devletin gözetiminde olan kimselerin “hiçbir baskı altında kalmaksızın” ölmeye karar verebilmesinin yolu
açılmış oldu. (devamı 3. sayfada)
Yalnız Savaşçı:
Ukrayna
Air France'da Grev
Vakti
Mühdan SAĞLAM
sayfa 4-5
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
sayfa 6
Sakharov Ödülü Adayları
Damla ÜNSEVER
sayfa 7
Eski Dünya’da
Bağımsızlık Rüzgarı
Google Avrupalıları
Unutmaya Başladı
Tartışmalı Komisyon İş
Başında!
Uzay AYSEV
sayfa 10
Betül DİNLER
sayfa 12-13
Emre YÜKSEL
sayfa 14-15
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
‘Hayır,
Teşekkürler’
H. Kardelen IŞIK
sayfa 8-9
Portre: Roald Dahl
Recep Ersel ERGE
sayfa 18-19
2
Haydi Mahkûmlar Hollanda’ya
Onur HAZNEDAR
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
Haydi Mahkûmlar Hollanda’ya
Çoğu mahkûm için hapishaneler kaçılması gereken, acılarla, eziyetlerle dolu bir yer
olabilir. Ancak söz konusu ülke Norveç olunca durumun
biraz değiştiğini düşünenler
var. Zira ülkenin dünyanın en
“insancıl” hapishanelerine
sahip olduğu söyleniyor. Yani, illa mahpus yatacaksan
Norveç’te yat misali. Ancak
buradaki mahkûmlar ve onların yakınları da Norveç Hükümetinin geçtiğimiz günlerde yaklaşık 300 civarında
mah kû mu Hollanda’ya
transfer etme kararı almasında olduğu gibi bazen
üzülebiliyor.
Norveç, beş milyonluk nüfusu ve düşük suç oranları sayesinde hapishanelerinde
mahkûmlara iyi koşullar sağlayabiliyor. Ülkedeki hapse
girme oranı 100 bin kişide
72 iken yeniden suç işleme oranı da yüzde 20 gibi oldukça düşük seviyelerde seyrediyor. Buna rağmen şu anda
hapishanelerin kapasitesi
dolmuş durumda. Bu doluluk
sebebiyle de bin 300 kişi cezasını çekmek üzere sırada
beklemek zorunda. Üstelik
hapishanelerin birtakım yenileme çalışmalarından da
Onur HAZNEDAR
geçmesi gerekiyor. Hal böyle
olunca hükümet de çözümü
mahkûm ihraç etmekte buluyor. Bu kuşkusuz kısa vadeli bir çözüm. Ancak yeni hapishaneler yapılıncaya dek
başka bir çözüm yolu da şimdilik gözükmüyor. Ayrıca hükümetin daha uzun süreli hapis cezalarını öngören politi-
Nasıl olacak?
İki taraf arasında yapılan görüşmelerden çıkan kararlarsa şu şekilde: En başta Hollanda’daki hapishanelerde
Norveç kanunları geçerli
olacak. Yine hapishanenin
yöneticisi Norveçli olurken
gardiyanlar Hollanda’dan
sağlanacak. Saldırgan nitelik te ki mahkûmlarsa
Hollanda’ya gönderilmeyecek. Ayrıca Hollanda hükümeti hiçbir mahkûmu Hollanda topraklarından izinsiz
atamayacak.
Bu uygulamaya en çok karşı
çıkanlar, doğal olarak mahkûm yakınları. Zira yakınlarının başka bir ülkeye nakillerinin gerçekleşmesiyle birlikte görüşmeleri de zora girecek ve akrabalarını görebil-
mek için başka bir ülkeye seyahat etmek zorunda kalacaklar. Ancak Norveçli makamlara göre bu yakınma
pek bir önem ifade etmiyor.
Çünkü Norveç’te işleyen sisteme göre ülkenin kuzeyinde
ikamet eden ve orada bir suç
işleyen mahkûm, cezasını
çekmek üzere güneye gönderiliyor. Ya da tam tersi şekilde bir düzen işliyor. Bu nedenle Hollanda’ya seyahatle
ülkenin bir ucundan öteki
ucuna seyahat arasında bir
fark olmayacak, yani bu
eleştiri ya da endişe yersiz.
Hollanda cephesindeyse bu
uygulamaya karşın halk cephesinde bir korku, bir endişe
durumu hâkim. Şehirlerine
gelecek yeni suçlular şimdi-
kası da sırada bekleyen mahkûmların sayısını belirgin şekilde artıracağa benziyor.
2008’den bu yana mahkûm
oranlarında gözle görülür bir
düşüş olan ve hapishanelerini kapatmayı gündemine
alan Hollanda için de bu
öneri oldukça cazip görünüyor. Hollanda Adalet Bakanı
Fred Teeven’in ifadesiyle
“Norveç’te eksiklik vardı, bizde de fazlalık”. Ayrıca bu durumun vatandaşlarına yeni iş
olanakları sağlaması da Hollanda cephesinin teklife sıcak bakmasına yol açıyor.
den onları rahatsız ediyor.
Ancak anlaşmaya göre, güvenlik tehdidi yaratabilecek
mahkûmlar gelemeyeceğinden ve de Hollandalı makamlara göre bu uygulama
yaklaşık 700 kişiye iş imkânı
sağlayacağından bu endişeler de anlaşmanın önünde
bir engel olmaktan çıkıyor.
Ayrıca Hollandalılar bu tarz
bir uygulamaya yabancı değil. Zira hâlihazırda 550 Belçikalı mahkûm Hollanda’nın
güneyinde, Belçika sınırındaki Tilburg kentinde 2009’
dan bu yana kalıyor.
İki ülke arasında anlaşma konusunda pek bir engel olmamasına karşılık söz konusu
uygulamanın birtakım sorunlara yol açabileceği belir-
tiliyor. Bu noktada Norveçli
sosyolog Thomas Mathiesen
iletişim sorununa dikkat çekiyor. Mathiesen’e göre Hollandalı gardiyanlar pek İngilizce bilmediklerinden, Norveç’ten gönderilecek mahkûmların çoğunluğu yabancı
uyruklu olsa dahi iletişimde
bir aksaklık yaşanabilecek.
Zira böyle bir durumda Norveç ceza sisteminin rehabilitasyona önem veren özelliği
Hollanda’da pek uygulanamayacak. Ayrıca Norveçli
sosyoloğa göre Hollanda’
daki mahkûmlarla Norveç’
teki mahkûmlar farklı imkânlara sahip olacağından
bu uygulama mahkûmlar
arasında bir eşitsizliğe de yol
açabilir.
Norveç’in küçük bir adasına
yapılan bir hapishanede cezasını çekmekte olan mahkûm Morten’in açıklamaları
da aslında her şeyi özetliyor:
“Burada olmaktan dolayı
mutlu olduğumu söylemek
zor. Ancak eğer burası bir hapishane olmasaydı, Norveç
hükümeti herhalde tatiller
için burayı kiralayabilirdi. Tabii ki özgür değilsiniz. Ancak
illa hapishanede olmanız gerekiyorsa, burası harika bir
yer. Burada istediğiniz her şe-
yi yapabiliyorsunuz. İsterseniz deniz kenarında yürüyüş
yapın, isterseniz futbol oynayın, isterseniz balık avlamaya gidin. Hatta yazları kendimize ait kumsalımız bile var.
Oraya gidip güneşin tadını
çıkarabilirsiniz.”
Zaten bunları duyanlar da
hangi mahkûm gitmek ister
Hollanda’ya diye soruyor olmalı. Zira bu onlar için ayrı
bir ceza olabilir. Hatta
asıl/tek ceza.
Burası cezaevi değil ki!
Mathiesen’in mahkûmlar
arasındaki eşitsizlik savından yola çıkarak Norveç’teki
hapishanelere ayrı bir parantez açmakta yarar var. Küçük nüfusu ve düşük suç
oranları sağ olsun Norveç hükümeti mahkûmlarına en
lüks, en modern, en güzel hapishaneleri yapmaktan hiç
çekinmiyor ve kesesinin ağzını olabildiğince açıyor.
Çünkü Norveç ceza sisteminin anlayışı çerçevesinde
önemli olan ceza değil. Esas
olan mahkûmların topluma
yeniden kazandırılması. Bu
nedenle de hapishanelerin
çoğu açık şekilde yapılmış.
Lüks otelleri aratmayacak şekilde özel banyosundan, saunasından tutun da oyun salonlarına, atölyelere kadar
beş yıldızlı bir otelde bulabileceğiniz her şey var bu hapishanelerde. Ancak kuşkusuz en önemli eksiklik, “özgürlük” yok burada. BBC’nin
geçen senelerde yaptığı bir
araştırmaya konuşan ve
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
52 yaşındaki Frank Van Den
Bleeken, ömrünün son 30 yılını hapishanede geçirmiş bir
müebbet mahkûmu. Tecavüz
ve cinayet suçlarından 1980’
lerde hüküm giyen Van Den
Bleeken, cinsel şiddet dürtülerini önleyemediğini ve bu
nedenle hapishaneden asla
çıkamayacağını düşünüyor.
Aslında bir röportajda söylediği kadarıyla hapishaneden
çıkmasının toplum için tehlike oluşturacağı inancıyla tahliye talebinde de bulunmuyor. Ancak hapishanede “çürüyüp gidecek” olmanın verdiği psikolojik acının kendisi
için artık dayanılmaz olduğunu ifade ediyor. Bu nedenle ilk kez 2011’de ötenazi talebinde bulunan mahkûmun
başvurusu, 3 yıllık incelemenin ardından 15 Eylül’de
Adalet Bakanlığı tarafından
onaylandı.
Belçika’da 28 Mayıs 2002’de
Ötenazi Yasası’nın kabul
edilmesiyle birlikte her yıl artan sayılarda ötenazi vakaları yaşandı. Üstelik geçen yıl
bin 807 vakayla ülke, kendi
içinde bir rekor kırdı. Bu hak-
ka büyük oranda ölümcül ve
ciddi fiziksel acı içindeki kanser hastaları tarafından başvurulmasına rağmen Yasa’
nın 3. kısmında belirtildiği
üzere ölümcül olmayan ama
tedavisi de bulunmayan ve
dayanma gücünü aşan fiziksel ve ruhsal acının yaşandığı
durumlar için de ötenazi hakkı tanınıyor. Dayanma gücünü aşan fiziksel acının nasıl
ölçüleceği üzerinde bile uzlaşıya varılamamışken ruhsal acının sınırlarının belirlenmesi konusu, Yasa’nın
uygulanışını iyice yoruma
açık hâle getiriyor. Nitekim
birçok hastanede de ötenazi
başvurularının kabulüyle ilgili farklı uygulamalara rastlanıyor.
Van Den Bleeken’ın durumunda da ölümcül olmayan
bir hastalık ve psikolojik acı
söz konusu. Üstelik mahkûmun, cinsel şiddet dürtülerini
engellemek için bu konuda
uzmanlaşmış bir psikiyatri
merkezinde tedavi edilmek
üzere Hollanda’ya nakledilme talebi, bu yılın başında
Belçikalı yetkililerce redde-
Müebbet Ötenazi
Elâ BİLGEN
dilmişti. Ötenazi taraftarı ya
da karşıtı pek çok kişi olası tedavi imkânlarından mahrum
bırakıldığı gerekçesiyle Bleeken’ın talebinin onaylanmasının yanlış bir karar olduğu
görüşünde. Dayanılmaz psikolojik acı gerekçesiyse
Bleeken kurbanlarının yakınları tarafından şiddetle
red de di li yor. Van Den
Bleeken’ın 1989’daki şartlı
tahliyesi sırasında tecavüz
edip öldürdüğü kurbanının
kız kardeşleri, ötenazi kararının kendilerini dehşete düşürdüğünü söyleyerek, “kardeşlerinin katilinin iyiliği için
uğraşan komisyonların, doktor ve uzmanların hiçbirinin
kendilerine bu ilgiyi bahşetmediğini” ifade ediyor.
Van Den Bleeken vakasıyla,
tüm bu eleştirilerin yanında
ilk defa devlet gözetiminde
olan bir kimsenin Yasa’nın
gerektirdiği şekilde “gönüllü
olarak, iyi düşünülmüş biçimde ve hiçbir dış baskı altında kalmaksızın” ötenazi
kararı verip veremeyeceği
tartışılmaya başladı. Üstelik
mahkumun ihtiyacı olan te-
davi imkanları sağlanmadığından, dolayısıyla tüm tedavi yollarının tüketilmesi gerektiğine ilişkin yasal kriter
karşılanmamış olduğundan
bunu gizli bir idam cezası
olarak yorumlayanlar var. Bu
yılın başında ötenazi hakkının bebek ve çocukları da
içerecek biçimde genişletilmesi, hükümetin sağlık
giderlerinden kaçınmakla
suçlanmasına neden olmuştu. En son 1950’de uygulanan ve 1996’da yasal olarak
kaldırılan idam cezasının ötenazi hakkı tanımak biçiminde fiilen sürdürüleceği endişesini taşıyanlar da mahkûmların bakım yükünden
kaçınıldığını ileri sürüyor. Nitekim Brüksel’deki Avrupa Biyoetik Enstitüsü yetkilileri,
Van Den Bleeken vakasının
hapishane sisteminin ve suçlulara yönelik psikiyatrik bakım hizmetlerinin başarısızlığını gösterdiği düşüncesinde. Yetkililer ötenazinin,
mahkûmların ihtiyaç duyduğu bakımın alternatifi olarak
kullanılmaması gerektiğini
vurguluyor.
dayanılmaz acılar içinde olduğunu ifade ederek Bleeken’ın yaptıklarına karşılık
bu acıları çekmesi gerektiğini öne süren ve ötenaziden
faydalanmasına karşı çıkan
kurban yakınlarında hâkim
olan düşünce de suçun cezasız kaldığı. Beccaria, cezaların vereceği acıdan çok ancak uygulanacağının kaçınılmaz olduğuna ilişkin inançla
etkili olabileceği görüşünde.
Bleeken örneğindeyse hapishane koşulları ve suçlulara yönelik psikiyatrik bakımla ilgili yetersizlikler karşısında mahkûm ölmeyi seçtiğinden, yani cezanın uygulamasını imkânsız hale getir-
diğinden, ceza etkisini kaybetmiş oluyor.
Ötenazi hakkını bu denli geniş biçimde yorumlayan Belçika hükümetinin çocuk hastaların bakım yükünden kaçınmak, şiddet suçlularının
ruhsal tedavisi için yeterli imkânı sağlamamak ve hapishane koşullarında gereken
iyileştirmeleri yapmamak gibi eleştirilere karşı ne gibi önlemler alacağı belirsiz. Kesin
olansa hükümetin yetişkin,
çocuk ya da mahkûm, talep
eden herkese “güzel ölüm”
imkânı tanıması.
Kötü yaşa, güzel öl!
Modern ceza hukukunun öncülerinden Cesare Beccaria,
18. yüzyılda cezaların amacının “ne duyarlı bir varlık
olan insanı üzüp bunaltmak,
ne de işlenmiş olan suçları
yok saymak” olduğunu söylüyordu. Van Den Bleeken’sa
hapishanede “çürüyüp gitmenin” ona kaldırabileceğinden fazla acı verdiği iddiasıyla cezasını çekmeye devam etmektense ölmeyi tercih ederek kendisine verilen
cezanın amacına ulaşamadığını göstermiş oldu. Ayrıca
ancak belirli bir düzeyde acı
çekmekten korkan bir kişinin
yasalara uyacağı, ölümünse
bu korkuyu ortadan kaldıra-
cağı fikrinden hareketle, hastalığı nedeniyle toplum için
bir tehdit oluşturduğunu ve
y a s alara uymanın kendi
kontrolünde olmadığını ifade eden Bleeken’ın bu mazeretini geçersiz kılmak için
devletin hastalığı ortadan
kaldırması gerekmekte. Mahkûmu tedavi amacıyla Hollanda’daki psikiyatri merkezine göndermek yerine ötenazi talebini onaylaması,
devletin bakım yükünü ihmal
ettiği eleştirilerini haklı çıkarmak bir yana, tam da kendi
yasalarına uyulmasını garanti altına almak konusundaki güçsüzlüğünü gösteriyor. Nitekim kendilerinin de
3
4
Yalnız Savaşçı: Ukrayna
Mühdan SAĞLAM
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
Yalnız Savaşçı: Ukrayna
Mühdan SAĞLAM
Uluslararası kamuoyu Ortadoğu’da alev topu gibi ilerleyen IŞİD’e karşı alınacak önlemleri yakından takip etmeye odaklanmışken, Aralık
2013’ten bu yana savaş ve
karmaşanın hüküm sürdüğü
Ukrayna da içinde bulunduğu durumu bir an önce
toparlamak için farklı platformlarda sesini duyurmaya
çalışıyor. Ağustos 2014’te
AB’yi temsilen Almanya
Başbakan’ı Angela Merkel’i
ağırlayan Kiev Yönetimi,
ekonomik yardımları memnuniyetle kabul etmiş, ancak
beklenen silah yardımının
adresinin Brüksel olmadığını
da bu görüşmeyle anlamıştı.
Tam da bu noktandan hareketle, Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko, ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John
Boehner’in Kongre’de konuşma davetini ülkesi için bir
fırsat olarak gördü ve soluğu
Washington’da aldı. Aslında
Amerikan Kongresi'nde yabancı devlet ve hükümet başkanlarına konuşma yapma
imkânı nadir olarak tanınıyor. Bu anlamda son örnek
Mayıs 2013’te Güney Kore
Devlet Başkanı Park Guen
Hey olurken, diğer bir örnek
de 2005’te yine Ukrayna eski Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko davetinde yaşanmıştı.
Nitekim Meclis Başkanı Bo-
ehner, Ukraynalı liderin meclise davet edilmesinin ABD’
nin Ukrayna’ya olan desteğini gösterme isteğinden kaynaklandığını ifade etti.
Amerikan Temsilciler Meclisi’nde Kongre üyelerine hitap eden Ukraynalı Lider,
battaniyeyle savaş kazanılamayacağını, bu nedenle kendilerine bir an önce silah yardımı yapılmasını talep etti.
Yaklaşık 40 dakika süren konuşması boyunca Poroşenko’nun hedef tahtasına koyduğu isimse Rusya Devlet
Başkanı Vladimir Putin’di.
Yaklaşık 5 aydır ara ara ateşkeslerle soluklanılsa da, Ukrayna’nın bölünme tehdidiyle karşı karşıya olduğunu ifade eden Poroşenko, Ukrayna’nın örtük biçimde Rusya’
ya karşı yürüttüğü bu mücadelenin aynı zamanda ABD
ve NATO’nun da savaşı olduğunu yineledi. Ukrayna lideri, ülkesinin içine sürüklendiği iç savaşın en büyük sorumlusunun Rusya olduğunu, dahası Rus silahlarının ayrılıkçı gruplarca kullanıldığının ve Moskova’nın bu grupları silahlandırdığının sır olmadığının altını çizdi. Durum
böyleyken, karşılarında Rusya gibi güçlü bir orduyla mücadele için yeterli teçhizat ve
mühimmat olmadığını sözlerine ekleyen Poroşenko,
ABD’den içerisinde tank ve
füzelerin de olduğu ağır silah
yardımı talebinde bulundu.
Rusya’yla yaşadıkları anlaşmazlığın blok seçimi üzerinden alevlendiğini, Ukrayna’
nın tercihininse AB’yle NATO
’dan yana olduğunun altını
çizen Poroşenko, bu çerçevede NATO’da kendilerine NATO dışı ana müttefik statüsü
verilmesini de istedi.
Poroşenko konuşmasında,
“21. yüzyılın en büyük alaycılığı” olarak Kırım’ın ilhak
edilmesini gösterdi. Rusya’
nın Kırım’ı topraklarına katmasının kabul edilemez olduğunu ve ABD’yle NATO’
nun bu konuda kendilerine
destek olması gerektiğini sıklıkla vurguladı. Soğuk Savaş
bitmiş olsa dahi Rusya’nın
benzer bir algıyla hareket ettiği ve eski Sovyet coğrafyasında farklı bir alternatife yaşam hakkı tanımadığı yönün de ki suç la ma lar da
Poroşenko’nun konuşmasında üst sıralarda yer aldı.
Ko nuş ma sı son ra sın da
Kongre’den büyük alkış alan
Poroşenko’nun Ukrayna’ya
beklediğini alarak gittiğini
söylemekse çok zor. NATO’
da Ukrayna’ya özel müttefik
statüsünün verilemeyeceğini
ilk elden bizzat ABD Başkanı
Barack Obama ifade etti.
ABD hükümet çevrelerine gö-
re, bu ziyaret vesilesiyle Ukrayna'ya 53 milyon dolar daha yardım yapılacak olsa da,
bu kapsamda silah yardımı
yapılması öngörülmüyor.
Amerikan yönetiminde Ukrayna'nın yeteri kadar savaş
mühimmatına sahip olduğu
görüşüne varılırken, Cumhuriyetçilerin Ukrayna'ya silah sevkiyatı yapılmasından
yana oldukları bildirildi. Öte
yandan, Eylül 2014’te ülkedeki ekonomik durumu yerinde incelemesi için Ukrayna’ya bir heyet gönderilmesi
planlanıyor. Benzer biçimde
halihazırda IŞİD’le mücadeleyi öncelediği düşünülürse,
ABD’nin Ukrayna’ya beklediği ağır silahları vermeyi düşünmediği de görülüyor. Gerek ABD kamuoyunun Rusya’
dan ziyade IŞİD’i öncelikli
tehdit olarak görmesi, gerek
Washington Yönetiminin hali hazırda gergin devam
eden Rusya’yla ilişkileri tamamen gözden çıkarmamak
istememesi de Beyaz Saray’
ın bu sessizliğinde etkili olmuş gibi.
Öte yandan, dışarıdan beklediği yardımı istediği ölçüde
alamayan Kiev Yönetimi
aralıklarla şiddetlense de
ayrılıkçılarla vardıkları mutabakat çerçevesinde ateşkese
devam etme eğiliminde. BM
verilerine göre Nisan 2014’
ATAUM
e-bülten
ten bu yana Ukrayna’daki çatışmalarda üç bin 500’ün
üzerinde insan yaşamını kaybetti. Dahası 100 binden fazla kişi de sığınmacı olarak
başta Rusya olmak üzere
komşu ülkelere göç etti. Öyle
ki, 25 Eylül’de Ukrayna parla men to sun da ko nu şan
Poroşenko, son 24 saatte ölü
ya da yaralı haberinin gelmemesini memnuniyetle karşıladıklarını ifade etti. Ancak
önlem olarak da doğu komşusu Rusya’yla sınırları geçici
olarak kapattıklarını duyurdu. Her ne kadar Poroşenko’
nun konuşmasında ayrılıkçıların talep ettiği özerklik statüsüne değinilmese de, yaklaşık iki ay içerisinde Doğu
Ukrayna’ya kısmi özerklik tanıyan bir yasanın hazırlandığı gelen bilgiler arasında.
Bununla beraber ülke içindeki memnuniyetsizliğe sanayi çevreleri de eklenmiş görünüyor. Özellikle Petro
Poroşenko’nun ısrarla AB tercihini bir blok tercihi olarak
EYLÜL 2014
sunması ve Rusya’ya karşı
NATO ve AB saflarında yer almak istediklerini en üst perdeden dile getirmesi, ülke
içindeki kamplaşmayı daha
da tırmandırıyor. Özellikle
Doğu Ukrayna’nın bir sanayi
bölgesi olması ve neredeyse
ticaretinin yarısını Rusya’yla
gerçekleştirmesi ekonomi
çevrelerinde de tedirginlik yaratıyor. Sanayi çevrelerinin
Ukrayna siyasetinde etkili
olacak güce erişmelerinin altındaysa ülkenin 1990’larda
geçirdiği dönüşüm yatıyor.
Şöyle ki, 1990’lar boyunca
tıpkı Rusya gibi çarpık bir kapitalizm modeli uygulayan
Ukrayna’da Rusya’da olduğu
gibi sanayide mevzilenmiş
bir oligark grubu mevcut.
Söz konusu bu grubun yatırımları yoğunlukla Doğu
Ukrayna’da bulunuyor. Üstelik Rusya’dan farklı olarak
oligarklar Ukrayna siyasetinde de çok etkili. Nitekim Ukrayna’daki sayılı oligarklar
içinde sayılan Petro Poroşen-
ko’nun cumhurbaşkanı seçilebilecek güce erişmesi,
oligark-siyaset hattındaki
ilişkinin en net örneği. Buna
bağlı olarak yatırımları ülkenin doğusuna konuşlanmış
oligarklar, artık bir çözüm bulunması ve Rusya’yla ticaretin rayına konulması için Kiev
yönetimine baskı yapmaya
başladı. Yani, Doğu Ukrayna’da yaşanan gelişmeler sadece milis grupların ayrılık talepleriyle şekillenmiyor, buna Rusya’yla ekonomik ilişkileri olan sanayi grupları da
eklenmiş durumda. Üstelik
Poroşenko’nun Temsilciler
Meclisi’nden sadece bol alkışla dönmesi de Kiev için hayal kırıklığına neden oldu.
Öyle ki, yönetimin barış istediğine ilişkin algıya gölge
düşmekle kalmadı, ülke içerisindeki memnuniyetsizlik
de arttı.
Kısacası, Ukrayna’da neredeyse bir yılını dolduracak
olan AB mi Rusya mı krizi henüz çözüme kavuşmuş değil.
Yalnız Savaşçı: Ukrayna
Mühdan SAĞLAM
Her ne kadar Ukrayna AB yolunda hızla ilerleme ümidi
taşıyorsa da, bunun ağır bir
bedeli olduğu bu zaman zarfında kendini gösterdi. Mart
2014’te Kırım’ın Rusya’ya katılması bunun en net örneğini sunarken, Doğu Ukrayna’daki can kayıpları ve istikrarsızlık içinse tarafların uzlaştığı bir formül henüz masada görünmüyor. Özetle,
AB ve ABD’den beklediğini
bulamamanın yanında ülke içinde yaşanan siyasi kamplaşma ve çözüm baskısı da Kiev yönetimi için tünelin
ucunda hala ışık olmadığını
gösteriyor. Üstelik dünya kamuoyunun gözlerini yeniden
Ortadoğu’ya çevirmiş olması, sadece Ukrayna’yı gündemden düşürmüyor, bir yönüyle de “savaş ama battaniyeden başka yardım bekleme” anlamına geliyor. Yani
görünen o ki, Ukrayna “azılı
düşman” ilan ettiği büyük doğu komşusuna karşı yalnız
mücadele etmek zorunda.
5
6
Air France'da Grev Vakti
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
Air France'da Grev Vakti
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
Fransa’nın ünlü havayolları
firması Air France, Eylül’de
bir greve ev sahipliği yaptı.
Grevin sebebi Air France’ın
diğer firmalarla yaşanan rekabet sebebiyle kısa ve uzun
vadeli uçuşlarda daha uygun
fiyatlara sahip olan Transavia şirketine ağırlık gösterme kararı alması. Pilotların
bağlı oldukları üç sendika,
bu kararın ve maliyetleri
azaltma politikasının pilotları da etkileyecek olmasından
ve eski haklarını kaybetmelerinden ya da yeni koşulları
kabul eden pilotların işe alınıp eskilerinin işlerine son verilmesinden endişe duyuyor.
Pilotların 15 Eylül’de başlayan grevi tarifeli uçuşların ya-
rısının iptal edilmesine ve Air
France’ın günlük ortalama
10-15 milyon Euro zarar etmesine yol açıyor. Ayrıca eylemin ilk gününden itibaren
firma borsada yüzde 3.45 değer kaybetti. Firma bu grev
ve yaşanan zarar nedeniyle
Transavia projesini Aralık’a
kadar erteleme kararı alsa
da bu karar pilotlar ve sendika için yeterli bir sonuç değil
ve geri adım atmayı düşünmüyorlar. Fransa Başbakanı
Manuel Valls’sa grevin gereksiz ve anlamsız olduğu,
hem Fransa’nın hem de firmanın imajını zedelediği yönünde yorum yaptı. Almanya’da da hem Lufthansa hem
de ona bağlı düşük fiyatlı
Germanwings hava yolu firmalarında Ağustos ve Eylül
aylarında grevler yaşandı.
Bu grevlerin sebebi de sendikayla firmalar arasında toplu
sözleşme konusunda uzlaşma sağlanamaması. Özellikle, emeklilik yaşının yükseltilmesi sendikanın tepki
verdiği konular arasında.
Yıllarca süren Avrupa emek
ve demokrasi mücadelesi günümüzde tersine işliyor gibi.
Bu mücadele sonucunda
emeğin yükselen değeri, günümüzde gitgide değersizleştiriliyor. Rekabet politikaları yüzünden birçok ülkede
firmalar maliyetleri düşürme
endişesi duyuyor ve işverenler öncelikle çalışanların ma-
aşlarını ve haklarını gözden
çıkarıyor. Özelleştirme uygulamalarıyla beraber günümüz emekçileri düşük maaşlarla ve kısıtlı haklarla çalışmak zorunda bırakılıyor. Ancak yine emek ve demokrasi
mücadelesinin mirası olarak
sivil toplum örgütleri emeğin
ve emekçinin değerinin korunması adına çalışmalarını
sürdürerek geçici başarılara
imza atabiliyor. Fakat kapitalizm son yüzyıldaki krizlerine rağmen, emeği ve emekçinin taleplerinin gidişatı
etkilemede dikkate alındığını söylemek zor.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara
Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Eylül 2014
10 ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2014
Sakharov Ödülü Adayları
Damla ÜNSEVER
Sakharov Ödülü Adayları
Damla ÜNSEVER
“Barış, kalkınma, insan hakları – Bu üç amaç ayrılmaksızın birbirlerine bağlıdır. Diğer ikisi yok sayılarak bu
amaçlardan birine ulaşmak
imkansızdır.” Bu sözler, Sovyet hidrojen bombasının
babası olarak bilinen 20. yüzyılın önemli insan hakları savunucularından biri olan
ünlü fizikçi Andrey Sakharov
’a ait. 1975te Nobel Barış
Ödülü’nü kazanan Sakharov’un belki de en büyük pişmanlığı hidrojen bombasını
yapmak olmuştu. Nitekim
1961’de Kruşçev’in hidrojen
bombasının atmosferde denenmesi fikrine şiddetle
karşı çıktı ve nükleer silahların azaltılması gerektiğini savundu. Ayrıca Sovyetler’in
Afganistan’ı işgaline karşı çıkan ünlü bilim insanı, ülkesinde insan haklarının gelişmesi için mücadele etti. Rejime karşı aldığı tavır ve yaptığı eleştiriler rejim yanlıları
tarafından vatan haini olarak anılmasına neden oldu
ve uzun bir süre sürgünde yaşadı. Ancak Sakharov, ölümünden sonra da bir insan
hakları savunucusu olarak
yaşatılmaya devam etti.
Ölümünden 3 yıl sonra 1988
’de Avrupa Parlamentosu tarafından Sakharov Düşünce
özgürlüğü ödülü verilmeye
başladı. Ödül, Avrupa Parlamentosu’nun ta nı mıy la
“hoşgörüsüzlüğe, fanatizme
ve sistematik baskıya karşı direnen ve mücadele eden kişileri onurlandırmayı” amaçlıyor. Adaylarsa Avrupa Parlamentosu üyeleri tarafından seçiliyor. İlk yıl Nelson
Mandela’ya verilen ödül,
2011’de Arap Baharı aktivistlerine, geçen sene de kız çocuklarının eğitimi için mücadele veren ve Taliban tarafından vurulan 16 yaşındaki
Pakistanlı Malala Yusufzay’a
verildi. Bu seneki adaylarsa
23 Eylül’de belli oldu. Her ne
kadar düşünce özgürlüğü
ödülü olarak anılsa da, Sakharov ödülünün genellikle
demokrasi ve insan haklarını
savunan yani “Avrupa siyasi
sistemini benimseyen” kişi ve
kuruluşlara verildiği gayet
açık bir durum. Bu ödül dünya üzerinde solmaya yüz tutmuş insanlığa bir damla su
olabilen insanlara hak ettikleri saygının verilmesi açısından önemli görenler de çoğunlukta.
Andrey Sakharov’un sözleriyle birbirinden ayrılmaz değerler olan barış, kalkınma
ve insan hakları için mücadele eden 2014 yılı Sakharov
Düşünce Özgürlüğü Ödülü
adaylarıysa şöyle: Geçtiğimiz Temmuz’da hapse atılan
Azerbaycanlı insan hakları
aktivisti Leyla Yunus; Hristiyan azınlıkları koruyan örgüt ler (CHREDO, O pen
Door, Aid to the Churc in Need, Oeuvre d’Orient); ülkelerindeki polis şiddetine tepki gösterdikleri için hapse atılan Faslı rapçi Mouad
Belghouate ve Tunuslu rapçi
Ala Yaacoubi; Mısır devriminin sembollerinden biri haline gelen aktivist Ala Abdülfettah, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde Panzi
hastanesini kuran, burada tecavüze uğrayan kadınlara
yardım eden ve BM İnsan
hakları ödülü gibi birçok
ödüle sahip olan jinekolog
Denis Mukwege; İslam toplumlarında kadın haklarının
savunucusu ve kız çocuklarının sünnet edilmesine karşı
mücadele veren Somali asıllı
ABD vatandaşı Ayaan Hırsi
Ali; Irak’ta din özgürlüğünü
savunan ve IŞİD tarafından
öldürülen hukuk profesörü
Mahmud El-Asali; Kerkük’
teki dini gruplar arasında uzlaşıyı sağlamak için çalışan
Katolik Keldani Patriği Louis
Raphael Sako ve Ukrayna
Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in AB-Ukrayna ortaklık
anlaşmasını imzalamak yerine Rusya’yla yakınlaşması sonucu 21 Kasım 2013’de protestolara başlayan ve ülke genelinde yayılan EuroMeydan
hareketi.
Sonuçlar Ekim’de açıklanacak olsa da şimdiden en güçlü aday EuroMeydan hareketi gibi gözüküyor. Krizin ilk gününden bu yana devam
eden hareket, farklı meslek
gruplarından birçok ismi bir
araya getirdi ve ülke geneline yayıldı. Hareketi en güçlü
aday kılan özelliğiyse, kuşkusuz sık sık vurgulandığı gibi tarihteki en büyük Avrupa
yanlısı hareket olması. Ayrıca merkez sağ Avrupa Halk
Partisi (EPP) Başkan Yardımcısı Jacek Saryusz-Wolski ve
52 milletvekili tarafından
aday gösterilirken ödülün demokrasi ve özgürlük için yalnız savaşan Ukrayna halkına
güç vereceğinin belirtilmesi
de bu hareketin AB için önemini belirtiyor. Kazanması durumunda hareketi Afgan
asıllı Ukraynalı gazeteci
Mustafa Nayem, 2004’te Eurovision yarışmasını kazanan Ruslana Lijiçko, gazeteci
Tetiana Chornovol ve aktivist
Yelyzaveta Schepetylnykova
temsil edecek.
27 yıldır insan hakları savunucularına verilen bu ödülün
ve gösterilen adayların önemini bir başka açıdan değerlendirecek olursak, son yıllarda tüm dünyada süregelmekte olan demokrasi, özgürlük ve insan hakları gösterileri akla geliyor. Zira arkasındaki siyasi nedenler ve
dış müdahaleler tartışmaya
açık olsa da, Arap ülkelerindeki ve Ukrayna’daki eylemler başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinde verilen
mücadeleler günümüzün en
önemli sorunları olarak görülüyor. Buna göre, köktenci
terör örgütlerinin sayısının
artması ve birçok ülkede etnik ve dinsel ayrımların çoğalması da durumu daha fazla kötüleştiriyor. Bu nedenle
insan hakları eğitiminin daha çok yaygınlaşmasının ve
insan hakları savunucularının desteklenmesinin daha
da önem kazandığı düşünülüyor.
7
8
‘Hayır, Teşekkürler’
H. Kardelen IŞIK
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
‘Hayır, Teşekkürler’
H. Kardelen IŞIK
Tüm dünyanın ilgiyle beklediği ve izlediği İskoçya referandumu 18 Eylül 2014’te yapıldı. Dünya kamuoyunda,
William Wallace’ın “freedom
(özgürlük)” nidasında sembolleşen bağımsızlık isteği,
“şimdilik” birlik içinde kalma
kararıyla sonuçlandı. İskoçyalı seçmenler “İskoçya’nın
bağımsız bir ülke olmasını kabul ediyor musunuz?” sorusuna evet veya hayır gibi
“basit” görünen cevaplar-
dan birini yüzde 44.6’ya karşı yüzde 55.3’le hayır yönünde vermiş olsa da, sonucunun bundan çok daha derin
olacağı sürecin en başından
beri belliydi. Nitekim, olası
evet ihtimalinin sonuçlarının
çeşitli nedenlerden dolayı daha girift olacağı tartışmaları
yapılsa da hayır sonucuyla
da Birleşik Krallık’ta statükonun eskisi gibi devam edemeyeceği de kesin.
Avrupa ve Britanya siyaseti-
nin geri kalanına bakıldığında, İskoçya’nın ayrılık isteği
görece yeni sayılabilir. Belçika’da Flamanlar, İtalya’da
Kuzey Birliği, Fransa’da Korsika, İspanya’da ETA’yla ve terörle gündeme gelen Bask ve
Kasım 2014’te referanduma
gideceğini Eylül sonunda kesinleştiren Katalonya, öteden beri sıklıkla bağımsızlık
isteklerini dile getirenlerden.
Birleşik Krallık’ta ayrılıkçılık
ve bağımsızlık denilince akla
ilk Kuzey İrlanda Katolikleri
gelse de, İskoçya deneyimi
ve geleceğiyle bu ilişkilerin
artık yeni bir boyutta tartışılması gerektiğinin altını çizmek gerek. Öte yandan, Birleşik Krallık’ın iç siyasetindeyse özellikle İskoçya için
hiçbir şeyin “eskisi gibi” kalmayacağını söylemek fazlasıyla mümkün.
lamentoyla yönetilmeye başladı. Bu yeni krallığın adıysa
Büyük Britanya’ydı.
İskoçlar, 1715 ve 1745 tarihlerinde tacı ele geçirmek
amacıyla ayaklansalar da başarılı olamadılar. İskoçya için
uzun yıllar kendi kendini yönetme hakkı bir yana kendine ait bir parlamentosu olmadan geçti. Ancak, 1978’te
Birleşik Krallık’ta yetki devri
(devolution) meselesi gündeme geldiğinde özerklik
için küçük de olsa bir ışık yanmış oldu.
1978’de İskoçya ve Galler
için ayrı ayrı çıkartılan ve yetki devrini öngören yasalar
çerçevesinde, 1 Mart 1979’
da yapılan referandumda
söz konusu yasaların hayata
geçirilmesinin istenilip istenilmediği soruldu. İskoçlar,
yüzde 51.6’yla yetki devrini
öngören yasaların hayata geçirilmesini istedilerse de hemen toplamda istenen çoğunluk sağlanmadığı için
hem de Galler halkının yüzde 79.7’sinin de hayır demesiyle yetki devri gerçekleşemedi.
İskoçya, yetki devrinin yanında kendi parlamentosuna da
1997’de yapılan referandumla sahip oldu. Referandumda Galler’e yalnızca kendi parlamentosuna sahip olmak isteyip istemedikleri
sorulurken, İskoçya’ya -eğer
parlamentoya da evet cevabı
verirlerse- İskoç Parlamentosu’nun vergileri değiştirme
yetkisine sahip olabilmesi seçeneği de sunuldu. Böylelikle, İskoçya’nın Birleşik Krallıktaki “ayrıksı” konumu adeta referandum sorularıyla
belirginleşmiş oldu. 1997 referandumu sonuçları çerçevesinde 1999’da da 129
üyeli İskoçya Parlamentosu
kuruldu. Yetki devri uyarınca,
Birleşik Krallık parlamentosu
ve hükümetinin sahip olduğu yasama ve yürütme yetkilerinin bir bölümü bu parlamen to ya devredildi. Bu
adım, İskoçya’yı bağımsızlık
referandumuna taşıyacak
olan en önemli kilometre taşlarından biri oldu.
307 yıllık birliktelik
Referandum kararının alındığı 2012’den bu yana “evet
ve hayır” sorusunun muhatabı olacak olan İskoç halkının istekleri ve ayrıldığı
kamplardan daha çok büyük
tablo olan Birleşik Krallık ve
İskoçya’nın geçmişindeki parametrelere atıf yapıldı. Böylelikle, her iki halkı aynı çatı
altında “buluşturan” tarihsel
süreç, gerek Avrupa’daki
“ayrılıkçılar” için gerekse
olası sonuca göre bundan çıkarılacak dersler için ayrı bir
önem kazanmış oldu. Ancak
yine de çıkan “hayır” sonucuyla, W. Wallece’a karşı Edward the Lonshanks’in zaferi
indirgemeciliğine düşmemek gerek.
1707’den bu yana süren birlikteliğin tarihine kısaca bir
göz atmak gerekirse, Britanya adasının kuzeyindeki varlıkları M.S. 5. yüzyıla dayanan İskoçlar, adayı tek bir yönetim altında birleştirmek
idealinde olan I. Edward’a
kadar İngiliz tehdidinden görece uzak, bağımsız bir
krallığa sahipti. İskoçya’nın
bağımsızlığı, İngiltere Krali-
çesi I. Elizabeth’in varis bırakmadan ölmesine kadar
zaman zaman tehdit altına
girdi. Bu dönemde İskoçya
büyük ölçüde bağımsızlığını
korusa da, uzun ve sert geçen İngiliz- İskoç savaşları yaşandı. I. Elizabeth’in en yakın
akrabası olan İskoçya Kralı
VI. James, I. James adıyla
1603 yılında İngiliz tacını giydi. Böylelikle, İskoçya’yı da
Londra’dan yönetmeye başladı. 12. yüzyıldan bu yana
dereceleri değişmekle birlikte İrlanda halihazırda İngiliz
tacı altındaydı ve merkezden
yö ne ti li yor du. Galler ’se
1536’da İngiltere’yle siyasi olarak birleşti. İskoçya için
“Taçların Birliği” adı verilen
bu dönemde, I. James’in İngiltere ve İskoçya’yı siyasi ve
hukuki olarak birleştirme
çabaları sonuç vermedi; iki
ülke tek bir kral altında varlığını devam ettirdi.
1707’yse İskoçya için asıl kırılma noktası oldu. 1 Mayıs’
ta, İngiliz ve İskoç Parlamentoları tarafından kabul edilen Birleşme Yasası (Act of Union) ile iki krallık tek bir par-
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
‘Hayır, Teşekkürler’
H. Kardelen IŞIK
9
Referandumu sürecine nasıl/neden gelindi?
Galler’in 2011’de yasama
yetkisi kazanan 60 üyeli parlamentosuyla, Kuzey İrlanda
’nın 1921’de kurulmuş olsa
da 1972’de kapanan ve tekrar tekrar askıya alınan 108
üyeli parlamentosunun yanında 129 üyeli ve daha geniş yetkilere sahip parlamentosuyla “İskoç cininin Birleşik Krallık şişesinden çıkmaya başladığı” ortadaydı.
Yine de İskoçya’yı ayrılma referandumuna kadar getiren
koşullar özellikle Avrupa’
daki diğer örneklerine hiç
benzemiyor. Zira İskoçya’da
IRA ya da ETA gibi oluşumlar
hiçbir zaman söz konusu olmadı. Öyle ki Edinburgh’yla
Londra arasında “muadillerinde” olduğu gibi bir çatışma da söz konusu olmadı.
Birleşik Krallık içindeki Kelt
uluslardan biri sayılan İskoç
ulusunu Londra hiçbir zaman reddetmedi; Kraliçe ve
Westminister’a sadakatle
bağlılık olduğu sürece İskoç
milliyetçiliğinin de “birlik
içinde” zararı yoktu. Referandum sürecinde evet kampı tarafından adeta sosyalist
bir havayla İskoçya için Birleşik Krallık içerisinde “sömü-
rülme” ve ya “zenginlikfakirlik” göndermeleri yapılsa da, ekonomik sayılabilecek en önemli unsur yüksek
vergiler, devletten alınan düşük gelir payı ve Kuzey Buz
Denizi’ndeki petrol yataklarının sahibi olarak 60’larda
Norveç’in gerçekleştirdiği çıkışı tekrarlama ideali. Bütün
bunlara rağmen İskoçya’nın
İrlanda ve Galler’den farklı
olarak hem uzlaşıyla hem de
daha fazla imtiyaz içeren konumuyla birlik saat gibi işlemiyordu. Muhafazakar Parti
politikaları ve Thatcher’dan
bu yana neo-liberal politikalara duyulan tepki, öteden
beri güçlü olan sosyal-demokrat damarla ve biraz da
2008 krizinin etkisiyle birleşti. Westminster’la ilişkilerinin
ekonomiyle bağlı ince bir çizgide olması, milliyetçi talepler için bardağı taşıran son
damlaydı. Bu belirsizlikle birlikte “kendi başlarına daha
iyi durumda olacakları inancı” İskoçya’da bağımsızlık talebine desteği giderek arttıran en önemli tetikleyici oldu. Bu nedenle, bağımsızlık
referandumu için geriye İskoçya bölgesel hükümetinin
başbakanı ve aynı zamanda
İskoç ulusalcı hareketinin lideri Alex Salmond’un maharetiyle Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron’ın alacağı risk kalmıştı.
İskoçya’da 2000’li yılların
başlarından itibaren İskoç
milliyetçiliği üzerine siyaset
yapan partiler başarılarını giderek arttırmışlardı. Böylelikle, referandumun ayak sesleri sekiz yıllık İşçi Partisi
hakimiyetine Mayıs 2007 seçimlerinde son veren İskoç
Ulusal Partisi’nin (SNP) iktidara gelmesiyle duyulmaya
başladı.
Şubat 2010’da İskoç Hükümeti Alex Salmond önderliğinde bağımsızlık referandumunu öneren bir yasa tasarısı hazırladıysa da, muhalefet
buna karşı oy kullandı. Böylelikle bağımsızlık yolundaki
ilk “resmi” adım hayata geçirilemedi.
Mayıs 2011 seçimlerinde bağımsızlık sözü veren manifestosuyla iktidar partisi SNP
bir kez daha zafer kazandı.
Koltuk sayısını da 47’den
69’a çıkaran SNP, önündeki
beş yıllık iktidar süreci içerisinde de bağımsızlık referan-
dumu sözünü bir kez daha
tekrarladı. Salmond, 10
Ocak 2012’de BBC’ye verdiği röportajda ilk defa referandum için 2014 sonbaharını işaret ettiyse de Birleşik
Krallıkla bir anlaşma henüz
söz konusu değildi. 25 Ocak
2012’de Alex Salmond’un
seçmenlere sorulacak olan
“İskoçya’nın bağımsız bir ülke olmasını kabul ediyor musunuz?” sorusunu açıklamasıyla bir yandan İngiltere’yle
İskoçya arasındaki ipler iyiden iyiye gerilirken hem İskoçya’da hem de İngiltere’
de siyaset ikiye bölündü. Yine de 21 Mart 2013’te “en
azından” referandum yapılacağı konusunda uzlaşıldı.
Nihayet, 12 Ekim 2012’de
Birleşik Krallık ve İskoç Hükümeti arasında yapılan müzakereler sonuç verdi. Hemen ardından, 15 Ekim’de İskoçya yönetiminin Birleşik
Krallık’tan bağımsız hale gelmesini amaçlayan referandumun temel anlaşması
Edinburgh’da imzalandı. Böylelikle gözler, 18 Eylül 2014’
e çevrildi.
rektiği görüşündeydi. Öte
yandan duruma “daha duygusal” yaklaşan bağımsızlık
karşıtlarıysa İngiltere İşçi Partisi milletvekili Alistair Darling’in yürüttüğü “Better Together” (Birlikte Daha İyi)
kampanyası altında toplandı
ve bağımsızlığa “No, Thanks
” (Hayır, Teşekkürler) karşılı-
ğını verdi. Bunun yanında
Westminster’ın üç büyük partisi de bağımsızlığa karşı birlikte hareket ederek İskoçya’nın birlikte kalma kararı
vermesi durumunda özerk
yetkilerinin arttırılacağı vaadinde bulundu.
mel kazanımı olan daha geniş yetki devri vaadi için
Westminster salt İskoçya’ya
değil, Kuzey İrlanda, Galler
ve İngiltere’ye de söz vermişti. 2015’te yetki devrine dair
“İskoçya Yasası” çıkartılması
öngörülüyor olsa da Mayıs’
ta genel seçimlerin yapılacak
olması ve Cameron’ın esaslı
bir anayasa değişikliği isteği,
hem İskoçya’nın kazanımlarını derinleştirebilir hem de
yasanın kabulünü erteletebilir gözüküyor. Bunun yanı
sıra, yetki devrinin genişletilmesi sözüyle bir kez daha
“West Lothian Sorunu” diye
adlandırılan mesele gündeme geliyor. Bu sorun iki farklı
sınıf milletvekili yaratıyor ve
böylelikle İskoçya, Galler ve
Kuzey İrlanda milletvekillerine nüfusunun yüzde 85’inin
yaşadığı İngiltere’ye dair oy
ve karar hakkı verilirken tersi
mümkün olamıyor. Bu nedenle referandumdan çıkan
hayır sonucu merkezi yönetim için ne siyasi ne de idari
kaygıları önleyebilmiş durumda.
Süreç ulus-devlet özelinde siyasi otoritenin niteliğine dair
sorunları gün yüzüne çıkarırken tüm dünyaya da daha enternasyonal bir devlet inşası
konusunu da bir kez daha
sorgulatacağa benziyor. Öyle ki, olası 2017 referandumu AB’ye de ulus-devlet ötesi bağlamını ve gücünü de
sorgulatacak cinsten. Birleşik
Krallık süreçte havuç ve değneği birlikte kullanmayı ihmal etmese de şimdilik kapanan bağımsızlık konusu
Alex Salmond’un olası selefi
Nicola Sturgeon’un daha
şimdiden olası referandum
için gündemde. 2017’de Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunmayı düşündüğü bir süreçte, ada içinde
AB yanlılarının asıl olarak İskoçlar olduğu göz önünde
bulundurulduğunda bağımsızlık ateşinin kıvılcımları bir
süre daha Birleşik Krallık’ı
yakabileceğe benziyor.
Evet ya da hayır
Referanduma dek sürecek
olan evet ve hayır kampanyaları sırasıyla Mayıs ve Haziran 2012’de henüz müzakereler ve görüşmeler sürerken başlatıldı. O tarihten Eylül 2014’e değin temel argümanlarda da önemli bir değişiklik olmadı. İskoçya’da
bağımsızlığı savunmak ama-
cıyla düzenlenen en büyük
kampanya olan “Yes Scotland” (Evet İskoçya), temel
olarak eğitim, sağlık, belediye hizmetleri ve ulaşım gibi
alanlarda kısmi özerkliği yeterli görmeyerek “her kuşağın bir kere yakalayabileceği
bir fırsat” olarak İskoçya’nın
zincirlerinden kurtulması ge-
Birlikte daha iyi mi?
Cameron, daha müzakere
sürecinde Salmond’un referandum için üçüncü bir seçenek olan daha geniş bir
özerlik önerisini evet ya da
hayıra indirgemişti. Birleşik
Krallık ve İskoçya’da halkın
seçimlere aktif katılım oranlarının düşüklüğüne güvense
de özellikle son üç ayda yapılan kamuoyu yoklamalarında evetçilerin %29’dan
40’lara kadar artış göstermesi alınan riski gözden
geçirtti. Bu nedenle, kampanya süreci Cameron’ın daha geniş yetki devri vaadiyle
bitti. Nitekim “Cameron’ın
kalbi kırılmadı” ama çıkan sonuçtan sonra Salmond hem
başbakanlıktan hem de İskoç Ulusal Partisi’nden istifa
edeceğini açıkladı. 18 Eylül’
de 16 yaş üzeri 4.1 milyon
seçmenden sayısı 500 binden az olan kararsızlar referandumun sonucunu yüzde
44.7’lik evet oyuna karşılık
“hayır”la belirledi.
Referandumdan evet çıkma-
sı halinde Londra’yla bir müzakere süreci başlayacak,
sterlinin kullanımı, İskoçya’
nın AB ve BM üyeliği, ekonomik çevrelerin tutumu, Kuzey
Denizi petrollerinin paylaşımı ve bağımsız İskoçya’nın
nasıl bir ülke olacağı konuları için belirsizlikle dolu bir süreç söz konusu olacaktı. Bu
nedenle İskoçya’nın -bu konular açıklığa kavuşturulmasa bile- tam anlamıyla bağımsız olması 24 Mart 2016’
yı bulacaktı.
Evet tarafında “kendi kaderini tayin hakkı”, hayır tarafındaysa “birlik ruhuyla barışık
olarak sürecin belirsizliğine
karşı olma” ön plana çıktıysa
da, aslında her iki taraf da argümanlarını temelde ekonomik rasyonalite üzerine kurmuştu. Şimdilik bağımsızlık
hayalleri rafa kalktıysa da Birleşik Krallık’ı en az “olası bağımsız İskoçya” kadar belirsiz bir sürecin beklediğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Referandum sürecinin en te-
Dünya’da Bağımsızlık Rüzgarı
10 Eski
Uzay AYSEV
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
Eski Dünya’da Bağımsızlık Rüzgarı
Uzay AYSEV
Son yıllarda Avrupa ve Orta
Doğu’da esen bağımsızlık
rüzgarı, İspanya’yı da etkisine almış görünüyor. 19
Eylül’de başarısız olan İskoç
referandumundan sonra,
İspanya’nın özerk bölgesi Katalonya da bölgesel meclisin
19 Eylül’de aldığı kararla bağımsızlık için referandum
yapma yolunda. Katalonya
Başkanı Artur Mas’ın da 27
Eylül’de verdiği onayla, referandumun 9 Kasım tarihinde
yapılması kesinleşti. Bu bağlamda, Katalan halkına sorulacak iki soru “1) Katalonya’nın bir devlet haline
gelmesini istiyor musunuz?
cevabınız evetse 2) bağımsız
bir devlet olmasını istiyor
musunuz?” olarak belirlendi. Katalonya’nın bu hamlesi İspanya merkezi hükümetine açık bir meydan okuma
olarak görülebilir. Nitekim
İskoçya’daki durumun aksine, Nisan’da İspanya Parlamentosu’nda yapılan oylamada Katalonya’nın bağımsızlık referandumu talebi ezici bir çoğunlukla reddedilmişti. Bu reddin en önemli sebebi 7.5 milyon kişinin yaşadığı Katalonya’nın, bağımsızlığı halinde, halihazırda
ekonomik krizden çıkış yolu
arayan İspanya’nın gayrı safi
milli hâsılasının beşte birini,
toplanan vergilerinse dörtte
birini beraberinde götürecek
olması. Krizden çıkmak için
merkezi hükümetin uyguladığı kemer sıkma politikalarının İspanya’nın kalanına
oranla çok daha refah içerisinde yaşayan Katalanların
bağımsızlık isteklerini kamçıladığı aşikâr.
Daha önce de birçok kez Katalonya’nın bağımsızlığına
izin verilmeyeceğini açıklayan İspanya hükümet yetkililerinin referandum kararını
İspanya Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi bekleniyor.
Bu hamleyi öngören Katalan
Meclisi referandumu gerçek
bir referandumdan ziyade
bağlayıcılığı olmayan bir
halk oylaması olarak tanımlayarak hükümetten gelecek
yasal adımlardan korunmayı
amaçlıyor. Yasal olarak bağlayıcılığı olmasa da, son zamanlarda yapılan kamuoyu
yoklamalarının gösterdiği gibi Katalanların çoğunluğunun bağımsızlığa evet demesi halinde olacakları şu aşamada kestirmek güç. İspanya Anayasa Mahkemesi’nin
konuyla ilgili müktesebatını
inceleyince söz konusu referandum ve Katalonya’nın bağımsızlığı konusunda nasıl
bir tavır alacağını tahmin etmekse son derece kolay.
Mahkeme, en son olarak
Mart’ta aldığı kararla, Katalan Meclisi’nin oybirliğiyle kabul ettiği Egemenlik Deklarasyonu’nun Katalanların
milli egemenliğini ilan eden
maddesini İspanya Anayasası’nın İspanyol milletinin
bölünmez bütünlüğünü ve
egemenliğini garanti altına
alan birinci ve ikinci maddelerine aykırı bulmuştu. Mahkeme benzer olarak Deklarasyon’un “Katalanların seçim hakkı” atfının İspanya
Anayasası’na aykırı bir hakkı
içeremeyeceğini belirtmiş ve
dolaylı olarak Katalonya’nın
bağımsızlığının anayasaya
aykırı olacağının sinyalini vermişti. İspanya hükümetinin
ve Parlamentosu’nun konuyla ilgili görüşleri göz önüne
alındığında, Katalanların bağımsızlık taleplerinin önünü
açmak için yapılacak bir
anayasa değişikliği ihtimaller dâhilinde bulunmuyor.
Uluslararası Adalet Divanı,
2010’da Kosova’yla ilgili vermiş olduğu danışma görüşünde, uluslararası hukukun
bağımsızlık ilanlarına yönelik herhangi bir sınırlama
içermediğine hükmetmişti.
Çok tartışılan bu kararın yanında, bağlayıcılığı olmayan
birtakım ilkeler de devletlere
bu konuda yol göstermekte.
Bu ilkelerden yasal olarak
statüsü en tartışılmaz olanıysa, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda ve Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde (ICCPR) atıf yapılan ve dahili ve harici olarak ikiye ayrılan milletlerin
kendi kaderlerini tayin hakkı. Kendi kaderini tayin hakkının dış boyutu yani bağımsızlık hakkı, sömürgeci veya
yabancı bir milletin tahakkümü altında yaşayan milletlerin sahip olduğu bir hak
iken, iç boyutuysa halihazırda var olan devletler içindeki
kültürel azınlıkları ve sahip
olacakları statüleri ilgilendirmekte. İşte bu nedenle Katalanların sahip oldukları kültürel azınlık statüsünün bağımsızlık taleplerine cevaz
vermediği görüşü yaygın. Buna göre iç boyutu itibariyle
kendi kaderini tayin hakkı,
söz konusu halka bağımsızlık
değil ICCPR’ın 27. maddesinde de belirtildiği gibi kültürlerini ve dinlerini yaşama
ve kendi dillerini kullanma
hakkı veriyor. Üstelik uluslararası hukukun bir diğer
önemli ilkesi olan ulusal sınırların bütünlüğü ilkesiyle
çatışmadığı için bu anlayış
devletlerce daha çok kabul
görmekte. Kanada Anayasa
Mahkemesi’nin Quebec’in
bağımsızlığıyla ilgili aldığı kararda da belirttiği üzere,
uluslararası hukukun ilkeleri, harici kendi kaderini tayin
hakkına sadece bir halkın
baskı altında tutulduğu ve politik, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kendini geliştirmesinin engellendiği durumlarda başvurulabilir.
Elbette uluslararası hukukun
en büyük zaafı olan yaptırım
eksikliği sebebiyle devletler
ulusal çıkarları gerektirdiği
zaman bu prensipleri çiğnemek konusunda herhangi bir
çekince duymuyor. Bu uluslararası hukuku ve hukukun
üstünlüğünü her fırsatta dile
getiren AB ülkeleri için de geçerli. Örneğin 2008’de ba-
ğımsızlığını ilan eden Kosova’yı, İspanya, Kıbrıs, Romanya, Slovakya ve Yunanistan dışındaki bütün AB
üyeleri tanımış durumda.
Tahmin edilebileceği üzere
iki grup da pozisyonlarını yukarıda bahsi geçen prensipler doğrultusunda değil, ulusal çıkar hesapları doğrultusunda belirlemiş görünüyor.
Nitekim söz konusu beş ülke
kendi sınırları içerisindeki
“ayrılıkçı gruplara” koz vermemek adına Kosova’yı tanımayı reddetmekte. Geriye
ka lan ülkelerse, özellikle
Sırbistan’ın açık muhalefetine rağmen bağımsızlığını
ilan ettiği iddia edilen Kosova’yı tanıma yoluna gittiler.
Uluslararası hukukun prensiplerinin bu şekilde esnetilmesiniyse “özel şartlara”
bağladılar.
Peki, bütün bunlar Katalonya
için ne anlama geliyor? Katalanların İspanya içerisinde
yaşayan bir azınlık olarak
dâhili kendi kaderini tayin
hakkına sahip oldukları aşikâr. Öte yandan, Katalanlar
İspanya’nın özerk bir bölgesi
olarak kültürel, ekonomik ve
politik gelişimlerini sürdürme konusunda dünya üzerindeki birçok azınlıktan çok
daha iyi durumda olduğu da
yaygın kanı. Bu açıdan
İspanyol hukuk sistemi gibi
uluslararası hukukun da Katalanlara bağımsızlık istekleri adına faydalı bir argüman
sağlamadığı söylenebilir.
Buysa Katalanlar’ın bağımsızlık hayallerinin İspanyol
Hükümeti’nin muhalefetine
rağmen gerçekleşmesini neredeyse imkânsız olduğunu
düşünenlerin elini güçlendiriyor. O zaman yapılacak referandum da bağımsızlık yolunda atılan bir adımdan ziyade, Katalan bölgesel yönetimi tarafından İspanyol
Hükümeti’ne verilen bir uyarı mesajı olarak değerlendirilebilir. Tabii şimdilik.
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2014
Eğitime Finlandiya Bakışı
Aygün KARLI
Eğitime Finlandiya Bakışı
Aygün KARLI
Ülkemizde ve gelişmekte
olan diğer ülkelerde eğitim
sistemi tartışıladursun Kuzey
Avrupa’nın yaklaşık beş buçuk milyon nüfuslu beyaz
zambaklar ülkesi Finlandiya’da eğitim sistemi öğrenenleri şaşırtmaya devam
ediyor. Üç yılda bir yapılan ve
sonuncusu 2013’te açıklanan PISA araştırmalarında
kendine Doğu Asya ülkeleriyle birlikte ilk sıralarda yer
bulan Finlandiya’nın eğitim
sistemi son yıllarda yaptığı reformlarla gittikçe iyileşiyor.
Özellikle öğretmen eğitiminin nitelikli oluşu ve çocukların yeteneklerine göre yapılan eğitim, Finlandiya’nın bu
alanda bir adım öne geçmesini sağlıyor. Bu eğitimi hem
öğretmen hem de öğrenci açısından incelediğimizdeyse
ortaya şu bilgiler çıkıyor.
Öğretmenler açısından bakıldığında çıkan tablo ilginç.
Nitekim yüksek lisans mezunu olmayan bir Finli, öğretmen olamıyor. Okuldaki bir
günlerinin dört saatini ders
vermeye ayıran öğretmenler,
haftada iki saatleriniyse kendi mesleki eğitimleri için harcıyor. Dikkati çeken bir diğer
detaysa öğretmenlerin koordine edilmesini sağlayan bir
üst makamın bulunmaması.
Yani okulun tüm yönetim işlerini bir müdür değil öğretmenler yapmakta. Finlandiya’da öğretmenler başarılı
veya başarısız denilerek yargılanmıyor. Kendileri eğer bir
konuda eksiklerse bunları eğitim yoluyla gidermeleri sağ-
lanıyor. Bu sayede öğretmenlerin işsiz kalma gibi bir
endişesi bulunmuyor. Öğretmenlerin tümü devletten eşit
ücret alıyor. Özellikle özel
okulun olmaması da öğretmenlerin bir yarış veya rekabet içinde olmamalarını sağlıyor. Bir öğretmenin maaşıyla herhangi bir yöneticinin
maaşı arasında pek bir fark
bulunmaması da öğretmenlerin refah içinde yaşamalarını sağlıyor. Öğretmenler
kendi bilgi ve ilgi alanlarına
göre eğitim verme hakkına
da sahip.
Eğitim sistemine öğrenci
perspektifinden baktığımızdaysa, Finlandiya’da eğitime
başlama yaşı yedi olduğunu
baştan belirtmek gerek. Bu
yaş grubundaki bir çocuğun
okula başlaması zorunlu. Fin
kültürü çocukların özgür bir
şekilde yetişmesini önemsediği için yaşı kaç olursa olsun
bir çocuk okula yalnız başına
yürüyerek ya da kendi bisikletiyle gidiyor. Çocukların
eğitim görecekleri müfredatsa basit ve tüm bilimlerle
ilgili genel bir bakış açısı kazandırma amacı gütmekte.
Finli çocuklar istekleri doğrultusunda kendi derslerini
kendileri seçmekte özgür.
Eğitimin ilk altı yılı çocuklara
hiçbir şekilde not verilmiyor.
Yalnızca on altı yaşına geldiklerinde ülke genelinde bir
sınava girip bu sınavdan not
alıyorlar. Öğrencilere ödev
verilmiyor. Bu sistem, öğrenmenin yerinin okul olduğunu
söylüyor. Öğrencinin günlük
teneffüs olarak geçirdiği süreyse yetmiş beş dakika.
Çocukların günde dört saat
ders aldığını göz önünde bulundurursak, her teneffüs yirmi beş dakika sürüyor. Üsteli
eğer bir çocuk bir derste sıkılır ya da o dersi öğrenemediği fark ederse ders ona bireysel istekleri doğrultusunda öğretiliyor. Örneğin çocuk o gün matematik dersi almak istemiyorsa veya dersten sıkıldıysa başka bir zaman diliminde o dersi alıyor.
Finlandiya’da okullarda spora da fazlasıyla yer veriliyor.
İşin ilginç yanıysa bu okullarda herhangi bir spor takımının bulunmaması. Fin kültürü çocukları rekabet içine sokmaktan hoşlanmıyor. Takım
kurup birbirlerine rakip olmaları istenmediği için de
spor fazlaca etkin olmasına
karşın okul düzeyinde herhangi bir takım mevcut değil.
Çocuklar zekâ ve başarı düzeyleri ne olursa olsun hep
birlikte aynı sınıflarda okutuluyor. Farklı okullar da birbiriyle rekabet halinde değil.
Bunun neticesinde bütün
okulların eğitim düzeyi yaklaşık olarak aynı seviyede.
Okul kantininde çocuklar
için yalnızca meyve, süt ve su
bulunuyor. Böylece sağlıklı
bir biçimde gelişmeleri destekleniyor. Okuldaki gündelik işlerin her biri öğrenciler
tarafından yapılıyor ve böylece sorumluluk sahibi bireyler olmaları sağlanmış oluyor. Okul binalarının belki de
en ilgi çekici özelliğiyse bir
okul mimarisinden çok ev
mimarisini andırması. Böylece çocukların kendilerini evlerinde hissetmeleri sağlanıyor. Ayrıca öğretmenlerle öğrenciler yemeklerini aynı ortamda yiyor. Bu sayede öğrenciler ve öğretmenler arasında bir hiyerarşi olmadığı
çocuklara hissettiriliyor.
Genel olarak bakıldığında,
öncelikle bu eğitim sisteminin oluşmasında birinci etkenin hükümetle sivil toplum
kuruluşlarının payı olduğu
söylenebilir. Nüfusun az olmasını da bu etkenler arasında sayılabilir ancak çocukları bir birey gibi yetiştirmenin özellikle önemsendiğini de not etmek gerek.
Öte yandan, ülkenin gelişmişliğini bu eğitim sisteminin
oluşmasında bir temel etken
olarak almak yerinde olmayabilir. Zira Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden olan
Almanya’ya baktığımızda bu
sistemin tam tersini görüyoruz. Almanya’da kişi mutluluğu veya özgürlüğü pek de
önemli bir etken değil. Ülke
kendi çıkarına ve piyasaya
katkı sağlayabilecek çocuklara yatırım yapmaktan kendini geri çekmiyor. Finlandiya’daysa durum tam tersi.
İnsanlara “birey” oldukları
için değer verildiği ısrarla vurgulanıyor. Piyasanın zaten
her şekilde akacağı, önemli
olan bireylerin mutlu bir biçimde eğitim hayatlarını ve
kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri olduğu düşünülüyor.
11
2
12
Google Avrupalıları Unutmaya Başladı
Betül DİNLER
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
Google Avrupalıları Unutmaya Başladı
Betül DİNLER
AB Adalet Divanı (ABAD), 13
Mayıs’ta in ter net kullanıcılarının unutulmak isteme
hakkına dayanarak bir karar
almış ve arama motoru
Google’dan bazı kişisel ve
hassas içerik arama sonuçları kaldırmasını istemişti. Bu
karara uyacağını açıklayan
dev arama motoru Google,
bu amaçla internet uzmanlarından bir komite ve internet
sitesi kurdu ve “unutulma
hakkını” kullanmak isteyen
AB vatandaşlarından gelen
binlerce talebi değerlendiriyor. Talepte bulunanların
arama sonucunun neden
alâkasız, eski ve uygunsuz olduğunu bildirmeleri gerekiyor. Bu talebin ardından Google söz konusu istekleri değerlendirerek kamu yararı
olup olmadığına bakarak
son kararı verecek. Mali
sahtekârlıklar, görevi kötüye
kullanma, adlî hüküm ve net sitesindeki başvuru forhükûmet yetkilileriyle ilgili munu doldurmak zorunda.
içerikler bu kapsamda de- http://support.google.com
ğerlendirilecek. Google, bu başlıklı internet sitesindeki
işlemi AB üye ülkelerinin formda kullanıcılara hangi ülvatandaşları için yapacak. Ay- kede doğdukları, hangi
rıca İzlanda, Lichtenstein, linkin kaldırılmasını istedikNorveç ve İsviçre vatandaş- leri ve taleplerinin nedeninin
larına da unutulma hakkı çer- ne olduğu soruluyor. İnternet
çevesinde başvuruda bulun- kullanıcılarından ayrıca gema hakkı tanınıyor. Unutul- çerli bir fotoğraflarını da şirma hakkını kullanmak iste- kete göndermeleri isteniyor.
yen kişiler, Google'ın inter-
Schmidt komite başkanı
Google tarafından özgür bilgi ve bireylerin kişisel hakları
arasındaki dengeyi korumak
için oluşturulan danışma komitesi, hassas içerik arama
sonuçlarından rahatsız olarak unutulma hakkından yararlanmak isteyen kullanıcıların form destekli taleplerini
değerlendirecek. Google Danışma Kurulu Üyesi olan Oxford İnternet Enstitüsü etik
profesörü Luciano Floridi, internetin sebep olduğu bazı etik ve yasal zorunlukların olduğunu belirterek, bu amaçla kurulacak komitenin “zor
ve felsefi bir değerlen-
dirme”yle görev yapacağına
dikkat çekiyor. Komitenin diğer üyeleri arasında BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Özel Raportörü Frank La Rue, Leuven Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dekanı Peggy
Valckle, İspanya Veri Koruma Ajansı için çalışmış aka-
demisyen José -Luis ve kâr amacı gütmeyen internet
ansiklopedisi Wikipedia’nın
kurucularından Jimmy Wales
da bulunuyor. Google’ın
CEO’su Eric Schmidt ve şirketin baş avukatı David
Drummond da komiteye başkanlık ediyor.
kriterler esas alınarak hükme bağlanıyor. Eski politikacılar, siyasette bulundukları
zamanlardaki politikalarını eleştiren içeriklerin silinmesini istiyor; ciddi ve şiddet
içeren suçların failleri, suçlarına ilişkin içeriklerin silinmesini istiyor; mimarlar ve
öğretmenler gibi profesyoneller kendileri hakkında yazılan olumsuz incelemelerin
silinmesini istiyor. Google
mahkeme kararına uyacaktır. Ancak şirketimiz çifte
standart görüyor. Bu aynı bir
kitabın kütüphanede bulunabileceği ancak kütüphanenin kataloğunda bulunmayacağını söylemek gibi.’’
Google'ın patronu Larry Page da karara uymalarının siteyi sürekli yenileme çalışmalarına zarar vereceğine
dikkat çekmiş ve uygulamanın baskıcı rejimlere yarayacağını dile getirmişti. Bir Google sözcüsü de “karar,
Google'ın bir bireyin unutulma hakkı ile kamunun bilme
hakkı arasında zorlu bir seçim yapmasını gerektiriyor”
değerlendirmesinde bulunuyor.
Getirilen bir diğer eleştiriyse,
unutulma hakkının mali etkileri üzerine. Buna göre, hakkın hayata geçirilmesi için gereken teknik altyapının hazırlanması yolunda ortaya çıkacak dijital mühendislik
masrafı ve internet şirketlerinin ekonomik çıkarlarının gözetilmesi gerekliliği, şirketlerle kullanıcılar açısından
hukuki ve mali tartışmalara
ve belirsizliklere yol açabilecek.
Google’a çifte standart
Kişisel ve hassas içerik arama sonuçlarının kaldırılması
talebi, bir bireyin geçmişte
yapmış olduğu belirli bir eylemin sonucu olarak sürekli
ve periyodik olarak damgalanmış bir şekilde hayatını
sürdürmek istememe özgürlüğünden çıktı. Hedefse, dijital hafızada yer alan bireye
ait fotoğraf, kimlik bilgisi, adres ve diğer kişisel içeriğin, yine bireyin kendi talebi üzerine bir daha geri getirilemeyecek biçimde ortadan
kaldırılması. Bu hakkın düşünce özgürlüğüne olumsuz
etkileri üzerine endişeler var
aslında. Zira bireyin geçmişte yaptığı bir eylemin internet gibi bir ortamdan silinmesinin düşünce ve bilgi alma özgürlüğüne olumsuz etkisi olduğu yönünde görüşler
bulunmakta.
Google’ın baş hukuk danışmanı David Drummond, şirketin neden ABAD’ın unutulma kararına katılmadığını
The Guardian’da “We need
to talk about the right to be
forgotten” (Unutulma hakkı
üzerine konuşmamız gerekiyor) başlığıyla yayınlanan yorumunda açıkladı. “Avrupa
mahkemesinin kararının ardından Google olarak internet aramalarını sınırlandırmanın neresinde kamu yararının bulunduğuna ilişkin bir
tartışmayı başlatmak istiyoruz” diyen Drummond, bu
hususun İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ifade özgürlüğüne ilişkin hükümlerine aykırılığından söz
ediyor: “Kamu yararı hususu
oldukça belirsiz ve sübjektif
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2014
Google Avrupalıları Unutmaya Başladı
Betül DİNLER
Silinmesi
imkânsız
İnternet ansiklopedisi Wiki- ğil ve asla olmayacak. Avru- bir girişim.”
pedia’nın kurucusu Jimmy
Wales da BBC’ye yaptığı
açıklamada uygulanacak kararı eleştiriyor: “İnternetin küresel ölçekli yapısından ötürü kişisel bilgileri yok etme
sistemi çok uzun sürmeyecek. Mesela, Google’ın ABD
versiyonu bu karara dâhil de-
pa’da faaliyet göstermeyen
ancak başka ülkelerde çalışan birçok arama motoru
var. O arama motorları da
unutulma hakkı kararını
uygulamayacağı için, bir kişinin internet üzerindeki tüm
bilgilerinin sonsuza kadar silinmesi imkânsız. Başarısız
Unutturun beni!
istemişti. Haber, vergi bor-
Olayları bu aşamaya getiren
aslında İspanyol bir avukat
ve kaligrafi uzmanı olan Mario Costeja Gonzales. Mario
Costeja Gonzales 1988’de
La Vanguardia’da hakkında
çıkan bir haberin silinmesini
cundan dolayı Gonzales’in
evinin satışa çıkarılmasıyla ilgiliydi. Üstelik borç çoktan
ödenmişti. Konu, ABAD’a taşındı ve yargılama süreci
Gonzales lehine sonuçlandı.
Karardan önce Google,
içeriklerin kaldırılmasını isteyen insanları bu sayfaların
kaynağına yönlendiriyordu.
Şimdiyse bu içerikler kaldırılıyor; üstelik Wikipedia ve
Wiktionary gibi çeşitli sitelerin arkasında bulunan Wikimedia, Google’ın unutulma
Divan da 13 Mayıs’ta kararını verdi. Birliğin en yüksek
yargı organı olan ABAD’ın aldığı kararlar da AB nezdinde
bağlayıcı. Bu arada, bir zamanlar Google aramasında
hakkında 36 kelimelik 2 so-
hakkı kapsamında arama sonuçlarından kaldırdığı içerikleri barındıran bir liste yayınladı. Wikimedia sözcüsü Katherine Maher de “insanların
kendilerine ulaşılabilir kılınmayan içerikleri bulabilmesi
için silinen linkleri ilan edeceğiz’’ vurgusunu yapıyor.
nuç çıkan ve “önemsiz bir
şahsiyet” olan Gonzalez hakkında şimdi binlerce arama
sonucu çıkıyor. Unutulmak için belki de Google’ı kendi
haline bırakmak gerekiyor.
13
14
Tartışmalı Komisyon İş Başında!
Emre YÜKSEL
EYLÜL 2014
ATAUM
e-bülten
Tartışmalı Komisyon İş Başında!
Emre YÜKSEL
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yapılması ve seçimden merkez sağ Avrupa Halk
Partisi’nin (EEP) zaferle ayrılmasından sonra gözler Avrupa Komisyonu Başkanlığı seçimlerine çevrilmişti. Zira
Ekim sonunda Barroso’dan
boşalacak koltuğa kimin
oturacağı büyük önem arz
ediyordu. EEP, Parlamento seçimlerinde 751 sandalyenin
214’ünü alarak Komisyon
başkanlığı seçiminde büyük
avantaj elde etmişti. Onu
189 sandalyeyle Sosyalistler,
66 sandalyeyle Liberal Grup
ve 52 sandalyeyle de Yeşiller
takip ediyordu. Bu sonuçlara
göre, EEP büyük bir avantaj
elde etmiş gibi görünse de,
partinin sandalye sayısı Komisyon başkanlığı için yeterli
sayıda değildi. Zira bir kişinin Komisyon başkanı seçilebilmesi için Avrupa Parlamentosu’nda 376 parla-
menterin desteğini alması gerekiyor. Nitekim EEP’nin komisyon başkanlığı için adayı
olan Jean Claude Juncker de
bu duruma dikkat çekmiş ve
Sosyalistlerle “büyük bir
koalisyon” içinde olabileceklerini belirtmişti.
gireceğim” sözleri, Merkel’in
desteğinin apaçık bir göstergesi durumunda. Ayrıca
Junckerin lideri olduğu EEP,
Merkel’in partisi olan Hristiyan Demokrat Parti’yi de
içinde barındırıyor. Öte yandan, İngiltere ve Macaristan’
sa Juncker’in adaylığını kesinlikle desteklemeyeceklerini belirten üyeler. İsveç Başbakanı Reinfeldt, Almanya
Başbakanı Merkel, İngiltere
Başbakanı Cameron ve Hollanda Başbakanı Rutte, İsveç
’in Harpsund kentinde Komisyon başkanlığı seçimlerini konuşmak için toplanmıştı. Zirve sonrasında konuşan
Cameroni “AB’de kalmak ya
da çıkmak 2017 sonunda yapılacak referandumda halkın vereceği bir karar. Ama
AB’nin 2017’ye kadarki yaklaşımı çok önemli. Eğer reformlar gerçekleşirse, daha
açık, rekabetçiliği güçlendirecek ve üye devletlere müdahaleyi azaltıcı adımlar atı-
lırsa bu AB’de kalma adına bize de yardımcı olur ama şu
anki yaklaşım bu yönde
değil” sözleriyle Juncker’in
seçilmesinin ülkesinin AB’
den çıkması yönündeki düşüncesini güçlendireceğini ima etmişti. Ayrıca Cameron
’ın “2017 sonunda İngiltere’
nin AB içindeki geleceğine
Brüksel karar vermeyecek.
Bu kararı alacak olanlar İngiltere vatandaşları olacak”
sözleri de bu düşüncesini destekler nitelikte. İngiltere’nin
Juncker’in adaylığına karşı
çıkmasının esas nedeniyse
onu “federalist” olarak görmesi. 1980’lerin anlayışıyla
hareket eden bir politikacı
Avrupa’nın gelecek beş yıldaki sorunlarını çözemez diyen Cameron, Juncker’in
adaylığına AB’deki reform taleplerini karşılayamayacağını belirterek destek vermiyor. Cameron ayrıca atanmışların seçilmişlerden daha
güçlü olmasına da karşı çıkı-
Tartışmalı aday Juncker
Avrupa Parlamentosu’nda ço- ya list le rin li de ri Mar tin
ğunluğu elde etmeleriyle bir- Schultz’tu, ancak Schultz
likte Avrupa Komisyonu baş- adaylıktan Juncker lehine çekanlığı için en güçlü konuma kilme kararı aldı.
gelen EEP, başkanlık için Lük- Bu denli etkileyici bir kariyesemburg Başbakanı Jean Cla- re karşın Juncker’in adaylık
ude Juncker’i aday gösterdi. süreci önemli tartışmaları da
Hukuk alanında yüksek li- beraberinde getirdi. Başını
sans derecesi de bulunan Almanya Başbakanı Merkel’
Juncker, 1974’te Hristiyan in çektiği “Juncker’e destek
Demokrat Parti’ye katılma- verenler” grubu ve başını İnsıyla aktif politikaya başla- giltere Başbakanı Cameron’
mış, ülkesinde Çalışma Ba- ın çektiği “Juncker’in adaylıkanlığı ve Maliye Bakanlığı gi- ğını desteklemeyenler” grubi üst düzey görevler yapmış- bu bu tartışmanın esas taraftı. 1995’te Jacques Santer’in larını oluşturuyor. Juncker koyerine başbakan seçilen nusunda başta temkinli açıkJuncker, 2013’e kadar da bu lamalar yapan Merkel, songörevde kalarak rekor kırdı. rasında desteğini açıkça ilan
1997 ve 2005 yıllarında iki etti. Nitekim “Jean-Claude
kez Avrupa Konseyi Başkan- Juncker’in li der li ğin de ki
lığı’nı da yürüten Juncker, Hristiyan Demokratlar AvruMaastricht Kriterleri’nin mi- pa Parlamentosu’nun en güçmarlarından biri olarak bili- lü siyasi grubu haline geldi.
niyor. Hatta Euro’nun ortaya Bu yüzden ben de tüm görüşçıkmasında da önemli rol oy- melere Jean-Claude Juncnadı. Juncker’in başkanlık se- ker’in Avrupa Komisyonu
çiminde en önemli rakibi Başkanı olması gerekliliğini
olarak gösterilen kişiyse Sos- göz önünde bulundurarak
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
yor ve Brüksel’in çok fazla yetkisi olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte Cameron’ın seçim süreci boyunca kullandığı en büyük koz Juncker’in seçilmesi durumunda ülkesinin
AB’deki geleceğini referanduma götüreceği durumuydu. “Ben Sayın Juncker’in
adaylığına karşı çıkıyorum.
Bence bu Avrupa için iyi bir
yol değil. Bu gidilmemesi ge-
Tartışmalı Komisyon İş Başında!
Emre YÜKSEL
reken yanlış bir yön. Buna kı kendisi karar verecek” sözkarşın ben ne yapacağımı leri de Cameron’ın çektiği
söylediysem yapacağım. Bu- resti açıkça gösteriyor.
nu referanduma götüreceğim. Bunu yeniden müzakereye açacağım ve İngiliz hal-
Komisyon iş başında
Ne var ki, Cameron’ın karşı
propagandasına rağmen
Juncker Avrupa Komisyonu’
nun yeni başkanı oldu. Önce
Brüksel’de toplanan Avrupalı liderler, Komisyon Başkanlığı için Juncker’i aday gösterdiler. Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamada
751 parlamenterin 452’sinin
oyunu alan Juncker de Avrupa Komisyonu’nun gelecek
beş yıldaki yeni başkanı oldu. Juncker konusundaki
propagandada ba şa rı sız
olan Cameron, AB’deki reformlar konusundaki duruşunun arkasında olduğunu,
geri adım atmayacağını ve
bunun uzun bir süreç olduğunu belirtti. Öte yandan
Juncker’i destekleyen Merkel de seçim sonrasında
“Bence Jean-Claude Junker
lehine karar, bize Avrupalı
tecrübesi olan bir Komisyon
Başkanı verdi. Kendisi hem
bireysel olarak üye ülkelerin
isteklerini hesaba katacak
hem de parlamentonun” sözleriyle desteğini bir kez daha
yineledi.
Juncker’in seçilmesiyle birlikte Komisyon’da da görev
dağılımı yapıldı. Birçok yeniliğe sahip olan Juncker’in kabinesinde beş eski başbakan, dört eski başbakan yardımcısı ve on dokuz eski bakan bulunuyor. Kabinede
“İyileştirilmiş Yasal Düzenlemeden Sorumlu” bir birinci
başkan yardımcılığı makamı
bulunuyor. Komisyon’un tüm
tekliflerinin gerçekten gerek
duyulan konulara ilişkin olduğunu garanti altına alacak, Temel Haklar Şartı’nı
destekleyecek ve Komisyon’
un tüm faaliyetlerinde hukukun üstünlüğüne bağlı kalmasını sağlayacak olan bu
göreve Hollanda Dış İşleri Ba- mayacağını belirleyecek.
kanı Frans Timmermans ge- İngiltere’de UKIP’in Birlikten
tirilirken, Göçten Sorumlu Ko- çıkma propagandası ve Başmisyoner olarak da Yunanis- bakan Cameron’ın ülkesinin
tan Savunma Bakanı Dimitris Birlik içindeki durumunu reAvramopoulos atandı. Junc- feranduma götürebileceğini
ker’in genişlemeye kapalı bir açıklaması, 1973’ten beri AB
söylem benimsemesi nede- içinde olan İngiltere’nin üyeniyle “genişleme” konusu- likten çıkması riskini taşıyor.
nun ayrı bir başlık altında top- Bu sebeple Juncker’in İngillanıp toplanmayacağını me- tere’yle yapıcı ilişkiler ve ikili
rak edilirken, bu konu Avru- diyaloglar kurması beklenipa Komşuluk Politikası ve Ge- yor. Ayrıca Juncker döneminnişleme Müzakereleri adı al- de Birliğin genişlemesinin natında toplandı ve bu göreve sıl olacağı da merak konusu.
de Avusturyalı Johannes Genişlemeye pek sıcak bakHahn atandı.
mayan Juncker’in aday ülkeAB’nin deneyimli isimlerin- lerle nasıl bir ilişki kuracağı
den Juncker’in 1 Kasım itiba- ve müzakere süreçleri 1973’
riyle görevi Barroso’dan ten beri genişleme eğilimi tadevralmasını takiben nasıl şıyan AB’nin geleceği konubir yönetim sergileyeceği Bir- sundaki önemli meselelerliğin geleceği açısından bü- den birisi gibi gözüküyor.
yük önem taşıyor. Özellikle
İngiltere’yle olacak diyaloğu
bu ülkenin Birlikte kalıp kal-
15
16
Çocukların Cinsel İstismarı
Yasemin KARADAĞ
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
Çocukların Cinsel İstismarı
Yasemin KARADAĞ
İngiltere Sosyal Hizmetler Eski Başmüfettişi Profesör Alexis Jay Obe’nin hazırladığı ve
İngiltere’nin kuzeyindeki
Rotherham şehrinde uzun yıllardır süregelen çocuk istismarının boyutunu gözler
önüne seren 160 sayfalık rapor, 26 Ağustos’ta İngiltere’
de yayınlandı. Rapor, 19972013 arasında bin 400’ten
fazla çocuğun cinsel istismara maruz kaldığını gösterirken, Obe, raporda verilen rakamlar dışında risk altında
bulunan çocukların tespit
edilemediğini ve hâlihazırda
tacize uğramış pek çok çocuğun da herhangi bir kurum
tarafından kayıt altında
tutulmadığına dikkat çekiyor.
Yaşları 11’le 16 arasında değişen ve cinsel istismarın kurbanı olan çocukların çoğu,
bakıma muhtaç veya kimsesiz çocukların korunduğu
merkezlerde yaşayanlar. Geri kalanlarsa geçmişinde aile
içi şiddete ya da çok daha
küçükken cinsel şiddete maruz kalmış çocuklar. Dolayısıyla faillerin “hedef kitlesi”
nin ilgiye, sevgiye ve korunmaya muhtaç olan kimsesiz
ya da savunmasız çocuklar ol-
duğu anlaşılıyor. Raporda, kimi tartışmalara da yol açacak şekilde, mağdur çocukların genellikle beyaz Britanyalı (White British) oldukları
tespitine yer verilirken, faillerinse çoğunlukla Asyalı(Asian males) kişilerden oluştuğu belirtilmekte.
Altmıştan fazla mağdur çocukla yapılan birebir görüşmelerse çocukların yaşadıkları vahşetin boyutunu gözler
önüne seriyor. Anlaşılan faillerin küçük çocukları ağlarına düşürmesi genellikle şöyle gerçekleşiyor: Okul çıkışlarında özel arabalarla alınan çocuklara cep telefonu
gibi pahalı hediyeler edilerek bu çocuklar etkileniyor
ya da genç bir erkek, hedeflenen kızla sevgili oluyor. Bir
süre pahalı hediyelerle, lüks
mekânlarla, içkilerle şımartılan kız bu sürede “sözde”
sevgilisine çoktan bağlanmış
oluyor. Bu süreçte faillerin bir
görevi de mağduru, “eğer
varsa” ailesinden ve sosyal
çevresinden uzaklaştırmak.
Nihayetinde, mağdur faili tarafından gerçekten sevildiğine iyice inanmış oluyor ve
ona koşulsuz güveniyor. Öy-
le ki, mağdurlardan bir kısmı, tüm olan bitenlerden sonra bile failleri tarafından
kandırıldığını kabul etmiyor.
Obe, raporda, 1997’den
2013’e geçen sürede teknolojinin de ilerlemesiyle kaçırılacak çocukların tespit edilmesi ve kandırılması yönteminin de çeşitlilik gösterdiğine dikkat çekmekte. Kullanımı hızla artan sosyal ağlar
sayesinde ilgiye muhtaç küçük çocuklar ivedi şekilde tespit ediliyor ve hedeflenen çocuklar sanal ortamda kolayca kandırılıyor. Faillerin ağına düşen bu çocuklar toplu
tecavüze uğruyor ya da
İngiltere’nin kuzeyindeki şehirlere götürülerek faillerince para karşılığı başkalarıyla
birlikte olmaya zorlanıyor.
Örneğin, kendisine 2001’de
ulaşılan bir çocuk, 15 yaşındayken bir adam tarafından
kandırıldığını ve ona âşık olduğunu söylüyor. Sonrasındaysa âşık olduğu bu kişinin
onu Leeds, Bradford ve
Sheffield’a götürerek buralarda başkalarıyla birlikte olmaya zorladığını belirtiyor.
Çocuk koruma programının
olaydan haberdar olduğu,
ancak olayla ilgili herhangi
bir girişimde bulunulmadığı
da raporda belirtilmekte.
Olayın ardındansa, pek çok
mağdurun dile getirdiği gibi,
çocuğa ve ailesine karşı tehditler başlamış. Gelen tehditlerle, istismar edilen çocuk seks işçisi olarak çalışmaya zorlanıyor, aksi halde
ailede bulunan küçük çocuğun da kaçırılacağı söyleniyor. Mağdur çocuk ve annesiyse polise gitmeyi reddediyor. Zira polisin kendilerini
korumak için hiçbir şey yapmayacağını düşünüyorlar.
Aynı çocuk bir kez daha kaçırıldığında kendisine aşırı dozda uyuşturucu verildiğini,
üzerine benzin döküldüğünü
ve başından geçenleri başkalarına anlatması halinde
yakılarak öldürüleceği şeklinde tehdit edildiğini dile getiriyor. 18 yaşına geldiğinde,
artık ailesinin bu konuda kendisinin yanında olmadığını
ve evsiz kaldığını da dile getiren mağdur çocuk, çocuk
koruma programından yardım istediğini ancak kendisine birkaç tavsiyeden fazlasının verilmediğini de belirtmekte.
Yıllardır tespit edil(e)meyen sorumlular
16 yıl gibi oldukça uzun bir
zaman diliminde Rotherham’da binlerce çocuğun sistematik olarak cinsel istismarın kurbanı olduğunu gösteren raporda, konuyla ilgili
bölgede alınan önlemlere de
yer verilmekte. İlgili zaman
diliminde, Rotherham’da kimisi kısmen de olsa sonuç veren, kimisiyse yalnızca kâğıt
üzerinde kalan pek proje yapılmış. Öte yandan, açık bir
şekilde görülüyor ki, çocuklara yönelik cinsel istismar
meselesi uzun yıllar hem po-
litikacılar hem de emniyet
güçleri tarafından görmezden gelinmiş. Nitekim cinsel
istismarın kurbanı olan başka bir çocuğun yaşadıkları
da meselenin ne derece hasıraltı edildiğini gözler önüne seriyor. İlk kez 11 yaşın-
dayken cinsel istismara uğrayan ve o dönemde bakım
evinde yaşamakta olan mağdur çocuk, ilk kez iki Asyalı adam tarafından bir eve götürüldüğünü, ordayken polislerin geldiğini ve kayıp olduğunun farkına varılarak kur-
ATAUM
e-bülten
tarılmak üzere olduğunu sandığını söylüyor. Polisler eve
geldiğinde, kaçırıldığı adamlar tarafından çıplak bir şekilde başka bir kız çocuğuyla
yatağın içine girmeye zorlandıklarını anlatan mağdur
çocuk, polisler odaya girdikten sonrasını şu sözlerle anlatıyor: “Polis odaya girdi ve
göz göze geldik. Ardından
burada kimse yok diyerek
odadan çıktı.” Ardından yaklaşık altı yıl boyunca 40-50
adamın cinsel istismarına
uğradığını belirten mağdur
çocuk, ne zaman polise gitse
polislerin kendisine inanmadıklarını ve kendisini aşağıladıklarını belirtmiş.
Raporda, çocuklara yönelik
cinsel istismarla ilgili 2002,
2003 ve 2006’da yayınlanan
raporların da yetkililer tarafından ciddiye alınmadığına
ve hatta 2002’de yayınlanan
ilk raporun içerdiği verilerin
EYLÜL 2014
gerçek olmadığı gerekçesiyle üst düzey yetkililer tarafından ortadan kaldırıldığına
dikkat çekilmekte. Nitekim
Sosyal Hizmetler Çalışanları
Birliği Başkanı David Niven
de siyasi anlamda tepki
çekmemek için pek çok üst
düzey yetkilinin Rotherham’
da yaşananları görmezden
geldiğini söylüyor.
Raporun yayınlanmasının ardından, İngiltere’de hangi
üst düzey yetkililerin istifa
ederek sorumluluk almaları
gerektiği tartışılmaya başladı. Konuyla ilgili ilk açıklama
Başbakan David Cameron’
dan geldi. Başbakan, yetkililerin yaşananları önlemek
için herhangi bir girişimde
bulunmamasını “mide bulandırıcı” olarak nitelendirdi
ve 2012’den beri Güney
Yorkshire Bölgesi’nin en üst
düzey polis yetkilisi olan
Shawn Wright’a istifa etmesi
Çocukların Cinsel İstismarı
Yasemin KARADAĞ
17
ve yaşananların sorumlulu- dından kısa bir süre sonra göğunu üstlenmesi çağrısında revinden istifa ettiğini açıklabulundu. Wright, 2005’te ilk mıştı. Art arda gelen istifakez kurulan çocuk biriminde lara bir yenisi de 19 Eylül de
kabine üyesi olarak yer almış Joyce Tracker’ın istifasıyla ekve 2010’da Rotherham’da ço- lendi. 2006’dan itibaren çocuklara yönelik cinsel istis- cuk biriminde önemli pozismar skandalı ilk kez patlak yonlarda yer alan Tracker, raverdiğinde bu olaydan ken- por karşısında “şaşkın” oldudisinin de sorumlu olduğunu ğunu dile getirerek, kendini
belirterek istifa etmişti. Son- savunmuş ve istifa etmesine
rasındaysa, Wright 2012’de gerek olmadığını düşündüGüney Yorkshire Bölgesi’nin ğünü söylemişti. 19 Eylül’de
en üst düzey polis yetkilisi ol- Belediye Konseyi’nden yapımaya layık görülmüştü. İlk e- lan bir açıklamayla Tracker’
tapta yalnızca mensubu ol- ın istifası kamuoyuna duyuduğu İşçi Partisi’nden gelen ruldu. “Kim istifa etsin ya da
baskılar neticesinde parti etmesin, kim suçlu, kim
ü ye li ğin den is ti fa e den değil” tartışmaları gerek sivil
Wright, 16 Eylül’deyse “ö- toplum kuruluşları gerek sinemli konuların dikkatler yasi partiler arasında süredağılabilmeden tartışıla- dursun, raporun yayınlanbilmesi” amacıyla görevin- masından yalnızca 15 gün
den de istifa ettiğini açıkladı. sonra Rotherham’da cinsel isRotherham Belediye Konseyi tismara uğrayan 25 çocuk daBaşkanı Roger Stone’sa ra- ha tespit edildi bile.
porun yayınlanmasının ar-
Portre
Portre
Recep Ersel ERGE
Roald Dahl
Yazarlığına esin kaynağı olan önemli okul hatıralarından birisi çikolata testleriydi. Ünlü bir çikolata
üreticisi ara sıra Repton öğrencilerine birer kutu çikolata gönderiyordu. Kutularda değişik şekil ve lezzetlere sahip yeni çikolatalarla “kontrol grubu” olarak kullanılacak popüler bir çikolata bulunuyordu.
Okuldan sıkılan, ailesiyle geçirdiği yaz tatillerini iple çeken, spor oyunlarını seven,
doktordan nefret eden ve
çikolataya bayılan sıradan
bir çocuktu Roald Dahl. İşlediği ve işlemediği kabahatler için kırbaçla cezalandırıldığı okul yıllarında ne savaş pilotu olacağı aklına gelirdi ne de “dünyanın bir nu-
maralı hikâyecisi” olacağı.
Tek hayali uzak diyarlara gidip maceraya atılmaktı. Fakat gerçekten o kadar macera dolu bir yaşantısı oldu ki
(“hayatımı anlatsam roman
olur” misali) sonunda “hikâyeci” olması da neredeyse kaçınılmazdı. Nihayetinde, insanlığın en trajik deneyimlerine tanık olan da oydu, en
masum okur kitlesi için hikâyeler uyduran da. Oxfordshire’daki evinin bahçesine
tek odalı bir “Yazı Kulübesi”
inşa etmişti. “Dev Şeftali” ve
“Matilda” başta olmak üzere
çoğu kitabını burada yazdı.
Hikâyelerini genellikle bir çocuğun bakış açısından anlatıyor, bu arada iyi yetişkinlerle kötü yetişkinleri (veya bu
rollere sahip değişik yaratıkları) karşı karşıya getiriyordu. Kara mizaha sıklıkla başvurdu. Yazmaya dair önerilerinden birinde şöyle diyordu:
“Keskin bir mizah anlayışının
varlığı çok önemli. Yetişkinler için yazarken şart değil, ama çocuklar için yazarken hayati önemi var bunun.”
Çocukluğu ve ilk gençlik yılları
Roald Dahl, Galler şehri
Llandaff’ta 13 Eylül 1916’da
dünyaya geldi. Norveçli Dahl
çiftinin beşinci çocuğuydu.
Bir ablasını ve ardından babasını kaybettiğinde henüz
dört yaşındaydı. Yedi yaşında
Llandaff Katedral Okulu ha-
zırlık sınıfına başladı. “Çocukluk Hikâyeleri” (Boy:
Tales of Childhood, 1984)
adıyla öyküleştirdiği anıla-
rında “Büyük Fare Komplosu” olarak sözünü ettiği olay,
bu okuldaki ikinci yılında gerçekleşmişti. Okula giden yol
ATAUM
EYLÜL 2014
e-bülten
üzerinde bütün öğrencilerin
müptelası olduğu bir şekerci
vardı. İşletmenin sahibi çirkin ve pis bir kadındı, üstelik
çocuklardan nefret ediyordu.
Roald ve arkadaşları bir gün
büyük şeker kavanozlarından birine çaktırmadan
bir fare ölüsü bırakarak yaşlı
kadına kendilerince ders vermek istemişler, ancak yaptıkları ortaya çıkınca müdür beyin bizzat infaz ettiği kırbaç
cezasına çarptırılmışlardı.
Norveç’te böyle bir disiplin
anlayışına kesinlikle müsaade edilmeyeceğini bilen anne Dahl, bu işkenceden haberdar olunca inanılmaz öfkelenmiş, müdürü de bir güzel payladıktan sonra Galler
okullarından tövbe edip oğlunu bir İngiliz okuluna göndermeye karar vermişti. Böylece Roald, Norveç’te ailece
geçirdikleri rüya gibi bir yaz
tatilinin ardından, üçüncü sınıfa St Peter's yatılı ilkokulunda devam etti. Eve en yakın İngiliz okulu buydu, ne
var ki disiplin anlayışı Britanya adasındaki diğer hiçbir
okuldan farklı değildi ve Roald da bütün arkadaşları gibi
kırbaç cezalarından payına
düşeni alacaktı.
Öte yandan, hayatı boyunca
devam ettireceği çok güzel
bir alışkanlığı da burada edindi. St. Peter’s öğrencileri
her pazar sabahı eve mektup
yazmak zorundaydı ve bu iş
çok ciddiye alınıyordu. (Hatta müdür bu sırada sınıfları
dolaşır ve sözde çocukların
yazım hatalarını kontrol
ederdi. Elbette asıl niyeti
okul hakkında kötü şeyler
yazmadıklarından e min
olmak-tı.) Yazmaya bu şekilde başlayan Roald Dahl, St.
Peter’s’taki ilk pazar gününden itibaren en az on yıl boyunca düzenli olarak her hafta bir mektup yazdı annesine. Sonrasında savaş pilotu
olarak gittiği Kenya, Irak ve
Mısır’dan da yazmaya devam edecekti. 1957’de bir
gün Oxford’da belkemiğinden çok ciddi bir ameliyat geçirmiş, o hafta yazamamıştı.
Annesi telefon açıp halini
hatırını sordu ve geçmiş olsun dileklerini iletti. O görüşmeyi yapan Dahl, annesinin
ölüm döşeğinde olduğunu
ve ertesi gün öleceğini bilmiyordu, kendisi de hasta olduğundan üzülmesin diye ona
söylememişlerdi. Bilmediği
bir başka şey de annesinin
bütün o mektupları özenle
sakladığıydı. İyileşip eve döndüğünde hepsi pullu orijinal
zarfında altı yüzden fazla
Portre: Roald Dahl
Recep Ersel ERGE
21
19
mektup buldu. Dünyaca meşhur bir yazar olarak yaşlandığı günlerde, böyle bir hazineye sahip olduğu için çok
şanslı olduğunu söyleyecekti.
“Hayatımın ilk büyük macerası” dediği St. Peter’s’taki
dört yılın ardından lise eğitimine bir başka yatılı okul
olan Repton’da devam etti.
Kırbaç cezası tabii ki Repton’
da da eksik değildi. İleride,
anılarında şöyle yazacaktı
Dahl: “Bütün okul hayatım
boyunca müdürlerin ve büyük sınıfların diğer oğlanları
kelimenin gerçek anlamıyla
ve bazen bir hayli ciddi biçimde yaralamasına müsaade edilmesi beni hayrete
düşürüyordu.” 1988’de yayımlanan son çocuk romanı
“Matilda” bu şaşkınlığın bir ürünüydü. Korkunç bir müdirenin idare ettiği bir okula giden, olağanüstü bir zekâya
ve gizemli güçlere sahip olan
küçük bir kızın öyküsünü anlatıyordu. Dahl’ın yazarken
en çok zorlandığı kitaplardan biriydi, ama sonunda elde ettiği başarı tüm zahmete
değerdi. Yılın Çocuk Kitabı
Ödülü’nü kazanan Matilda’nın 1990’da müzikali,
1996’da da filmi yapıldı.
Yazarlığına esin kaynağı
olan bir diğer okul hatırası
da çikolata testleriydi. Ünlü
bir çikolata üreticisi ara sıra
Repton öğrencilerine birer
kutu çikolata gönderiyordu.
Kutularda değişik şekil ve
lezzetlere sahip yeni çikolatalarla “kontrol grubu” olarak kullanılacak popüler bir
çikolata bulunuyordu. Öğrencilerin görevi yeni ürünleri denemek ve ayrı ayrı not verip her birini kısaca değerlendirmekti. Roald Dahl bu
deneyi o kadar sevmişti ki,
bir çikolata fabrikasının ARGE bölümünde çalıştığını, bir
gün olağanüstü bir çikolata
icat ettiğini ve onu patronuna gururla sunduğunu hayal
etmişti. Otuz beş yıl sonra
ikinci çocuk romanı için konu
ararken bu hayalini hatırlayıp “Charlie ve Çikolata Fabrikası”nı yazacaktı (1964).
Türkçeye “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” adıyla tercüme edilen roman, yoksul bir
çocuğun gizemli çikolata
üreticisi Willy Wonka’nın fabrikasına girmesiyle değişen
hayatını anlatıyordu. Dahl,
başyapıtı olarak kabul edilen
bu romanını dört yaşındaki
oğlu Theo’ya ithaf etmişti.
ne katıldı. Altı ay gibi kısa bir Never: A Fable for Supersürede savaş pilotu olmuştu. men) nükleer savaşı konu
Libya Çölü’nden Suriye’ye ka- alan ilk edebî eser olduğu
dar bütün Akdeniz coğrafya- söylenmekte.
sında uçtu, düşman uçakları- Roald Dahl, iki senedir tanını vurdu, kendi de vuruldu, dığı Amerikalı aktris Particia
düşen uçağından sürünerek Neal ile 1953 yazında New
kurtuldu ve İskenderiye’de al- York’ta evlendi ve ertesi yıl
tı ay hastaneden çıkamadı. İngiltere’ye yerleştiler. Dahl
İyileşir iyileşmez tekrar uça- ’ın yazarlık kariyeri de ondan
ğına atlayarak ünlü Atina sonra hızla tırmanışa geçti.
Muharebesi’ne katıldı, yine İlk ünlü çocuk kitabı olan
mucizevi bir şekilde hayatta “Dev Şeftali” (James and the
kaldı, ama Kenya’daki dü- Giant Peach) 1961’de yaşüşten sonra bozulan sağlığı yımlandı. Ertesi yıl tamamlagittikçe kötüye gidiyordu ve dığı “Büyülü Parmak”ın (The
yirmi altı yaşında artık uçuş Magic Finger) yayımıysa
görevinden alındı. 1941’de epey gecikti, çünkü avlanma
Washington’daki İngiliz Bü- karşıtı mesajının Amerikan siyükelçiliği’ne hava ataşesi lah lobisini kızdıracağını düolarak atanan Dahl, yazarlı- şünen yayıncıları baskıyı dört
ğa da burada, Amerika’da yıl bekletmişti. 1970’ler ve
başlayacaktı.
1980’lerde hemen her yıl yeWashington’da tanıştığı İngi- ni bir Dahl kitabı çıktı piyasaliz yazar C.S. Forester’ın yü- ya. Birbirinden yaratıcı ve eğreklendirmesiyle, Libya’daki lenceli yeni öykülerinin yanı
uçuş maceralarını anlattığı sıra Charlie’nin Willy Wonka’
ilk öyküsü Ağustos 1942’de yla macerası da iki yeni
bir dergide yayımlandı ve Ro- öyküyle devam etti. Çocukald Dahl yazar sıfatıyla ilk luk anılarının devamı nitelikez telif ücreti aldı. Nisan ğinde olan ve savaş pilotu
1943’te Walt Disney’den çı- olarak yaşadıklarını anlattığı
kan “The Gremlins” adlı öy- ikinci biyografisi “Tek Başıküsü, uçaklarda çeşitli me- na” (Going Solo) 1986’da yakanik arızalara sebep olan yımlandı. Sonunda onu yazküçük yaratıkları konu alı- maktan alıkoyan şey, 23 Kayordu. Yine hepsi havacılık sım 1990’da, yetmiş dört yatemalı on öyküsünü içeren şında kapıyı çalan ölümden
ilk öykü kitabı da Ocak 1946 başkası değildi.
’da yayımlandı. Gremlin öy- Gerçi onlarca özgün eseriyle
küsüne dayanan 1948 tarihli ölümsüzlüğe çoktan ulaşilk romanının da (Some Time mıştı Roald Dahl. Son çocuk
kitabı “The Minpins” de dâhil
olmak üzere, ecele yetiştiremediği altı eseri de ölümünden sonra ailesi tarafından
yayımlandı. Sonrasında da
öykü ve romanlarının yeni
baskıları ve uyarlamalarıyla
gündemden hiç düşmedi.
“Charlie ve Çikolata Fabrikası”nın ikinci film uyarlaması tam bir gişe başarısıydı
örneğin. Tim Burton’ın yönettiği 2005 tarihli filmde
Willy Wonka’yı Johnny Depp
canlandırıyordu. “Matilda
Müzikali”nin ikinci versiyonu
da Aralık 2010’da Royal Shakespeare Company tarafından sahnelendi. Yedi ödülle
başarısını ispatlayan bu görkemli yapım, Nisan 2013’te
bir Broadway sahnesine terfi
etti ve “Billy Elliot’tan beri en
iyi İngiliz müzikali” olarak nitelendirildi. Bu yılsa, romanda Willy Wonka’nın fabrika
kapılarını açtığı tarih olan 1
Şubat’ta, “Charlie ve Çikolata Fabrikası”nın ellinci yılı
bütün dünyada Roald Dahl’
ın coşkuyla anıldığı kutlamalara vesile oldu. Karısının kurduğu Roald Dahl Vakfı bugün hasta çocuklara ve ailelerine yardım etmeye devam
ederken, genç-yaşlı bütün
hayranları da onun hikâyelerinden feyz almaya ve
doksan yaşına bastığı 13 Eylül 2006’dan beri her yıl bu
tarihte Roald Dahl Günü’nü
kutlamaya devam ediyor.
Çalışma hayatı
Lisenin son döneminde, annesi Oxford’a mı yoksa Cambridge’e mi gitmek istediğini
sordu oğluna. O günlerde parasını ödeyebilen herkesin
gidebildiği okullardı bunlar.
Fakat Dahl’ın canı Afrika’ya,
Çin’e gitmek, maceraya atılmak istiyordu. Birkaç uluslararası şirkete iş başvurusunda bulundu ve daha mezun
olmadan, en çok istediği
Shell Oil’e kabul edilmişti bile. O yaz ilk defa ailesiyle
Norveç tatiline gitmeyerek fiziksel ve psikolojik dayanıklılığı artırmaya yönelik bir doğa kampına katıldı. Sonraki
dört yılı Shell’de stajyer olarak geçti. Bu süre zarfında
üretimden yönetime kadar
her aşamayı görmüş, hepsinde deneyim kazanmıştı.
Derken, 1936’da ilk görev yeri olan Darüsselam’a yolculuk vakti geldi. Yirmi yaşındaydı. Yıllık beş yüz pound
maaşı olacaktı. Ama üç yıl boyunca izin hakkı yoktu. Londra limanında kendisini uğurlayan annesiyle ablalarına el
sallayarak bir kez daha evden ayrıldı. Doğu Afrika’nın
liman şehri Darüsselam’da
tam bir safari hayatı sürdüğü
üç yıl boyunca Shell için çalıştı.
1939’da İkinci Dünya Savaşı
’nın başlamasıyla eve dönüşü biraz geciktirmeye karar
veren Dahl, Nairobi’ye geçerek Kraliyet Hava Kuvvetleri’
DUBLIN
Brüksel
Son yıllarda adı hükümet
krizleriyle sıkça anılan ve halen Sosyalist Elio di Rupo’nun
başbakanlığındaki geçici hükümetin yeni hükümet kurulana kadar yönetmekle sorumlu olduğu Belçika’nın
başkenti Brüksel’in resmi
tam adı Başkent-Brüksel Bölgesi. Şehirde sembolize olan
bitmek bilmez Valon ve Flaman dikotomisinin yarattığı
siyasi krizi anlamak için öncelikle Belçika’nın sui generis idari ve siyasi yapılanmasına göz atmak lazım. Belçika Anayasası’na göre ülke
toplumsal olarak dört dil bölgesinden (Fransız Dil Bölgesi, Flaman Dil Bölgesi, çiftdilli Başkent-Brüksel Bölgesi
ve Alman Dil Bölgesi) ve mekânsal düzlemde ise üç bölgeden oluşmakta (Valon, Flaman ve Başkent-Brüksel Bölgeleri). İlk ayrım toplumun dini, sosyo-kültürel ve dilsel
farklılığını temel almışken
ikincisi coğrafi ve idari bir ayrışmaya işaret etmekte.
Başkent-Brüksel Bölgesinde
bulunan Brüksel kenti (Fransızcası Ville de Bruxelles,
Flamancası Bruxelles-Ville)
Başkent-Brüksel Bölgesini
oluşturan 19 belediyeden sadece bir tanesi olup esas itibariyle Brüksel eski kentini
oluşturan yeri ifade etmekte.
Her ne kadar yürürlükteki
Belçika Anayasası’nın 194.
maddesi Brüksel kentini
Belçika’nın başkenti olarak
kabul etse de bu yazıda
Brüksel kelimesiyle Brüksel
kentini de içine alan ve ülkenin de-facto başkenti olan
Başkent-Brüksel Böl ge si
kastediliyor olacak. Bu arada
şu bilgiyi de paylaşmakta fayda var: 2013 yılı itibariyle
Brüksel kentinin nüfusu 166
bin iken, Başkent-Brüksel
Bölgesi’nin nüfusu 1 milyon
140 bin.
Bu kadar karmaşık ayrım ve
farklılıkların bir arada olduğu 30 bin kilometrekare yüzölçümlü ve 11 milyon nüfuslu ülkenin ayrıştırıcı olmaktan çok birleştirici bir unsuru
olarak Brüksel, hem her yere
ait olan hem de hiçbir yere ait olmayan bir başkent kimliğinde. Hem AB’nin fiili başkenti olan hem de NATO
merkeziyle ve Benelüks Birliği Genel Sekreterliği’ne ev
MAİNZ LEICESTER
PODGORİCA
PALMA DE MALLORCA
ZARAGOZAESPOO
BERN
LIVERPOOL
WARSAW
ANDORRA LA VALLA
BELGRADE
SALZBURGTIMIŞOARA
MUNICH
MANCHESTER
LUBLIN
DÜSSELDORF LONDON
SOFIA
MOSCOW COPPENHAGEN
FRANKFURT
MURSIA
BRATISLAVA
THESSALONIKI BERLIN
OSLO
GRAZ
LEEDS
MILAN
LISBON
ROME
BARI
PAMPLONA
EUROPE
TALLINN
COLOGNE
ATHENS LILLE
BONN ZARAGOZA
SAN MARINO
LÜBECK
NAPLESWUPPERTAL
BRUSSELS EINDOVEN
NAPLES AMSTERDAM KIEV
SARAJEVO DEN
STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7
HAGG VIENNA
GENOA
DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI
KRAKOW MINSK TURN ZAGREB
CHIŞINAU
PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA
Ahmet Miraç SÖNMEZ
sahipliği yapan Brüksel, yine
pek çok uluslararası örgütün
temsilciliğinin de bulunduğu
bir kent. Sokaklarında çok dilli diplomatların ve büyük çoğunluğu Akdeniz ülkeleriyle
Sahra-altı Afrika ülkelerinden gelen göçmen işçilerin
bir arada yürüdüğü bu kent,
ağırlıklı olarak Fransızcanın
konuşulduğu ama tüm tabelaların Fransızca ve Flamanca olduğu bir yer.
Dünyadaki lobi faaliyetlerinin de başkenti olan Brüksel
tarihsel olarak bir Flaman
kenti olsa da, özgürlüğünü
kuzey komşusu Hollanda’
dan dönemin büyük güçlerinin de yardımıyla 1830’da
kazanması neticesinde hızla
Fransızlaşmış. Brüksel’in kelime anlamına bakıldığında
yine Flaman etkisi görülüyor.
Yaygın kanıya göre, eski
Hollandacada bataklık anlamına gelen broek kelimesiyle ev anlamına gelen zele kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan broekzele, bataklık içindeki ev anlamına
gelmekte ve Brüksel kelimesinin de kaynağı. Resmi kuruluş yılı olarak kabul edilen
979’da yanına inşa edildiği
Senne nehri şu anda ana cadde ve bulvarlarının altından
kanalizasyon olarak akmaya
devam etse de, nehrin bir kısmı kentin çıkışında hala
görülebilmekte. Nehir kenarında kurulması sebebiyle,
Ortaçağ’da önemli birer ticaret merkezi olan Gent,
Brugge ve Köln kentleri ara-
sındaki ticaret yolunun bir
parçası olmuş olan kent bu
sayede zenginleşmeye başlamış ve 13. yüzyılda ilk surlarına kavuşmuş. Devamlı surette yıkılıp tekrar yapılan ancak bugüne kalmayan şehir
surları, Brüksel’in tarihi kent
merkezinin beşgen bir şekil
almasına sebep olmuş ve bu
şekil bugün “Küçük Ring”
olarak biliniyor.
Kutsal Roma Germen, Habsburg ve Fransız İmparatorluklarıyla Birleşik Hollanda
Cumhuriyeti egemenliğinde
yüzlerce yıl geçiren Brüksel,
1830 yılının 25 Ağustos gecesi La Monnaie Tiyatrosu
’nda perdelenen “La muette
de Portici” (Porticili Saf Kız)
operasının bitiminde çıkan
ayaklanmayla başlayan genel isyan neticesinde yeni bir
ulusun başkenti haline gelmiş. Pek çok uluslararası konferans, fuar ve sergiye 20.
yüzyıl boyunca ev sahipliği
yapan kent, 1958’deki Expo
Fuarı neticesinde sembolü
olan Atomium binasına kavuşmuş. Bina, bir demir kristalinin kafes şeklindeki yapısının 165 milyar kez büyütülmüş bir örneği olan paslanmaz çelikten yapılmış ve modern mimarinin en önemli örneklerinden biri. 1960 ve
1970’li yıllarsa, Brüksel’deki
tarihi kent yapılarının belli
bir plan dâhilinde olmaksızın
yıkılması ve yerlerine özellikle iş merkezi amaçlı inşa
edilmiş yüksek yapıların alması sürecini ifade eden
Brükselizasyon teriminin doğuşuna tanıklık etmiş.
Amsterdam Anlaşması neticesinde resmi olarak Avrupa
Komisyonu’nun ve AB Konseyi’nin merkezi haline gelen Brüksel, Avrupa Parlamentosu’nun da Strazburg’
la birlikte iki ev sahibinden biri. Komisyon’a ait Berlaymont binası, Konsey’e ait
Justus Lipsius binası ve Parlamento’ya ait Leopold Yapı
Kompleksi, Brüksel’in “Avrupa Mahallesi”nin en önemli
kurumsal yapıları konumunda.
2013 rakamlarına göre nüfusunun yaklaşık üçte birini
Belçika haricindeki diğer Avru pa ülkelerinde doğup
Brüksel’e gelen insanlar
oluştururken, diğer üçte biriniyse Fas, Türkiye ve Sahraaltı Afrika ülkelerinden gelenler oluşturuyor. Dolayısıyla Brüksel sakinlerinin sadece geriye kalan yaklaşık üçte
birlik bölümü Belçika orijinli.
Bahçeleri, sarayları, müzeleri ve tabii ki başta çikolata ve
bira olmak üzere yiyecekleriyle meşhur olan kente sürgün gelen mühim misafirler
tarihte pek bolmuş. Bunlar arasında en önemlileri Victor
Hugo, Joseph Proudhon ve
Brüksel’in en güzel ve en turistik meydanı olan Grand
Place’da Komünist Manifesto’yu yazan Alman filozof
Karl Marx.
7
Avrupanın
Marşları
Lüksemburg
Yiğit KÖSEOĞLU
“Ons Heemecht” yani “Bizim Vatanımız” isimli marşın sözleri 1859’da Michel Lentz (1820-1893) tarafından yazılırken, ezgi 1864’te Jean Antoine Zinnen (1827-1898) tarafından notaya alındı. 1993’teyse milli marş olarak kabul edildi. Normalde dört kıtadan oluşan sözlerin sadece yukarıda yer verilen birinci ve dördüncü kıtası marş olarak seslendirilmekte.
Alzette’nin çayırlar boyunca çağladığı,
Sauer’in kayaları dövdüğü,
Moselle’in güzel olduğu ve gülümsediği,
Boyunca kokulu üzüm bağlarının uzandığı yerde
Gökler bize şarabı vaat ediyor.
Bu bizim ülkemiz
Onun için dünyadaki her şeyi göze alırız.
Bizim vatanımız, bizim tapılası evimiz
Kalbimizde taşıdığımız,
Bizim vatanımız, bizim tapılası evimiz
Kalbimizde taşıdığımız.
Ey! Sen göklerdeki Tanrım senin güçlü elin yönetiyor
Dünyadaki tüm milletleri
Lüksemburg topraklarını koru
Yabancı boyunduruğundan ve tehditlerden
Bir çocuk gibi Tanrım,
İçimize ektiğin içimizi dolduran özgürlük ruhu
İzin ver özgürlüğün güneşine,
Sonsuza kadar parlamasına izin ver.
İzin ver özgürlüğün güneşine,
Sonsuza kadar parlamasına izin ver.
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (09-2014)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...