Kitâbiyât

Kitâbiyât
llah Teala insanı başıboş
bırakmamış ve bir takım
emir ve yasaklar tevcih
etmek suretiyle ona bir takım
mükellefiyetler
yüklemiştir.
İnsandan sadır olan fiil ve tasarruflara Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği şer’î hükümler O’nun (c.c.)
kadim olan hitabından ibarettir.
Biz insanlar O’nun bu hitabının
hakikatine vakıf olamayacağımız
için yine O’nun rahmetinin bir
tecellisi olarak bu şer’î hükümlere yine O’nun (c.c.) koyduğu bir
takım
deliller
ve
emareler/alametler vasıtasıyla vasıl
oluruz. Biz bu delil ve emarelere
kısaca “edille-i şer’iyye” diyoruz.
Giriş bölümünde iki konu işlenmektedir:
A
a. Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde teşriin kaynakları
b. Fıkhî meselelerde ihtilafın
doğuşu ve bunun en önemli
sebepleri
Eseru’l-İhtilaf
fi’l-Kavâidi’l-Usûliyye
fihtilâfi’l-Fukahâ
Mustafa Saîd el-Hınn
“Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde
teşriin kaynakları” başlığı altında
“Teşriin iki ana kaynağı Kur’ân ve
Sünnet”, “Hz. Peygamber döneminde ictihadın teşrideki rolü”,
“Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ictihadı” ve “Sahabe-i kiram’ın ictihadı”
gibi önemli meseleler işlenmiştir.
Daha sonra “Fıkhî meselelerde
ihtilafın doğuşu” meselesine
geçen yazar burada Sahabe-i
kiram arasında gerçekleşen ilk
ihtilafın “hilafet meselesi” olduğunu söylemektedir. Bu konudaki ihtilaf Sahabe-i
kiramın iki kardeş grubu; “muhacirler” ve “ensar”
arasında gerçekleşmiştir. Her iki grup da bir takım
deliller ileri sürmek suretiyle kendi görüşünü
desteklemiştir.
Müessesetü’r-Risale
Beyrut-1998,
7. baskı, 645 sh.
Birçok çeşidi bulunan edille-i
şer’iyyeler, delil oluşları açısından “ittifak edilenler” ve “ihtilaf
edilenler” olmak üzere başlıca iki
ana bölüme ayrılır. Delil oluşu noktasında ittifak
edilenler Kitab/Kur’ân, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tır.
Hakkında ihtilaf bulunan deliller ise daha çoktur
(Sahabe kavli, İstihsan, Istıshâb, İcmâ-i Ehl-i
Medine). İlim ehlinin bir kısmı bunları şer’î delil
addederken diğer bir kısmı ise bunun aksini
düşünmüştür.
Bu ihtilaf haricinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in
devr-i hilafetlerinde meydana gelen ihtilafın az
olduğuna dikkat çeken yazar bunu, Sahabe-i kiramın hala tek bir merkezde; Medine’de bulunmasına ve istişare ilkesinin bu sayede sağlıklı ve başarılı bir şekilde işletilebilmesine bağlamaktadır.
Fetihlerin çoğalması neticesinde Sahabe-i kiramın
bu yeni topraklara göç edip kendilerine yeni vatanlar edinmelerinden sonra, karşılaştıkları meseleleri arkadaşlarıyla istişare etmek imkânından mahrum oldukları için “ferdî” olarak çözümlemek
zorunda kalışları, “sahabe ihtilaflarını” nispeten
çoğaltmıştır.
Bütün bunların yanında şer’î delillerin her iki türünden de ahkâm istinbatını mümkün kılan bir takım
usûlî kurallar bulunmaktadır. Kimi zaman nassın
sübûtu kimi zaman da hükme/manaya delalet keyfiyeti ve bunların uzantısı olan bir takım konularla
ilgili olan bu kurallarda da –tıpkı şer’î delillerde
olduğu gibi- ehl-i ilim arasında ihtilaf bulunmaktadır. Fıkıhta var olan ihtilafların altında çoğu zaman
işte bu usulî/metodolojik kabuller yatmaktadır. Bu
usûlî kabüller, birçok farklı konuda yer alan fer’î
ihtilafın kaynağı durumundadır.
Yazar kitabında en önemli fıkhî ihtilaf sebeplerini 8
ana başlık altında toplamıştır:
Mustafa Saîd el-Hınn tarafından el-Ezher Üniversitesine Doktora tezi olarak takdim edilen Eseru’lİhtilaf fi’l-Kavâidi’l-Usûliyye fihtilâfi’l-Fukahâ isimli
eser, bu usûlî kabüllerin İslam fıkhına olan etkisini
sistematik bir biçimde incelemektedir.
1. Kıraatlerin ihtilafı
2. İlgili hadise muttali olamama
3. Hadisin sübutunu şüpheli görme
el-Hınn araştırmasını, “giriş”, “altı ana başlık” ve
“bir hatime” olarak kurgulamıştır.
R
I
H
4. Nassın anlaşılması ve yorumlanmasında görülen farklılık
L
E
200
Kitabın beşinci ana başlığı edille-i erbaa’dan icma
ve kıyasla ilgilidir. İlk önce icma konusunu ele alan
yazar, icma’ın tarifi ve hüccet oluşundan kısaca
bahsettikten sonra delil oluşu ihtilaflı bir icma türü
olan “Ameli Ehl-i Medine”yi incelemiştir. “Ameli
Ehl-i Medine” ile ilgili olarak İmam Malik ve İbn
Teymiyye’nin konuyla ilgili görüşlerine yer verildikten sonra bu delilin fer’î meselelerdeki ihtilaf üzerinde nasıl bir tesir icra ettiği çeşitli fıkhî örneklerle
gösterilmiştir.
5. Lafzın müşterek/çokanlamlı oluşu
6. Delillerin teâruz halinde oluşu
7. Konuyla ilgili bir nassın bulunmayışı
8. Usul kurallarındaki ihtilaflar.
Bu sekiz önemli ihtilaf nedeninden ilk yedisini
kısaca inceleyen yazar, daha sonra araştırmasının esas konusunu teşkil eden “Usul kurallarındaki ihtilaflar” meselesine geçer. Bu meseleyle
ilgili ilk konu başlığı “lafızların hükümlere delalet
yollarıyla ilgili usul kuralları”dır. Esas konuya girmeden önce “usul kurallarının doğuşu” ve “usul
ilminde ilk telif veren kişi” mevzularına değinen
yazar, lafızların hükümlere delalet yolları mevzuunu da usul ilminin iki menhecine göre; Hanefi
ve Mütekellim menheclerine göre işler. Her iki
menhec arasında yapılan karşılaştırmadan sonra
“lafızların delalet yollarına ilişkin ihtilaflı olan
kurallar” konusu ve bu usûlî ihtilafın fer’î meselelerdeki ihtilafa nasıl neden olduğu konuları kitapta derinlemesine incelenmiştir.
Aynı başlık altında incelenen ikinci konu “kıyas”tır.
Yazar yine önce kıyasın tarifini zikretmiş daha
sonra da hem kıyas taraftarlarının hem de karşıtlarının meseleye dair delillerini serdetmiştir. Daha
sonra, ilk olarak kıyasa taraftar olanlarla olmayanlar arasındaki kıyas temelli ihtilaflara örnekler
verilmiştir. İkinci olarak illet tespitinin neden olduğu ihtilaflar, üçüncü olarak hadlerle kefaretlerde
kıyasın cari olup olmadığı meselesinin yol açtığı
ihtilaflar ve son olarak da esmâ-i lugaviyyede kıyasın cari olup olmadığı meselesiyle ilgili ihtilaflara
dair örnekler incelenmiştir.
Kitabın altıncı ve son ana başlığı “hücciyeti ihtilaflı olan deliller”dir. Burada sahabe kavli, ıstıshab ve
maslahat-ı mürsele gibi, fakihler arasında hüccet
oluşu tartışmalı olan deliller ve bunların yol açtığı
fer’î ihtilaflar konu edinilmiştir.
Yazar, ikinci ana başlık altında yine lafızların delaleti ile ilgili kuralları bu sefer lafızların delaletinin
“şümulü ve adem-i şümulü” açısından ele alır.
Burada âmm-hâss ve mutlak-mukayyed gibi lafız
türleri ve bunlarla ilgili kurallar, yine her iki menhece göre gayet geniş bir biçimde incelenmiştir.
Yazar el-Hınn, kitabının hatimesinde tatbik amaçlı
olarak fıkhın ana konularından “nikâh babını” ele
almaktadır. Burada yazar geride yaptığının aksine
önce nikâh babı ile ilgili bir meseleyi merkeze alarak o mesele üzerinden tenevvu eden usul kurallarını incelemiştir. Yaklaşık yirmi kadar nikâhla ilgili meseleyi bu şekilde inceleyen yazar tezini bu tatbiki fıkıh babıyla bitirir.
Kitabın üçüncü ana başlığı “Emir ve Nehiy ile ilgili
usul kuralları”na tahsis edilmiştir. Bu bölümde
yazar, emir ve nehiy kavramları ile ilgili bazı önbilgiler sunduktan sonra, fakihler arasında ihtilaflı
olan emir ve nehiyle ilgili usul kurallarına yer vermiştir. Daha sonra bu kurallar üzerinde cereyan
eden ihtilafa dair örnekler üzerinde ilgili kuralların
geniş bir tatbiki yapılmıştır.
645 sayfa hacmindeki kitabın elimizdeki nüshası,
1998 tarihli 7. basım olup Müessesetü’r-Risale
tarafından yayımlanmıştır.
Yalnız Kur’ân-ı Kerim ve yalnız Sünnet-i Nebeviye
ile ilgili olan kuralları dördüncü ana başlık altında
inceleyen yazar, burada “Kur’ân’ın başka bir tercümesi”, “namazda arap dili dışında başka bir dil ile
kıraat etmek”, “şaz kıraatler”, “mürsel hadis, kıyasa aykırı olarak varit olan âhad hadis”, “umum belvâ’da varit olan âhad hadis” ve “ravinin ameline
aykırı olduğu için haberin reddi” gibi fer’î meselelerdeki ihtilafa yön veren temel usul kurallarına
dair teorik ve pratik tetkiklerde bulunmuştur.
R
I
H
Ayrıca eserin Doç. Dr. Halit Ünal tarafından
Türkçe çevirisi de Rey Yayıncılık tarafından
Kayseri’de neşredilmiştir.*
*Kitap tanıtım: Abdulkadir Yılmaz
L
E
201
llah
(celle
celâlühü)
insanları cehalet ve nefsin hevasından kurtarmak
için hak din ve hidayet ile gönderdiği son peygamberi Hz.
Muhammed‘e (sallallahu aleyhi
vesellem) kitabı Kur’ân-ı Kerim’i
indirmiş ve ona cevâmiu’l-kelim
özelliğini vermiştir. O da
Rabbinin kendisine verdiği görevi
en güzel şekilde yerine getirerek
ümmetine tebliğde bulunmuş;
onlara hayrı göstermiş ve şerden
sakındırmıştır.
Yazarın bunun ardından, günümüzdeki fetva anlayışının başlangıç süreci ve bu sürecin başlamasında etkin olan siyasi ve
idari değişiklikler, oryantalist
eleştiriler gibi bir takım amilleri
ele aldığı kısım kitabın önemli
fasıllarından biridir.
A
el-Fütyâ el-Muâsıra
Yazar giriş kısmını konu başlığı
(el-fütyâ el-muasıra) hakkında
bazı uyarılar ve fetva vermenin
hükmü hakkında malumatlarla
bitirmektedir. (s.11-56)
Kitabın birinci babında üç fasıl
bulunmaktadır. Bu fasıllardan ilki
Dr. Halid b. Abdullah
fetvanın kaynaklarına tahsis edilel-Müzeyyinî
miştir. Yazar burada fetvanın
kaynaklarını asıl ve fer’î olmak
Dâru İbni'l-Cevzî
üzere ikiye ayırıp ilk bölümde
Onlardan sonra bu emaneti dev1430/ 2009, 904 sh.
dört asıl; Kur’ân, Sünnet, İcma’
ralan ilim ehli de, her türlü tahrif
ve Kıyas’ı inceleyerek bunların
ve değişiklikten korumak suretiytarifleri, hüccet oluşu ve günümüzde bu kaynaklale bu emaneti/dini nesilden nesile aktarmışlardır.
ra âlimlerin bakış açısını verir.
Zaman içinde ilim ehli olduğu iddiasıyla, ahiret
ilimleriyle dünyayı talep eden bazı kişiler ilimdeki Fer’î kaynakların zikredildiği ikinci bölümde, kaydengeyi bozup fetva verme işine dalmaya başla- naklığı mezhepler arasında ihtilaflı olan maslahat,
yınca, fetva konusunda hakkı batıldan ayıracak, istihsan, seddü’z-zerâ’î, örf, sahabe kavli, şer’u
fetvanın kurallarını ortaya koyacak ve bu kargaşa- men kablena ve mezhep imamlarının görüşleri
ya son vermek için âlimlerin ve yetki sahiplerinin konuları geniş olarak ele alınır. Mezhep imamlarıüzerine düşen sorumlulukları belirleyecek ilmi nın görüşlerinden bahsedilen kısımda mezhep
araştırmaların ve şer’î çalışmaların yapılması ihti- imamlarının görüşlerinin mefhumuyla istidlalde
yacı doğmuştur
bulunma, onların sözleri üzerinden tahriç yapma,
Kitabına bu manadaki sözlerle başlayan Dr. Hâlid tahricin şartları, çeşitleri ve günümüzde tahriçten
b. Abdullah el-Müzeyyinî‘nin Darulhikme’yi ziyaret nasıl faydalanıldığının anlatıldığı önemli alt başlıkettiğinde kurumumuza hediye ettiği “el-Fütya el- lar bulunmaktadır. Fetvanın kaynaklarının anlatılMuâsıra“ isimli eseri “günümüzde fetva“ konusu- dığı bu birinci fasıl kitabın en uzun bölümüdür.
nu başta kaynakları, esasları, fetvanın yayılmasın- (s.57-290)
O‘nun ardından, insanların hidayet önderi, ilim, fıkıh ve fetva
konusunda başvuru mercii sahabeleri olmuştur.
da kullanılan iletişim araçları ve kurumları olmak
üzere her yönüyle ele alan geniş ve önemli bir
doktora tezidir.
Müellif birinci babın ikinci bölümünde, fetvanın
genel esasları olarak nitelendirdiği makasıd-ı
şeriâ, usul ve fıkıh kaidelerini inceler. Bunların
tarifleri, önemi, kısımları ve günümüz fetva anlayışındaki usul ve fıkıh kaideleriyle ilgili arızalar ve
problemler hakkında bilgi verir ve bunları örneklendirir. (s.291-356)
Kitap, giriş, dört bab ve bir hatimeden oluşmaktadır.
Yazar kitabın giriş kısmında fetvanın ve siyaseti şer’iyyenin tarifi hakkında geniş bir malumat verdikten sonra birçok kişinin gafil olduğunu ifade ettiği siyaset-i şer’iyyenin fetvayla olan alakasına
değinmiştir.
R
I
H
Birinci babın son bölümünde “günümüzde fetvanın özellikleri” başlığı altında kitabı orijinal kılan ve
ona ayrıcalık kazandıran iki konu incelenmektedir.
L
E
202
ve sonuçlarından bahsedilmektedir. Bu bölümü de
kitaba orijinallik katan kısımlardan biridir. (s.447558)
Bunlardan birincisi günümüz fetva anlayışında fetvanın değişmesi konusudur: Yazar burada fetvanın hangi durumlarda değişebileceğine dair
Karâfî, âtibi, İbn-i Kayyim, İbn-i Kemal Paşa ve
İbn-i Abidin gibi geçmiş âlimlerin ve Yusuf Kardâvi,
Mustafa Zerkâ ve Vehbe Zuhayli gibi günümüz
âlimlerinin açıklamalarına yer vermekte, günümüzde fetvanın değişme sebeplerini zikretmekte
ve son olarak fetva değişiminde uyulması gereken
kuralları vererek bu konuyu sona erdirmektedir.
(s.357-409)
Kitabın üçüncü babında, çok güncel bir konu;
televizyon, radyo ve gazete, telefon, faks, internet
ve email gibi iletişim araçlarıyla fetva verme ve
fetva sorma konusu ele alınmakta, buna cevaz
verenlerle reddedenlerin delilleri sunulup tercihte
bulunulmaktadır. Bu babın son bölümünde fetvanın iletişim araçlarıyla ilgili geleceği üzerinde
durulmakta ve bu araçları kullanarak topluma
doğru bilgiyi ulaştıracak salih amel sahibi âlim ve
fakihlerin yetiştirilmesinin gereğine vurguda bulunulmaktadır. (s.559-761)
Bu bölümün ikinci konusu ise günümüz fetva anlayışındaki ıstılah, istidlal, fetva ve beyanatlardaki
düzensizlikten bahsetmekte, ehli olmayan kişilerin
bu işlere girmesini, usul ve fıkıh kaidelerinin gereği gibi kullanılmamasını ve dinin garip kalışını bu
düzensizliğin sebebi olarak göstermekte ve sonuç
olarak bunun şeriatin insanların nezdindeki heybetini kaybetmesine, fesatçıların alanının genişlemesine yol açtığını/açacağını belirtmektedir.
(s.410-446)
Kitabın dördüncü ve son babında, ferdi ve ictimai fetva konuları incelenmekte, fetva komisyonlarının gelişimi anlatılmakta ve bunlardan altı tanesinin tanıtımı yapılmaktadır. (s.763-849)
Kitabın hatime kısmında ise, yazar, yapmış
olduğu çalışmadan çıkarmış olduğu sonuçları
vererek adeta kitabın bir özetini sunmaktadır.
(s.850-859)
Kitabın ikinci babında, “fetvada katı tutum, gevşek tutum ve mutedil tutum” başlıklarından oluşan
fetva metodu konusu incelemekte, bunların sebep
*Kitap tanıtım:Orhan Ençakar
bû Hanîfe’nin Sünnet anlayışı geçmişten
bu yana güncelliğini koruyan bir konudur. Öteden
beri konuyla ilgili bir takım çalışmalar yapılmıştır. Metin Yiğit’in
Ebû Hanîfe’nin usûl anlayışında
Sünneti ele aldığı ve İz Yayıncılık
tarafından basılan doktora tez
çalışması son dönemlerde yapılan başarılı çalışmalardan biridir.
Yazara göre yerleşik Hanefî usûlündeki açıklamaların önemli bir kısmı -özellikle
Sünnet karşıtlarının kullandığı
bilgiler- Îsâ b. Ebân, Cessâs ve
Debûsî gibi daha sonraki usûlcülere aittir. Yazar çalışmasını bu
ayırımı yapma düşüncesiyle ele
aldığını belirtmektedir.
E
Kitap bir giriş ile dört bölümden
oluşmaktadır. Giriş bölümünde
yazar, Hanefî usûlünün izlediği
tarihî seyir hakkında genel bir
incelemede bulunmaktadır. Bu
bölümde yerleşik Hanefî usûlünün tahrice dayalı yani fer’î ictihadlardan istihrac yoluyla elde
edilen bir usûl olduğunu, Ebû
Hanîfe ve onun birinci dereceden
öğrencilerine bizzat ulaşmadığını
anlatmaktadır.
İlk Dönem Hanefi
Kaynaklarına Göre
Ebu Hanife’nin
Usûl Anlayışında
SÜNNET
Metin Yiğit
İz Yayıncılık,
İstanbul-2009, 488 sh.
R
I
H
L
E
203
Birinci bölüm “İlk dönem Hanefî
kaynaklarının tespit ve tahlili”
başlığını taşımaktadır. Yazarın ilk
dönem Hanefî kaynaklarından
maksadı, doğrudan Ebû Hanîfe
ile Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed gibi öğrencilerine ait
eserlerdir. Bu bölümde yazar tez
boyunca esas aldığı eserlerin
tarihî güvenilirliğini ve aidiyetini
tartışmaktadır.
Kitabın ikinci bölümü “Ebû
Hanîfe’ye göre Sünnet’in anlamı,
gerekmektedir. Bunun yanısıra haberin muhteva
açısından da bazı özellikleri haiz olması ileri sürülmektedir. Yazarın ilk dönem kaynaklarından elde
ettiği sonuca göre Ebû Hanîfe’nin muhtevayla ilgili ileri sürdüğü tek şart adem-i şuzûzdur. Başka bir
deyişle haber-i vâhidin Kur’ân’ın mana ve delaletine ve hakkında ittifak edilen Sünnete (veya meşhur ve maruf sünnete) aykırı olmaması gerekir.
Esasen bu tarz değerlendirme sadece Ebû
Hanîfe’ye özgü değildir. Nitekim benzer bir takım
değerlendirmeler diğer müctehidlerde de farklı
yoğunlukta da olsa göze çarpmaktadır.
kaynak değeri, tasnifi ve ifade ettiği hüküm” başlığını taşımaktadır. Burada Ebû Hanîfe’ye göre
Sünnet’in anlam ve konumunu ele almadan önce
Sünnet kelimesinin kullanımına dair genel bilgileri
sunmaktadır. Sünnet, kullanıldığı bağlama ve
alana göre farklı manalar taşıyan bir kelimedir.
Muhatapları “itaata teşvik” etme bağlamında ya da
“bidat karşıtı” olarak kullanıldığı zaman “dinde izlenen yol” manasına gelmektedir. Bu anlamıyla
Sünnet, başta Kur’ân olmak üzere dinî herhangi
bir delile dayanan bütün uygulamaları kapsamaktadır. Ancak usûlî anlamda diğer bir ifadeyle istidlâl sadedinde ve delil türlerini sıralama bağlamında kullanılan Sünnet kelimesi, Kur’ân haricinde
Peygamber (s.a.v)’den sadır olan söz, fiil ve takrîrleri ifade etmektedir.
Yazara göre Ebû Hanîfe’nin arz yöntemi yaygın
anlayışın aksine sadece Kur’ân’ın zahirine dayanmamaktadır. Değişik kaynaklardaki ifadeler birleştirildiğinde Ebû Hanîfe’deki arz yönteminin hem
Kitaba hem de Sünnete dayandığı anlaşılmaktadır.
Usûl kitaplarında aktarılan örnekler arzın değil, teâruzun konusu olabilecek niteliktedir. Yazara göre
bu örnekler Ebû Hanîfe’ye değil, kısmen tedvin
dönemine, kısmen de tedvin sonrası döneme aittir.
Yazarın tespitine göre Ebû Hanîfe Sünnet’i her iki
manada da kullanmıştır. Bununla birlikte Ebû
Hanîfe’nin Hz. Peygamber, Sahâbe ve Tabiûn’a ait
söz ve uygulamalar için bazen eser ve hadis kelimelerini de kullandığı görülmektedir.
Sünnet’in kapsam açısından tasnifine gelince,
yazar tıpkı diğer usûl kitaplarında olduğu gibi Hz.
Peygamber’den sadır olan fiilleri, kapsam açısından iki gruba ayırmaktadır: Teşriî nitelikteki fiiller
ve Peygamber’e mahsus olan fiiller.
Yazara göre Sünnet’in konumu ve kaynaklar hiyerarşisindeki yerini değişik vesilelerle Ebû
Hanîfe‘den nakledilen açıklamalardan anlamak
mümkündür. Ebû Hanîfe’den aktarılan açıklamalara bakıldığında Kitab, Maruf Sünnet, İhtilafsız
Sahâbe Telakkisi, Sahâbe Kavli, Kıyas, İstihsan ve
Örf şeklinde bir sıralama ortaya çıkmaktadır.
İkinci bölümde ele alınan diğer bir konu
“Sünnet’in ifade ettiği hüküm”dür. Yazar bu konuda Ebû Hanîfe‘nin bütün Nebevî emir ve tasarrufları aynı kategoride ele almadığını bazısını
farz, bazısını vacip, bazısını da müstehab olarak
değerlendirdiğini belirterek bu düşüncesini
örneklerle desteklemektedir.
“Sünnet’in tasnifi” başlığı altında yazar, Sünnet’in
iki türlü tasnifinden bahsetmektedir: Rivayet ve
kapsam açısından Sünnet’in tasnifi. Rivayet açısından Sünnet, Mütevâtir, Meşhur ve Âhâd gruplarına ayrılmaktadır. Yazar bu terimlerin sonradan
ortaya çıktığını ancak içerik olarak bunların ilk
dönemlerden itibaren var olduğunu belirtmektedir.
Âhâd-âhâd olmayan ayırımının net olduğunu
ancak mütevâtir-meşhur ayrımının güç olduğunu
söylemektedir. Yazarın belirttiğine göre âhâd
olmayan hadisler; ilk dönem eserlerinde maruf
sünnet, meşhur sünnet ve ihtilafsız sünnet kelimeleriyle ifade edilmektedir. Âhâd olmayan hadisler
hem amel hem de itikat açısından hüccet kabul
edilmektedirler. Bu hadislerin kabulü için sened
gibi şartlar aranmaz. Buna karşın âhâd haberlerin
kabulü için hem sened hem de muhteva şartı
aranmaktadır. Sened bakımından hadisi rivayet
edenlerin akıl, zabit, adil ve Müslüman olması
R
I
H
Kitabın üçüncü bölümü “Ebû Hanîfe’nin haber-i
vâhidi kabulü hakkında ileri sürülen bazı şartlar”
başlığını taşımaktadır. Kanaatimizce kitabın can
alıcı bölümünü bu kısımdaki açıklamalar oluşturmaktadır. Bu bölümde yazar sonraki usûl eserlerinde yer alan haber-i vâhide ilişkin şartları incelemektedir. İlk olarak ravi ile ilgili ileri sürülen şartlardan
bahsetmektedir. Hanefî usûlünde raviyle ilgili olarak iki şart ileri sürülmektedir: Bunlar, fıkhu’r-ravi ve
ravinin kendi rivayetine aykırı beyan ve davranışta
bulunmaması, şeklinde ifade edilmektedir.
Genelde bütün usûl eserlerinde özelde Hanefî
usûlünde fıkhu’r-ravi denilince akla gelen kişi
L
E
204
Hanîfe’den aktarılan usûlî bir açıklama bulunmamaktadır. Ancak fer’î örneklerden Ebû Hanîfe’nin
hass lafızların beyanında meşhur veya âhâd
Sünnetlere başvurduğu anlaşılmaktadır. Mesela
“Başlarınızı meshedin” mealindeki abdest ayetinde “meshedin” emri, hass bir ifade olduğu halde
Ebû Hanîfe, bunu mutlak manada meshe yormamış, asgari olarak hadislerde geçen dörtte birle
veya perçem miktarıyla sınırlamıştır. Bundan ayrı
olarak yazar, bu bölümde ilk dönem kaynaklardan
verdiği örneklerle Ebû Hanîfe’nin herhangi bir ayrıma gitmeden Kur’ân’da yer alan mücmel ve müphem lafızları Sünnetle açıkladığını belirtmektedir:
Mesela namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda
neyin nasıl okunacağını, zekâta tabi olan malları,
zekât miktarını ve nisabını ve hacca ait hususları
açıklayan hadisler mücmeli beyan eden hadislerdir. Ebû Hanîfe’nin görüşlerini ve gerekçelerini
aktaran âsâr ve ihtilaf kitaplarında konuya ilişkin
çok sayıda örnek mevcuttur. Bölümün sonuna
doğru yazar, Hanefî usûlcülerle cumhur arasında
cereyan eden “Kur’ân’daki umumî ve hususî ifadelerin tefsiri” ile ilgili tartışmaların büyük oranda
lafzî olduğunu ve pratikte büyük bir farklılığın
olmadığını belirtmektedir:
Ebu Hureyre’dir. Yerleşik Hanefî usûlünde kıyasa
aykırı haberler konusunda Ebu Hureyre’nin rivayetlerine karşı mesafeli bir tavır bulunmaktadır.
Ancak yazar kitabın bu bölümünde ilk kaynaklardan verdiği örneklerle Ebû Hanîfe’nin herhangi bir
ayrıma gitmeden Ebu Hureyre’nin rivayetlerini
esas aldığını ortaya koymaktadır. Yazara göre
Ebû Hanîfe fıkhu’r-raviyi kabul şartı olarak değil,
bir tercih vesilesi olarak görmektedir.
Haber-i vâhidin kabulü hakkında Ebû Hanîfe’ye
isnad edilen şartlardan büyük bir kısmı muhtevayla ilgilidir. Bunlar, Kur’ân’a arz, umumu’l-belva ve
kıyasa aykırı olmama gibi şartlardır. Yazar bunları
usûl kitaplarındaki örnekler üzerinden incelemektedir. Usûl kitaplarında Kur’ân’a arz, umumu’lbelva ve kıyasa aykırılıktan dolayı reddedildiği
belirtilen hadisleri tek tek inceledikten sonra Ebû
Hanîfe’nin bu hadisler konusundaki tutumunun
mezkur prensiplerle izah edilemeyeceğini, bu
prensiplerin daha sonra İsa b. Eban ve halefleri
tarafından formüle edildiğini ifade etmektedir.
Kitabın dördüncü ve son bölümünde ‘Sünnet’in
Kur’ân’a göre konumu ve teâruz halindeki hadisler” konusu ele alınmaktadır. Yazar burada usûl
kitaplarındaki yaygın şemayı kullanmaktadır. Buna
göre Sünnet, ya Kur’ân’daki hükümlere uygun
hükümler ifade etmekte veya Kur’ân’da yer alan
hükümleri açıklamakta veyahut da Kur’ân’da
hükmü bulunmayan meseleler hakkında hüküm
vazetmektedir.
“Cumhur, Kitab’taki umumî ifadelerin haber-i
vâhidle tahsis edilebileceğini savunmaktadır.
Hanefî usûlcüler ise Kur’ân’da çok açık bir şekilde
yer alıp herhangi bir ayet veya meşhur ya da
mütevâtir bir hadis tarafından tahsis edilmemiş,
farklı bir manaya muhtemel olmayan, tefsir ve
beyana ihtiyaç duymayan ve seleften hiç kimse
tarafından hass kabul edilip ihtilafa konu edilmeyen umumî ifadelerin haber-i vâhidle tahsis edilemeyeceğini söylerler. Kanaatimizce başta Îsâ b.
Ebân olmak üzere Hanefî usûlcülerin ileri sürdükleri bu kayıtlar ve kurallar tatbik edilirse iki taraf
arasındaki ihtilaf lafzî düzeye iner. Konuyla ilgili
somut örneklere bakıldığında cumhura göre,
âmmı tahsis eden âhâd haberlerin, Hanefî fakihler
tarafından da nassların tahsisinde esas alındığı
görülür. u farkla ki, cumhurun haber-i vâhid diyerek aldığı hadisler, Hanefî âlimler tarafından meşhur, mütevâtir veya selefin kabulüne mazhar olan
âhâd haber ünvanıyla esas alınmıştır. Cumhurun
“delaleti zannîdir” diyerek haber-i vâhidle tahsis
ettiği bazı nasslar, Hanefî usûlcüler tarafından
daha önce tahsise uğradığı gerekçesiyle zannî
Sünnet’in Kur’ân’daki hükümlere uygun hükümler
ifade etmesiyle ilgili bir tartışma bulunmamaktadır.
Ancak Kur’ân’daki umumî ve hususî ifadeleri açıklayan âhâd haberler konusu bilindiği gibi usûlcüler
arasında tartışmalıdır.
Sünnet’in Kur’ân’da yer alan hükümleri açıklamasıyla ilgili olarak Hanefî usûlünde hakim olan
tutum, Kur’ân’ın umumî ve hususî ifadelerinin
âhâd haberlerle beyan edilemeyeceği şeklindedir.
Yazara göre usûl kaynaklarında yer alan bu bilgiler Ebû Hanîfe’den aktarılan ictihad örnekleriyle
birlikte tetkik edildiğinde “beyan edememe” prensibinin bizzat Ebû Hanîfe’den aktarılmadığı,
bunun daha sonraki usûlcülerin, fer’î ictihad
örneklerinden tahrîc ettikleri bir prensib olduğu
anlaşılmaktadır. Kur’ân’da yer alan hass lafızların
Sünnetle beyan edilebileceğine dair Ebû
R
I
H
L
E
205
Yazarın tespitine göre Ebû Hanîfe’nin hadisler
arasındaki teâruzu gidermede izlediği yöntem üç aşamalıdır.
kabul edilip haber-i vâhidle tahsis edilmiştir.
Cumhurun âhâd haberlerle tahsis ettiği bir takım
umumî ifadeler -Sahâbe arasında ihtilafa konu
olduğu gerekçesiyle- Hanefî fakihlerce ictihadî
(gayri kat’î) kabul edilmiş ve bu tür ifadelerin
haber-i vâhidle tahsis edilmesi caiz görülmüştür.
Bazen de farklı ihtimallere açık mücmel ifadeler
olduğu gerekçesiyle ayetlerdeki lafızlar haber-i
vâhidle tahsis edilmiştir. Mesela cumhura göre
“Bunların [ayette sayılan sekiz grub] dışındakiler
size helal kılındı” ayeti, “Kadın, halası veya teyzesi üzerine nikahlanmaz” mealindeki haber-i vâhidle tahsis edilmişken Hanefî usülcülere göre bu
haber, temelde âhâd olmakla birlikte insanların
(selef) genel kabulüne mazhar olduğu için mütevâtir/meşhur mesabesindedir. Bu tür haberler [kesin]
bilgi ifade eder ve Kur’ân’ı tahsis edebilir. Bundan
ayrı olarak ayet-i kerimenin mücmel olduğunu,
mücmel ayetlerin ise haber-i vâhidle tahsisinin
caiz olduğunu belirtmişlerdir. Cumhura göre vasiyet ayetleri “Varise vasiyet yoktur” hadisiyle tahsis
edilmiştir. Cumhur, bunu söylerken hadisin âhâd
olup olmadığı şeklindeki ayrıma gitmez. Hanefî
usûlcülere göre ise bu hadisler insanlar tarafından
kabul ile telakki edildiğinden mütevâtir/meşhur
mesabesindedir ve bu özelliklerinden dolayı
Kur’ân’daki umumî ifadeleri tahsis edebilirler.”
1. Cem ve te’lif, 2. Nesh, 3. Tercih
İlk olarak mümkünse iki hadis birbiriyle uyumlu
olarak yorumlanır. Bu mümkün değilse aradaki
teâruz neshle izah edilir. Bu da mümkün değilse
hadislerden biri tercih edilir diğeri terk edilir. Yazar
Ebû Hanîfe’nin ictihadlarından hareketle tercih için
bazı ölçüler tespit edip bunları da ikiye ayırmaktadır: Raviye ve rivayetin içeriğine ilişkin ölçüler.
Raviye dair başlıca tercih ölçüleri şunlardır: Ravi
sayısı, ravinin fıkıh ve fazilet bakımından daha
üstün olması, ravinin hadisin muhtevasıyla alakalı
olması, ravinin zabt bakımından daha temkinli
olması.
Muhtevayla alakalı ölçüleri de Kitab ve Sünnete ve
Hz. Peygamber’in genel tutumuna uygunluk, ulemanın genel telakkisine ve fukahanın ameline
uygunluk, haberin müsbet içerikli olması, ihtiyata
ve kıyasa uygunluk şeklinde sıralayan yazar, yerleşik Hanefî usûlünde tercihin ve neshin diğer yöntemlere mukaddem olduğunu belirtmektedir.
Yazara göre bazı rivayetler için özellike te’lif imkânı olmayan rivayetler için veya selefin açıkça terk
ettiği ve mensuh olduğunu belirttiği örnekler için
nesih ve tercih değerlendirmesinde bulunmak
yerinde bir değerlendirmedir, ancak bunun genel
geçer bir kural olarak ileri sürülmesi ve bu haliyle
Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesi doğru değildir.
Yazar, günümüzde mevcut Hanefî usûlüne atıfta bulunanların pratikte yerleşik Hanefî usûlüne ters düştüklerini belirtmektedir. Bu kimseler, Hanefî usûlcülerin arz, fıkhu’r-ravi ve umumu’l-belvâ gibi prensiplere rağmen hiçbir
zaman tenkid konusu etmediği sünnetleri ve
hadisleri arz ve umûmu’l-belvâ gibi gerekçelerle rahatlıkla inkâr edebilmektedir. Bu da
Hanefîliğin bazı subjektif tezleri terviç etmek
için sadece bir payanda olarak kullanıldığını
göstermektedir.
Yazımızı kitabın sonuç kısmında yer alan bir paragrafla bitirmek istiyoruz. öyle demektedir yazar:
“Ulaştığımız bu sonuçlar, usûl tarihi hakkında –özellikle batılı araştırmacılar tarafından– ileri sürülen
bazı tezlerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini
ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi genelde arkiyatçılar, âfiî’nin usûl tarihinde son derece etkili ve
belirleyici olduğunu ileri sürmektedirler. Bundan
hareketle bir çok yazar, Ebû Hanife usûlünün ve
bu cümleden olarak Sünnet anlayışının âfiî’nin
çıkışıyla inkıtaa uğradığını ve Müslüman toplumlarda hala hâkim olan usûlün âfiî’nin eseri
olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışmada ortaya
konan sonuçlar, âfiî veya cumhura ait usûlle
Ebû Hanife usûlü arasında büyük bir mesafenin
olmadığını göstermektedir.”
Sünnet’in Kur’ân’da hükmü bulunmayan meseleler
hakkında hüküm vazetmesiyle ilgili olarak ise yazar,
bu konuda aktardığı bazı örneklerden hareketle
Ebû Hanîfe’nin usûl anlayışında Sünnet’in müstakil
teşri’ konumunu haiz olduğunu ifade etmektedir.
Mesela Kur’ân’da açıkça yer almayan ninenin mirası, fıtır sadakası, vitrin vacip oluşu, muhsan zaninin
recmi, şufa hakkı, süte dayalı mahremiyet, akilenin
diyete katılması gibi konularda Ebû Hanîfe’nin
hadislere dayandığını belirtmektedir.
R
I
H
L
E
206
avramların tefekkür ve
algılarımız, hatta inançlarımız üzerindeki etkisi
üzerinde yeterli ciddiyeti göstererek duranlarımızın sayısı fazla
değildir. Oysa biz farkında olsak
da olmasak da, davranışlarımızda, reflekslerimizde bile kavramların son derece derin bir belirleyiciliği vardır.
K
“Müstevlilere dil ile yardım
etmek, onların kültürlerini
esas almak ve cahilî eğitimin
koyduğu
hudutlara
göre
konuşmaktır. urası muhakkaktır ki, insanların davranışlarına yön veren kelime ve kavramlar tağutî kültüre dayanırsa
“İslamî bir mücadeleden” söz
edilemez.”
Modern dönemde neyi nasıl
düşüneceğimize ve hangi konuda
nasıl davranacağımıza siyaset
teorisyenleri, ekonomistler, sosyologlar ve genel olarak siyaset
bilimcileri karar verdiği için farkında olmadan sekülerleşiyoruz.
İlk baskısında alfabetik sırayla
ele alınan 51 kavram, Ekim2004’teki son baskısında 91‘e,
kitabın hacmi de 175 sayfadan
332 sayfaya çıkmış.
KELİMELER
KAVRAMLAR
Yusuf Kerimoğlu
Eserde adalet, ahd, ahlak, akıl
emniyeti, batıl, bey’at, bel’am,
İnkılab Yay.
bid’at, cahiliye, cihad, din emniOysa müslümanlar olarak hayatıİstanbul-2004,
(20.
Baskı)
332
sh.
yeti, fesad, fıkıh, fitne, günah,
mızı bir bütün halinde nassların
hudud, hürriyet, irtidad, küfür,
şekillendirdiği temel üzerine inşa
millet, nesil emniyeti, siyaset,
etmek ve o temel üzerinde
devam ettirmek temel mükellefiyetimizdir. Açıktır sünnet, şeriat, takva, velayet, zulüm gibi İslamî
ki, bunu gerçekleştirmenin ilk adımı, inancımızı ve kavramlar yanında, ideoloji, anayasa, cumhurihayatımızı hangi kavramların belirlediğine dikkat yet gibi dilimize sonradan girmiş bulunan kavramlar da mercek altına alınmış.
etmektir.
Kerimoğlu hoca, her bir kavramın önce lugat,
ardından ıstılah anlamını zikrediyor. Sonra da ele
aldığı kavramın mahiyet ve alanına göre yer aldığı temel kaynaklara inerek anlam haritasını çıkarıyor. Kur’ân ve Sünnet nassları yanında ulema
kavilleri burada başat rolü oynuyor.
Son dönemde hayatımızı, istikameti şaşırmadan
sürdürmemize önemli katkılar sunan Emanet ve
Ehliyet (2. cilt), Fıkhî Meseleler (2. cilt) olarak
basılmış olan bu eserin yeni baskısının da 4-5 cilt
olarak yapılacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Devlet
ve Siyaset Üzerine Notlar gibi köşe taşı eserlere
imza atmış bulunan Yusuf Kerimoğlu hoca, ilk
baskısı –İnkılab yayınlarının ilk eseri olarak–
Ocak-1983'te yapılan ve aynı yıl Yazarlar
Birliği'nin "en başarılı eser" ödülüne layık görülen
Kelimeler Kavramlar isimli çalışmasının Takdim
yazısında bu gerçeğe şöyle parmak basıyor:
Her bir kavram üzerinde dururken hocanın sadece
kuru nakillerle yetinmediğini özellikle belirtmemiz
gerekiyor.
Esere özelliğini veren en temel husus, ele alınan
kavramların günümüzde nasıl ihmal edildiğinin,
dönüştürüldüğünün, çarpıtıldığının ve/veya yerine
hangi kavramların yapay olarak devreye sokulduğunun tesbit edilip dikkate sunulması.
“Düşüncelerimiz “vehimlerimizin çarpıttığı” kelimelerin tasallutu altında. Bunlarla düşünüyor, bunlarla konuşuyoruz. Zanların ve şahsî kanaatlerin
hakim olduğu ortamda –ki, bu zan ve kanaatler
çoğunlukla cahilî eğitimin birikimine dayanır– nasıl
bir gerçeği belirleyecek ve kimi, neye, nasıl çağıracaksınız?”
Söz gelimi “ictihad” maddesinde önce kelimenin
sözlük anlamı “gayret, takat, çaba” olarak, ıstılah
anlamı da “şer’î delilleri esas alarak fer’î hükümler
çıkarma hususunda fakih olan kimsenin bütün gücünü sarf etmesi” şeklinde verildikten sonra ictihada
delalet eden Kur’ân ve Sünnet nassları zikredilmiş.
Aynı gerçeği, 13 sayfalık Önsöz kısmında da
şöyle ifadelendiriyor:
R
I
H
L
E
207
manası yoktur. Zira ilim adamlarının önce tağutî
güçlere karşı mücadele ve cihad etmeleri farzdır.
Bu hususta hiçbir hassasiyet göstermeyen kimselerin muttaki olduğunu kabul etmek güçtür.
Halbuki ictihadı tamamlayan şartlar arasında doğruluk ve takva esastır. Müctehid heva ve heveslerden uzak, bid’atlerden korunmuş olmalıdır”
Bu arada Nisâ suresinin 59. ayetinde geçen “ulu’lemr” ifadesinden “ulema”nın kast edildiğini tesbit
eden nakillere yer verilmiş.
Müteakiben ictihadın bizzat Resulullah (s.a.v)
Efendimiz tarafından teşvik edildiği gerçeğinin altı
çizilmiş ve “Hiçbir ferdin Resul-i Ekrem (s.a.v)’in
sünnetini iptal etme hakkı yoktur” denerek temel
bir gerçek ortaya konmuş.
Temel hedefi İslamî şuurun zedelenmesine ve
giderek kaybolmasına yol açacak “kavram kargaşası”nın önüne geçmek olan eser, bunu büyük
ölçüde gerçekleştirmiş görünüyor. Bununla birlikte, küçük bir ansiklopedi hüviyetindeki Kelimeler
Kavramlar’ın müellifine yüklediği bir mükellefiyetten de söz etmemiz gerekiyor:
İctihadın “farz-ı ayn” ve “farz-ı kifaye” şeklinde
ikiye ayrıldığı ve tecezzi kabul etmeyeceği (farklı
ihtisas alanlarından birçok kimsenin bir araya
gelerek müşterek ictihadda bulunmasının mümkün olmadığı) belirtildikten sonra günümüzde ictihad kavramı etrafında meydana gelen oluşum ve
tartışmalar ele alınmış.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi eserin son baskısı
2004’te yapılmış. İlk baskısının üzerinden geçen
26 ve son baskısının üzerinden geçen 5 yıl zarfında müslümanların gündemine tarihsellik, hermenötik, hoşgörü/diyalog, çoğulculuk gibi pek çok
yeni kavram girdi. Gerek bunlar ve benzeri mahiyetteki kavramların, gerekse eserin ilk baskısından itibaren yer verilmesi uygun olan mezhep, taklid, telfik, emr-i ma’ruf nehy-i münker, tebliğ, teklif,
hak/hukuk gibi kavramların da dahil edilmesiyle
eserin daha kapsayıcı, dolayısıyla hitap ettiği kitlenin daha geniş olacağında şüphe yok.
Kerimoğlu hoca bu kısımda şu ifadeleri kullanıyor:
“Son yıllarda tağutî düzenlerden maaşla beslenen
bazı tipler “ictihad yapılmalıdır” sloganına sarılmışlardır. Ancak bunun hangi konuda derhal yapılması gerektiğini (yani farz-ı ayn ictihada konu
olduğunu) bir türlü ortaya koyamamaktadırlar.
Tabii, Müctehidin kim olduğu da gizlenmektedir.
Mü’minlerin bir “ulu’l-emr” etrafında toplanıp İslam
topraklarındaki müstekbirlere karşı cihad etmesinin zarurî olduğu günümüzde “İctihad yapılmalı
mı, yapılmamalı mı?” tartışmasına katılmanın bir
ok kesin hatlarla birbirlerinden ayırmak mümkün
olmasa da, fetva kitaplarını karakteristik olarak çeşitli
şekillerde tasnif etmek mümkündür. Belli bir şahsın (müfti, şeyhülislam) fetvalarından oluşan
–Ebussuûd Efendi fetvaları,
Zenbilli Ali Efendi fetvaları
gibi– eserler ve daha önce verilmiş fetvalardan derlemeler suretiyle oluşturulmuş –el-Fetâva’lHindiyye,
el-Fetâva’lBezzâziyye gibi– eserler.
Yahut soru metnine yer verenler
ve vermeyenler; cevapta tafsilata
girenler ve girmeyenler
Ç
Özellikle soru metnine yer veren
ve cevapta tafsilata giden fetva
kitaplarını diğerlerinden ayrı
değerlendirmek gerekir. Zira bu
EL-Mİ’YÂRU’L-MU’RİB
Ve’l-Câmi’u’l-Muğrib
An Fetâvâ Ehli İfrîkiyye Ve’lEndelüs Ve’l-Mağrib
Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ
el-Venşerîsî
Vezâretu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’lİslâmiyye, Rabat/Beyrut1401/1981, I-XIII.
R
I
H
L
E
208
eserlerde, müslüman bireye
sadece neleri yapabileceğini ve
neleri yapamayacağını belirten
hüküm cümleleri yer almaz; aynı
zamanda oluşturuldukları tarih
ve coğrafyanın sosyal, kültürel,
siyasî, idarî, ekonomik açıdan
fotoğraflarını görmek de mümkündür. Bu yönüyle fetva kitapları sadece fetva verme durumunda bulunanları değil, yukarıda
zikredilen alanlarda icra-i faaliyet
edenleri de yakından ilgilendiren
kaynaklardır.
Bu cümleden olarak Malikî mezhebinin el-Muvatta’dan sonraki
temel
kitabı
olan
elMüdevvene’nin
ilk
ravisi
Sahnûn’dan İbn Lübâbe’ye, İbn
Arefe’den İbn Rüşd’e bidayetten X/XVI. asra kadar gelmiş
müktesebatının süzülmüş ve tertip edilmiş bir
hasılasını ihtiva eden el-Mi’yâru’l-Mu’rib’in, sadece bir fetva kitabı olarak görülmesi yanıltıcıdır. elVenşerîsî’nin, Fıkıh sahasında Malikî mezhebi
ulemasının akvali yanında farklı mezheplerden
âlimlerin görüş ve ictihadları naklettiği ve kendi
tercih ve fetvalarıyla da taçlandırdığı eserin,
mufassal ve tertipli bir “keşkûl” olarak tavsif edilmesi yanlış olur mu bilemeyiz ama, sıradan bir
fetva kitabı olmadığı aşikârdır.
bir başka müftünün 1,5 sayfalık cevabını ve kendisine itirazını zikreden müellif, bu itiraza Tenbîhu’lHâzıki’n-Nedes adını verdiği yaklaşık 22 sayfalık bir risaleyle mukabelede bulunur ki, böylelikle
bir tek konu 35 sayfa hacminde yer tutmuş olmaktadır. (el-Mi’yâr, I, 237 vd.) Aynı konuyla ilişkili olarak öncesinde ve sonrasında yer alan fetva ve
nakillerle birleştirildiğinde başlı başına bir kitap
oluşturabilecek yapıdaki cevabî metin sadece bu
konuya özgü değildir.
Kuzey Afrika ve Endülüs coğrafyalarının tarih,
edebiyat, toplumsal ve siyasal yapı, dinî hayat
gibi muhtelif vechelerden fotoğrafını görmemizi
sağlayan eserde yer alan nakiller, genellikle uzun
tutulmuş, fetvalar esnasında fıkhî kaideler dikkat
çekici biçimde işletilmiştir. Hatta kimi fetvaların,
soru metinleriyle birlikte ele alındığında müstakil
risaleler olarak değerlendirilebilecek hüviyette
olduğu görülmektedir.
Benzeri bir durum, Endülüs’ün düşmesiyle buradan Kuzey Afrika’ya hicret eden müslümanların
zaman içinde burada yaşadıkları çeşitli sıkıntılar
sebebiyle Hristiyanlar’ın eline geçmiş bulunan
Endülüs’e geri dönmeyi gündeme getirmeleri ve
konunun kendisine sorulup fetva istenmesi üzerine
el-Venşerîsî’nin yazdığı metinde de görülmektedir.
Esne’l-Metâcir Fî Beyâni Ahkâmi Men Ğalebe Alâ
Vatanihi’n-Nasârâ ve lem Yuhâcir ve mâ
Yeterettebu Aleyhi Mine’l-Ukûbât ve’z-Zevâcir
adını verdiği fetvada soru metni 1,5 sayfa, cevabî
metin ise 15 sayfa tutmaktadır. Aynı şekilde önünde ve arkasında konuyla ilişkili olarak yer alan
metinler de katıldığında müstakil bir risale oluşturabilecek bir cevap söz konusu olmaktadır.
Söz gelimi aralarından geçen bir nehirle birbirinden ayrılmış iki belde, bilahare idarî olarak birleştirilip, nehrin üzerine köprü yapılmak suretiyle birleşme fizik olarak da gerçekleştirildiğinde Cuma
namazlarının tek camide mi, eskisi gibi iki ayrı
camide mi kılınacağının, keza nüfusun artmasıyla
mevcut camilerin cemaati almaması sebebiyle
Cuma namazının üç, dört veya daha fazla sayıda
camide kılınmasının caiz olup olmadığının sorulduğu metin 2, cevap ise 11 sayfa tutmaktadır. elVenşerîsî, bu uzun soruya, zengin nakillerle tafsilatlı bir cevap vermiştir. Ancak konu burada bitmemektedir. Soru sahibinin aynı soruyu tevcih ettiği
Nitekim bu fetva bilahare önce Hasen Mü’nis,
daha sonra da Ebû Ya’lâ el-Beydâvî tarafından
ayrı ayrı tahkik edilerek müstakil risale halinde iki
kere basılmıştır.
Fıkh’ın bütün bablarına ilişkin soruları zengin nakillerle ele alıp kapsayıcı bir şekilde cevaplandırmıştır.
ilmî/akademik çalışmalarının hemen tamamının
İslam Hukuku sahasında yoğunlaşmasıyla dikkat
çeken bir ilim adamı. İslam Hukuku ve Önceki
eriatler, Osmanlı Mahkemeleri, İslam Hukukunda
Değişmenin Sınırı, İslam Hukuku, İslam Hukuku
Tarihi, Külliyât-ı Kavânîn, Ahmet Cevdet Paşa ve
Mecelle gibi eserleri ve pek çok makalesi,
Ekinci’nin adeta bir “İslam Hukuku araştırmacısı”
gibi çalıştığını gösteriyor.
lkemizde Hukuk Fakültesi mezunu olup,
çalışmalarını İslamî ilimler alanına teksif
edenlere pek sık rastlanmaz. Özellikle
akademik seviyede İslamî ilimlerle ilgili çalışmalar
münhasıran İlahiyat fakültesi mensuplarınca yürütülür. Bu aslında İlahiyat mensuplarının eksisi
değil, farklı fakülte mezun ve mensubu olduğu
halde İslamî ilimler alanında çalışanların artısıdır.
Ü
Her ne kadar Hukuk fakültesi müfredatları “İslam
Hukuku”na şu veya bu seviyede/boyutta ilgi göstermeden edemiyor ise de, bu fakültelerde İslam
Hukuku ile ihtisas seviyesinde alakadar yeterli ölçüde
ilim adamının bulunmaması “yapısal” bir meseledir.
Osmanlı Hukuku, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle
bir bütündür. Bir medeniyeti değerlendirmek için göz
önünde bulundurulan en önemli kriterlerden birisi hiç
şüphesiz hukuktur. Osmanlı Devleti’nin hatasıyla
sevabıyla 6 asırlık bir ömür sürmesini ve parlak bir
başarı hikâyesi yazmasını mümkün kılan hususlar
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Hukuk Fakültesi
mezun ve mensubu olmakla birlikte,
R
I
H
L
E
209
Prof. Dr. Ekinci’nin son derece
rahat okunan, okuyucuyu yoran
teknik ayrıntılardan arındırılmış
eseri ile geniş kitlelerin ıttılaına da
arz edilmiş olmaktadır.
arasında hukuk düzeninin ve adalet anlayışının bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
İslam, zuhurunun ardından kısa
bir süre sonra üç kıtaya kol salmıştı. İslam Devleti’ni kısa bir
zaman içinde oldukça geniş bir
coğrafyaya hakim olma ve hakimiyet sürdüğü yerlere uzun yüzyıllar boyunca adalet ve hakkaniyetin damgasını vurma imkânı
veren en önemli etkenin adalet
ve hakkaniyete dayalı hukuk
düzeni olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
Eserini, kendi aralarında muhtelif
kısımlara ayrılan 5 ana “kitap”tan
oluşturan Ekinci, Birinci Kitap’da
konuya giriş mahiyetinde bilgiler
veriyor, Türklerin İslam öncesi
hukuk sistemlerini inceliyor ve
OSMANLI HUKUKU Osmanlı Hukuku’nun kaynakları
hakkında bilgi veriyor. İkinci
Adalet ve Mülk
Kitap’da Osmanlı Hukuku’nun
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
unsurlarını ve mevzuatını ele alıyor; Üçüncü Kitap’da Osmanlı
Osmanlı Devleti bu anlayışı
Arı Sanat Yay.
Amme Hukuku’nu, Dördüncü
devam ettirmiş ve hakimiyet tesis
İstanbul-2008, 600 sh.
Kitap‘da ise Osmanlı Hususî
ettiği coğrafya üzerindeki din, dil,
Hukukunu mercek altına alıyor.
kültür, etnik köken farklılıklarını
Beşinci Kitap’da ele aldığı Tanzimat devri Hukuk
barış ve uyum içinde bir arada tutma başarısını
çalışmaları, Mecelle ve Hukuk-ı Aile kararnamesi
göstermiştir. Bugün bu başarının sırrının ne olduile çalışmasını nihayete erdiriyor.
ğu sorusu, sadece gerçeği yeni yeni görmekte
olan Müslüman araştırmacıların değil, Batılı araş- Osmanlı Hukuku isimli çalışmanın iki özelliği diktırmacıların dahi yoğun ilgisine mazhar olmaktadır. kat çekiyor: Konuların son derece güzel bir sistematik içinde sunulması ve rahat okunabilirliği.
Tarih içinde Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu
Elbette bu ancak konusuna hakim kalemlerin
adil ve başarılı sistem Batılıların dikkatini çekmekbaşarabileceği bir hususiyettir. Yukarıda 1 parate gecikmemiş, XVI. yüzyılda İngiltere kralı VIII.
grafta özet olarak verdiğimiz konu başlıklarının,
Henry, Osmanlı ülkesine gönderdiği bir heyet ile
kendi aralarında “kısım”lara ayrıldığını ve her bir
Osmanlı hukuk ve adliye sistemini incelettirmiş, bu
kısmın da pek çok maddeden oluştuğunu dikkate
heyetin verdiği rapor doğrultusunda İngiliz hukuk
aldığımızda, Osmanlı Hukuku isimli çalışmasında
sistemini ıslaha tabi tutmuştur.
Prof. Dr. Ekinci’nin ne denli güç bir işi kolay kıldıRuslara yenildikten sonra Osmanlılara sığınan İsveç ğını ve Osmanlı hukuk sisteminin mahiyet ve
kralı Demirbaş Karl’ın, burada kaldığı yıllar içinde karakterini ortalama okuyucu nezdinde anlaşılır
(1709-1715), şehirlerde halkın serbestçe müracaat kılmaktaki maharetini daha kolay anlama imkânıedebildiği bir nevi hukuk müşaviri olarak görev na kavuşmuş oluruz.
yapan müftilerden ilham alarak, ülkesine döndüğünBibliyografyasını oluşturan Türkçe, Arapça,
de “ombudsmanlık” sistemini ihdas ettiği nakledilir.
İngilizce ve Osmanlıca kaynakların zenginliğine
1798’de işgalci olarak Mısır’da bulunan Napolyon, rağmen dipnotlara boğulmuş, akademik endişeleOsmanlı hukukuna dair bazı eserlerin Fransızcaya rin ön planda olduğu bir eser yerine, rahat okunan
çevrilmesini emretmiş, Code Civile’in hazırlanışın- ve ele aldığı her konu hakkında derli-toplu bilgi
da bu eserlerden istifade edilmiştir. Code Civile, veren bir kaynak olması, aslında Ekinci’nin bir
popülaritesi sayesinde pek çok Latin ülkesinin kısmı yukarıda zikredilen çalışmalarının tamamı
medeni kanununa kaynak teşkil etmiş, için söz konusu edilebilir. İslam Hukuku alanındaki
İslam/Osmanlı hukuku dolaylı olarak bu kanunlara çalışmalarının, “yenilik” adı altında gündeme getida etkide bulunmuştur.
rilen farklı arayış ve sapmalara prim vermeden
Daha uzun zaman araştırmacıların ilgi odağı olma- müstakim ve muhkem bir çizgiyi yansıtması da
ya devam edeceği kesin olan Osmanlı Hukuku, ayrı bir hususiyet olarak not edilmelidir.
R
I
H
L
E
210