Pdf İndir - On5yirmi5.Com

On5yirmi5.com
En özel 15 İran filmi
Yeni başlayanlar için İran sinemasına giriş niteliğinde en özel 15 İran filmi...
Yayın Tarihi : 24 Eylül 2014 Çarşamba (oluşturma : 1/28/2015)
İran sineması, 1930’lu yıllardan beri var olan, baskıcı rejimin, sansürün ve hatta sürgün pençesinin
ortasında var olmaya çalışan zengin ve çekici bir kültürdür. İran’da sanat olarak sinemanın tarihi,
tüm dünyada film sanatının doğduğu günlere; yani 1904 yılında Tahran’daki ilk sinema salonunun
açılışına kadar dayanır. O günlerde İran halkı sinema sanatının ilk eserlerine büyük ilgi göstermiştir
fakat İran’ın kendi ulusal sinemasını oluşturması için bir çeyrek asır kadar beklemeleri gerekmiştir.
1925 senesinde ilk sinema okulunun açılmasıyla birlikte İran sineması hızlı bir şekilde oluşmaya ve
gelişmeye başlamıştır. O günden bugüne, sinema İran için uluslararası arenada bir temsilci, bir elçi
görevi görmüştür. En nihayetinde İran sineması çekici, alımlı, kaotik, duygusal ve dokunaklı bir
sinema haline dönüşmüştür. İtalyan yeni gerçekçilik akımından etkilenen İranlı sinemacılar, birbiri
ardına dünya sinema tarihine başucu eserleri bırakmaya başlamıştır. Taste of Cinema’nın hazırladığı
aşağıdaki liste de görkemli İran sinemasının en nadide 15 örneğini içermekte. Listede yer almasa da
Cafer Penahi, Muhammed Resulof gibi isimlerin filmlerinin de baskıcı ve yasaklara dayanan İran
rejimine karşı atılan en güçlü adımlardan olduğunu hatırlatalım. Ve tabii ki bu senenin en iyi
filmlerinden Mahi va Gorbeh‘i de unutmayalım.
1. Kara Ev (Füruğ Ferruhzad, 1963)
Cüzamlı oldukları için dışlanmış bir grup insanın hikayesini anlatan kısa metraj belgesel Kara Ev,
devrim sonrası İran sinemasını doğrudan etkileyen bir yeni dalga ürünü. 1961’de kurulan ilk cüzam
kolonisi olan Behkadeh Raji’de geçen bu kısa belgesel, merkezinde acı ve çile olan bir durumun,
yaşamın daha küçük şeylerinde mutluluğu ve huzuru bulması konusunu işliyor: İki kız birbirlerinin
saçlarını tarıyor, bir adam sokağın ortasında yalın ayak dans ediyor, çocuklar ellerinde sopalarla
oyun oynuyor… Bu belgeselde seyrettiklerimiz cüzamlı ve dışlanmış bir topluluk olsa da yaşayacak
bir hayatları olan insanlar aynı zamanda.
Film, İncil’den, Kuran’dan ve kendi yazdığı yazılardan alıntılar okuyarak görüntülerine anlam katan
Farrokhzad tarafından seslendirilip çekilmiş. İşin içinde bir “hikaye” varsa, o da belgeselin
kurgusunda saklı. Farrokhzad’ın kendisi esasen şair. Hatta pek çoklarına göre İran’ın bugüne kadar
yaşamış en büyük ve en iyi kadın şairi. Çünkü o, tüm yasaklara ve toplumsal tabulara karşı gelip
şiirlerini arzular, aşk ve kadın bakış açısı üzerinden yazmış. İran edebiyatı erkek egemenliği
altındayken kadın olmak üzerine şiirler yazmış bir kadın şair kendisi. Fakat ne yazık ki henüz 32
yaşındayken, bir araba kazası sonucu Tahran’da hayatını kaybetmiş. Kara Ev, onun ilk ve tek filmi
olma özelliğini taşıyor.
2. The Brick and The Mirror / Khesht va Ayeneh (İbrahim Gülistan, 1965)
İbrahim Gülistan’ın ilk çalışması olan bu film, bir taksi şoförünün arka koltuğunda annesi olduğunu
düşündüğümüz güzel bir kadın tarafından terk edilen bir bebeği fark etmesiyle başlıyor. Filmin geri
kalanı da taksici ve sevgilisinin, bu gizemli kadını arayışı üzerinden ilerliyor. Karanlık ve dokunaklı
bir eser olan The Brick and The Mirror, İran sinemasının bugüne kadar en çok işlediği konulardan
birine parmağını basıyor: Ahlaki ikilemler ve sosyal kaygılar. Hayatımızın her anında karşımıza çıkan
bu durum, İran sineması söz konusu olduğunda çok daha çarpıcı ve gerçekçi örneklerle önümüze
konulmuş oluyor. Bebeği annesine teslim etmeye çalışan taksi şoförü ve kız arkadaşı, bu vesileyle
kendilerini ve birbirlerini keşfetmeye başlıyorlar.
Fellini ve Antonioni filmleri ile karşılaştırılan The Brick and The Mirror, İtalyan yeni gerçekçiliğinin
atmosferine kıyasla daha radikal ve progresif bir hikaye anlatıcılığı ve düzen barındırıyor. Bu filmi
seyrederken kurmaca bir şeyden ziyade gözünüzün önündeki insanların daha önce tanıklık
etmediğiniz yaşamlarına göz atıyor gibi hissediyorsunuz. Gülistan’ın sosyal bilinci, görsel yorumu ve
duygusal dürüstlüğü kullanış tarzı, The Brick and The Mirror’ı daha da güçlü kılmaya yetiyor.
Cinsiyet ve toplum kavramlarına daha özgürlükçü yaklaşımı yüzünden kendinden sonraki İran
sineması eserlerine ilham kaynağı olan bu Gülistan yapıtı, tarihteki en önemli İran filmlerinden biri
olarak gösteriliyor. Filmin açılış sekansının Scorsese imzalı Taxi Driver’ı andırması da dipnot olarak
düşülsün.
3. The Cow / Gv (Daryuş Mehrcui, 1969)
The Cow hakkında okuyacağınız her eleştiride bu filmin İran sinemasının dönüm noktası olduğu
söylenir, o yüzden bu paragrafa da benzer bir iddiayla başlamakta fayda var: The Cow, İran
sinemasının dönüm noktasıdır. Pek çok sebepten ötürü böyle bir iddia ortaya atılmış durumda.
Kimilerine göre The Cow, uluslararası camianın dikkatini çeken ilk İran filmidir ve bu vesileyle İranlı
sinemacılar, bir yeni akım oluşturup günümüz İran sinemasını oluşturmaya başlamıştır.
Gholam-Hossein Saedi’nin The Mourners of Bayal isimli romanından uyarlanan The Cow, ineğine
adeta tapan Hasan isimli bir adamın öyküsünü anlatıyor. Hasan evinden uzakken, ineğini ölü olarak
bulan köylüler bir karara varır ve Hasan, acı çekmesin diye ölümün üstünü örtmeye çalışır. Olayın
devamı ise tam bir çılgınlık zira Hasan, artık ineğin kendisi olduğuna inanmaya başlar.
Listenin ilk iki filminde olduğu gibi The Cow da İtalyan yeni gerçekçilik akımından hayli etkilenmiştir.
Mehrcui, 1997 yılında verdiği bir röportajda kendi yaşantısını çirkinliği dahil tüm gerçekliğiyle
vermek istediğini belirtmiştir -ki bu fikir, yeni gerçekçilik akımının temel taşlarından birini oluşturur.
4. Still Life / Tabiate Bijan (Sohrab Şahit Sales, 1974)
Kırk yıla yakın süredir dünyanın dört bir yanındaki sinemacılar tarafından ilham kaynağı olarak
kullanılmasından da mütevellit, Still Life, görsel bir şiir olarak adlandırılır. Filmde Muhammed isimli
yaşlanmakta olan bir demiryolu işçisi ve karısının hikayesi anlatılmaktadır. Muhammed’in işi, günde
bir kaç kez demir yolunun çaprazlandığı bölgeleri açıp kapamaktır. Karısıyla birlikte İran’ın en izole
ve kırsal alanlarından birinde yaşarlar, öyle ki oraya rahatlıkla “hiçbir yer köyü” denebilir.
Uzun planlar ve gerçek zamanlı hikaye anlatıcılığı tekniklerine sırtını dayayıp seyircisini belli bir
zaman çizgisinde ilerlemeyen, periyodik bir maceraya davet eden Still Life, Muhammed’in
istasyona/istasyondan yürüdüğü uzun sekanslar veya karısıyla birlikte yemek yediği bölümler
sayesinde kişiyi baş karakterin yerine koyuyor ve onunla birlikte bu sıkıcı, banal anları yaşamaya
zorluyor. Böylece biz de bir süreliğine Muhammed’in rutinlerinin parçası haline geliyoruz.
Eşsiz yaklaşımı sayesinde yönetmen, bir önceki ve bir sonraki gün arasında ayrım yapamadığımız bir
evren oluşturuyor. Bu gaye doğrultusunda hikaye anlatımında şimdiki zamanı seçen Sales,
geleneksel sinemaya adeta meydan okuyor ve onun tipik hikaye anlatıcılığını elinin tersiyle itiyor.
Yerine ise çok daha deneysel bir yaklaşım konduruyor. Yasujiro Ozu’nun stili ve estetiğini anımsatan
Still Life, İran’ın bugüne kadar çıkardığı en iyi fakat uluslararası camiada hala yeterince tanınmayan
sinemacılarından birinin muazzam bir sanat eseri. Ne yapıp edip seyredin.
5. The Runner / Devende (Amir Naderi, 1985)
Kendi çocukluğunda yaşadığı tecrübelerden ilham alarak çektiği The Runner’da Amir Naderi,
şanssızlık ve zorluklar karşısında insan ruhunun yaşadığı zaferi konu alıyor. Amiro, dünyanın en
zengin petrol yataklarından birinin çevresinde kurulan fakir bir kentte yaşayan, fakir bir çocuktur.
Ayakkabı boyacılığından tutun, su satmaya kadar farklı işlerle geçim sağlamaya çalışır fakat bir gün
Amiro, eğer daha iyi bir yaşam istiyorsa okula gidip okuma yazmayı öğrenmesi gerektiğini anlar.
Çoğu zaman François Truffaut’nun 400 Darbe’siyle karşılaştırılan, İtalyan yeni gerçekçilik akımının
stiliyle benzerlikler taşıyan The Runner, devrim sonrası İran sinemasının uluslararası seyirciyi
etkilemeyi başaran ilk filmidir. Geleceğin İran sinemasının sanatsal tonunu belirlemesi sebebiyle
pek çokları tarafından övgüye boğulan film, Amiro’nun en derinden gelen arzularını seyirciye
aktarabilmek için kurgu numaralarını, yinelemeleri ve aralardaki dizilimleri kullanır. Küçük çocuk
şehirde oradan oraya koşarken bir yandan trenleri ve uçakları da göstererek adeta bir yarışı tasvir
eden Naderi, Amiro’nun hırsları ve gerçekçiliği arasında görsel bir bağlantı kurmaya çalışır. Onun
arzuları, sinema sanatında liriksel kurgu yaratımının manifestosu haline gelir.
6. Bisikletçi (Muhsin Mahmelbaf, 1987)
Bisikletçi, aynı Naderi’nin The Runner’da yaptığı gibi, Muhsin Mahmelbaf’ın kendi çocukluğunu
anlattığı bir eser. İran’da kuyu kazma işi yapan Afgan mülteci Nasim’in hastaneye yatan karısının
sağlık masraflarını çıkarabilmek için yol arayışına girmesine odaklanıyor. Birkaç başarısız
denemeden sonra eski bir bisiklet şampiyonu olan Nasim, bir sirk organizatörü tarafından ihtiyacı
olan parayı karşılayabileceği bir teklifle karşı karşıya getiriliyor. Teklifin gerektirdiği iş ise biraz
tuhaf ve acımasızca fakat Nasim’in kabul etmek dışında şansı kalmıyor.
Sosyal toplum eleştirileriyle döşenmiş ve fakirliğe yaptığı bakış açısıyla iç acıtan Bisikletçi, aynı The
Runner gibi şanssızlık ve zorluklar karşısında insan ruhunun yaşadığı zaferi işliyor. Mahmelbaf,
yinelemeler kullanarak filminde yaşamın gerçek hissini uyandırmaya çalışıyor. Nasim’in daireler
çizerek bisiklet sürmesi, bizi, sevdiklerimiz uğruna çabaladığımız kendi günlük rutinlerimizi
düşünmeye itiyor.
7. Yakın Plan (Abbas Kiyarüstemi, 1990)
Abbas Kiyarüstemi’nin ‘göz bebeğim’ dediği Yakın Plan’da (Close Up / Nema-ye Nazdik) fakir bir
sinema tutkunu olan Hüseyin Sabzian, otobüste yaşlı bir kadınla tanışır ve kendisini ünlü yönetmen
Muhsin Mahmelbaf olarak tanıtır. Kadın buna inanır ve adamı ailesiyle tanıştırmak için evine davete
eder. Sabzian da, kadının ailesini, yeni çekeceği filme para yardımı yapmaları şartıyla, filminde
oynamaya ikna eder. Fakat bu zengin aile, Sabzian’ın evlerini soyacağından şüphelenerek, adamı
polise ihbar eder. Sabzian tutuklanır, sorgulama ve yargılanma süreci başlar.
Film, tamamen gerçek bir hikaye üzerinden kurgulanmıştır. Hüseyin Sabzian adındaki adamın
tutuklama haberini gazetede okuyan Kiyarüstemi, bu konuyla ilgili bir film çekmeye karar verir.
Yargı organlarıyla temasa geçer, sanığı hapishanede ziyaret eder ve mahkeme sırasında çekim
yapabilmek için izin alır. Sabzian’la görüştüğü sırada sanıktan Muhsin Mahmelbaf’a iletmek üzere şu
mesajı alır: “Ona söyle, The Cyclist benim hayatımın bir parçası.”
Sinema seyircisini, sinema sevgisi üzerinden ilerleyen harikulade bir maceraya davet eden Yakın
Plan, aynı zamanda ahlak meseleleri üzerinde de bizleri -her zamanki gibi- iki yanıtı olan sorularla
baş başa bırakıyor. Yarı belgesel kıvamındaki filmde Sabzian, Mahmelbaf’la hayatında ilk kez karşı
karşıya geldiğinde ağlamaya başlıyor. Ünlü yönetmen ona “Mahmelbaf olmayı ister miydin?” diye
sorduğunda Sabzian’ın verdiği yanıt seyirciyi düşünmeye itiyor: “Kendim olmaktan bıktım.” Yakın
Plan, kimlik, insanlık ve sinema üzerine bugüne kadar yapılmış en güçlü filmlerden biri ve ne güzel
ki, bu film, dünya üzerindeki en eşi benzeri olmayan sinemacılardan birinin elinden çıkmış durumda.
8. Ekmek ve Çiçek (Muhsin Mahmelbaf, 1996)
1970’lerde bir öğrenci protestosunda Muhsin Mahmelbaf bir polis memurunu bıçaklar. 20 yıl sonra
ne yapıp edip o polis memurunu bulmayı ve o gün aralarında geçenlere dair bir film yapmayı
kafasına koyar. Bilindik belgesel formatlarından uzaklaşarak ve geçmişe yönelik belgesel film
çekmenin ne kadar zor olduğunu bilerek (hele de geçmişteki olaylar konusunda insanların bu
olaylardan ne yönde etkilendiği ve gerçekte neler olduğu ikileminin yaşanma ihtimali yüksekken)
Mahmelbaf, bu benzersiz hikayeyi yeniden canlandırma yoluna gitmiş.
Anılar, zaman ve suç kavramları üzerine kaotik ve çekici bir iş olarak bu kişisel film gerçek ve kurgu
arasında gidip geliyor -aynı bizim hafızamızın yaptığı gibi. Her şeyin ötesinde gerçeğe dayalı bu
kurmaca okumayı yaratarak tarihi değiştiren kişi Mahmelbaf’ın kendisi oluyor. Ekmek ve Çiçek’in
birdenbire, sahnenin donmasıyla bitişi akıllara 400 Darbe’yi getiriyor.
9. Kirazın Tadı (Abbas Kiyarüstemi, 1997)
Jean-Luc Godard bir keresinde sinema sanatının D.W. Griffith ile başladığını ve Abbas Kiyarüstemi ile
bittiğini söylemiştir. Kiyarüstemi’ye Cannes’da Altın Palmiye ödülünü kazandıran Kirazın Tadı’nın
senaryosunun sekiz senede tamamlandığı bilinmekte. Bu uzun süreli uğraş, filmin otantik
atmosferine ve kendini öldürdükten sonra bedenini gömecek birini arayan Badii gibi hayranlık
uyandıran karakterlerine fazlasıyla yansımış durumda.
Fazlasıyla minimalist ve gösterişsiz bir film olan Kirazın Tadı, uzun planlarını kullanarak seyircisini
kendisinden belli bir mesafede tutmayı amaçlıyor. Kamera Bay Badii’nin arabasından kilometrelerce
uzakta olsa bile diyalogları sanki arabanın ön koltuğunda oturuyormuşçasına duyuyor ve filmin içine
girebiliyoruz. Böylelikle filmle olan birlikteliğimiz de hiçbir şekilde sekteye uğramamış oluyor.
Yönetmen, bazı şeyleri açık açık göstermek yerine de görsel ipuçları öne sürmeyi uygun görüyor.
Haliyle Bay Badii’yi seyirciye daha insancıl göstermiş oluyor ve empati uyandırıyor. Yakın Plan,
Kiyarüstemi’ye göre onun göz bebeği olsa da Kirazın Tadı, muhtemelen her sinemasevere göre, her
şeyden öte, tarihin en iyi filmlerinden biri.
10. Elma (Samira Mahmelbaf, 1998)
Muhsin Mahmelbaf’ın kızı Samira Mahmelbaf’ın ilk filmi olan Elma, 12 yıl boyunca ebeveynleri
tarafından eve hapsedilmiş iki genç kız kardeşin gerçeğe dayanan hikayesini anlatıyor. Henüz 17
yaşındayken çektiği bu filmiyle Mahmelbaf, Cannes Film Festivali’ne katılan en genç yönetmen
unvanına nail oldu; ardından 2000 ve 2003 yıllarında Cannes jürisi tarafından iki filmi “jüri ödülü” ile
onurlandırıldı.
Elma, iki kız kardeşin on iki yıl süren esaretin ardından sosyal servis görevlilerince dış dünyayı ilk
kez görmeleri için serbest bırakılmalarının öyküsüne odaklanıyor. Pek çok yeni dalga eseri gibi bu
film de gerçeklik ve sanatın buluşmasını sorguluyor. Mahmelbaf, kızları birer kurban, ebeveynlerini
ise birer canavar olarak göstereceği bir belgesel yaratmak yerine yaşananları baştan canlandırma
taktiğini kullanıyor. Yardım için haykıran genç kızların öyküsü yerine İranlı kadın yönetmenlerin
tutunduğu dallardan birine, cinsiyet eşitliği bir ağıt yakıyor. Hayli otantik ve artistik bir film Elma. Ve
17 yaşındaki bir genç kızın elinden çıktığına inanılmayacak kadar hayranlık uyandırıcı.
11. Cennetin Rengi (Mecid Mecidi, 1999)
Mecid Mecidi’nin bu dördüncü uzun metraj filminde sekiz yaşında, kör bir çocuk olan Muhammed ile
tanışıyoruz. Babası Haşim, iki kız kardeşi ve büyük annesiyle küçük bir köyde yaşayan Muhammed’in
babasıyla olan ilişkine odaklanan filmde baba karakterinin, eşinin ölümü üzerine yeniden evlenme
arzusu da bu ilişkinin gidişatını etkileyen temel olay olarak karşımıza çıkıyor. Haşim, yeni eşinin
ailesinin kör bir oğlan çocuğunu uğursuzluk olarak algılamasından korktuğu için Muhammed’in bu
durumunu saklamayı uygun görüyor. Baba, her şeyi göze alarak küçük Muhammed’i kör bir
marangozun yanına gönderiyor ve ondan, küçük çocuğu marangozculuk konusunda eğitmesini
istiyor.
1998 yılında yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar’a aday gösterilen bir önceki filmi Cennetin
Çocukları’na kıyasla Cennetin Rengi, baba ve oğul arasındaki gergin ilişkiyle daha fazla kafa yoruyor
gibi gözüküyor. Pek çokları tarafından, belki de finali itibariyle, Federico Fellini’nin La Strada filmi ile
karşılaştırılan Cennetin Rengi, aile yaşamının zengin ve dokunaklı bir tasviri. Tüm oyuncuları
sevecen performanslar sergiliyor ve seyirciye, birer insanoğlu olarak özlerine dokunan güçlü bir
duygu seli vaat ediyor.
12. The Day I Became a Woman (Marziye Meşkini, 2000)
Listenin önemli isimlerinden Muhsin Mahmelbaf’ın eşi, Samira Mahmelbaf’ın ise annesi olan Marziye
Meşkini’nin hikayesi biraz ilgi çekici. Hayatı boyunca 20’den fazla film seyretmediğini, en son
seyrettiği filmin ise kocası Mahmelbaf’ın bilmem-kaç sene önce çektiği filmlerinden biri olduğunu
söyleyen fakat çektiği iki filmle dünyanın dört bir yanındaki önemli festivallerden ödülleri toplayan
Marziye Meşkini’nin bu ilk filmi The Day I Became a Woman, İranlı diğer kadın sinemacıların üzerinde
durduğu bir meseleyi daha çarpıcı haliyle gözler önüne seriyor. Farklı jenerasyonlardan üç kadının
yaşamlarından belli kesitler sunan filmin her bir karakteri, hayatın onlara ‘atadığı’ zorlukların
üstesinden gelmeye ve arzularının peşinden gitmeye çalışıyor.
Havva, artık 9 yaşına girdiği için çevresindekiler tarafından bir kadın olarak görülüyor ve sokakta
erkeklerle oynamaması için uyarılıyor ve artık yasaklarla geçecek yaşantısına başlamadan önce, son
bir gün dahi olsa arkadaşıyla sahilde oyun oynamak istiyor. Ahu ise kocası ve yaşadığı yerdeki diğer
erkekler ile fikir ayrılığına düşüyor çünkü kocasının isteklerini yerine getirmeyi reddediyor. Erkek
egemen topluma, Havva’nın arkadaşıyla oyun oynadığı plajda düzenlenen bir bisiklet yarışına
katılarak meydan okuyor. Üçüncü karakterimiz Hure ise artık yaşamının sonuna yaklaşmış bir kadın
ve özgürlüğünü bu son zamanlarında yeniden keşfetmeyi deniyor. Hayatı boyunca sahip olamadığı
her türlü imkana sahip olmak için son bir uğraş veriyor.
Yönetmenin anlatımındaki şiirsellik ve zengin estetiği ile The Day I Became a Woman, evlat, eş ve
anne olarak bir kadının yaşamının üç evresini, üç kadın üzerinden iç ısıtan bir atmosferle seyirciye
takdim ediyor. Sinemada güçlü bir kadın sesin değerini gösteren basit, minimalist ve çok önemli bir
çalışma.
13. 10 (Abbas Kiyarüstemi, 2002)
İngiliz Film Enstitüsü tarafından Modern Klasik Başyapıtlar serisine henüz çekildikten üç yıl sonra
dahil edilen ’10’, bir arabanın içine yerleştirilmiş kamerayla çekilmiş olmakla beraber bir sürücü ile
yanındaki yolcular arasında geçen on farklı diyaloğa odaklanıyor.Filmin hikayesinin çıkış noktası ise
ofisi kapatıldıktan sonra hastalarıyla kendi arabasında görüşen bir psikiyatrın yaşadıkları.
Kiyarüstemi’nin yönetiminden bağımsız sabit bir kamera ve bir grup ‘karakter’ eşliğinde seyreden
film, eşi benzeri olmayan otantik seslerle bağ kurmamıza ve Tahran’ın modern yaşantısına kısa bir
süreliğine dahil olmamıza olanak sağlıyor. Kiyarüstemi’nin daha sonra “Ten on 10 isimli
belgeselinde de dediği gibi bu film “kadın ve erkek hakkında olmaktan da öte bir var oluş öyküsü”
üzerine.
Tamamen dijital formatta çekilen ’10’, esasen Kiyarüstemi’nin kişisel bir yolculuğu kıvamında.
Kirazın Tadı’nı çektikten sonra filmin bir kısmının işleme laboratuvarında bozulması üzerine bu
kısımları dijital formatta yeniden çekmek zorunda kalan yönetmen, 35 mm kameraya kıyasla
dijitalde karakterlerin çok daha farklı performanslar sergilediğini gördüğüne inanmış ve böylece
’10’u çekmeye karar vermiş.
Film, pek çokları tarafından yol ve yolculuk türüne yepyeni bir bakış açısı, taze bir keşif olarak kabul
ediliyor. Geleneksel yapım metotlarından sıyrılarak bunu başaran ’10’, senaryosuz kimliği ile minimal
ve basit bir kurallar bütüne sadık kalmayı tercih ediyor.
14. Kaplumbağalar da Uçar (Bahman Ghobadi, 2004)
“Filmimi diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf
etmek istiyorum.” diyor Bahman Ghobadi, Kaplumbağalar da Uçar filmi için yaptığı yorumda. 2000
yılında çektiği ilk filmi Sarhoş Atlar Zamanı ile Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülüne layık
görülen sinemacı, bu üçüncü uzun metraj çalışmasında da öncekiler gibi savaşın tüm zulmünün
ortasında kapana kısılmış çocuk mültecileri anlatıyor. Film, Irak Savaşı’ndan sonra çekilen ilk Irak
filmi olma özelliğini taşıyor ve Amerikan işgal kuvvetlerinin de desteğini almış olduğu biliniyor.
Kaplumbağa olgusununun Kürt diasporası için bir metafor olarak kullanıldığı film, savaşa meyilli
ülkelere beslediğimiz antipatik görüşlere meydan okuyor. Kürtlerin Türkiye ve Irak arasında kalmış,
savaşın içine sokulmuş, göç ve soykırım tehlikesiyle karşı karşıya kalıp var olma mücadelesini bir
kez daha gözler önüne seriyor.
Satellite, yani Uydu lakaplı bir çocuğun liderlik ettiği bir grup çocuğun ortak çalışmayla savaş
bölgesindeki mayınları temizleyip Birleşmiş Milletler’e satmasını seyrettiğimiz film, bir hayli vurucu
ve rahatsız edici bir gerçeklik dozuna sahip ve bu seyrettiklerimiz, modern insanın problemlerinin
yanında oldukça can sıkıcı bir çarpıcılık barındırıyor. Bizler televizyonlarımızın başında, güvenli
evlerimizde, sevdiklerimizle beraber bu savaşın ayrıntılarını takip ederken bu çocuklar savaşın
getirdiği tüm felaketleri birinci elden, tüm çıplaklığı ve çarpıcılığı ile yaşıyor. Her biri, bir şekilde yara
almış ve hayatta kalmaya çalışan binlerce isimsiz çocuğu temsil ediyor. Onların cezası, istemedikleri
ve anlamadıkları bir savaşın ortasında doğmaktan başka bir şey değil. Kaplumbağalar da Uçar, savaş
ve çocuklar üzerine bugüne dek yapılmış en gerçekçi ve vurucu sinema eserlerinden biri.
15. Bir Ayrılık (Asgar Ferhadi, 2011)
2012 yılında yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar ödülünü kucaklayıp bir de üstüne özgün
senaryo dalında adaylık elde eden Bir Ayrılık, uzun zaman sonra İran sinemasının uluslararası
camiada tekrar gündeme oturmasını sağlaması yönünden ayrı bir önem teşkil ediyor. Asgar
Ferhadi’nin her bir filmi (özellikle de Elly Hakkında) bu listeye girmeyi ayrı ayrı hak etse de Bir
Ayrılık’ın güçlü İran sinemasının dönüm noktalarından biri olduğu gerçeğini atlamamak gerekiyor.
Ferhadi, Oscar ödülünü ülkesi adına kaldırdığı sırada yaptığı konuşmada tüm dünyadaki İranlıların o
an çok mutlu olduğunu, bunun sebebinin herhangi bir ödül ya da sinemacı olmadığını, yalnızca
ülkeleri İran’ın isminin o an, orada, şanlı kültürleri ile anılıyor olmasını belirtmişti. Yalnızca İran halkı
değil, esasında sinemaya gönül veren herkes için onur verici bir andı şüphesiz.
Bir Ayrılık, kızı için daha iyi bir gelecek istemesi doğrultusunda İran’dan ayrılmak istenen bir kadının
yaşadıkları üzerinden gelişiyor. Kocası, kadının bu istediğine karşı geliyor çünkü Alzheimer
hastalığından muzdarip babasını bırakıp gitmek istemiyor. Bu çatışma, filmi, içinden çıkılması güç bir
karar mekanizmasına doğru sürüklüyor. Yalnızca bir kadın ve erkek arasındaki bir ayrılığa değil,
ebeveynler ve çocukları, borçlu ve alacaklı, iş veren ve işçi, gerçek ve adalet üzerinde bir ayrılığa
odaklanıyor film. En nihayetinde bir kazanan olmuyor, kimse mutluluğa erişmiyor ve yönetmenin
diğer filmlerindeki gibi seyirci suçlayacak kimseyi bulamıyor.
Kusursuz ve kendinden emin bir iş olarak karşımıza çıkan Bir Ayrılık, İran sinemasının gücünü
muhteşem bir biçimde özetlemeyi başarıyor ve aynı öncüllerinin yaptığı gibi, şanlı kültürlerini
dünyanın geri kalanıyla paylaşmaya devam eden yeni bir sinemacı jenerasyonun doğuşunu
simgeliyor. Bu dökümanı orjinal adreste göster
En özel 15 İran filmi