2014-05 Kizilbas 38

kızılbaş
s a re sur
M a y ı s 2 014 - S a y ı 3 8
k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü!
- Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim!...
- Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu? (Liste)
- Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı
- YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA
- Başbakan’ın 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine
- Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel
İzleri Üzerine
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
k ı z ı lbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
avrupabirliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0532 358 25 08
[email protected]
kayseri temsilcisi
a. rıza ülger
[email protected]
Adana temsilcisi:
Ugur Adsız
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
15 nisan 2014 sayı: 37
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
dünya ve avrupa için:
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg
0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ......................................... Kızılbaş Dergisi
Sayfa 05 - Başbakan’ın Diplomatik 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine
....................................................................................... Hovsep Hayreni
Sayfa 08 - Dr. Avagyan: Türkiye’nin bugünkü politikası, Ermeni
Soykırımının inkarından daha tehlikeli ........... Arsen Avagyan
Sayfa 09 - Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik! Prof. .... Dr. T. Akçam
Sayfa 11 - Erdoğan’ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi
Bacağından mı Asılmalı? ................................ Garbis Altınoğlu
Sayfa 15 - Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı
Sayfa 16 - Seyfo Center’in 1915 Soykırımı konferansına mesajı
..................................................................... seyfocenterin-mesajı
Sayfa 17 - Öcalan’dan mesaj: Mümin kardeşlerim
..................................................... Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR
Sayfa 18 - Taziye’nin İçini Doldurmak ................... Dr. med. Sarkis Adam
Sayfa 19 - Ermeni soykırımı bağlamında politisit. Osmanlı
mparatorluğu’nda Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi
..................................................................................... Meline Anumyan
Sayfa 22 - Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu? (Liste)
...................................... İbrahim Halil Baran - Nimetullah Atal
Sayfa 25 - 1915 ERMENİ SOYKIRIMI MİMARI TALAT
PAŞA’NIN SONU
Sayfa 25 - Özür ............................................................................. Ali Ülger
Sayfa 26 -
Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով
Sayfa 28 - Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν
ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο) .......... ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ
Sayfa 30 - Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı Pontos’un
Zenginliğine dair Genel Bilgiler. .......................... Ali Sait Çetinoğlu
Sayfa 34 - Bir Kürtten Ermeni Halkına Özür Mektubu ......... Hayri Tunç
Sayfa 36 - YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA ................... Serdar Halil Göçmen
Sayfa 37 - ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası .. Munzur CÖMERT
Sayfa 42 - Malatya’da şehit edilen kardeşlerimizi anarken, bu karanlık
operasyonu anlamaya da çalışalım: .................................. İsa Karataş
Sayfa 43 - BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN
ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!
................................................................................. Kemal Tolan
Sayfa 45 - Diyanet, Siyaset ve Kürdler ........................................... Ruşen Arslan
Sayfa 48 - Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi . Prof. A. Hür
Sayfa 52 - Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri
Üzerine Kişisel Gözlemlerim ........................................ Erdem Özgül
Sayfa 55 - Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah ...... Sultan KILIÇ
Sayfa 58 - HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI NUSAYRİLER
Sayfa 63 - DERSÊN KURMANCÎBEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV
................................................................................... Uğur Adsız
Sayfa 63 -Ozanlarımızdan
Sayfa 64 - Sergi
[email protected]
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
29 Mart yerel seçimleri yapıldı.
Sonuçları ortada. İsteyen istediği sonuçları çıkartabilir.
Kızılbaş-Aleviler varolan partilerin tümünün ortak düşünce ve
davranışlarını da ortaya çıkardı.
O da şu hep işletilen ve devlet
partileri tarafından başarılı kılınan Alevi partisi olmasın biz
varız bize çalışın siyaseti. Kısacası maraba kalın siyaseti işletilmiştir. Bu devlet patentli
siyaseti seçimlere katılan tüm
partiler işlettiler.
Ya kendi adımıza kendimiz için
işleteceğimiz öz örgütlenmemizi inşa edip siyaset alanına çıkacağız. ya da marabalığa devam
sütçü beygiri gibi dön ha dön
siyasetine talim ettirileceğiz!...
Geçmiş seçimlerde Alevi Bektaşi dernek vakıf federasyon
konfederasyon kurmayları Ankara’ya uçup çeşitli devlet partilerinden vekil olmak için el etek
öptüler. Turgut Öker, Necdet
Saraç vd.......
teşkilatlarını hedefleyen sözlerinden alınanlar oldu... Erdoğan
Kızılbaş - Alevi siyasetinde samimi demokratik ve laik siyaseti işletmiyor! İşletemez de, işletmesini beklemekte aşırı körlük
marabalık olur. Yalnız; hedeflediği kesime yönelik söyledikleri hiç de yabana atılacak şeyler
değildi. 12 EYLÜL ASKERİ
IRKÇI FAŞİZAN DARBESİ
SONRASI dökülen solculardan
devlet Alevilik üzerindeki varlığını yenilerken işte o zamandan
bu yana soldan devlet yedekli
kadrolar ile dernekler vakıflar
kurdurdular. Alevi-Bektaşi derneklerinde M. Kemalin suratını
tırk bayrağını astılar. Devlete
ve m. kemale eleştirisi olanları
lokallerine almadılar yasakladılar. Bunlar hala varlığını sürdürüyor. Örneğin muharrem ayında yapılan mahtem cemlerine
konsolosluklar davet edildi. Yapılan Aşurelere TC. Konsoloslukları başköşeye çıkartıldılar.
Bu dernekler ABF üyesi dernekler. Hem de Turgut Öker’in
Genel başkanlığı döneminde
Almanya’nın Duisburg kentinde
yaşadık...
talığı bulandırma siyaseti işletmektedir...
TC. Devletinin hiç bir siyaset aktivisti laik değildir. TC.
din ve vicdan hürriyeti yoktur.
Erdoğan’ın bu müdahalesi de
buna en açık örnektir...
Bu da gösteriyor ki kendi öz örgütlülüğünden yoksun olanların
hayatın ve siyasetin hiç bir alanında ciddiye alınamaz. ve kendi varlıklarını koruyup geliştiremezler devletin, çeşitli kurum
ve kuruluşlarının asimilasyonuna yem olurlar!...
***
Diyarbakır’da Kürt-Türk ittihatçı ittifakı tazeleniyor hem de
Türk devletinin hayrına olacak
şekilde. Her aklı salim KızılbaşAlevinin bu gidişatı kendi adil
bilincinde şapkasını çıkartıp
tartması gerekmiyor mu? Timsah gözyaşı döken Kızılbaş evlatlarını boyalı basında görünce
ne hallere düşürüldüğümüzün
çapını derinliğini algılamak ne
de zor!.. İnkarcı İslam’ın Asimilasyoncu siyasetinden bize
Ne yazık ki solcu artıkları dev- ve mazlumlara iyilik gelmemişlet devşirme kadrolarının Erge- tir!....
nekoncu cepheden Erdoğan’a ve
AK-P saldırmakla kendilerini * * *
Alevi ve solcu olduklarını kaldıklarını sanıyor bu ocak-sön- İçeriğine karşı olduğumuz. İttihatçı inkârcı ve de soykırımcı
dürmüş şaşkınlarımız!
bir belgeyi yayınladık. Bundan
Erdoğan tektaşla iki kuş vur- dolayı Kızılbaş dergisine ve
mak istiyor. Olmaz hele ağır Genel Yayın Yönetmenimize
olun!.. Ateist olan bir bireyin yönelik yapılan eleştirinin deKızılbaş-Alevi- Bektaşi kimliği mokratik değerleri çiğnediği
kanısındayız.
ortadan kalkmıştır.
Gelecek seçimlerde Alevi Bektaşi teşkilatlarının benzeri siyasetlerini işleteceklerini görmek
için münnecim olmaya hiç de
gerek yoktur....
Kızılbaş-Alevi-Bektaşi olan bir
birey de Ateist kimliği olamaz!..
***
Her iki farklı kimlik ve kültürü
aynı gibi gösterip ikisine birden
R.T. Erdoğan’ın kimi Alevi(!) saldırmasında demagoji ve or-
Dergimizin düşünce ve davranışı açık biliniyor!..
Saygılarımız ile
KIZILBAŞ DERGİSİ
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Başbakan'ın Diplomatik
1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine
ve İçerikte Cimrilik
Başbakan Erdoğan 12 yıllık iktidar
deneyimi içinde zaman zaman resmi
kalıpları çatlatan sürpriz çıkışlarıyla
farklı bir lider olarak göründü. Kuru
kafalı bir devlet adamı gibi tekdüze
değil, zamanın gereklerine uygun değişik ve akıllı hamleler yapmasıyla
dikkat çekti. Despot ve reformist yüzünü sık sık dönüşümlü ve birarada
gösterdi. Esasen ikinci yönü oldukça
sahte, gerçek değişimleri sağlamaktan
uzak ve reel işlevinden fazla psikolojik algılar yaratan birşeydi. Toplumun nabzını iyi ölçerek kendi politik
geleneğini yeniden biçimlendirmeyi
ve taban genişletmeyi başardı. Güven
kazandıkça ülkenin tabu sorunlarına
dokunma ve eskisi gibi gidemez olan
yönlerini kısmen revize etme cesareti
buldu. Ama temsil ettiği devletin kuruluş temellerini hiç tartışma konusu
yapmadı ve stratejik çıkarlarını titizlikle gözetti. Zaten “milli” meselelerde
yenilik olarak ne yapsa bu doğrultuda
yapacaktı. Örneğin Kürt meselesinde
açılıma yönelirken “tek devlet, tek
millet, tek vatan, tek bayrak” vurgusunu hiç ihmal etmedi. Darbe tehlikesinden korunmak için askeri vesayeti
geriletirken devletin güvenlik sigortası olarak militarist anlayışı muhafaza
etti. İslami geleneğin baskılanmasına
son vermek için Kemalist ideolojinin
laikçi damarına yüklenirken ortaklaştığı ırkçı-şoven çizgileri ve Atatürk
mitini özenle korudu. İyi bir demagog
ve şovmen olarak tartıştığı her konuda hem nalına hem mıhına vurmasını
bildi. İç siyasette rakiplerini zayıflatıp
kendine avantaj sağlayacak gündemler
yarattı, bazen de ortaya çıkan karambolleri değerlendirmede mahir davrandı. Siyasi rakibi CHP'yi tek parti
döneminin insanlık suçları üzerinden
teşhir etme girişimi ve yukardan aşağıya tarih sorgulaması tam da böyle
bir vesileyle başlamıştı.
am” diyebildiği ve tevekkeli biçimde
olsun “devlet adına özür” beyan ettiği 1937-38 Dersim soykırımı bu sayede yoğun bir tartışma gündemi oldu.
Ancak Türkiye'de tarihle yüzleşmenin
en netameli konusu olan 1915 Ermeni-Süryani soykırımı ve 1923'e kadar
Pontus Rumlarını kapsayarak devam
eden Hristiyan halkların kanlı tasfiyesi dokunulmaz kalıyordu. Son on yılda
sivil toplumun sorgulama alanına girmekle beraber devlet katında bu süreç
gündeme alınmıyor, dışardan gelen
basınca ise alışılmış inkarcı söylemle
tepki veriliyordu. Başbakan'ın Dersim çıkışını ve yankılarını irdelerken
biz hep bu garipliğe dikkat çekmiş ve
eğer vicdan işiyse o vicdanın 1915'e
neden işlemediğini sorgulamıştık. Birçok faktör içinde en esaslı görülmesi
gereken iki nedenden biri; bu olayın
cumhuriyet içinde bir budama değil,
cumhuriyetin hemen üzerine kurulduğu bir kök kazıma eylemi oluşu, diğeri
ise kazınıp silinen halkların gayrımüslim ya da “gâvur” olarak çok daha değersiz görülüşüydü. Yıllar süren bekleyişten sonra nihayet soykırımın 99.
yıldönümünde Başbakan bu konuya da
“insani” açıdan değinme lütfunu gösterdi. Fakat çok gecikmeli gelmesinin
yanında bu değinmenin tarzı Dersim
çıkışından belirgin şekilde sönük ve
içeriği de büsbütün zayıf, daha doğrusu boş kaldı.
Başbakan'ın adına hiç değilse “katli-
Yöntemde Dikkat Çeken Tutukluk
Hov s e p Ha y r e n i
Her konuda ve her vesileyle kürsüye
çıkıp doğrudan konuşmayı seven Başbakan, 1915 gibi önemli bir soruna ilk
kez “empati” ile değinecek olduğunda
neden somut tasvirler içeren duygulu
bir hitabı değil de, muğlak sözcüklerle
dolu diplomatik bir yazılı açıklamayı
tercih etmiştir? Açıklamanın dokuz
dilden tüm dünyaya duyurulma isteği
bu sorunun tatmin edici yanıtı olamaz
herhalde. Daha önce Dersim 1937-38
için vermek istediği mesajları hep kürsüden vermiş ve uluslararası kamuoyu
da bunları izlemekten mahrum olmamıştı. “Ah benim Dersimli kardeşim,
ah benim Diyarbakırlı kardeşim” diye
kalabalıklar önünde gözyaşı bile dökebilen Başbakan, iş Ermenilerin acısını
paylaşmaya gelince öyle dokunaklı bir
seslenişi neden beceremedi dersiniz?
Açıklama muhtevasında kendini gösteren farklar bir yana, yönteme ilişkin
bu tutukluk bile kendiliğinden çok
şey anlatır. Düne kadar “Biz yaradılanı yaradandan dolayı severiz” gibi
bir nakarat eşliğinde bu ülkenin farklı
kimliklerine hitab ederken yalnızca
Müslüman olan etnik grupları sayıp
Hristiyan olanların adını ağzına almayan bir Başbakan'dan söz ediyoruz.
Yani ayrım yapmadığını anlatmaya
çalışırken dahi ayrımcılığını ele veren
sistemli bir ketumiyet içindeydi. Bu
defa konu 1915 olunca orucu bozması kaçınılmazdı, ama yine bir mesafe
koymak ister gibi sesli hitabetten feragat etti. Bunu ait olduğu gelenek içinde
“gavurla duygudaşlık” kurmanın zorluğuna yormak yanlış olmaz sanırım.
Sonraki hafta partisinin meclis grup
toplantısında konuşmasına gelince
yazılı açıklamanın primini toplamak
üzere diğer partilerle polemik dışında
birşey yapmayıp, Ermeni halkının trajedisiyle ilgili yüreklere seslenmekten
yine kaçındı.
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim çıkışını yaptığında Necip Fazıl Kısakürek'ten pasajlar okuyarak
o dönemin vahşetini nasıl kınadığını
hatırlayalım. 1915'te sergilenen vahşetin çapı çok daha geniş, bilançosu kat
be kat ağırdı. Üstelik kendi vicdanına
işlemesi için ille Müslüman kimlikli birilerinin referansı gerekiyorsa, o
dönem Ermenilere yapılanı “bir milletin vahşice imhası” gibi etkili sözlerle telin eden Müslüman gazeteci,
siyasetçi ve azledilmiş mülki amirler
de vardı. Onlardan birkaçının İttihatçı
canilere söylediklerini dile getirebilirdi mesela.“İttihatçı zihniyetle hesaplaşma” gereğinden sözediyordu hani,
onun en büyük cürmünü ve ardındaki
toplu tasfiyeci zihniyeti mahkum etmekten kaçınan biri İttihatçılığın nesine karşı geliyor olabilir ki?..
Gecikilmiş 1915 açıklamasının ne kadar düşük profilli ve cimrice olduğunu anlamak için Dersim konusundaki
yarım ağız özürle karşılaştırmak yeterlidir aslında. Başbakan Dersim'de
yapılanlar için “katliam” tabirini kullanınca yüreği ağzına gelen devletçi
medya sözcüleri de “Dersim'deki katliamsa ötekine ne diyeceğiz?” yollu
endişelerini dile getirmişlerdi. Aynı
yıllar içindeki başka konuşmalarında
1915 için “ecdadıma laf söyletmem”
havasını çalan Başbakan, Dersim çıkışının yaratmış olduğu paradoksa
rağmen bu alandaki “sıkı duruş”unu
halen sürdürme niyetinde görünüyor.
Öyle ki 100. yıla 1 kala ihtiyaç duyulan yazılı açıklama 1915'de Ermenilere
yapılanı resmi tarihin “tehcir” kavramı dışında bir şeyle tanımlamıyor.
Dahası o tarihte Ermenilerin acılarını
savaş içinde her milletin doğal olarak
çektikleriyle aynılaştırıyor. Devletin
sorumluluğuna hiçbir şekilde değinmiyor. Dolayısıyla özür de sözkonusu
değil. Kimsenin acısından farklı bir
muhtevası yoksa, 99 yıl sonra Ermeni
halkına özel “taziye” sunmanın anlamı ne olabilir ki?..
Zamanlama Ustalığı ve İşaret Ettiği
İtici Etkenler
“Taziye” her ne kadar Ermenilere ithaf edilse de esasen dünya kamuoyuna
hitab ediyor. Amaç 100. yılın girişinde uygun bir politik taktikle dünyanın
gözünü boyamak, Ermeni halkının
adalet beklentisine cevap vermeksizin
“medeni ve demokratik” bir görüntüyle bu önemli süreci atlatmaktır. Böyle bir oyuna dünden razı olan büyük
devletler birkaç “insani” kelime içeren
açıklamayı şüphesiz memnuniyetle
karşılayacaklardı. Geleneksel inkar
politikasından vazgeçilmemiş olması
sorun yapılmayacak, “iyi niyet” alkışlanacaktı. ABD Dışişleri sözcüsünün “gayet açıkyürekli ve gerçeklere
dayalı” gibi sözlerle yaptığı abartılı
takdire bakılırsa, böyle bir açıklama
için Erdoğan hükümetine çoktan beri
telkinde bulunduklarını ve hatta belki
bu “taziye”nin taslağını kendilerinin
oluşturduğunu bile tahmin edebiliriz.
Yeminli Ermeni düşmanı nasyonalsosyalist Doğu Perinçek de bu ihtimale dikkat çekmiş, ama bütünüyle ters
sonuç çıkartmak üzere!.. O ve benzerleri ABD'nin Türkiye'yi Ermeni sorunu üzerinden sıkıştırdığı ve Erdoğan
Hükümeti'nin ihanete varan bir tavizkarlık içinde olduğu kanaatini yaymak istiyor. Halbuki ABD ve AB'nin
politikaları bu konuda Türkiye'yi hesap vermeye zorlayıcı nitelikte değil.
Onlar ancak başka konularda kendi
istemlerini kabul ettirmek için arada
bir bu sorunu şantaj unsuru gibi gösterip geri çekmekle yetiniyorlardı. Beri
yandan kendilerini bu sorunda çözüm
için tutarlı etki yapmaya zorlayan Ermeni diasporasına ise “gelişme” anlamında birşeyler göstermeye ihtiyaçları
vardı. Her 24 Nisan'da ABD Başkanı
soykırım sözcüğünü telafuz etmesin
diye çırpınan Türk hükümetine “Bari
siz makul görülecek birşey söyleyin
de bizim elimiz rahatlasın” demiş olmalılar.
İşte “insani” temelde geldiğine dair
inanılmaz takdir beyanlarının yağdığı taziyenin itici etkenlerinden biri bu
olabilir. Ve tabii özellikle de 100. yıla
giriliyor oluşu. Ona bir dalgakıran gerekliydi. 100. yılın 24 Nisan'ını beklemek çok geç olurdu. Bu nedenle, daha
önce yapılamadıysa bile, 99. yılın 24
Nisan arifesinde (hem de Türklüğün
sembolü 23 Nisan'a denk getirerek)
böyle bir deklarasyonun yapılması
kendi çıkarları hesabına çok akıllıca
bir adım olmuştur. Bunu artık kurt
siyasetinden tilki siyasetine geçiş sayabiliriz.
Beklenenden Düşük Profil ve Yüksek Takdirler
Böyle bir adımı birkaç yıldır bekliyorduk. 2012 yılının 24 Nisan'ında
AKP'li bir vekil (İsmet Uçma) “kendi şahsı adına Ermenilerden özür
dilediği”ni belirtmekle birlikte “Ben
Ermeni vatandaşlarımıza reva görülen
şeyin soykırım değil de soysürgün olduğunu düşünüyorum” diye işaret vermişti. Ben de o günlerdeki bir yazımda “Sanki bu çıkış şahsi özür dilemek
için değil de, hükümetin yakınlarda
geliştireceği bir tavır için şimdiden
soykırım yerine geçirilecek tanımı pişirmek için yapılmış gibi” demiştim.
Bir başka işaret ise geçen Aralık ayında Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun
“Tehciri benimsemiyoruz, İttihatçıların yaptığı gayrı-insani bir olay” deyişi olmuştu. Sonunda Başbakan'ın da
benzer bir söyleme yöneleceği beklenilir birşeydi.
Bunu büyük bir sürpriz gibi lanse etmek doğru değil. Böyle davrananlar
aynı zamanda içeriğini de abartma
durumundalar. Dikkat edilirse Başbakanlık adına resmi açıklamanın
sözcükleri önceki işaretlerden daha
çekincelidir. Mesela Davutoğlu tehcirin kendisini gayrı-insani tanımlamışken, bu defa yazılı metinde “Her
din ve milletten milyonlarca insanın
hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı
esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış
olması” deniyor. İkisi arasında ince
bir fark var. Yazılı açıklama “tehcirin
amacının kötü olmadığı” yönündeki
resmi görüşü sürdürürcesine yalnızca
onun doğurduğu sonuçlar için “gayr-ı
insani” diyebiliyor. Bu ise soykırımın
mimarlarından Talat Paşa'nın anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden
başka birşey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde
bir facia şeklini almıştır” deyişinden
daha farklı bir ifade sayılmaz.
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Başbakanlık mesajının yüzüncü yılı
karşılama amaçlı politik bir manevra
olduğunu ortalama bilinç yada tarihsel
hafıza sahibi her Ermeni idrak edebilir. Türkiye'deki Ermeni toplumu içinden gelen kimi abartılı övgü ve eleştirisiz takdir ifadelerini bulundukları
ortamla bağıntılı düşünmek gerekir.
Özel bağımlılık nedeni olan ve çıkarı gereği yaranmacı davrananlar bir
yana, genel olarak Ermeni cemaatine
uygulanan rehine siyasetinin psikolojik yansımalarıdır gördüğümüz. Devlet katından en ufak bir jest görmeye
susamış insanlarımız ne kadar içi boş
olsa da taziye gibi gönül okşayıcı bir
ifadeyi olumlu karşılamaya eğilimlidir. Nankörlükle suçlanmamak ve
daha ileri adımlara kolaylık sağlamak
gibi bir hissiyat da memnuniyet ifadelerinde rol oynuyor. Bunlar bütünüyle
anlaşılır. Fakat bir de özgür entellektüel profili çizerek atılan adımı devrim
gibi selamlayan, en ufak bir temkin
göstermeksizin bonkörce prim verenler var ki, asıl onlar üzerinde durmak
gerekiyor.
Ermenistan'ı ve Diasporayı Öteleme
Gönüllüleri
Kendisiyle yapılan söyleşilerde taziye
metnini hiç kritik etmeden olumlayan,
“meseleyi manevi ve insani bir alana
çekiyor” diye öven Etyen Mahçupyan, daha önemlisi herkes bu görüşü
paylaşmak zorundaymış gibi mühürleyici vurgular yapıyor: “Bunu olumsuz karşılayacak kimsenin olacağını
sanmıyorum. Olsa da ciddiye alınmaz
zaten. Bunun yetersiz olduğunu söyleyenler olacaktır, 2015'i gölgelemek
için kasten atılmış bir adım olduğunu
söyleyenler olacaktır ama bunlar da
çok etkili şeyler değil” diyerek eleştirel yaklaşımları peşinen itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Üstelik bu meseleyi
tamamen “Türkiye'nin iç meselesi”
sayarak, Başbakan tarafından önerilen
tarih komisyonunun da uluslararası
değil, Türkiye'nin kendi içinde kurulmasını salık veriyor. “Tabi bütün
yurt dışındaki Diaspora'yla manevi
bir ilgisi var elbette, onların dedeleri, babaları yaşadılar bunu sonuçta.
Ama ben hiçbir devletin Ermenistan
dâhil bu konuda taraf olarak muhatap
alınması gerektiğini düşünmüyorum”
diyor. Küçük bir ayrıntı gibi, hem Ermenistan hem de diasporada o hatıralarla yaşayan insanların çözüme nasıl
müdahil olacakları sorusu havada kalıyor. Devletlerin karışmasına tepki
gösterirken tam insiyatifle sorunu çözmeye yetkili saydığı Türkiye'nin de
bir devlet ve dahası suçlu devlet olduğunu unutmuş gibi konuşuyor. Neden
sonra hatırlayınca şunu ekliyor: “Ben
hiçbir zaman devletlerin tavırlarını
ciddiye almadım ama toplumların tavırlarını, söylediklerine saygı duydum
ve bunu dikkate alıyorum. Başbakan
Erdoğan'ın açıklaması da bildiğimiz
devlet cümlesi gibi değil toplumsal
karşılığı olan bir cümle...”.
ra sahip olduktan sonra başbakan ve
devletinin inkar politikasını sürdürme cesareti artmaz mı? Hem de nasıl?
Nitekim, meclis grubundaki konuşmasında içerden ve dışardan aldığı
yüksek takdir notlarını sergileyen Erdoğan, 1915'le yüzleşmeye değil yine
inkarcı çizgiyi tahkim etmeye dönük
mesajlar vermiş, Mehmed Akif'in şiirlerinden “ecdad” savunusu yapan dizeler okuyarak bir anlamda soykırım
kurbanları yerine faillerinin ruhunu
şad etmiştir.
Başbakan'ın “Tarihimizle Yüzleştik” Böbürlenmesi
Ne kadar ikna edici bir savunma!..
Buna inanmak gerekirse, Erdoğan'ı
devlet geleneğinden hayli uzaklaşmış adil bir lider, hislerine tercüman
olduğu Türk toplumunu da bu tarihle yüzleşmeye gayet açık bir toplum
saymak gerekir. Yalnız Mahçupyan'ın
yine unuttuğu birşey var. Az yukarda
“ciddiye alınmaz” dediği eleştirel bakışa sahip diaspora nesillerini nereye
koyuyor? Hani devletlerin değil fakat
toplumların tavırlarını ciddiye alıyordu kendisi? Öyleyse bu gelişmeye kuşkuyla bakan, taziye çıkışını vicdani
değil diplomatik gören, inkar siyasetini sürdürmenin bir başka biçimi olarak
değerlendiren onca hafıza sahibi insan
toplum dışı mıdır? Açıkça kendi içinde çelişkili olan bu beyan dünyadaki
soykırım mağduru Ermenilerin görüşleriyle birlikte ötelenmelerini salık
veriyor. Bu tutumun daha kaba bir versiyonunu ise yapılan mülakatlar içinde Kandilli Ermeni Kilisesi Yönetim
Kurulu Başkanı Dikran Kevorkyan'ın
görüşünden okuyoruz: “Çok insani,
ruhani ve manevi bir mesaj. İnşallah
bu mesaj, diasporadakilerin de ağzını
kapatır. Endişem, dış güçlerin bundan
tatmin olmamaları ve ‘Niye bu kelimeyi kullanmadı, niye şunu demedi’
deyip, başka taleplerde bulunmaları.
Umarım belli odaklar bu güzel mesajı
istismar etmez”.
“Bizim kadim tarihimizde utanacağımız, korkacağımız, yüzleşmekten
çekineceğimiz hiçbir hadise bulunmuyor” sözünü nasıl algılamak gerekir?
Sahip çıktığı tarihin “temiz” oluşunu
akla getiren bu vurgular, devamında
“İşte Dersim hadisesi ile yüzleştik.
Ana muhalefetin genel müdürü yüzleşebildi mi? Dersim’in gerçek destekleyicisi onlardı. O katliamın arkasında
faili onlardı. Ayıplayabiliyor mu? CHP
hala bunun hesabını verebildi mi?..”
sözleriyle başka bir anlam ve mecraya
kayıyor. Demek ki öyle temiz bir tarih sözkonusu değil. Utanılacak dolu
şeyler var. Dersim özgülünde o bunu,
kendi ailesi de soykırım kurbanı olup
büyük bir paradoks sonucu CHP'nin
başına gelerek inkarcı devlet tutumunu üstlenen Kılıçdaroğlu ve bugünkü
partisine havale ediyor. Evet bu daha
özel bir utanca işaret eder. Ama o vahşetin sorumluluğu yalnız bugünlere
CHP olarak gelenlerin değil, o günün
tek devlet partisi CHP içinde olup sonradan ayrışarak bugünün AKP'sine
kadar çeşitlenen bütün “milli” siyaset yelpazesinin ve devlet mekanizmasının omuzlarındadır. Burada hiç
değinilmeyen 1915 soykırımının sorumluluğu bir adım öncesinden başlayarak benzerdir. İttihatçı birçok failin
doğrudan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda etkin rol aldığı ve CHP'den
bugüne dallanarak gelen Türk siyasetinin esasını o lanetli geleneğin belirlediği çok iyi biliniyor.
Böyle cengaver Ermeni savunucula-
Başbakan kendi kliğini bunlardan ya-
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lıtarak konuşmakla paylaşılan utancı
yalnız başkalarına maletme gibi ahlaki olmayan bir tutum sergiliyor. Dahası hem İttihatçı gelenekten gelen, hem
de kendi şeflik döneminde insanlık
suçlarına imza atan M. Kemal'i savunup partisi CHP'yi yermekle çok bariz
bir tutarsızlık göstermiş oluyor. Yukardaki sözlerinin devamında son dönemlere de gelerek “Faili meçhullerle
yüzleştik. Diyarbakır cezaevi ile yüzleştik. Sivas Çorum Kahramanmaraş,
Gazi Mahallesi olayları ile yüzleştik.
Bizim iktidarımızda olmadı bunlar.
Devletin devamlılığından hareketle
bunları da ortaya çıkardık” deyişi ise
büsbütün palavracı bir böbürlenme.
Bütün bu “yüzleştik” dediği insanlık suçları ve en çok lafazanlık ettiği
Dersim soykırımı hesabı verilmemiş
olarak orta yerde duruyor. Ne cezalandırıcı, ne de telafi edici adalet namına
birşey yapılıyor. Tersine başbakan zikrettiği Alevi katliamlarının failleriyle
siyasi alanda kucaklaşma ve mağdurların her yıldönümü adalet çığlıklarını
boğma durumundadır. Hiç bir yaptırım ve tazmin getirmeyen söylemlerin sahteliği açıktır. Doğrudan kendi
iktidarının eseri olan Roboski için bir
özür dilemeyen, failleri ve kendi sorumluluğunu gizleyen Erdoğan, adalet
ve yüzleşme adına gerçekten haketmediği bir prim yapma çabasındadır.
İnkarı Sürdürücü Taziye Değil, İnsan Gibi Bir Özür Bekliyoruz!
Bu taziye açıklaması her ne kadar devlet adına daha önce benzeri görülmeyen bir çıkış olsa da eskisinden iyi bir
yönelim içine girildiğine işaret etmiyor. Başka verilerle beraber değerlendirildiği zaman hayırhah bakma imkanı büsbütün ortadan kalkıyor. Daha
geçen aylarda “hükümetin ve dışişlerinin Ermeni soykırım iddialarına karşı
dört yıllık etkin bir strateji ile mücadele programı yaptığı”na dair haberler
çıkmıştı. Tam o haberin ardından, bu
konularda sözünü sakınmayan Türkiyeli Ermeni aydın Sevan Nışanyan'ın
yine dört yıllık bir mahkumiyetle içeri
tıkılması stratejiye uygun görünüyor.
Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa
Küçük ve Zirve Yayınevi davalarının
hiç birinde adalet beklentisinin karşılanmaması, katiller ve azmettiricilerin geniş tolerans görmesi aynı hisleri
veriyor. Yine yakın zamanda Türkiye
sınırından Suriye'ye sokulan Cihadistlerin Ermeni yerleşimi Kesab'ı işgal
etmeleri ve halkının kaçmak zorunda
kalışı, 99 yıl önceki siyasetin güncel
bir tehdit olarak da sürdürüldüğünün
kanıtıdır. Taziye açıklamasından hemen sonra başbakanın Ermenistan sınırını açmayı Karabağ'da taviz şartına
bağlaması da ayrı bir veri. Bütün bunlar Türk hükümetinin bu sahte çıkışıyla göz boyama, zaman kazanma, 100.
yılın basıncını azaltma, Ermenistan'ın
karşılık vermediği gibi bahanelere
yatma ve inkar politikasını daha sürdürülebilir kılma amaçlarını ele veriyor.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı insani anlamda kendisine düşen sorumluluğun 1915 soykırımına dair nitelikli bir kabul eşliğinde ağırbaşlı bir
özür olduğunu bilecek durumdadır.
Bunu yapmasının en iyi yolu, Cemal
Paşa'nın torunu Hasan Cemal gibi
gidip Ermenistan'da Soykırım Anıtı
önüne saygıyla diz çökmesi olabilir. O
zaman bütün dünya Ermenileri gerçek
bir dönüşüm nişanesi sayarak takdir
etmesini bilir.
2 Mayıs 2014
Dr. Avagyan:
Türkiye’nin bugünkü
politikası, Ermeni
Soykırımının inkarından daha tehlikeli
Arsen Avagyan Ermeni Soykırımının tanınması yönünde Türk siyasetinde kimi taktik değişliklikler
gerçekleşti. Türkiye uluslararası
toplumun gözüne diyaloğa hazır bir
ülke olarak görünmeye, bu şekilde
Ermeni Soykırımının uluslararası
tanınması sürecini engellemeye
çalışıyor. NEWS.am muhabirine açıklama tarihçi Dr. Arsen
Avagyan’dan geldi.
Uzmana göre geçtiğimiz 20 yıla
kıyasla Türkiye’deki durum değişti:
Ermeni Soykırımına ilişkin daha
sık ve daha açık konuşulmakta,
bu konu artık tabu değil. ″Ancak
Türk toplumunun büyük kısmının
muhafazakar ve milliyetçi olduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla
Soykırımın tanınması zor, zira
Ermeni Soykırımının tanınması
sadece Yunanlılar ve Süryanilerin
katliamlarıyla değil, aynı zamanda
Türkiye’nin kuruluş ve bu ülkedeki
ulusal mücadeleyle ilintilidir″ diyen Avagyan, bu açıdan ‘bir taşın
devrilmesi durumunda, diğerlerinin de yıkılacağı’ yönünde yorum
getirdi.
Tarihçi, Türkiye Dışişler bakanı
Ahmet Davutoğlu’nun, Ermeni Soykırımını tanımadığını ilan ettiğini
ifade ederek ″Ermeni Soykırımını
sadece trajedi olarak adlandırıyor, bu tanıma değildir. Bence bu
uluslararası toplumu uzun vadeli
sorundan saptırma amacı da taşımaktadır: Yani Türkiye’yi inkarcı
politika yürüten bir ülke olarak
değil, aksine kendi tarihiyle uzlaşı
sürecinde olduğu ve Ermeni Soykırımının uluslararası tanınmasının
sadece bu sürece mani olacağını
ilan etmektir″ dedi. Avagyan, bunu
Ermeni Soykırımının inkarından
daha tehlikeli olduğuna işaret etti.
http://news.am/tur/news/205544.html
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik!
“Zenginin malı fukaranın çenesini yorarmış”; Başbakan’ın 1915 konusunda
yaptığı açıklama da öyle. Üzerinde çok
konuşulacağı kesin, çünkü bir başbakan ilk defa böyle bir açıklama yapıyor.
Yorum yazmak can sıkıcı. Nelerin söyleneceği belli! Yarım bardak su misali. Bardaktaki suyu görüp, bunu çok
olumlu, büyük bir adım olarak değerlendiren ve tarihî falan diyenler olacak. Muhtemel kalben hükümete yakın
ve bu alanda fazla eziyet çekmemişler
takımından gelecek bu tür sözler. Hele
bir de liberal etiketleri varsa bu kişilerin, hafif bir “yeme de yanında yat”
durumunun ortaya çıkacağı kesin.
Öte yandan, bardağın boş tarafına bakıp beğenmeyenler olacak! “Tayyip’in
yeni oyunu”; “hiçbir şey söylemeden
bir şey söylüyormuş gibi yapma”, diyenler olacak. Ya da “niye şimdi”ciler
veya “asıl niyeti nedir”ciler kuyruk
olacaklar! Bu tür sözler de muhtemel
AKP ve Erdoğan’a yüreği soğumuş
çevrelerden gelecek, söylenenler beğenilmeyip, dudak bükülecek!
Elbette arada- derede bir yerde duranlarımız da olacak, “yetmez ama evet”
usulü... Bu kesimin de karamsar ve
iyimserleri olacak. Belki de daha önceki özellikle Alevi ve de Kürt açılımı
deneylerinden ağzı yananlar, bu açıklamayı üfleyerek değerlendirmeyi tercih edecekler.
Ben sanki bu son kesime daha mı yakınım nedir?
Hayır, öyle değil! Çerçevesi yukarda
çizilmiş bir tartışmanın epey can sıkıcı
olduğunu düşünüyorum.
Merkezine bu açıklamanın kendisini
koymak ve ne anlama geldiğini anlamak dışında bir şeyler arıyorum...
Peki, bu mümkün mü? Belki!
Ama önce, açıklamayı “çok yeni ve
tarihî” olarak niteleyenlere ufak bir
not: aslında Başbakan tarafından söylenmesi dışında bu söylenenlerde çok
yeni bir şey yok. Bunların hepsi ama
hepsi, hele şu Çanakkale ve Sarıka-
maz ama fazla yorum yapmak bana
düşmez, ataları imha edilmiş insanların nasıl algılayacakları önemli.
Açıklamada arada gürültüye gittiğini gördüğüm açık bir de yalan var;
“arşivlerimizi bütün araştırmacıların
kullanımına açtık,” deniyor. Başbakan
açıkça yalan söylüyor.
Prof. Dr. Taner Akçam
mış kayıplarını, soykırım ile eşitlemek
için kullanılmış “adil hafıza” incisi de
dâhil, daha önce Davutoğlu tarafından
değişik vesilelerle, defalarca ama defalarca dile getirilmiş düşüncelerdir.
Elbette bir başbakanın resmen bunları
tekrar etmesi önemli. Ama tarihî diye
havalara sıçramaya gerek yok.
Hakkını vermek isterim; açıklamada birkaç kuvvetli fikir var: birincisi,
“farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması” ve “karşıdakini
dinleyerek anlamaya çalışma(k)”... Bu
açıklama ile 1915 konusunda artık zaten var olan özgür tartışma ortamı resmen kabul edilmiş oluyor ki bu önemli.
Ama 21. yüzyılda zaten olması gerekene sevinmenin biraz tuhaf olduğunu da
kabul etmek gerek.
İkinci önemli fikir, “acıları anlamak ve
paylaşmak”; “ne bir acılar hiyerarşisi
kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması”... Dudağımda hafif bir gülümseme... 1993’te
Türkiye’ye ilk geldiğimde, üstüme dikilmiş öfke dolu gözlere --ki içlerinde
çok sayıda solcu da vardı-- korkarak bu
cümleleri tekrar ettiğimi hatırlıyorum.
21 yıl sonra Başbakan’dan böyle bir
cümle duymak tuhaf bir duygu! Beğenelim, beğenmeyelim, 21 yılda kat ettiğimiz yolu gösteriyor!
Üçüncü önemli fikir, “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatını kaybeden
Ermenilerin huzur içinde yatmalarını
diliyor, torunlarına taziyelerimizi diliyoruz” cümlesi... 1915 yılını anmamış,
katliam vb. kelimesini kullanamamış
ama belki de açıklamanın en önemli
noktası bu. Daha önce hiç söylenmemiş insani bir boyut var. Bu açıdan bir
yenilik ve bunu inkâr etmek hoş kaç-
Ermeni soykırımı ile ilgili en önemli
arşivlerden birisi Genelkurmay arşividir, bu arşiv ne doğru dürüst tasnif
edilmiştir, ne de araştırmacılara açıktır. Böyle bir açıklamaya bu tür bir yalan hiç hoş değil.
GÖRÜŞLERİMİZ ‘İHANET’TEN
FİKİR DÜZEYİNE TERFİ ETTİ
Eğer Fehmi Koru’nun, “tarihe ilişkin
özür dilendi artık” gibi son derece
gayrı ciddi ve “ayıp” sayılması gereken
tutumunu bir kenara bırakırsak, açıklamanın anlamı ne? 2002’den bu yana
T.C’nin geleneksel politikalarında bazı
değişiklikler yapan AKP, Ermeni soykırımı konusunda da bir dil değişikliğine başvurdu.
Başbakan’ın açıklaması ile birlikte artık 1915 üzerine toplumu açık konuşmaya davet edenlerin üzerine “hain”,
“pis Ermeni” diye saldırılmayacak;
“sözde” diyerek onlarca hakaret yapılmayacak. Yusuf Halaçoğlu, Şükrü
Elekdağ ve Gündüz Aktan döneminin
artık resmen sona erdiğini söyleyebiliriz.
Gerçi Hrant’ın öldürülmesi sonrası bu
hava zaten kırılmış idi ama gene de
resmiyet kazanması önemli.
Açıklamanın bir anlamı da şu: Hükümet artık “resmî görüş” karşıtlarının
fikirlerini de, fikir olarak kabul ediyor
ama 1915 hakkındaki kanaatini hiç değiştirmiyor. Eski düşünce aynen korunuyor. “Herkesin acısını anlamak” çizgisi ile, Çanakkale, Sarıkamış, Dünya
Savaşı kayıpları ve Ermenilere yapılanlar bir torbaya dolduruluyor. Yıllarca söylenen de zaten buydu.
Eğer kullanılan dili büyük bir değişiklik diye yorumlayacaksanız, bir şey
diyemem ama 1915’in içeriğine yöne-
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lik ortada çok yeni bir şey olmadığını
söylemek istiyorum.
Asıl bundan sonra atılması gereken
adımların atılıp atılmayacağına bakmak gerekiyor!
Bana göre, asıl soru, Başbakan’ın ne
söylediği değil, ona bunları kimin ve
neyin söylettiğidir. 2015 yaklaşırken,
hükümetin, özellikle uluslararası arenada sırtını duvara dayanmış hissettiği ve içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulmak istediği biliniyor. Daha dün,
Türkiye’nin ABD’deki en büyük savunucusu olan AJC (Amerikan Yahudi
Komitesi) soykırım kelimesini resmen
kullandı ve Türkiye’yi soykırımı tanımaya davet etti.
Bir an düşünün, uluslararası desteğini
kaybetmiş Başbakan’ın, içinde bulunduğumuz şu koşullarda, kendisine ait,
daha önce defalarca sarf ettiği “Müslümanlar soykırım yapmaz”, “atalarıma
soykırımcı diyemezsiniz” türünden
sözleri tekrar etmiş olsaydı ne olurdu?
Başbakan mecburdu, o sadece kaçan
bir treni yakalamak telaşı içinde. Bu
sözler bir değişim dinamiğinin değil,
geç kalmışlığın habercisi olabilir belki. 2015’e girerken bir zarar tanzim
operasyonu yapıyor Türkiye.
Bana göre artık keramet Başbakan’da
değil, keramet bizde, Hrant sonrası
sokaklara dökülen binlerde... Ve dışarıdan Türkiye’ye yapılan baskılarda...
Türkiye’deki insanların direnci, Ermeni diasporasının çabaları ile birleşme-
ye başlıyor. Bu birliktelik Başbakan’a
fikrini değiştirtemedi ama dilini değiştirtmiş gözüküyor.
VE BİZ ÇOK DEĞİŞTİK
Başbakan’a bu sözleri söyletenlerin göremediği anlayamadığı bir şey var. Biz
artık eski biz değiliz. Bizler, yani 1915
Ermeni soykırımı konusundaki asırlık
yalana karşı yıllardır uğraşan ve çabalayan insanlar çok değiştik.
Eğer Başbakan bu sözleri, bundan 10
yıl önce söyleseydi, gerçekten söylediklerini bir “devrim” bile sayabilirdik. Ama artık köprünün altından çok
sular aktı. Derimiz kalınlaştı, pır-pır
atan yüreğimiz acılarla doldu, başımıza gelenleri “tecrübe” altında toplamayı öğrendik. Bundan 10 yıl önce büyük
değişim olarak sunulabilecek şey şimdi
sadece içimizi buruyor! Dudağımızda
hafif bir gülümseme, ağzımızda hafif
ekşi bir tat bırakıyor!
Başbakan da dâhil, bundan sonra 1915
soykırımı üzerine konuşmak isteyenler, eğer söylediklerinde bir anlam
bulmamızı, biraz olsun heyecanlanmamızı istiyorlarsa, artık çıtanın çok
yükseklerde olduğunu görmek zorundalar. Bu açıklamayı “tarihe yönelik
işler bitti” hafifliği ile karşılayanların
bilmesinde fayda var. Ben ve benim
gibiler, çok ama çok somut bazı adımlara bakacaklar. Bazı şeylerin yapılıp
yapılmadığının çok yakın takipçisi
olacaklar:
a) Bu ülkede 90 yıldır bir inkâr politikası yaşandı; bu inkâr 2002 AKP iktidarı sonrası da devam etti. 2014’te,
1915 üzerine konuşmak isteyenler,
sanki bugüne kadar hiçbir şey olmamış
gibi, kendilerinin de olanlarda hiçbir
payı yokmuş gibi konuşamazlar. Eğer
1915 konusunda politik bir değişiklik
olacaksa, ilk önce kendinizden başlayarak, onlarca yıldır süren inkâr po-
litikalarının yanlışlığı konusunda bir
şeyler söylemeniz şart!
b) 1915’in açık bir insanlık suçu olduğunu kabul etmeden, “herkes acı çekti”, “herkesin acısını anlayalım” ile
gidilecek bir yer yoktur. Savaş kayıpları ile soykırım gibi bir insanlık suçu
arasında ayrım yapmayı öğrenmedikçe
hiçbir şey çözülemez. Önce cinayete
cinayet demeyi öğrenmeniz gerekir.
Artık çıtanın bundan aşağıya düşmesi
mümkün değil!
c) Yapılacak en anlamlı başlangıç, Ermenistan ile sınırları açmak ve diplomatik ilişkileri geliştirmektir. Bundan
iki yıl önce Hocalı mitingine İçişleri
bakanını yollamış, “Ermeni yalanına
kanma” diye afişler asmış bir hükümetten söz ettiğimizi biliyoruz.
Hrant’ın gerçek katillerinin derin dehlizlerden bulunup çıkartılmasından
söz etmiyorum bile...
Bana göre,1915 konusunda değişimin
dinamiği hükümetin elinde değil artık!
Onlar, kaçırmakta olduklarını bildikleri bir trenin son vagonuna can havliyle atlamak istiyorlar. Ama, 2015’e
doğru, tarihî bir cinayeti kabul etmekten, bu cinayet için özür dilemekten
ve yaratılan yıkımı telafi etmek için
Ermenistan ve diaspora ile görüşmeye
başlamaktan başka bir seçenek yoktur.
Bu yolu açan her girişim iyidir ama sadece yolu açacağı için... Bitireceği için
değil... Bunun görülmesi gerekiyor.
Bunların yapılması için çok mu bekleriz? Acelemiz yok ki! (Taraf)
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Erdoğan'ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik:
Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı?
Naziler komünistler için geldiğinde
sesimi çıkarmadım; çünkü komünist
değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal
demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir
şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
Martin Niemöller
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 23
Nisan'da yaptığı beklenmedik taziye
açıklaması, nisbeten yaygın bir tartışmaya yol açtı. Ancak izleyebildiğim
kadarıyla ben; ilerici Ermeni, Kürt,
Türk vb. aydın ve yazarlarının önemli bir bölümünün, bu açıklama, hakkında yürüttükleri tartışmaya, tikelci
(=partikülarist) bir metodun damgasını vurduğunu düşünüyorum. Tikelci
yaklaşım bu konuyu; salt kendi başına
ya da kendine yeterli bir tarzda, Türkiye, Ortadoğu ve dünya bağlamından
kopuk olarak ele alma ve onu sadece
kendi dar grubunun (sınıf, milliyet,
din-mezhep vb.) varsayılan çıkarlarını
esas alarak irdeleme ve ona göre tutum
alma anlamına geliyor.
Özü itibariyle statükocu ya da neostatükocu niteliğine rağmen Başbakan
Erdoğan'ın açıklaması, devletin geleneksel yadsımacı-yoksaymacı söyleminden belirgin bir uzaklaşmayı yansıtmaktadır. Ama bunun böyle olması
bu açıklamayı, hatta 2015'e yaklaşırken yapılabilecek “daha ileri” açıklamaları alkışlamayı, bunları gerçekten
de olumlu olarak nitelemeyi/ ileriye
doğru atılmış adım ya da adımlar saymayı gerektirmez. Evet; Erdoğan'ın
konumu statükocu ya da neo-statükocu olarak adlandırılmalıdır; çünkü o,
ancak “göstermelik” diye nitelenebilecek birtakım sözcük oyunlarıyla bu
konudaki gerici statükoyu “yenileyerek” ya da “güncelleyerek” korumaya
ve pekiştirmeya çalışmaktadır. Özetle
Başbakan Erdoğan sadece; artık fosilleşmiş, tümüyle çağdışı hale gelmiş,
hiçbir inandırıcılığı ve sürdürülebilirliği kalmamış olan o ilkel savunma
hattını bırakmış ve Türk gericiliğini ve
Garbis Altınoğlu
onun kanlı tarihsel mirasını daha elverişli mevzilerden savunma yolunda bir
hamle yapmıştır. Türk burjuvazisinin
ve burjuva politikacılarının ana gövdesinin zamanla bu daha “akılcı” yaklaşımı benimseyeceklerini söylemek bir
kehanet sayılmamalı. Bazıları, değişik
nedenlerle bunu bir “ilerleme” sayabilirler. Ne var ki, Başbakan Erdoğan'ın,
zamanını çoktan doldurmuş olan bir
yalanı dünya aleme rezil olma pahasına yineleme ilkelliğinden vazgeçmesi
ve onu daha kabul edilebilir bir hale
sokma çabası, asla bir “ilerleme” değildir. Daha “çağdaş” ya da “modern”
olanın mutlaka daha “ileri ya da ilerici” olduğuna inanmaksa aptallığa yaklaşan bir siyasal saflıktır.
Bu aydın ve yazarların, taziye mesajını
olumlu bulanlarının çok önemli bir bölümü dikkatleri mesajın kendisi, onun
içeriği ve üslubu üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu formalist ve tikelci bir yaklaşım yaklaşımdır. Asıl görülmesi gereken, mesajın içinde geçen sözcüklerin
-haklı olarak eleştirilen- yetersizliği,
hatta boşluğu ve ikiyüzlülüğünden
ziyade, başını AKP'nin çektiği Türk
gericiliğinin giderek faşist bir nitelik
kazanan iç ve çoktandır saldırgan, yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı bir nitelik
taşıyan dış politikasıdır. Taziye mesajını, işte bu arkaplan ve bağlamı gözardı
etmeden okumak gerekiyor. Bu mesaja olmadık anlamlar yükleyenler, ya
faşizmin ne olduğunu bilmiyorlar; ya
da faşizmin en önemli silahlarından
birinin “demagoji” olduğunu unut-
muşlardır. Kendilerine; Alman tekelci
burjuvazisinin ve militarizminin baş
temsilcisi Adolf Hitler'in partisinin
adının Nasyonal Sosyalist Alman İşçi
Partisi olduğunu, bu partinin iktidar
yürüyüşü sırasında emekçi kitleleri;
tekellere, plütokratlara, bankalara vb.
karşı olduğunu söyleyerek kandırdığını anımsatmak isterim. Demek ki, bir
zamanlar dendiği gibi, “Pudingin kanıtı yenmesindedir.” Bu arada Türk burjuva devletinin yöneticilerinin zaman
zaman böylesi açıklamalar yaptıklarını
da anımsamamız gerekiyor. Örneğin,
13 Aralık 2013'de Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı için Erivan'a
giderken uçakta gazetecilere yaptığı
açıklamada, “İttihatçıların yaptığı şey
doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz” demişti.
Etyen Mahçupyan gibi kalemini ve
ruhunu AKP iktidarına ve Başbakan
Erdoğan'a satmış olan kişileri bir yana
bırakıp bu taziye mesajına, değişik düzeylerde de olsa olumlu yaklaşan ilerici aydın ve yazarlara baktığımızda
neyi görüyoruz? Onların en önemli ve
çarpıcı hatalarının bu açıklamayı, bugünün Türkiyesi'nin a) Ermeni halkına
ve Hristiyan halklarına ve b) Türkiye,
Ortadoğu ve dünya halklarına karşı tutumu ve politikasından kopararak ya
da isterseniz, soyutlayarak değerlendirmelerinden kaynaklandığını.
Şimdi bu iki hususa biraz daha yakından göz atalım. Acaba AKP iktidarı,
eskiden Anadolu nüfusu içinde büyük
bir azınlık iken, şimdi bir avuç kalmış
olan bu toprakların Ermeni ve Hristiyan halklarına dostça ve demokratça
mı yaklaşmaktadır? Bu sorunun yanıtı, net ve kesin bir hayırdır. Yolagelmez iyimserler AKP iktidarının; vakıf
mallarının bir kısmını geri vermesini,
Ahdamar Kilisesi'nin restore edilmesi ve ziyarete açılmasını, Sümela
Manastırı'nın ziyarete açılmasını vb.
sayarak AKP'nin, devletin geleneksel
yadsımacı-yoksaymacı söylem ve uygulamasından uzaklaşmakta olduğunu ileri sürebilirler. Tabii onlar Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarının;
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa
Küçük'ün yanısıra, İtalyan rahip A. S.
Santoro'nun ve Zirve Kitabevi'nde Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve
Uğur Yüksel adlarında üç Hristiyanın
öldürülmelerinden ve bu cinayetleri
gerçekleştirenlerin üzerlerine gidilmemesinden, onların korunması ve hatta
ödüllendirilmesinden, Suriye'de savaşan terörist grupları aktif bir biçimde
desteklemek suretiyle bu ülkede değişik milliyet, din ve mezheplerden onbinlerce kişinin ve bu arada çok sayıda
Suriyeli Hristiyanın öldürülmesi ve
yaralanmasından, onların kiliselerinin
yıkılması/ yağmalanması ve evlerinin
ve diğer mülklerinin yakılıp yıkılmasından, bu terörist grupların Ermeni
ağırlıklı Kesab'a saldırısını planlanması ve örgütlenmesinden sorumlu olduğunu unutmaktadırlar. Dahası onlar
AKP iktidarı döneminde Türk burjuva
devletinin; Heybeliada'daki Rum Ruhban Okulunun açılmasına bir türlü izin
vermediğini, Ermeni Patrikliği seçimlerine burnunu sokmayı sürdürdüğünü, Türkiye'deki okullarda okutulan
ders kitaplarının Hristiyan-karşıtı içeriklerini düzeltmek için herhangi bir
adım atmadığını, Müslüman-olmayan
yurttaşlara soy kodu vermeye devam
ettiğini, Başbakan Erdoğan'ın ağzından Türkiye'de zor koşullarda ve çok
düşük ücretlerle çalışan Ermenistan'lı
işçileri geri göndermekle tehdit ettiğini, AKP iktidarı döneminde Mardin ve Adıyaman'da yaşayan az sayıda
Süryani'nin bölgedeki gerici güçler
tarafından tehdit edildiğini ve -Mor
Gabriel Manastırı örneğinde olduğu
gibi- onların topraklarına el konmak istendiğini vb. de unutmuşlardır. Kendilerine; “Dört tane kırmızı çizgimiz var.
Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek
din”, “... kültürümüzde de, medeniyetimizde de soykırım diye bir şey yoktur”
ve “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, affedersiniz ne de Rumluğumuz
kaldı” türünden incilerin de Başbakan
Erdoğan'a ait olduğunu da anımsatayım. Zaten Başbakan Erdoğan’ın kendisi, taziye mesajını yayımladığı gün,
yani 23 Nisan'da TBMM'nde düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonunda, “Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan'la
normalleşme olmaz” diyecek ve 28
Nisan'da Almanya Cumhurbaşkanı
Joachim Gauck'un Türkiye'deki uygulamalara yönelik eleştirilerine bir gün
sonra bilinen düzeysiz üslubuyla yanıt
verirken onun rahip kökenini anımsa-
tarak Türk halkının Hristiyan-karşıtı
önyargılarını kaşıyacak (“Herhalde
hâlâ kendisini rahip zannediyor”) ve
bu arada Alevilere de bir taş atacaktı.
Unutulmaması gereken bu “tatsız gerçekler” bize Türk gericiliğinin bu görece yeni yüzü konusunda yersiz bir
iyimserliğe kapılmamak gerektiğini
anlatmaktadır. Ancak bu konunun
daha ya da çok daha önemli bir yanı,
Erdoğan kliğinin Hristiyan-olmayan
halklara ve bu arada Kürt ve Alevi halka karşı tutumudur. Sözünü ettiğim ve
eleştirdiğim tikelci yaklaşım kendini
esas olarak işte burada gösteriyor. Bu
ülkede yaşayan ve gördüğünü ve okuduğunu anlayan herkes, Erdoğan kliğinin, bir faşist ya da bir İslami-faşist
rejim kurmakta olduğunu kavramakta
bir zorluk çekmeyecektir. Bunu somut
örneklerle göstermeye gerek bile yok
belki, ama subjektif değerlendirmelerin tuzağına düşmemek için birkaç
önemli nokta üzerinde duralım.
a) Erdoğan kliği; yazılı ve görsel basının büyük bölümünü denetimi altına
almış/ satın almış ve denetimi altında
olmayan medya organlarına ve onların
sahip, yönetici ve çalışanlarına kaba
müdahalelerde bulunmuş ve sosyal
medyayı yasaklamaya kalkışmıştır.
b) o; Roboski kıyımı da içinde olmak
üzere, kendi döneminde Kürt halkına
karşı işlenen suç ve cinayetleri örtbas
etmekte ve bu halka karşı özellikle
1980'li ve 1990'lı yıllarda işlenen suç
ve cinayetleri soruşturmaya yanaşmamaktadır.
c) o; yıllardır Alevi açılımından söz
etmekte olmasına rağmen, bu inanç
mensuplarını dıştalama ve Sünnileştirme biçimindeki geleneksel devlet
politikasını sürdürmekte ve devasa bir
örgüt haline getirilmiş olan Diyanet
İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma
İslam'ın Hanefi mezhebinin en bağnaz
yorumunu dayatmaktadır.
d) o; kendisinin ve çevresinin gerici
yaşam tarzını herkese dayatmaya, insanların özel yaşamını düzenlemeye
ve biçimlendirmeye kalkmakta ve bu
bağlamda sanata, kültüre ve aydınlara
karşı düşmanca bir tavır almaktadır.
e) o, Kuzey Kürdistan halkının özerklik talebini reddetmekte, Rojava halkı-
na yiyecek ve ilaç ambargosu uygulamakta ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi
terörist grupları Rojava halkına saldırması için desteklemekte ve teşvik etmektedir.
f) o; askeri darbelere karşı olduğunu
ileri sürmesine rağmen 12 Eylül askeri-faşist darbesinin getirdiği gerici yasa
ve kurumları aynen sürdürmekte ve bu
yasa ve kurumlardan kendi iktidarını
pekiştirmek için yararlanmaktadır.
g) o; taşeron ve eğreti işçiliği yaygınlaştırmak, sendikaları kendi boyunduruğu altına almak ve iş güvenliği kurallarını geçersiz kılmak suretiyle her
yıl, en düşük ücretlerle çalışan binlerce
işçinin ölümüne, yaralanması ve sakatlanmasına yol açmaktadır.
h) o; parlamentoda çoğunluğa sahip olmakla yetinmemiş, yargı erkini büyük
ölçüde kendi denetimi altına almaya ve
MİT'na olağanüstü yetkiler tanıyan ve
yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yeni bir yasayla kendi gerici
iktidarını daha da güçlendirmeye girişmiştir.
ı) o; ailesinin, yakın çevresinin ve
kendisine yakın işadamlarının Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş
boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk ve
hırsızlık suçları işlemiş olmasından
doğrudan sorumludur.
i) o; kadın ve çocukların artan ölçüde
tacize uğramaları ve öldürülmelerinden sorumlu olarak kalmamakta, bu
cinayetleri gerekçe göstererek idam
cezasının yeniden getirilmesinin ortamını oluşturmaya çalışmaktadır.
j) o; çoğu Kürt olmak üzere binlerce
hasta tutsağın çok zor koşullarda cezaevlerinde tutulmasından ve tedavi
edilmelerine olanak sağlanmayan bu
insanların çektiği acılardan ve bir bölümünün yaşamlarını yitirmesinden
doğrudan sorumludur.
k) o; Gezi direnişi ve 1 Mayıs 2014'te
olduğu gibi, toplantı ve gösteri yapma
hakkını açıkça gaspetmekte, böylesi
eylemleri ve sıradan protesto eylemlerini ve basın açıklamalarını yasaklar,
provokasyonlar ve çok sayıda tutuklama, yaralama ve öldürmelere yol açan
polis zorbalığı yoluyla engellemeye
kalkmaktadır.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
l) o; “çılgın” projeler ve kentsel dönüşüm sloganlarıyla doğal ve kültürel
çevreyi hoyrat ve geri dönülmez bir biçimde yıkmakta ve yok etmekte, buraları kendi yakın çevresinde kümelenmiş olan işadamlarının rant kaynağı
haline getirmektedir.
m) o; 30 Mart yerel seçimlerinde her
türlü hile, usulsüzlük ve sahtekarlığa başvurmuş ve bu alanda 1950'den
bu yana yaşanan en lekeli seçimi gerçekleştirme “onuru”nu kazanmıştır ve
önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimininde ve genel seçimlerde de aynı
yöntemlere başvuracaktır.
n) o; ABD, Britanya, Fransa, Katar,
Suudi Arabistan gibi ülkelerin yönetici
klikleriyle işbirliği yaparak Suriye halkını acımasızca kıyıma uğratan ve bu
ülkenin maddi ve kültürel zenginliklerini yağmalayan ve yokeden terörist
grupları en aktif bir biçimde desteklemiştir ve desteklemeyi de sürdürmektedir.
o) ve o; devrimci bir muhalefetin yokluğundan, burjuva muhalefetin zayıflığından yararlanarak varolan sınırlı
demakratik hakları da ortadan kaldırma, TBMM'ni kapatma, muhalif basını
susturma ve açık faşist bir rejim kurma
doğrultusunda ilerlemektedir.
Şimdi, sağa sola bükmeden sorulması
ve açıkça yanıtlanması gereken soru
ya da soruları şöyle sayabiliriz: Bütün
bu suçları işleyen ve gücü yettiğince
daha da fazlasını işlemeye devam edecek olan Erdoğan kliği, değişik ulus
ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı
ve halklarının demokratik taleplerini
yerine getirebilir mi? Bu talepleri yerine getirmek için uğraş verdiği ve ilerde yerine getirebileceği beklentisiyle
bu kliğin attığı/ atar gözüktüğü bazı
adımları alkışlamak ve desteklemek
doğru mudur? Bu kliğin Türk-Ermeni,
Türk-Kürt ve Alevi-Sünni sorunlarında demokratik bir tutum içinde olduğu ya da böyle bir konuma evrilmekte
olduğunu gösteren herhangi bir belirti
var mıdır? Bence bu soruların hepsinin
yanıtları net ve kesin birer hayırdır.
Şimdi de, gene sağa sola bükmeden
açıkça yanıtlanması gereken bir başka
soru soralım:
İlerici Ermeni aydınları, yazarları
vb., bu taziye açıklamasını, özellikle
de önümüzdeki aylarda yapılabilecek
“daha ileri” benzer açıklamaları, Erdoğan kliğinin yukarda örneklerini sunduğum sicili ve performansını bir yana
atarak/ görmezden gelerek onama ve
alkışlama hakkına sahip midirler ya da
olmalı mıdırlar? Öyle bir şey yok, ama
onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun
haklı isteklerinin yerine getirilmesi
doğrultusunda adımlar atılması karşılığında, Türkiye halklarının diğer bölümlerine yapılan haksızlık, kısıtlama
ve baskılar karşısında ilgisiz ve kayıtsız kalma hakkına sahip midirler ya da
olmalı mıdırlar? Bence bu soruların da
hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.
İlerici Ermeni aydınları, yazarlarının
vb. önemli bir bölümünde, örneğin
AGOS gazetesinde sık sık görülen, işte
bu yukardaki satırlarda kendisini açığa
vuran, “her koyunun kendi bacağından
asılması gerektiği” olarak da anılabilecek olan tikelci yaklaşımdır. TÜM
haksızlıklara, zulüm ve gericiliğin
TÜM belirtilerine ve örneklerine karşı
tavır alma yükümlülüğünü reddetme
ya da kavramama anlamına gelen bu
yaklaşımın, Ermeni milliyetçiliğinin
kuşkusuz kaba değil, ama inceltilmiş
bir haline denk düştüğü tartışma götürmez. “Kurtuluş yok tek başına! ”
belgisinin karşıtını temsil eden bu tikelci yaklaşımın yaygınlık kazanması
ve baskın hale gelmesi, Ermeni halkını, Kürt halkı ve ulusal hareketi de
içinde olmak üzere Türkiye'deki devrimci ve demokratik güçlerden koparacaktır.
Haksızlık yapmamak için iki noktaya değinmem gerekir. Birincisi, en
azından 99 yıldır kendilerine sövülen
Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin, Başbakan Erdoğan'ın ilk
kez böylesi bir sövgü içermeyen, hatta
empati izleri taşıyan taziye mesajında
olumlu bir yan arama ve bulma yolundaki çabalarını ve bu çabaların altında yatan ruh halini -onamasak da- bir
yere kadar anlayışla karşılayabiliriz
ve karşılamalıyız da. İkincisi, ilerici
Ermeni aydınları, yazarları arasında
görülen bu tikelci yaklaşımın, bu “ulusal bencillik” tutumunun kristalize
olmuş ve istikrar kazanmış bir eğilim
olmadığı unutulmamalı. Ancak, bu
hatalı tutumun bilince çıkarılmaması VE AKP'nin başını çektiği Türk
gericiliğinin ileride başvurabileceği
yeni Osmanlı oyunlarına karşı uyanık
olunmaması halinde, yukarda sözünü ettiğim kopma tehlikesi kapıyı çalacaktır. Ben daha da ileri gidiyor ve
şunu söylüyorum: “Tıpkı Yahudi halkı
gibi büyük acılar çekmiş olan Ermeni
halkının ve onun ilerici temsilcilerinin
de dikkat ve çabalarını SADECE VE
SADECE kendi halklarının çekmiş ve/
ya da çekmekte olduğu acılar ve haklı
talepleri üzerinde yoğunlaştırmaları
ve özellikle aynı topraklarda yaşayan
diğer halkların uğradığı haksızlıklara
karşı kayıtsız kalması, gerek ilkesel
ve gerekse taktiksel açıdan son derece yanlış olacaktır. Dolayısıyla Ermeni
halkının ilerici kızları ve oğullarının
Türkiye halklarının ilerici temsilcileriyle daha da yakın bir ilişki içine girmeleri ve Ermeni halkının sorunlarının ancak Türkiye toplumunun radikal
bir yeniden örgütlenmesiyle, yani gerçek bir toplumsal devrimle çözülebileceğini kavramaları gerekir.”
Öte yandan objektif koşullar da böylesi yanılsamaları etkisiz kılmaya
hizmet etmektedir ve etmeye devam
edecektir. Dolayısıyla, AKP gericiliğinin Türkiye işçi sınıfı ve halklarına
yönelik gerici saldırısının örneklerini ve görünümlerini her gün, her saat
yaşayan ve paylaşan ilerici Ermeni aydınları ve yazarlarının ve Ermeni halkının siyasal bakımdan ileri bölümünün, Türkiye'de faşizmi inşa etmekte
olan bir partinin ve onun şefinin taziye
mesajının aldatıcı büyüsünden ister istemez kurtulacaklarını söyleyebiliriz.
Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halklarına karşı faşizm uygulayan bir klik
Kürt, Ermeni, Alevi, Süryani vb. halklarına barış ve demokrasi getiremez ve
getirmeyecektir.
Bu makaleyi bitirirken, Erdoğan kliğinin neden böyle bir manevraya başvurduğu sorusunu da kısaca yanıtlamak
gerekir. Bu konuyu ele alan bir dizi yazar, Başbakan Erdoğan'ın bu taziye mesajıyla, Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü yaklaşırken, Türkiye üzerindeki
uluslararası basıncı azaltmayı amaçladığını yazdı. Bunun taziye mesajının
ardında yatan faktörlerden biri olduğunu kabul edebiliriz. Ama bence esas
neden; AKP iktidarının, Türkiye'nin
jenosid konusuna ilişkin “arkadan hançerlenme” ya da “karşılıklı çatışma
ve öldürme” türünden inandırıcılığını
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çoktan yitirmiş ve çağdışı bir nitelik
kazanmış olan savunma gerekçelerini bir yana bırakma kararı almış olmasıdır. AKP iktidarının böylesi bir
“balans ayarı” yapmasında ABD ve
NATO'nun da rolü olduğunu söyleyebiliriz. Ankara'daki ortakları üzerindeki
uluslararası basıncı azaltmak isteyen
bu güçlerin AKP iktidarına bu doğrultuda telkinlerde bulunduğu anlaşılıyor.
Türkiye'nin, Yayladağı'ndan harekete
geçen ve Türk ordusu tarafından desteklenen El Kaide güçlerinin 21 Mart
gecesi, ağırlıklı olarak Ermeniler'in
yaşadığı Kesab beldesine yaptığı -ve
Türk gericiliği açısından bir propaganda felaketi işlevini gören- saldırıdan
doğrudan sorumlu olduğunun ortaya
çıkması da sözügeçen basıncı arttıran
bir faktör işlevi görmüştür.
Bu koşullarda 10 Nisan'da ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin Ermeni
jenosidi karar tasarısını gündemine
alması ve ardından 15 Nisan'da ABD
Temsilciler Meclisi Başkanı John
Boehner'in Türkiye'yi ziyareti ve bu
ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül,
Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı
Çiçek'le görüşmesi önemliydi. Gazeteler, bu görüşmelerin ana konusunun
Ermeni jenosidi yasa tasarısı olduğunu, ancak bunun yanısıra Suriye ve
Ukrayna konularının da tartışıldığını
yazdılar. Örneğin İlhan Tanır, New
York'da yayımlanan bir gazetede yer
alan yazısında şöyle diyordu:
“Boehner’in, tam da ABD Senato’sunun Dışilişkiler Komitesi’nde geçen
sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı tanıma’
yasa tasarısından sonra, bu kez kamuoyu önünde açıkça ortaya koyduğu Ermeni tasarıları karşıtı söylemi,
ABD-Türkiye ilişkilerine gelebilecek
muhtemel zararları önceden önlemiş
oldu.” (“Boehner’in Türkiye ziyareti
ve 2015 senaryoları için önemi”, Posta212, 24 Nisan 2014)
Şimdi birileri çıkıp, ABD ve onun Batı
Avrupalı ortaklarının AKP iktidarını
ve/ ya da Başbakan Erdoğan'ı gözden
çıkardığını söyleyebilir ve bu devletlerin değişik düzeylerdeki yönetici ve
sözcülerinin, Türkiye'deki siyasal duruma ve özgürlük kısıtlamalarına göndermede bulunarak Türk meslekdaşlarına yaptıkları uyarı ve eleştirilerinin
de bunun kanıtı olduğunu ileri sürebilirler. Bunu aylardır, hatta yıllardır
yapmakta olan çok sayıda akademisyen, analist ve köşe yazarı var.
ABD ve NATO ile Türkiye arasında,
özellikle bu ikincisinin Ortadoğu'ya
ilişkin vizyonu, ihtirasları vb. ile bağlantılı birtakım anlaşmazlıkların olduğu doğrudur. Dahası, Suriye'nin direnişinin bu anlaşmazlıkları büyüttüğünü
ve Washington'un Erdoğan kliğinin
kitle tabanının daralmasını da dikkate
alarak başka burjuva iktidar seçenekleri üzerinde kafa yormaya başladığını
söyleyebiliriz. Ancak bu asla, ABD ve
NATO emperyalistlerinin Irak, Libya
ve Suriye'de kendileriyle ortak hareket
etmiş ve/ ya da etmekte etmekte olan
AKP iktidarını ve Başbakan Erdoğan'ı
tümüyle gözden çıkardığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan, bir iç
savaşa sürüklenmekte olan Ukrayna
üzerinde ABD/ NATO ekseniyle Rusya arasındaki çekişmenin keskinleşmiş olması, ABD/ NATO ekseninin
Rusya'yı kuşatma politikasını derinleştirmesi ve Karadeniz'e çıkan ABD
savaş gemilerinin Türk limanlarında
kalıyor olmaları (1), ABD'nin, -İsrail'le
ilişkisini de düzeltme yoluna girenTürkiye'ye ve dolayısıyla şu aşamada
onu yöneten AKP iktidarına daha fazla
gereksinim duyduğunu göstermektedir.
Bu konu açılmışken, bizdeki liberal
yazarların, demokratik normlara çok
bağlı olduklarını varsaydıkları ABD ve
Batı Avrupa ülkelerinin, Türkiye'deki
siyasal rejimin niteliği konusunda duyarlı oldukları yolundaki burjuva-demokratik önyargılarının hemen hemen
tümüyle yanlış olduğuna işaret etmek
gerekir. Bu ülkelerde böylesi kaygılar
taşıyan politikacılar vardır elbet; ancak
özellikle emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin keskinleştiği dönemlerde bu gibi kişilerin yaklaşımı, bu
devletlerin dış politikaları bakımından
belirleyici bir etki yapmaz ve yapamaz.
Bunun en son örnekleri şunlardır: Batı
Avrupa ülkeleri Suriye krizinde; ABD,
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi
gerici devletlerle omuz omuza hareket
etmiş, Suriye'de Baas rejimine karşı
savaşan El Kaide türü elikanlı terörist
grupları desteklemiş ve kendi ülkelerinde yaşayan teröristlerin Suriye'ye
gitmesini önlememiş ve büyük olasılıkla da teşvik etmişlerdir. Ve onlar;
2010'da meşru bir seçimle işbaşına gelmiş olan Viktor Yanukoviç hükümetini
bir darbe yoluyla devirmek için kanlı
sokak gösterileri yapan ve ardından
Ukrayna'nın batısında iktidarı ele geçiren faşist ve anti-Semitik grupların
arkasında duran ve onları yönlendiren
ABD ve Britanya istihbaratını desteklemişlerdir. Yani onlar kendi pratikleriyle, “Emperyalizm, hem dış, hem de
iç politikada demokrasiyi yıkma doğrultusunda, gericilik doğrultusunda
uğraş verir. Bu anlamda emperyalizm,
sadece onun taleplerinden birinin,
ulusların kendi yazgılarını belirlemesinin değil, tartışma götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, her
türlü demokrasinin yadsınmasıdır”
demiş olan Lenin'i doğrulamışlardır ve
doğrulamaktadırlar.
Başbakan Süleyman Demirel'in en yakın çalışma arkadaşlarından biri olmuş
ve 1965-71 yılları arasında Adalet Partisi hükümetlerinde dışişleri bakanlığı
yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil,
7 Şubat 1974'te İsmail Cem'le yaptığı
söyleşide diğer şeylerin yanısıra şunları söylemişti:
“Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika
şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş,
faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz.
“Amerika o memleketin kendisine ne
derece tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu)
haline gelebileceğine bakar.
“Amerika, bir Albaylar Cuntası ile
Yunanistan'da istediğini yaptırabiliyorsa, Albaylar Cuntası Yunanistan
için biçilmiş kaftandır. Amerika eğer
bir Nihat Erim hükümeti ile haşhaşı
menettirebilecekse, Türkiye'nin layık
olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.” (Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul, Cem Yayınevi, 1993, s. 299)
Görünüşte son derece etkileyici ünvanlar taşıyan ve çeşitli televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde ahkam
kesen pek çok akademisyenin, kendi
burjuva önyargıları nedeniyle, başarılı
bir beşinci sınıf öğrencisinin rahatlıkla görebileceği ve Çağlayangil'in açık
bir biçimde ortaya koymuş olduğu bu
çıplak gerçeği görememesi asla onanamaz; ama, onları siyasal gericiliğe
bağlayan burjuva dünya görüşlerinin
ışığında bakıldığında anlaşılabilir.
Ancak, ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb.
aydın ve yazarlarımızın bu liberal bay
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve bayanların izinden gitmeleri ve onların oluşturduğu gerici söylenceleri
benimsemeleri asla bir yazgı değildir.
Herhalde her dürüst demokrattan, Süleyman Demirel'in yakın arkadaşı ve
dışişleri bakanının gerisine düşmemesini beklemek hakkımız sayılmalıdır.
Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı
DİPNOTLAR
(1) Cihan Haber Ajansı'ndan Faruk
Akkan 9 Nisan tarih ve “Rusya takipte; Bir Amerikan savaş gemisi daha
Karadeniz’e geliyor” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Başbakan Erdoğan’ın Ermeni sorununa ilişkin açıklaması Başbakanlığın internet sitesinde yayınlandı. İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 24
Nisan öncesi taziye mesajında bulundu.
“Pentagon kaynaklarına göre Amerikan deniz kuvvetlerine ait bir savaş
gemisi daha Perşembe gününe kadar
boğazlardan geçerek Karadeniz'e
ulaşacak.
“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması
için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının
hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer
milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz.
Amerikan güdümlü füze destroyerı
USS Donald Cook'un İspanya'dan yola
çıktığı beliritldi. Rusya'nın Kırım'ı
ilhak etmesinin ardından bölgeye
gönderilen dördüncü Amerikan savaş
gemisi olan USS Donald Cook, aegis
füze savunma sistemleri ile donatılmış ve Tomahawk füzeleri ile geliştirilmişti.
“ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR”
“Ukrayna krizinin başladığı ilk
günlerde bölgeye giden USS Tuxton
destroyerinin Karadeniz'de görev süresi uzatılmış ve 21 Mart'ta bölgeden
ayrılmıştı.
“Moskova ise Karadeniz'e gelen
Amerikan savaş gemileri nedeni ile
Türkiye'ye nota vermişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kazakistan meslektaşı ile birlikte yaptığı
basın toplantısında Amerikan savaş
gemilerinin Montrö Sözleşmesi'nde
belirlenen süreyi aşmaları ve belirlenen tonajı aşmaları nedeni ile Türkiye
ve Amerika'nın dikkatini çekmişti.
“Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un Türkiye'yi Montrö
Anlaşması'na aykırı olarak ABD savaş
gemilerine Karadeniz'de 3 haftadan
fazla kalma imkanı tanıdığı ve sözleşmenin belirlediği tonajlardan daha
ağır gemilere geçiş izni vermekle suçlaması, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkileri germişti.”
İşte Başbakanlığın yayınladığı o mesaj:
Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde
yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması
acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü
yeri yakar’.
Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık
vazifesidir.
1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi;
çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir.
Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem
ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir.
Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız,
kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı
söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer
bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir.
“HEPİMİZİN ORTAK ACISI”
Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması
ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya
Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe
adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.
Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış
olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı
insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.
http://www.posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Erdogan-dan–24-Nisan–mesajlari.htm?ArticleID=225296
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Seyfo Center'in
1915 Soykırımı
konferansına
mesajı
seyfocenterin-mesajı
Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin'de
yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal
Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asurü-Süryani İlişkileri" konferansına Merkezi Stocholm'de bulunan
Seyfo Center adına Fehmli Barkarmo
bir mesaj gönderdi.
Barkarmo, mesajında "Soykırımla yüz
leşme, Türk Devleti’nin sorumuluğu
olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde
gelen sorumluluklarından biridir." görüşünü dile getirdi.
"Değerli Dostlar,
Bazı Kürt aydınları, bazı yazarlar ve
bazı Kürt siyasi çevrelerinde son dönemlerde Kürtlerin 1915 soykırımında
üstlendikleri rol ve soykırıma fiili katılımlarının nedenleri konusunda bazı
önemli çalışmalar dikkat çekmektedir.
Bu çalışmaların ardındaki kuruluş ve
şahsiyetlerin iyi niyetliliğinden hiç
kuşkumuz yok. Ama soykırıma katılmış Kürt kesiminin yaptıklarının bütün Kürt halkının sırtında ağır bir yük
olarak varlığını hala sürdürüyor olmasından dolayı sözünü ettiğimiz bu çalışmalar sembolik bir anlamdan öteye
gidememektedir.
Soykırımla yüzleşme, Türk Devleti’nin
sorumuluğu olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde gelen sorumluluklarından biridir. Kürt aşiretlerinin soykırıma katılımını sadece soykırıma bir
‘’destek’’ olarak görmek büyük yanılgı
olur. Ortada bir suç ortaklığı var ve bu
suç ortaklığı üzerinde “öteki” halkların evleri, kiliseleri talan edildi; mallarına, topraklarına el konuldu; çocukları besleme olarak alındı, kadınları
haremlere katıldı. Mağdur halkların
milyonlarla ifade edilebilecek fiziki
varlıkları ise şu an ancak binlerle ifade
edilebiliyor.
Kürt Hareketinin bu gerçeklerin ba-
zında gerekli adımları atması, hareketin dürüstlüğü ve bölge halklarına
samimiyetle yaklaşmasının bir sınavı
olacaktır. Ama soykırımla sağlıklı ve
dürüstçe bir yüzleşmenin yolu derinlemesine yapılacak bazı araştırma ve
incelemelerden geçer. Aksi takdirde
gerçekçi ve dürüst bir hesaplaşma yerine meselenin ‘’baştan savurma’’ gibi
bir özür dileme ile geçiştirilmesi olacaktır ki, bu da gerçeklerin örtbas edilmesinden başka bir işe yaramıyacaktır
ve Kürt halkı ile soykırım mağdurları
halklar arasındaki bağları güçlendireceğine zayıflatacaktır. İşte burada Kürt
aydınları, siyasetçileri, yazarları ve diğer akademisyenlerine büyük görevler
düşmektedir.
Meseleye bu açıdan baktığımızda görüyoruz ki, araştırılması ve tartışılması gereken konuların başında sizin
isabetli olarak konferans konusu haline
getirmiş olduğunuz "1915 Soykırımı ve
Kürt toplumun siyasi toplumsal rolleri" gelmektedir. Konferansta bu konunun yanısıra işlenecek diğer konular da
ilginç ve büyük önem arzetmektedir.
Konferansta ele alacağınız ve tartışma
sonucunu merakla beklediğimiz konulardan biri de şudur: Kürt toplumun
ve hakim sınıflarının, soykırım öncesi
ve bu süreçteki rolleri nelerdi; sadece
İttihat-Terakki'nin programına yardım
eden "tetikçilik" mi, yoksa siyasalmaddi faydalar, daha geniş bir işbirliği
mi söz konusuydu?
Değerli dostlar, Bu konferansı düzenlemekle bizim açımızdan büyük önem
taşıyan insani bir adım atmış olmakla
beraber, Kürt Hareketinin sırtında taşımakta olduğu vebalden kurtulmasına da büyük katkıda bulunuyorsunuz.
Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Bu
vesileyle konferansa destek veren Kurdistan Kultur und Hilsverein e.v. Berlin (KOMKAR) ve Independent Kurdish Media Group Berlin (IKMG)'ye
de ayrıca teşekkür ederiz.
Aynı zamanda konunun sadece bir
veya birkaç konferansla bitirilemiyeceğine de dikkat çekmek istiyoruz.
Önümüzde ivedi çalışmalar ve bazı
fedakarlıklar gerektiren uzun bir süreç var. Bu süreçte, ancak Kürt, Türk,
Ermeni, Asuri/Süryani ve Pontuslu aydınlar, yazarlar, siyasetçiler ve siyasi
kurum ve örgütler el ele verirse başarıya ulaşır. Bu anlamda şimdiye kadar
bazı adımlar atılmış olmasına rağmen,
bu adımlar nisbi olmaktan öteye gidememiştir.
Düzenlemiş olduğunuz bu konferansı,
sözünü ettiğimiz süreç için ciddi bir
başlangıç olarak algılıyor ve bu çalışmalarınızın destekçisi olacağımızı belirtiyoruz. Sizlere başarılar diliyoruz.
Yaşasın halkların kardeşliği!
Soykırımlar bir daha yaşanmasın!
Stockholm 5 Mayıs 2014
Fehmi Barkarmo
Seyfo Center Asur/Süryani soykırım
araştırma merkezi"
Kaynak:http://www.gelawej.net/index.php/
dosyalar/ulusal-sorunlar/444-seyfo-centerin-1915-soykirim-konferansina-mesaji
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim
Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR
DİYARBAKIR (DHA)
10 Mayıs 2014
.
'Mümin kardeşlerim' .
İmralı Adası’nda ağırlaştırılmış ömür
boyu hapis cezasını çeken Abdullah
Öcalan’ın önerdiği Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da başladı.
Öcalan’ın kongreye gönderdiği 'Mümin
kardeşlerim' diye başlayan mesajında,
"Çağdaş İslami ümmetin ’millet birliğini’ anlamlı buluyorum ama bu asla 'tek
devlet, tek millet, tek bayrak' zırvalamaları anlamına gelmemektedir" dedi.
bir biçimde tahrip etmiştir. İslam gerçekten din adına söylenebilecek en son
evrenselliği temsil etmektedir. Hem dili
hem de felsefesi sayesinde önemli bir
evrensellik kazanmıştır. Bundan kuşku yok. Genelde tüm canlılara özelde
insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin özünde yatan adil ve özgürce
yaklaşımları uygulamalıyız. Kul hakkı
yememek ve karıncayı ezmemekle dile
getirilen budur.
istendiğini söyledi.
KIŞANAK AĞLADI
Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da yurt içi ve yurt dışından 340’ı
aşkın din adamı, akademisyen, yazar
ve uzmanın katılıyla Diyarbakır’da başladı. HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken, Diyarbakır Büyükşehir Belediye
Başkanı Gültan Kışanak, Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk,
Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Prof.
Dr. Kadri Yıldırım, 1925 Kürt isyanının lideri Şeyh Said’in torunu Kasım
Fırat, Suriye’de Kürtlerin denetiminde
bulunan Rojava bölgesinin Cizire kantonu Din İşleri Bakanı Şeyh Mihemed
El-Kadiri, Kürdistan İslam Partisi Genel Başkanı Hikmet Serbilind’inde katıldığı kongreye Abdullah Öcalan mesaj
gönderdi.
Suriye’de Kürtlerin denetiminde bulunan Rojava bölgesinin Cizire Kantonu
temsilcisi Nureddin Şakir ise yaptığı
konuşmada bölgede yaşanılan acıları
anlatırken başta Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak
olmak üzere salonda bazı kişiler ağladı.
KURAN’DA TEK DİL, TEK KİMLİK VE TEK RENK YOK
ÖCALAN: MÜMİN KARDEŞLERİM
Molla İsa Deniz’in Kuran’ı Kerim’i
okuması ile başlayan kongrede Demokratik İslam Kongresi Çalışma Komitesi
sözcüsü Prof. Kadri Yıldırım, ’Kürtler
ve İslamiyet ile Kürt sorunu ve İslam’ın
hakemliği’ konulu Kürtçe konuşmasında Medine sözleşmesinin önemine
değindi. Kürt ve Kürdistan isminin tarihi üzerinde duran Yıldırım, Kürtlerin
kitlesel olarak Hz. Ömer döneminde
Müslüman olduğunu dile getirdi. Kürtlerin Müslüman olmalarının ardından
kendilerini İslam’a feda ettiğini belirten Yıldırım, Kuran-ı Kerim’de ve Peygamberin sünnetinde ’tek kimlik, tek
dil ve tek renk’ yerine çok kimlilik, çok
dillilik ve çok renkliliğin benimsendiğini ve bu farklılıkların tanınmasının
HDP Grup Başkan Vekili ve Bingöl
Milletvekili İdris Balüken ise Abdullah
Öcalan’ın kongreye gönderdiği ’Mümin
kardeşlerim’ diye başlayan mesajını
okudu.
Rojava sınırlarına örülen duvarları ve
hendeklerle Rojava devriminin boğdurulmaya çalışıldığını belirten Şakir,
"Rojava’da insanların kafaları kesiliyor. Rojava Kürdistan’ının bu birliğe
ihtiyacı var. Rojava devrimi Kürdistanı
özgürleştirecek. Rojava devriminin başarısı Kürdistan’ın başarısıdır. Bu nedenle önder Apo’nun çağrısıyla başlayan kongrenin anlamı büyüktür" dedi.
İslami ümmet anlayışının öz itibariyle
ulus devletçilikle bağdaşmadığını belirten Öcalan’ın mesajı şöyle:
"Zaten İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini parçalamak için ulus devletçiliği
onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok
bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına beynine ve rahmine yerleştirmiştir.
Son 200 yıllık tarih bir nevi İslamın
mekanlarında ve halklarında İslamın
bütün değerlerini neredeyse onulmaz
HİZBULLAH VE EL KAİDE GÜNCEL FAŞİSTLER
Hizbullah ve El Kaide bozguncuları
esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam
ümmetinin başına bela ettikleri güncel
faşizmi temsil etmektedirler. İdam sehpaları kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi başta Kürdistan halkı olmak üzere tüm İslam olan ve olmayan halklara
insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün
ve bugünün halen acımasızca uygulanan devletçi faşizmi iken sözde daha
güncel ve radikal dinciliğin faşizmi
de bu adı geçen akım ve partiler eliyle olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük
hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki
ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve
fırsat tanımayacaktır.
TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK
BAYRAK ZIRVADIR
Çağdaş İslami ümmet ’millet birliğini’
anlamlı bulur. Ama bu asla ’tek devlet,
tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları
anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili
ayetteki ’birbirinizi tanıyasınız diye sizi
farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü
gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve
özgür bir İslami ve birliğinde olan diğer kavimlerin ’milletler birliğini’ ifade
etmektedir. Hareketimizin batının ideolojik hegomonyasının bir sonucu olan
dini-laik ikilemine boğmamak esastır.
İslamın kendisini dini laik bağlamına
sıkıştırmakta bence yanlıştır. İslamdaki
yaşam bütünlüğünü bozmaktır. Ayrıca
sanki modaymışcasına İslami kriterleri
kılık kıyafetler üzerine tanımlama dar
pozitivist yaklaşımlardan öte bir anlam
ifade etmez."
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"KÜRT SAVAŞÇILARI
GİBİ KAHRAMAN"
HZ.ALİ
Bazılarının hareketlerini ateist, komünist, materyalist gibi batılı kavramlarla tanımlamak istediğini dile getiren
Öcalan’ın mesajında bu konuda şu ifadeler yer aldı:
"Bunlara,’kavram kölesi’ demek daha
uygun düşer. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki, eğer İslami toplum doğası
bir gerçekse, İslam’ın dindarı ve ateisti olmaz. Bunlar kavramsallaştırmalardır. En zor koşullarda, tüm küresel
kapitalist zorbaların kuşatması altında
en gelişmiş savaş teknikleriyle, saldırı
altında bulunan, her şeyi sömürülen bir
halkın, Kürt halkının, sahte İslam’ın
zulmüne, sömürüsüne en çok maruz
kalmış bir toplumun savaşçılarına ancak Hz. Ali timsalinde kahramanlık
yakıştırılabilir, eş kılınabilir. İslam’n
(mazlumlar tarihinin) en adil, özgür ve
demokratik geleneğini temsil ettiğimize dair en ufak bir şüphem yoktur. Bu
gerçekliği dünyanın diğer tüm mazlum
halklarıyla güncel olarak paylaşan öncülüğe layık olmak kadar, günün ve geleceğin gerekli kıldığı yeniliğe ilişkin
olarak da en ideal hareketi olduğumuza
dair kuşkum yoktur. Çağdaş bir Hüseyni, çağdaş bir Selahaddini hareketin sentezi olmak, en önemli mutluluk,
dolayısıyla iman kaynağımdır. Hepinizi
paylaşamaya, iradeleşmeye, eyleme çağırıyorum. Toplumsal esinin adil, özgür
adı olan Allan’ın birliğine davetle birlikte güven olmanızı diliyor ve kongreyi selamlıyorum."
Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/
gundem/26392393.asp
Taziye'nin İçini Doldurmak
Dr. med. Sarkis Adam
Ermenilerin ulusal yas günü arifesinde, T.C Başbakanının diplomatik
bir atakla ''Taziye'' yayınlamasının
amacı ne olursa olsun, 99 senedir bir
ilk olması nedeniyle ve insani açıdan
atılmış önemli ve anlamlı bir adım
olarak görmek, sanırım yanlış olmaz: Ancak, yayınlanan ''Taziye''de,
1915 kırımında öldürülenlerle, birinci
dünya savaşında ölenleri eşitlemek ve
aynı torbaya koymak, bence büyük
bir yanlış, çünkü 1915'te ölen insanların ölüm sebepleri farklı ve failleri de
belli, oysa savaşta ölenlerin durumu
tamamen farklı, tarihe sorumlulukla
bakmalıyız, savaşta ölenleri, kırımda öldürülenlerle eşitlersek, kırımda
ölenlerin anısına saygısızlık ediliyor,
gibi bir algı doğar:
önemini ve samimiyetini kanıtlamak
Türkiye'ye düşmektedir:
Soykırım'ın 100.cu yıldönümü öncesi, soykırım mağduru yakınlarına
simgesel jestler yapma doğrultusunda
adımlar atılmalı ve yaklaşılar olmalı:
Taziye'de ''Ortak Tarih Komisyonu
''önerisini vurgulamak ise, herkes tarafından bilinen insanlık dışı bir olayın sorumluluğunu çarpıtarak, ona
kılıf aramaktır, Ortak Tarih Komisyonu kurmak demek, ''Kırım'' karşılıklı yapıldı demek, oysa Anadolu'da
kırıma uğrayan halk azınlıkta idi,
azınlığın, çoğunluğu kırma tezi gerçeklerden çok uzak bir yaklaşım:
--Ders kitaplarından, azınlıklara yönelik, Kin ve Nefret, Aşağlayıcı sözler içeren cümleler temizlenmeli:
Taziye'de ''Farklı söylemlerin empati
ve hoşgörüyle karşılanması, karşındakini dinlemek, acılarını anlamak
ve paylaşmak vurgusunun yapılması
bir yenilik ve önemli:
T.C Dış İşleri Bakan'ının bir kaç ay
önce Erivan'da sarf ettiği ''Tehcir'in
Gayri İnsani'' olduğu ve dolayısıyla
''Kabul edilemez'' olduğuna dair söylemlerinden sonra ''Taziye''de bunun
tekrar vurgulanması, bence , ''Resmi Görüş''un ''TEHCİR'' e bakışında
ciddi bir değişikliğin kayda değer bir
işareti olarak sayabiliriz:
Herşeyden önce, T.C Başbakan'ının
böyle bir açıklama yapma gereği
duyması, herşeye rağmen olumlu ve
önemli bir işaret, ancak, bu önemin
ve anlamın derecesi ''Taziye''den sonra atılması gereken adımların atılıp
atılmamasına ve içinin doldurulup
doldurulmamasına bağlı: Taziye'nin
Öneri bağlamında birkaç örnek sayarsak:
--Soykırımın failleri ifşa edilmeli,
kınanmalı ve onların tüm izleri yok
edilmeli, anımasaları silinmeli:
--Savaşta ölenlere gösterilen saygı ve
Kırımda ölenlere gösterilen saygı birbirinden ayrılmalı.
--Soykırım Suçu, ''İnsanlık Suçu''
olarak algılanmalı.
--Azınlıkların yoğun olduğu bazı
mahallelerdeki militarist sokak ve
cadde isimlei değiştirilmeli (Örneğin: Bozkurt Caddesi, Savaş sokağı gibi), ve o sokakların bazılarına,
azınlıkların toplumsal hafızalarına
hitap edecek isimler verilmeli (örneğin Taksim'de bir sokağa Kirkor Zohrab, Bakırköy'de bir sokağa Dr.Rupen
Sevag, Pangaltı'da bir sokağa Hrant
Dink adı gibi):
--Hocalı mitingi örneğinin tekrar yaşanmasını önlemek.
--Ermenistan sınırını açmak, diplomatik ilişkileri geliştirmek
--Soykırım mağdurlarından gasp edilen simgesel öneme haiz yapılardan
birini 1915 müzesi haline getirmek.
--Diaspora'daki Soykırım mağduru
yakınlarına arzu edildiğinde T.C vatamdaşlık hakkı vermek:
--Anadolu'da 1915 ile ilgili bir anıt
dikmek.
Dostluğa hizmet eden benzeri daha
birçok öneriler sıralanabilinir:
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni soykırımı bağlamında
politisit. Osmanlı İmparatorluğu’nda
Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi
Makale, bir bildiri olarak, 21-22 Nisan
günleri arasında Yerevan’da Ermeni
Soykırımı Müze-Enstitüsü tarafından
düzenlenen «I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi: Soykırım, muhacirler
ve insani yardım» başlıklı Uluslararası
Konferansta okunmuştur.
Milli, siyasi, toplumsal, askeri, bilimsel
ve kültürel kişiliklerin, soykırımı gerçekleştiren cellâtlar tarafından taammüden toplu imhası, politisit veya siyasi cinayet olarak adlandırılmaktadır.
Bu yaklaşımın amacı, söz konusu etnosu, öz savunma tertiplenmesini üzerine almaya muktedir güçlerden mahrum etmektir.
Profesör Nikolay Hovhannisyan’ın betimlemesiyle, “Siyasi cinayetin amacı,
soykırıma tabi olan milletin kafasını
kesmek ve direniş gücünü kırmaktır.
Bu durum, soykırımı gerçekleştiren
devletler ve hükümetlere, toplu katliam
düzenleme açısından geniş bir faaliyet
alanı yaratmaktadır”[1].
Ermeni Soykırımı’nda politisitin startı, hükümetin emriyle, yaklaşık 60 bin
Ermeni erkeğinin silâhaltına alınmasıyla 1915 Şubatında verilmiştir.
Bu seferberliğin, Ermeni askerlerden
işçi taburları oluşturularak, kendi mezarlarını kazmaya mecbur edildiklerinden dolayı, salt şeklen olduğu görülmektedir.
Halk, bu şekilde, mücadele edecek
güçlerinden mahrum edilmiştir[2].
Siyasi cinayetlerin diğer aşaması, siyaset, toplum ve kültür emekçileri
nezdinde Ermeni aydınlarının toplu
olarak imha edilmesi olup, Ermeni
Soykırımı’nın anma günü olarak kabul
edilen 24 Nisan 1915 tarihinde başlatılmıştır.
Bu darbe, özellikle Ermeni aydınlarının çok sayıda yazar, sanatçı ve bilim
adamından oluşan kaymak tabakasının
grubunu oluşturan yaklaşık 200 kişi,
İstanbul merkez hapishanesi olan
Mehterhane’ye kapatılır. Tutuklanan 5
Ermeni din adamından başrahip Grigoris Balakyan, Soykırım’dan mucize
kabilinde kurtularak şunları anlatmaktadır, “…işte, hapishanenin demirden
devasa kapıları lanetli bir gıcırdamayla
tekrar açıldı. Sayısız simalar, hepsi de
tanıdık devrimci kişilikler, aktivistler
ve partisiz ve hatta parti karşıtı aydınlar güruh halinde içeri itildi.
Meline Anumyan (Tarih doktoru)
bulunduğu Konstantinopel’de (İstanbul çev. notu) güçlü olmuştur.
Konstantinopel’de, tanınmış Ermenilerin tutuklanmasını İstanbul polis şefi
Bedri Bey şahsen yönetmekte, siyasi
konuda yardımcısı Reşat ve genel güvenlik şefi Canpolat kendisine destek
olmaktaydı.
İttihatçı yöneticiler tarafından önceden hazırlanmış olan kara listelere
istinaden, tüm karakollara özel olarak mühürlenmiş zarflar gönderilir[3].
Eski takvimle 1915 Nisanının 11, 12
ve 13’ünde, çok sayıda Ermeni siyaset,
toplum ve kültür adamlarının tutuklanması gerçekleşir.
Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalmış aydınlardan milli mebus Büzand
Boyacıyan, tutuklamalarla ilgili şunları anlatmaktadır, “Yazıhaneye nihayet vardığımda, hangi sınıfa mensup
insanların tutuklanmış olduğuna dair
tamamen bilgi edindim ve o zaman,
bunun siyasi öneme haiz bir durum
olduğunu ve Ermeni ispiyoncular tarafından önceden hazırlanmış listelere
göre gerçekleştirilmiş olduğuna ikna
oldum.
İttihat Partisi’nin hain yöneticilerinin,
tamusal Alman öğüdüyle hazırlamış
oldukları, Ermeni tehciri konusundaki
canavarca planın başlangıcıydı bu”[4].
Tutuklanan Ermeni aydınların ilk
Sabaha kadar, birkaç saatte bir, yeniyeni tutuklular getirildi hapishaneye,
gecenin derin sessizliği içinde, hapishanenin sağlam ve yüksek duvarları
arkasında, tutuklu kalabalığı arttıkça,
giderek hareketlenme de artmaktaydı.
Başkentte yaşayan Ermenilerin, toplum dâhilinde göze çarpan tüm kişiliklerinin, temsilci, vekil, devrimci, redaktör, öğretmen, doktor, eczacı, dişçi,
tüccar, banker ve her sınıftan milli
kişiler, hapishanenin bu karanlık bodrumlarında aynı gece randevu vermiş
gibiydi. Hatta birden fazla kişi ev kıyafeti ve pabuçlarla getirilmişti. (…) Hepimiz, bu sırrı çözmeye ve şu soruların
cevabını bulmaya çalışmaktaydık. Bu
yüzlerce tutuklama niyeydi ve bunun
sonu nereye varacaktı?”[5]
Ermeni aydınlar, yirmi dört saat tutuklu kaldıktan sonra, 25 Nisan 1915’te,
İstanbul’un Haydarpaşa tren istasyonuna götürülüp, oradan da tehcir edilir[6].
Tanınmış Ermeni kişiliklerin bir kısmı, 75 kişilik bir grup halinde ayrılarak Ayaş’a yollanır, kalanları ise
Ankara’ya. Ayaş’a gönderilenler, bu
şehrin dışında bulunan “Sarı Kışla”
kışlasına yerleştirilip korkunç işkencelere tabi tutulur[7]. Ayaş’a sürülenlerin içinde, Ermeni düşün âleminin
ünlü temsilcilerinden, Daşnaktsakanlardan Khaçatur Mamulyan (Aknuni),
Garegin Khajak, Ruben Zardaryan ve
Sargis Minasyan, milli mebuslardan
Harutyun Cangülyan, Nazaret Da-
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğavaryan, Hambardzum Boyacıyan
(Büyük Murat) ve Harutyun Şahrikyan, şair Siamanto, artist Yenovk Şahen, Yazar Sımbat Bürat, doktorlardan
Khaçik Partizakyan, Karapet Paşayan,
Tigran Allahverdi vs.[8] bulunmuşlardır.
İçlerinden milli mebus Büzand Boyacıyan’ın sözleriyle “Ayaş hapishanesine atılan ve hükümet tarafından “siyasi
suçlu” olarak damgalananlar, Ermeni
düşün katmanının en önde gelen kişileriydi”[9].
Ayaş sürgünlerinden Hınçak Partisi
üyesi Hambardzum Boyacıyan, sözde
divan-ı harpte yargılanmak için, hükümet kararıyla Kesaria’ya (Kayseri-çev.
notu) yollanır, fakat darağacına çıkartılır.
Ayaş sürgünleri, bazen görüşmelerde
bulunmak amacıyla, Khajak veya Aknuni başkanlığında gizli toplantılar
yapıyorlardı. Bu toplantılardan birinde
alınan karara istinaden, telgrafla İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, kendilerini ya yargılamaları, ya da serbest
bırakmaları ricasında bulunurlar, fakat
boşuna[10]. Ayaş sürgünleri, 1915 yılının Ağustos ortalarında, Ankara vali
yardımcısı Atıf’ın emriyle, taşlanma ve
süngülenme yoluyla öldürülmüşlerdir.
Ayaşlı onbaşı Faşiloğlu Refik’in, Ermeni aydınlarına ateş etmek istememiş, fakat komiser Zeki Hasan ve
Çavuş Hurşit’in onları kudurmuşçasına, hunharca öldürmüş olduğu dikkat çekicidir. Çavuş Hurşit, Ankara’ya
dönerek “Katletmeye başladığımızda,
yer-gök öldürülenlerin feryatları ve
haykırışlarıyla inliyordu. Ben, Doktor Paşayan’ın önce gözlerini oydum,
daha sonra da boynunu kestim, işte
onun altın kösteği ve saati”[11],- diye
hayâsızca anlatmıştır.
Sürgün edilen aydınların diğer grubu
(yaklaşık 150 kişi) Çankırı’ya yollandı. Bu grupta rahip Komitas, başrahip
Grigoris Palakyan, ünlü Ermeni şair
ve Doktor Ruben Çilingiryan (Ruben
Sevak), şair ve Daşnaktsutyun üyesi
Daniel Varujan, avukat Gaspar Çeraz,
“Sabah” gazetesi redaktörü ve Ramkavar Azatakan Partisi yöneticisi Tiran
Kelekyan,
“Büzandion” gazetesi redaktörü Bü-
zand Keçyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi Armenak Barseğyan,
“Vostan” redaktörü Mikayel Şamdancıyan, yazar ve tarihçi Aram Antonyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi Movses Petrosyan, Hınçaktsutyun
üyesi Samvel Tomacanyan, eczacı ve
aktivist Vahram Asturyan, mimarlardan Simon Melkonyan ve Manuk Basmacıyan, Osmanlı Bankası görevlilerinden Vağinak Partizpanyan ve daha
başkaları vardı[12].
İçlerinden bir kısmını iki kervana ayırdılar. Bu kervanların ilkinde 52, ikincisinde ise 24 kişi bulunmaktaydı. Bu
iki kervan da Der-Zor’a sürüldü. İlk
kervandan, sadece Paronyan adında
(ön adı belirtilmemektedir-M.A.) Protestan bir kitapçı, sunmuş olduğu çok
sayıda müracaatlar sayesinde kurtulup
İstanbul’a döndü. Birinci grubun kalan
tüm üyeleri, Elbistan yollarında acımasızca katledilmiştir.
İkinci kervandan ise, sadece Aram
Antonyan, yolda ayağını kırmış olduğundan dolayı hastaneye nakledilmek
suretiyle kurtulmuştur. İkinci grubun
kalan tüm aydınları Elmadağı eteklerine getirilip bıçaklanarak öldürülmüşlerdir[13].
Aralarında Ruben Çilingiryan (Sevak),
Daniel Varujan ve Tiran Kelekyan da
olmak üzere 37 kişi kalır. 37 kişiye,
serbest kalma ve İstanbul haricinde
istedikleri yere gitme izni çıkar. Aynı
listede bulunan 5 kişi, İstanbul’a gitmiş veya diğer kervanlara katılmıştı.
Buna karşın, serbest bırakılmaya tabi
kişilerin listesinde, aralarında Varujan
ve Sevak da olmak üzere, 5 aydının adı
bulunmamaktaydı. Bu kişiler, kendilerinin de bu listeye dâhil edilmesi için
İstanbul’a, İçişleri Bakanlığı’na başvurur.
Lakin Çankırı İttihat ve Terakki Partisi sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un
çabalarıyla, bu beş kişi Ayaş’a nakledilir. Kaderin bir kötü cilvesi olarak,
onların gönderilmesinin ertesi günü
İstanbul’dan, bu beş kişinin de, diğer
22’si gibi sürgünden kurtarıldıkları
emri gelir[14].
Lakin bu beş kişi, 13 Ağustos 1915
tarihinde, Tüney Köyü yakınlarında
hunharca öldürülür. Haydut Halo yönetiminde, kamalarla silahlı Kürtler on-
lara saldırır, vadiye indirip bıçaklarlar.
Dikkat çekici olan, ünlü Ermeni şair ve
Doktor Ruben Çilingiryan’ın (Sevak),
kısa süre ünce, Kürt Halo’nun kızını
ölümden kurtarmış olduğudur. Kürt
haydut, kaçınılmaz ölümden kurtulması için, Ermeni doktora Müslümanlığı
kabul ederek kızını karılığa almasını
önermiş, fakat kesin olarak ret cevabı
almıştı[15].
37 kişinin serbest bırakılmasıyla ilgili yukarıda belirtilen emir de, bu kişilerin bin bir engelle kısıtlanmış ve
halen baskılara maruz kaldıklarından
dolayı, sadece şeklendi. Çoğunluğu,
nakledilme adı altında katledilmiştir.
Katledilenlerin arasında, 30 yıl süreyle
Osmanlı üniversitesinde tarih öğretmenliği yapmış, “Sabah” gazetesinin
redaktörü olmuş, Fransızca-Osmanlıca sözlük hazırlamış olan Tiran Kelekyan da bulunmaktaydı. Kelekyan,
Sebastia’da (Sivas), Alis Nehri köprüsü
yakınlarında öldürülmüştür[16].
Çankırı’daki İttihat ve Terakki Partisi sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un,
daha sonra, 1919-1920 yıllarında,
Osmanlı İmparatorluğu divan-ı harp
mahkemesi tarafından, İstanbul’dan
Çankırı’ya sürgün edilen Ermenilerin
katledilmesi suçlamasıyla yargılanmış
olduğunu belirtmek gerekir[17].
Oğuz’un dosyası, başlangıçta İttihat
ve Terakki Partisi bölge sorumlu sekreterleri yargılanması dâhilinde ele
alınmıştır.
Sanık Cemal Oğuz, Aralık 1919 ve
Ocak 1920 tarihlerindeki oturumlarda, kendisini delirmiş gibi göstermiş,
mahkeme reisiyle sürekli tartışmış ve
intihar denemesinde dahi bulunmuştur. Nihayet, mahkeme heyetini, kendisini akıl hastanesine göndermeleri
konusunda ikna edebilmiştir. Mahkeme heyeti başlangıçta onun bu başvurusunu reddetmiş olmakla birlikte,
dosyası, onuncu oturumda (29 Aralık
1919) “sağlık nedenleri” bahane edilerek, sorumlu sekreterler davasından
ayrılmıştır[18].
Cemal Oğuz’un yargılanması ayrı olarak 27 Ocak 1920 tarihinde yeniden
başlamıştır. Ermeni avukat Gaspar Çeraz, 3 Şubat 1920 tarihli oturumda sanık aleyhine tanıklık yapmış ve kendi-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sinin Çankırı’ya sürgün edilmiş olup,
Daniel Varujan ile Ruben Sevak’ın katledilmesiyle ilgili ayrıntıları bildiğini
mahkemeye bildirmiştir.
Tanık, Cemal Oğuz’un, ünlü Ermeni
şairlerini şahsen yollayıp katledilmelerini düzenlemiş olduğunu belirtmiştir.
Gaspar Çeraz, tüm kanıtlarla ilgili kesin tarihler ve isimler vererek tanıklık
etmiştir[19]. 5 Şubat 1920’te düzenlenen diğer oturum esnasında Mikayel
Şamdancıyan, Cemal Oğuz aleyhine
tanıklık ederek, Ermeni sürgünlerin
iki grubunun listelerinin (24 ve 52 kişilik) Çankırı’da, Çankırı mutasarrıfı
Asaf Bey’den daha güçlü olan Cemal
Oğuz tarafından hazırlanmış olduğunu
tasdik etmiştir[20]. Cemal Oğuz Mayıs
1920’de, Yüzbaşı Nurettin’le birlikte
sorgulanmıştır.
27 Mayıs 1920 tarihinde hastaneden
taburcu edilip, mahkeme tarafından 5
yıl ve 4 ay hapis cezasına çarptırılmış
olduğundan dolayı tekrar merkez hapishanesine gönderilmiş, fakat Büyük
Britanya Yüksek Komiserliği’nin talebiyle 2 Ağustos 1920 tarihinde teslim
edildiği İngilizler tarafından 30 Eylül
1920 tarihinde, bir dizi Türk görevliyle
birlikte Malta’ya sürgün edilmiştir[21].
1915’te, Konstantinopel’in haricinde,
aralarında Yerukhan, Tılgatintsi gibi
çok sayıda yazar ve eğitimcinin de bulunduğu, taşradaki Ermeni aydınlar da
(yaklaşık 800 kişi) toplu olarak tutuklanmış, tehcir edilmiş ve katledilmiştir[22].
Osmanlı Meclisi üyelerinden ünlü yazar
ve avukat Grigor Zohrap ile Daşnaktsutyun üyesi Vardges Serengülyan’ın
trajik ölümüne özellikle değinmek isteriz. Bu ikisi, “devlet aleyhine suç işlemekle” suçlanmakta olup, Diyarbakır
divan-ı harbinde yargılanmaları gerekmekteydi.
Adana ve Halep üzerinden Urfa’ya, ardından da bir saat uzaklıkta bulunan
Karaköprü mevkiine getirilmişlerdir.
Burada kendilerini bekleyen, Çerkez
Ahmet yönetimindeki silahlı bir çete
tarafından korkunç işkencelerle öldürülmüşlerdir[23].
Son olarak belirtmek gerekir ki, Soykırım esnasında katledilen ünlü Ermeni kişiliklerin birçoğu, ölmeden
önce, kültürel faaliyetleriyle Türklere
hizmet etmiş olduklarından duydukları pişmanlığı dile getirmişlerdir.
Ermeni Soykırımı öncesinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun kültürünü geliştiren Batı Ermeni aydınların hüsniniyeti anlaşılır olmakla birlikte, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bilim ve kültürüne
büyük çapta katkı sunmayı sürdüren
Ermeni bilim adamları ve sanatçıları
anlamak mümkün olmamaktadır. Bu
tür insanlar ise, hayret edilecek oranda
çoktur.
Ermeni Soykırımı esnasında uygulanan politisitin esas sonucu, soykırım
süresinde ve bundan hemen sonra Batı
Ermenilerinin beyin takımının yok
edilmesinin haricinde, daha sonraki
on yıllar içinde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı Ermenilerin, özellikle de İstanbul Ermenilerinin depolitizasyonu
olmuştur. Gerçekten de, son yüzyılda,
İstanbul Ermeni toplumunun önemli bir
sayı oluşturmuş olmasına rağmen, Türkiye Ermenileri tarafından herhangi bir
siyasi parti kurulmamıştır. Sadece son
yıllarda, Türkiye’nin AB’ye üyeliği süreci bağlamında, bazı Ermeni hemşerilik dernekleri kurulmuş olmakla birlikte, bunların faaliyetini siyasi olarak
addetmek mümkün değildir.
Günümüz Türkiye’sinde dahi, Batı Ermenilerine yönelik politisit olgusunun
var olduğunu belirtmek gerekir. Hem
“Agos” gazetesi baş redaktörü Hrant
Dink’in 19 Ocak 2007 tarihindeki katli, hem de İstanbullu Ermeni dil bilimcisi Sevan Nışanyan’ın hapsedilmesini,
siyasi cinayete özgün olaylar olarak
kabul etmek mümkündür.
Son olarak, Komitas gibi ruhsal darbe
yemiş veya katledilmiş Ermeni sanat
ve kültür adamlarından birçoklarına,
yaşama ve üretme imkânı verildiği
takdirde, Ermeni ve dünya kültürüne
daha ne kadar katkı yapmış olacaklarını tahmin etmek imkânsızdır.
Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan
Kaynak:
http://akunq.net/tr/?p=29548
-----------[1] Hovhannisyan N., Armenositı djanaçvads tseğaspanutyun e, Yerevan,
2012, s.122-123.
[2] Prof. Dr. Georg T. Khırlopyan,
Tseğaspanagitutyun, Beyrut, 2006,
s.104.
[3] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, Yerevan, 1969, s.320.
[4] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, “Navasard” yayınları,
sayı 4, 2. baskı, 24 Nisan, 1985, s.116.
[5] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay
Goğgotan, I. cilt, 3. baskı, Antilias,
2003, s.107-108.
[6] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.321.
[7] A.g.e.
[8] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay
Goğgotan, s.118-122.
[9] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge Yayınları, 2010, s.204-205.
[10] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, s.124.
[11] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.321-322.
[12] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay
Goğgotan, s.138-143.
[13] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge
Yayınları, 2010, s.227.
[14] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, s.137.
[15] Arzumanyan M., Hayastan1914-1917, s.323-324.
[16] A.g.e., s.325.
[17] Cemal Oğuz, ünlü Ermeni şairleri
Daniel Varujan ve Ruban Sevak ile
Onnik Mağazacıyan, Dökmeci Vahan
ve ekmekçi Artin Ağa’nın katlinin düzenleyicisi olmuştur. Oğuz, Kastamonu’daki meslektaşıyla birlikte, Kastamonu valisi Reşit Paşa’yı görevinden
azledip, bölge Ermenilerinin tehcirden
muaf tutulması konusundaki valinin
kararını bozmaya muvaffak olmuştur.
“Çakatamart” gazetesinin betimlemesiyle, Cemal Oğuz “İttihat’ın eski
bir av köpeği” olup, şifre görevlisi
olarak 1909 Adana katliamında hazır
bulunmuştur. Bk. “Daniel Varujan ile
R. Sevak’ın katili tutuklandı”, “Çakatamart”, 5 Nisan 1919, No 122 (1943).
[18] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve
Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları,
İttihad ve Terakki’nin Yargılanması
1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008. s. 155.
[19] “Ov spannets yerku banasteğdsnerı”, “Çakatamart”, 4 Şubat 1920.
[20] “Çemal Oğuzi datı”, “Çakatamart”, 6 Şubat 1920, No 373 (2194).
[21] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve
Taktil”, s. 88.
[22] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.326.
[23] A.g.e., s.324-325.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu?
(Liste)
Tablo Kaynak : İbrahim Halil Baran
Derleme: Nimetullah Atal
Hamidiye Alayları ve Bitlisli aşiretlerin konumu yıllardır tartışılan bir meseledir. Hamidiye Alayları Kürt ulusunu ve Kürt milletini temsil etmemiştir.
Hamidiye Alaylarına bağlı Arap ve
Türmen aşiretleri de bulunmaktadır.
İttihatçılara bağlı Aşiretlerin yaptıkları, Kürt Ulusal Kimliğine dayatılması
günümüz aydınlarının ısrarla yaptığı
hataların başında gelir.
Kürt Ulusal Kimliği'nin yeniden inşaası için girişilen projeler ve gösterilen
çabalara karşı kimliğe dayatılan ''katliamcı'' damgasını Tarih hiç bir şekilde
doğrulamıyor aksine Hamidiye Alaylarında sadece bireysel olarak Kürt aşiretlerin değil Türkmen, Yörük, Arap
aşiretlerinde yoğunlukla olduğunu ispat etmektedir. Tarih Kürtlerin millet
olarak masum olduğunu bireysel davranan Kürt, Türkmen, Yörük ve Arap
aşiretlerinin hatalı olduğunu birkez
daha ispat etmiştir. Hamidiye Alayları dönemin devleti tarafından organize
edildiği için bu alaylar ve aşiretlerin
yapmış oldukları hataların muhattabı
Türkiye Cumhuriyeti dir.
Şeyh Said 1. Dünya savaşı yıllarında
halka şunu anlatıyor ;
“İttihatçılar, bu Enver Paşalar, Talat Paşalar, bunlar hepsi ırkçı insanlardır. Zalim adamlardır. Bunlar
Ermeniler’i de öldürecekler, Kürtler’i
de öldürecekler. Önce Ermeniler’i
ortadan kaldıracaklar, onların işini
bitirdikten sonra da bu kez Kürtler’i
yok edecekler. Bunların zihninde var
bunlar. Konuşmalarında var, projelerinde var, pratiklerinde var.”
Şeyh Said ve bir çok Kürt İslam aliminin İttihatçıların yaptıkları katliamlara
karşı durdukları ve fetva verdikleri bilinmektedir. Kürtler tarafından sevilen
ve sayılan bu alimlerin söyledikleri
Kürt halkı tarafından itibar görmüş
lakin İttihatçı çeteler tarafından umursanmamıştır.
Aşağıda vermiş olacağımız tablo'da
Hamidiye Alaylarına katılan Aşiretler,
Bölgeleri, Piyade ve Süvari sayıları
Hamidiye Alayları'nın yapısını net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Tablo'da
Bitlis'ten sadece iki aşiretin katıldığı
bilgisi bulunmakta. Bu aşiretlerinde
Adilcevaz civarında yaşadıkları görülmektedir.
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç
maddelik nizamnâmede Hamîdiye
Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı
ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri “Hamîdiye Süvârî Alayları”dır. Bu
alaylar, dört bölükten az, altı bölükten
fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 erden az, 48
erden fazla olmayacaktır. Her alay en
az 512, en fazla 1152 kişiden meydana
gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacaktır. Büyük aşîretlere bir veya birden
fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç
bölük kurma hakkı verilecektir. Ancak
alay kurulması ve eğitim maksadıyla
aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek,
merkezî otoritenin veya ordu komutanlarının emri ile yalnızca savaş zamanında birleştirilecekti. Her alaydan
iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip eğitime tâbi tutulacaktı.
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek
İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî
mektebinde tahsil gördükten sonra
mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.
sonra elde edilen tecrübeler ışığında,
1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme
hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Birin-ciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler de yer aldı.
Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve
uygulamalar getirildi. Bütün askerî
okulların kapısı aşîret çocuklarına
açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için
aşîret mektebi açıldı ve pek çok aşîret
çocuğu yetiştirildi. İyi niyetle kurulan
aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve
1907 yılında kapatılmıştır. Bu okuldan
mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve
Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine askerî ve mülkî makamlara tayin
edilmişlerdir.
Hamidiye Süvari Alayları erlerinin askerlik süresi 23 yıl olarak kabul edilmişti. Bütün aşiretlerdeki erkeklerden
17 yaşından 40 yaşına kadar olanlar
asker sayılmakta idi. Bu erat üç kısma ayrılmıştı. 17-20 yaşında olanlara
“Efrad-ı İptidai”, 21-23 yaşında olanlara
“Efrad-ı Nizamiye” ve 40 yaşında olanlara da “Redif Efradı” adı verilmişti.
Hamidiye süvari alayları çeşitli kabilelerden kurulduğundan kıyafetleri de
değişikti. Birliklerin onbaşı ve çavuşları günümüzde olduğu gibi kendi erleri arasından seçilirdi. Hamidiye süvari
alaylarının ilk teşkilinde bu alayların
başına aşiret reisleri komutan olarak
atanmış ve kendilerine rütbe, nişan verilip maaş bağlanmıştı. Aşiretin diğer
ağaları da subay olarak görevlendirilmişlerdi. Kaymakam, binbaşı, kolağası
ve mülazım rütbelerindeki görevlilerin
aşiretlerin ileri gelenlerinden tayin
edilmesi uygun görülmüştü. Aşiret çocuklarından Harp Okulunu bitirenleri
ile üç yıllık süvari okulunu tamamlayanlar teğmen olurlardı.
Hamidiye süvari alaylarına atanan subaylar, 14 yıl hizmete mecburdular.
Meşrû bir mazeretleri olmadıkça istifa
edemezlerdi. Erler ve subaylar, toplantılara katılmak zorunda idiler. Aşiretlerin veya kabilelerin âdetleri cezayı
hafifletmezdi.
Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye
Alaylarına katılmak için her aşîret
severek mürâcâat ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye
Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50
civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı.
Alaylara katılmak için güneydeki Arap
kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı.
1891 yılında pek çok aşîret reisi
İstanbul’a gelerek Sultan Abdulhamîd’i
ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan Abdulhamîd de onların
her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite
ile aşîretler arasında önceden olmayan
diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye
rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik,
düzenlik sağlamak kolay olmuyordu.
'Kürtler soykırımın yanında yer almadı'
Aşîret hayâtına alışmış insanlardan
düzenli askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan
Abdulhamîd, aşîretlere karşı devamlı
hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini
tavsiye etti. Hatta irâdelerinin birinde;
“Normal askerî birlikler gibi hareket
etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa
bu sâyede disiplin altına alınmış ve
netîcede günün îcâblarına göre, az da
olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.
Askerî yönden stratejik öneme sahip
yerlerde kurulan Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kurân-ı
Kerîm’den bir âyet, diğer tarafında ise
pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa
yaldızla yazılmış fermanlar verildi.
Zaman zaman Erzincan’a gelerek Zeki
Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret
reisleri, 1893’te kalabalık bir grup
hâlinde İstanbul’a giderek pâdişâh tarafından kabul edildiler.
Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından
Kitabında yer alan 1915 Ermeni soykırımının canlı tanığı Siirt'in Eruh ilçesinde yaşayan 128 yaşındaki Mihemedê Erse'nin o dönemde Hamidiye
Alayları'nda görev yaptığını ve yaşanan her şeyi hatırladığını söyleyen
Tekin, Erse'nin anlatımlarından da
Kürtler ve Ermeniler arası bir çatışmanın olmadığının, İttihat ve Terakki'nin
planlı bir projesi sonucu soykırımın
devreye sokulduğunun görülebileceğini söyledi. Dönemin hükümet yetkililerinin Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri
ile toplantılar yaptıklarını, bu aşiret
liderlerinden küçük bir azınlığın katliama katılma noktasında ikna olduklarını belirten Tekin, Kürt aşiret ileri
gelenlerinin büyük bir çoğunluğunun
ise Ermenileri gizlice koruma altına
alarak Iğdır ve Doğubayazıt yolu üzerinden Ermenistan, İran, Suriye ve
Irak'a doğru kaçırdıklarının tanıkların
söylemlerinde ortaya çıktığını söyledi.
Muş'ta görüştüğü dönemin tanığı Melle Ali Yıldız'ın o dönem Kürt bölgelerine gönderilen imamlar tarafından, "7
Ermeni öldüren için 7 cehennem kapısı
kapanacak 8'incide ise cennet kapısı
açılacak" şeklinde fetvalar yayınlandığını söylediğini aktaran Tekin, buna
karşılık ise 147 Kürt medrese eğitimli
melenin de karşı fetva yayınlayarak,
"Hayır bu bir katliamdır" diye açıklama yaptığını belirttiğini söyledi.
Kaynak:
http://www.bitlisname.com/Haber/hamidi
ye_alaylari_ve_asiretler___liste__/94/
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 ERMENİ SOYKIRIMI
MİMARI TALAT PAŞA’NIN SONU
15 Mart 1921 sabahı…
Berlin’in Charlottenberg semti…
Harderberger Sokağı, 4 numaralı evin önü…
O soğuk bahar sabahında sokakta tek el bir silah sesi duyuldu…
18 yaşındaki genç karşısında duran 47 yaşındaki adamı öldürürken daha sonra mahkemede de söyleyeceği şu sözleri geçirdi aklından:
“Ben bir insan öldürdüm ama katil değilim”…
1915 Ermeni soykırımının mimarlarından Talat Paşa’nın son saniyeleriydi
bunlar…
6 yıl gecikmiş de olsa adalet yerine geliyordu…
18 yaşındaki Soghomon Tehliryan, 47 yaşındaki Talat Paşa’yı alnından vurdu…
1915 yılında bu toprakları kana bulayan, bir ulusu yok etmeyi, mallarına el
koymayı, gölgelerini bile silmeyi bir politika aracı haline getiren, yakan yıkan, öldüren, tecavüz eden yüzlerce çetenin lideri, beyinlerin beyni, paşaların paşası Talat Paşa kaldırıma yığılıverdi…
İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerinden Osmanlı
Sadrazamı Mehmed Talat Paşa, 1918 yılında sığındığı Almanya’da sorumlusu olduğu vahşice katliamlardan, yok ettiği hayatlardan dolayı cezalandırılıyordu…
Yakalanarak tutuklanan Tehliryan, Almanya’da yargılanıp beraat ettiği duruşmada da tüm ailesini katleden bir katili öldürdüğünü ama kendisinin katil
olmadığını vurgulayacaktı…
“Bir insan öldürdüm ama katil değilim”…
ÖZÜR!
Demokratik Kamuoyu ile Ermeni ve Ermeni Dostalarımıza.
Kızılbaş Dergisinde Sayı (37) yayınlanan (Kaf kasya’da Ermenilerin
Kürd Soykırımı Mehrdad R. Izady) makalenin içeriğine katılmadığım kesindir.
- Şu amaçla yayınladım. Kürtlerin bir kemsinde hala Ermeni düşmanlığının varlığına dikkat çekmek istedim.
- İttihatçı ittifakın hala devam ettirilmek istendiğine bir belgedir diye
yayınladım.
- Huzursuz olan ve tepki gösteren dostlarımızın konuya bir de bu
yönden bakmalarını ricaediyorum.
- Adı geçen makaleden dolayı İncinmiş olan Eemeni ve Demokratik
kamuoyundan özür dilerim. Ali Ülger
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով /
To The Organizations of the International Community
and Public Opinion, the Parliamentary Committees of
the European Union
Միջազգային
տարբեր մեթոդներով
բոլոր ճշմարտություններն
հաստատություններին եւ
եւ շահարկումներով
ու պատմական
միջազգային հանրությանը,
տեսանելի ու անտեսանելի
իրողությունները անտեսելով
Եվրամիության
եղանակներով
վարում են ժխտողական
ղեկավարներին, Միջազգային
շարունակվում է Թուրքիայի
քաղաքականություն՝ դրանով
հանրության համար
հանրապետության կողմից:
իսկ ապացուցելով որ
մեծագույն հանցանքը
նպատակները չեն փոխվել
եւ կարեւորագույն
Օսմանյան կայսրութան
եւ որ ցեղասպանությունը
խնդիրը համարվել ու
փլուզումից հետո
շարունակվում է: Չմոռանանք
համարվում է մարդկության
բազմաթիվ ժողովուրդներ
որ ցեղասպանությունը
դեմ կատարված
ու ազգեր վերականգնեցին
ժխտելը ինքնըստինքյան
ոճռագործությունները,
իրենց հայրենիքը եւ
համարվում է
որոնք դրսեւորվում են
ստեղծեցին իրենց ազգային
ցեղասպանության
ցեղասպանությունների
պետությունները, իսկ
շարունակություն:
տեսքով: Աշխարհում կան
հայերին՝ աշխարհի
չլուծված բազմաթիվ մեծ
քաղաքակրթության մեջ
Մարդկության պատմության
ու փոքր խնդիրներ, դեռեւս
բերած իրենց հսկայական
զարգացման զուգընթաց
չլուծված այդ խնդիրներից
ներդրումներին հակառակ
նաեւ զարգացել եւ
է քսաներորդ դարի առաջին
բաժին ընկավ ջարդերը,
առավել առարկայական
ցեղասպանությունը, որը
կոտորածները եւ
եւ անհրաժեշտ են դարձել
1915 -1921 թվականներին
ցեղասպանությունը:
միջազգային օրենքների
Օսմանյան թուրքերի կողմից
Կայսրության ենթակա
ու չափանիշների
կատարվեց հայության
բոլոր ժողովուրդները
գիտակցությունը,
դեմ եւ որին զոհ գնաց
հույս ունեին որ կստեղծվի
ամրագրումը եւ կիրառումը:
ավելի քան 1,5 միլիոն հայ,
բոլոր ազգերից կազմված
Աշխարհի զարգացած եւ
հարյուր հազարավորներ
համազգային մի պետություն,
հզոր տերությունները
տեղահանվեցին դեպի
որը կվերացնի անցյալի
այսօր հաճախ եւ գրեթե
Սիրիայի անապատները,
անարդարությունները
ամեն օր են շեշտում
նույնքան էլ բռնի
եւ երկիրը կտանի դեպի
միջազգային օրենքների
դավանափոխ եղան եւ
առաջադիմություն եւ
անհապաղ կիրառման
ստիպված ընդունեցին իսլամ:
զարգացում, սակայն
ու համամարդկային
«Երիտթուրքերը»
արժեքներին հավատարիմ
Թուրքերը թալանեցին ու
շարունակելով
մնալու անհրաժեշտությունը:
տիրացան հազարամյակների
նույն օսմանյան
Նշված արժեքները
ընթացքում հայ ժողովրդի
կայսրության ոճրագործ
ներկա դարում
ստեղծած նյութական եւ
քաղաքականությունը զենքի
այնքան համընդանուր,
մշակութային հարստությանը
ու ցեղասպանությունների
համամարդկային եւ
եւ մինչեւ այսօր հայերի
ուժով այդ իրավունքը
համաշխարհային բնույթ
պապենական հայրենիքը
վերապահեցին միայն
եւ ընդունելություն են
բռնազավթված է մնում
իրենց եւ երկիրը ներառյալ
ստացել որ այս անժխտելի
Օսմանյան թուրքերի
Արեւմտահայաստանը
արժեքների եւ նպատակների
իրավահաջորդը դարձած
հայտարարեցին Թուրքիա
իրագործման համար կամ
Թուրքիայի կողմից:
եւ նրա բնակչությունն էլ
նույն պատրվագով նույնիսկ
թուրքեր, միայն թուրքեր...
հնարավոր է դառնում,
Ցեղասպանության նույն
որ միջազգային ուժային
քաղաքականությունը
Թուրքիայի ներկայիս
կենտրոններում երկրների
մինչեւ այսօր էլ դեռ
իշխանությունները այս
եւ վարչակարգերի դեմ
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
պատերազմի որոշումներ
ցեղասպանությունը...»
ուժերը, ովքեր ցանկանում
են սրբագրել իրենց անցյալի
կայացվեն, ռեժիմներ
տապալվեն... եւ նոր երկրներ
Միջազգային հանրությունը եւ
պատմությունը, վերացնել
կյանքի կոչվեն:
հաստատությունները հարկ է
անցյալում առաջացրած
որ հավատարիմ մնան իրենց
վերքերը եւ հաշտ ու խաղաղ
Հայոց ցեղասպանությունը
իսկ հռչակած արժեքներին
ապրել բոլորի հետ:
դեռեւս համառորեն
ու հավատամքին: Հայոց
ժխտվում է Թուրքիայի
ցեղասպանությունը ունի
Մեր ակնկալիքն է, որ
կողմից եւ հսկայական
միայն ու միայմ միջազգային
99 երկար տարիներից
միջոցներ են ծախսվում,
լուծում հիմնված անցյալի
հետո ցեղասպանության
քաղաքական անբարո
եւ գործող միջազգային
100-ամյակի շեմին հայ
որոշումներ են կայացվում,
օրենքների վրա: Տեղին
ժողովրդի անսպառ ջանքերի
որպեսզի խուսափեն
է այստեղ կրկին անգամ
եւ առաջադեմ մարդկության
պատասխանատվությունից:
հիշեցնել համաշխարհային
անմիջական աջակցության
Թուրքերը չգտնվեցին
առումով մեծագույն
շնորհիվ՝ վերջապես
նույն բարձրության վրա
պայմանագրերից
միջազգային օրենքի եւ
ինչ գերմանացիները, -այդ
մեկի այսինքն ՍԵՎՐ-ի
իրավունքի կիրառումը
ուղղությամբ նրանք նույնիսկ
դաշնագրի մասին ուր
կդառնա իրականություն,
ամենափոքր քայլը չվերցրին:
հստակորեն նշված է հայերի
կվերանան ցեղասպանության
Հրեական հոլոքոստը գտավ
նկատմամբ Թուրքիայի եւ
առաջացրած բոլոր
իր լուծումը, Գերմանիան
միջազգային հանրության
հետեւանքները եւ
եւ աշխարհը ճանաչեց եւ
պարտավորությունները եւ
հայ ժողովուրդը
հատուցում տվեց դրան, Հրեա
փոխհատուցման հիմքերը:
կստանա արդարացի
համապատասխան
ազգը ստացավ իր երկիրն ու
փոխհատուցում:
հայրենիքը, իսկ հայության
Եվրոպայի Հայերի
հազարամյակների հայրենիքը
Համագումարը որպես
այսօր բռնագրավված է եւ
եվրոպական ընտանիքում
Այսպիսով կվերականգնվի
դատարկ իր բնիկ ժողովրդից
գործող հայկական
100 երկար տարիների
եւ դեռ ավելին պատմական
համաեւրոպական
սպասված արդարությունը:
Հայաստանից մնացած
կազմակերպություն հայոց
այսօրվա մի բուռ Հայաստանի
ցեղասպանության 99-ամյակի
Դա կլինի մարդկության
Հանրապետությունը սեղմված
առիթով հետամուտ է
համար մեծագույն
է նույն թրքական երկու
միջազգային հանրության
հաղթանակ:
ցեղասպան պետությունների՝
ուշադրությունը սեւեռելու
Թուրքիայի եւ Ազրբեջանի
հայոց ցեղասպանության
Եվրոպայի Հայերի
միջեւ, որոնք սպառնում
ճանաչման, դատապարտման
Համագումարի
են կուլ տալ այդ փոքրիկ
եւ հետեւանքների վերացման
մնացորդը եւս:
խնդրին:
գրասենյակ
Որն է միջազգային
Վստահ ենք, որ աշխարհի
նախագահ Կարո Հակոբյան
կենտրոնների եւ
բոլոր երկրներում կան
հասարակության
միլիոնավոր մարդիկ, ովքեր
պարտականությունը.
արդարության եւ մարդու
իրավունքների համար
24 ապրիլ 2014
Ուփսալա - Շվեդիա
Հայոց գեղասպանությունը
պայքարելու են մինչեւ
կատարվեց քաղաքակիրթ
վերջնական հաղթանակ:
Hayastan Kentron
աշխարհի այսինքն Եվրոպայի
Միջազգային հանրությունից
[[email protected]]
աչքերի առջեւ, ցավոք
պահանջում ենք որ լսեն
նրանց թույլտվությամբ եւ
միլիոնավոր մարդկանց այդ
Adress : (AAE) assembly of
մեղսակցությամբ: Հիտլերը
արդարության կանչը:
Armenian of Europe
Tel/Fax : +46-(18) 31 47 94
այդպիսով իրավասու
էր երբ Լեհաստանը
Ականատես ենք, թե ինչպես
Registrerings nr. 802428-5747
բռնագրավելու նախաշեմին
Թուրքիայում եւս օր ըստ
Box. 25 106
հայտարարում էր թե « ով
օրե աճում ու զարգանում են
75025 Uppsala, SWEDEN
է այսօր հիշում հայերի
դեմոկրատ եւ ազատասեր
www.aaeurop.com
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο)
Το 1922, ο νεαρός τότε απεσταλμένος της Toronto Star, Έρνεστ
Χέμινγουεϊ, εκλήθη από τον αρχισυντάκτη του, μιας και βρισκόταν στην
Κωνσταντινούπολη, να καλύψει την
ανταλλαγή των πληθυσμών, μεταξύ
Ελλήνων και Τούρκων. Η Μικρασιατική εκστρατεία που ξεκίνησε το
1918 με τους καλύτερους οιωνούς
για την Ελλάδα, κατέληξε το 1922
σαν ο χειρότερος εφιάλτης. Ο πλέον
μπαρουτοκαπνισμένος και ισχυρός
στρατός της Νοτιανατολικής Ευρώπης, έγινε ένα τσούρμο φοβισμένων
φαντάρων και ανίκανων – πλην εξαιρέσεων- αξιωματικών.
θα μπορούσαμε να βομβαρδίσουμε
όλη τη Σμύρνη και να σταματήσουμε
το μακελειό, αλλά η εντολή ήταν να
μην κάνουμε τίποτα... Το παράξενο
ήταν, [είπε ο υποτιθέμενος αξιωματούχος του αμερικάνικου πολεμικού
που διηγείται την ιστορία], πώς
ούρλιαζαν κάθε νύχτα τα μεσάνυχτα.
Δεν ξέρω γιατί ούρλιαζαν αυτή την
ώρα. Ήμασταν στο λιμάνι κι αυτές
στην προκυμαία και τα μεσάνυχτα
άρχιζαν να ουρλιάζουν. Στρέφαμε
πάνω τους τους προβολείς και κι
αυτές τότε σταματούσαν. ...».
Ο νεαρός τότε ανταποκριτής είχε
συγκλονιστεί από τα βάθη της ψυχής
του αφού βίωσε λεπτό προς λεπτό τις
θηριωδίες και τις σφαγές. Είναι χαρακτηριστικό το απόσπασμα από την
πρώτη του εκδοτική δουλειά , του
1925, “Στην προκυμαία της Σμύρνης” , όπου ο ήρωας του Χέμινγουεϊ,
κάποιος αξιωματικός ενός πολεμικού
πλοίου των ΗΠΑ που είναι αγκυροβολημένο στον κόλπο της Σμύρνης
αφηγείται : «Το χειρότερο, ήταν οι
γυναίκες με τα νεκρά παιδιά. Δε
μπορούσαμε να τις πείσουμε να μας
δώσουν τα πεθαμένα παιδιά τους. Είχαν τα παιδιά τους, νεκρά ακόμα και
έξι μέρες, αλλά δεν τα εγκατέλειπαν.
Δε μπορούσαμε να κάνουμε τίποτα.
Τελικά έπρεπε να τους τα πάρουμε με
τη βία...»
Στην ανταπόκριση του για την
εφημερίδα στην έκδοση της 20ης
Οκτωβρίου του 1922 ο Χέμινγουεϊ
που ακολουθεί και καταγράφει τα
καραβάνια των χιλιάδων Ελλήνων
προς τη Μακεδονία, αναφέρει: «Ο
άντρας σκεπάζει με μια κουβέρτα
την ετοιμόγεννη γυναίκα του πάνω
στον αραμπά για την προφυλάξει
από τη βροχή. Εκείνη είναι το μόνο
πρόσωπο που βγάζει κάποιους ήχους
[από τους πόνους της γέννας]. Η μικρή κόρη τους την κοιτάζει με τρόμο
και βάζει τα κλάματα. Και η πομπή
προχωρά... Δεν ξέρω πόσο χρόνο θα
πάρει αυτό το γράμμα να φτάσει στο
Τορόντο, αλλά όταν εσείς οι αναγνώστες της Σταρ το διαβάσετε να είστε
σίγουροι ότι η ίδια τρομακτική, βάναυση πορεία ενός λαού που ξεριζώθηκε από τον τόπο του θα συνεχίζει
να τρεκλίζει στον ατέλειωτο λασπωμένο δρόμο προς τη Μακεδονία».
Σε άλλο σημείο της αφήγησης του ο
ήρωας του μυθιστορήματος αναφέρει
για τις Ελληνίδες μητέρες της Σμύρνης: «Είχαμε ρητές εντολές να μην
επέμβουμε, να μη βοηθήσουμε...
Το πλοίο μας είχε τόση δύναμη που
Σε άλλη του ανταπόκριση στις 14
Νοεμβρίου του 1922 ο Αμερικάνος
νεαρός δημοσιογράφος αναφέρει:
«Ό,τι και να πει κανείς για το πρόβλημα των προσφύγων στην Ελλάδα
δεν πρόκειται να είναι υπερβολή. Ένα
φτωχό κράτος με μόλις 4 εκατομμύρια πληθυσμό πρέπει να φροντίσει
για άλλο ένα τρίτο των κατοίκων. Και
τα σπίτια που άφησαν οι Μουσουλμάνοι που έφυγαν δεν επαρκούν σε
τίποτα, χώρια η διαφορά στο επίπεδο
κουλτούρας που είχαν συνηθίσει
οι Έλληνες στην Κωνσταντινούπολη». Και συνεχίζει: «Βρίσκομαι σε
ένα άνετο τρένο, αλλά με τη φρίκη
της εκκένωσης της Θράκης, όλα
μου φαίνονται απίστευτα. Έστειλα
τηλεγράφημα στη «Σταρ» από την
Αδριανούπολη. Δεν χρειάζεται να το
επαναλάβω. Η εκκένωση συνεχίζεται.... Ψιχάλιζε.
Στην άκρη του λασπόδρομου έβλεπα την ατέλειωτη πορεία της ανθρωπότητας να κινείται αργά στην
Αδριανούπολη και μετά να χωρίζεται
σ’ αυτούς που πήγαιναν στη Δυτική Θράκη και τη Μακεδονία. ..
Δε μπορούσα να βγάλω από το νου
μου τους άμοιρους ανθρώπους που
βρίσκονταν στην πομπή γιατί είχα
δει τρομερά πράγματα σε μια μόνο
μέρα. Η ξενοδόχισσα προσπάθησε
να με παρηγορήσει με μια τρομερή
τούρκικη παροικία: «Δε φταίει μόνο
το τσεκούρι, φταίει και το δέντρο»
Αυτά αποτύπωσε με την πένα του
ένας από τους κορυφαίους δημοσιογράφους και συγγραφείς του προηγούμενου αιώνα. Όμως ένα παιχνίδι
της μοίρας... ένα σκονισμένο κουτί
σε κάποιο κλειστό για χρόνια σεντούκι, αποκάλυψε τη δύναμη της
εικόνας...
Το 2008, ο Αρμενικής καταγωγής Ρόμπερτ Νταβιντιάν καθώς έψαχνε τα
πράγματα του αγαπημένου του παππού, του Τζώρτζ Μαγκάριαν, ανακάλυψε σε ένα σεντούκι ένα σκονισμένο κλειστό κουτί. Το άνοιξε και μέσα
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
βρήκε ένα φιλμάκι των 35mm που
ο παππούς του είχε “τραβήξει” και
σκηνοθετήσει το 1922. Στη συνέχεια
βρήκε μια παλιά μηχανή προβολής
και αφού την έθεσε σε λειτουργία
έβαλε να δει τι ακριβώς είχε αποτυπώσει ο παππούς του...
φαγητό. Ένας χωροφύλακας περνάει
μπροστά από την κάμερα. Πλάνο
τα ανάκτορα, η σημερινή Βουλή. Ο
κόσμος απέξω κατά χιλιάδες περιμένει...
Ένας πρόχειρα στημένος καταυλισμός. Σιδερένιες πόρτες κλειστές.
Ο κόσμος θέλει να μπει μέσα. Θέλει
να φάει. Στην ουρά για ένα πιάτο
φαγητό.
Προσφυγιά...
Ο Νταβίντιαν συγκλονίστηκε. Ο
παππούς του που γεννήθηκε στο
Ικόνιο το 1895 και αργότερα διετέλεσε διευθυντής στην Χριστιανική
Οργάνωση Νέων (YMCA) Ικονίου,
κατέγραψε σε ένα φιλμάκι 10 λεπτών
το δράμα των Ελλήνων προσφύγων.
Από την ανέμελη ζωή στη Σμύρνη
μέχρι την αθλιότητα των προσφυγικών καταυλισμών στην Αθήνα.
Από την υψηλού βιοτικού επιπέδου
καθημερινότητα με τις όπερες, με
το εμπόριο με τις τράπεζες με τη
κεντρική παραλία, τη γεμάτη καταστήματα, πίσω σε μια Ελλάδα που
τους αποκαλούσε Τουρκόσπορους...
Ποιους; αυτούς που μέσα τους έτρεχε
αίμα Ελληνικό. Τους γνήσιους Ίωνες,
οι εδώ “ελληνάρες” αποκαλούσαν
Τουρκόσπορους και τις Σμυρνιές τις
έλεγαν Παστρικιές, επειδή...πλενόντουσαν.
Το βίντεο είναι σπάνιο. Δείτε το
δράμα αυτών των ανθρώπων. Δείτε
επίσης πως ήταν η Αθήνα το 1922.
Το βίντεο ξεκινάει με την καθημερινότητα στη Σμύρνη με τον γαλλικό
δρόμο και τα πολυάριθμα καταστήματα να σφύζουν από ζωή.
Και μετά η καταστροφή, τα καμμένα
ερείπια, τα κατεστραμμένα κτίρια,
ο ξεριζωμός, το ολοκαύτωμα, οι
νεκροί...
Πλάνα από τα πλοία, ο κόσμος
ξυπόλητος, τα παιδάκια πεινάνε, οι
μητέρες τα σφίγγουν στην αγκαλιά
τους. Κλαίνε.
Επόμενο πλάνο: Αθήνα. Δεκάδες
παιδιά όρθια περιμένουν ένα πιάτο
Επόμενο πλάνο. Δεκάδες παιδάκια
μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο
σχολείο. Πεινάνε. Δεν κάθονται στην
ουρά. Δεν τους ενδιαφέρουν εκείνη
την ώρα τα γράμματα. Θέλουν απλά
να φάνε. Έχασαν μάνες, πατέρες,
αδέλφια... Είναι προσφυγόπουλα,
είναι ορφανά.
Στήνονται οι πρώτες σκηνές. Ολόλευκες. Το βράδυ ξεπαγιάζουν και
την ημέρα σκάνε. Προσπαθούν να
βρουν τους ρυθμούς τους. Μια γιαγιά
κάνει μπάνιο το εγγονάκι της.
Φαγητό. Νερόβραστη σούπα. Τα παιδιά πεινάνε. Κάτι είναι και η σούπα.
Τουλάχιστον δεν θα πεθάνουν από
ασιτία. Μέλη της ΧΑΝ μοιράζουν
και ένα κομμάτι ψωμί. Τα πλάνα σου
μαυρίζουν την ψυχή. Εκατοντάδες
παιδάκια, μανούλες, γιαγιάδες σπρώχνουν για λίγο φαγητό.
Το επόμενο πρωινό μοιράζουν γάλα.
Δεκάδες μικρά λεπτά χεράκια υψώνουν στον ουρανό τις τσάσκες που
κρατάνε για να τους τις γεμίσουν με
γάλα.
Το μεσημέρι ψωμί και σούπα. Γευματίζουν μπροστά στις σκηνές τους.
“μοιάζει με πικνικ” γράφει ο Μαγκαριάν “αλλά δεν είναι”
Ο θάνατος... το δράμα. Η ΧΑΝ
στήνει υπαίθριες ξύλινες κατασκευές και πάνω κολάει καταλόγους με
εκατοντάδες ονόματα αγνοουμένων,
νεκρών αλλά και ζωντανών. Όλοι
τρέχουν με την ελπίδα να διαβάσουν
το όνομα κάποιου δικού τους. Όπως ο
Νίκος Αναγνωστόπουλος που βρήκε
το όνομα της μικρής του κόρης. Είναι
ζωντανή σε άλλο καταυλισμό στη
Θεσσαλονίκη. Τώρα μπορεί να βάλει
κάτι στο στομάχι του να στυλωθεί ,
να χορτάσει .
Επόμενο πλάνο. Η ΧΑΝ προσπαθεί
να κάνει τα παιδάκια να ξεχάσουν
τον εφιάλτη. Διοργανώνει χορούς και
παιχνίδια. Επόμενο πλάνο άρρωστα
παιδάκια περιμένουν για περίθαλψη
μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο
νοσοκομείο.
Επόμενο πλάνο. Μια κυρία κρατά
στα χέρια της ένα δίχρονο παιδάκι
που βρήκε παρατημένο στα σκαλιά
μιας εκκλησίας στη Σμύρνη, όταν οι
Τούρκοι έμπαιναν και έσφαζαν.
Αισιοδοξία. Οι πρόσφυγες είναι μια
σπάνια ράτσα. Ικανή. Ικανότερη από
πολλούς. Δεν τα παρατάνε. Ξεκινάνε
μια νέα ζωή από την αρχή. Χτίζουν
σπίτια. Τα νέα τους σπίτια. Στα
πλάνα πρέπει να είναι η περιοχή του
Νέου Κόσμου.
Όσοι δεν είναι σε καταυλισμό όπως
η μητέρα στα πλάνα με τα παιδιά της
ζουν σε σιδερένια τόλ.
Στην ουρά για ρούχα. Όλοι έφυγαν
από τη Σμύρνη με ότι φορούσαν εκείνη τη στιγμή. Η ΧΑΝ μοιράζει ρούχα.
Ρούχα γεμάτα αίματα, βρωμιά,
γεμάτα μυρωδιές από τα καμένα της
Σμύρνης...
ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ
Πηγή: http://www.logiosermis.
net/2011/04/1922_30.html#ixzz306r7o6iG
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı
Pontos’un Zenginliğine dair Genel Bilgiler.1
çıkarılmalıdır ki savaş sonunda geri
dönüp hak iddiasında bulunmasın.
Pontostaki ve diğer bölgelerde Hıristiyanların Soykırıma uğratılmalarının
temel sebebi budur.
Pontos Osmanlı coğrafyasının en gelişmiş bölgelerinden biridir gerek nüfusunun artısı, gerek kalkınmasından
ve zenginliği açısından son derece
önemli ve Pazar için üretim yapılan
kapitalizme eklemlenmiş bir bölgedir.
Bu nedenle aynı zamanda Pontos’taki
canlı Helenizmin de kaynağıdır.
Emmanuil Emmanuilidis bu canlılığın
Ege sahilindeki Hellenizmle kıyaslandırılabileceğini söyler. Bu canlılık
aynı zamanda Osmanlı için endişe
kaynağıdır. Canlılığın endişe kaynağı
olarak algılanması bölgede türlü türlü
bahaneler bulunarak Hükümet tarafından alınan ağır ve özellikle askerî
tedbirler eksik olmaz.
Bu bahaneler arasında Karadeniz’de
dolaşan Çarlık Donanması birinci sırada olup, bu donanmanın harekat potansiyelinden dolayı da buralar askerî
bölge olarak değerlendiriliyordu.
Bölge çevresindeki dağlar da, yalnız
Hıristiyanların değil, büyük miktarda
Türk olan asker kaçağı silahlı kişilerin barınağı olmasına da elverişlidir.
Samsun hem bir liman kenti hem de
iç Anadolu’ya açılan bir kapı olması
bakımından korunması için nüfus bileşiminin homojenize edilmesine uygun
zaman ve zeminin oluştuğuna kani
olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin
(İTC) etnik temizlik politikasını rahatça uygulayabileceği bir yer olduğu düFaaliyet kolu
Uncu
Kitapçı
Yün tüccarı
Ev ve mutfak eşyası
Deri Tüccarı
Avukat Mobilyacı
lokanta
Tütün tüccarı
Tatlıcı
Demir tüccarı
Banker Ayakkabı imalatçısı
Eczacı Fotoğrafçı
Kumaş tüccarı Sigortacı Toplam işletme
17
2
7
13
6
10
7
5
28
2
3
4
12
6
3
5
10
Ali Sai t Çe t inoğlu
şünülür. Aynı zamanda iç talan bakımından zenginliği de iştahı kabartan
bir nedendir.
Pontos’taki zulümlerin ve katliamların
hatta otokton halkının mübadele adı
altında kadim topraklarından sökülmelerinin nedeni bu zenginlikten kaynaklanmaktadır.
1915 öncesi Samsun Ekonomisinden
aşağıda sunduğumuz kısa özet ne söylediğimizin net ifadesidir: 2
İşletmeler ve milliyetler
Pontosluların Kadim Topraklarından Sürülmesinin ve sökülmesinin
sürekliliği: Tehcirler
Bu zenginliğe el koymak için askeri
bahanelerle Pontos nüfusu ölüm yolculuğuna çıkarılır. Ölüm yolculuğuna
Pontos
3
2
3
10
4
6
7
4
18
2
4
9
6
2
4
9
Ermeni
14
1
1
1
3
1
3
3
3
1
1
1
Vehip Paşa 1916 Kasımında Alman danışmanları ile birlikte, "masum" bir askeri güvenlik plânı hazırlar Plan, güvenlik nedeniyle, Rus cephesi üzerinde
bulunan tüm Hıristiyanların, cepheden
50 kilometre kadar geriye aktarılması gerektiğini ileri sürmektedir..Plana
göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu için, cephe hattında Hıristiyanların
varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu.Plan, Tirebolu'dan Bafra, Samsun
ve Sinop'a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu. Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı
ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı.
Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun
bir plandı, ama asla masumane değildi 3 Pontoslular bu plan dahilinde ölüm
yürüyüşlerine çıkarıldılar.
Hüküm süren kış, yok edilme planı
için çok imkânlar veriyordu, günler
bunun için çok müsaitti. Nitekim 27
Aralık 1916 Pazar günü, yani Noel
bayramının üçüncü günü 4, Samsun’da,
sehrin ileri gelen Rumları tutuklandı.
Tutuklananların başkalarıyla irtibat
kurmalarına ve erzak almalarına izin
verilmedigi gibi, ertesi günün şafağında Anadolu’nun içlerine gönderildiler.
Aynı gün, Samsun’un Kadıköy semti ordu tarafından kuşatıldı. Genelde
Müslüman
Diğer/ yabancı
3
1
1
1
6
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
halk tabakasının bulunduğu semtte,
güya Paşa’nın ilanlarını öğrenmek için
çağrıldıkları semtin meydanında, toplananların tümü tutuklanarak, ihtiyar,
çocuk ve kadınlar, toplamda 4.000 kişi,
refakatçiler eşliğinde iç kesimlere gönderildi. Karakışın içinde yayan, susuz
ve yiyeceksiz, istirahat etmelerine müsaade edilmeden, vadi ve dağları astılar. Oniki saatlik devamlı yürüyüşten
sonra uyku molası verilerek, ertesi gün
gene 12 saatlik yürüyüş yaptırılarak,
sonunda, 4. Gün Havza’ya vardılar.
Çorum’a yönlendirilen zavallı kervan,
yol boyunca, Amasya, Bafra ve Çarşamba bölgelerinden boşaltılan başka
kervanlarla birleşip yollarına devam
ettiler. Şehirlerde tutuklamalar devam
ediyordu. Geceleri çevredeki dağlar,
yakılan köylerin alevin ışıkları arasında parıldıyordu. Genel sürgün mıntıkaları ilan edilmeyen yerlerden yalnız
erkekler sürgün ediliyor, yakılmayan
köyler Kaf kasya’dan gelen mültecilere
veriliyordu. 5
Bu insanların kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluştuğunun altının çizilmesi
gerekir. Dolayısıyla korumadan uzaktırlar. savaş dolayısıyla genel seferberlik ilan edilmiştir. Askerlik çağında
olanlar ( 15-65), orduya alındıktan sonra, amele taburlarına nakledilerek orduda yük hayvanı olarak kullanılmak
üzere Van, Erzurum ve Diyarbakır’a
çıplak ve erzaksız bir şekilde gönderildiler. Kaçmayanlar buralarda öldürülmüşlerdi.
“9 Mart 1916 tarihinde Giresun Rumları,16 Kasım 1916’da Tirebolu Rumları Şebinkarahisar ve Suşehri arasında
bulunan Birk köyüne, 30 Aralık 1916
tarihinde de Melet Vadisinin doğusunda bulunan sahil bölgesi Rumları ise
Sivas ve Tokat vilayetlerine sevk edilmişlerdir. Savaş sırasında Giresun’dan
sevk ve tehcir edilen Rumların sayısı
bazı arşiv belgelerine konu olmuştur.
Buna göre Giresun’dan Ankara’ya 54
hanede 179 (içlerinde Samsunlu ve
Gümüşhaneli Rumlar dahil olmak üzere),6 Kayseri’ye 15 hanede 60,7 Kastamonu’ya 84,8 Sivas’a 60, Tokat’a 610,
Amasya’ya 327, Şebinkarahisar’a ise
29 kişi sevk ve tehcir edilmiştir.9 Sevk
edilen Rumların daha sonra 15 Mayıs
1918 tarihinde memleketlerine dönmelerine izin verilmiştir.”10 Tabiidir
ki geri dönebilenler mucize eseri sağ
kalabilmiş olanlardır. Ancak bu konu-
da Ankara ve İstanbul hükümetlerinin
aynı yönde hareket ettiklerini görüyoruz:
Geri dönmelere büyük güçlükler çıkartırlar; 15 Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi
ile bir mülakat yapan İstanbul hükümeti
Nafıa Nazırı Ferid Bey,11 Anadolu'dan
[bunu yurtlarından diye okumak gerek] ne maksatla çıktıkları 12 bilinen
Rumların tekrar geri dönmelerine engel olacaklarını, bu konuda Trabzon
ve Samsun'daki yetkililerin, daha önce
Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin
emirler aldıklarını da belirterek; bu
konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin de aydınlatıldığını ifade etmesini
bu zorluklardan biri olarak anlamanın
yanı sıra İtilaf devletlerinin de bu konuda bir çabalarının olmaması olarak
da okumak mümkündür.
Zaten Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru geri dönmelerine izin
verilen Giresun Rumları 1921 yılında
yeniden tehcire tabi tutuldu. Merkez
Ordu¬su Komutanlığı, 9 Haziran 1921
tarihinde Rumların iç bölgelere sürülmesini istedi.
Ankara hükümeti, 16 Haziran 1921’de
aldığı bir kararla 15-50 yaş arasındaki eli silah tutan bütün Rumları bölge
dışına çıkardı. Giresun’dan Sivas, Tokat, Yozgat, Çorum, Şarki Karahisar,
Elaziz, Ergani, Malatya ve Maraş’a
gerçekleşti¬rilen sürgünlerde 8500
Rum tehcir edildi. 13
Sermayenin El değiştirmesi ve Zenginleşme
Fotiadis Tehcir adı altında ölüm yollarına çıkarılar Pontos’un Hıristiyan
Halkının geride bıraktıkları değerlerin
Müslümanlar için bir zenginlik kaynağı olduğunun altını çizer: Ermenilerin
ve Rumların servetleri, katillerinin ve
zorbaların eline geçti. Caniler ve sonradan olma yeni zenginler tarafından
Ermeni ve Rumların imha edilmesiyle
Pontos’ta o zamana kadar bulunmayan
bir Müslüman burjuvazi oluştu.14
Ölüm yürüyüşüne çıkarılanların geride bıraktıkları değerlerin korunmasına (!) dair yönetmelikler çıkarılmıştır.
Ancak bu değerler gasplara ve yolsuzluklara konu olacaktır. Bölgenin egemeni Topal Osman Ağa tüm zenginliği
bu gasplardan oluşmuş diğer egemenler de ondan aşağı kalmamıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri bu yol-
suzluk belgeleriyle doludur:
14 Ağustos 1335 (1919) tarihli bir belgede Giresun kazasından dahile nakledilen Rumlara ait fındıklık bahçeleri
hasılatını hod-be-hod [kendi başına]
almış olan Kaf kas kolordusundan bir
binbaşıdan söz edilir 15
5 Haziran 335 tarihli bir belgede listesiz makbuzsuz tutanaksız askeriyece şarki karahisar’dan alınan Rum
emval-i metrukesinden söz eder.16
4 / 8 / 34 (1918) tarihli Aşair ve Muhacirin Müdiriyetine ait belgede Rusyaya
giden Pontoslulardan kalan mallardan
savaş ganimeti olarak söz edilir.17
23 Ekim 334 (1918) tarihli belgede Küçükköy’ündeki Rum emval-i metrukesinden Yorgi Fedan’a ait yağhane alat
ve edevatını söküp aşıran ihtiyat zabitinden söz eder.18
14 Kasım) 334 (1918)tarihli belge merbut Yeniköy Rumlarının mahal-i ahara
hin-i nakillerinde orada metruk eşya
ve hayvanatça vukua getirilen su-i isti’malat [yolsuzluk] hakkındadır.19
20 Haziran 334 / 918 tarihli maliye
bakanlığına ait belgede, Canik Tasfiye Komisyonu muamelatının incelenmesine görevlendirilmiş edilmiş olan
Amasya Sancağı muhasebecisi İbrahim bey inceleme raporunu yazmış
ve inceleme evrakına göre yolsuzluk
durumu anlaşılan söz konusu komisyonun maliye üyesi … bey azledilmiş
olduğuna ilişkindir.20
Temmuz 334 tarihli belgede Rumlardan metruk zeytinlikler ile fındık
bahçelerinde ve diğer arazilerde yetişmekte olan mahsulatın bazı mahallerde gerçek değerlerinin fevkalade aşağı
bir fiatla ve kısa müddetli müzayede
ihale edilmekte olduğu istihbar kılınmıştır.21
Rum malları ile ilgili yolsuzluklar her
bölgede yapılmaktadır. Bunlara dair
bir çok belge bulunmaktadır. Bunlara
dair bir örnek de verelim:
4 Haziran 332 (1916)tarihli belge Bergama eşraf ve yerel memurlardan bazılarının emval-i metrukeden aldıkları zeytin ağaçları hakkındadır. Belge
ekinde yolsuzluk yapanlar ve yaptık-
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ları yolsuzluk miktarları listelenir.22
6 Nisan 336 (1920) tarihli belge
Rum Emval-i Metrukesi eski muhasebecisi… efendi tarafından Ziraat
Bankası’ndan alınıp kaydı icra edilmeyen (3560) üçbinbeşyüzaltmış kuruşun
adıgeçen tarafından çalınmasıyla ilgilidir.23
Zenginleşmenin bir diğer mekanizması el konulan yetimlerden dolayı
edinilen Hıristiyanlara ait mülklerdir.
Yetimlere ve kadınlara el koyanlar
bunların ailelerinden gelen mülklere
de el koyma hakkı elde etmektedirler:
Din değiştiren [değiştirilen demek gerekir] veyâ evlenen [el konan demek
gerekir], eğitim [asimilasyon demek
gerekir] maksadıyla güvenilir kimselere, teslim edilen çocukların malları
korunacak ve bu malları bırakanlar
ölmüş ise [öldürülmüş demek gerekir]
bunlara ait hisseler [bu ailelere] verilecektir. İç işleri bakanlığının çeşitli
vilayetlere gönderdiği 11 Ağustos 1915
tarihli belge yetimlerden ve el konulan
çocuk ve kadınlar vasıtasıyla edinilecek zenginliklere ilişkindir.24
Fotiadis çocuklara el koyma ve Müslümanlaştırılmasının altını çizer: Çocuklara el koyma, sadece zorla kaçırma
biçiminde gerçekleşmiyordu. Bilakis,
çocuklar artık kendi Hıristiyan kökenlerini söylemeye cesaret edemiyecekleri duruma gelene kadar yapılan
terör ve işkenceyi de kapsıyordu.25 El
koyma ve Müslümanlaştırılmaya ilişkin raporlara yer vererek bu konunun
önemsenmediğini vurgular: Küçük As
ya Rumlarının çocuklarının 20. yy.’da
zor yoluyla çalınması ve zorla Müslümanlaştırılması Küçük Asya’dan kaçan birçok yazarın dikkat çekmesine
rağmen, Yunan Devleti tarafından bilinçli olarak araştırılmadı 26
İmparatorluk dönemindeki gasplardan
arta kalan mülkler Kemalist dönemde
hazineye gelir sağlamak ve Kemalist
kadroların zenginleşerek MüslümanTürk burjuvaziye dönüşmesi için bunlara devredilir.
Pontosluların geride bıraktıkları mülkler iki kategoride sınıflandırılmaktadır. Mübadele ile bıraktırılan; mübadil mülkler. Diğeri de öldürülen
veya kaçırılan kişilerin geride bıraktıkları; Gayri mübadil mülkler: Bu
gün Trabzon’da Atatürk Köşkü olarak
kullanılan Kabayannis’in Konağı,
Kabayannis’in Mübadil olmamasına
rağmen el konulmuştur. Kabayannis
Rus vatandaşıdır ve mübadeleye tabi
bir Pontoslu değildir. Bu gibi örnekler
çoğunluktadır. Kemalistler lozan’ın
yürürlüğe girdiği 4 Ağustos 1924 tarihinde malının başında olmayan bütün
Gayrimüslimlerin müklerinin sahibi
olduklarını ilan etmişler ve bunlara el
koymuşlardır.
şeffaflaştırılması ve araştırmacılara
açılması.
Rus tebasından Kiryako oğlu Bavli,
Panayotoğlu Nikola, Kakuloğlu yorgo
kızı Lambada ve Kakuloğlu Haralambo kızı Tabada’ın mülkleri 24 Aralık
1928 günü haraç mezat satılmak üzere
4 Aralık 1928 günü 27 satışa çıkarılmıştır. 21 Temmuz 1932 günlü Yeşil
Gireson Gazetesinde 5 parça Gayrimübadil mülk Ziraat Bankasınca mezata
çıkarılmıştır.
Ekler
Giresun aralıksız en uzun (1885-1904)
Belediye Başkanlığı yapmış olan Kaptan Yorgo Konstantinis Paşa’da Mübadil olmamasına rağmen, Paşa’nın
mülkleri21 Temmuz 1932 günü haraç
mezat satılmıştır. 28
Amasya Mahkemesince idam edilen
Bafralı Haralambo’nun, ve Deliyaroğlu
(Deligavuroğlu) Yorgo’nun mülkleri
27 Temmuz 1932 tarihinde satılmak
üzere mezata çıkarılmıştır.29
Dönemin yerel gazetelerinde bir çok
başka örnekler de bulunmaktadır
İyileştirme ve öneriler
Pontos halkı 1908- 1923 yılları arasında çok acı çekmiş ve 1924 tarihinde tarihsel topraklarından sökülmüştür.
İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık seviyesinde Pontos halkının uğradığı bu
zulümlere yönelik iyileştirmeler yapılabilir.
1. Tarihsel topraklarından kovulan
Pontos Halkından isteyenlere vatandaşlık hakkının geri verilmesi.
2. Müslümanlaştırılan yetimlerin ve el
konulan kadın ve kızların nüfus kayıtlarının çıkarılması ve bunlardan dolayı edinilen mülklerin bir envanterinin
çıkarılması.
3. Osmanlı dönemi tapu kayıtlarının
4. Mübadele öncesi mülk değişiminin
envanterinin çıkarılarak el koymaların
tespiti.
5. Zilyetlik iddiasıyla ve şahitlerle edinilen mülklerin envanterinin çıkarılarak el koymaların tesbiti.
Gibi çalışmalar acıların giderilmesinde ön adımlar olabilir.
Ek 1
El konulan Hristiyan yetimlerin mallarının gaspına dair Osmanlı belgesi
Başbakanlık Osmanlı Arşivi/ DH.
ŞFR., nr. 54-A/382
Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti [içişleri
Bakanlığı]
İskân-ı Aşâyir ve Muhâcirîn
Müdîriyyeti
[Aşiretlerin iskanı ve muhacirler
müdürlüğü]
İstatistik Şu‘besi Umûmî: 451 Şifre
Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis,
Haleb, Hiidâvendigâr, Diyârbekir,
Suriye, Sivas,
Ma‘mûretü’l-azîz, Musul, Trabzon,
Van Vilâyâtıyla, İzmit, Urfa, Eskişehir, Zor, Canik, Kayseri, Mar ‘aş,
Karesi, Kal ‘a-i Sultâniyye, Niğde,
Karahisâr-ı Sâhib Mutasarrıflıklarına
Adana, Haleb, Mar ‘aş, Ma ‘mûretü
’l-azîz, Diyârbekir, Trabzon, Sivas,
Canik, İzmit EmvâlMetrûke Komisyon Riyâseti'ne
İhtidâ eden /din değiştiren
veyâhûd{yada izdivâc edenlerle/evlenen, eğitim [asimilasyon] maksadıyla
teslim edilerek bırakılan güvenilir
kimselere bu çocukların malları korunacak ve bu malları bırakanlar ölmüş
ise bunlara ait hisseler verilecektir.
Fi 29 Temmuz sene [1]331 [11 Ağustos
1915]
Nâzır [Bakan]
---------------1. Pontos antik çağ’ın da en zengin
bölgelerinden biridir. Özellikle İmparator Büyük Mithradates (VI) (Mithradates aynı zamanda İskender olarak
anılır. Antik çağın en çok okunan el
yazması ve dillerde dolaşan efsanesi, İskender Menkibesi/ Efsanesi’nin
konusu Mithradates’tir ) döneminde
gücünün doruğuna ulaşmış, Roma
İmparatorluğunun egemenliğini
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kabul etmemiş, uzun yıllar Roma ile
savaşmıştır. Bu uzun savaş döneminde
Mithradates savaşını sınırsızmış gibi
görünen altın stokları ile finanse eder.
Büyük Mithradates Roma ile olan
uzun savaşlar boyun¬ca hiçbir zaman
parasız kalmamıştır. Kral kısa süre
içinde ordu topla¬yabildiği gibi aynı
zamanda her zaman askerlerine iyi
ücretler ödeyecek kadar çok paraya
sahipti. Pontos hem bölge ticaretinin
hem de uzak yol ticaretinin çekim
merkezidir.
Pontos’un refahının, ticaretten ve
altın, gümüş, demir, değerli mineraller gibi doğal kaynaklardan geldiğini
biliyoruz. Mithradates vergilerden
ve Karadeniz’deki tahıl, tuzlanmış
balık, şarap, zeytinyağı, balmumu,
altın, demir, mineral, boya özleri,
kumaş boyası, deri, kürk, yün, keten
ve diğer mallarla yapılan ticaretin
kontro¬lünden önemli gelir elde ediyordu.
Mithradates’in İskit müttefikleri
zengin altın bölgelerini ellerinde
tut¬maktaydı. Ayrıca göçer kavimler Azak Denizi ve Karadeniz çevresindeki steplere dağılmış zengin
mezar höyüklerini yağmalı¬yorlardı.
Modern arkeologlar bu zarif mezarlardan birçoğunun Antik Çağ’da soyulduğunu keşfetmiştir. Bu altınların bir
kısmı vergi ya da ticaret anlaşmaları
aracılığıyla Pontos İmparatorluğuna
gelmekteydi. Bunlara ilaveten Mithradates, Hindistan ve Çin’le yapılan kara tica¬retinden de gelir elde
ediyordu. İpek Yolu, Mithradates’in
çocukluğunda açılmıştır. Pontos antik
ipek yolunun güzergahı üzerindedir.
Ayrıca denizlerdeki korsanlık faaliyetlerinden gelen ganimetler de Pontos’a
akmaktadır. Bunlar aynı zamanda
2. Savvas Kalenderidis, Batı Pontos,
Infogomon 2005 s.262
3. Yorgo Andreadis, Tamama
Pontos’un Yitik kızı, ç.R. Zarakolu,
Belge,2003, s 61-61
4. Hıristiyanlara karsı alınan üzücü
tedbirler, genelde Hıristiyanlıgın dinî
bayramlarında alınıp, sebebi de kendi
Tanrılarının hakiki olmayıp, kurtulusu baska yerde aramaları içindi.
5. Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı
İmparatorluğunun Son Yılları,Çev.
Niko Çanakçıoğlu, Belge Y. 2014
158-159
6. BOA, DH. ŞFR, No: 602/51.
7. BOA, DH. ŞFR, No: 599/133.
8. BOA, DH. ŞFR, No: 587/69.
9. BOA, DH. ŞFR, No: 586/48.
10. Sezai Balcı, Giresun Rumları ve
Gayrimüslim bir Belediye Başkanı:
Kaptan Yorgi Konstantinidi Paşa,
Libra, 2012, s 23
11. Ahmed Ferid Tek, Türk milliyetçiliğinin ideologlarındandır.
12. Sadece canını kurtarmak için Yurt
dışına gidenler değil. Hıristiyanların
dolaşımları yasaklandığından yurt
içinde herhangi bir yerde olan dahi
yerinden kıpırdayamamaktadır.
13.Sezai Balcı, Giresun Rumları…
s 23-24
14. Takibat, Tehcir ve İmha, çev. Suzan Zengin Der. T. Hofmann, Belge Y.
2013, s 265.
15. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi/
BCA – 272 / 10 / 1 / 54
16. BCA – 272 – 10 / 1 / 44
17. BCA – 272 – 10 / 1 / 2 / 17
18. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 37
19. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 42
20. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 15 (maliye üyesinin adını gösterdim)
21. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 14
22. BCA – 272 – 11 – 8 – 8 – 4
23. BCA – 272 – 10 – 2 – 11 – 6 (muhasebecinin adını … olarak gösterdim)
24. Başbakanlık Osmanlı Arşivi/
BOA, DH.ŞFR., nr. 54-A/382
25. Takibat, Tehcir ve İmha… s 286
26. Takibat, Tehcir ve İmha… s 287288
27. 13 aralık 1928 Yeşil Gireson s 4
28. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 4
29. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 5
Fikret Başkaya Türkiye’de herkesin ortak edildiği yalan ve ikiyüzlülüğü bir
nebze etrafından dolanmadan, dosdoğru
dile getirdiği ve Türkiye toplumunu yalana ortak olmamaya davet ettiği için hapsedilmiştir. Tavrı bilhassa da gençlerin
‘şeylerin gerçeğine’ ilişkin düşünceleri
üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Tür-
kiye’deki iç savaşın en yoğun yıllarında
olup bitenin Türkiye’de geçerli olan siyasal rejimden (bunun bileşenleri olan
resmi ideoloji ve resmi tarihten) kaynaklandığını iddia etmiştir. Herkesin canı
ile tehdit edildiği bir zamanda hakikati
dile getirmekten çekinmeyen az sayıda
insandan olmuştur. Yapıtı, yok saymaya
dayanan Türkiye’deki siyasal rejimin en
bütüncül ve analitik eleştirilerinden biri
olduğu için kitlesel etkiye sahip olmuş,
düşünce iklimini derinden etkilemiştir.
mesine yol açmıştır. Fikret Başkaya ile
yapılan söyleşi, dostlarının onun hakkındaki yazıları, entelektüel ve ulusal soruna ilişkin yazılar Ulus, Devlet, Entelektüel başlıklı ciltte toplandı. Modernleşme
ve kapitalizme ilişkin yazılar ise Modem
Zamanlar: Bir Yokmuş Bir Varmış başlıklı
ciltte toplandı.
(...) Tek cümle ile özgürleşmeye adanmış
saygın bir yaşam.
Bu çalışma, özgürleşme tercihinin yön
verdiği saygın bir yaşama, insan kardeşlerin hiçbir surette ödeyemeyecekleri gönül borcunun belirgin kılınması amacıyla
derlenmiştir. Türkiye’den ve Türkiye dışından çok sayıda entelektüelin katkılarıyla oluşan çalışma için Fikret Başkaya
nın çalışma alanları dikkate alınarak
önerilen temalar yazıların “Entelektüel”, “Ulusal Sorun”, “Modernleşme” ve
“Kapitalizm” başlıkları altında kümelen-
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kürtten
Ermeni Halkına
Özür Mektubu
Hiç görmedim ama, ne ağlama seslerini, ne yanan ateşi, ne de başka şeyleri. Ermenilerin bizim köyümüzde ne
işi vardı hiç bilmiyordum o zamanlar.
Evde kimse Ermeniler için kötü sözler
söylememişti ama okulda, dışarı da hep
bir küfür olarak kullanılırdı.
Hayri Tunç
“Ermeni tohumu, Ermeni piçi, Ermeni
misin lan sen” gibi bir çok söz dolanıyordu sokaklarda. O zamanlar en çok
devrimciler bu tip sözcüklere maruz
kalıyordu. Devrimci olmak zulme uğrayan herkes olabilmek, onların nefesi
olmaktır zaten.
“Büyükannem dayımın kaçmasına izin
vermemiş. Komşuları Tük Mahmut
Ağa ona; ‘Sara Hatun, oğlunu ver, karışıklıklar geçene kadar saklayayım’
demiş. Ama büyükannem ona güvenmemiş. Oğluna kız elbisesi giydirmiş.
Oğlan koşarak Ermenilerin çoğunlukta
olduğu mahalleye varmak için koşmuş.
Onun açık bir alandan geçmesi gerekiyormuş. O alanda, kendisini tanıyan
Türk çetelerine rastlamış; onu öldürmüşler. Büyükannem arkasından yetişmiş; yaralı oğlunu kucaklamış. Kan
büyükaannemin önlüğünden aşağıya
akıyormuş. Büyükannem üzüntüden
aklını yitirmiş; kanlı önlüğü üzerinden
çıkarmamaya başlamış. Yere yatmış ki
kendisi de ölsün, On iki yaşındaki kızı,
babasını ve erkek kardeşini kaybettikten sonra aynı şekilde ruhi sarsıntı
geçirmiş. Dili tutulmuş. Dostları bir
araya gelip öğüt vermişler: ‘Sara Hatun, aklını başına al; kızın küçük; sana
birşey olursa öksüz kalır’ demişler.
Sara büyükannem yavaş yavaş kendine gelmiş; ama kanlı kararmış önlüğünü üzerinden çıkarmıyormuş. Yıllar
geçmiş; 1902′de kızı, yani annem, bir
öksüzle, yani babamla evlenmiş. Ertesi yıl torunu Andranik doğmuş ve büyükannem mucize eseri olarak iyileşip
kanlı önlüğünü tandırın içine atmış.”1
Çocukluğum da her yaz köye giderdim.
13 ya da 14 yaşındayım. Arkadaşlarım köye geldiğim bir yaz bana köyün
dışında bir tepe de bir Ermeni mezarından bahsetmişti. Bazı zamanlar o
mezardan bir ateşin çıktığını, ağlama
seslerinin geldiğini söylemişlerdi. Birgün arkadaşlarımla o mezarı görmek
için gitmiştik. Açılmış, içinde mezar
dahil ne var, ne yoksa alınmıştı. Ermenilerin mezarlarına değerli eşyalarıyla
gömüldüğünü, ondan dolayı da mezar
soyguncularının bütün Ermeni mezarlarını böyle kazıp, içindekilerini aldıklarını söylemişlerdi. Köyde olduğum
günlerde geceleri mezarı izler, bir ses
ya da ateş görmeyi beklerdim.
Hayatımda ilk defa ortaokul yıllarında
bir Ermeni ile tanışmıştım. Babamın
bir arkadaşıydı, yıllarca içeride kalmış,
uzun süre işkence görmüş biriydi. Konuşması, insanlara hitap şekli ile tam
bir insan güzeliydi. Ermenilerin de hiçte öyle denildiği gibi olmadığını anlamıştım onu gördükten sonra.
Ezilen ve katledilen insanları birbirlerine çeken, isimlendiremediğimiz
bir çok şey vardır. Aynı zorluklardan,
itilmişliklerden geçen bir çok insan,
nerede olursa olsun hep bulurlar birbirlerini.
“Daha sonra saldırganların yaşlı kadın
Cennet ÇİMEN’i evinden çıkardıkları, bu kadının bir gözünün kör, diğer
gözünün sağlam olduğu, sanık Cuma
YALÇIN’ın cebinden tornavida çıkartarak kadının sağlam olan gözünü de
çıkardığı, bilahare ateş edilip kadının
öldürüldüğü, otopsi raporuna göre sağ
kalça üzerinde kalın bir demir parçası
ile açılan yaranın bulunduğu, av tüfeğine ait saçmaların sol kulak arkasından
girip sol gözden çıkarak beyin kanamasına neden olup ölüme yol açtığı;”2
“Öğretmenimiz 20-22 yaşlarında güzel
bir Ermeni kızıydı. Bir komutan o kızla
evlenmek istemişti; ama o bu teklifi üç
defa reddetmiş ve ona ‘Bok olurum Dacik olmam’ demişti. Komutan bu sözleri duyunca kılıcını çekmiş ve o güzel
öğretmenimizi kesmişti. ‘Madem bok
olmak istiyordu, vücudunun parçalarını götürün yetimhanenin helasına doldurun’ diye de emir vermişti.”3
Bütün katliamlar hep birbirlerine benzer.
Ölenlerin hikayelerinde değişen sadece
yer ve insan isimleridir. Başka da bir
şeyin değişeceği görüşmemiştir. Adının Mehmet ya da Yorgo olmasından,
Maraş ya da Erivan olmasından, Alevi
ya da Ermeni olmasından başka değişen hiçbir şey yoktur.
Ermeni Soykırımını ilk duyduğumda
inanmamıştım. Öyle bir katliamın olabileceği varsayımı bile insanın kanını
dondurmaya yetiyordu. Sonradan Maraş Katliamını öğrendiğimde, araştırdığımda insanın nasıl da vahşileşeceğini
görmüştüm. Elbistana gittiğim zamanlar da, bizim oralalıların Maraş’ı neden
sevmediklerini anlamazdım ilk zamanlar, sonra bu sevmeme durumumunda
katliam ile alakalı öğrenmiştim.
İnsan canlılar içerisinde kendi türünü
öldüren tek varlık olarak ortada duruyor zaten. Anlamsız, nedensiz bir
şiddet hayranlığı ile hep birilerini öldürmek, hep birilerine zulmetmek için
uğraşıyorlar.
Maraş Katliamı olduğunda ben dünya
da yoktum, babam o zamanları bir kaç
kez anlatmıştı bize, sonrasında katliamı anlatan bir kitap yayınlamaya karar verdiğinde daha da net bir biçimde
öğrendim nasıl bir vahşetin içine çekildiğimizi. Bu araştırmalar sırasında
bizim oturduğumuz toprakların aslında Ermeni halkına ait olduğunu öğrendiğimde ise içimde büyük bir utanç
oluşmuştu.
Katliamla alınan bir toprağa nasıl yurt
diyebilirdi ki insan?
Bütün katliamlar, içlerinde o kadar
acı barındırır ki, onları okumak bile
insanın çökmesine sebep olur. Maraş
katliamı da bunlardan biriydi. Ermeni
soykırımı da başka biri.
Yerlerinden kovulan insanlar, yurtlarını bırakan, nefes aldıkları topraklarını
terk etmek zorunda kalan insanlar. Onların acıları, yoklukları, özlemleri vs..
Katliamlar sadece üzerinde uygulanan
halkı değil, o topraklara onlardan sonra
yerleşmiş bütün halklarında katlini beraberinde getirir. Ermeniler katledilirken o topraklara yerleşenler hiçbir zaman mutlu olamadılar. Olamazlardı da.
Yıkılan evin üstüne ev olmaz derler.
Yok edilen, katledilen bir halkın top-
kızılbaş - sayfa 35 - mayıs 38 - 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rakları üzerinde başka bir halk yurt yaratamaz. Toprağa sızan kan kokusunu,
toprağa hasret ölen insanların sızısını,
bedduasını görmezden gelemez kimse.
met UÇANKUŞ, Hüseyin OVA, Bora
ASENCİ olayı doğrulayan ifadeleri
otopsi tutanağı gibi delillerden anlaşılmıştır”5
“1915′te bir sabah Kürtler koyunu otlağa götürdüler; akşamleyin koyun eve
gelmedi. Koyunu geri getirmeleri için
sabah muhtarlığa gelin dediler. Erkeklerimiz şikayete gittiler, ama bizimkilerin hepsini toplayıp götürdüler. Sonra
dedem de beraber olmak üzere, hepsini
bağlayıp götürdükleri haberi geldi. O
muhtarlığın Türkleri, bizim evde çok
yemiş içmişlerdi, ağızlarından, burunlarından gelsin!”4
“Hüseyin isimli bir jandarma vardı.
Onunla birlikte başkaları da vardı.
Onlar varımızı yoğumuzu elimizden
almaya, kızlara gözlerimizin önünde
tecavüz etmeye, hamile kadınların karınlarını yarmaya, onların karınlarından çıkardıkları bebekleri birbirlerine
fırlatmaya başladılar. Biri bir kız götürdü, diğeri bir oğlan; ne buldularsa
götürdüler.”6
Tarih tekerrürden ibarettir demiş eskiler. Öyle de oluyor hep. Bugün bir
katliama karşı çıkmayanlar sonra aynı
katliamla yüzyüze kalıyorlar. Kalacaklardır da.
Ermeni Soykırımı olurken, ganimetten
yararlanmak için devlete güvenenler
sonraki yıllarda hep katliamlardan geçirildiler. Hep bir kırım yaşadılar. Hep
baskı içerisinde yaşadılar.
Katliamların bu topraklardan gitmemiş
olması ne ile açıklanır ki?
Hangi mantık içerisinde bir açıklama
getirebilirsiniz aynı acıların tekrar tekrar yaşanmasına?
Bir halk değil, bu topraklardaki bütün
halklar hep bir katliam içerisinde yaşarken neden durmaz bu döngü?
Katliamlar bu coğrafyanın makus talihi midir?
Acıların hep bir döngü etrafında hiç
bitmeden, hiç tükenmeden sürmesinin
sebebi nedir?
“çevreden Alevi Sünni çatışması olduğunu, Alevilerin sulara zehir attığını, pek çok kişinin bunlar tarafından
öldürüldüğü iddialarını duyurmaları
üzerine, araç şoförü ve Alevi olduğunu önceden bildikleri Veli YILDIZ’ı
Dumlupınar Sağlık Ocağı civarında
durdurup, evvela araç içinde vurmaya başladıkları daha sonra da araçtan
aşağıya çekerek dövdükleri ve tabanca
ile öldürdükleri; olay tanıkları Mustafa
YILDIZ, Hüseyin ÜNLÜDERE ifadeleri ile sanıkların tevil yollu ikrarları
diğer tanıklar Fahri YANAR, Meh-
Kanlı bir tarihin üzerinde, acılar, ağıtlar ortasında bir vatan vermişler bize.
Dört bir yanı acılarla çevrili, sol yanımızdan gözyaşı akan bir coğrafyanın
evlatlarıyız biz. Anılarımız, yaşadıklarımız hep birilerinin ağıtlarına çarpıyor. Nerede olursak olalım, ne yapıyor
olursak olalım hep bir ağıda denk geliyor attığımız adımlardan biri.
Acılarımıza bakmadığımız, geçmişimize bakmadığımız için aslında bugün
aynı acılara denk gelmemiz. Yoksa ne
farkı var ki; Ermeni Soykırımı ile Maraş Kıyımı’nın.
Ölen hep aynı aslında! Katleden hep
aynı!
Birgün ardımıza baktığımızda göreceğiz yaşadıklarımızın hiç bir farkı
olmadığını, hiç değişmediğini. Yaşamamak için belki, aynı acıları bizden
sonrakiler de yaşamasın diye biraz da
isimlere değil acılara bakmak gerek
artık. Yakılan ağıtların aynılığına dikkat edip, aynı ses ile ağıt yakan Kürt,
Ermeni, Alevi, Ezidi, Türk, Boşnak kadınların gözlerine bakmak gerek. O zaman anlarız acılarımızın ne kadar aynı
olduğunu. Ortak demiyorum bakın, ortak değil çünkü aynı bizim acılarımız.
“Bir de baktım ki uzaktan iki adam
geliyor: birisi ermeni bir kadın, diğeri
Dacik bir adam. Onlar bana yaklaştılar; o Ermeni kadını getirmişler ki, benimle Ermenice konuşsun. Kadın bana:
‘Bu adam seni götürüp, sana bakmak
istiyor; seni evlat edinmek istiyor. Gider misin?’ diye sordu.
- Hayır, onların yanına gitmem, diye
cevap verdim.
Kadın gene konuşarak beni ikna etti:
‘Sana su, ekmek verir, herşeyi verir.’
dedi.”7
Çocuklarımıza, vatanımıza, eşlerimize
yaktığımız ağıtların hiçbir farkı yok,
dilden başka!
Acılarımızda kardeş olabilmek için
biraz da, önünde saygıyla eğilip özür
dilemek gerek bugün o acıları yaşattığımız bütün halklardan, en başta da
Ermenilerden..
“Ormanlarda aç, susuz, ağaç kabuğu
yiyor, zorluklara alışıyorduk. Kasım
ayındaydık; ağaçların yaprakları dökülmüştü. Babam dedi ki;
” Ey ağaç! Yapraklarının altında saklanıyorduk, şimdi onlar da yok!”
…….
“Hiçbir çocuğu yanlarında tutmadılar,
düşman onların seslerini duymasın
diye hepsini de terk ettiler.”
……..
“Masada bir ekmek duruyordu, ekmeği vermedi. Sadece kurutulmuş ekmek
vererek ekledi,
- Bu çocuk o kadar aç kalmış, o kadar
ot yemiş ki, doyacak kadar yerse ölür.
Azar azar ekmek verin, öyle yesin.”
Khaçik Grigori Khaçatıryan 8
……………………..
Kaynaklar
1: Sımbat davti Davityan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
2: Maraş Katliamı İddianamesi
3: Hakob Terziyan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
4: Tsirani Rafayeli Matevosyan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
5: Maraş Katliamı İddianamesi
6: Mıkırtiç Khaçatıryan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
7: Petros Kikişyan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
8: Khaçik Grigori Khaçatıryan
Ermeni Soykırımı Belge Yayınları
@hayritunc
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/
bir-kurtten-ermeni-halkina-ozurmektubu-57400
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA
Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış, Dersim soykırımı yaşanırken de kurulan
mahkemede idama mahkum edilen sanıkların infazını düzenlemekle görevli
İhsan Sabri Çağlayangil; “….. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli
gaz kullandı. Mağaraların kapısının
içerisinden bunları fare gibi zehirledi.
Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekat oldu.
Dersim davası da bitti…..”yıllar önce
Kemal Kılıçdaroğlu’na Dersim soykırımı hakkında söyledikleriydi. Teybe
alınmış bu ses duyulunca da, Dersim
soykırımının toplumda hatırlanmasında şok etkisi yaratmıştı.
Mağarada fare gibi zehirlenip, ölmeyen Çemişgezek, Hazari köyü, Zerkanlı Aşiretinden Hasan, yıllar geçmesine
rağmen yemeden, içmeden yaşadığı
için Yemez İçmez Hasan Baba deniyormuş. Çocukluğumdan bu yana büyüklerimden çok duymuştum bu ismi
ancak görmemiştim. Demokrat Parti
affıyla insanların seyahat etmesi kolaylaşmış. O yıllardan sonra Yemez
İçmez Hasan Baba, yaz aylarında Dersim’de diğer aylarda da Fırat’ın batısında, genelde Malatya, Sivas, Maraş,
Antep, Adıyaman, Hatay, Kürdlerin
yoğun yaşadığı yerleri dolaşırmış. İki
yıl kadarda Afrin’de kaldığı bilinmektedir. 12 Mart’tan sonrada gezmeyi
bırakmış. O nedenle bu gün o bölgede altmış yaşının üstündeki Kürdler,
genelde de Kürd Alevilerin çoğu onu
ya görmüş ya da duymuştur. Dersim’in
canlı tanığı ve mağduru, gittiği yerde,
yaşadıklarından dolayı saygı ve sevgi
görürmüş. Gerekmediğinde hiç konuşmaz, konuşmayı da sevmezmiş. Haya-
Serdar Halil Göçmen
tında hiç evlenmeyen bu insan, yıllar
geçmesine rağmen yemeden, içmeden
yaşamasını, Doktorlar havadaki oksijenle beslendiğine dair hemfikirlermiş.
Dolaştığı yerlerde fazla konuşmasa da
Dersim soykırımını insanlara hatırlatırmış.
Yemez İçmez Hasan Baba, mağarada
fare gibi zehirlenip, ölmeyişiyle ilgili
Babama bakın neler anlatmış; “Dersim
katliamının son günleriydi. Köyümüze
asker girdiği için bizler dağa çekilmiştik. Askerler dağda bizleri kovalıyordu. Yanımdaki arkadaşların kimi
pusuda yakalandı, kimi öldürüldü. Tek
başına kalmıştım. Kaçıyordum, askerler arkamdan takip ediyorlardı. Önüme
çıkan kayalara tırmandım, arkamda
askerler. Kayaların arasında, girişi dar
bir mağaraya girdim. Mağaranın derinliklerine doğru karanlıkta ilerledim,
arkamdan gelen askerler, mağaranın
içerisinde belli bir yere kadar beni takip ettiler. Sonra takipten vazgeçtiler.
yeni çıktı
Siparişleriniz için:
Adnan Cangüder
adres: Lehrer-Wirth str.16
81829-München
Deutschland / Almanya
tel: +49 (0) 162 419 69 62
e-mail: [email protected]
ISBN 978-605-4684-49-6
Teslim olmam için bağırarak seslendiler, hiç cevap vermedim. Mağaranın
içine rastgele ateş ettiler, yine cevap
vermedim. Mağaranın girişinde ateş
yakıp, dumanının mağaraya girmesini
sağladılar, Mağaranın daha derinliklerine gittim. Daha sonrada mağaranın girişinden içeri kurşun ve bomba
sesleri kulaklarımı sağır etmişti. Mağaranın daha derinliklerine karanlıkta
sürünerek gidiyordum. İçerde pis kokulu dumandan midem bulanıyor, boğuluyordum. Sürünerek ilerliyordum,
ilerde mağaranın tavanında küçük bir
ışık gözüküyordu, o yöne doğru süründüm. Midemin bulantısından kusuyordum, yinede ışığa doğru sürünüyordum. Yorulmuşum, orda bayılmışım.
Bilemiyorum uyandığımda kaç gün,
kaç saat geçtiğini. Mağaradan çıkmak
için girişe geldiğimde, giriş kocaman
bir kayayla kapatılmıştı. Tüm uğraşıma rağmen kayayı yerinden oynatamadım. Tekrar mağarada hava deliğinin
olduğu yerde daha çok yaşamaya çalıştım. Gündüz ve geceyi hava deliğindeki ışıktan anlıyordum. Bir gün sabah
koyun ve keçilerin boynuna takılan
zil sesleriyle uyandım; ‘-İmdat, imdat,
beni kurtarın, beni kurtarın.’ diye bağırdım. Çobanlar duydular, mağaranın
girişini açarak, mağaradan çıkardılar.
Çobanların söylediklerine göre mağarada kalışım en az üç ay olmuş. Bu süre
içerisinde ne yemiştim nede içmiştim.
Çobanlar, hemen su, süt ve ekmek yemem için verdiler. Az ekmek, biraz su
ve süt içtim. Midem bulandı, kustum.
Daha sonrada ne yiyebildim nede içebildim, bugüne kadar.”
10.05.2014
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası
Mu n z ur CÖM ERT
Sey Qaji, 38 öncesi Dersim’de yaşamış,
küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine bütün kesimlerce çok sevilen
ve sayılan bir halk aşığıdır. Ünü kendi
köyünün dışına taşmış, namı o daha
hayattayken efsaneleşmiştir. Verdiği
bütün ürünler kendi anadiliyledir. Bir
başka deyişle; Sey Qaji, Zazaca dilinin
Dersimce şivesi şairidir. Hatırlatmak
maksadıyla söylemeliyim ki, o, bugünki anlamda modern medya olanaklarından mahrumdur. Eserleri, sözlü
gelenekle nesilden nesile, dilden dile
ve telden tele taşınarak 21. yüzyıla gelmeyi başarmış bir ustadır.
Ürünlerine gelirsek.. Sey Qaji’nin
ürünleri geniş bir yelpazeyi kapsayan bir çeşitlilik sergilemekte. Her
şeyden önce o, halkın dertlerine tercüman olmuş bir halk aşığıdır. Yavuz
Selim’den bu yana, tam beş yüz yıl
dertten yana Dersim’de çok sıkıntı
çekildi. Osmanlı’da seferler yapıldı..
Cumhuriyet’te hareketler düzenlendi..
Kısmen Rus işgali yaşandı.. Ermeni
katliamını ve tehcirini gördü.. Aşiret
kavgaları ve doğal felaketler oldu zaman zaman.. Bir de 38 Dersim Katliamı.. Halk kültüründe ağıtlar, yaşanan bu ve benzeri acıları dile getiren
yaratmalardır. Sey Qaji’nin ağıtları,
Dersim’in bu acılarınından doğan ihtiyacını gidermeye yöneliktir. Ama o
yalnız ağıt söylemedi elbette.. Aşk şarkıları, maniler, iş şarkıları ve deyişler
söyledi. Bunlardan kimisi bize kadar
ulaştıysa da, maalesef çoğu yitip gitti..
Birçok sebebi var bunun. Sanırım başlıca sebebi yazılıp kayıt altına alınmamalarıdır. Kızılbaş kimliğinden ötürü
beş yüz yıldır olağanüstü şartların hüküm sürdüğü bir bölgedir Dersim. Resmi İslam, temel referans kaynakları
olan Kuran ve hadisleri öğretmek maksadıyla medreselerde okuma yazma
öğretmiş; bu, yer yer kimi sözlü halk
kültürü ürünlerinin yazılı olarak kayıt
altına alınmasına da vesile olmuştur.
İnançsal olarak medreselerin geçerliliğinden Dersim’de söz edilemez.. Kızıl
Deli Seyit Ali Sultan’ın bir beyitinde söylediği „Biz bir ayet okuruz hiç
Kuran’a benzemez / Bu bizim imanımız bir imana benzemez“ esasından
hareket eden babalar, Kuran’ı Samiti,
yani yazılı Kuran’ı „Osman’ın Kitabı“
olarak gördüklerinden onu asla öğrenme gereği duymamış ve dolayısıyla da
inançlarıyla bağdaşmadığından, haklı
olarak bir tek medrese dahi Dersim’de
açılmamıştır. Dersimliler, kuşatılmış
bir coğrafyada olağanüstü şartlarda
hayatlarını zar zor idame ettiklerinden, inançlarını ve kültürlerini kayıt
altına alabilecek kurumlar yaratmada
maalesef çağın gerisinde kaldılar. Bu
ve benzeri sebepler okur yazar oranını negatif olarak etkilemiştir. Bundan,
ne yazık ki Sey Qaji de dahil bir bütün
olarak halk kültürü nasibini almıştır.
Sey Qaji, Dersim alevi ocaklarından
Sey Sabun Ocağı’na mensup bir erendir. Aleviliğin, pratikta şiir ve müzikle icra edilmesi Sey Qaji’yi etkiliyen
önemli bir faktördür. Gelenek de var
elbette.. Burada, hem bir usta-çırak
ilişkisi temel alınarak nesilden nesile
aktarılan tecrübeler var; hem de başkalarından etkilenme yoluyla bu işe
gönül verme.. Bir diğer esas faktör
de onun görme engelli olmasıdır. Bu
durum, onun diğer duyu organlarını
pozitif olarak daha da geliştirmiştir.
Öyle ki, 38 öncesi Dersim’de gözleri
olanlardan daha iyi, daha net bir biçimde mertlikleri namertlikleri, acıları
sevinçleri, iyilikleri kötülükleri, sevdaları kavgaları gönül gözüyle, aklıyla
görmüş, bunları sazına ve sözüne bütün hisleriyle taşımıştır.
Yeri gelmişken söylüyorum.. Halk kültüründe halklara düşmanlık, kültürlere
düşmanlık, dillere düşmanlık ve ırkçılk
gibi halkları karşı karşıya getirebilecek
düşüncelere yer verilmez. Hiç bir halkın kültüründe kötülük yoktur.. Ama
sınıflar vardır, halk kültüründe de sınıfların varlığı gözardı edilemez.. Sınıflar,
tarihsel olarak işbölümünden doğmuş
ve onlardan da soyut sanat oluşmuştur.
Bunlar, sanata kendi sınıfsal değerlerini her zaman yansıtırlar. Halk kültürüde de bu değerler görünür. Halk
ozanlarının yarattığı ürünler mutlaka
bir ihtiyaçtan kaynaklanır ve halkın bir
gereksinmesini karşılamaya yöneliktir.
Ozan, halkın düşünce, değer ve hislerini en etkileyici bir şekilde eserine yansıtmaya çalışır. Oturup ticari kaygılarla
ürünler yapmaz. Onu harekete geçiren
önce insan hayatıdır; doğa ve insanın
doğayla ilişkisidir; toplum ve bir bütün
olarak o toplumu oluşturan biraylerin
birbirleriyle kurdukları ilişkilerdir.
Yaratmalarında bunları en iyi biçimde
dile getiren ozanı halk sahiplenir. Sey
Qaji bunlardan biridir.
Dersim, alevi tarihinde çok önemli bir
rol oynar. Ayrıca alevi kurumsallığı
açısındandan da Dersim kendine has
bir özgünlük sergiler. Çok sayıda ocak
olmasına rağmen, Hacı Bektaş’a bağlı olanlar birkaçı geçmez. Anadolu’da
Hacı Bektaş Dergâhı’ndan sonra adeta
bu dergâhın işlevini yüklenmiş ikinci
merkez Dersim’dir. Onun rakibi değil,
tarhi koşulların bir zorlaması ve şekillendirmesi olmalı.. Dersim ocaklarının
serçeşmesi yine Dersim ocaklarıdır.
Yani bir misalle bunu somuta indirgersem: Kureşan Ocağının ekseriyeti
Baba Mansur Ocağına bağlıdır; Baba
Mansur Ocağı ekseriyetle Sey Sabun
Ocağına bağlı.. Burada her ocak neredeyse kendine has bir sürekle aleviliği
icra etmekte ve sadece Dersim’e değil,
Dersim’i çevreleyen illere de hizmet
vermekteler.. Zazaca bilen ocaklar bu
dili konuşan taliplere, Türkçe ve Kürtçe konuşan ocaklar da bu dilleri konuşanlara hizmette kusur etmemişlerdir.
Sey Qaji de bir ocağın mensubudur. O
da yoluna hizmet etmiştir. Talipleriyle
buluşmak maksadıyla kar kış demeden
dağlar dereler aşmış, köy köy, mezra
mezra dolaşmıştır. Bu faliyet onun düşünce dünyasını beslemiş, daha da zenginleştirmiştir. Yolunu yolağını bilen,
özüne sadık her alevi gibi, o da kendi
köyünde yaşasa bile evrenselliği yakalamış bir dünya vatandaşıdır.
Halk ozanları ürünlerinde esas olarak
insanı anlatırlar. Sadece Sey Qaji değil Homeros da insanı anlatır; Dede
Korkut, Aşık Veysel, Evdale Zeynıke
de.. Dil onun biçimsel yanını teşkil
eder. Bundan ötürüdür ki halk kültürü içerksel olarak evrenseldir. Sey
Qaji’nin evrensel bir dünya vatandaşı
olduğu tespiti, aynı zamanda simgesel
olarak Dersimlinin kimliğini de oluşturan öğeleri içinde barındırır. Bu öğeleri kısaca bazı örneklerle besleyerek
belirliyelim:
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
• Dersimliler Hakkın insanda tecelli
ettiğine inanırlar. Hızır, Hakkın insan
donundaki tecellisidir. Birçok donda
görünür. Tanıdık ya da tanımadık her
insanın donunda onunla karşılaşabiliriz. Bu donlarla dara düşen insanın
imdatına yetişir. Mesaj şudur: insanın
kurtarıcısı yine insandır. Dersimli ondandır ki her zaman mazlumun ve dara
düşenin yoldaşıdır. Tanrı dahi insanın
donuna büründüğüne göre, demek ki
insandan daha yüce bir değer yoktur.
Dersimlinin biri, Hızır’la buluşacağı yere vardığında karşıdan birinin
geldiğini görür. Gelen, yakın sunni
köyünün sakallı imamı olmasın mı..
Dersimli, yok artık, Hızır bir imamın
donuna mı girecek, diye düşünür ve
selamlaşarak geçer. Ama dayanamaz,
dönüp arkasına bakar ki imamadan
eser yok.. Eyvahlarla dövünür durur..
Tespit: İnsan en yüce değerdir.. Dininden ve inancından ötürü kimse dışlanmamalı. Unutma ki Hak ademdedir.
• Baba Derviş’e 1 yıllar önce; Dersimli bir ana’nın cem bağladığını duydum; sence bir kadın cem bağlıyabilir mi, diye sordum. Bana “Bak evlat!
Hak ademdedir, ama kimde olduğunu
bilemeyiz; bir kadında mı, erkekde
mi, çocukta mı; kim bilir ki kimde..
Dolayısıyla, insan kadına itiraz edemez” (“Ero oğul, Haq insani dero ama
nêzana ke kami dero; ceniye dero,
ciamerdi dero, domani dero; kam çı
zano ke kami dero. Coku mordem
nêşikino ke vaco ceniye nêbena”),
dedi. Dersim’de nikâh ikrar kadar kutsaldır. Nikâhtan dönülmez, nikâh üstüne nikâh yapılamaz; bazı özel şartlar
haricinde. Bu özel şartlarda da tarafları
rızası ve pirin rızası mecburi koşulur.
Tespit: Erkek kadından daha üstün bir
varlık değil, onunla eşittir. Asla cinsiyet ayırımı yapılmamalı.. Ve tek eşli
evlilik esastır.
• Kızılbel’de 2 cem bağlayan baba, çocuklar çok gürültü yapınca bunları
cemden kovar. Gel gör ki cem katılımcıları bir türlü coşa gelemezler, demi
bulamazlar.. Kimseden Hak aşkına bir
damla gözyaşı dahi akmaz.. Babanın
yüreğine kıvılcım düşer.. Hatasını anlar.. Çocukları tekrar ceme aldırınca
coşku yakalanır. Tespit: Çocuk hakları da insan haklarıdır. Onlar da insani
haklarından mahrum edilemezler.
• Kırdım köyünde cem bağlanır. Cem-
de, Dersimlilerin “kuze” dediği bir
sansarı kürkünü satmak için öldüren
bir köylüye, kışın yalın ayak dereden su
taşıtırlar ve bakraçla uzun süre cemde
tek ayak üstünde bekleterek cezalandırırlar. Yine, mala davara çok zarar
veren bir ayıyı öldürmek zorunda kalan aynı köyden bir şahıs, hastalanıp
yatağa düşünce, eğer ayıyı vurmasaydı
bu duruma düşmeyecekti diye söylenir
durur.. Dersimliler yabanıl hayvanlara zaruri kalmadıkça zarar vermezler;
“Herkes nasibini yer” (“Herkes nasivê
xo weno”) sözü bu maksatla söylenir. Avcılık yapmazlar. Dersimliler bu
görüşlerini dualarına da yansıtmaltadırlar. Örneğin; “Dilerim Hak/Hızır
bir kuşun kanını dahi dökmekten bizi
sakınır!” gibi (“Sala Heq/Xızır goniya
çüçüke çêverê ma mekero!”). Tespit:
İnsan hakları derken hayvan hakları da
unutulmamalı. İnsan, hayvanlar gibi bu
tabiattın bir parçasıdır. Hayvanların olmadığı yerde hayat da yoktur. İnsan,
doğayı ve onun bir parçası olan hayvanları canının istediği gibi kullanmamalı.
• Dersimliler “wayır” diye tanımladıkları doğaüstü kimi güçleri simgeleyen bir inancı benimserler. Türkçede,
bu Zazaca sözcüğün kelime olarak
karşılığı “sahip”tir. Dersim’de kimi
dağların, göl ve göletlerin, ırmak ve
derelerin, pınar ve çeşmelerin, ağaç
ve ormanların, kayaların taşların, boğazların geçitlerin... sahipleri var. Dersimliler yaşadıkları coğrafyayı adeta
bir büyük ziyaret gibi kutsarlar. Dağlarına, göl ve göletlerine, derelerine,
ağaç ve ormanlarına kutsiyet atfederler. Göllere girilmez, balıkları yenmez,
suları kirletilmez, ağaçlar kesilmez,
hayvanlarına dokunulmaz.. Bunların
hepsi “sahipler”in koruması altındadır.
Tespit: İnsanın olduğu kadar dağların,
göllerin,ırmakların ve ağaçlarında yaşama hakkı var. Bu hakkı ihlal eden
karşısında “wayır”ları yani “sahipler”i
bulur.
• Tercan’ın köylerinden birinde cem
bağlanır. Lakabı “Ağa” olan köyün
zengini ceme geç gelince, yer kalmadığından boş olan kapının arkasıa oturtulur. Bu durum Ağa’nın çok zoruna
gider ve hoşnutsuzluğunu hareketleriyle belli eder. Baba, Ağa’yı dara çıkarır, hem cezalandırılır hem de o yerde
sonuna kadar oturtulur. Tespit: Özünü
benlikten arınmalısın.. Ayaklara turab
olmalısın.. İnsanları horlamamalısın..
• Dersim farklı dillerin konuşulduğu
bir bölge. Zazaca konuşanların yanında Türkçe ve Kürtçe konuşanlar da var.
Şimdi olmasa da bir zamanlar Ermenice dahi kouşulurdu. Kimse kimseye bir
dayatmada bulunmaz, karşılıklı hoşgörü temelinde birlikte barış içinde yaşanırdı. Dilleri ayrı olsa da gönülleri birdi. Herkes birbirini olduğu gibi kabul
eder, karşılıklı saygıda kusur etmezlerdi. Ne Kürtçe konuşan Dersimliler
Zazacayı Kürtçenin bir şivesi olarak
görürlerdi; ne de Zazacayı konuşanlar
Kürtçeyi. Dersim alevi değerleriyle
oluşturulan bir Dersimli kimliği benimsenmiş, dile ve etnik kökene bakmadan eşitlik ve özgürlük temelinde
bir birlik kurulmuştur. Tespit: Yetmiş
iki millete bir nazarla bakacaksın ve
inancına, diline bakmadan önce insana
değer vereceksin.. Unutma ki ırkçılk
ve nasyonalizm halkların barış içinde
birlikte yaşamasını dinamitler. Irkçılık
ırkçılığı, şiddet şiddeti doğurur.
• Baba Derviş’in bir sözü daha var:
“Dersim’de eskiden derlerdi ki; eğer
verdiysen alırsın; eğer aldıysan verirsin; eğer inanmazsan bir gün kendi
gözlerinle görürsün”(“Dersimde verende vatenê ke; eke do, cêna; eke gureto, dana; eke inam nêkena rocê evê
xo çımi vênena”). Alevilikte ahirete
iman yoktur. Dolayısıyla da Dersim’de
cennet ile cehenneme inanılmaz. Onun
içindir ki cemlerde Mansur darına
kalkar, sorgu sualden geçerler. Bu hayatlarında büyük hatalar yapanlar, bir
sonra ki hayatlarında ruhları bir hayvanın donunda doğar. Tespit: İnsan, bu
dünyada yaptığının hesabını yine bu
dünyada verecektir..
İnsanı yücelterek tanrılaştıran ve inancının merkezine koyan; çağdaş anlamda olmasa da cinsiyet ayırımına
karşı çıkarak kadın haklarında eşitliği
benimseyen ve asırlardır bu hususta
kendilerine yönelik yapılan iftiralara
boyun eğmeyerek kadının Alevilikteki
yerini savunan ve buradan geriye adım
atmamak için direnen; çocuk ve hayvan haklarını gözetleyen; doğayı koruyan; farklı dillerdeki insanların barış
içinde birlikte yaşamasını sağlayarak
ırkçılığı reddeden; diğer inançlarla
karşılıklı saygı temelinde ve hepsine
bir nazarla bakarak var olmayı Dersililer kendilerine temel edinmişlerdir.
Kâmil insandan kâmil topluma doğru
gidilen bir yoldur bu. Kısaca özetleme-
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğe çalıştığım bu esaslar Dersim alevi
değerlerinin yalnızca başlıcalarıdır.
Bunlar, günümüzde hem İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’yle rahatlıkla
mukayese edilebilir değerlerdir, hem
de 19.yüzyılın en büyük aydınlamacısı ve bugün hâlâ adından sözettiren
Marx’ın dünya görüşüyle. Zira Marx
sosyalimi, bugünki insandan daha iyi
bir insan yaratmak; komünizmi de hümanizm ve naturalizm olarak tanımlamaktadır. Kapitalizmin hem analizini,
hem de negatif bir eleştirisini yapan
Marx, krize dair ileri sürdüğü isabetli
öngörüleriyle çok gündeme geldi. Görüldüğü gibi, Marx da düşüncelerinin
merkezine insanı ve insanın bir parçası
olduğu doğayı koymakta. Alevilikte de
insan doğduğu günden itibaren insanlaşmaya başlar ta mezara gidinceye kadar. Hep daha iyi bir insan olmaya çalışır. Kâmil insan olma mücadelesidir
bu insanlaşma. Peki yukarıda kısaca
ifade etmeyi denediğim Dersim değerleri hümanizm ve naturalizm değil de
nedir? Ve burada aktardığım alevi değerlerinin canlı olarak hüküm sürdüğü
bir zaman ve makânda yaşıyan Sey
Qaji nasıl evrensel olmasın ki? O, bu
değerlerle hem beslendi ve hem de şavkı günümüze vuran bir taşıyıcısıydı.
Dersimliler, Sey Qaji’nin büyük bir
halk aşığı olduğunu söylemekteler..
Ama ne yazık ki onun ürünleri henüz
bir araya derlenmedi, yazı ve notaya
kaydedilmedi. Sey Qaji’nin sanatsal
faliyetini kapsayan bütün ürünlerini,
kendisine dair aktarılan rivayetleri,
hayatı ve hayatını birlikte paylaştığı
insanlarla olan ilşkilerini ve derli toplu
bir biyografisini de çıkarmak gerekir..
Bu çok kolay olmayacak.. Biliyorum..
Çünkü nereden bakarsak bakalım Sey
Qaji’nin ardından tam yetmiş beş yıl
geçti. Nihayet bir gün Dr. Daimi Cengiz Sey Qaji için alarm verdi.. Sey Qaji
sevenleri olarak bizlerden, bu kollektif
çalışmaya katkı sunmamız gerektiği
çağrısında bulunuyordu. Gecikmesine
gecikmiştik ama belki de bu atakla Sey
Qaji’den arta kalan birşeylere ulaşırız,
ya da onun sağda solda dağınık olarak
duran ürünlerini bir araya toparlarız
diye düşündüm. Ayrıca, Dr. Daimi
Cengiz’in bu işe elatması beni daha
da sevindirdi. Sey Qaji’nin hak ettiği
bir çalışmanın (bir kitap çerçevesinde
yapılan en kapsamlı çalışma olacak)
ortaya çıkacağına şimdiden bütün kalbimle inanıyorum.
Benim bu hususta yapabileceğim katkı bir söyleşiden ibaret.. Hem Sayder,3 hem de Sey Qaji’yi kapsayan bir
söyleşi. Pülümür’ün Kırdım köyünden iki yaşlı akrabamla 1991 yılında
Almanya’da görüştüm. Bana Sayder’in
ikici eşi Ana Derge’nin, Sayder’in hayatından kesitler de içeren anılarını
aktardılar.
yoktu. Muhtemelen bu, birinci kitabında, yukarıda sözünü ettiğim kimi kaygılardan ötürü sansürden geçmiyen bölümdü. Gerçeği tam bilmiyoruz.. Ama
buna rağmen öyle sanıyorum ki, Dr.
Nuri Dersimi’nin elinde Sey Qaji’yle
ilgili daha fazla bilgi olmuş olsaydı,
ardında bıkatığı bu belgelerin içinden
çıkması gerekirdi.
Söyleşiye geçmeden öncelikle şunu
söylemek istiyorum.. Daha önce de
kimi kitap ya da dergilerde, bunların
dünya görüşleri bize çok ters gelse de,
Sey Qaji’nin adı elbette anıldı, ürünlerinden örnekler sunuldu.. Bizden önce
de bu cevheri görenler vardı. Örneğin: „Sevdin“ adlı ağıtın Sey Qaji’nin
olduğu birçok kaynak tarafından
doğrulanmaktadır. Dr. Nuri Dersimi
„K.T.Dersim“ adlı kitabında bu ağıta
yer vermektedir. Gerçi o, Sey Qaji’nin
adını anmıyor.. Yanlışlıkla sözkonusu
ağıtın „Dursun“ tarafından söylendiğini ileri sürüyor. Ama bu durumu
değiştirmez.. Biz, Sey Qaji olduğunu
biliyoruz.. Bu durumda Dr. Nuri Dersimi, Sey Qaji’nin adını anmadan onun
ürünlerinden birini yarım da olsa ilk
defa yazıya geçen kişidir.
Dr. Nuri Dersimi’den sonra, Sey
Qaji’nin adını zikrederk ve onun ürünlerinden de örnekler veren ikici esas
kaynak Sait Kırmızıtoprak’tır. Onu
yıllar sonra Zilfi Selcan takibeder.
Seksenden sonra da birçok dergi, gazete ve kitapda onun hayatı ve ürünleri
gündeme geldi.
Acaba Dr. Nuri Dersimi’nin elinde Sey
Qaji’ye dair daha fazla bilgi olabilir
miydi? Bu soruya, ardında bıraktığı
anılarını kapsayan notlarından yola çıkarak hayır demek mümkün. Ayrıca bu
notlarla birlikte bir husus daha gün ışığına çıktı. O da şu: Yetmişlerin sonundan itibaren Avrupa’da göçmen olarak
yaşıyan, Kürt aydınları ve hareketiyle
sıcak ilişkileri olan kimi Dersimliler,
Dr. Nuri Dersimi’nin bu kitapta Dersim Aleviliğine daha geniş yer verdiği
duyumunu almışlardı. Fakat kitap basıma hazırlanınca onu gözden geçiren
Kürt hareketinin o dönemde Suriye
ve Lübnan’da yaşayan öncüleri kaygılanırlar. O günkü şartlardan hareketle
aleviliğe çok fazla yer verildiği, bunun
Kürt halkının birliğini zedeleyebileceği tenkidinde bulunurlar.. Dr. Nuri
Dersimi yapılan ikazları dikkate alarak bu bölümü kitabından çıkarır. Hakka göçtükten yıllar sonra, Doktor’un,
büyük bir bölümü anılardan oluşan
notları „Hatıratım“ adı altında basıldı.
Bu kitabı çıkınca sözkonusu duyum biraz daha netlik kazandı. Zira bu kitapta
„Dersim Seyitleri Bahsi“ olarak geçen
Dersim Alevi Ocaklarına ayrılan bölümün, özünde hatıratla hiç bir alakası
* * *
HARSE YENGE VE MUSTAFA
AMCAYLA 4 SÖYLEŞİ
Ana Derge Sayder’in ikinci eşidir.
Birinci eşinden çocukları olmayan
Sayder bu hanımla evlenir. Bu eşinden de henüz evlat sahibi olmamışken
Sevdin’de vurulur. Sayder öldürülünce
Ana Derge sonra da Dewrês Xıdır’a
(Derviş Hıdır) varır. Onun vefatının
ardından da Alê Kuki’yi (Pelte Ali)
alır. Ana Derge bir hayli uzun bir ömür
sürer. 1967’de Hakka yürür..5
Ana Derge’nin esas adı Hacer’dir. Uzun
boyluymuş, tahmini iki metreye yakın..
Bir hayli de güçlü kuvvetli.. Erkeklerden daha cesur, daha yiğit bir kadınmş..
Bir keresinde, Dersim Katliamı’nda
karşılaştığı iki askerden her birini bir
eliyle yakalar.. Ve bunların kafalarını
birbirine çarparak yere atar.
Ana Derge, Kırdım’da 6 uzun yıllar
Harse Yenge’ye komşuluk yapar. Evleri yanyana olduğundan gece gündüz
görüşürlermiş.. Bu arada o, zaman zaman da Sayder’den bahsedermiş.. Harse Yenge diyor Ana Derge derdi ki:
„Sayder beni almaya geldiğinde ben
daha ufak tefek bir şeydim, çok küçüktüm.. Sayder’i sorarsan, o öyleydi ki..
kaya gibi bir erkekti.. Boyu benim boyum kadar değildi ama güçlü kuvvetliydi.. Burnuna yakıştırdığı uzun bir
bıyığı vardı.. Sonra bıyığı, saçı, kaşı ve
kirpikleri simsiyahtı.. böyle parlıyorlardı.. Çok yakışıklı bir erkekti..
Sayder’in birinci eşinden çocukları
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yoktu.. Onun adı da Hacer’di, benimki de.. O beni çocukları olmadığından
gelip almıştı.. Böylelikle biz iki Hacer
birbirimizin kuması oluverdik!.. Ben
daha çocuğum, dünyadan haberim
yok.. Hem Sayder’den utanıyorum,
hem de ilk eşinden.. Onun ilk eşi çok
güzel bir kadındı.. Arkasında uzun
saçları vardı.. O, yere oturduğunda saçının örükleri aşağı sarkar yerde toplanırdı..
Akşam olduğunda ilk eşi getirir iki
yatak sererdi.. Biri kendisine, diğeri
de benimle Sayder’e.. Ben ondan da
Sayder’den de utandığımdan gidip yatağa girmezdim.. O bana derdi ki:
„Hacer, kalk git kocanın yatağına gir..
Yat artık, sen burda ne oturuyorsun?!..“
Ben ondan utanırdım, onun yanında
kalkıp Sayder’in yatağına girmezdim..
Öyle oturup onu beklerdim.. Taa ki o
kendi yatağına girip uykuya dalıncaya kadar.. Sonra ben sessizcene kalkar
onun yatağına varırdım.. Usulcacık
sırtından yorganını kaldırır yatağına
girerdim..
Gecenin bilmem kaçında Sayder çıkar
gelir, elinde çırayla başımızın üstünde
dururdu.. Şakayla ilk eşine derdi ki:
„De bakim Hacer, ben bunu kendime
mi aldım, yoksa sana mı aldım?“ O
derdi ki:
„Sayder, bunu kendine aldığını ben de
biliyorum.. Sen bana ne söylüyosun
ki?.. Bak ben orda yatağı serdim.. Kendisine „Kız git yatağına gir“ dedim..
Ben uykudaydım, nerden bileyim ki o
gelip benim yanıma girmiş..
Sayder beni çekip kendi yatağına götürürdü.. Üç sene halim böyleydi.. Üç
seneden sonra alıştım artık.. Yavaş yavaş uyum sağladım.. Zamanla o savaşa
gitti ve Ruslar tarafından vuruldu..“
Harse Yenge diyor ki:
„Ana Derge’in kendisi bu Sayder ağıtını söylerdi.. Ben kendisinden hepsini
kapmıştım.. Şimdi aklımda fazla birşey kalmadı.. Ancak birkaç dizeyi hatırlayabiliyorum..
Şahım Sevdin’dir bura
Aslanım Sevdin bura
Sayder’im tan attı gün doğuyor
Bir yandan da vuruşuluyor tüfeklerle
Ama Sayder’imin tüfeğinden ses
çıkmıyor
Zar zor duyuluyor Sayder’imin sesi
(...)
Sayder’e diyorlar bize vasiyetini et
Diyor ki sizlere ne vasiyet edeyim ki
Cenazemi götürüp Germıke’de
Kayınlarımın yanında defnedin
Sayder’im artık gün doğuyor
Ama Sayder’imin tüfeğinden ses
çıkmıyor
(...)
Sayder’imi getirdiler yanası
Herdif’te söğüt gölgesine
Kurban olayım sana Sayder’im
Merdi meydanım benim
Biz düşmanın ortasındayız diyorlar
Ağırdan ağırdan kendine inle sen
(...)
Sayder’im artık gün doğuyor
Ellerin kervenını yola çıkarmış ama
Sayder’im kendisi kervandan kopmuş
Yenge diyor ki:
„Bu daha çok uzun, ama benim aklımda kalmadı.. Sayder’in kayınbiraderleri Ana Derge’nin kardeşleridir.. Ondan, Ana Derge ah vah çeke çeke bunu
söylerdi..
(...)
Mustafa Amca söze giriyor:
„Bu Sevdin ağıtını Sey Qaji söylemiş..
Sey Qaji gece gündüz durmadan söylerdi.. O, kendi rüyasını görmiştü.. Rüyada, bir ölçek darıyı onun boğazına
akıtırlar.. Gece gündüz söylemesine
rağmen bitiremezdi.. Sayder’in bu ağıtını Sey Qaji söylemiş.. Sey Qaji.. Dersim katliamı başladığında henüz hayattaydı.. Abdullah Paşa Dersim’in üstüne
asker çektiğinde o hâlâ yaşıyordu.. İşte
o, Dersim –katliamı- üstüne de biraz
söyledi.. Daha hayattaydı.. Yani anlayacağın, Sey Qaji’nin ki öyle basit bir
söyleme değildi.. Kör biriydi..“
Harse Yenge:
„O, kadınlar üstüne söylerdi.. Derler
ki, o kadınlar üstüne söyledi mi insan
gülmekten kırılırdı..
Bak şu güzele
Zinciri bezeyip saçlarına takıştımış
Yüklemiş evini eşyasını
Boğaz’ın ortasına varmış
Oturuyor şimdi sacın önünde
Ahali kurt ağılı bastı
Aldı gitti gri keçiyi
Aman ha kurt aman
Düştüm ben ölmüşlerinin bahtına
Sen o gri keçiyi şimdi bırakma
(...)
Bir de ayran yaymak için de söylerdi..
Ayranım ayran oluver artık, diye..
İnsan söylemesine doyamazdı..
* * *
Bu söyleşiyle ilgili bir değerlendirme
yapmaya çalışırsak şu çıkarımları sıralayabiliriz:
• Sayder ağıtı Sey Qaji’ye malediliyor.
• Ayran yayarken söylenen iş şarkısını
-Dowo dowo bıbe- keza Sey Qaji söylüyor.
• Sey Qaji, Dersim Katliamı başlarken
henüz hayatdaydı. Bu söyleşiden çıkardığımız bir neticedir bu. Tartışmalı bir
husustur.. Ama elinizdeki bu çalışmayla bu ve benzeri sorunlar muhakkak
netlik kazanacaktır..
• Dersim Katliamı’yla ilgili de ağıtlar
yaptı.
• Sey Qaji maniler de söyledi. Anladığım kadarıyla satırik, yani hiciv içeren
maniler de okumuş. Aslında bu tür
mailerin bir ustası da Pülümür, Tercan
ve Kiği yöresinde çok tanınan Memo
Bom’dur. Bir hazır cevap, bir söz ustası. Zazaca dilindeki satırik manilerin
piri. 1968 Pülümür depreminin olduğu
gece eceliyle tabii olarak hayattan koptu. Ama deprem neticesinde öldüğü sanılarak adı radyodan duyruldu.
• Sey Qaji, şairlik ilhamını Haktan alır.
Bu inanç bir rüyayla beslenir. Böylecene onun hazinesi ne eksilir, ne tükenir.
Gece gündüz söyler durur. Kimi Türk
halk şairlerinin rüyalarında, aksakallı
bir dervişten bade içtikten sonra ilham
alıp aşıklık geleneğine başlamalarını
andıran bir rüyadır Sey Qaji’nin gördüğü. Tıpkı Pir Sultan Abdal’ın gördüğü rüya gibi. Burada ilginç olan “darı”
motifinin kullanılmasıdır. Sanırım Sey
Qaji bununla güzel öten kuşlara benzetilmek isteniyordur.
• Sayder iki kere evlenmesine rağmen
çocuğu olmadan öldürülüyor.
• Her iki eşinin adı da Hacer’dir.
• Sayder, ikinci eşi tarafından boylu
poslu, güçlü kuvvetli, simsiyah uzun
bıyıkları, simsiyah kaşları, kirpikleri
ve saçları olan çok yakışıklı bir yiğit
olarak betimleniyor.
* * *
Söyleşinin Zazaca orjinali:
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
NAÇIKA HARSE BE APÊ
MISTEFAYDE QESEYKERDENE 7
ceniya verena ra sermayinu.. Na ceniya diya verene zaf rındeke biye.. Poro
de derg pê daê de bi.. Eke hard de
niştenê ro, na gılangê porê daê amenê
hardi sero biyenê top..
Sande ke biyenê, ceniya verene ardenê
dı cıli fiştenê ra.. Cıla jüye xorê, a bine
ki mı be Sayderirê.. Ez aêra ki, Sayderi ra ki sermayienê, nêşiyenê cıle
nêkutenê.. Aê vatenê:
Naçıka Harse be Apê Mıstefay ra
Foto:M. Cömert
Ana Derge ceniya Sayderiya pêyena.
Sayder, ceniya verene ra ke domani
nêbenê, yeno Ana Derge xorê beno.
Aêra ki wena domanê xo nêbiyê
Sevdin de amo kistene. Ana Derge,
eke Sayder yeno kistene sona Dewrês
Xıdıri cêna. O ke mıreno ki nafa Alê
Kuki cêna. Emrê Ana Derge xêlê derg
beno. 1967de şiya heqiya xo ser. Eke
merda 80 serre ra vêrda.
Namê Ana Derge Xecera. Bezna xo
derg biya, qasê dı metri.. Dest u payi
bena.. Vanê aê ciamerdi kuyenê.. A,
ciamerdu ra daha hewle, ciamerdu
ra daha pête biya.. Jü rayê, tertelê
Dêrsımi de dı eskêri kuyê ra naê dest..
Nine her jü eve desto jüra pêcêna,
saranê nine kuyna jüviniro erzena uca.
Ana Derge Qırdım de xêlê serru Naçıka Harserê ciraneni kena. Çê jüvini
têlêwede beno. Sew u roc sonê jüvini
yenê. Vake aê gegane qalê Sayderi ardenê ra. Naçıka Harse vana aê
vatenê ke:
„Sayder ke ame ez berdane ez wena
hevıkê biyane, senıkê biyane.. Sayderi
ke pers kena, o ciamerdo de jê zınari
bi.. Bezna di hundê bezna mı derg
nêbiye, ama o dest u pay bi. Zımela
de derge verê pırnıkede biye.. Zımela
xo, porê xo, buri u bızangê hêni şia
bike, nia bereqiyenê.. Zaf ciamerdo de
xosero bi..
Yê Sayderi ceniya xuya verenera
domani çine bi.. Namê daê ki Xecere
biye.. Namê mı ki Xecere bi.. Domanê
xo ke nêbi, i coku ame ez berdane..
Ma dı Xeceri bime hewiyê jüvini!..
Ez wena domanene, hayrê dina niyane.. Hem Sayderi ra sermayinu, hem
„Xecê urze xorê so cıla mêrdê xo
kuye.. Xorê rakuye, tı itka çı nisena
ro?!..“
Ez cıra semaiyenê, lêwê daê de
nêşiyenê cıla Sayderi nêkotenê.. Ez
nistenê ro, aê sero vınetenê.. Kêyke a
kote cıla xo, şiye hewn ra.. Ez gıranek vaştenê ra, şiyenê cıla daê ser..
Bêveng orxane kerdenê berz, kotenê
pê mianê daê..
Sewe nêzo çı şiyenê, Sayder amenê..
Çıla guretenê xo dest, ma sero
vınetenê.. Eve yaraniye ceniya verenera vatenê:
„Nê Xecê, mı na cenıke torê arda,
yaki xorê arda?“ Aê vatenê:
„Sayder, ezı ki zanonu ke qa to na
xorê arda.. De tı mı ra se vana?.. Qaê
mı uçka cıle kerda ra.. Mı cıra va
„Çênê so cıla xo kuye..“ Ma ez çı zanenu ke a ama kota lêwê mı.. Ez xorê
hewnde biyane..“
Vanê Sayderê mı weşiyanê xo bıke
Vano weşiyanê xuyê çınay bıkeri
Meyitê mı berê Germıke de
lêwê vıstewranê mı de wedarê
Sayderê mı sodıro roc vecino
Vengê tufangê Sayderê mı endi
nêvecino
(...)
Sayderê mı ardo Herdifo vêsaê şiya
viyale
Ez qurvanê Sayderê xo bi
Sevkanê serê salê
Vano Sayderê mı ortê dısmeniyo
Xorê gıran gıran bınale
(...)
Sayderê mı sodıro roc vecino
Sayderê kewranê sarri fişto raê
Kewranê Sayderê mı cıra vısıyo..“
Naçıke vana:
„Na zaf derga, qa mı viride nêmenda..
Vıstewrê Sayderi bıraê Ana Dergeê..
Na Ana Derge ax kerdenê, puf kerdenê
naê vatenê.. „
(...)
Apo Mıstefa vano:
Sayderi ez ontenê berdenê cıla xo..
Hirê serri halê mı nia bi.. Hirê serri
ra dıme mı xo daro cı.. Pede yemisê
cı biyenê.. Badena o şi herb, Urızi na
pıra kist..“
„Khılama Sevdini Sey Qaji vata..
Sey Qaji sew u roc vatenê.. İ hewnê
xo dibi.. Hewn de, kodê korek kerd
gula di.. İ pesewe peroc vatenê
nêxelesnenê.. Na khılama Sayderi i
vata.. Sey Qaji.. Na, hatanu tertelê
Dêrsımi wena wes bi.. Abdıla Pasay ke
eskêr êşt Dêrsımi ser o wena wes bi..
İşte i tenê Dêrsımi sero vati.. Wena
wes bi.. Qa ê Sey Qaji isê vatene nêbi..
O kor bi..“
Naçıka Harse vana:
(...)
„Ana Derge be xo feki khılama Sayderi vatenê.. Mı pêro guret bi.. Nıka
mı viride nêmenda.. Tek dı hirê çekü
yenê ra mı viri..
Naçıka Harse vana:
„ İ nia ceniyu sero vatenê.. Vanê
ni ceniyu sero vatenê mordem pê
qırbiyenê..
Sayê mı Sevdino
Şerê mı Sevdino
Sayderê mı roc vecino
Hetê ra tufang erzino
Vengê tufangê Sayderê mı endi
nêvecino
Vengê Sayderê mı xori xori yeno
Rında mı zincire xemelna
êşta ortê pori
Çê xo bar kerdo
Şiya ortê Boxazi
Nişta ro verê saci
(...)
Lawo vergi verda gore
Berde bıza gewre
Vergo ezo bextê astanê ma u piyê to
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bıza gewre rameverde
(...)
Vanê i doy sero vatenê.. Dowo dowo
bıbı.. İsan pıra merdenê..“
Kaynak: SEY QAJİ, Dr. Daimi Cengiz, Horasan Yayınları, 2010
..................
1. Baba Derviş’in yaşı sekseni geçkin.
Kendisi Erzincan’da yaşamakta.
2. Kızılbel, Kırdım dahilinde Kureşanlıların kaldığı bir küçük köy.
3. Sayder; Şah Haydar adının Zazaca telafuzdaki kısaltılmış formudur.
Türkçede Muhammet’in Mehmet
olması misali.
4. Hem Harse Yenge (Emine Cömert)
hem de Mustafa Amca (Mustafa
Cömert) Hakka yürüdüler. Mezarları
Bursa/Kestel belediye mezarlığında
bulunmaktadır.
5. Ana Derge’nin mezarı Konya/
Ereğli, Zengen beldesi, İnönü mahlesi’ndedir. İkinci eşi Derviş Hıdır’dan
olma oğlu Baba Düzgün yaşlı olmakla
birlikte hâlâ hayatta.
6. Kırdım, Pülümür’e bağlı bir köy.
7. Bu okuduğunuz söyleşi bölümü
1991’de Zazaca olarak kaleme alındı.
Berhem dergisi arşivinde bulunmakata ama ilk kez burada yayımlanıyor.
1992’de, Berhem yayınlaında çıkan
Dersim Türküleri kitabının Sayder
ağıtı dipnotunda kaynak olarak gösterildi.
Malatya'da şehit edilen kardeşlerimizi
anarken, bu karanlık operasyonu
anlamaya da çalışalım:
İsa Karataş
Kanlı Eller Operasyonu
Malatya “Zirve Katliamı”
• Yazar: Yakup Doğru
• Ebat: 13,5 X 19,5
• Kapak: Karton Kapak
• İç Kağıt: 60 gr. kitap kağıdı, resimler bölümü 115 gr. kuşe, renkli baskı
• Sayfa: 288
• Fiyat: 10 TL
• ISBN: 978-605-64757-0-2
Necati, Uğur ve Tilmann kimdi?
Malatya'da ne işleri vardı? Ülkeyi
bölmek amacıyla uğursuz bir entrikaya bulaşmış karanlık kişiler miydiler?
Yoksa Türkiye'yi seven ve halkına
saygı duyan insanlar mıydılar? Necati Aydın ve Uğur Yüksel Malatya'da
Zirve Yayıncılık ofisini neden açmışlardı? Tilmann Geske'nin Türkiye'nin
kalbinde tercümanlık işi yapmasının
ardında ne gibi insanlar ya da güçler
vardı? Gönül verdikleri Hristiyanlık
inancı hakkında insanlarla neden konuşuyorlardı?
2006 yılında aylarca belli başlı şüpheliler onları izlediler... Ve planlar
yaptılar. Onları susturmak arzusuyla
"doğru zamanı" beklediler ve sonunda saldırıya geçtiler. 18 Nisan 2007'de
sabahın erken saatlerinde bıçaklarla,
iple ve plastik eldivenlerle donanmış
beş genç Zirve Yayıncılık ofisine geldiler. Necati, Uğur ve Tilmann ile çay
içen gençler ansızın harekete geçerek
kurbanlarının ellerini ve ayaklarını
bağladılar. Sonraki bir ya da iki saat
boyunca, kurbanlarını defalarca bıçakladılar ve ardından boğazlarını
kestiler.
Necati’nin bir arkadaşı o sabah ziyaret
amacıyla ofise geldi. Ofise geldiğinde
bir şeylerin yolunda gitmediğinden
şüphelenerek polisi aradı. Polis olay
yerine geldiğinde Tilmann ve Necati ölmüştü bile. Sağlık görevlileri
Uğur'un güçlükle nefes aldığını fark
ettiler, ancak o da günün ilerleyen
saatlerinde arkadaşları gibi hayatını
kaybetti. Katillerden biri kaçmak için
üçüncü kattan kendisini boşluğa bıraktı, ama polis katillerin tümünü suç
üstü yakaladı… Elleri kanlı bir halde.
Olayın üzerinden yedi yıl geçtikten
sonra bile mahkeme hâlâ bir karar
vermiş değildi. Yeni çıkan bir yasa
nedeniyle, katiller 2014'ün Mart ayında hapishaneden tahliye edildiler.
Tilmann'ın dul eşi bugün hâlâ İsa
Mesih'in sözlerini içtenlikle tekrarlıyor, "Bağışladım."
Elinizdeki kitap Necati, Uğur ve
Tilmann'ın benzersiz bir resmini gözler önüne getirmektedir. Kanıtları
dikkatli bir gözle inceleyerek son 200
yıldır Türkiye'deki misyoner etkinliklere ışık tutmaktadır. Bu adamlar
gerçekte ölmeyi mi yoksa yaşamayı
mı hak ediyordu? Malatya davasında
adaletin yolu açık mı? Gerçek ne?
© Yeni Anadolu Yayıncılık
Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol San. Sit. No: 81/87
Topkapı, İstanbul - Türkiye
Tel: (0212) 567 89 92
Fax: (0212) 567 89 93
E-mail: [email protected]
www.yenianadolu.com
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN
ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN!
Hêjayan,
ez dixwazim her kes bizanibe ku, ez
ne „akademîkkar“, siyasetmendar,
birêvebirê tu rêxistin, saziyên ol, mal,
komel û medyayeke civaka Êzdî me.
Karê min, eva serê 39 salan berhevkirina zargotin (dîrok û kevneşopiyên
ku di hiş û mejuyên endamên civaka
Êzdî de mane), lêkolînkirin û nasandina ola Êzdîtiyê ye. Ji roja ku min
dest bi vî karî kiriye, ez nerînên xwe,
ji xeynî bizimanê Kurdî pê ve, wekî
dinê bi tu zimanekî xerîb pêşkêşî
raya giştî nakim û ez hêjî xwe weke
nivîskarekî Kurd na hesibînim.
Ez hercar li goriya tecrûbe, hişmendî,
derfet û Êzdînasîna xwe dêjim, gava
ku meriv li herikandina mîtolgî,
dîrok û zargotina me „Kurdên resen“
binêren, merivê hingê bivînen ku,
zimanê Kurdî yê zikmakî û tîpên
elfaba Kurdî ji ber dengê lorîk,
stran, kilam, çîrok, destan û zargotina ilm(beyt, cîvanok, duha,
lawij û qewlên) Êzdiyatiyê hatine
afirandin. Lê mixabin, “zanîn û
agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar,
berpirsyarên mal, komel, ol, partî û
rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka
olên li Kurdistanê û bi taybetî jî li
ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me
Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî
pir kêm û lewaz en(*1)”. Lewma ez
timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî
Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî
binivisînin û bixwînin!(*2)“. Tiştê ku
ji min hatiye, min heta niha ev mafê
bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi
dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên
ku di gelek kovar, malper û rojnamên
Kurdî de hatine weşandin de jî daye
xwanêkirin...
Spas ji Xwedê re û „ez xwe zahf
bextewarim dibînim ku, min karîbû
bi guhirandina demê ra, gelek
veguhastinên paş û pêşxistina çanda
Kurdî li Ewrûpa yê bivînim..(*3)“ Lê
ji aliyekî ve jî, ez gelekî xemgînim
ku, îro „akademîkkar“, birêvebirên
ol, mal, komel û medyayên me hêjî
nebûne hêzeke civakî û netewî. Piraniya wan hêjî nizanin ku; ”EZDA
navekî Xwedê ye û EZDAHÎTÎ jî
Kemal Tolan
maka hemû mîtologiyên xwezayî
û pirtûkên pîroz e!, ew jî navê
Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya zanîn û zimanên xerîban şaş
didine xwanêkirin..(*4)”, nikarin
di pêwendî, çapemenî û medyayên
ragehandinên xwe de, bi elfabeya
Kurdî ya bi tîpên latînî bi nivisînin
û bidine xwandin. Belê hima wisa,
ez gelekî pê diêşim ku, zahfê me
hêjî mîtolgî, dîrok û zargotina xwe
baş nasnakin û fêhmnakin ku hîmên
Êzdîtiyê, tenê bi perwerdeha nasname
ya Kurdî dikare were pêşxistin û parastin. Gelek ji me hêjî bawer nakin û
nizanin, gava ku zarokên me jî weke
me(evên wexata ku ji welat derketin
û temenê me ji heft salan zêdetir
bûn )di salên zarokatiya xwe de bi
lorîk, stran, kilam, çîrok, destan,
beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên
Êzdîtiyê mezin nebin, ewê nikaribin bi zimanekî xerîban tenê, van
pirsgirêka nasname ya ol û netewiya
xwe bi ramanên xwe çareser bikin.
Lewma jî min gotiye û dêjim, „Gava
ku kevneşopên bingeha olekê neyêne
jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî
nikarin sedûhedên wê olê biparêzin.
(*5)” Asîmlebûna zarokên Kurdên
ku, li herêmên Kurdistanê û Ewrupa
yê dijîn, ne tenê gunehê dewleta dagirker û welatê ku em lê dijîn e.
Bi dîtina min, eger ku
„akademîkkar“, civaknas“sosyolog”,
birêvebirên olî, mal, komel û
medyayên civaka me Êzdiyan, dixwazin bi rastî dîroka ola „Kurdên Re-
sen“ baş bidine naskirin û Êzdiyatiyê
ji bo pêşerojê biparêzin; divê ew
jî erka xwe ya netewî û dîrokî baş
nasbikin, “mîna akademîsyenên
xelqên dinê, bikevine nav wêje û
zargotina Êzdiyan, wê kevnarî,
rastiya baweriya Êzdîtiyê û dîroka
me, ya ku dujminên gelê me bi darê
zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya xwe guhastine, lêkolîn bikin
û dewlemendiya ol, çande-folklor
û dîroka Êzdîtiyê ne li goriya zane
û dîroknasên xerîban û dagirkirên
welatê me, bi dewletên xerîb û bi
ciwanên me bidine naskirin.(*6)”.
Ew bi pisporî û zanîna Êzdîtiyê
sedemên ku ciwanên Êzdiyan xwe di
nava biyaniyan da şermezar û biçûk
dibînin bidine naskirin. Ew dev ji
wan projektên mezinkirina kesayetî û
navên rêxistinên ku gelekî binirxên,
lê di kiryarên xwe de gelek fêda nadine endamên civakê, berdin. Ew jî
li goriya tifaq û pisporiya xwe, bikevine nav wêjeya kevneşop û zargotina
Êzdiyan, hemû tekstên lorîk, stran,
kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok,
duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê, yên ku
oldarên me bi hemd anjî bê hemdî,
lê dîroknivîsên dagirkirên welatê
me û hevalbendên xwe, ew bi zanistî
guhastine di navendekê de tomarbikin. Di peyra naveroka wan li
goriya zimanê zikmakî sererastbikin
û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên
rêxistinên civaka Êzdî û endamên
Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine
pejirandin. Her weha ji bo zarok û
ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî yên ku
di dibistanên Almanya(û tevaya cîhên
ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa ola
xwe bi fermî bêne bêrwerdekirin,
hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de
bavêjin. .....
Gava em di vê demê û di nava van
derfetên ku îro hene de, xwe li ser
bingehên civakî, olî, netewî û jiyana hevparî(întegrationê) birêxistin
nekin, hemû rêveberên rêxistinên
civaka Êzdî û endamên Meclisa
Rûhaniyên Êzdiyan parastina xwandin, nivîsandin û axaftina bi zimanê
zikmakî li ser xwe ferznekin û yên ku
li diyasporayê dijîn yekbûna nasnama
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zimanê olê(Kurdî) bi hemda xwe ne
parêzin, êdî zarokên me yên ku xwe
tenê bi zimanê tirkî, îranî-farsî, rusî,
ermenî, ereb(îraqî û sûriyê)î, almanî
û hwd.bidine naskirin jî, nikaribin
weke zarokên xelqê, bi aqilmendî
ji pêşeroja xwe re xwedî derkevin. Ciwanên me yê nikaribin van
valeyên di dîroka me de hene, wekî
ku di zargotina me de tê gotin, „dem
bi demê re lê, her dem bi Xwedê
re“ li goriya demê dagirin û wan
mafên xwe yên ku hatine tûnekirin
cardinê vegerînin. Lewma hêjî dêjim,
“gava ku kevneşopên bingeha olekê
neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên
civakê jî nikarin sedûhedên wê olê
biparêzin(*7)”. Wê „rewşenbîr, zahne, sazî, komel, dezgeh û rêxistinên
partiyên Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin
weke her dîn, civakê, çarenûsa xwe
bihêz û rêxistbûna endamên Êzdîtiyê
diyar bikin(*8).
“Ez bi xemgînî dibînim û dibihîzim
vêga hêjî hinek dîroknas, zahne,
nivîskar, lêkolînvan û hwd. merivên
Kurd û xerîb ku Êzdiyatiyê nas nakin
hene û dibêjin, di Êzdiyatiyê de reform çê nabin û divê di Êzdiyatiyê de
reform çêbivin.“ anjî wan reformên
çê buhne nabînin !(*9) Weke ku
min gotiye tifaq, rêxistbûn, xwe
guhastinên xwezayî û “reform” bi
gotinan tenê û li gor daxwaziya çend
evdên ku “xwe întegre kirine, ji bo
berjiwendiyên kesayetiya xwe bûne
dr., parêzvan, civaknas û hwd., wisa
yên ku bi îrada xwe nikaribûne”
ji nasname civak û netewa xwe
dûrketine çê nabin. Divê em baş
bifikirin, bê çima pêşiyên me li ser
wan evdên ku ji bo berjiwendiyên
kesayetiyê ji ol, civak û netewa xwe
dûrketine weha gotine: „Kesê ku bi
kerî dînê xwe neyê, ew bi kêrî dînekî
dinê jî nayê“ (*10). Anjî ka em li ser
vê nêrîna „mîrê me Êzdiyên li cihanê,
rêzdar Tahsin Seîd Beg ku digot, heke
ku em zimanê xweyî Kurdî winda
bikin, hingê emê ola xwe, Êzîdîtiya
xwe, winda bikin. Heke ku em ola
xwe winda bikin, emê zimanê xwe
winda bikin…….(*11)“ baş bifikirin
! ....
Çi gava ku ez li ser vê nêrîna
Mîrê me Êzdiyên li cihanê, rewşa „akademîkkar“, „berpirsyar“
pêwendî, pirsgirêkên nasname,
çapemenî û medyayên ragehandinên
me Kurd(Êzdî)an difikirim, ev wêne
û gotina Alman ya ku dêje „Am
Ast sägen, auf dem man sitzt(siehe
Grafik*12) - çiqilk(şax)ê darê, yê di
bin xwe de ne bire“ tê bîra min. Weke
ku ez ji vî wêne yî û vê gotina Alman
fahmdikim, ew bîryar û xebata min
a berê rast têxwanê kirin. Ez îro jî
li goriya dîtina xwe, vî wêneyî û vê
gotina Alman fahmdikim dêjim, eger
ku endamên civaka me Êzdiyan wan
kesên ku, hişên xwe hêjî ji gemara
feodalîzmê-paşverûtiyê paqij nekirine, dêjin “divê olperestî ji siyasetê
ra xizmetê bike..”, rumetê nadine pir
rengiya olê û nêrînên cûde, ji dînê
xwe derketine, di piraniya pêwendî,
çapemenî-medyayên ragehandinên
xwe de tenê bi zimanê xerîban kardikin û ji bo berjiwendiyên kesayetiya
xwe bûne dr., parêzvan, hunermend,
civaknas û hwd..... bikine rêberên
sazî, mal, komel, dezgeh û rêxistinên
ola xwe, hingê ew wî şax(çiqilk)ê ku
zarok û ciwanên me li serê nasnama
“Kurdên resen” naskirine, fêrbûnedibin(binêre li Grafik *12), bi fikir
û ramanên xwe dibirin. Ew bixwe
dibine sedem ku, zarokên me jî zû
asîmîle bibin, ew ji ser kok(rih)a dara
ol-netewa xwe bêne birîn û ji binehatina xwe dûrbibin. Lê, ”gava her
tiştek li ser koka xwe şîn bibe, hingê
tu hêz nikare vê kokê tûne bike.(*13)”
Di dawiyê de ez dîsa dêjim, “
ÊZDİYATÎ HAVEYNÊ MİROVATİYA MEZOPOTAMİYA YE
Û Bİ TAYBETÎ JÎ GENCÎNEYA
NASNAMEYA GELÊ KURD
E(*14)„ ,“pêwîstiya Ezdahiyan bi
xwandegehên ku hest û berjiwendiyên
kesayetiyê di ser ya Xwedê nasînê
de bilintir bikin, tûne ye(*15)” û
„ez jî mîna sedayê mezin rahmetiyê
Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e
û wê „KÎ HİLGİRÎ VÎ BARÊ
MİN„(*16)
Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê
Kevneşopên Êzdiyatiyê- 21.04.2014
*Çavkanî:
1. http://www.lalish.de/modules.php?
name=News&file=article&sid=788
2.ttp://yeziden.de/forum/board25civata-bi-kurd%C3%AE/board26%C3%A7and-%C3%BB-huner/761bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post24838
3. http://www.dergush.com/modules.
php?name=News&file=article&s
id=2143
4. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/
Baldarî: Weke ku hûn dibînin, ez jî bi
hemda xwe bi van peyvên; Ezdahîtî,
ÊZDÎTÎ, Êzdiyatî, Êzdî û Êzdiyan
kardikim û ez baş dizanim ku maka
van peyvan tevan, peyva EZDA ya ku
navekî Xwedê ye K.T. !
5. http://www.welatperwer.com/gavaku-kevnesopen-bingeha-oleke-kemaltolan/
6. http://www.ciwanen-ezidi.de/
pdf/012.pdf
7.http://www.civata-kurd.de/ku/
culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar
8.http://gelawej.net/index.php/kemal-tolan/7534-pewiste-em-ezdi-jicarenusa-xwe-bihez-u-rexistbunaendamen-ezditiye-diyar-bikin.html
9. http://www.rojava.
net/19.08.2005kemaltolan-ezidi.htm
10. http://www.lalish.de/modules.php
?name=News&file=article&sid=1134
11. http://www.pen-kurd.org/kurdi/
kemal-tolan/ji-rewsenbir-u-pesengencivaka-ezdi-re.html
12.https://encrypted-tbn3.gstatic.com/
images?q=tbn:ANd9GcSTb3jd7Po32y
wpv_glNQK4O
WalSHxhvWcw1ZZCEOHuaKxNbQ2
yoA
13. http://www.helbestvan.com/
nasandina-ola-ezditiye-mezindibinim-%E2%80%8F-kemal-tolan/
14. http://www.ike-europa.com/Article.aspx?articleid=680&authorid=21
15. http://www.argun.org/2011/11/13/
pewistiya-ezdahiyan/
16. http://www.dengeazad.com/NewsDetailN.aspx?id=5331&LinkID=142
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Diyanet,
Siyaset ve
Kürdler
Ruşen Arslan
Diyanet İşleri Başkanlığı[i], Şer’iye ve
Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması üzerine 3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı
Kanunla kuruldu. Ardından 430 ve 431
numaralı kanunlarla Hilafet ilga edildi
ve öğrenim birliğini sağlayan Tevhid-î
Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Ancak Diyanet ilk kez, 1961 Anayasasının 154.
maddesi ile anayasal bir kurum haline
getirildi. 1982 Anayasası ise Diyanet
ile ilgili 136. maddesinde düzenleme
yaptı. Her iki Anayasanın ortak özelliği Diyaneti genel idare içine yerleştirmiş olmalarıydı. 1961 Anayasası
Diyanetin görevlerini özel kanuna bırakmışken, 1982 Anayasası 154. Maddesinde, “Genel idare içinde yer alan
Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi
doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve
düşüncelerin dışında kalarak milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinerek özel kanunlarda gösterilen
görevi yapar” şeklinde görev tanımı da
yapıyordu.
Diyanetle ilgili hukuki düzenleme serüveni, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kuruluş felsefesi ve yapılanması, özellikle de “laiklik” anlayışı ile yakından
ilgilidir. Laiklik, 1937’deki Anayasa
değişikliği ile ilk kez anayasal bir kurum olarak sahneye çıkmıştır. Ancak,
Türk usulü laikliğe giden yol, İnkılâp
Kanunları denen sekiz kanunun kabulü ile döşenmiştir. 1982 Anayasasının
174. maddesi ile koruma altına alınan
kanunlar sırasıyla şunlardı: Tevhidi
Tedrisat Kanunu, Şapka İktisâsı Hak-
kında Kanun, Tekke ve Zaviyelerle
Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar
ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, evlendirme akdinin
nikâh memuru huzurunda yapılacağına dair Türk Medeni Kanunun ilgili
hükmü, Beynelmilel Erkanın Kabulü
Hakkında Kanun, Türk Harflerinin
Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun,
Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Ünvanların Kaldırıldığına Dair Kanun
ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine
Dair Kanun.
Osmanlı İmparatorluğu enkazı üzerine
kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, inkılâp kanunları ile modern bir
toplum yaratılacağına ve çağdaş batı
medeniyetine ulaşılacağına inanılıyordu. Çoğu üç çeyrek asır önce kabul
edilen bu kanunlar üzerindeki tartışmalar durulmuş değil. Ancak, başka
bir makalede tartışacağımız inkılâp
kanunları, büyük ölçüde tek ulus, tek
dil yaratma amacına hizmet etti ve
devlet yönetimini dinin etkisinden
kurtarmaya, dini devletin denetimine
sokmaya yaradı. İşte Türk usulü laiklik böylece doğdu. Cumhuriyetin kurucularına göre, dinin devlet işlerinin
yönetilmesinde etkisiz hale getirilmesinin yanında, denetimi de gerekliydi.
Bunun için batıdaki anlamıyla benzer
kurumlarını da alarak laiklik oluşturulamazdı. Aksine, devletin dini kontrol
etmesini sağlayacak bir kurum oluşturulmalıydı. İşte Diyanetin kuruluş
felsefesi bu oldu. Nitekim Anayasa
Mahkemesi’nin, “Din işlerini yapanların memur sayılmasının, Anayasanın
laiklik ilkesine aykırı olduğu ve din
adamları sınıfı yaratıldığı” iddiasıyla
Birlik Partisi tarafından açılmış olan
davayı reddeden kararının gerekçesi
bu duruma işaret etmektedir: “Dinin
devletçe denetiminin yürütülmesi, din
işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini
taassubun önlenmesi ve dinin toplum
için manevi bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk milletinin
çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi
gibi nedenlere dayanmaktadır… Devletin bu alandaki yardımı ve Diyanet
İşleri kuruluşu görevlilerinin memur
sayılması, devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmeyip ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun
bir çözüm bulmak erek ve anlamını
taşımaktadır.”[ii]
Türk usulü laiklik, hem dini çevrelerce, hem de batılı anlamdaki bir laikliğin uygulanması gerektiğini savunanlarca eleştirilmektedir. Makalenin
sınırları içinde kalmak için, bunları
uzun uzadıya anlatmayacağım. Ancak
İslami kimliği önde olan yazarlardan
Abdurahman Dilipak’ın bir sözüne
değinmeden geçemeyeceğim: Dilipak,
“Bugünkü tapu kadastro memuru statüsündeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Müslümanları temsil etmesi düşünülemeyeceği gibi mecburi din dersleri de
olamaz. Bu hem Müslümanlığa hem de
laikliğe aykırıdır” demektedir.[iii]
DİYANET VE SİYASET
İslam’da din ve devletin birlikteliği, ister istemez din ile siyaseti iç içe
geçirmiştir. Hele dini denetlemek ve
resmi ideolojiye uygun biçimde, yeri
geldiğinde kullanmak üzere kurulmuş,
yüz binin üzerinde personeli bulunan
ve devlet bütçesinin en aşağı yüzde
ikisine sahip bir kuruluşun siyaset
dışı kalması düşünülemez. Kaldı ki
Anayasanın 136. Maddesi, Diyanete
“Toplumsal birleşme ve bütünleşmeyi
sağlama” görevi yüklemiştir. Toplumsal birleşme ve bütünleşme ise, siyasi
bir amaç olup, ancak siyasi çalışmayla
sağlanır
Cumhuriyetin tek ulus, tek dil yaratma
ülküsünden Diyanete düşen ilk siyasi
görev, ezanın Türkçeye çevrilmesini
savunmak olmuştur. Cumhuriyetin
ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi (Börekçi), “Ezanın Türkçeleştirilmesinin ulusal politikaya daha uygun
olduğunu savunmuştur.[iv] Demek ki
Diyanete göre ulusal politika, çalışmada dinden üstün tutulması gereken bir
olgudur.
Diyanet Gazetesinin Nisan 1982 tarihli
278. sayısında, “Bugün bir dış politika olayında, bir dış politika tercihinde
sözümüz, gözümüz var” deniyor.[v]
Yazının yayınlandığı tarihte 12 Eylül
askeri cuntasının iktidarda olduğunu
hatırlamamız gerekir. Zaten Diyanetin askeri darbe ve müdahaleleri desteklediğini, iktidarın meşrebine göre
hareket ettiğini görürüz. Örnek olarak
Ahmet Yaşar Akkaya’nın kamuoyu
ile paylaştığı ve 2 Mart 2004 tarihli
Zaman-Pazar’da yayınlanan bir belgeden söz etmek istiyoruz. Belgede
“27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen ilk
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
askerî darbe sonrasındakiler gibi kanlı
oldu. Hükümetin başbakanı ve iki bakanı idam edildi. Darbeciler, yaptıkları
işin memleket hayrına olduğuna vatandaşları inandırmak için Diyanet İşleri
Başkanlığı’nı kullandı dersek yanılmış
olmayız. Zira Diyanet, müftülüklere
gönderilen telgraf emirlerinde, darbeye ve darbecilere destek vermeyenlerin
hem bu dünyada hem de ahirette çekeceklerini yazıyordu. Vaizlerin hadis ve
ayetlerle vatandaşları darbenin hayırlı
bir eylem olduğuna ikna etmelerine
dair müftülüklere yazılı belgeler gönderiliyordu” denmektedir.[vi]
KÜRT MÜFTÜLERİN MİT’E
İHBARI
A. Dilipak’ın deyimiyle bir kadastro memurundan farksız olan Diyanet
İşleri Başkanının, teşkilatı resmi ideolojinin gereklerine ve hükümetlerin
isteğine uygun yönetip yönlendirmesi
bir zorunluluk olur. Teşkilattaki görevlilerden istenen de budur. Yani ulu’l
emre itaat. Ne var ki, Diyanete bağlı olarak çalışanların sayısı 100 binin
üzerindedir. Böyle bir kitlede, resmi
görüş dışına çıkan muhaliflere her zaman rastlanır. Bunlardan bir grup da
Kürtlerin ulusal demokratik haklarını
savunan ve bunlar için mücadele eden
Kürt din görevlileridir.
Diyanet, kuruluşundan bu yana resmi
ideolojiye uygun bir tavır içinde oldu.
İştar Gözaydın, “1960’lardan itibaren
siyasette ve devlet yapılanmasında gittikçe yaygınlaşan milliyetçi-mukaddesatçı siyasalardan Diyanetin de payını
aldığını” belirtmektedir.[vii] Gözaydın tespitinde haklıdır. Zaten Diyanet
İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma
Yönergesi’nin 54/e maddesi, Diyanete
“Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik yıkıcı ve bölücü akımlar ile misyonerlik ve asimilasyon faaliyetlerini izlemek” görevini veriyor. Bölücülükten
kastın, Kürt meselesi ile ilgili çalışmalar olduğu açıktır.
Yönergenin 54/e maddesindeki hukuki düzenlemede “izlemek” sözcüğünün, hafiyeciliği çağrıştırdığına dikkat
çekmek isterim. Bunun ilginç bir örneğini, 1965-1966 yıllarında Diyanet
İşleri Başkanı olan İbrahim Bedrettin
Elmalılı’nın, bazı Kürt müftüleriyle
yine Kürt olan Diyanet İşleri Başkan
Yardımcısı Yaşar Tunagür ve Devlet
Bakanı Refet Sezgin’i “bölücülük”
ithamıyla MİT’e ihbar etmesinde görürüz. MİT’e Diyanet İşleri Başkanı
İbrahim Bedrettin Elmalılı tarafından
verilen raporda adları geçen Abdurahman Dürre, Şehmus Alkoç, Mehmet
Şirin Doğan, Ali Arslan ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür
ile Devlet Bakanı Refet Sezgin’i kısaca
tanıtmak gerekiyor.
Yaşar Tunagür 1924 Beşiktaş doğumludur. Aslen Siirt’in Hesras Nahiyesi
Zivzîk köyündendir. Çeşitli il ve ilçelerde müftülük yaptıktan sonra, 1965
yılında Diyanet İşleri Başkanı İbrahim
Elmalılı’nın yardımcılığına atanıyor.
[viii] Feqî Hüseyin Musa Sağnıç’tan
Tunagür’ün kendini açığa vermeyen
bir Kürt yurtseveri olduğunu duymuştum. Saidi Nursi’nin görüşlerinden
etkilenmiş bir din adamı olarak tanınırdı. Bu özelliğinden ötürü, Fetullah
Gülen’i koruduğu ve İzmir’e atadığı
ve Fetullah Gülen’in çeşitli vesilelerle
Tunagür’den saygı ile söz ettiği bilinir.
1960’lı yılların sonlarında özellikle
Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim
gazetesinde aleyhinde yazılar çıktı.
Rabıtatül İslam üyesi olduğu iddia ediliyordu. 12 Mart’ta altı ay kadar tutuklu kaldı. Ankara Yıldırım Bölge’de bir
süre birlikte gözaltında kaldık ve kendisini orada yüz yüze tanıdım.[ix]
Refet Sezgin, 1925 Bitlis doğumlu
olup, iki dönem Adalet Partisi’nden
Çanakkale milletvekilliği ve bir dönem
de senatörlük yaptı. Demirel hükümetlerinde Devlet ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı görevlerinde bulundu.
Abdurrahman Dürre, 1934 yılında
Malazgirt’in Kêranlix köyünde doğdu.
Medresede din tahsili yaptı. Tutak, Digor, Devrek ve Sinop’un Erfelek ilçesinde Müftülük yaptı. 12 Mart’ta birlikte DDKO davasından yargılandık.
1973, 1977 seçimlerinde Muş’tan CHP
milletvekili adayı oldu ve kazanamadı.
Yazarlık ve şairlik yanı da olan Dürre,
2012 yılında Almanya’nın Köln kentinde vefat etti.
Mehmet Şirin Doğan, 1922 yılında
Bitlis’in Mutki ilçesinde doğdu. Varto ve Muş’ta müftülük yaptı. Aydın’a
müftü olarak atandı ve bir süre sonra
istifa ederek İstanbul’a yerleşti. İyi bir
din âlimi olarak tanınırdı. İstanbul’da
da din âlimi olarak birçok talebe yetiştirdi. 2013 yılında vefat etti.
Ali Arslan, 1934 yılında Ağrı’nın Eleşkirt ilçesinde doğdu. İstanbul ve Çankırı Müftülüklerinde vaizlik yaptı. Tekirdağ müftüsüyken açığa alınmış, 12
Mart’ta hakkında soruşturma yapılmış
ve hakkındaki soruşturma takipsizlikle sonuçlanmıştı. 43 eser tercüme
etmiştir
Şehmuz Alkoç, 1910 Diyarbekir doğumlu, Maden müftüsü iken, İbrahim
Elmalılı tarafından Lüleburgaz müftülüğüne atandı. 12 Mart’ta DDKO’dan
dolayı hakkında açılan soruşturmada
takipsizlik kararı verildi
12 Mart askeri müdahalesi döneminde,
Başbakan Yardımcılığı MİT’ten Abdurahman Dürre, Ali Arslan ve Şehmus
Alkoç hakkında bilgi istiyor. O zaman
MİT Müsteşarı olan Korgeneral Fuat
Doğu imzasıyla, Başbakan Yardımcılığına 291223 sayılı bir dosya sunuluyor.
Üst yazıda, “Bilgi istenen kişilerden
Abdurahman Dürre dışındakiler hakkında dokümanter bilgi bulunmadığı”
belirtildikten sonra, “Abdurahman
Dürre’ye ait dosya içindeki dokümanlar; Diyanet İşleri Eski Başkanlarından
İBRAHİM ELMALI(LI) tarafından
Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı,
Milli Güvenlik Kuruluna ve Müsteşarlığımıza verilmiştir” deniyor.
1965-1966 yılları arasında Diyanet İşleri
Başkanlığı yapan ve Millet Partisi’nden
bir dönem İstanbul ve bir dönem de Afyonkarahisar milletvekili olan İbrahim
Elmalılı’nın MİT’e yazdığı ihbar dilekçesi 6 Eylül 1966 tarihlidir.
İbrahim Bedrettin Elmalılı’nın, dilekçe şeklinde MİT’e verdiği rapor, “Aylardan beri Başkanlığımızı huzursuz
eden bir tertiple karşı karşıya bulunmaktayız.… İçten ve dıştan olmak üzere çift yönlü harekete geçirilen bu oyun
muavinim Yaşar Tunagür tarafından
tezgâhlanmakta, Diyanet İşleri Başkalığını tedvire memur Devlet Bakanı
Refet Sezgin tarafından fiil sahasına
konulmaktadır” diye başlıyor. Başkan
Elmalılı’ya göre, Bakan Refet Sezgin
ile Yaşar Tunagür hemşeri ve çocukluk
arkadaşıdırlar. Elmalılı, Tunagür’ün
azil, tayin, emeklilik işleri ile yetkilerini elinden alıp bu yetkileri ikinci yardımcısı Cemalettin Kaplan’a[x] verdiğinde, Bakan Sezgin’in feveran ettiğini
ve “Yaşar Tunagür için bütün Diyanet
teşkilatını feda edebileceğini” söylediğini iddia ediyor.
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İbrahim Elmalılı’nın ihbar dilekçesi,
üç sonuç doğuruyor: Birincisi Abdurrahman Dürre, Şehmuz Alkoç ve Ali
Arslan hakkında 12 Mart döneminde
Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcılığı soruşturma açıyor. Ali Arslan ve
Şehmuz Alkoç hakkında takipsizlik
kararı veriliyor. Abdurrahman Dürre hakkında ise dava açıldı ve DDKO
Davası'ndan yargılanarak beraat etti.
İkinci sonuç; Yine 12 Mart döneminde
Yaşar Tunagür’ün Ankara Sıkıyönetim
Komutanlığı’nca gözaltına alınıp yargılanmasıdır. Çünkü hakkındaki ihbar
dilekçesinde, “…Ali Arslan, Abdurahman Dürre ve diğer Şarklıların Diyanetteki işlerinin Yaşar Tunagür tarafından takip edildiği anlaşılmaktadır”
suçlamasında bulunuluyordu. Böyle
bir “suçlama”, o günkü şartlarda yargılama gerektirirdi. Yaşar Tunagür de
yargılama sonucu beraat etmiştir.
Elmalı'nın MİT’e verdiği dilekçesinin
üçüncü sonucu ise Refet Sezgin hakkında meclis soruşturması açılmasıdır. TBMM’nin Birleşik Toplantısının
17.05.1972 tarihli 12. Birleşiminde,
Devlet Bakanları Refet Sezgin ile Hüsamettin Atabeyli haklarında meclis
soruşturması açılması kararlaştırılıyor.
[xi] Komisyonun hazırlayıp TBMM’ne
sunduğu raporda, “Yaşar Tunagür hakkındaki yedi sayfalık MİT raporu da
Bakana takdim edilmiştir. Yaşar Tunagür hakkında soruşturma açılmaması
ve Abdurrahman Dürre hakkındaki
raporun bekletilmesi, sadece disiplin
kuruluna sevk edilmesi adı geçene isnat edilen suçların nev'i itibariyle Bakanlık görevinin hüsnü ifasıyla kabili
telif mütalâa olunmamıştır.” denmekte
ve Refet Sezgin hakkında soruşturma
açılması istenmektedir.
İbrahim Elmalılı, Müftü Mehmet Şirin
Doğan ve Abdurrahman Dürre hakkın-
da soruşturma açtığında, her ikisinin
de ev ve işyerlerinde Diyanet müfettişlerince arama yaptırmıştır.
Resmi kurum olan Diyanetin, Kürt
meselesi karşısındaki tavrı, diğer resmi kurumlardan özde değil, görev
alanı açısından farklıdır. Diyanet, işi
Süleymaniye Camiinin minarelerine
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”
diye mahya asmaya kadar vardırmıştır. Diyanetin Türk milliyetçiliğini
önde tutan tavrı, özellikle hutbelerde
söylenenlerin yarattığı tepki üzerine,
Kürtler bazı yerlerde cami dışında
toplu sivil Cuma namazları kılmaya
başladı. Sivil Cuma namazlarından,
AKP iktidarı çok tedirgin oldu. Çünkü
bu hareket, dinin devlet tarafından denetlenmesini imkânsızlaştırdığı gibi,
özellikle Hanefi tarikatına göre düzenlenmiş Türk Müslümanlığı için de
tehlike oluşturuyordu. Barış sürecinin
ilk kurbanının sivil Cuma namazları
olduğuna da belirterek geçelim.
Diyanetin Kürt meselesindeki tarihi misyonuna uygun son uygulaması, İslam Ansiklopedisi’nde yaşandı.
Diyanet Vakfı’nın çıkardığı 44 ciltlik
İslam Ansiklopedisi’nin hiçbir yerinde “Kürtler”, “Kürdistan” ve “Kürtçe” geçmiyor. İbrahim Sediyani’nin
03.02.2014 tarihli Taraf gazetesinde
bunu eleştiren bir yazısı çıktı. Sediyani yazısında, “Varlığımızı inkâr
eden, kimliğimizi bile tanımayan bir
kurum bize İslam’ı öğretemez” diyor.
Zaten yazısının başlığını da “Lekum
dînikum weliye dîn” (sizin dininiz size,
bizim dinimiz bize)den etkilenerek,
“Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürt’lerin
dini Kürtlere” koymuş.
--------------------------
[i] Bundan sonra, kısaltılmış adıyla Diyanet diye söz edeceğiz.
[ii] Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971
gün, E: 1970/53, K: 1971/76, sayılı kararı,
15.06.1972 tarih ve 14216 sayılı Resmi
Gazete.
[iii] Abdurrahman Dilipak’ın “Bu
Din Benim Değil” eserinden aktaran
İştar Gözaydın, Diyanet – Türkiye
Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi,
(İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı
2009), s. 284.
[iv] İştar Gözaydın, age. s. 24.
[v] Aktaran İştar Gözaydın, age. s. 155.
[vi] Fatma Turan, Kevser Kulaksız,
“Siyasetin Gölgesinde Diyanet”,
Zaman (Pazar) 2 Mart 2014.
[vii] İştar Gözaydın, age, s. 220.
[viii] Cemal A. Kalyoncu, “Hoca, ya sen
sosyalistsin ya da biz Müslüman”, Aksiyon, 13 Mayıs 2012.
[ix] Ruşen Arslan, Cim Karnında Nokta
-Anılar-, (İstanbul: Doz Yayınevi 2006),
s. 152
[x] Cemalettin Kaplan DİB’de müfettişlik,
Özlük İşleri Müdürlüğü, Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Adana
Müftülüğünden emekli oldu. 1980 askeri
darbesinden sonra Almanya’ya gitti ve
orada İslami Cemaatler ve Cemiyetler
Birliği’ni kurdu. Türkiye’de şeriat devleti
kurulması için çaba gösterdi. Kendisini
Anadolu Federe İslam Devleti daha sonra
da Hilâfet Devleti reisi ilan etti. 15 Mayıs
1995’te Almanya’da vefat etti.
[xi] 29.05.1972 tarih ve 14199 sayılı Resmi
Gazete
Kürd Tarihi Dergisi'nin 12.ci sayısından alınmıştır.
Kaynak:
http://www.kurdistan-post.eu/tr/analiz/
diyanet-siyaset-ve-kurdler-rusen-arslan
Sipariş ve iletişim bilgileri
EL YAYINLARI
Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İSTANBUL
Tel/faks: 0(212) 361 80 10 [email protected]
www.elyayinlari.com
el yayınlarından yeni çıkan
anadolu’da parlayan ışık
ALEVİLİK
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hasan Sabbah
ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi
Başbakan'ın Gülen Cemaati'ni Haşhaşilere benzetmesi, hafta boyu gündemdeydi. Erdoğan'a göre Haşhaşiler sırf
öldürmek için öldüren bir katiller sürüsü. Peki kaynaklar ne diyor? Bakalım...
Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi
Siyasi kültürümüzün yeni unsuru, birini eleştirirken İslam tarihinden figürler ve olaylarla bugünün kişileri ve
olayları arasında paralellikler kurmak.
‘Analoji yapmak’ diyorlar buna. Numan Kurtulmuş’un henüz Saadet Partisi Başkanı iken “Harun gibi geldiler,
Karun gibi gittiler… firavunlaştılar”
demesi, Başbakan Erdoğan’ın, Irak
Başbakanı Nuri El Maliki’yi eleştirirken “…. yapanlar Yezid’in izindedir”
demesi buna örnek. Analoji yoluyla
eleştirinin faydası, o anolojinin kolektif hafızadaki yerinin genişliğine
ve derinliğine bağlı olarak, eleştirilen
konuyla ilgili olmayanların bile dikkatini çeken bir eleştiriye dönüşmesi.
Bir diğer faydası ise, benzemezlikleri
farkedenlere ‘benim kastettiğim aslında şuydu’ demeye olanak sağlayacak
geniş anlam yelpazesi. Başbakan’ın
son analojisi, Cemaat’i Haşhaşilere benzetmek. Bir haftadır medyada
Haşhaşiler üzerine bir çok yazı yayımlandı. Çoğu, birbirinin tekrarı olan bu
yazıların ortak noktası, Başbakan’ın
zihinlerde oluşturmaya çalıştığı ‘Haşhaşi’ imajını pekiştirmeye yönelikti.
Bu imaja göre ‘Haşhaşi’ler ‘sırf öldürmek için öldüren katiller sürüsü’ idi.
Ancak bu analojinin hedefindeki Gülen
Cemaati’ni, bu imajdan çok, muhtemelen ‘Haşhaşi’lerin Şiiliğin İsmailiye
Prof. Ayşe Hür
kolundan olması hasebiyle ‘sapkın’lık
iması rahatsız etti. Bu yazıda yeni bir
şey söyleyip söylemediğimin takdirini
sizlere bırakıyorum. Umarım, bugüne
dek bildiklerinizin üstüne ufacık da
olsa bir bilgi eklerim.
İSMAİLİLİK ÖĞRETİSİ
Hasan Sabbah, Şiiliğin İsmailiye koluna bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap
ailesinin çocuğu olarak 1052 veya 1053
yılında İran’ın Kum şehrinde dünyaya
gelmişti. Kum, 12 İmam inancına dayalı Şiiliğin kalelerinden biriydi. Bazı
kaynaklara göre Sabbah ailesi Yemenli
Himyerilerdendi. Bazılarına göre Deylemli bir Farisi idi. Rey’de ve Kum’da
eğitim gören Hasan I·sfahan’da Re’îs
Ebü’l- Fadl’ın yanında I·smaîlî doktrinini ögˆreneceği iki yıl geçirdi. İsmaililik, Altıncı İmam Cafer es-Sadık
765 yılında öldüğünde, Yedinci İmam
olarak Musa bin Cafer el Kâzım'ın yerine Cafer-i Sadık'ın kendisinden önce
ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ'fer elMûbarek'i Yedinci İmâm olarak kabul
eden Şii mezhebiydi. 899 yılında Bayreyn’deki İsmaililerin (Karmatiler deniyordu bunlara) giriştiği katliamlar;
925 yılında Karmatiler yüzünden Hac
farizesinin gerçekleştirilememesi, 930
yılında Karmatilerin Mekke’ye saldırması, hacıları katletmesi, Kabe’ye
zarar verilmesi, Hacer’ül-Esved taşının sökülüp götürülmesi (taş ancak 20
yıl sonra Fatımi Halifesi Mansur’un
ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl
boyunca Mekke’ye Hac’cı engellemeleri yüzünden İsmailiye mezhebi, Sünni
yazarlar tarafından hep kötü anılacaktı.
Parantezi kapatıp devam edersek, Hasan Sabbah bir gün hocasına “Sadece
güvenilir iki dosta sahip olsaydım,
bu hükümdarlıgˆı (Büyük Selçuklu Devleti’ni kastediyor) yıkardım”
deyince, hocası, Hasan’ın aklından
endis¸e ederek, onu özel yemekler ve
ilaçlarla tedaviye koyulmuş, bunun
üzerine Hasan Sabbah İshafan’dan ayrılarak İsmaili mezhebinin kalbi olan
Mısır’a doğru yola çıkmıştı.
ALAMUT’DA DERVİŞ CUMHURİYETİ
1080 yılında Isfahan’a geri dönen
Hasan Sabbah’ın Selçuklu Devleti’ni
yıkma planlarından vazgeçmediği anlaşıldı çünkü Hasan Sabbah, 1090’da
müritleriyle birlikte Hazar Denizi
yakınlarındaki Kazvin bölgesinde,
Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp
kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni
(Arapça Aluh-amu’t) bir iddaya göre
cahil bir köylüden satın aldı. (Deylem
dilinde ‘Kartal’ın Ögˆretimi’ anlamına
gelen bu adı, Batılılar ‘Kartal Yuvası’
diye tercüme edeceklerdi.)
Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölümüne kadarki 34 yıl içinde hiç ayrılmadığı Alamut’ta Faik Bulut’un deyimiyle
‘eşitlikçi dervişan cumhuriyeti’ kurmuştu. Ayrıca muazzam bir kütüphane
oluşturduğu, dönemin ünlü bilginlerini burada ağırladığı rivayet ediliyordu. Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan
Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi
ve digˆer ilim dallarında kabiliyetli ve
mahir oldugˆunu anlatacaktı.
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah
Alamut’ta İslam’ın sapkın bir versiyonunu uygulamış, şarabı serbest bırakmışt. Faik Bulut’un Şii kaynaklardan edindiği bilgilere göre ise (Faik
Bulut’un sözleriyle) “Mizaç olarak
çileci ve münzevi bir hayat süren Hasan Sabbah, hükmettiği kalede çalgı
çalmayı, içki içmeyi yasaklamıştı. Son
derece eşitlikçi ve kuralcıydı. Kimseyi
kayırmaz, yakınlarını asla kollamaz;
herkese karşı aynı adaleti uygulardı.
Oğullarından Muhammed’i içki içti
diye, üstad Hüseyni’yi de ünlü davetçi Hüseyin Kaini cinayetine karıştığı
için gözünü kırpmadan öldürdü. (…)
İzleyen yıllarda çevreyi kasıp kavuran
kuraklık yüzünden, hanımını ve kızını
kaledeki diğer kadınlarla birlikte sade
hayata alışmaları ve halkla dayanışma
babından çalışmaya gönderdiği köylerden bir daha geri” çağırmamıştı…
NİZAMÜLMÜLK’E SUİKAST
Ancak Hasan Sabbah’ı çağdaşı liderlerden ayıran, suikastı bir siyaset aracı
olarak etkin biçimde kullanmasıydı.
Bu suikastlardan en önlüsü 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü
veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olandı.
Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’lMülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ülMülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmışlar ama başarısız olmuşlardı. Ardından
da Nizam’ül-Mülk şüpheli biçimde öldürülmüştü. Bu cinayetin Melikşah’ın
kendisi tarafından veya oğlunu tahta
geçirmek isteyen Terken Hatun ya da
Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk
tarafından işlemiş olduğunu yazan
kaynaklar da var.
Yeri gelmişken, Nizam’ül-Mülk, Hasan Sabbah ve ünlü astronomi bilgini,
şair ve felsefeci Ömer Hayyam’ın çocukluk arkadaşı olduğuna, çocukken
birbirlerine sadakat yemini ettiklerine
ve Hasan Sabbah ile Nizam’ül-Mülk’ün
arasının, ikincisinin bu yemine sadık
kalmaması yüzünden bozulduğuna
dair iddiaya değinelim. Bugünkü bilgilerimize göre, Nizam’ül-Mülk 1017’de,
Ömer Hayyam 1048’de, Hasan Sabbah
ise 1052 veya 1054’de doğmuştu. Bu
tarihlere bakılınca üçlünün yaşıt olmadığı açık. Ömer Hayyam ile Hasan
Sabbah’ın birbirine yakın tarihlerde
(biri 1124’te, diğeri 1131’de) öldüğü
biliniyor. Bu ikilinin 100’er yaşını
devirdiğini varsaysak bile, doğum ta-
rihlerini Nizam’ül-Mülk’ün doğum
tarihine kadar çekmek mümkün değil.
Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin
uydurma olduğu anlaşılıyor.
İRAN NİZARİ DEVLETİ
Hasan Sabbah’ın hikayesine devam
edersek, 1092’de Büyük Selçuklu İmparatoru Melihşah’ın ölümünden sonra, oğulları Berkyâruk ile Muhammed
arasındaki saltanat mücadelesi sürerken, 1094 yılında, Kahire’deki Fatimi
Halifesi Mustansir 60 yıllık bir iktidarın ardından ölmüştü. Mustansir’in
oğulları Musta’li (asıl varis) ile Nizar,
hilafet kavgasına giriştiğinde Hasan
Sabbah Nizar’dan yana tavır aldı. Hatta Musta’li’yi destekleyen Kahire’deki
Fatimi Halifeliği ile ilişkisini kesti.
Fatimi Halifeliği o tarihlerde sınıfsal
açıdan aristokratik, dinsel açıdan fanatik bir yönetim biçiminin cisimleşmiş haliydi. Yoksul halk kesimlerinin
desteklediği Nizar, İsfahan’da egemen
olunca bu durum Selçuklu Sultanı
Berkiyaruk’u telaşlandırdı. Bu tarihten
sonra hem İran’da hem Suriye’de Nizarilere karşı son derece katı politikalar
izlenmeye başladı. Nizariler de seslerini ancak şiddet eylemleriyle duyurabileceklerini keşfettiler. Hasan Sabbah
kısa sürede İran’ın şehirlerinde yaşama
şansı bulayacağını anlayınca Alamut’a
kapandı. Fakat Alamut’ta eğitilen
bir dizi suikasçı İran’da Selçuklulara
karşı, Suriye ve Filistin’de yerel Arap
liderlere ve 1097’den biri bölgede bulunan Haçlılara (Franklara) yönelik
siyasi cinayetler yoluyla kaos ve panik
yaratarak mevcut iktidarları zayıflatma stratejisi izlediler. Sünni kaynaklara göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı
beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyerler, hançeri kurbanın
göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri konusunda sıkı bir eğitimden
geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya
mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı.
Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti 1256 yılında İlhanlı Hükümdarı
Hülagu tarafından tarihe gömüldü.
Suriye Nizarileri ise, Moğollardan
kurtuldular ama 1265’te Mısır Sultânı
Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz
hale geldiler. Bununla beraber, Hasan
Sabbah’ın kendine has mezhebi, özel-
likle Kaf kasya’da asırlarca var olmayı
başardı.
SÜNNİ ARAP KAYNAKLARINDA
HASAN SABBAH
Buraya kadar anlattıklarım muhtemelen pek çok yerde tekrarlananların bir
özeti. Buradan sonra üzerinde duracağım konu, Hasan Sabbah’a ve suikastçılarına dönemin tarihçilerinin nasıl
baktığı ve bu bakışın tarih içinde nasıl şekil değiştirerek bugünkü Haşhaşi
imajının ortaya çıktığı meselesi.
Öncelikle şunu söylemek lazım. Hasan
Sabbah ve adamları hakkındaki tüm
bilgilerimizi Şiilik-İsmaililik-Nizarilik zincirine düşman olan Sünni yazarlardan derlemiş bulunuyoruz. Ancak ilginç biçimde, Hasan Sabbah’ın
dönemine şahit olan ya da ondan kısa
süre sonra yaşayan Sünni Arap yazarlar, ancak önemli bir Müslüman-Arap
lider öldürüldüğünde Suriyeli Nizarilere veya İranlı suikastçilara (Hasan
Sabbah’ın adı ya hiç geçmiyor, ya çok
az geçiyor) değiniyor ve görece yumuşak bir terminoloji kullanılıyordu. Ancak, zaman ilerledikçe kaynaklardaki
ifadeler sertleşiyordu.
Örneğin Arap yazarı İbn’ül Kalanisi
(ö.1160), Nizarilerden, 1115 yılındaki
Haçlı saldırısı sırasında “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar”
olarak söz ediyor. Aynı yazar 1127
yılında Şayzar şehrini Franklardan
aldıkları için de Nizarileri övüyor
buna karşılık Bahram adlı bir liderin
yönettiği Nizarilerden “kafalarının
içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler” olarak bahsediyordu.
Kalanisi’nin Nizarileri övmek isterken
onlardan ‘İsmaili’, yermek isterken
‘Batıni’ dediğini, Bahram ve adamları
için ‘Haşhaşi’ veya ‘fedai’ terimlerini
kullanmamasını not edelim.
1162-1192/3 arasında Suriye Nizarilerinin başına geçen Raşidüddin de,
hem bölgedeki Sünni Araplar, hem
de Franklar tarafından saygıyla anılırdı. Raşidüddin Kuzey Irak’ta Basra kıyılarında doğmuştu ama bölgeye
Alamut’tan gönderilmişti. 30 yıllık
iktidarı sırasında tam bir Suriyeli oldu
ve Araplar tarafından ‘İsmaililerin lideri’ olarak anıldı. Haçlılar ise ona
‘Dağın Yaşlı Adamı’ dediler. (Haçlıların o tarihlerde çoktan ölmüş olan
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hasan Sabbah’tan haberdar olduğuna dair pek ipucu yok.) Raşidüddin’in
adamları, 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan
geri alan Selahaddin Eyyübi’yi iki kez
öldürmeye kalkıştılar, Selahaddin sonunda Raşidddin’le anlaşarak canını
kurtardı.
ASSASİNİ TERİMİNİN DOĞUŞU
Bu arada, 1182-84 arasının olaylarını kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li
William’ın “hem bizim adamlar, hem
Araplar onlara (Nizarileri kastediyor)
‘Assasini’ derler ama bu kelimenin nereden geldiği bilinmez” diye yazdığını hatırlatalım. Yani bugün kullanılan
‘Haşhaşi’ teriminin Batı dillerindeki
karşılığı sayılan bu kelime o tarihlerde
biliniyordu ama ‘haşhaş’ ile arasında
bir bağı olaylara birinci elden tanık
olan biri bile kurmamıştı. Nitekim o
yıllarda Arapça sözlüklerde bu kelime yer almıyordu. Muhtemelen halkın
arasında kullanılanıyordu. Modern
sözlüklerde yer alan ‘haşhişa’ ise, kafaya giyilen bir çeşit başlığın adı. Belki
de, Suriye’de kendi kalelerinde yaşayan Nizariler ayırdedici bir başlık giyiyorlardı. Nitekim yukarıda da belirttiğim gibi bazı kaynaklarda fedailerin
özel bir giysisi olduğuna dair ifadeler
bulunuyordu.
Hasan Sabbah’ın ya da Raşidüddin’in
adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün
kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı
Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında ‘fidai’ (bugünkü ‘fedai’) teriminin
dolaşmaya başlamısına neden oldu.
Fida’i, ‘para karşılığında hayatını
feda eden’ anlamına geliyordu Haçlılar için. Fedaileri ilk kez ‘Haşhaşin’
(Haşhaşi’nin çoğulu) diye adlandıran
da Haçlılardı. Büyük ihtimalle Franklar bu kadar çılgınca işlerin ancak
uyuşturucu alınarak (haşhaş’ın sütü
olan afyon çekilerek) yapılabileceği
gibi bir inanca kapılmışlardı. Halbuki
haşhaş-afyon alan birinin uyanık kalmasının bile zordu. Belki de yukarıda
anlattığım özel giysiden dolayı böyle
demişlerdi. Ama bunu henüz tam bilmiyoruz.
Ancak bu terminolojinin bu tarihten
sonra da Sünni Arap yazarlar tarafından kullanılmadığını belirtelim. Örneğin Sünni Arap yazarı İbn Athir’e
(ö.1233) göre Hasan Sabbah İsmaililerin lideriydi. Yazar, İran’dan gelen su-
ikastçıları (ki bunlarla Hasan Sabbah
arasında ilişki kurup kurmadığı belli
olmuyor) ‘Batıni’ diye adlandırıyordu fakat Haşhaşi veya fedai terimini
(aynı şekilde Sünnilerin ‘sapkın’lar
için kullandıkları ‘Melahide’ terimini)
kullanmıyordu. Halep şehrinin tarihçisi Kemaleddin (ö.1262) de bu geleneği
devam ettirecekti.
CUVEYNİ VE SONRASI
Hatırlanacağı üzere 1256 yılında Hülagu, Alamut kalesini fethetmiş, kaledeki büyük kitaplığı imha etmişti. Neyse
ki, Hülagü ile birlikte Alamut’a gelen
30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi,
buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı. Bunlar arasında Sergüzeşt-i
Seyyidna adlı bir kitap vardı. Bu kitap iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi. Bugün içindeki pek çok
bilginin yanlış olduğu anlaşılan bu biyografiden yararlanarak Hasan Sabbah
hakkında bir kitap yazan Cuveyni’nin
de ne ‘saklı cennet ve huriler’, ne ‘haşhaş’ ne de ‘fedai’ lafı etmişti.
İlk kez ‘Haşhaşin’ terimini kullanan Arap tarihçi İsmail El Makdisi
(ö.1268) idi ancak o da, bu terimi Hasan Sabbah’ın adamları için değil Suriyeli Nizariler için kullanmıştı. Mısırlı tarihçi İbn Müyesser (ö.1287) de
Suriye’deki İsmaililere ‘Hahhaşiyye’,
Alamut’takilere ‘Batıniyye’ ve ‘Malehide’, Horasan’dakilere ise ‘Talimiyye’
dendiğini belirtmekle yetindi. Ancak
bu iki yazar da, ‘Haşhaşiyye’ teriminin kökenini açıklamıyorlardı. (Belki
de o günlerde çok iyi bilenen bir terim
olduğu için….)
İlginçtir, Eyyübilerin tarihini yazan
Cemaleddin Salim (ö.1298) de Batıni
ve İsmaili terimini kullanırken ‘fedai
ve ‘haşhaşin’i kullanmamıştı. Sadece
Selahaddin’e suikast yapan kişiyi ‘Melahide’ diye nitelemişti. Bir başka Arap
tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan
Sabbah adamlarını beyinleri uyuşuncaya kadar balla yoğrulmuş fındık ve
kimyonla beslerdi ondan sonra onları suikast planlarını ezberletirdi. Bu
iddia İbn Kathir (ö.1370) tarafından
aynen tekrarlandı. Kathir, ‘fedai’ terimini sadece bir defa, Selçuklu Sultanı
Berkiyaruk’u 1095’te öldüren İranlı
suikastçı için kullanacaktı.
Kısacası, 14. Yüzyılın sonuna kadar,
İranlı ve Arap tarihçiler için, Nizariler önemliydi ama Hasan Sabbah’ın
adamları çok önemli figürler değildi.
Adlarına ancak çok önemli olaylarda
değiniliyor ama ‘fedai’, ‘haşhaşin’ tabirleri neredeyse hiç kullanılmıyordu.
Bu terim Nizarilerden çok darbe yiyen
Haçlılar arasında ortaya çıkmıştı ve
Haçlılar tarafından Avrupa’ya taşınmıştı. Haçlıların anlatılarını yeni bir
boyuta taşıyan ise, 1271-1295 yılları
arasında Asya’da bulunan Venedikli
ünlü seyyah Marko Polo olacaktı.
MARKO POLO’NUN HİKAYELERİ
Pisalı Rustichello tarafından kaleme
alınan Marko Polo’nun hatıratında,
Hasan Sabbah ve Alamut’un şöyle bir
betimlemesi yapılmıştı: “O (Büyük
Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmis¸ ve onu, her çes¸it meyve ile
dolu, daha önce hiç görülmemiş çok
genis¸ ve çok güzel bir bahçe haline
getirtmis¸ti. Onun içinde hayal edilebilen en zarif köşkler ve saraylar inşa
edilmişti... Ve orada serbestçe şarap,
süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen, çok güzel s¸arkı söyleyen ve seyredenleri büyüleyecek bir şekilde dans
eden, çok sayıda, dünyanın en güzel
kadın ve cariyeleri vardı.... Ve bu bölgelerin Müslümanları oranın Cennet
olduğuna inandılar!...”
Marko Polo bundan sonra, Hasan
Sabbah’ın fedaileri nasıl eğittiğini, nasıl haşhaş içirirek kontrolü altına, nasıl
ölüme gönderdiğini anlatır. Bu hikayelerin rivayetlere dayandığı anlaşılıyor
çünkü çünkü Marko Polo bölgeden
1271-1275 yılları arasında geçtiğinde
20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne
gitmemişti. Marko Polo anılarını ömrünün son yirmi yılında gözden geçirdiğini biliyoruz ama o tarihlerde artık
Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmailiHaşhaşi edebiyatı oluştuğu için, muhtemelen bu uydurma bilgileri anılarından çıkarmaya gerek duyamadı.
Marko Polo’nun ünlü ettiği ‘Assasin’
(Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan şairi Dante Aligheri tarafından, 13001305 yılları arasında yazılan İlahi
Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy
gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini
izleyerek, ‘assassin’ kavramını ‘kötülük’ kavramı ile birlikte ele alıyordu.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu tarihten itibaren ‘assassin’ kelimesi
Batı dillerinde ‘suikastçı’ veya ‘cani’
anlamına kullanılmaya başladı.
ŞARKİYATÇI HAMMER’İN SAPTIRMASI
Batı’nın ‘Assasin-Haşhaşin’ literatürünü yeniden moda yapan ise 18. Yüzyılda, ünlü Fransız dilbilimci ve şarkiyatçı
Baron Silvestre de Sacy ile başlayarak,
orijinal Arapça ve Sünni kaynaklardan
yararlanarak eserler ortaya çıkaran Avrupalı Şarkiyatçılardı. Bunlardan biri
olan Avusturyalı Baron Joseph Hammer-Purgstall (ö. 1856) ‘Haşhaşin’ söylencesinin geç Sünni Arap versiyonun
Osmanlı ülkesinde yayılmasını sağladı. Hammer, Viyana’daki Doğu Dilleri
Akademisi’nde Arapça, Farsça ve Osmanlıca öğrenmiş, 1799’da, 1802-1807
arasında İstanbul’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sefaretinde sekreter olarak çalışmış, sonra ülkesinde
benzer görevler yürütmüştü. Emekli
olduktan sonra 10 ciltlik ‘Osmanlı
Devleti Tarihi’ni yazdı. Osmanlı ve
İran edebiyatından çeviriler yaptı. (Örneğin 1818’de yayımlanan Gothe’nin
ünlü Doğu-Batı Divan’ına temel olarak
Hafız’ın Divan’ı vardı bunlar arasında.) Hammer’in konumuzla ilgili eseri,
1818’de başta Marko Polo, Tyre’li William, Vitry’li James gibi Haçlı tarihçiler ile Cuveyni, Ebu’l Fida, Makrizi,
El Furat, Zahiriddin Maraşi gibi Arap
tarihçilerin eserlerinden ve 1430’larda
yazılmış bir Arap romanından yararlanarak yazdığı, Türkçe adıyla ‘Haşhaşin
Tarikatı’ adlı kitapta bilimsel bilgilerle
rivayetleri, gerçeklerle yalanları ustaca
harman ederek, ‘saklı cennet’, ‘Haşhaş
içerek kendinden geçen fedailer’, ‘sırf
öldürmek için öldüren caniler’, gibi
bütün klişeler kullanılmakla kalmadı,
Hasan Sabbah için ‘insanlık tarihinin
gördüğünü en şeytani yaratık’ portresi
çizildi. Sünni yazarların önyargılarını
bilebilecek kadar yetkin bir şarkiyatçı
olan Hammer’in bunu niye yaptığını
sorabilirsiniz. Bu konuda araştırması olan Farhad Daftary’ye göre bunun
nedeni Avrupa’daki devletlerin, bu
arada Hammer’in yaşadığı AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun da korkulu rüyası olan Tapınak Şövalyeleri,
Cizvitler, Illuminati ve Farmasonlar
gibi örgütler hakkında doğrudan söz
söylemek yerine, Haçlı Seferleri’nden
beri Avrupa’da yaygın olan Nizarilere
yönelik kara propagandayı kullanarak,
dolaylı yoldan kamuoyunu uyarmaktı.
Hammer şarkiyatçı peçe altında, zayıf
devletlerin, yeraltı örgütleri tarafından kolayca yıkılabileceği yolundaki
paranoyayı yeniden üretiyordu ve olan
Hasan Sabbah’a ve Nizarilere olmuştu.
Hammer’in kitabı 1930’a kadar sorgulanmadan basıldı, okundu, aktarıldı ve
Başbakan’ın da etkisinde kaldığı şeytani Hasan Sabbah imajının kökleşmesine neden oldu.
Hammer’in çizdiği portreye ilişkin ilk
şüphe, Rus şarkiyatçı W. Ivanow’un
ve ardından Amerikalı İslam tarihçisi
M. Hodgson’un çalışmalarıyla doğdu.
Daha sonra B. Lewis, her ne kadar Nizarilere hiç sempati duymuyorsa da,
Haşhaşinlere dair söylencelerin uydurma olduğunu kabul etti. Bu konuda
her geçen gün daha önemli araştırmalar yayımlanıyor. Ama özellikle bizim
gibi az okuyan toplumlarda, kadim
klişeleri yürürlükten kaldırmaya yetmiyor elbette…
(taraf)
Özet Kaynakça
Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri,
Yurt Kitap Yayın, 2008; Farhad Daftary, İsmaililer-Tarihleri ve Öğretileri, Doruk Yayınları, 2005; Farhad
Daftary, “The ‘Order of the Assassins’: J. von Hammer and the Orientalist misreprensettations of the Nizari
Ismailis”, Iranian Studies, Vol.39, No:
1 (March 2006): 71-81; Shakib Saleh,
“The Use of Batıni, Fida’I and Hashishi”, Studia Islamica, No: 82 (1995):
35-43; Laurence Lockhart “Hasan-i
Sabba¯ h and the Assassins”, Bulletin
of the School of Oriental Studies, V
(1928-30): 675-696; İsmail Kaygusuz,
Hasan Sabbah ve Alamut, SU Yayınları, 2004; Faik Bulut, Hasan Sabbah
Gerçeği/ Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri, Berfin Yayınları, 2010; Amin
Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı
Kredi Yayınları, 1997.
SİPARİŞ ve İletişim
peri yayınları
Niyazi Armutlu
Pavlonya Sokak Nuhoğlu
İşhanı No.8/4
Kadıköy/İstanbul
Tel: (0216) 347 26 44
Fax: (0216) 347 26 44
[email protected]
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel
İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim
Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin'de yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal
Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri"
konferansına Erdem Özgül'ün sunduğu tebliğin tam metni:
Arkadaşlar Merhaba,
soykırımın 99. yılını geride bıraktığımız bu günlerde, bu toplantıda hep bir
arada olmamız, beni gururlandırıyor.
Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür
ediyorum.
Bu toplantıyı düzenleyen, bizi bir araya getiren Kürdistani kurumlara da ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
Arkadaşlar, bildiğiniz üzere önce Ermeni soykırımıyla tanıştık. Ermeni
diasporasından aydınlar, devrimciler,
kalemleri ve silahlarıyla canla başla çalıştılar, yüzyılın suçuyla bizi baş başa
bırakmayı da başardılar. Sonrasında
Yunanistan’dan bağımsız olmak üzere
kimi Rum kurumları ve entelektüelleri
de soykırımı dillendirmeye çalıştılar
ama canlanan Türkiye ve Yunanistan
ilişkileri, devletlerin dostları yoktur,
ama çıkarları vardır deyiminin de bir
gereği olarak Rum aktivistlerin sesinin gereğince çıkmasına engel oldu,
biz onları yeterince duyamadık. Şimdi soykırımın bir boyutuna daha tanık
oluyoruz, Asuri-Süryaniler bizlere
Seyfo’yu anlatıyorlar. Bildiğiniz üzere
seyfo kılıç anlamına gelmektedir, ilk
hedefi Cizre-Botan Beyi Bedirhan tarafından katledilen Nasturilerden, son
hedefi Maraşlı Kızılbaş Kürtlere kadar
Seyfonun üzerinde yaşayageldiğimiz
topraklarda uzunca bir tarihi var.
Arkadaşlar seyfonun bir boyutu daha
var, Ezidilerin neredeyse tarih sahnesinden silinmesidir bu. Yok edildiler,
dertlerini anlatacak kurumları, kuruluşları, eğitimli çocukları yok henüz,
onlar hakkında gereğince bilgiye sahip
değiliz ve çok ilgili de değiliz eğer iğneyi kendimize batırmamız gerekirse.
Bir büyük ulus daha var bu soykırımların hem uygulayanı hem de kurbanı
olan, ben de bu ulusun çocuğuyum,
Kürtlerden bahsediyorum, kah yok
etme operasyonlarına katılan, kah
yok edilen halkımdan bahsediyorum,
bizleri birbirimizden ayırdılar, henüz
birleşemedik arkadaşlar, bu ayrışma
aynı zamanda bin yılların birlikteliğinin ayrışmasıdır, saydığım grupların
hemen tamamı, kadim zamanlardan
bu yana bir aradaydılar, Gılgamış destanı, Heredot tarihi ve Auskhülios’un
Persler’i bizi doğrulayan en erişilebilir
edebi kaynaklardır.
Arkadaşlar ne yapacağız?
Bir büyük lanet var, Ermenice anlamıyla bir Ağed bu, Batı Ermenistan’ın,
Tur Abdin’in, üzerinde dolaşıyor, milyonlarca insan topraklarından uzakta, işgalcilerin işlediği suçun cezasını
ödemeye mahkum edildiler. Anadillerinden yoksunlar, milyonlarca Ermeni
Batı Avrupa’da Ermenice’nin Batı dialektini unutmuş durumda, yüzbinlerce
Süryani var, bütün bu Avrupa ülkelerinde, belli bir yaşın üzerinde olan bu
insanlar Süryaniceyi sular seller gibi
konuşuyorlar, yaşları 50 ile 80 arasında
değişiyor bu insanların, Tur Abdin’de
doğmuş, büyümüşler, Lozan hukukuna
göre azınlık sayılmamalarına, Süryanice okullar kuramamalarına rağmen
kendi aralarında dillerini yaşatmışlar,
ama sürgün bunu da fazla görüyor
onlara, dillerini çocuklarına bırakamıyorlar, maalesef günümüz dünyası
acımasız, pazarı olmayan bir kültürü
ayakta tutamayacak kadar da hesapçı
üstelik.
Buna nasıl itiraz edeceğiz arkadaşlar?
Bir çok yolu, yöntemi var buna itiraz
etmenin.
Der Zor çölüne yürüyelim arkadaşlar,
ama Mezepotamya karşılayacak öncesinde bizi, bütün canlılığıyla dağları,
ovaları aşacak çöle gideceğiz. Çöl bir
metafordan daha fazlası değil bazen,
bugün hala çölde Ermenilerin kemikleri var, biliyorsunuz Robert Fisk Deyr
Zor’a gitti, toprağı azıcık eşelediğinde
kemiklerle karşılaştı. Sait Çetinoğlu
gitti, bulduğu insan kemiklerini çölde
bir başına bırakamadı, aldı barbarlığın
bugünkü başkentine, Ankara’ya getirdi bu kemikleri, evinde sakladı bu
insanları, konuk etti bir zaman, sonra
yapılması gerekeni yapıp defnetti bu
insanları.
Onlar çöle gittiler, gelin biz de kendi
çölümüze gidelim arkadaşlar. Bugün
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sayısını bilmediğimiz, bilmekte istemeyeceğimiz kadar çok insan kemiği
çıkıyor Diyarbakır’dan, Dersim’den,
Elazığ’dan, Bitlis’ten, Mardin’den, Şırnak’tan, Hakkari’den... bu kemiklerin
tamamı günümüzün Kürt ülkesinden
çıkıyor. Arkadaşlar bu tarihin üzerini
örtmenin bir diğer adıdır bence, bugün
ki Türkiye’nin neredeyse tamamını
gezdim, istisnasız gittiğim her yerde de
soykırıma uğramış insanların kemiklerini gördüm. Değirmenler, kiliseler
uçurum boşlukları birer toplu mezar
yeri bir çok şehirde. Buna rağmen bugün ve sadece kadim Ermenistan’dan,
Tur Abdin’den insan kemiklerinin çıkması, ve bunun ele alınış biçimi dikkate değer bir durumdur. Diyorlar ki,
son otuz yıldır Türkiye’yi kimi çeteler
yönetiyor, yönetimde etkili oluyor ve
bunlar Kürt gerillalarını, sivil Kürtleri
öldürdü ve toplu mezarlara gömdüler,
böylece sayısı hayli fazla olan bu kemikler tarihin sessizliğine gömülmüş
oluyorlar.
Öncesini inkar edip yok ettiler sonrasını da oldu bittiye getirip yok etmek
istiyorlar arkadaşlar.
Arkadaşlar empati yapalım, nasıl öldü
bu insanlar, nasıl kuruyup kaldılar ve
etleri kemiklerinden nasıl ayrıldı?
Der Zor bütün Mezepotamyadır bugün,
biraz oraya gidelim bunu göreceğiz.
Seyfo kelimesine takıntılı olduğumu
anlamışsınızdır, bu sözcüğü ve anlamını Asuri-Süryanilerin yoğun hareketlilik gösterdiği son yıllara kadar
duymamıştım, bilmiyordum.
Dersim’de, Ovacık’ta Munzur nehrinin kaynağı üzerinden başlar düz ova,
ötesi dağlıktır, ben bu ovada doğdum.
Ovanın başında bir düzyazı vardır,
Jar-Ziyaret köyü topraklarına dahildir
burası, dümdüz bir arazidir, tarıma
son derece elverişlidir ve hazine arazisidir, elbette Hazine’ye Ermenilerden kalmıştır, ben çocukken küçük
bir kısmını köylüler ekiyordu bu arazinin, 10 yıl üst üste ekerse herhangi
bir çiftçi burayı ve bunu da kanıtlarsa
hazine araziyi ona devrediyordu, ya da
bu bir söylentiden ibaretti, çünkü hazineden toprak alan olmadı hatırladığım
kadarıyla. Bahsettiğim arazi baharda
çok güzeldir, bilirsiniz Munzur vadisi
bitki çeşitleri çok yoğun bir ovadır, bu
çeşitlerin önemli bir bölümü de bahar
aylarında bu boş tarlalarda filizlenir,
yaza doğru kururlar ve yalnızca kökleri kalır. Amcam bu araziler üzerinde bir tarla ekmişti, kuzenim tarlayı
sulamaya bizi de beraberinde götürdü,
arazinin gülü çiğdemi kurumuştu, yaz
aylarıydı, beyaz parıltılar dikkatimizi
çekti, kuzenim altın bulduğunu sanıp
koştu ve titreyerek bize doğru geri
geldi, gördüğünü görmememiz için
bizi engellemeye çalıştı ama o kadar
etkilenmişti ki, gördüğünü görmezsek
meraktan ölürdük. Vardık ve çıplak bedenleri gördük orada, bir kaç ceset ve
kafa tasıydı gördüklerimiz ama benim
aklımda özellikle bir tanesi yer etti, en
küçük kafatası oydu ve alın çatısından
vurulmuştu, tas keskin bir cisimle yarılmış, kesilmişti. Seyfo’yu ilk orada
gördüm, bilinçsiz bir şekilde toprağı
kazdım, elleri, kolları çıkardım, kıyımın ya da ölümün bilincinde değildim henüz, okula bile başlamamıştım,
Türkiye’de okula gitmemişseniz kötülük nedir öğrenemezsiniz bir türlü
hani. Ve evet, insanlar çıplaklardı, diyelim ki bacak ikiye bölünmüştü. İlk
orada yakalandım, burada birileri birilerini kesmişlerdi, benden gizlenen,
fısıl fısıl konuşulan buydu işte aile
içinde.
Sonra büyüdüm. Biliyorsunuz Dersimli
Kürtler son derece barbar, hain ve sinsi
insanlardır, bundan dolayı da haddinden fazla karakol, okul vs devlet kurumu var memleketimizde. Diyarbakır
cezaevindeki şiddetli direnişten sonra,
(Burada sırası gelmişken Recep Maraşlı Abiye, Nuran Çamlı Maraşlı Ablaya, Hovsep Hayren’i Akhparige zulme
prim vermedikleri, zindanlarda insan
onurunu ayakta tuttukları için teşekkür
etmek istiyorum huzurunuzda) gerilla
mücadelesinin de büyümesiyle bizim
medenileşmemiz elzem bir hal aldı. İyi
de nerede adam olacağız? Elbette yatılı
bölge ilköğretim okullarında.
Bu yılları soykırım açısından özellikle
önemsiyorum arkadaşlar. Bir keresinde kar var, çok kar yağardı Ovacık’ta,
3 ile 5 metre arası kar yağardı. Yatılı
okulun bir otobüsü vardı, okul Mercan köyü tarafındaydı, Ovacık’ın hayli dışındaydı haliyle, bu otobüste biz
çocuklara askeri marşlar söyletirler,
rütbeli askerler, erlerin, piyadelerin
analarına bacılarına küfrede ede bizi
Ovacık’a götürür, getirirlerdi. Bize
hep piçler derlerdi, Ermeni piçleri
derlerdi. Apo’nun piçleri demiyorlardı henüz, Aramın piçleri, Khatçik’in
piçleri diyorlardı, yani Ermeni isimleri sayıyorlardı sürekli. Bir keresinde
gerillalar öğretmenleri alıkoymuştu,
bu otobüste askeri marşlar ve küfürler
arasında seyahat ederken biz, otobüsü
komuta eden subay telsizden haberi
alınca bizi arabadan indirdi, askerlere
ayakkabılarımızı da çıkarmamızı emretti, çıkardık karda çıplak ayak onlar
Ermenilere küfretti biz tekrarladık ve
koştuk, sanıyorum bir yarım saat böyle koşturulduk, okula varıncaya kadar
yani, sonra bizi bir salona götürdüler
okulda ve bizi terbiye ettiklerini, böylece Ermeni “babalarımızın” fitnelerine uymayacağımızı söylediler.
Şimdi şöyle bir şeyi düşünmeliyiz arkadaşlar, eylemi yapan Kürt gerillaları,
ve bizler de Kürtçe konuşan Kızılbaşlarız, o halde neden, suçlanan neden
Ermeniler, neden onlara küfrediliyor
ve bu işkenceye biz de hem ortak, hem
de kurban ediliyoruz, bu çocuklarda
Ermeni nefretini geliştirmek için mi
yapılıyor?
Bu salon toplantıları ve Ermeni aleyhtarı konuşmalar rutin halini aldı gerilla savaşı büyüdükçe. Artık Apo yavaş
yavaş Ermeni piçi olmaya başladı,
ona da küfredilir oldu. Şemdin Sakık
sünnetsiz Ermeni oldu, bir sürü Ermeni türedi devletin dilinde, isyanın adı
Ermenilikti. Dişlerini sıka sıka tüm
bunları anlatırlardı bize, yatakhanelerin bir bölümünde askerler yatarlardı,
birbirimizi görmüyorduk ama aynı yemekhanede kahvaltı yapıyorduk. Birgün bu askerler ellerinde bir listeyle
geldiler, çocukların soyadları hala aklımda, saydılar ve elliye yakın çocuğu
hamama götürdüler, okulda çok daha
fazla çocuk var neden sırf bu grup,
neden biz değiliz de onlar diye düşünüyorduk, çocukların ağlama sesleri
geldi ve sonra çocuklar geldiler sünnet elbiseleri içindeydiler, gelişi güzel
sünnet etmişlerdi bu çocukları, beyaz
sünnet elbiselerinin karın altı kısmı
kıpkırmızı, evet arkadaşlar bu çocuklar Ermeni çocuklarıydılar. Onlara
Ermeni olduklarını böyle söylediler,
rızalarını almadan sünnet ederek, bize
bunu yapmadılar, sünnet olmayan Kızılbaş yok, ille olacağız biliyorlar ama
Ermenilere güvenemiyorlardı ki işlerini sağlama aldılar.
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Arkadaşlar Futbol asla yalnızca futbol değildir derler. Böylesine sorunlu
bir yönetim geleneğine sahip ülkelerde
okullar da sadece okul olamıyorlar maalesef, sizin kendinizden tiksinmenizi
sağlayan birer toplama kampı oluyor
böylesi mekanlar, öyle ki eğitmek ve
cezalandırmak fiilleri birbirinin eş anlamlıları haline geliyor.
Benim bir hayalim var arkadaşlar, bir
şeyi çok istiyorum. Mercan’daki eski
Ovacık yatılı bölge ilk öğretim okulunun bütün binalarının temelden yıkılmasını, zemininin incelenmesini istiyorum, bunu deliler gibi istiyorum. Bu
okulun sadece içi değil, zemini de son
derece sorunlu, onu oraya kuranların
günahını beton zemin içinde taşıyor.
Bu okula bir ek bina yapılıyordu ben
orada öğrenciyken, son derece abartılı
derin bir zemin kazılınca biz bütün çocukları bir merak aldı, Ovacık’ta Kışla
adını verdikleri bir köy var, bu köyün
kışlası derler ki dört kat yeraltına iner,
işte aklımızda o karakol var, öyle bir
şey olacak sanıyoruz, bir gün hepimiz
teneffüs yapmışız, okulun bahçesindeyiz, bir kaç tane sarı kamyonet geldi,
bu kamyonlar tepeleme kemik dolu,
ama üstleri örtülmemiş, çıplak haliyle
kemikleri görebiliyorsun, dikkatle bakıyorsun hayvan değil, at, eşşek, inek
değil, belli insan kafası, ve bu kafataslarını o kadar öğretmenin, askerin,
çocuğun gözleri önünde o zemine dökmezler mi, bu beni bitirdi.
Şöyle yapıyorlar, Sabancının Beton
SA mı ne bir şirketi var, SA amblemi
var her halükarda çimento arabalarının üzerinde, bir kaç işçi aşşağıda, kemikler boşaltılıyor yukarıdan, işçiler
düzeltiyor onları aşağıda ve aralarına
çimento döküyorlar, kemik dökülüp
düzeltildikçe beton örülüyor, ve düşü-
nebiliyor musunuz, buna bir Allahın
kulu hayır yapmayın, bu yanlış bir
uygulamadır demiyor, diyemiyor, tek
tek insanların yüzüne bakıyorsun bir
anlam değişmesi yok, bir incinmişlik
hissi duyamıyorsun, “adam sen de bizim değil zaten Ermenilerin kemikleri,
bizim aşiretler ölüsünü ortada mı bırakır, alır gömerler,” diyor okulun aşçısı
yamağına, tek teselli bu yani, kemikler
1938’in değil, haliyle bizim değiller,
rahatlayabiliriz yani.
Durum budur arkadaşlar, soykırım
budur, çöl burasıdır. Biz bunları kendi
gözlerimizle gördük, öyle sanıyorum
ki bütün Kürt çocuklarına, Kızılbaş
çocuklarına da gösterdiler bunu. Neler
yapacaklarını, ne kadar ileri gidebileceklerini gözümüzün içine soktular,
onun için diyorum ki kendimize dönelim, babaları Ermeni, Süryani, Rum,
Ezidi olmayan bizlerin anneleri, büyük
anneleri bu gruplardan birinden ve
soykırımın resmi onların bıçaklanmış
gövdelerine kazılı, buraya bakalım,
buna kayıtsız kalmayalım.
Babaları katil anaları kurban insanlarız
bizler, 20. yüzyılın bu ilk soykırımında
bizim de elimiz var, sorumluluk hissetmiyorum, demeyelim. Aksine bunun
hesabını verelim, çölü aşalım arkadaşlar, o zaman Khatçik Muradian’ın murat ettiği gibi: “Gerekli olan adaletin ta
kendisi”ni sağlayabiliriz.
Not: 10.05. 2014 tarihinde Berlin'de yapılan 1915 Soykırımı ve Kürt, Ermeni,
Asuri-Süryani İlişkileri Konfensına
sunduğum bu tebliği mot a mot okumak yerine spontan bir özetini sundum, konferansa katılan, ya da internet
üzerinden izleyenler konuşmamın bu
metnin özeti olduğunu göreceklerdir.
Erdem Özgül
Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin’de
yapılan “1915 soykırımı, Toplumsal
Sorumluluklar ve Roller; Kürt,
Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri”
konferansına yazılı belgelerini
Gelawej sitesinden ulaşılması mümkündür
http://gelawej.net
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah
Kültür ve Turizm Bakanlığı, İnönü Üniversitesi, Arguvan Kaymakamlığı ve
Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri
‘Arguvan Halk Kültürü’ konulu 4. Ulusal
Arguvan Sempozyumu yoğun katılımla
gerçekleştirildi.
Ortadoğu, Akdeniz, Doğu-Batı ve İslam
kültürlerinin orijininde yer alan güzel
Anadolu’muz, binlerce yıllık geçmişi
ve tarihinde var olan birçok farklı kültürün etkisiyle nadir görülen bir kültürel
zenginliğe sahiptir. Bu zenginlik, müzik
kültürümüze de yansımıştır.
İki oturum şeklinde gerçekleştirilen bilgi şöleninin ilk bölümünde İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Konser Salonu’nda gerçekleşen
4. Ulusal Arguvan Sempoz- yumu’nun
açılış töreninde, Ankara Arguvanlılar
Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı
Asım Aydoğdu, Arguvan Kaymakamı
Zafer Oktay, İnönü Üniversitesi Rektör
Vekili Prof. Dr. İsmail Özdemir, Arguvan Belediye Başkanı Mehmet Kızıldaş
birer konuşma yaptılar.
Ülkemizin müzik kültürünün ayrılmaz
parçası olan Arguvan türküleri de bundan kendine düşen payı almıştır. Kültürüyle, yaşam biçimiyle, inanç ve değerleriyle oldukça özel bir konumda olan
Arguvan ilçemizin türküleri ve deyişleri
adeta Türk halk müziğini besleyen ulu
bir pınar, bir çağlayan; sıla hasreti çekenlere memleket; âşıklara yaren, dertlilere derman, yokluk çekenlere servet
olmuştur.” dedi.
“ARGUVANLININ AKLININ BİR
PARÇASI SILADADIR”
Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Asım Aydoğdu,
açılış töreninde yaptığı konuşmada: “Arguvanlılar da Anadolu’da yaşayan diğer
insanlar gibi birçok nedenden ötürü,
memleketlerini terk etmek ve gurbete
gitmek zorunda kalmışlardır. Ancak,
Arguvanlıları diğer insanlardan ayıran
önemli bir fark vardır. Arguvanlı, dünyanın neresine gurbete giderse gitsin;
aklının bir parçası sılada, Arguvan’da
kalan insandır.
Arguvanlı, gurbette olduğu her an sılasını düşünen ve bir gün oraya dönmenin
hayaliyle yaşayan kişidir. Arguvanlı bilir ki yolcunun son durağı, yola çıktığı
yerdir. Çünkü bir Arguvanlı için fiziksel
doyum ne kadar önemliyse ruhsal doyum da o kadar önemlidir. Arguvanlının
ruhunu doyuran tek şey sılasıdır. İşte bu
nedenle Arguvan’ı, Arguvan kültürünü
ve Arguvanlıyı daha yakından tanımak
gerekmektedir.
Aslında Arguvan bir semboldür ve bir
kültür mirasının ortak adıdır. Kültürlerin sınırları olmadığı için onlar bir bölgenin adıyla anılsa dahi çok daha geniş
bir coğrafyanın ortak mirasıdır. Bu yüzden, Arguvan’ı tanımak Türkiye’yi tanımak adına büyük bir başlangıç adımıdır.
Biz de daha önce üç kez Ankara’da düzenlediğimiz sempozyumlardan sonra;
bugün burada dördüncüsünü düzenlediğimiz Ulusal Arguvan Sempozyumu ile
Arguvan’ı tanımak adına bir adım daha
S u l t a n K I L IÇ
atacağız. Dahası gelecek kuşaklara bu
bilgi şöleni dâhilindeki birikimleri, sözlü olarak değil, yazılı olarak aktaracağız.” ifadelerini kaydetti.
“ARGUVAN TÜRKÜLERİNDE DAĞLARININ KOKUSU”
Bugün ayrıca dışarıdan bakan sıradan
bir gözün göremeyeceği bir kültürün
en kıymetli meyvesi olan Arguvan türkülerinin özünden de doya doya içmek
için buradayız. Çünkü Arguvan, türkü
demektir. Arguvan, dünyanın neresinde
olursa olsun bir Arguvan türküsü dinlediğinde duygulanan insanların memleketidir. Arguvan, uzun yıllar gitmediği
memleketini bir Arguvan türküsü ile
gözünde canlandırabilen, dağlarının kokusunu duyabilen, yaylalarının rüzgârını
hissedebilenlerin memleketidir.
“EZGİLER, BÜYÜK OZANLARDAN BESLENMİŞTİR”
Arguvan’ın türkü mirasını gittikçe zenginleştirdiğini söyleyen Prof. Dr. İsmail
Özdemir: “Müziğin yaşamla özdeşleştiği Arguvan'da ezgiler büyük ozanlardan
beslenmiş, birçok ozan da Arguvan deyişlerini özümsemiş, onlara kendi yaşamını da katarak kendi süzgecinden
geçirmiştir. Çok sayıda halk ozanı yetiştiren Arguvan, geleneğini sürdürerek
sonraki kuşaklara türkü mirasını gittikçe zenginleştirerek aktarmıştır.
Arguvan, gitmek zorunda olduğu gurbet
ellerinde bir türkü süresince yuvasına
gidip gelebilen insanların memleketidir.
İşte biz de hep beraber türkülerimizi
söyleyeceğiz. Hayatın ta kendisini anlatan; gurbette ruhumuzu doyuran; bize
ayna tutan; hayallerimizi, umutlarımızı,
hayal kırıklıklarımızı, gurbetimizi anlatan ve bizi bir arada tutan en güçlü bağ
olan Arguvan türkülerini söyleyeceğiz.”
dedi.
Bu aktarımın devam edebilmesi için, Arguvan türkülerinin ve deyişlerinin orijinalliği bozulmadan, Arguvan ağzıyla,
yöresel çalgılardan ve yörede yetişmiş
sanatçılardan yararlanılarak kayıt altına
alınması gerekmektedir. Arguvan türkü
kültürünün korunması ve gelişmesi için
ozanlarımızın ve mahalli sanatçılarımızın desteklenmesi, Arguvan ve Arguvan
türküleri üzerine yapılacak araştırmaların özendirilmesi, kültürel ve turistik
açıdan Arguvan’ın gelişmesi için gerekli
tanıtım ve altyapı faaliyetlerinin icrasında; üniversitemize, Kültür ve Turizm
Bakanlığı ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, müzikseverlere büyük görevler düşmektedir.” ifadelerini kaydetti.
“NADİR GÖRÜLEN
ZENGİNLİK VAR”
KÜLTÜREL
“SEVGİ VE HOŞGÖRÜNÜN MÜZİK
YOLUYLA AKTARILMASI”
Sempozyumun açılışında konuşan İnönü Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr.
İsmail Özdemir: “Ülkemiz tarihin derinliklerinden süzülerek gelen ve çeşitli
kültürlerin harman olduğu, zengin bir
geçmişe sahiptir. Coğrafi konumu gereği
Türkülerin Arguvan kültüründe önemli
bir yere sahip olduğunu ifade eden Arguvan Kaymakamı Zafer Oktay ise: “İlçemiz Arguvan, Türkiye'de önemli bir yere
sahip kültür yörelerinden biridir. Gerek
âşıklık geleneği, gerekse müziği açısın-
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan oldukça zengin bir derinliğe ve birikime sahip olan ve Anadolu’nun coğrafi
anlamda küçük bölgesi olan Arguvan
ilçesinin, ulusal ve uluslararası arenada
büyük bir yere sahip olmasının sebebi;
sevgi ve hoşgörünün yalın bir biçimde
müzik yoluyla insanlara aktarılmasından
geçmektedir. İlçemizin kültürel zenginliğinin önemli bir ayağı olan Arguvan
türküleri; ulusal müziğimizin önemli bir
dokusunu oluşturmaktadır.
Geçtiğimiz yıl Mart ayında; "Sözlü Gelenekler ve Anlatımlar Gösteri Sanatları” alanında, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü
tarafından, Somut Olmayan Kültürel Miras Ulusal Envanterine katılan Arguvan
türkülerimiz, kültürün kuşaktan kuşağa
aktarılmasında önemli bir görev üstlenmiştir.
“ARGUVAN’A EKONOMİK, SOSYAL VE KÜLTÜREL KATKI”
Bu anlamda, türkülerimizin ve yöremizin
ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını
sağlamak amacıyla, her yıl gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Türkü Festivali ile
ilçemize ekonomik, sosyal ve kültürel
bakımdan büyük katkı sağlanmaktadır.
Diğer önemli bir çalışma da yine Kültür
ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından planlanan ve oluşturulan komisyon marifetiyle
“2013 Yılı Planlı Halk Kültürü Alan Çalışmaları" kapsamında ilçemizde halk
kültürü çalışmaları tamamlanarak, bugün de sonuçlarını tartışacağımız, halk
kültürü alanında ortaya çıkan bilgi ve
belgeler. Bu belgeler, Kültür ve Turizm
Bakanlığı arşivlerine kaydedilerek bilimsel bir veri tabanı oluşturulmuştur.” dedi.
Kaymakam Zafer Oktay, sözlerini şöyle
sürdürdü: “İlçemizin bir diğer zenginliği
de Arguvan yöresinde ve yakın çevresinde bulunan türbeler ve mezarlar, yöre
halkının manevi dünyalarının başlıca
inanç odaklarıdır. Bu bakımdan Arguvan yöresi ve yakın çevresi inanç turizmi bakımından önemli bir potansiyele
sahiptir.” ifadelerini kullandı.
“EN GÜZEL SEVDA ŞİİRLERİ VE
HASRET TÜRKÜLERİ ARGUVANLILARDAN”
Bu yıl Türkü Festivali’nin 2-3 Ağustos
2014 tarihleri arasında gerçekleşeceğini açıklayan Arguvan Belediye Başkanı
Mehmet Kızıldaş ise: “Arguvanlılar; en
güzel sevda şiirlerini, en güzel hasret
türkülerini söylemişlerdir. Ayrılık türkülerini söylemişlerdir. Bu nedenle de
her yöreden, her bölgeden insan, Arguvan türkülerini severek ve keyifle dinler
ve söyler. Arguvan kurumları, Arguvan
türküleri adına çok güzel etkinlikler düzenlediler. Bunlardan birisi bugünkü 4.
Ulusal Arguvan Sempozyumu ve 6. Arguvan Türkü Günleridir. Bu hafta sonu
27 Nisan 2014 tarihinde Arguvan Vakfı
tarafından İstanbul’da 14. Arguvan Türküleri Ses Yarışması, İstanbul Yeditepe
Üniversitesi’nde yapılacaktır. Arguvan
Türkü Festivali ise 2-3 Ağustos günlerinde Arguvan’da düzenlenecektir.” dedi.
DERECEYE GİREN ŞİİRLER SESLENDİRİLEREK ÖDÜLLENDİRİLDİ
Törende 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu kapsamında düzenlenen Arguvan konulu şiir yarışmasına 19 kişinin
katıldığı ve bunlardan birinciliği Ümit
Çalışıçı’nın, ikinciliği Musa Aslantaş’ın
ve üçüncülüğü ise Murat Eren’in aldığı
açıklandı. Yarışmada ikinci ve üçüncü
olanlar törende hazır bulunarak şiirlerini
seslendirdiler ve ödüllendirildiler.
Sempozyum öncesinde Arguvanlı Halk
Müziği Sanatçısı Erhan Yılmaz’ın sazı
ve deyişleri eşliğinde Arguvan yöresine
özgü simgesel Semah gösterisi yapıldı.
“YÜKLÜ BİR AĞIT VE HALK TÜRKÜLERİ BİRİKİMİ”
Açılış töreninın ardından bilgi şöleninin
sunumuna geçildi. Prof. Dr. Turan Sağer
yönetimindeki sempozyumda Folklor
Araştırmacısı Hakan Sinan Mete, Öğretim Üyesi Doç. Dr. Banu M. Dönmez ve
Uzman Antropolog Hüseyin Şahin konuşmacı olarak katıldılar.
Sempozyumda konuşan Malatya Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde görev-
li Uzman Antropolog Hüseyin Şahin:
“Ağıtların bir biri ardına söylendiği ölüye ağlama törenlerini sadece kadınlar
düzenler ve yürütürler. Bunlar ölünün
anası, bacısı, yakın akrabaları, komşularıdır. Ağlama töreni ya ölünün başında
ya mezarında ya da Arguvan yöresindeki söylenişiyle “Esvap (çamaşır, giysi)
dökme" denilen, ölünün birkaç parça
çamaşırı, yılın bazı zamanlarında (üçü,
yedisi, kırkı, ilk bayramı gibi) ortaya
çıkartılarak yapılmaktadır. Arguvan yöresinde ölü başında ağlamada ağıtları ya
köylerde ağıtçı kadınlar ya da iyi türkü
çığıran kadınlar yakarlar. Ağıtlara, orada bulunan ve törene iştirak eden kadınlar katılırlar.
Odaya her yeni gelen kadın, ölünün en
yakını sayılan kadının boynuna ağlayarak sarılır. Ölüye çok yakın olanlar acılarım belirtmek için saçlarını başlarını
yolar. Bazen tırnaklarıyla yanaklarım
tırmalarlar. Ağıt töreninde, kadınların
başı alınlarından bir bezle genelde bağlıdır. Bu alın bağlama biçimi yasa gelen
kadınlar için de geçerlidir. Alnına bağlanan dolak, yazma beyaz ya da siyah
renkli olmakta ve bu yasın simgesi olarak gözükmektedir. Arguvan çevresinde söylenen ağıtlarda ölünün vücutça,
huyca övünülecek tarafları bir bir sayılır.
Onun yiğitliği, güzelliği, boyu, endamı
övülür. Yöre ağıtları ortak bir karakteristik gösterir.
Cenazenin defnedildiği mezardan bir
avuç toprak alınarak, mezar başında
ağıtlar yakarak ağlayan yakınlarının
üzerine serpilir. Toprağın tüm acıları
temizlediğine, bir daha böyle bir acının
yaşanmaması dileğine işarettir.
Bunda yöredeki ölü ve ölüm, gurbetlik
anlayışının ilgili gelenek ve törelerin
benzer olması etkili olmuştur. Yüklü bir
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ağıt ve halk türküleri birikiminin var olduğu Arguvan ve köylerinde, derlenen
ağıtların birbirleriyle olan benzerlik ve
aynılık derecelerinin neler olup olmadığını da çalışmamızın sonunda belirtmeye çalıştık.” şeklindeki ifadeleri dile
getirdi.
ma üretim olduğundan notaya almak zor
oluyor. Yerel ağzın hâkim olduğu; aman,
of, ölem gibi yerel ağzın ünlemlerinin
sıkça kullanıldığı görülüyor.” diyerek
Arguvan türkülerinin biçimsel ve içeriksel açıdan derinlemesine incelenmesi
gerektiğini vurguladı.
hissettik. 17 köye gittik; yaklaşık 13- 14
köyde hemen hemen tüm konularda çalışma yapabildik. Bazen tek kaynak kişiyle üç saatlik çalışmalarda bulunduk.
Herkese teşekkür ediyorum, özellikle
Arguvan halkına teşekkür ediyorum.”
diye sözlerini sürdürdü.
“ARGUVAN, DİĞER DİLLERDEN
EN AZ ETKİLENENDİR”
Dinleyenlerin sadece müzikle uğraşanlardan oluşmadığını, genel çoğunluğu
sıkmamak için ayrıntıya girmediklerini,
sunumların kitaplaştırılması aşamasında
daha ayrıntılı bilgilerin yayımlanacağını
da dinleyicilerden gelen soru doğrultusunda ifade etti.
Folklor Araştırmacısı Sabahiye Noraşin, Arguvan’da geleneksel ve dinsel etkileşimle ölüm kavramını sundu. Slayt
eşliğindeki sunumunda ölüm olayında,
ölünün defni sırasında ve sonrasında
gerçekleştirilen tüm eylemleri derlemeleri kapsamında örnekledi.
“ATMA’NIN KÜRTÇE TÜRKÜLERİ, ARGUVAN TÜRKÜLERİNDEN
FARKLI”
Folklor Araştırmacısı Yasemin Gümüş,
Arguvan’da evlenmenin tüm aşamalarını
yine slayt eşliğinde köylerden örneklerle
anlattı.
İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde
görevli Folklor Araştırmacısı Hakan Sinan Mete ise: “Arguvan Türkçesi, Türkçenin Oğuz gurubunda yer almaktadır.
Arguvan'da kullanılan Türkçeye en yakını Gagauz Türkçesidir. Her dil gibi ilişkiye girdiği dillerden etkilenmiştir. Osmanlı döneminde Arapça ve Farsça’dan,
son yıllarda ise Avrupa dillerinden kelimeler almıştır. Ancak dilin temel yapısı
bozulmamıştır.
Arguvan, Türkçeler içinde belki de başka
dillerden en az etkilenen bölgeyi oluşturmaktadır. Arguvan ezgileri, halk müziği edebiyatında Arguvan ağzı, Arguvan
makamı, Arguvan havası olarak geçer.
Bir görüşe göre Arguvan türkülerinin
çıkış kaynağı olarak Dolaylı Mahallesi
(Halpuz) gösterilse de genel anlamıyla Arguvan ilçesi ve köylerinden doğup
çevre il ve ilçelere yayıldığı söylenebilir.
Günümüzde Elazığ (Şeyh Hasan), Malatya (Atabey) Yazıhan ilçesi, (Karaca,
Fethiye), Hekimhan ilçesi (Ballıkaya,
Başkavak, İğdir, Hasançelebi, Hacılar)
köylerinde Arguvan ağzının etkisi görülmektedir. Ağız, halk müziğimizde yöresel konuşma farklılıklarını karşılar. Okuyuş tavrı, üslup ve tarz, yörelerin ayırt
edici özelliğini oluşturur. Edebiyat alanında “diyalekt” olarak adlandırılan bu
duruma halk müziğinde ağız (Azeri ağzı,
Arguvan ağzı, Rumeli ağzı, Barak ağzı,
Karadeniz ağzı vb.) adı verilmektedir.”
“SEMPOZYUM SUNUMLARI KİTAPLAŞACAK”
Doç Dr. Banu M. Dönmez: “Her şeyden önce Arguvan türkülerini kategorize etmeliyiz. Bu kategorize biçimsel ve
içeriksel açıdan olmalı. Arguvan türkülerini uzun hava ve kırık hava diye iki
ana bölüme ayırabiliriz. Arguvan havası
denmesinin kaynağı da Arguvan’da uzun
havanın daha çok üretilmesindendir.
Müziği oluşturan tüm öğeleri ele almalıyız. Çalgılardan sözlere, ağız yapısından
ezgiye, makama, kullanılan çalgıların
yapısına kadar tüm öğeleri ele almalıyız.
Bazen iki kişinin birlikte sazla ürettiği
görülüyor. Doğaçlama ve yarı doğaçla-
Atma türkülerinin Arguvan türkülerinden ayrı tutulmasının doğru olup olmadığının sorulması üzerine Prof. Dr.
Turan Sağer şunları ifade etti: “Arguvan türküleri ile Atma yöresinde Kürtçe
söylenen türküler arasında fark olduğunu düşünüyorum. Yöresel ağızdan ve
seslendirmeye etkisinden söz ediliyor.
Atma yöresinden üç yöresel sanatçıyla görüştüm, bu bağlamda söylüyorum.
Yöresel söyleyiş biçiminden kaynaklanan bir fark bu. Daha çok deyiş tarzını
gördüm.” şeklinde açıklamada bulundu.
Sempozyumun ilk bölümünün sunumu
sırasında birkaç kez kısa süreli elektrik
kesintisi yaşandı. Kısa bir aradan sonra
sempozyumun ikinci bölümüne geçildi.
İkinci bölümü İnönü Üniversitesi Güzel
Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nden Doç.
Dr. Bülent Yılmaz yönetti.
“ARGUVAN’DA KENDİMİZİ MEMLEKETİMİZDE HİSSETTİK”
Kültür ve Turizm Bakanlığı Şube Müdürü Gülsen Balıkçı, Arguvan’ın hangi
köylerinde, nasıl çalıştıklarını, hangi
yöntemlerle alan çalışması yaptıklarını
açıkladı. Arguvan halkına teşekkürleriyle konuşmasına başlayan Balıkçı: “Arguvan, bu araştırmalar açısından çok rahat ve verimli bir yer. Halkın yaklaşımı,
bilgileri derleme açısından çok elverişliydi. Orada kendimizi memleketimizde
“ARGUVAN KÖYLERİNİN
ADLARI KULLANILSIN “
ESKİ
Sempozyumun son konuşmacısı Folklor Araştırmacısı Zuhal Kasap ise
Arguvan’ın mutfak kültürünü; yemeklerde kullanılan araç gereçlerden yiyecek
malzemelerine, özel gün yemeklerinden
günlük yaşamdaki yemeklere varıncaya
dek yemeklerin yapılışlarını slayt eşliğinde gözler önüne serdi.
Dinleyicilerin soru ve önerilerine yer
verilen bölümde bir dinleyici, Arguvan köylerinin yeni adlarını kendilerine
hitap etmediğini, yeni adlarla köyleri
tanıyamadıklarını, söyledi. Bu nedenle sunumlarda köylerin eski adlarının
kullanılmasının, yeni adlarınsa parantez
içerisinde kullanılmasının daha uygun
olacağını, bu ricalarının sempozyum
sunumlarının kitaplaştırılma aşamasında dikkate alınmasının yararlı olacağını
vurguladı.
Sempozyumun ardından sempozyuma
katılan tüm konuklara Arguvan kömbesi
ve yoğurtlu çorbası ikram edildi. İkramlardan sonra 6. Arguvan Türküleri kapsamındaki Arguvan türküleri konserini
dinlemek üzere Turgut Özal Kongre ve
Kültür Merkezi’ne geçildi.
[email protected]
kitap dergi gazete afiş
baskı işlerinizde bir de bizden fiyat teklifi
isteyiniz!.. grafir dizgi tasarımlarınız
itina ile yapılmaktadır.
Ali Ülger
[email protected]
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI
NUSAYRİLER
Yemenden kalkıp kaç göç dalgaları halinde Anadolu’ya geldiler. İnanışlarından
dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama
her yerde izledi onları büyük kırılmalara tabi tutuldular ama “ehlibeyt yolundan
dönmediler”. (Bulut,2001:95)
“Osmanlı belgelerinde, Fellahlar “Çukurovanın, Amik’in, daha doğrusu Akdeniz
Bölgesinin en eski sakinleri” (Yeğenoğlu,
2001) olarak geçer. İlber Ortaylı’ya göre
onlar, bir zamanlar Türkmenlerle çevrili bir denizde Arapça konuşan etnik bir
gruptu. Kendi aralarında iletişim kuvvetliydi. Lazkiye ile Mersin’deki Nusayriler
(Fellahlar) kendi aralarında haberleşiyorlardı. Kız alıp veriyorlar, ortaklık kurup
ticaret yapıyorlardı.” (Ortaylı, 1999: 42)“
(Aslan,2005:27)
“Fellahların Varlığına ilişkin ilk kayıtlarda Kanuni Sultan Süleyman devrinde,
1528’de Adana sancağındaki vergi defterlerinde Karşılaşılmaktadır. O devirde
Fellahların ismi Garipler Cemaati olarak
geçmektedir. (Serin, 1995: 146). O dönemlerde Çukurova’da, Bahçeciler olarak
tanımlanmakta idi. Gerçekte de Fellahlar
1970’lere kadar yoğun olarak çiftçilikle uğraştılar ve hala uğraşmaktadırlar.
“(Gökçeli, 2001) O yüzden Antakya yöresinde dinsel inanışlarından dolayı “Aleviler” olarak anılmalarına karşılık, Adana
ve Mersin yöresinde, kendilerini kızdıran
zaman zaman kendilerinde aşağılandıkları fikrini uyandıran, Arapça çiftçi anlamına gelen “Fellah” yada “Arapuşağı”
kavramlarıyla anılmaktadırlar ”(Ünlüer,
2001)“ (Aslan,2005:28)
Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada
Halep’teki büyük yerleşimleri sırasında
Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan
Selim binlerce Nusayri’yi kırmasıyla Lazkiye dağları’nın doruklarına çıkan Nusayriler, bir anlamda göçebelik ,tehcir,tecrit
ve yoksulluğa mahkum edildiler.Nusayri
adını, 11.İmam Hasan el askeri’nin müridi Muhammed bin nusayr’dan aldıkları
yolundaki rivayetin akla yatkın olduğunu yazar Faik bulut makalesinde belirtir.
Fakat yazar-eğitimci Mehmet Karasu’ya
göre bu adlandırmanın tarihi gerçekliği
yoktur: “Zira Alevilik Muhammed ibn
Nusayr tarafından değil,bizzat imam ali
tarafından kurulduğunu iddia eden bilim
adamaları vardır. Aşağıda izah edileceği
gibi ilk ayrışmalar Gadir Hum biatına dayanmaktadır. (Karasu,2006:117)
Mehmet Karasu makalesinde bu iddialara Şöyle karşılık verir: “İkincisi, Muhammed ibn Nusayr peygamber değildir.
Ehlibeyt’in sevgisini ilmini ahlakını,
edep ve dürüstlüğünü bize aktaran bir
ehlibeyt bilginidir. O ve kendisinden
sonra gelenler; Muhammed Bin Cündüp,
Abdullah Cennan Cembalani, Hüsey Bin
Hamdan El Hasibi, Muhammed Bin Ali El
Cilli, Mekzun el Sincari….Alevileri içine
düştüğü zillet, sefalet, umutsuzluk, ve
esaretten kurtulmak için çalıştılar.Bunlar
her şeyden önce din tasavvuf ozanıdırlar.
Görüş ve inançları tasavvuf felsefesi ve
“Vahdet-i vucud “kuramı dediğimiz, eski
Grek Latin filozoflarından esinlenen “islami felsefeyi benimsemişlerdir. Bu gün
mevcut olan elyazması yapıtlardan bunu
anlamak mümkündür. Alevilerin Tanrı
anlayışı anlatılırken bu özellikler hep göz
ardı edilmişlerdir.” (Karasu, 2006: 117)
Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife
döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik
takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bu bölgede ikamet etmiş,Hz.Ali
yandaşı olan bu kuvvete ‘nasara /nüsra ‘
(yandaş,zafer kazanan )adı verildiğinden,
yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes
aynı isimle anılmış. (Bulut, 2001, 96),
Kaç göç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı
sıra,sürek surak,suvarık (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına
neden oldu. Yoksul halk,açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek,ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı ;
Arapça ‘felahül-ard’ (toprağı işleyenler)
İbaresinden kendilerine ‘fellah’ adı verildi bu yüzden.Uzun süre Hristiyan ve
Müslüman ağaların yanında marabalık
yaptılar.Zamanla toprak sahibi olup rançberlik ,bağcılık ,bostancılığı bir meslek
haline getirince, bu kez,Arapça ‘fellah’
(rençber,köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. ‘Arap uşağı’ yakıştırması,Atatürk
zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından,
üstün bir ünvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son
demlerinde bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir
defterlerine ise garipler cemaati olarak
kayda geçmişlerdi. (Bulut,2001:96)
Etnik Köken
Etnik bakımından söz konusu Alevilerin tümü Arap kökenlidir. Abdurrahman
Khair’e göre:” daha önceki isimleriyle
onlar Nusayrilerdir ve Fransız mandası
zamanında Aleviler olarak anıldılar.Fakat onlar gerçek Araptırlar ve imamların
yanılmazlığına inanan Müslümanlardır.
(Karasu,2006:118)
Muhammet Emin Galip et Tavil,” Nusayriler adlı yapıtında tufandan sonra insanlığın Nuh’un üç oğlunun soyundan,Sam
Ham ve Yafes’ten geldiğini anlatır. Söz
konusu Alevilerin atalarının Samiler olduğunu ve bunların Ortadoğu’ya yerleştiklerini ileri sürer.Sami kavimlerinin kendilerine özgü bir geleneği,uygarlığı,dili
ve meziyetleri olduğunu ve onların saf
arap pınarından süzülen on ikinciler olduğunu belirtir. (Karasu,2006: 118)
Nusayriler örf,adet,kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında.
1938’de Hatay’ın Türkiye’ye katılması
sürecinde Güneş Dil tezi savunucuları,’
Yöre halkının Eti Türklerinden Olduğunu‘ döne döne tekrarlayıp durmuştu.
Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan
kimi siyasetçiler,‘ Hz.Ali’nin orduları
Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye
gelip yerleştiler’ yolunda yazılar yazmışlardır. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı bu propagandaya inanmış görünüyor.
Ama çoğunluk kökenlerinin Yemen’den
Kalkıp Irak, Suriye Halep üzerinden
Lazkiye yöresine göçen, Yaklaşık 700 ila
300 yıllık süreçte Süveydiye (Samandağ),
Adana, İskenderun, Tarsus, Mersine yerleşen büyük aile afradına dayandığına
inanıyor. Şunu Diyorlar: ‘Ezilmişliğin
verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı.
Diyeti ise Arapça’dan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, Giderek
Arapça’nın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak.
Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle
varız, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir rengiyiz. Bu yeterliyidir. Yoksa, bizi Eti Türkü sayıp asimile etmenin bir alemi yok.
Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak
esastır.‘ (Bulut: 2001: 96)
Dil
Bilindiği üzere dil, evreni ve doğa olaylarını, duygu ve düşünceleri, insanlar
arasındaki ilişkileri kendi işleyişi, ruhu,
mantığı ve dünya görüşüyle yoğuran ses-
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
li bildirişim sistemidir. Aynı zaman ad
kültürün en önemli taşıyıcısıdır. Onun
en temel öğesidir.” toplumun bir parçası
yok ki, dilden bağımsız, dilden ayrı olsun.
Toplumun edebiyatı, Felsefesi, sanatı,
tekniği ile birlikte, bütün kültürü düşünceleri, Kavrayış biçimi, giderek töre ve
gelenekleri dille bir bağlılık içindedirler,
dilden ayrılmazlar. Töre ve gelenekler
de dil olmadan olanaklı değildir” (Akarsu,1984:98). Bu yüzden etnik gruplar
dillerini adetleri kadar önemsemektedir
(Aslan,2005:54) Nusayrilik, etnik, disel, dinsel temelleri olan bir grubu ifade
eder. Bu öğeleri birbirinden bağımsız
düşünemeyiz. Dili aradan çıkardığımızda Nusayrilik çıkmaza girer. Bu açıdan
Arapça’nın yaşatılması çok önemlidir.
Arapça konuşma oranı gittikçe düşmektedir. Yeni nesillere öğretilmeme eğilimi
vardır. Arapça yazmayı da çoğunlukla
şeyhler ve kuran okuyan Nusayriler bilir.
Unutulmalıdır ki dil kültürel sürekliliği
sağlar.
a-Arapça: Suriye’deki Gebel ve Ansariye
bağlı Süryani/Lübnan lehçesi.Yaşlı nesil
hala arap yazısıyla okuyup yazmaktadır.
(Andrews,1992:215)
b-Türkçe Genellikle Hatay’ın Türkiye’ye
katılmasından (1939) Sonra doğmuş
olan daha genç nesil tarafından konuşulur. Kent halkında Türkçe’yi birinci dil
konumuna yükseltme yönünde bir eğilim gözlenmektedir. Bugün Arapça ile
Türkçe’nin bir karışımı konuşulur. (Andrews ,1992:216)
Nüfus ve Nüfusun Dağılımı
Nusayrilerin nufus oranı Samandağ’da
%90, Antakya’da %60-70; İskenderun’da
%40, Adana’da %25, Tarsus’ta %80, Mersinde %20-25 Nusayrilerin Hatay’ın genel nüfusu içindeki oranı ise merkezdeki
oranın altındadır (%30’a yakın). M.Aring
–Lananatza 1990 verilerine dayanarak
toplam nüfuslarının yaklaşık 1 milyon
olduğunu söyler. Aradan geçen yıllar da
hesaba katıldığında tahminlerinin doğru
olduğu ileri sürülebilir. (Sertel,,2005:179)
Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları
Hatay ilinin ve bu ile komşu illerin dini
coğrafyaları dikkate alındığında Nusayri
toplumunun geniş bir Sünni İslam kuşağıyla çevrildiği görülmektedir. Söz konusu bölgenin dini inanışlar bakımından
konstarast bir görünümde olması Nusayri toplumundaki grup içi bütünleşmenin
asıl sebebini oluşturmaktadır. Bölgenin
inançsal yapısı ile ilgili en sağlıklı bilgi, 1996 yılında yapılan genel nüfus sayımıdır. (DİE)Bu sonuçlara göre Hatay
ilinde Nusayri nüfusunun genel nüfusa
oranı %28.94’tür. Hanefi nüfusun oranı
%68.48, Genel nüfusun oranı %1.95’ tir;
nüfusun geri kalanını ise Katolik ve Ortodoks mezhebine mensup Hıristiyanlar
ile Musevilerden oluşmaktadır. Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları yerler ise
Samandağ ve köyleri ile Antakya merkez
ve köyleri olarak görülmektedir. Diğer
ilçelerde ise Sünni İslam mezheplerine mensup olanlar yoğunluktadır. (Keser,2005:149)
Din
Alevileri Ortadoğu’daki Sünni ve Şii Müslümanlar ile diğer etnik Dini gruplardan
ayıran en belirgin özellik, Hz.Ali’ye Karşi aşırı tutkularıdır. (Karasu,2006:121)
Nusayriler kendilerini “İslam toplumu,
uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçası
olarak görürler” (Bulut,2001:95)
Nusayriler Hz Ali’ye olan aşırı tutkuları
ve Bu tutkularından ödün vermeyen bir
gruptur. Nusayrilerin Toplumsal yaşantılarında din bu topluluğu bir arada tutan
ve toplumun devamını sağlayan çok güçlü
bir kurumdur. Dine dayalı akrabalık ilişkileri, ekonomik ilişkiler bu örnek çoğaltılabilir. Nusayrilik inancının en önemli
özelliği dışarıya kapalıdır. Bu yapı Nusayrilik inancının hiçbir zaman bağnaz
bir inanç olmasını getirmemiştir. Aile
içindeki özgürlükçü ortam ve kadınların
toplumda hiçbir zaman geri plana itilmediği kendini yenileyebilen bir inançtır.
Her gelen iktidarın Nusayriler üstünde
kurduğu baskı belki bir nevi kapalı toplum yapısını getirmiştir.
Bu açıdan Nusayrilik değerlendirilirken
tarihi ve toplumsal koşulları göz önünde
bulundurmak faydalı olacaktır.
Nusayri inancının pratik yönü de teorik
alanı kadar sosyal bütünleşmeyi arttırıcı
özelliklere sahiptir. Tarihsel süreç içinde, bilinçli bir tutumla, Nusayri ibadet
şekilleri belirlenirken grup içi dayanışmayı ve bütünleşmeyi arttırma amacı da
güdülmüş olabilir. (Keser,2005:142) Bayram sahipliği kurumu vasıtasıyla ailelerin
sosyal prestijlerini yükseltme aracı olarak
görülerek dini inançların devamlılığını
arttırıcı bir etkiye sahip olmaktadır. (Keser,2005:143)
Bayram sahipliği yada dini görevlerin yerine getirilmesi Nusayrilerde sosyal prestiji artırmaktadır. Nusayrilerde özellikle
Samandağ gibi kırsal kesimlerde sosyal
kontrol çok fazladır. Bayram sahipliğinden vazgeçen kişilerin işlerinin kötü gideceğine inanılır. Özellikle Gadir-Hum
bayramında hemen hemen her evde kazanlar kaynar.
Nusayrilerin Grup içi dayanışmalarını
arttıran bir diğer önemli sebep ise devleti Sünni İslam’ın savunucusu ve uygulayıcısı şeklinde algılamalarıdır.(Keser,2005:150
Özellikle 1980’den sonra ilkokullara zorunlu din kültürü derslerinin getirilmesi
Nusayriler tarafından şikayet konusudur.
Bu çocuklarının Sünni, Hanefi, İslam yorumunu öğrenmek zorunda bırakılması
anlamına gelmektedir. Nusayriler günümüzde çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla
seslerini duyurabilmektedir. Devlet Sünni İslamı destekler bir konumda olsa da
Nusayriler dinler arası ve kültürler arası
diyalogdan hiçbir şekilde geri durmaz ve
bu gün Hatay’da bulunan gruplar arasında
hoşgörünün ve barışın kaynağı durumundadırlar.
Aile
Grup içi (endogami) evlilik yaygındır. Evlilik Nusayri toplumunda çok önemsenen
bir konudur. Nusayriler gelenek, görenekleri ile özellikle kırsal kesimde (Samandağ ve köyleri ) geleneklere ve dinsel öğretilere uygun şekilde yaparlar.
Nusayri Toplumundaki bütünleşme aile
kurumu göz önünde bulunduğunda da
görülmektedir. Nusayri toplumunda hakim aile tipi çekirdek aile olmakla beraber kırsal alana gidildikçe evlenmiş erkek
çocukları da aynı çatı altında toplayan
birleşik aile tipi az da olsa görülmektedir.
Bu tip ailenin oluşmasının ilk nedeni bu
yola başvuran ailelerin ekonomik güçsüzlüğüdür.
Evlenmiş çocuğuna yeni bir ev kurabilecek ekonomik birikime sahip olamayan
ebeveynler evlerini evli çocuklarıyla paylaşma yoluna gitmektedirler. Bu tip ailelerin oluşmasının ikinci nedeni ise yine
ekonomik bir faaliyet sonucu olmaktadır;
Nusayri toplumunda uzun yol şoförlüğü
yapanların ve yurt dışında işçi olarak çalışanların oldukça fazla olması sebebi ile
bu kişiler eşlerinin ve çocuklarının güvenliği için ve bakımlarının sağlanması
amacıyla onları ailelerinin yanına yerleştirme yoluna gitmektedirler. Ancak eşlerinden uzun süre ayrı kalmaları nedeniyle
ailesini ebeveynlerinin evlerinde yerleştirenler seyahat gerektirmeyen bir mesleğe
geçmeleri veya yurt dışında çalışıyorlarsa
yurda kesin dönüş yapmaları durumunda
genellikle ebeveynlerinden ayrı bir evde
oturmaktadır (Keser,2005:144)
Siyaset
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Nusayri Toplumunda genç kadınların siyasete erkekler kadar yoğun şekilde ilgi
duyduğu ve katıldığı görülmektedir. Yaşlı kadın nüfus ise erkeklere göre siyasete
daha az ilgi duymaktadır. Yaşlı kesimlerde oy verme kararlarında aile reisleri
büyük rol oynarken genç kesimde aileden
bağımsız oy verme davranışına daha sık
rastlanmaktadır.( Keser, 2005, 150)
.Yaşlı ve genç nufusların oy verme davranışlarındaki en büyük farklılık,yaşlı
nüfusun yöneldiği partilerin geleneksel
merkez-sol partiler olmasına rağmen genç
nüfusun tercihinin daha solda partiler olması yönünde olmasıdır. (Keser,2005:150)
Ancak Nusayrilerin siyasi Alanda sol fikirlere yakın olmasının nedenleri arasında dini inanışlarının oynadığı rolü ortaya
koymak mümkün olmamıştır.Bu konu da
belirtilecek tek şey Türkiye içinde yaşayan Alevi nufusun genelinin sola yakın
olduğu ve Nusayrilerin siyasi tavırlarının
bu olgu içinde değerlendirileceğidir. Sol
fikir taraftarlığının yüksek olmasının diğer bir sebebi ise üniversite eğitimi görmüş fert sayısının azınsanmayacak derecede olmasıdır.(Keser,2005:150)
Ekonomi
Hatay,Adana,Mersin,İskenderun gibi şehir merkezlerinde yaşayan Nusayriler, ticaret ve esnaflıkla; bu kentlerin kırsalında
bulunanlar daha çok tarım ve hayvancılıkla; Samandağ,İskenderun,Mersin(Mez
itli,Karaduvar),Adana (Karataş) gibi sahil
kesimlerinde yaşayanların önemli bir kesimi ise balıkçilikla geçimini sağlamaktadır. ( Sertel ,2005:175)
Arap Alevilerinin işsizlik yüzünden değişik ülkelere dağıldıkları gözlenmektedir. Bunu yurtdışındaki nufus oranlarından gözlemleyebiliriz. Yurtdışına
olan işçi göçlerinde Arabistan önemli
bir yere sahiptir. (Bunun dışında körfez
ülkeleri önemli bir yer tutar); Arapça’yı
bilmeleri uyum sorununu azaltmaktadır.
Oraya gidenlerin Türkiyede’ki yakınlarına iş temin etmeleri de bu ülkeye olan
iş göçlerini kitlesel hale getirmiştir. Nusayrilerin ekonomik güçlerinin temel
kaynağını,Arabistan’dan gelen para oluşturmaktadır. (Sertel,2005:175)
Araştırma yapılan bölgedeki Nusayrilerin
geçmiş zamanlardan beri yoğun olarak
içinde bulundukları ekonomik faaliyet
kırsal alanda yaşayanlarda ziraat şehirlerde yaşayanlarda ise esnaflıktır. Ancak
zaman içinde sınır ticareti imkanlarının
gelişmesiyle beraber taşımacılık alanında
da yoğun bir faaliyete girmişlerdir. Zirai
faaliyetlerin yanında Nusayrilerin faali-
yet gösterdikleri alanların başında taşımacılık sektörü gelir. Bu gün Türkiye’nin
en güçlü tır filoları özellikle Samandağ
Nusayrilerine ait olup bu filoların çoğunluğu da Arap ülkelerine seferlerde bulunmaktadır. Bunun yanında yüksek eğitim
gören Nusayrilerin oranındaki artışlara
bağlı olarak değişik meslek gruplarında
da çalışmaya başlamışlardır. Zirai faaliyet içinde bulunana Nusayrilerin işledikleri arazilere ise sahip olmaları çok yakın
bir zaman içinde gerçekleşmiştir. Daha
önceleri Sünni mezheplere bağlı ağaların elinde bulunan arazilerde işiçi olarak
çalışan Nusayriler ağaların şehirlere yerleşmeyi tercih etmeleri sonucu satılığa
çıkardıkları arazileri satın almışlardır.
(Keser,2005:147-148)
Nusayrilerin Göreceli olsa da güçlü olan
ekonomik durumlarının ana nedeni diğer
gruplara duyulan güvensizlik olduğu söylenebilir. Yoğun bir çalışma sonucu elde
edilen göreli üstünlük azınlık olmalarının
getirdiği zorlukları azaltmakta ve bununla birlikte grubun maddi maddi temeli
güvence altına alınarak devamlılığı sağlanmaktadır.(Keser,2005:149)
Modern kültür ve Geleneksel Kültür
Arasında Nusayrilik
Geleneksel kültür manevi kültürdür. Geleneksel kültürde akrabalık bağları çok
güçlüdür. Aile bireyin hayatını belirler.
Bireyin doğumundan ölümüne kadar oturacağı yer, evleneceği kişi,yapacağı mesleğine kadar her şeyini aile belirler.Geleneksel kültürde aile geniş ailedir. Geniş
ailede Anne, baba,büyük baba , büyük
anne,kardeşler herkes aileden kalma ev
yada arsa içinde yaşar .Hatay’ın Samandağ ilçesinde %90’dan fazla nufusun Nusayri olduğu bu ilçede geleneksel yaşamın
belirtileri görülür.
Aile Çoğunlukla geniş ailedir. Aile bireyin hayatında çok belirleyicidir.Bireylerin
üstünde adeta bir koruma kalkanı vardır.
Birey yurtdışına (genellikle Arap ülkelerine) çalışmaya gider. Belrili bir para
biriktirdikten sonra ailesinin gösterdiği
ailesine ait mülkün üstünde evini kurar.
Genelikle meslekleri yurdışında getirisinden kaynaklı Berber,lokantacı,otomobil
tamircisi,Fırıncı,şöför gibi mesleklerdir.
Belirli bir süreden sonra bu mesleklerden birini memleketinde icra etmek üzere
yurtdışından kesin dönüş yapar.toplumda
saygın bir yer sahibi olmak için Dini görevlerini yerine getirir.Samandağ ilçesinde Nusayriliğin tam olarak canlı bir şekilde yaşatılması bu geleneksel yaşamın
gereklerindendir.
Toplumsal değişim geleneksel yaşamın
görüldüğü yerlerda daha az olur. Kültürler daha canlı yaşanır.Geleneksel yaşamın
katı kuralları ve toplumsal kontrol değişime direnmeyi gerekli kılar.
Nusayrilerde Bunun yanında Özellikle
Mersin,Adana yöresinde daha çok modern yaşamın izleri görülür. Aile tipi
çekirdek ailedir.Gittikçe büyüyen bu şehirlerde tutunmak için çesitli işlerde çalışmaktadırlar.Aile Planlaması vardır.
Ekonomik sıkıntılardan kaynaklı çocuk
doğum oranı daha düşüktür.Kırsal alana
göre düşüktür. Dini Görevini yerine getirme konusunda hassasiyet kırsal kesime
göre daha azdır. Kent yaşamının getirdiği
şartlar dolayısıyla daha zordur. Dini görevini yerine getirme konusunda kırsal
kesimde hassasiyet olması kırsaldaki toplumsal kontrolun daha fazla olmasından
kaynaklanmaktadır.
Modern bir yaşam tarzında toplumsal
değişim daha hızlıdır.Genç nesilin kent
yaşamına uyum sağladığı görülür. Geleneklerden daha kopuk Türkçeyi çok düzgün konuşan Arapça Kelimeleri telafuz
etmekte zorlanan yada hiç Arapça bilmeyen bir genç nesil yetişmektedir.Bu da
Nusayri ailelerin çocukları kent yaşamına
uyum sağlasın yabancılık çekmesin diye
özellikle çocuklarıyla Türkçe konuşma
eğiliminden kaynaklanmaktadır.
Kent yaşamında imkanlar dini görevleri
yerine getirmek için kısıtlı olduğundan
Nusayri kültürü yeterince yaşatılamamaktadır.Böylelikle Kente adapte olmuş
Nusayri topluluk gelenekle-modern kültür yani maneviyatçı kültürle maddiyatçı
kültür arasında kalmıştır.
Nusayrilerin Yaşadığı kırsal kesimlerde
maneviyatçı kültür gelişmiştir.Paranın
yerini hatırın yada akrabalık ilişkilerinin
aldığı yerlerdir. Nusayrilerin doğumundan ölümüne kadar verdikleri kararlarda
aile ve toplum çok önemlidir. Toplumsal
kontrol fazladır.Bu sebepten toplumda geleneksel kurallar ağır başmaktadır.
Nusayriler ve Ulusal Kimlik
Günümüzde etkisi gitgide artan insan
hakları ,Kültürel çoğulculuk .farklı etnik ve dinin inançların ifade edilebilmesi
cerçevesindeki talepler ulus- devletin temellerini zorluyor. Böylece ulus devletin
yurttaşlık anlayışı ile farklılıklara saygıyı
temel alan insan hakları siyaseti arasında
bir gerilim ortaya çıkıyor.( İnal ,2006: 37)
Avrupa biriliğinden birçok ülke,bu gün
farklı kültürlerden,farklı etnik kökenlerden gelen,değişik diller konuşan yeni
yurttaşlarının kültürel kimliklerini yeni
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
edindikleri yurttaşlık kimliği içinde sürdürebilmeleri için kanunlarını yeniden
düzenliyor,birey haklarını gözeten ortak
anlayışlara yöneliyor. Oysa Türkiye son
seksen yılda çok kültürlü- çok uluslu bir
imparatorluğun mirası üzerinde kurduğu
ulus-devletle bu zengin mirastan “kurtulmaya” çalıştı. Buda Kürt, Ermeni, Rum,
Süryani, Yahudi gibi çeşitli kimliklerin
yaşadığı bu coğrafyada bir çok acı soruna
yol açtı. (İnal,2006:37)
Bilindiği üzere “ulusal kimlik, sosyal ve
politik bütünlüğün güçlü aracıdır. Toplumda sosyo-ekonomik düzey, yaş cinsiyet, din gibi çeşitli boyutlardaki farklılıkların ayarttığı ayrılıkları, bölünmeleri
telafi edici bir etkiye sahiptir. Ayrıca sosyal olarak marjinal veya alt düzeylerde
bulunan grupların toplumda bir yer bulmasını ve entegrasyonunu sağlamaktadır.Bazen bu ulusal kimlikleşmenin ve
entegrasyonun aygıtları olarak fonksyon
gören resmi okullar, Diyanet işleri, siyasal kurumlar, ters fonksyona da sahip
olamaktadır.Bu Kurumlar bütünleşme
(entegrasyon) yerine eritmeyi (asimilasyonu) seçerek potansiyel olarak etnik hareketler (monements) yaratabilmektedir.
(Aslan,2005:146-147)
Örnek olay: Bir üniversiteli kız öğrencisi
1987 yılında Ortaokula giderken yaşadığı
deneyimi dramatik bir şekilde dile getirmektedir. “Dersinde orta 2 öğrencisi olan
bu öğrenci ye din öğretmeni beş vakit
namazdan herhangi birini sınıf önünde
uygulamasını istemiş bilmadiğini söyleyince çok kötü azarlamış. ’Sen ne biçim
Müslümansın ‘gibisinden. Olay büyüyünce Bu Nusayri kızı çağırıp açıklama
yapıp olayı yatıştırmış.”Cahit aslanın kitabından (s147) geçen olayın tam metnini
okuyabilirisiniz.Osmanlılar zamanından
beri süregelen Nusayrilere karşı bu tutum
1987 yılı itibari ile değişik bir şekilde gelişmiştir. Buda Nusayrilere dayatılmaya
çalışılan asimilasyon politikasının sadece
biçim değiştirdiğini göstermektedir.
1950’li Yıllarda Hatay’da yaşayan yaşlı
Nusayrilerin anlattıklarına göre ; Nusayriler, kaldırımlardan yürüyemezler ,hayvanlar için yapılan arklardan yürürlermiş.
münferit olaylar olsa da Nusayri şeyhleri,
kalabalık caddelerde yürürken sakalları
yolunurmuş ve şalvarları çekilirmiş.özellikle 12 eylül askeri yönetimi döneminde
Nusayrilerin yerleştiği bölgelere camiler
yaptırılmış ve buralara Nusayri imamlar atanmıştır. Uzun bir süre Nusayriler,
Sünni ağaların marabası olarak onların
topraklarında yaşamışlar.Kendi içlerindeki dayanışmanın yardımlaşmanın güçlü olması ve çalışkan olmaları nedeniyle
para biriktirerek çalıştıkları toprakların
büyük bir çoğunluğunu Sünnilerden satın
almayı başarmışlardır (Türk,2005:29)
1938 yılında Hatay’ın nüfusunun yarıya yakını alevi iken dışarıdan Sünni vatandaşların kaydırılması sonucu bu oran
gittikçe düşmektedir. Bu kaydırmalar 12
Eylül 1980’den sonra da yeniden gündeme gelmiştir. (Karasu , 2006:118)
Cumhuriyet tarihi boyunca bütün çabamızın Kürdün Türkleştirilmesi, ya da
müslümanın laikleştirilmesi olmamalı
Bütün çabamız sadece çoklu kimlik ve kişilik özelliklerine sahip olduğumuzu göz
önünde bulundurmamız gerekiyor. Sadece etnik, dinsel ve cinsel kimliğimiz değil
,bunun yanı sıra yurttaşlık bağı ile bağlı
olduğumuz ülkenin sorumlu yurttaşı olduğumuzu, farklı kültürel kümelerle etkileşime açık olduğumuzu sadece doğum
ve kan bağı ile edinilmiş kimlikler değil,
bunun yanı sıra sonradan kazandığımız
kimliklerle bir bütün oluşturduğumuzu
unutmamalıyız. (İnal,2006:41) Yurttaşlık
bağıyla bağlı olduğumuz kimlik Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olmamızdan kaynaklı edindiğimiz kimliktir. Nusayrilik
ise etnik, dinsel bir kimliktir. Yüzyıllardır yaşayan bir kültürdür. Nusayriler
yüzyıllarca egemen iktidarların ve karşıt
grupların baskısına maruz kalmışlar ve
direnmişlerdir.
Joan Weulerse “Antioche” adlı yapıtında Antakya’da yaşayan Aleviler için şu
tespiti yapar:”Alevilerin Antakya’daki
durumu çok farklıydı. Merkezini politik
açıdan egemen unsur olan Türklerin tuttuğu bir kentte, heteredoks bir mezhep
olan aleviler şehir dışına atılmışlardı Bu
konum,ikili horlamaya denk düşüyordu:
Toplumsal açıdan köylü,Dinsel açıdan da
sapkın olarak eziliyorlardı. Antakya’nın
Alevi nüfusu “ağır işler ve alt meslekler
için köle olmasa da seri “düzeyinde bir
el emeğinin” deposu olarak görülüyordu.
Güvenlik nedeniyle semtlere kapanmış
Aleviler, dışlandıkları kentin en sefil ve
ezilen kesimini oluşturuyorlardı. Kent
topografisi içindeki yerleri azınlık Müslüman toplumlar yelpazesindeki uç konumlarının çarpıcı bir anlatımıydı. “(Karasu,2006:115)
Yaşları yetmiş ve üstü olanların anlattığına göre bir zamanlar Antakya’da Alevilerin kaldırımlarda yürümeleri bile yasaktı.
Onlar kendilerini belli ettirmek için caddenin ortasında yürümek zorundaydılar.
Kaldırımı kullananlar her türlü saldırıya
maruz kalabilirdi. ( Karasu,2006:115)
Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal
mülk sahibi olması,Kuran satın alıp
okuması bağnazlar tarafından adeta ya-
saklanmıştı.Çarşıya bile inemezlermiş.
Aleviler Kuran elde edebilmek için Hristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış.
Nusayri din adamlarının sarıkları önce
arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi
söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş.Nusayri selamını almamak için.yüzlerini çevirenler; omuz atıp
geçenler varmış. (Bulut,2001:96)
Samandağlı Abdullah Vural,tam 115 yaşında .’Eskiden el örmesi dizkapağına
inen gömlek giyerdik ‘diyor.İç çamaşırı
bulamadıklarını ;dağda ağaç,çalı çırpı
toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın
diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerinde yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu
gösteriyor. (Bulut,2001:67)
Nusayri yaşlılarımızın anlattıkları geçmişte yaşadıkları sıkıntıları bu günkü durumla karşılaştığımızda ne kadar büyük
bir mücadeleyle günümüze geldiklerini
görmekteyiz.Geçmişten bu güne kabul
ettirilmeye çalışılan sunni İslam öğretisine gösterdikleri direnç kendi kültürlerini
koruma azmi takdire değerdir.
Samandağlı Ahmet "Eskiden Arapça yasaktı. Şimdi Türkmen köylerinde Arapça
Türkü söyleniyor" diyor. Samandağ'a geri
dönerken, çok eskiden de değil, 1980'lerin sonuna doğru bu topraklarda yaşanılan anlamsız yasakları düşünüyoruz. 12
Eylül'e kadar siyasal şiddetten nasibini
en az alan Samandağ'da, 12 Eylül sonrası
inanılmaz baskı uygulanmış. Neredeyse herkes sorgudan geçirilmiş. Bu süreç
1985'e kadar en ağır biçimde sürmüş.
1990'lı yıllara doğru garip yasaklar vardı Samandağ'da. Hatta şimdi birkaç sanatçının albümüne aldığı, Türkiye'nin
her yerinde çalan 'Meryem Meryemti'
türküsü yasaktı. Oysa türkü, Osmanlı
askerleri tarafından kaçırılan bir Arap
kızının öyküsünü anlatıyordu. Hatta o
yıllarda Samandağ'da bir düğünde bu
türkü çalmaya başlayınca, o sırada salonda bulunan dönemin ilçe emniyet müdürü yasak olan türküyü susturmak için
silahını çekip havaya ateş bile etmişti.
Yasaklar kumsalı Samandağ'ın Çevlik
kumsalı, yaklaşık 18 kilometredir. Bu
yanıyla' Türkiye'nin en uzun kumsalı'
olarak anılır. O yıllarda, saat 18.00' den
sonra kumsalda gezinmek yasaktı. Hele
yazları, havanın kararmasına saatler kala
kumsal boşaltılır, kurt köpekleriyle gezen jandarmalar sahilde kalanları uyarırdı. Samandağ'da balık önemli bir geçim
kaynağı. Ama o zamanlar, Samandağlı
balıkçıların gece denize açılmalarına ve
denizde kalmalarına izin verilmezdi. Samandağlılar karşılarında başka yerlerden
gelen balıkçı teknekleri avlanır, onlar kı-
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yıdan seyretmek zorunda kalırlardı.(Celal
Başlangıç,Radikal,29,07,2002)
Nusayrilerin Dil konusunda da bir dönem
1980 sonrası Arapça müzik çalınmasın
diye askerin düğünü basması gibi olaylar
anlatılır. Nusayrilik ulusal kimlik çelişkisinde dinsel ve dilsel müdahalelere de
maruz kalmıştır.Ayrıca 1990’lı yıllarda
Afganlı göçmenlerin Ovakentte arsa sahibi yapılması ve devlet olanaklarının
sunulması.Amik ovasının bir bölümünün
Karadenizden getirilen sahıslara işleme
hakkının verilmesi gibi uygulamalarda
Nusayri Araplar’ın tarih sahnesinde olduğu gibi günümüzde de bir takım siyasi ve
politik oyunlara maruz kaldıklarını göstermektedir.
Samandağının Kurtderesi mahallesi sakinlerinin bir bölümünün hukuk dışı uygulamalarla tamamen siyasi oyunlarla
tapularının iptal edilmesi de yakın tarihte
olan başka bir olaydır.Saho mağdurları
zamanının içişleri Bakanı bizzat Mehmet
Ağar’ın vasıtasıyla tapuları ellerinden
alınmıştır.Hukuki olarak aleni bir şekilde o toprakların bir Türk vatandaşı olan
ve nufus ve evlik cüzdanı olan Mustafa
Şah’tan satın alındığı kanıtlanmasına
rağmen.Bu Kurtderesi mahallesindeki
bu sakinler evlerini ,arazilerini boşaltma
tehlikesiyle karşı karşıyalar.
Murat Çelikkan Saho davasını “Bölgede bu uygulamaya ilişkin yorum, Arap
kökenli vatandaşlarımızın Antakya'da
mülk edinmesini engelleme. Gerekçe,
Suriye ile olan Hatay meselesi ve plebisit korkusu. Bu da, 'azınlık vakıfları'na
uygulanan 'derin devlet politikası'nın bir
benzeri. Topraksızlaştırma politikası.
Hatta yerleştirilen Türkmenler vesaire...
Vatandaşların ellerinden giden, bedelini,
vergisini ödedikleri toprakları için açılan
10'dan fazla dava, aleyhlerine sonuçlanmış. Temyiz aşamasında olanlar var. Sadece iki dava, mülkiyet bedelinin tahsili
amacıyla AİHM'ye gitmiş. Bizi yeni bir
rezalet daha bekliyor orada anlayacağınız. Suriye ile ilişkilerin düzelmesi, Hatay meselesinin resmi düzeyde halli için
gelişmeler çok olumlu. Peki ama 'Şaho
mağdurları'nın hali pür melali ne olacak?
Son çare, Cumhurbaşkanı'na başvurmayı
düşünüyor, bunun için imza topluyorlar.
Derin kırmızı çizgiler, ah o çizgiler! (Çelikkan, Radikal, 07.01.2004)
Bu politik oyunlar aleni bir şekilde ortadadır.Nusayriler basında yada araştırma
adı altında yayınlanan asılsız iddialarada maruz kalmaktadır. Nusayri Alevileri, Nusayrilikle ilgili araştırma yapan
bazı araştırmacılara tepkilidir. Oturdukları yerden alana inmeden araştırma
yapmaktalar hem asılsız idialar hemde
bilimsellikten uzak cümleler kurmaktadırlar.Nusayrilerin istemediği şekilde bir
beceriymiş gibi namaz sürelerini yayınlamaktadırlar.Nusayrilerin dinsel inançlarını saygısızlık yapmaktadırlar. Bir
araştırmacı, araştırma yaptığı toplumun
inançlarına saygı duymalıdır.Her toplumun kutsalı vardır.Toplumlar bu kutsallar
sayesinde birleşir bütünleşir kaynaşır.Bu
kutsallar için geçmişten günümüze bedel
ödemişlerdir.Ödemeye de devam etmektedirler.
-İnal, Celal, (2006),” Çok Kültürlülük ve
Toplumsal Uzlaşma”, Nusayrilik Alevilik
Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet
Karasu, 1.Basım, Ankara, Keşif Yayınevi
Celal Başlangıç’ın deyimiyle” Musa
Dağı'na bakarken insan, 'Ne kadar çok acı
yaşanmış bu topraklarda, şu anda yaşananlar ve daha da yaşanacak olanlardan
gayrı' demekten alamıyor kendini. Musa
Dağı gibi bu ülkenin de acıları bitmiyor ve
insan bu coğrafyada acıyı büyütenlerin, o
sıcacık, saygılı, iri gözlü Samandağlıların
yüzüne bakarken utanacakları günü bekli
yor.”(Başlangıç,Radikal,29.07.2002)
-Ortaylı, İlber, et.al.,(1999), Türkiye’deAleviler, Bektaşiler, Nusayriler, İslamİlimleri Araştırma Vakfı, No: 61, İstanbul,
Bayrak Matbaası
KAYNAKÇA
-Andrews, Alford, Peter, (1992),
Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa Küpüşoğlu, 1.Basım, İstanbul, Ant
Yayınları
-Aslan ,Cahit, (2005), Fellahların Sosyolojisi, 1.Basım, Adana, Karahan Kitabevi
-Bulut, Faik, (2001), ”Nusayriler”, Atlas
Dergisi”, sayı 104, İstanbul
-Karasu, Mehmet, (2006), ”Alevi Nusayriler”, Nusayrilik Alevilik Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet Karasu,1.
Basım, Ankara, Keşif Yayınevi
-Keser, İnan, 2005, Nusayrilik: Arap
Aleviliği, 3.Basım, Adana, Karahan
Kitabevi
-Serin,Şerafettin,(1995),Aleviler,Nusay
riler ve Şiiler kimlerdir?, Adana: Koza
Ofset
-Sertel,Ergin, 2005, Dini ve Etnik Kimlikleriyle Nusayriler,1.Baskı, Ankara,
Ütopya Yayınevi
-Türk,Hüseyin,(2006),”Hatay’da Çok
Kültürlülük ve Hoşgörü”,Nusayrilik
Alevilik ve Çok Kültürlülük
içinde,Der:Mehmet Karasu,Ankara,Keşif
Yayınevi
Kaynak:
http://www.samandagkentgunlugu.com/
index.php/kenan-kahliogullari/189hatayda-hos-gorunun-kaynagi-nusayriler
Bülent Korkmaz’ın Haziran
ayında çıkacak yeni kitabı
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSÊN KURMANCÎ
BEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV
Birikti içimde yine yağmur
bulutları
Bir yağsam ah yağsam
Bahar yağmurlarına karışsam
Zamanı yoktur derler yağmurun
Durup durup ağlamaların zamanı
Kederini acını katıp önüne
Alıp götürür derler
Uğur Adsız
1-Yek
2-Du(dudu)
3-Sê(sisê)
4-çar
5-pênç
6-şeş
7-heft
8-heşt
9-neh
10-deh
11-yazdeh / devyek
12-diwazdeh / devdudu
13-sêzdeh / devsisê
14-çardeh / devçar
15-pazdeh / devpênc
16-şazdeh / devşeş
17-hevdeh / devheft
18-hejdeh / devheşt
19-nozdeh / devnehê
20-bîst.
21-bîst û yek
30-sî 31- sî û yek
40-çil / çel
41- çil û yek
50-pêncî
51- pêncî û yek
60-şêst
61- şest û yek
70-heftê
71- heftê û yek
80-heştê
81-heştê û yek
90-not/ nohodî
91- not û yek
100-sed
110- sed û deh
200- du sed
220- du sed û bîst
300- se sed
330- sê sed û sî
400- çar sed
440- çar sed û çil
500- pênc sed
550- pênc sed û pêncî
600- şeş sed
660- şeş sed û şeşt
700- heft sed
770- heft sed û heftê
800- heşt sed
880- heşt sed û heştê
900- not sed
990- not sed û nod
1.000-hezar
2.000- du hezar
20.000- bîst hezar
40.000- çil hezar
Mînak:
-Tu çend salî yî? “Ez bîst û yek salî
me.”
-Havîn çend salî ye? “Havîn pênç salî
ye.”
JİMARNAVÊN KERTÎ
%10 (Ji sedî 10) Li Tirkiye derbenta
hilbijartinê ji sedî deh e
%20 (ji sedî bîst) ji sedî bîstê qartof
hatin firotin
%75 ( ji sedî heftê û pênc) ji heftê û
pêncê dersâ Matematikê derbas bûn
½ (duyek) Duyeka mamosteyan law in
¼ (çaryek) Çaryeka pênusan sor in
•Hinek deran de “yek” dibe “ek-ekîekê” û hevdudanî tê nivîsanin e
/Carekî were delal
/min pirtûkek xwend
/tenê malek me heye/keçekê rindik e
çok uygun fiyatlara!
zazacadan türkçeye / türkçeden zazacaya
gurmanciden türkçeye / türkçeden gurmanciyeye
ruscadan türkçeye / türkçeden rusçaya
çevriler yapılır e-mail: [email protected]
0049 (0) 177 502 88 53
Toprağın bedenine nasıl düşerse
yağmur
Belki can bulup yağdıkça ben de
Gülü reyhana dönerim
- Gülü Reyhan ********************************
Sizin hiç babanız karşınızda ağladı
mı?
Benimki ağladı,
Tanrı şiir yazıyordu
Peki sizin hiç babanız ağlarken
utandı mı?
Benimki utandı,
Tanrı kayıptı
Garipti, sarsıldım
ben onun tohumuydum
Ben dimdik ayaktayken şimdi o
kırılmıştı
Sen hiç, bir ağacın devrildiğini
gördün mü?
Ben gördüm, henüz fidandım
Tanrı cebimde yoktu
Cesedi bulunmuştu
Üzeri ayetle kaplı
Yüzü görünmüyordu
Tanrı tanınmıyordu..
- KALENDER *********************************
sevdam yeşerip kök salmış
yüregimin en mahsum yerinde
yer yurt etmiş yüregimi
dillenip huzura gelmek
dalkol olup çiçek açmak için
yol yolak aramış
dört yanın taştan duvar
mapushane bacası gibi yürek
tepede bir ay doğmuş
tepede üç yıldız var
biri sen
biri sen
üçü sen
dörtbir yanımın taşduvarı sensin!
- hıdır -
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53