kızılbaş s a re sur M a y ı s 2 014 - S a y ı 3 8 k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü! - Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim!... - Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu? (Liste) - Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı - YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA - Başbakan’ın 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine - Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri Üzerine kızılbaş - sayfa 2 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 k ı z ı lbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan avrupabirliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0532 358 25 08 [email protected] kayseri temsilcisi a. rıza ülger [email protected] Adana temsilcisi: Ugur Adsız [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. 15 nisan 2014 sayı: 37 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ......................................... Kızılbaş Dergisi Sayfa 05 - Başbakan’ın Diplomatik 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine ....................................................................................... Hovsep Hayreni Sayfa 08 - Dr. Avagyan: Türkiye’nin bugünkü politikası, Ermeni Soykırımının inkarından daha tehlikeli ........... Arsen Avagyan Sayfa 09 - Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik! Prof. .... Dr. T. Akçam Sayfa 11 - Erdoğan’ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı? ................................ Garbis Altınoğlu Sayfa 15 - Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı Sayfa 16 - Seyfo Center’in 1915 Soykırımı konferansına mesajı ..................................................................... seyfocenterin-mesajı Sayfa 17 - Öcalan’dan mesaj: Mümin kardeşlerim ..................................................... Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR Sayfa 18 - Taziye’nin İçini Doldurmak ................... Dr. med. Sarkis Adam Sayfa 19 - Ermeni soykırımı bağlamında politisit. Osmanlı mparatorluğu’nda Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi ..................................................................................... Meline Anumyan Sayfa 22 - Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu? (Liste) ...................................... İbrahim Halil Baran - Nimetullah Atal Sayfa 25 - 1915 ERMENİ SOYKIRIMI MİMARI TALAT PAŞA’NIN SONU Sayfa 25 - Özür ............................................................................. Ali Ülger Sayfa 26 - Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով Sayfa 28 - Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο) .......... ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ Sayfa 30 - Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı Pontos’un Zenginliğine dair Genel Bilgiler. .......................... Ali Sait Çetinoğlu Sayfa 34 - Bir Kürtten Ermeni Halkına Özür Mektubu ......... Hayri Tunç Sayfa 36 - YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA ................... Serdar Halil Göçmen Sayfa 37 - ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası .. Munzur CÖMERT Sayfa 42 - Malatya’da şehit edilen kardeşlerimizi anarken, bu karanlık operasyonu anlamaya da çalışalım: .................................. İsa Karataş Sayfa 43 - BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN! ................................................................................. Kemal Tolan Sayfa 45 - Diyanet, Siyaset ve Kürdler ........................................... Ruşen Arslan Sayfa 48 - Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi . Prof. A. Hür Sayfa 52 - Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim ........................................ Erdem Özgül Sayfa 55 - Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah ...... Sultan KILIÇ Sayfa 58 - HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI NUSAYRİLER Sayfa 63 - DERSÊN KURMANCÎBEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV ................................................................................... Uğur Adsız Sayfa 63 -Ozanlarımızdan Sayfa 64 - Sergi [email protected] kızılbaş - sayfa 4 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek 29 Mart yerel seçimleri yapıldı. Sonuçları ortada. İsteyen istediği sonuçları çıkartabilir. Kızılbaş-Aleviler varolan partilerin tümünün ortak düşünce ve davranışlarını da ortaya çıkardı. O da şu hep işletilen ve devlet partileri tarafından başarılı kılınan Alevi partisi olmasın biz varız bize çalışın siyaseti. Kısacası maraba kalın siyaseti işletilmiştir. Bu devlet patentli siyaseti seçimlere katılan tüm partiler işlettiler. Ya kendi adımıza kendimiz için işleteceğimiz öz örgütlenmemizi inşa edip siyaset alanına çıkacağız. ya da marabalığa devam sütçü beygiri gibi dön ha dön siyasetine talim ettirileceğiz!... Geçmiş seçimlerde Alevi Bektaşi dernek vakıf federasyon konfederasyon kurmayları Ankara’ya uçup çeşitli devlet partilerinden vekil olmak için el etek öptüler. Turgut Öker, Necdet Saraç vd....... teşkilatlarını hedefleyen sözlerinden alınanlar oldu... Erdoğan Kızılbaş - Alevi siyasetinde samimi demokratik ve laik siyaseti işletmiyor! İşletemez de, işletmesini beklemekte aşırı körlük marabalık olur. Yalnız; hedeflediği kesime yönelik söyledikleri hiç de yabana atılacak şeyler değildi. 12 EYLÜL ASKERİ IRKÇI FAŞİZAN DARBESİ SONRASI dökülen solculardan devlet Alevilik üzerindeki varlığını yenilerken işte o zamandan bu yana soldan devlet yedekli kadrolar ile dernekler vakıflar kurdurdular. Alevi-Bektaşi derneklerinde M. Kemalin suratını tırk bayrağını astılar. Devlete ve m. kemale eleştirisi olanları lokallerine almadılar yasakladılar. Bunlar hala varlığını sürdürüyor. Örneğin muharrem ayında yapılan mahtem cemlerine konsolosluklar davet edildi. Yapılan Aşurelere TC. Konsoloslukları başköşeye çıkartıldılar. Bu dernekler ABF üyesi dernekler. Hem de Turgut Öker’in Genel başkanlığı döneminde Almanya’nın Duisburg kentinde yaşadık... talığı bulandırma siyaseti işletmektedir... TC. Devletinin hiç bir siyaset aktivisti laik değildir. TC. din ve vicdan hürriyeti yoktur. Erdoğan’ın bu müdahalesi de buna en açık örnektir... Bu da gösteriyor ki kendi öz örgütlülüğünden yoksun olanların hayatın ve siyasetin hiç bir alanında ciddiye alınamaz. ve kendi varlıklarını koruyup geliştiremezler devletin, çeşitli kurum ve kuruluşlarının asimilasyonuna yem olurlar!... *** Diyarbakır’da Kürt-Türk ittihatçı ittifakı tazeleniyor hem de Türk devletinin hayrına olacak şekilde. Her aklı salim KızılbaşAlevinin bu gidişatı kendi adil bilincinde şapkasını çıkartıp tartması gerekmiyor mu? Timsah gözyaşı döken Kızılbaş evlatlarını boyalı basında görünce ne hallere düşürüldüğümüzün çapını derinliğini algılamak ne de zor!.. İnkarcı İslam’ın Asimilasyoncu siyasetinden bize Ne yazık ki solcu artıkları dev- ve mazlumlara iyilik gelmemişlet devşirme kadrolarının Erge- tir!.... nekoncu cepheden Erdoğan’a ve AK-P saldırmakla kendilerini * * * Alevi ve solcu olduklarını kaldıklarını sanıyor bu ocak-sön- İçeriğine karşı olduğumuz. İttihatçı inkârcı ve de soykırımcı dürmüş şaşkınlarımız! bir belgeyi yayınladık. Bundan Erdoğan tektaşla iki kuş vur- dolayı Kızılbaş dergisine ve mak istiyor. Olmaz hele ağır Genel Yayın Yönetmenimize olun!.. Ateist olan bir bireyin yönelik yapılan eleştirinin deKızılbaş-Alevi- Bektaşi kimliği mokratik değerleri çiğnediği kanısındayız. ortadan kalkmıştır. Gelecek seçimlerde Alevi Bektaşi teşkilatlarının benzeri siyasetlerini işleteceklerini görmek için münnecim olmaya hiç de gerek yoktur.... Kızılbaş-Alevi-Bektaşi olan bir birey de Ateist kimliği olamaz!.. *** Her iki farklı kimlik ve kültürü aynı gibi gösterip ikisine birden R.T. Erdoğan’ın kimi Alevi(!) saldırmasında demagoji ve or- Dergimizin düşünce ve davranışı açık biliniyor!.. Saygılarımız ile KIZILBAŞ DERGİSİ kızılbaş - sayfa 5 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Başbakan'ın Diplomatik 1915 Taziyesi ve Yankıları Üzerine ve İçerikte Cimrilik Başbakan Erdoğan 12 yıllık iktidar deneyimi içinde zaman zaman resmi kalıpları çatlatan sürpriz çıkışlarıyla farklı bir lider olarak göründü. Kuru kafalı bir devlet adamı gibi tekdüze değil, zamanın gereklerine uygun değişik ve akıllı hamleler yapmasıyla dikkat çekti. Despot ve reformist yüzünü sık sık dönüşümlü ve birarada gösterdi. Esasen ikinci yönü oldukça sahte, gerçek değişimleri sağlamaktan uzak ve reel işlevinden fazla psikolojik algılar yaratan birşeydi. Toplumun nabzını iyi ölçerek kendi politik geleneğini yeniden biçimlendirmeyi ve taban genişletmeyi başardı. Güven kazandıkça ülkenin tabu sorunlarına dokunma ve eskisi gibi gidemez olan yönlerini kısmen revize etme cesareti buldu. Ama temsil ettiği devletin kuruluş temellerini hiç tartışma konusu yapmadı ve stratejik çıkarlarını titizlikle gözetti. Zaten “milli” meselelerde yenilik olarak ne yapsa bu doğrultuda yapacaktı. Örneğin Kürt meselesinde açılıma yönelirken “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” vurgusunu hiç ihmal etmedi. Darbe tehlikesinden korunmak için askeri vesayeti geriletirken devletin güvenlik sigortası olarak militarist anlayışı muhafaza etti. İslami geleneğin baskılanmasına son vermek için Kemalist ideolojinin laikçi damarına yüklenirken ortaklaştığı ırkçı-şoven çizgileri ve Atatürk mitini özenle korudu. İyi bir demagog ve şovmen olarak tartıştığı her konuda hem nalına hem mıhına vurmasını bildi. İç siyasette rakiplerini zayıflatıp kendine avantaj sağlayacak gündemler yarattı, bazen de ortaya çıkan karambolleri değerlendirmede mahir davrandı. Siyasi rakibi CHP'yi tek parti döneminin insanlık suçları üzerinden teşhir etme girişimi ve yukardan aşağıya tarih sorgulaması tam da böyle bir vesileyle başlamıştı. am” diyebildiği ve tevekkeli biçimde olsun “devlet adına özür” beyan ettiği 1937-38 Dersim soykırımı bu sayede yoğun bir tartışma gündemi oldu. Ancak Türkiye'de tarihle yüzleşmenin en netameli konusu olan 1915 Ermeni-Süryani soykırımı ve 1923'e kadar Pontus Rumlarını kapsayarak devam eden Hristiyan halkların kanlı tasfiyesi dokunulmaz kalıyordu. Son on yılda sivil toplumun sorgulama alanına girmekle beraber devlet katında bu süreç gündeme alınmıyor, dışardan gelen basınca ise alışılmış inkarcı söylemle tepki veriliyordu. Başbakan'ın Dersim çıkışını ve yankılarını irdelerken biz hep bu garipliğe dikkat çekmiş ve eğer vicdan işiyse o vicdanın 1915'e neden işlemediğini sorgulamıştık. Birçok faktör içinde en esaslı görülmesi gereken iki nedenden biri; bu olayın cumhuriyet içinde bir budama değil, cumhuriyetin hemen üzerine kurulduğu bir kök kazıma eylemi oluşu, diğeri ise kazınıp silinen halkların gayrımüslim ya da “gâvur” olarak çok daha değersiz görülüşüydü. Yıllar süren bekleyişten sonra nihayet soykırımın 99. yıldönümünde Başbakan bu konuya da “insani” açıdan değinme lütfunu gösterdi. Fakat çok gecikmeli gelmesinin yanında bu değinmenin tarzı Dersim çıkışından belirgin şekilde sönük ve içeriği de büsbütün zayıf, daha doğrusu boş kaldı. Başbakan'ın adına hiç değilse “katli- Yöntemde Dikkat Çeken Tutukluk Hov s e p Ha y r e n i Her konuda ve her vesileyle kürsüye çıkıp doğrudan konuşmayı seven Başbakan, 1915 gibi önemli bir soruna ilk kez “empati” ile değinecek olduğunda neden somut tasvirler içeren duygulu bir hitabı değil de, muğlak sözcüklerle dolu diplomatik bir yazılı açıklamayı tercih etmiştir? Açıklamanın dokuz dilden tüm dünyaya duyurulma isteği bu sorunun tatmin edici yanıtı olamaz herhalde. Daha önce Dersim 1937-38 için vermek istediği mesajları hep kürsüden vermiş ve uluslararası kamuoyu da bunları izlemekten mahrum olmamıştı. “Ah benim Dersimli kardeşim, ah benim Diyarbakırlı kardeşim” diye kalabalıklar önünde gözyaşı bile dökebilen Başbakan, iş Ermenilerin acısını paylaşmaya gelince öyle dokunaklı bir seslenişi neden beceremedi dersiniz? Açıklama muhtevasında kendini gösteren farklar bir yana, yönteme ilişkin bu tutukluk bile kendiliğinden çok şey anlatır. Düne kadar “Biz yaradılanı yaradandan dolayı severiz” gibi bir nakarat eşliğinde bu ülkenin farklı kimliklerine hitab ederken yalnızca Müslüman olan etnik grupları sayıp Hristiyan olanların adını ağzına almayan bir Başbakan'dan söz ediyoruz. Yani ayrım yapmadığını anlatmaya çalışırken dahi ayrımcılığını ele veren sistemli bir ketumiyet içindeydi. Bu defa konu 1915 olunca orucu bozması kaçınılmazdı, ama yine bir mesafe koymak ister gibi sesli hitabetten feragat etti. Bunu ait olduğu gelenek içinde “gavurla duygudaşlık” kurmanın zorluğuna yormak yanlış olmaz sanırım. Sonraki hafta partisinin meclis grup toplantısında konuşmasına gelince yazılı açıklamanın primini toplamak üzere diğer partilerle polemik dışında birşey yapmayıp, Ermeni halkının trajedisiyle ilgili yüreklere seslenmekten yine kaçındı. kızılbaş - sayfa 6 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim çıkışını yaptığında Necip Fazıl Kısakürek'ten pasajlar okuyarak o dönemin vahşetini nasıl kınadığını hatırlayalım. 1915'te sergilenen vahşetin çapı çok daha geniş, bilançosu kat be kat ağırdı. Üstelik kendi vicdanına işlemesi için ille Müslüman kimlikli birilerinin referansı gerekiyorsa, o dönem Ermenilere yapılanı “bir milletin vahşice imhası” gibi etkili sözlerle telin eden Müslüman gazeteci, siyasetçi ve azledilmiş mülki amirler de vardı. Onlardan birkaçının İttihatçı canilere söylediklerini dile getirebilirdi mesela.“İttihatçı zihniyetle hesaplaşma” gereğinden sözediyordu hani, onun en büyük cürmünü ve ardındaki toplu tasfiyeci zihniyeti mahkum etmekten kaçınan biri İttihatçılığın nesine karşı geliyor olabilir ki?.. Gecikilmiş 1915 açıklamasının ne kadar düşük profilli ve cimrice olduğunu anlamak için Dersim konusundaki yarım ağız özürle karşılaştırmak yeterlidir aslında. Başbakan Dersim'de yapılanlar için “katliam” tabirini kullanınca yüreği ağzına gelen devletçi medya sözcüleri de “Dersim'deki katliamsa ötekine ne diyeceğiz?” yollu endişelerini dile getirmişlerdi. Aynı yıllar içindeki başka konuşmalarında 1915 için “ecdadıma laf söyletmem” havasını çalan Başbakan, Dersim çıkışının yaratmış olduğu paradoksa rağmen bu alandaki “sıkı duruş”unu halen sürdürme niyetinde görünüyor. Öyle ki 100. yıla 1 kala ihtiyaç duyulan yazılı açıklama 1915'de Ermenilere yapılanı resmi tarihin “tehcir” kavramı dışında bir şeyle tanımlamıyor. Dahası o tarihte Ermenilerin acılarını savaş içinde her milletin doğal olarak çektikleriyle aynılaştırıyor. Devletin sorumluluğuna hiçbir şekilde değinmiyor. Dolayısıyla özür de sözkonusu değil. Kimsenin acısından farklı bir muhtevası yoksa, 99 yıl sonra Ermeni halkına özel “taziye” sunmanın anlamı ne olabilir ki?.. Zamanlama Ustalığı ve İşaret Ettiği İtici Etkenler “Taziye” her ne kadar Ermenilere ithaf edilse de esasen dünya kamuoyuna hitab ediyor. Amaç 100. yılın girişinde uygun bir politik taktikle dünyanın gözünü boyamak, Ermeni halkının adalet beklentisine cevap vermeksizin “medeni ve demokratik” bir görüntüyle bu önemli süreci atlatmaktır. Böyle bir oyuna dünden razı olan büyük devletler birkaç “insani” kelime içeren açıklamayı şüphesiz memnuniyetle karşılayacaklardı. Geleneksel inkar politikasından vazgeçilmemiş olması sorun yapılmayacak, “iyi niyet” alkışlanacaktı. ABD Dışişleri sözcüsünün “gayet açıkyürekli ve gerçeklere dayalı” gibi sözlerle yaptığı abartılı takdire bakılırsa, böyle bir açıklama için Erdoğan hükümetine çoktan beri telkinde bulunduklarını ve hatta belki bu “taziye”nin taslağını kendilerinin oluşturduğunu bile tahmin edebiliriz. Yeminli Ermeni düşmanı nasyonalsosyalist Doğu Perinçek de bu ihtimale dikkat çekmiş, ama bütünüyle ters sonuç çıkartmak üzere!.. O ve benzerleri ABD'nin Türkiye'yi Ermeni sorunu üzerinden sıkıştırdığı ve Erdoğan Hükümeti'nin ihanete varan bir tavizkarlık içinde olduğu kanaatini yaymak istiyor. Halbuki ABD ve AB'nin politikaları bu konuda Türkiye'yi hesap vermeye zorlayıcı nitelikte değil. Onlar ancak başka konularda kendi istemlerini kabul ettirmek için arada bir bu sorunu şantaj unsuru gibi gösterip geri çekmekle yetiniyorlardı. Beri yandan kendilerini bu sorunda çözüm için tutarlı etki yapmaya zorlayan Ermeni diasporasına ise “gelişme” anlamında birşeyler göstermeye ihtiyaçları vardı. Her 24 Nisan'da ABD Başkanı soykırım sözcüğünü telafuz etmesin diye çırpınan Türk hükümetine “Bari siz makul görülecek birşey söyleyin de bizim elimiz rahatlasın” demiş olmalılar. İşte “insani” temelde geldiğine dair inanılmaz takdir beyanlarının yağdığı taziyenin itici etkenlerinden biri bu olabilir. Ve tabii özellikle de 100. yıla giriliyor oluşu. Ona bir dalgakıran gerekliydi. 100. yılın 24 Nisan'ını beklemek çok geç olurdu. Bu nedenle, daha önce yapılamadıysa bile, 99. yılın 24 Nisan arifesinde (hem de Türklüğün sembolü 23 Nisan'a denk getirerek) böyle bir deklarasyonun yapılması kendi çıkarları hesabına çok akıllıca bir adım olmuştur. Bunu artık kurt siyasetinden tilki siyasetine geçiş sayabiliriz. Beklenenden Düşük Profil ve Yüksek Takdirler Böyle bir adımı birkaç yıldır bekliyorduk. 2012 yılının 24 Nisan'ında AKP'li bir vekil (İsmet Uçma) “kendi şahsı adına Ermenilerden özür dilediği”ni belirtmekle birlikte “Ben Ermeni vatandaşlarımıza reva görülen şeyin soykırım değil de soysürgün olduğunu düşünüyorum” diye işaret vermişti. Ben de o günlerdeki bir yazımda “Sanki bu çıkış şahsi özür dilemek için değil de, hükümetin yakınlarda geliştireceği bir tavır için şimdiden soykırım yerine geçirilecek tanımı pişirmek için yapılmış gibi” demiştim. Bir başka işaret ise geçen Aralık ayında Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun “Tehciri benimsemiyoruz, İttihatçıların yaptığı gayrı-insani bir olay” deyişi olmuştu. Sonunda Başbakan'ın da benzer bir söyleme yöneleceği beklenilir birşeydi. Bunu büyük bir sürpriz gibi lanse etmek doğru değil. Böyle davrananlar aynı zamanda içeriğini de abartma durumundalar. Dikkat edilirse Başbakanlık adına resmi açıklamanın sözcükleri önceki işaretlerden daha çekincelidir. Mesela Davutoğlu tehcirin kendisini gayrı-insani tanımlamışken, bu defa yazılı metinde “Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması” deniyor. İkisi arasında ince bir fark var. Yazılı açıklama “tehcirin amacının kötü olmadığı” yönündeki resmi görüşü sürdürürcesine yalnızca onun doğurduğu sonuçlar için “gayr-ı insani” diyebiliyor. Bu ise soykırımın mimarlarından Talat Paşa'nın anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden başka birşey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” deyişinden daha farklı bir ifade sayılmaz. kızılbaş - sayfa 7 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Başbakanlık mesajının yüzüncü yılı karşılama amaçlı politik bir manevra olduğunu ortalama bilinç yada tarihsel hafıza sahibi her Ermeni idrak edebilir. Türkiye'deki Ermeni toplumu içinden gelen kimi abartılı övgü ve eleştirisiz takdir ifadelerini bulundukları ortamla bağıntılı düşünmek gerekir. Özel bağımlılık nedeni olan ve çıkarı gereği yaranmacı davrananlar bir yana, genel olarak Ermeni cemaatine uygulanan rehine siyasetinin psikolojik yansımalarıdır gördüğümüz. Devlet katından en ufak bir jest görmeye susamış insanlarımız ne kadar içi boş olsa da taziye gibi gönül okşayıcı bir ifadeyi olumlu karşılamaya eğilimlidir. Nankörlükle suçlanmamak ve daha ileri adımlara kolaylık sağlamak gibi bir hissiyat da memnuniyet ifadelerinde rol oynuyor. Bunlar bütünüyle anlaşılır. Fakat bir de özgür entellektüel profili çizerek atılan adımı devrim gibi selamlayan, en ufak bir temkin göstermeksizin bonkörce prim verenler var ki, asıl onlar üzerinde durmak gerekiyor. Ermenistan'ı ve Diasporayı Öteleme Gönüllüleri Kendisiyle yapılan söyleşilerde taziye metnini hiç kritik etmeden olumlayan, “meseleyi manevi ve insani bir alana çekiyor” diye öven Etyen Mahçupyan, daha önemlisi herkes bu görüşü paylaşmak zorundaymış gibi mühürleyici vurgular yapıyor: “Bunu olumsuz karşılayacak kimsenin olacağını sanmıyorum. Olsa da ciddiye alınmaz zaten. Bunun yetersiz olduğunu söyleyenler olacaktır, 2015'i gölgelemek için kasten atılmış bir adım olduğunu söyleyenler olacaktır ama bunlar da çok etkili şeyler değil” diyerek eleştirel yaklaşımları peşinen itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Üstelik bu meseleyi tamamen “Türkiye'nin iç meselesi” sayarak, Başbakan tarafından önerilen tarih komisyonunun da uluslararası değil, Türkiye'nin kendi içinde kurulmasını salık veriyor. “Tabi bütün yurt dışındaki Diaspora'yla manevi bir ilgisi var elbette, onların dedeleri, babaları yaşadılar bunu sonuçta. Ama ben hiçbir devletin Ermenistan dâhil bu konuda taraf olarak muhatap alınması gerektiğini düşünmüyorum” diyor. Küçük bir ayrıntı gibi, hem Ermenistan hem de diasporada o hatıralarla yaşayan insanların çözüme nasıl müdahil olacakları sorusu havada kalıyor. Devletlerin karışmasına tepki gösterirken tam insiyatifle sorunu çözmeye yetkili saydığı Türkiye'nin de bir devlet ve dahası suçlu devlet olduğunu unutmuş gibi konuşuyor. Neden sonra hatırlayınca şunu ekliyor: “Ben hiçbir zaman devletlerin tavırlarını ciddiye almadım ama toplumların tavırlarını, söylediklerine saygı duydum ve bunu dikkate alıyorum. Başbakan Erdoğan'ın açıklaması da bildiğimiz devlet cümlesi gibi değil toplumsal karşılığı olan bir cümle...”. ra sahip olduktan sonra başbakan ve devletinin inkar politikasını sürdürme cesareti artmaz mı? Hem de nasıl? Nitekim, meclis grubundaki konuşmasında içerden ve dışardan aldığı yüksek takdir notlarını sergileyen Erdoğan, 1915'le yüzleşmeye değil yine inkarcı çizgiyi tahkim etmeye dönük mesajlar vermiş, Mehmed Akif'in şiirlerinden “ecdad” savunusu yapan dizeler okuyarak bir anlamda soykırım kurbanları yerine faillerinin ruhunu şad etmiştir. Başbakan'ın “Tarihimizle Yüzleştik” Böbürlenmesi Ne kadar ikna edici bir savunma!.. Buna inanmak gerekirse, Erdoğan'ı devlet geleneğinden hayli uzaklaşmış adil bir lider, hislerine tercüman olduğu Türk toplumunu da bu tarihle yüzleşmeye gayet açık bir toplum saymak gerekir. Yalnız Mahçupyan'ın yine unuttuğu birşey var. Az yukarda “ciddiye alınmaz” dediği eleştirel bakışa sahip diaspora nesillerini nereye koyuyor? Hani devletlerin değil fakat toplumların tavırlarını ciddiye alıyordu kendisi? Öyleyse bu gelişmeye kuşkuyla bakan, taziye çıkışını vicdani değil diplomatik gören, inkar siyasetini sürdürmenin bir başka biçimi olarak değerlendiren onca hafıza sahibi insan toplum dışı mıdır? Açıkça kendi içinde çelişkili olan bu beyan dünyadaki soykırım mağduru Ermenilerin görüşleriyle birlikte ötelenmelerini salık veriyor. Bu tutumun daha kaba bir versiyonunu ise yapılan mülakatlar içinde Kandilli Ermeni Kilisesi Yönetim Kurulu Başkanı Dikran Kevorkyan'ın görüşünden okuyoruz: “Çok insani, ruhani ve manevi bir mesaj. İnşallah bu mesaj, diasporadakilerin de ağzını kapatır. Endişem, dış güçlerin bundan tatmin olmamaları ve ‘Niye bu kelimeyi kullanmadı, niye şunu demedi’ deyip, başka taleplerde bulunmaları. Umarım belli odaklar bu güzel mesajı istismar etmez”. “Bizim kadim tarihimizde utanacağımız, korkacağımız, yüzleşmekten çekineceğimiz hiçbir hadise bulunmuyor” sözünü nasıl algılamak gerekir? Sahip çıktığı tarihin “temiz” oluşunu akla getiren bu vurgular, devamında “İşte Dersim hadisesi ile yüzleştik. Ana muhalefetin genel müdürü yüzleşebildi mi? Dersim’in gerçek destekleyicisi onlardı. O katliamın arkasında faili onlardı. Ayıplayabiliyor mu? CHP hala bunun hesabını verebildi mi?..” sözleriyle başka bir anlam ve mecraya kayıyor. Demek ki öyle temiz bir tarih sözkonusu değil. Utanılacak dolu şeyler var. Dersim özgülünde o bunu, kendi ailesi de soykırım kurbanı olup büyük bir paradoks sonucu CHP'nin başına gelerek inkarcı devlet tutumunu üstlenen Kılıçdaroğlu ve bugünkü partisine havale ediyor. Evet bu daha özel bir utanca işaret eder. Ama o vahşetin sorumluluğu yalnız bugünlere CHP olarak gelenlerin değil, o günün tek devlet partisi CHP içinde olup sonradan ayrışarak bugünün AKP'sine kadar çeşitlenen bütün “milli” siyaset yelpazesinin ve devlet mekanizmasının omuzlarındadır. Burada hiç değinilmeyen 1915 soykırımının sorumluluğu bir adım öncesinden başlayarak benzerdir. İttihatçı birçok failin doğrudan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda etkin rol aldığı ve CHP'den bugüne dallanarak gelen Türk siyasetinin esasını o lanetli geleneğin belirlediği çok iyi biliniyor. Böyle cengaver Ermeni savunucula- Başbakan kendi kliğini bunlardan ya- kızılbaş - sayfa 8 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lıtarak konuşmakla paylaşılan utancı yalnız başkalarına maletme gibi ahlaki olmayan bir tutum sergiliyor. Dahası hem İttihatçı gelenekten gelen, hem de kendi şeflik döneminde insanlık suçlarına imza atan M. Kemal'i savunup partisi CHP'yi yermekle çok bariz bir tutarsızlık göstermiş oluyor. Yukardaki sözlerinin devamında son dönemlere de gelerek “Faili meçhullerle yüzleştik. Diyarbakır cezaevi ile yüzleştik. Sivas Çorum Kahramanmaraş, Gazi Mahallesi olayları ile yüzleştik. Bizim iktidarımızda olmadı bunlar. Devletin devamlılığından hareketle bunları da ortaya çıkardık” deyişi ise büsbütün palavracı bir böbürlenme. Bütün bu “yüzleştik” dediği insanlık suçları ve en çok lafazanlık ettiği Dersim soykırımı hesabı verilmemiş olarak orta yerde duruyor. Ne cezalandırıcı, ne de telafi edici adalet namına birşey yapılıyor. Tersine başbakan zikrettiği Alevi katliamlarının failleriyle siyasi alanda kucaklaşma ve mağdurların her yıldönümü adalet çığlıklarını boğma durumundadır. Hiç bir yaptırım ve tazmin getirmeyen söylemlerin sahteliği açıktır. Doğrudan kendi iktidarının eseri olan Roboski için bir özür dilemeyen, failleri ve kendi sorumluluğunu gizleyen Erdoğan, adalet ve yüzleşme adına gerçekten haketmediği bir prim yapma çabasındadır. İnkarı Sürdürücü Taziye Değil, İnsan Gibi Bir Özür Bekliyoruz! Bu taziye açıklaması her ne kadar devlet adına daha önce benzeri görülmeyen bir çıkış olsa da eskisinden iyi bir yönelim içine girildiğine işaret etmiyor. Başka verilerle beraber değerlendirildiği zaman hayırhah bakma imkanı büsbütün ortadan kalkıyor. Daha geçen aylarda “hükümetin ve dışişlerinin Ermeni soykırım iddialarına karşı dört yıllık etkin bir strateji ile mücadele programı yaptığı”na dair haberler çıkmıştı. Tam o haberin ardından, bu konularda sözünü sakınmayan Türkiyeli Ermeni aydın Sevan Nışanyan'ın yine dört yıllık bir mahkumiyetle içeri tıkılması stratejiye uygun görünüyor. Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa Küçük ve Zirve Yayınevi davalarının hiç birinde adalet beklentisinin karşılanmaması, katiller ve azmettiricilerin geniş tolerans görmesi aynı hisleri veriyor. Yine yakın zamanda Türkiye sınırından Suriye'ye sokulan Cihadistlerin Ermeni yerleşimi Kesab'ı işgal etmeleri ve halkının kaçmak zorunda kalışı, 99 yıl önceki siyasetin güncel bir tehdit olarak da sürdürüldüğünün kanıtıdır. Taziye açıklamasından hemen sonra başbakanın Ermenistan sınırını açmayı Karabağ'da taviz şartına bağlaması da ayrı bir veri. Bütün bunlar Türk hükümetinin bu sahte çıkışıyla göz boyama, zaman kazanma, 100. yılın basıncını azaltma, Ermenistan'ın karşılık vermediği gibi bahanelere yatma ve inkar politikasını daha sürdürülebilir kılma amaçlarını ele veriyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı insani anlamda kendisine düşen sorumluluğun 1915 soykırımına dair nitelikli bir kabul eşliğinde ağırbaşlı bir özür olduğunu bilecek durumdadır. Bunu yapmasının en iyi yolu, Cemal Paşa'nın torunu Hasan Cemal gibi gidip Ermenistan'da Soykırım Anıtı önüne saygıyla diz çökmesi olabilir. O zaman bütün dünya Ermenileri gerçek bir dönüşüm nişanesi sayarak takdir etmesini bilir. 2 Mayıs 2014 Dr. Avagyan: Türkiye’nin bugünkü politikası, Ermeni Soykırımının inkarından daha tehlikeli Arsen Avagyan Ermeni Soykırımının tanınması yönünde Türk siyasetinde kimi taktik değişliklikler gerçekleşti. Türkiye uluslararası toplumun gözüne diyaloğa hazır bir ülke olarak görünmeye, bu şekilde Ermeni Soykırımının uluslararası tanınması sürecini engellemeye çalışıyor. NEWS.am muhabirine açıklama tarihçi Dr. Arsen Avagyan’dan geldi. Uzmana göre geçtiğimiz 20 yıla kıyasla Türkiye’deki durum değişti: Ermeni Soykırımına ilişkin daha sık ve daha açık konuşulmakta, bu konu artık tabu değil. ″Ancak Türk toplumunun büyük kısmının muhafazakar ve milliyetçi olduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla Soykırımın tanınması zor, zira Ermeni Soykırımının tanınması sadece Yunanlılar ve Süryanilerin katliamlarıyla değil, aynı zamanda Türkiye’nin kuruluş ve bu ülkedeki ulusal mücadeleyle ilintilidir″ diyen Avagyan, bu açıdan ‘bir taşın devrilmesi durumunda, diğerlerinin de yıkılacağı’ yönünde yorum getirdi. Tarihçi, Türkiye Dışişler bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Ermeni Soykırımını tanımadığını ilan ettiğini ifade ederek ″Ermeni Soykırımını sadece trajedi olarak adlandırıyor, bu tanıma değildir. Bence bu uluslararası toplumu uzun vadeli sorundan saptırma amacı da taşımaktadır: Yani Türkiye’yi inkarcı politika yürüten bir ülke olarak değil, aksine kendi tarihiyle uzlaşı sürecinde olduğu ve Ermeni Soykırımının uluslararası tanınmasının sadece bu sürece mani olacağını ilan etmektir″ dedi. Avagyan, bunu Ermeni Soykırımının inkarından daha tehlikeli olduğuna işaret etti. http://news.am/tur/news/205544.html kızılbaş - sayfa 9 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Heyecanlandırmadı, çünkü biz çok değiştik! “Zenginin malı fukaranın çenesini yorarmış”; Başbakan’ın 1915 konusunda yaptığı açıklama da öyle. Üzerinde çok konuşulacağı kesin, çünkü bir başbakan ilk defa böyle bir açıklama yapıyor. Yorum yazmak can sıkıcı. Nelerin söyleneceği belli! Yarım bardak su misali. Bardaktaki suyu görüp, bunu çok olumlu, büyük bir adım olarak değerlendiren ve tarihî falan diyenler olacak. Muhtemel kalben hükümete yakın ve bu alanda fazla eziyet çekmemişler takımından gelecek bu tür sözler. Hele bir de liberal etiketleri varsa bu kişilerin, hafif bir “yeme de yanında yat” durumunun ortaya çıkacağı kesin. Öte yandan, bardağın boş tarafına bakıp beğenmeyenler olacak! “Tayyip’in yeni oyunu”; “hiçbir şey söylemeden bir şey söylüyormuş gibi yapma”, diyenler olacak. Ya da “niye şimdi”ciler veya “asıl niyeti nedir”ciler kuyruk olacaklar! Bu tür sözler de muhtemel AKP ve Erdoğan’a yüreği soğumuş çevrelerden gelecek, söylenenler beğenilmeyip, dudak bükülecek! Elbette arada- derede bir yerde duranlarımız da olacak, “yetmez ama evet” usulü... Bu kesimin de karamsar ve iyimserleri olacak. Belki de daha önceki özellikle Alevi ve de Kürt açılımı deneylerinden ağzı yananlar, bu açıklamayı üfleyerek değerlendirmeyi tercih edecekler. Ben sanki bu son kesime daha mı yakınım nedir? Hayır, öyle değil! Çerçevesi yukarda çizilmiş bir tartışmanın epey can sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Merkezine bu açıklamanın kendisini koymak ve ne anlama geldiğini anlamak dışında bir şeyler arıyorum... Peki, bu mümkün mü? Belki! Ama önce, açıklamayı “çok yeni ve tarihî” olarak niteleyenlere ufak bir not: aslında Başbakan tarafından söylenmesi dışında bu söylenenlerde çok yeni bir şey yok. Bunların hepsi ama hepsi, hele şu Çanakkale ve Sarıka- maz ama fazla yorum yapmak bana düşmez, ataları imha edilmiş insanların nasıl algılayacakları önemli. Açıklamada arada gürültüye gittiğini gördüğüm açık bir de yalan var; “arşivlerimizi bütün araştırmacıların kullanımına açtık,” deniyor. Başbakan açıkça yalan söylüyor. Prof. Dr. Taner Akçam mış kayıplarını, soykırım ile eşitlemek için kullanılmış “adil hafıza” incisi de dâhil, daha önce Davutoğlu tarafından değişik vesilelerle, defalarca ama defalarca dile getirilmiş düşüncelerdir. Elbette bir başbakanın resmen bunları tekrar etmesi önemli. Ama tarihî diye havalara sıçramaya gerek yok. Hakkını vermek isterim; açıklamada birkaç kuvvetli fikir var: birincisi, “farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması” ve “karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışma(k)”... Bu açıklama ile 1915 konusunda artık zaten var olan özgür tartışma ortamı resmen kabul edilmiş oluyor ki bu önemli. Ama 21. yüzyılda zaten olması gerekene sevinmenin biraz tuhaf olduğunu da kabul etmek gerek. İkinci önemli fikir, “acıları anlamak ve paylaşmak”; “ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması”... Dudağımda hafif bir gülümseme... 1993’te Türkiye’ye ilk geldiğimde, üstüme dikilmiş öfke dolu gözlere --ki içlerinde çok sayıda solcu da vardı-- korkarak bu cümleleri tekrar ettiğimi hatırlıyorum. 21 yıl sonra Başbakan’dan böyle bir cümle duymak tuhaf bir duygu! Beğenelim, beğenmeyelim, 21 yılda kat ettiğimiz yolu gösteriyor! Üçüncü önemli fikir, “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi diliyoruz” cümlesi... 1915 yılını anmamış, katliam vb. kelimesini kullanamamış ama belki de açıklamanın en önemli noktası bu. Daha önce hiç söylenmemiş insani bir boyut var. Bu açıdan bir yenilik ve bunu inkâr etmek hoş kaç- Ermeni soykırımı ile ilgili en önemli arşivlerden birisi Genelkurmay arşividir, bu arşiv ne doğru dürüst tasnif edilmiştir, ne de araştırmacılara açıktır. Böyle bir açıklamaya bu tür bir yalan hiç hoş değil. GÖRÜŞLERİMİZ ‘İHANET’TEN FİKİR DÜZEYİNE TERFİ ETTİ Eğer Fehmi Koru’nun, “tarihe ilişkin özür dilendi artık” gibi son derece gayrı ciddi ve “ayıp” sayılması gereken tutumunu bir kenara bırakırsak, açıklamanın anlamı ne? 2002’den bu yana T.C’nin geleneksel politikalarında bazı değişiklikler yapan AKP, Ermeni soykırımı konusunda da bir dil değişikliğine başvurdu. Başbakan’ın açıklaması ile birlikte artık 1915 üzerine toplumu açık konuşmaya davet edenlerin üzerine “hain”, “pis Ermeni” diye saldırılmayacak; “sözde” diyerek onlarca hakaret yapılmayacak. Yusuf Halaçoğlu, Şükrü Elekdağ ve Gündüz Aktan döneminin artık resmen sona erdiğini söyleyebiliriz. Gerçi Hrant’ın öldürülmesi sonrası bu hava zaten kırılmış idi ama gene de resmiyet kazanması önemli. Açıklamanın bir anlamı da şu: Hükümet artık “resmî görüş” karşıtlarının fikirlerini de, fikir olarak kabul ediyor ama 1915 hakkındaki kanaatini hiç değiştirmiyor. Eski düşünce aynen korunuyor. “Herkesin acısını anlamak” çizgisi ile, Çanakkale, Sarıkamış, Dünya Savaşı kayıpları ve Ermenilere yapılanlar bir torbaya dolduruluyor. Yıllarca söylenen de zaten buydu. Eğer kullanılan dili büyük bir değişiklik diye yorumlayacaksanız, bir şey diyemem ama 1915’in içeriğine yöne- kızılbaş - sayfa 10 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lik ortada çok yeni bir şey olmadığını söylemek istiyorum. Asıl bundan sonra atılması gereken adımların atılıp atılmayacağına bakmak gerekiyor! Bana göre, asıl soru, Başbakan’ın ne söylediği değil, ona bunları kimin ve neyin söylettiğidir. 2015 yaklaşırken, hükümetin, özellikle uluslararası arenada sırtını duvara dayanmış hissettiği ve içine düştüğü sıkışıklıktan kurtulmak istediği biliniyor. Daha dün, Türkiye’nin ABD’deki en büyük savunucusu olan AJC (Amerikan Yahudi Komitesi) soykırım kelimesini resmen kullandı ve Türkiye’yi soykırımı tanımaya davet etti. Bir an düşünün, uluslararası desteğini kaybetmiş Başbakan’ın, içinde bulunduğumuz şu koşullarda, kendisine ait, daha önce defalarca sarf ettiği “Müslümanlar soykırım yapmaz”, “atalarıma soykırımcı diyemezsiniz” türünden sözleri tekrar etmiş olsaydı ne olurdu? Başbakan mecburdu, o sadece kaçan bir treni yakalamak telaşı içinde. Bu sözler bir değişim dinamiğinin değil, geç kalmışlığın habercisi olabilir belki. 2015’e girerken bir zarar tanzim operasyonu yapıyor Türkiye. Bana göre artık keramet Başbakan’da değil, keramet bizde, Hrant sonrası sokaklara dökülen binlerde... Ve dışarıdan Türkiye’ye yapılan baskılarda... Türkiye’deki insanların direnci, Ermeni diasporasının çabaları ile birleşme- ye başlıyor. Bu birliktelik Başbakan’a fikrini değiştirtemedi ama dilini değiştirtmiş gözüküyor. VE BİZ ÇOK DEĞİŞTİK Başbakan’a bu sözleri söyletenlerin göremediği anlayamadığı bir şey var. Biz artık eski biz değiliz. Bizler, yani 1915 Ermeni soykırımı konusundaki asırlık yalana karşı yıllardır uğraşan ve çabalayan insanlar çok değiştik. Eğer Başbakan bu sözleri, bundan 10 yıl önce söyleseydi, gerçekten söylediklerini bir “devrim” bile sayabilirdik. Ama artık köprünün altından çok sular aktı. Derimiz kalınlaştı, pır-pır atan yüreğimiz acılarla doldu, başımıza gelenleri “tecrübe” altında toplamayı öğrendik. Bundan 10 yıl önce büyük değişim olarak sunulabilecek şey şimdi sadece içimizi buruyor! Dudağımızda hafif bir gülümseme, ağzımızda hafif ekşi bir tat bırakıyor! Başbakan da dâhil, bundan sonra 1915 soykırımı üzerine konuşmak isteyenler, eğer söylediklerinde bir anlam bulmamızı, biraz olsun heyecanlanmamızı istiyorlarsa, artık çıtanın çok yükseklerde olduğunu görmek zorundalar. Bu açıklamayı “tarihe yönelik işler bitti” hafifliği ile karşılayanların bilmesinde fayda var. Ben ve benim gibiler, çok ama çok somut bazı adımlara bakacaklar. Bazı şeylerin yapılıp yapılmadığının çok yakın takipçisi olacaklar: a) Bu ülkede 90 yıldır bir inkâr politikası yaşandı; bu inkâr 2002 AKP iktidarı sonrası da devam etti. 2014’te, 1915 üzerine konuşmak isteyenler, sanki bugüne kadar hiçbir şey olmamış gibi, kendilerinin de olanlarda hiçbir payı yokmuş gibi konuşamazlar. Eğer 1915 konusunda politik bir değişiklik olacaksa, ilk önce kendinizden başlayarak, onlarca yıldır süren inkâr po- litikalarının yanlışlığı konusunda bir şeyler söylemeniz şart! b) 1915’in açık bir insanlık suçu olduğunu kabul etmeden, “herkes acı çekti”, “herkesin acısını anlayalım” ile gidilecek bir yer yoktur. Savaş kayıpları ile soykırım gibi bir insanlık suçu arasında ayrım yapmayı öğrenmedikçe hiçbir şey çözülemez. Önce cinayete cinayet demeyi öğrenmeniz gerekir. Artık çıtanın bundan aşağıya düşmesi mümkün değil! c) Yapılacak en anlamlı başlangıç, Ermenistan ile sınırları açmak ve diplomatik ilişkileri geliştirmektir. Bundan iki yıl önce Hocalı mitingine İçişleri bakanını yollamış, “Ermeni yalanına kanma” diye afişler asmış bir hükümetten söz ettiğimizi biliyoruz. Hrant’ın gerçek katillerinin derin dehlizlerden bulunup çıkartılmasından söz etmiyorum bile... Bana göre,1915 konusunda değişimin dinamiği hükümetin elinde değil artık! Onlar, kaçırmakta olduklarını bildikleri bir trenin son vagonuna can havliyle atlamak istiyorlar. Ama, 2015’e doğru, tarihî bir cinayeti kabul etmekten, bu cinayet için özür dilemekten ve yaratılan yıkımı telafi etmek için Ermenistan ve diaspora ile görüşmeye başlamaktan başka bir seçenek yoktur. Bu yolu açan her girişim iyidir ama sadece yolu açacağı için... Bitireceği için değil... Bunun görülmesi gerekiyor. Bunların yapılması için çok mu bekleriz? Acelemiz yok ki! (Taraf) kızılbaş - sayfa 11 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Erdoğan'ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı? Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı. Martin Niemöller Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 23 Nisan'da yaptığı beklenmedik taziye açıklaması, nisbeten yaygın bir tartışmaya yol açtı. Ancak izleyebildiğim kadarıyla ben; ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb. aydın ve yazarlarının önemli bir bölümünün, bu açıklama, hakkında yürüttükleri tartışmaya, tikelci (=partikülarist) bir metodun damgasını vurduğunu düşünüyorum. Tikelci yaklaşım bu konuyu; salt kendi başına ya da kendine yeterli bir tarzda, Türkiye, Ortadoğu ve dünya bağlamından kopuk olarak ele alma ve onu sadece kendi dar grubunun (sınıf, milliyet, din-mezhep vb.) varsayılan çıkarlarını esas alarak irdeleme ve ona göre tutum alma anlamına geliyor. Özü itibariyle statükocu ya da neostatükocu niteliğine rağmen Başbakan Erdoğan'ın açıklaması, devletin geleneksel yadsımacı-yoksaymacı söyleminden belirgin bir uzaklaşmayı yansıtmaktadır. Ama bunun böyle olması bu açıklamayı, hatta 2015'e yaklaşırken yapılabilecek “daha ileri” açıklamaları alkışlamayı, bunları gerçekten de olumlu olarak nitelemeyi/ ileriye doğru atılmış adım ya da adımlar saymayı gerektirmez. Evet; Erdoğan'ın konumu statükocu ya da neo-statükocu olarak adlandırılmalıdır; çünkü o, ancak “göstermelik” diye nitelenebilecek birtakım sözcük oyunlarıyla bu konudaki gerici statükoyu “yenileyerek” ya da “güncelleyerek” korumaya ve pekiştirmeya çalışmaktadır. Özetle Başbakan Erdoğan sadece; artık fosilleşmiş, tümüyle çağdışı hale gelmiş, hiçbir inandırıcılığı ve sürdürülebilirliği kalmamış olan o ilkel savunma hattını bırakmış ve Türk gericiliğini ve Garbis Altınoğlu onun kanlı tarihsel mirasını daha elverişli mevzilerden savunma yolunda bir hamle yapmıştır. Türk burjuvazisinin ve burjuva politikacılarının ana gövdesinin zamanla bu daha “akılcı” yaklaşımı benimseyeceklerini söylemek bir kehanet sayılmamalı. Bazıları, değişik nedenlerle bunu bir “ilerleme” sayabilirler. Ne var ki, Başbakan Erdoğan'ın, zamanını çoktan doldurmuş olan bir yalanı dünya aleme rezil olma pahasına yineleme ilkelliğinden vazgeçmesi ve onu daha kabul edilebilir bir hale sokma çabası, asla bir “ilerleme” değildir. Daha “çağdaş” ya da “modern” olanın mutlaka daha “ileri ya da ilerici” olduğuna inanmaksa aptallığa yaklaşan bir siyasal saflıktır. Bu aydın ve yazarların, taziye mesajını olumlu bulanlarının çok önemli bir bölümü dikkatleri mesajın kendisi, onun içeriği ve üslubu üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu formalist ve tikelci bir yaklaşım yaklaşımdır. Asıl görülmesi gereken, mesajın içinde geçen sözcüklerin -haklı olarak eleştirilen- yetersizliği, hatta boşluğu ve ikiyüzlülüğünden ziyade, başını AKP'nin çektiği Türk gericiliğinin giderek faşist bir nitelik kazanan iç ve çoktandır saldırgan, yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı bir nitelik taşıyan dış politikasıdır. Taziye mesajını, işte bu arkaplan ve bağlamı gözardı etmeden okumak gerekiyor. Bu mesaja olmadık anlamlar yükleyenler, ya faşizmin ne olduğunu bilmiyorlar; ya da faşizmin en önemli silahlarından birinin “demagoji” olduğunu unut- muşlardır. Kendilerine; Alman tekelci burjuvazisinin ve militarizminin baş temsilcisi Adolf Hitler'in partisinin adının Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olduğunu, bu partinin iktidar yürüyüşü sırasında emekçi kitleleri; tekellere, plütokratlara, bankalara vb. karşı olduğunu söyleyerek kandırdığını anımsatmak isterim. Demek ki, bir zamanlar dendiği gibi, “Pudingin kanıtı yenmesindedir.” Bu arada Türk burjuva devletinin yöneticilerinin zaman zaman böylesi açıklamalar yaptıklarını da anımsamamız gerekiyor. Örneğin, 13 Aralık 2013'de Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı için Erivan'a giderken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada, “İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz” demişti. Etyen Mahçupyan gibi kalemini ve ruhunu AKP iktidarına ve Başbakan Erdoğan'a satmış olan kişileri bir yana bırakıp bu taziye mesajına, değişik düzeylerde de olsa olumlu yaklaşan ilerici aydın ve yazarlara baktığımızda neyi görüyoruz? Onların en önemli ve çarpıcı hatalarının bu açıklamayı, bugünün Türkiyesi'nin a) Ermeni halkına ve Hristiyan halklarına ve b) Türkiye, Ortadoğu ve dünya halklarına karşı tutumu ve politikasından kopararak ya da isterseniz, soyutlayarak değerlendirmelerinden kaynaklandığını. Şimdi bu iki hususa biraz daha yakından göz atalım. Acaba AKP iktidarı, eskiden Anadolu nüfusu içinde büyük bir azınlık iken, şimdi bir avuç kalmış olan bu toprakların Ermeni ve Hristiyan halklarına dostça ve demokratça mı yaklaşmaktadır? Bu sorunun yanıtı, net ve kesin bir hayırdır. Yolagelmez iyimserler AKP iktidarının; vakıf mallarının bir kısmını geri vermesini, Ahdamar Kilisesi'nin restore edilmesi ve ziyarete açılmasını, Sümela Manastırı'nın ziyarete açılmasını vb. sayarak AKP'nin, devletin geleneksel yadsımacı-yoksaymacı söylem ve uygulamasından uzaklaşmakta olduğunu ileri sürebilirler. Tabii onlar Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarının; kızılbaş - sayfa 12 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa Küçük'ün yanısıra, İtalyan rahip A. S. Santoro'nun ve Zirve Kitabevi'nde Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel adlarında üç Hristiyanın öldürülmelerinden ve bu cinayetleri gerçekleştirenlerin üzerlerine gidilmemesinden, onların korunması ve hatta ödüllendirilmesinden, Suriye'de savaşan terörist grupları aktif bir biçimde desteklemek suretiyle bu ülkede değişik milliyet, din ve mezheplerden onbinlerce kişinin ve bu arada çok sayıda Suriyeli Hristiyanın öldürülmesi ve yaralanmasından, onların kiliselerinin yıkılması/ yağmalanması ve evlerinin ve diğer mülklerinin yakılıp yıkılmasından, bu terörist grupların Ermeni ağırlıklı Kesab'a saldırısını planlanması ve örgütlenmesinden sorumlu olduğunu unutmaktadırlar. Dahası onlar AKP iktidarı döneminde Türk burjuva devletinin; Heybeliada'daki Rum Ruhban Okulunun açılmasına bir türlü izin vermediğini, Ermeni Patrikliği seçimlerine burnunu sokmayı sürdürdüğünü, Türkiye'deki okullarda okutulan ders kitaplarının Hristiyan-karşıtı içeriklerini düzeltmek için herhangi bir adım atmadığını, Müslüman-olmayan yurttaşlara soy kodu vermeye devam ettiğini, Başbakan Erdoğan'ın ağzından Türkiye'de zor koşullarda ve çok düşük ücretlerle çalışan Ermenistan'lı işçileri geri göndermekle tehdit ettiğini, AKP iktidarı döneminde Mardin ve Adıyaman'da yaşayan az sayıda Süryani'nin bölgedeki gerici güçler tarafından tehdit edildiğini ve -Mor Gabriel Manastırı örneğinde olduğu gibi- onların topraklarına el konmak istendiğini vb. de unutmuşlardır. Kendilerine; “Dört tane kırmızı çizgimiz var. Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek din”, “... kültürümüzde de, medeniyetimizde de soykırım diye bir şey yoktur” ve “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, affedersiniz ne de Rumluğumuz kaldı” türünden incilerin de Başbakan Erdoğan'a ait olduğunu da anımsatayım. Zaten Başbakan Erdoğan’ın kendisi, taziye mesajını yayımladığı gün, yani 23 Nisan'da TBMM'nde düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonunda, “Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan'la normalleşme olmaz” diyecek ve 28 Nisan'da Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck'un Türkiye'deki uygulamalara yönelik eleştirilerine bir gün sonra bilinen düzeysiz üslubuyla yanıt verirken onun rahip kökenini anımsa- tarak Türk halkının Hristiyan-karşıtı önyargılarını kaşıyacak (“Herhalde hâlâ kendisini rahip zannediyor”) ve bu arada Alevilere de bir taş atacaktı. Unutulmaması gereken bu “tatsız gerçekler” bize Türk gericiliğinin bu görece yeni yüzü konusunda yersiz bir iyimserliğe kapılmamak gerektiğini anlatmaktadır. Ancak bu konunun daha ya da çok daha önemli bir yanı, Erdoğan kliğinin Hristiyan-olmayan halklara ve bu arada Kürt ve Alevi halka karşı tutumudur. Sözünü ettiğim ve eleştirdiğim tikelci yaklaşım kendini esas olarak işte burada gösteriyor. Bu ülkede yaşayan ve gördüğünü ve okuduğunu anlayan herkes, Erdoğan kliğinin, bir faşist ya da bir İslami-faşist rejim kurmakta olduğunu kavramakta bir zorluk çekmeyecektir. Bunu somut örneklerle göstermeye gerek bile yok belki, ama subjektif değerlendirmelerin tuzağına düşmemek için birkaç önemli nokta üzerinde duralım. a) Erdoğan kliği; yazılı ve görsel basının büyük bölümünü denetimi altına almış/ satın almış ve denetimi altında olmayan medya organlarına ve onların sahip, yönetici ve çalışanlarına kaba müdahalelerde bulunmuş ve sosyal medyayı yasaklamaya kalkışmıştır. b) o; Roboski kıyımı da içinde olmak üzere, kendi döneminde Kürt halkına karşı işlenen suç ve cinayetleri örtbas etmekte ve bu halka karşı özellikle 1980'li ve 1990'lı yıllarda işlenen suç ve cinayetleri soruşturmaya yanaşmamaktadır. c) o; yıllardır Alevi açılımından söz etmekte olmasına rağmen, bu inanç mensuplarını dıştalama ve Sünnileştirme biçimindeki geleneksel devlet politikasını sürdürmekte ve devasa bir örgüt haline getirilmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma İslam'ın Hanefi mezhebinin en bağnaz yorumunu dayatmaktadır. d) o; kendisinin ve çevresinin gerici yaşam tarzını herkese dayatmaya, insanların özel yaşamını düzenlemeye ve biçimlendirmeye kalkmakta ve bu bağlamda sanata, kültüre ve aydınlara karşı düşmanca bir tavır almaktadır. e) o, Kuzey Kürdistan halkının özerklik talebini reddetmekte, Rojava halkı- na yiyecek ve ilaç ambargosu uygulamakta ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi terörist grupları Rojava halkına saldırması için desteklemekte ve teşvik etmektedir. f) o; askeri darbelere karşı olduğunu ileri sürmesine rağmen 12 Eylül askeri-faşist darbesinin getirdiği gerici yasa ve kurumları aynen sürdürmekte ve bu yasa ve kurumlardan kendi iktidarını pekiştirmek için yararlanmaktadır. g) o; taşeron ve eğreti işçiliği yaygınlaştırmak, sendikaları kendi boyunduruğu altına almak ve iş güvenliği kurallarını geçersiz kılmak suretiyle her yıl, en düşük ücretlerle çalışan binlerce işçinin ölümüne, yaralanması ve sakatlanmasına yol açmaktadır. h) o; parlamentoda çoğunluğa sahip olmakla yetinmemiş, yargı erkini büyük ölçüde kendi denetimi altına almaya ve MİT'na olağanüstü yetkiler tanıyan ve yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yeni bir yasayla kendi gerici iktidarını daha da güçlendirmeye girişmiştir. ı) o; ailesinin, yakın çevresinin ve kendisine yakın işadamlarının Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık suçları işlemiş olmasından doğrudan sorumludur. i) o; kadın ve çocukların artan ölçüde tacize uğramaları ve öldürülmelerinden sorumlu olarak kalmamakta, bu cinayetleri gerekçe göstererek idam cezasının yeniden getirilmesinin ortamını oluşturmaya çalışmaktadır. j) o; çoğu Kürt olmak üzere binlerce hasta tutsağın çok zor koşullarda cezaevlerinde tutulmasından ve tedavi edilmelerine olanak sağlanmayan bu insanların çektiği acılardan ve bir bölümünün yaşamlarını yitirmesinden doğrudan sorumludur. k) o; Gezi direnişi ve 1 Mayıs 2014'te olduğu gibi, toplantı ve gösteri yapma hakkını açıkça gaspetmekte, böylesi eylemleri ve sıradan protesto eylemlerini ve basın açıklamalarını yasaklar, provokasyonlar ve çok sayıda tutuklama, yaralama ve öldürmelere yol açan polis zorbalığı yoluyla engellemeye kalkmaktadır. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 l) o; “çılgın” projeler ve kentsel dönüşüm sloganlarıyla doğal ve kültürel çevreyi hoyrat ve geri dönülmez bir biçimde yıkmakta ve yok etmekte, buraları kendi yakın çevresinde kümelenmiş olan işadamlarının rant kaynağı haline getirmektedir. m) o; 30 Mart yerel seçimlerinde her türlü hile, usulsüzlük ve sahtekarlığa başvurmuş ve bu alanda 1950'den bu yana yaşanan en lekeli seçimi gerçekleştirme “onuru”nu kazanmıştır ve önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimininde ve genel seçimlerde de aynı yöntemlere başvuracaktır. n) o; ABD, Britanya, Fransa, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yönetici klikleriyle işbirliği yaparak Suriye halkını acımasızca kıyıma uğratan ve bu ülkenin maddi ve kültürel zenginliklerini yağmalayan ve yokeden terörist grupları en aktif bir biçimde desteklemiştir ve desteklemeyi de sürdürmektedir. o) ve o; devrimci bir muhalefetin yokluğundan, burjuva muhalefetin zayıflığından yararlanarak varolan sınırlı demakratik hakları da ortadan kaldırma, TBMM'ni kapatma, muhalif basını susturma ve açık faşist bir rejim kurma doğrultusunda ilerlemektedir. Şimdi, sağa sola bükmeden sorulması ve açıkça yanıtlanması gereken soru ya da soruları şöyle sayabiliriz: Bütün bu suçları işleyen ve gücü yettiğince daha da fazlasını işlemeye devam edecek olan Erdoğan kliği, değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve halklarının demokratik taleplerini yerine getirebilir mi? Bu talepleri yerine getirmek için uğraş verdiği ve ilerde yerine getirebileceği beklentisiyle bu kliğin attığı/ atar gözüktüğü bazı adımları alkışlamak ve desteklemek doğru mudur? Bu kliğin Türk-Ermeni, Türk-Kürt ve Alevi-Sünni sorunlarında demokratik bir tutum içinde olduğu ya da böyle bir konuma evrilmekte olduğunu gösteren herhangi bir belirti var mıdır? Bence bu soruların hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır. Şimdi de, gene sağa sola bükmeden açıkça yanıtlanması gereken bir başka soru soralım: İlerici Ermeni aydınları, yazarları vb., bu taziye açıklamasını, özellikle de önümüzdeki aylarda yapılabilecek “daha ileri” benzer açıklamaları, Erdoğan kliğinin yukarda örneklerini sunduğum sicili ve performansını bir yana atarak/ görmezden gelerek onama ve alkışlama hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Öyle bir şey yok, ama onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun haklı isteklerinin yerine getirilmesi doğrultusunda adımlar atılması karşılığında, Türkiye halklarının diğer bölümlerine yapılan haksızlık, kısıtlama ve baskılar karşısında ilgisiz ve kayıtsız kalma hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Bence bu soruların da hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır. İlerici Ermeni aydınları, yazarlarının vb. önemli bir bölümünde, örneğin AGOS gazetesinde sık sık görülen, işte bu yukardaki satırlarda kendisini açığa vuran, “her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği” olarak da anılabilecek olan tikelci yaklaşımdır. TÜM haksızlıklara, zulüm ve gericiliğin TÜM belirtilerine ve örneklerine karşı tavır alma yükümlülüğünü reddetme ya da kavramama anlamına gelen bu yaklaşımın, Ermeni milliyetçiliğinin kuşkusuz kaba değil, ama inceltilmiş bir haline denk düştüğü tartışma götürmez. “Kurtuluş yok tek başına! ” belgisinin karşıtını temsil eden bu tikelci yaklaşımın yaygınlık kazanması ve baskın hale gelmesi, Ermeni halkını, Kürt halkı ve ulusal hareketi de içinde olmak üzere Türkiye'deki devrimci ve demokratik güçlerden koparacaktır. Haksızlık yapmamak için iki noktaya değinmem gerekir. Birincisi, en azından 99 yıldır kendilerine sövülen Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin, Başbakan Erdoğan'ın ilk kez böylesi bir sövgü içermeyen, hatta empati izleri taşıyan taziye mesajında olumlu bir yan arama ve bulma yolundaki çabalarını ve bu çabaların altında yatan ruh halini -onamasak da- bir yere kadar anlayışla karşılayabiliriz ve karşılamalıyız da. İkincisi, ilerici Ermeni aydınları, yazarları arasında görülen bu tikelci yaklaşımın, bu “ulusal bencillik” tutumunun kristalize olmuş ve istikrar kazanmış bir eğilim olmadığı unutulmamalı. Ancak, bu hatalı tutumun bilince çıkarılmaması VE AKP'nin başını çektiği Türk gericiliğinin ileride başvurabileceği yeni Osmanlı oyunlarına karşı uyanık olunmaması halinde, yukarda sözünü ettiğim kopma tehlikesi kapıyı çalacaktır. Ben daha da ileri gidiyor ve şunu söylüyorum: “Tıpkı Yahudi halkı gibi büyük acılar çekmiş olan Ermeni halkının ve onun ilerici temsilcilerinin de dikkat ve çabalarını SADECE VE SADECE kendi halklarının çekmiş ve/ ya da çekmekte olduğu acılar ve haklı talepleri üzerinde yoğunlaştırmaları ve özellikle aynı topraklarda yaşayan diğer halkların uğradığı haksızlıklara karşı kayıtsız kalması, gerek ilkesel ve gerekse taktiksel açıdan son derece yanlış olacaktır. Dolayısıyla Ermeni halkının ilerici kızları ve oğullarının Türkiye halklarının ilerici temsilcileriyle daha da yakın bir ilişki içine girmeleri ve Ermeni halkının sorunlarının ancak Türkiye toplumunun radikal bir yeniden örgütlenmesiyle, yani gerçek bir toplumsal devrimle çözülebileceğini kavramaları gerekir.” Öte yandan objektif koşullar da böylesi yanılsamaları etkisiz kılmaya hizmet etmektedir ve etmeye devam edecektir. Dolayısıyla, AKP gericiliğinin Türkiye işçi sınıfı ve halklarına yönelik gerici saldırısının örneklerini ve görünümlerini her gün, her saat yaşayan ve paylaşan ilerici Ermeni aydınları ve yazarlarının ve Ermeni halkının siyasal bakımdan ileri bölümünün, Türkiye'de faşizmi inşa etmekte olan bir partinin ve onun şefinin taziye mesajının aldatıcı büyüsünden ister istemez kurtulacaklarını söyleyebiliriz. Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halklarına karşı faşizm uygulayan bir klik Kürt, Ermeni, Alevi, Süryani vb. halklarına barış ve demokrasi getiremez ve getirmeyecektir. Bu makaleyi bitirirken, Erdoğan kliğinin neden böyle bir manevraya başvurduğu sorusunu da kısaca yanıtlamak gerekir. Bu konuyu ele alan bir dizi yazar, Başbakan Erdoğan'ın bu taziye mesajıyla, Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü yaklaşırken, Türkiye üzerindeki uluslararası basıncı azaltmayı amaçladığını yazdı. Bunun taziye mesajının ardında yatan faktörlerden biri olduğunu kabul edebiliriz. Ama bence esas neden; AKP iktidarının, Türkiye'nin jenosid konusuna ilişkin “arkadan hançerlenme” ya da “karşılıklı çatışma ve öldürme” türünden inandırıcılığını kızılbaş - sayfa 14 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çoktan yitirmiş ve çağdışı bir nitelik kazanmış olan savunma gerekçelerini bir yana bırakma kararı almış olmasıdır. AKP iktidarının böylesi bir “balans ayarı” yapmasında ABD ve NATO'nun da rolü olduğunu söyleyebiliriz. Ankara'daki ortakları üzerindeki uluslararası basıncı azaltmak isteyen bu güçlerin AKP iktidarına bu doğrultuda telkinlerde bulunduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin, Yayladağı'ndan harekete geçen ve Türk ordusu tarafından desteklenen El Kaide güçlerinin 21 Mart gecesi, ağırlıklı olarak Ermeniler'in yaşadığı Kesab beldesine yaptığı -ve Türk gericiliği açısından bir propaganda felaketi işlevini gören- saldırıdan doğrudan sorumlu olduğunun ortaya çıkması da sözügeçen basıncı arttıran bir faktör işlevi görmüştür. Bu koşullarda 10 Nisan'da ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin Ermeni jenosidi karar tasarısını gündemine alması ve ardından 15 Nisan'da ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John Boehner'in Türkiye'yi ziyareti ve bu ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı Çiçek'le görüşmesi önemliydi. Gazeteler, bu görüşmelerin ana konusunun Ermeni jenosidi yasa tasarısı olduğunu, ancak bunun yanısıra Suriye ve Ukrayna konularının da tartışıldığını yazdılar. Örneğin İlhan Tanır, New York'da yayımlanan bir gazetede yer alan yazısında şöyle diyordu: “Boehner’in, tam da ABD Senato’sunun Dışilişkiler Komitesi’nde geçen sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı tanıma’ yasa tasarısından sonra, bu kez kamuoyu önünde açıkça ortaya koyduğu Ermeni tasarıları karşıtı söylemi, ABD-Türkiye ilişkilerine gelebilecek muhtemel zararları önceden önlemiş oldu.” (“Boehner’in Türkiye ziyareti ve 2015 senaryoları için önemi”, Posta212, 24 Nisan 2014) Şimdi birileri çıkıp, ABD ve onun Batı Avrupalı ortaklarının AKP iktidarını ve/ ya da Başbakan Erdoğan'ı gözden çıkardığını söyleyebilir ve bu devletlerin değişik düzeylerdeki yönetici ve sözcülerinin, Türkiye'deki siyasal duruma ve özgürlük kısıtlamalarına göndermede bulunarak Türk meslekdaşlarına yaptıkları uyarı ve eleştirilerinin de bunun kanıtı olduğunu ileri sürebilirler. Bunu aylardır, hatta yıllardır yapmakta olan çok sayıda akademisyen, analist ve köşe yazarı var. ABD ve NATO ile Türkiye arasında, özellikle bu ikincisinin Ortadoğu'ya ilişkin vizyonu, ihtirasları vb. ile bağlantılı birtakım anlaşmazlıkların olduğu doğrudur. Dahası, Suriye'nin direnişinin bu anlaşmazlıkları büyüttüğünü ve Washington'un Erdoğan kliğinin kitle tabanının daralmasını da dikkate alarak başka burjuva iktidar seçenekleri üzerinde kafa yormaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak bu asla, ABD ve NATO emperyalistlerinin Irak, Libya ve Suriye'de kendileriyle ortak hareket etmiş ve/ ya da etmekte etmekte olan AKP iktidarını ve Başbakan Erdoğan'ı tümüyle gözden çıkardığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan, bir iç savaşa sürüklenmekte olan Ukrayna üzerinde ABD/ NATO ekseniyle Rusya arasındaki çekişmenin keskinleşmiş olması, ABD/ NATO ekseninin Rusya'yı kuşatma politikasını derinleştirmesi ve Karadeniz'e çıkan ABD savaş gemilerinin Türk limanlarında kalıyor olmaları (1), ABD'nin, -İsrail'le ilişkisini de düzeltme yoluna girenTürkiye'ye ve dolayısıyla şu aşamada onu yöneten AKP iktidarına daha fazla gereksinim duyduğunu göstermektedir. Bu konu açılmışken, bizdeki liberal yazarların, demokratik normlara çok bağlı olduklarını varsaydıkları ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin, Türkiye'deki siyasal rejimin niteliği konusunda duyarlı oldukları yolundaki burjuva-demokratik önyargılarının hemen hemen tümüyle yanlış olduğuna işaret etmek gerekir. Bu ülkelerde böylesi kaygılar taşıyan politikacılar vardır elbet; ancak özellikle emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin keskinleştiği dönemlerde bu gibi kişilerin yaklaşımı, bu devletlerin dış politikaları bakımından belirleyici bir etki yapmaz ve yapamaz. Bunun en son örnekleri şunlardır: Batı Avrupa ülkeleri Suriye krizinde; ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi gerici devletlerle omuz omuza hareket etmiş, Suriye'de Baas rejimine karşı savaşan El Kaide türü elikanlı terörist grupları desteklemiş ve kendi ülkelerinde yaşayan teröristlerin Suriye'ye gitmesini önlememiş ve büyük olasılıkla da teşvik etmişlerdir. Ve onlar; 2010'da meşru bir seçimle işbaşına gelmiş olan Viktor Yanukoviç hükümetini bir darbe yoluyla devirmek için kanlı sokak gösterileri yapan ve ardından Ukrayna'nın batısında iktidarı ele geçiren faşist ve anti-Semitik grupların arkasında duran ve onları yönlendiren ABD ve Britanya istihbaratını desteklemişlerdir. Yani onlar kendi pratikleriyle, “Emperyalizm, hem dış, hem de iç politikada demokrasiyi yıkma doğrultusunda, gericilik doğrultusunda uğraş verir. Bu anlamda emperyalizm, sadece onun taleplerinden birinin, ulusların kendi yazgılarını belirlemesinin değil, tartışma götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, her türlü demokrasinin yadsınmasıdır” demiş olan Lenin'i doğrulamışlardır ve doğrulamaktadırlar. Başbakan Süleyman Demirel'in en yakın çalışma arkadaşlarından biri olmuş ve 1965-71 yılları arasında Adalet Partisi hükümetlerinde dışişleri bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil, 7 Şubat 1974'te İsmail Cem'le yaptığı söyleşide diğer şeylerin yanısıra şunları söylemişti: “Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz. “Amerika o memleketin kendisine ne derece tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu) haline gelebileceğine bakar. “Amerika, bir Albaylar Cuntası ile Yunanistan'da istediğini yaptırabiliyorsa, Albaylar Cuntası Yunanistan için biçilmiş kaftandır. Amerika eğer bir Nihat Erim hükümeti ile haşhaşı menettirebilecekse, Türkiye'nin layık olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.” (Tarih Açısından 12 Mart, İstanbul, Cem Yayınevi, 1993, s. 299) Görünüşte son derece etkileyici ünvanlar taşıyan ve çeşitli televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde ahkam kesen pek çok akademisyenin, kendi burjuva önyargıları nedeniyle, başarılı bir beşinci sınıf öğrencisinin rahatlıkla görebileceği ve Çağlayangil'in açık bir biçimde ortaya koymuş olduğu bu çıplak gerçeği görememesi asla onanamaz; ama, onları siyasal gericiliğe bağlayan burjuva dünya görüşlerinin ışığında bakıldığında anlaşılabilir. Ancak, ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb. aydın ve yazarlarımızın bu liberal bay kızılbaş - sayfa 15 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve bayanların izinden gitmeleri ve onların oluşturduğu gerici söylenceleri benimsemeleri asla bir yazgı değildir. Herhalde her dürüst demokrattan, Süleyman Demirel'in yakın arkadaşı ve dışişleri bakanının gerisine düşmemesini beklemek hakkımız sayılmalıdır. Erdoğan’dan ’24 Nisan’ mesajı DİPNOTLAR (1) Cihan Haber Ajansı'ndan Faruk Akkan 9 Nisan tarih ve “Rusya takipte; Bir Amerikan savaş gemisi daha Karadeniz’e geliyor” başlıklı yazısında şöyle diyordu: Başbakan Erdoğan’ın Ermeni sorununa ilişkin açıklaması Başbakanlığın internet sitesinde yayınlandı. İlk kez bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 24 Nisan öncesi taziye mesajında bulundu. “Pentagon kaynaklarına göre Amerikan deniz kuvvetlerine ait bir savaş gemisi daha Perşembe gününe kadar boğazlardan geçerek Karadeniz'e ulaşacak. “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Amerikan güdümlü füze destroyerı USS Donald Cook'un İspanya'dan yola çıktığı beliritldi. Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesinin ardından bölgeye gönderilen dördüncü Amerikan savaş gemisi olan USS Donald Cook, aegis füze savunma sistemleri ile donatılmış ve Tomahawk füzeleri ile geliştirilmişti. “ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR” “Ukrayna krizinin başladığı ilk günlerde bölgeye giden USS Tuxton destroyerinin Karadeniz'de görev süresi uzatılmış ve 21 Mart'ta bölgeden ayrılmıştı. “Moskova ise Karadeniz'e gelen Amerikan savaş gemileri nedeni ile Türkiye'ye nota vermişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kazakistan meslektaşı ile birlikte yaptığı basın toplantısında Amerikan savaş gemilerinin Montrö Sözleşmesi'nde belirlenen süreyi aşmaları ve belirlenen tonajı aşmaları nedeni ile Türkiye ve Amerika'nın dikkatini çekmişti. “Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un Türkiye'yi Montrö Anlaşması'na aykırı olarak ABD savaş gemilerine Karadeniz'de 3 haftadan fazla kalma imkanı tanıdığı ve sözleşmenin belirlediği tonajlardan daha ağır gemilere geçiş izni vermekle suçlaması, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkileri germişti.” İşte Başbakanlığın yayınladığı o mesaj: Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü yeri yakar’. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir. 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir. Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. “HEPİMİZİN ORTAK ACISI” Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur. Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır. http://www.posta.com.tr/siyaset/HaberDetay/Erdogan-dan–24-Nisan–mesajlari.htm?ArticleID=225296 kızılbaş - sayfa 16 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Seyfo Center'in 1915 Soykırımı konferansına mesajı seyfocenterin-mesajı Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin'de yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asurü-Süryani İlişkileri" konferansına Merkezi Stocholm'de bulunan Seyfo Center adına Fehmli Barkarmo bir mesaj gönderdi. Barkarmo, mesajında "Soykırımla yüz leşme, Türk Devleti’nin sorumuluğu olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde gelen sorumluluklarından biridir." görüşünü dile getirdi. "Değerli Dostlar, Bazı Kürt aydınları, bazı yazarlar ve bazı Kürt siyasi çevrelerinde son dönemlerde Kürtlerin 1915 soykırımında üstlendikleri rol ve soykırıma fiili katılımlarının nedenleri konusunda bazı önemli çalışmalar dikkat çekmektedir. Bu çalışmaların ardındaki kuruluş ve şahsiyetlerin iyi niyetliliğinden hiç kuşkumuz yok. Ama soykırıma katılmış Kürt kesiminin yaptıklarının bütün Kürt halkının sırtında ağır bir yük olarak varlığını hala sürdürüyor olmasından dolayı sözünü ettiğimiz bu çalışmalar sembolik bir anlamdan öteye gidememektedir. Soykırımla yüzleşme, Türk Devleti’nin sorumuluğu olduğu kadar Kürt Hareketinin de önde gelen sorumluluklarından biridir. Kürt aşiretlerinin soykırıma katılımını sadece soykırıma bir ‘’destek’’ olarak görmek büyük yanılgı olur. Ortada bir suç ortaklığı var ve bu suç ortaklığı üzerinde “öteki” halkların evleri, kiliseleri talan edildi; mallarına, topraklarına el konuldu; çocukları besleme olarak alındı, kadınları haremlere katıldı. Mağdur halkların milyonlarla ifade edilebilecek fiziki varlıkları ise şu an ancak binlerle ifade edilebiliyor. Kürt Hareketinin bu gerçeklerin ba- zında gerekli adımları atması, hareketin dürüstlüğü ve bölge halklarına samimiyetle yaklaşmasının bir sınavı olacaktır. Ama soykırımla sağlıklı ve dürüstçe bir yüzleşmenin yolu derinlemesine yapılacak bazı araştırma ve incelemelerden geçer. Aksi takdirde gerçekçi ve dürüst bir hesaplaşma yerine meselenin ‘’baştan savurma’’ gibi bir özür dileme ile geçiştirilmesi olacaktır ki, bu da gerçeklerin örtbas edilmesinden başka bir işe yaramıyacaktır ve Kürt halkı ile soykırım mağdurları halklar arasındaki bağları güçlendireceğine zayıflatacaktır. İşte burada Kürt aydınları, siyasetçileri, yazarları ve diğer akademisyenlerine büyük görevler düşmektedir. Meseleye bu açıdan baktığımızda görüyoruz ki, araştırılması ve tartışılması gereken konuların başında sizin isabetli olarak konferans konusu haline getirmiş olduğunuz "1915 Soykırımı ve Kürt toplumun siyasi toplumsal rolleri" gelmektedir. Konferansta bu konunun yanısıra işlenecek diğer konular da ilginç ve büyük önem arzetmektedir. Konferansta ele alacağınız ve tartışma sonucunu merakla beklediğimiz konulardan biri de şudur: Kürt toplumun ve hakim sınıflarının, soykırım öncesi ve bu süreçteki rolleri nelerdi; sadece İttihat-Terakki'nin programına yardım eden "tetikçilik" mi, yoksa siyasalmaddi faydalar, daha geniş bir işbirliği mi söz konusuydu? Değerli dostlar, Bu konferansı düzenlemekle bizim açımızdan büyük önem taşıyan insani bir adım atmış olmakla beraber, Kürt Hareketinin sırtında taşımakta olduğu vebalden kurtulmasına da büyük katkıda bulunuyorsunuz. Bundan dolayı sizleri kutluyoruz. Bu vesileyle konferansa destek veren Kurdistan Kultur und Hilsverein e.v. Berlin (KOMKAR) ve Independent Kurdish Media Group Berlin (IKMG)'ye de ayrıca teşekkür ederiz. Aynı zamanda konunun sadece bir veya birkaç konferansla bitirilemiyeceğine de dikkat çekmek istiyoruz. Önümüzde ivedi çalışmalar ve bazı fedakarlıklar gerektiren uzun bir süreç var. Bu süreçte, ancak Kürt, Türk, Ermeni, Asuri/Süryani ve Pontuslu aydınlar, yazarlar, siyasetçiler ve siyasi kurum ve örgütler el ele verirse başarıya ulaşır. Bu anlamda şimdiye kadar bazı adımlar atılmış olmasına rağmen, bu adımlar nisbi olmaktan öteye gidememiştir. Düzenlemiş olduğunuz bu konferansı, sözünü ettiğimiz süreç için ciddi bir başlangıç olarak algılıyor ve bu çalışmalarınızın destekçisi olacağımızı belirtiyoruz. Sizlere başarılar diliyoruz. Yaşasın halkların kardeşliği! Soykırımlar bir daha yaşanmasın! Stockholm 5 Mayıs 2014 Fehmi Barkarmo Seyfo Center Asur/Süryani soykırım araştırma merkezi" Kaynak:http://www.gelawej.net/index.php/ dosyalar/ulusal-sorunlar/444-seyfo-centerin-1915-soykirim-konferansina-mesaji kızılbaş - sayfa 17 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Öcalan'dan mesaj: Mümin kardeşlerim Ramazan YAVUZ- Serdar SUNAR DİYARBAKIR (DHA) 10 Mayıs 2014 . 'Mümin kardeşlerim' . İmralı Adası’nda ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasını çeken Abdullah Öcalan’ın önerdiği Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da başladı. Öcalan’ın kongreye gönderdiği 'Mümin kardeşlerim' diye başlayan mesajında, "Çağdaş İslami ümmetin ’millet birliğini’ anlamlı buluyorum ama bu asla 'tek devlet, tek millet, tek bayrak' zırvalamaları anlamına gelmemektedir" dedi. bir biçimde tahrip etmiştir. İslam gerçekten din adına söylenebilecek en son evrenselliği temsil etmektedir. Hem dili hem de felsefesi sayesinde önemli bir evrensellik kazanmıştır. Bundan kuşku yok. Genelde tüm canlılara özelde insana özgü topluluklara İslam evrenselliğinin özünde yatan adil ve özgürce yaklaşımları uygulamalıyız. Kul hakkı yememek ve karıncayı ezmemekle dile getirilen budur. istendiğini söyledi. KIŞANAK AĞLADI Demokratik İslam Kongresi Diyarbakır’da yurt içi ve yurt dışından 340’ı aşkın din adamı, akademisyen, yazar ve uzmanın katılıyla Diyarbakır’da başladı. HDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak, Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Kadri Yıldırım, 1925 Kürt isyanının lideri Şeyh Said’in torunu Kasım Fırat, Suriye’de Kürtlerin denetiminde bulunan Rojava bölgesinin Cizire kantonu Din İşleri Bakanı Şeyh Mihemed El-Kadiri, Kürdistan İslam Partisi Genel Başkanı Hikmet Serbilind’inde katıldığı kongreye Abdullah Öcalan mesaj gönderdi. Suriye’de Kürtlerin denetiminde bulunan Rojava bölgesinin Cizire Kantonu temsilcisi Nureddin Şakir ise yaptığı konuşmada bölgede yaşanılan acıları anlatırken başta Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak olmak üzere salonda bazı kişiler ağladı. KURAN’DA TEK DİL, TEK KİMLİK VE TEK RENK YOK ÖCALAN: MÜMİN KARDEŞLERİM Molla İsa Deniz’in Kuran’ı Kerim’i okuması ile başlayan kongrede Demokratik İslam Kongresi Çalışma Komitesi sözcüsü Prof. Kadri Yıldırım, ’Kürtler ve İslamiyet ile Kürt sorunu ve İslam’ın hakemliği’ konulu Kürtçe konuşmasında Medine sözleşmesinin önemine değindi. Kürt ve Kürdistan isminin tarihi üzerinde duran Yıldırım, Kürtlerin kitlesel olarak Hz. Ömer döneminde Müslüman olduğunu dile getirdi. Kürtlerin Müslüman olmalarının ardından kendilerini İslam’a feda ettiğini belirten Yıldırım, Kuran-ı Kerim’de ve Peygamberin sünnetinde ’tek kimlik, tek dil ve tek renk’ yerine çok kimlilik, çok dillilik ve çok renkliliğin benimsendiğini ve bu farklılıkların tanınmasının HDP Grup Başkan Vekili ve Bingöl Milletvekili İdris Balüken ise Abdullah Öcalan’ın kongreye gönderdiği ’Mümin kardeşlerim’ diye başlayan mesajını okudu. Rojava sınırlarına örülen duvarları ve hendeklerle Rojava devriminin boğdurulmaya çalışıldığını belirten Şakir, "Rojava’da insanların kafaları kesiliyor. Rojava Kürdistan’ının bu birliğe ihtiyacı var. Rojava devrimi Kürdistanı özgürleştirecek. Rojava devriminin başarısı Kürdistan’ın başarısıdır. Bu nedenle önder Apo’nun çağrısıyla başlayan kongrenin anlamı büyüktür" dedi. İslami ümmet anlayışının öz itibariyle ulus devletçilikle bağdaşmadığını belirten Öcalan’ın mesajı şöyle: "Zaten İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini parçalamak için ulus devletçiliği onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına beynine ve rahmine yerleştirmiştir. Son 200 yıllık tarih bir nevi İslamın mekanlarında ve halklarında İslamın bütün değerlerini neredeyse onulmaz HİZBULLAH VE EL KAİDE GÜNCEL FAŞİSTLER Hizbullah ve El Kaide bozguncuları esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam ümmetinin başına bela ettikleri güncel faşizmi temsil etmektedirler. İdam sehpaları kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi başta Kürdistan halkı olmak üzere tüm İslam olan ve olmayan halklara insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün ve bugünün halen acımasızca uygulanan devletçi faşizmi iken sözde daha güncel ve radikal dinciliğin faşizmi de bu adı geçen akım ve partiler eliyle olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve fırsat tanımayacaktır. TEK DEVLET, TEK MİLLET, TEK BAYRAK ZIRVADIR Çağdaş İslami ümmet ’millet birliğini’ anlamlı bulur. Ama bu asla ’tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili ayetteki ’birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve özgür bir İslami ve birliğinde olan diğer kavimlerin ’milletler birliğini’ ifade etmektedir. Hareketimizin batının ideolojik hegomonyasının bir sonucu olan dini-laik ikilemine boğmamak esastır. İslamın kendisini dini laik bağlamına sıkıştırmakta bence yanlıştır. İslamdaki yaşam bütünlüğünü bozmaktır. Ayrıca sanki modaymışcasına İslami kriterleri kılık kıyafetler üzerine tanımlama dar pozitivist yaklaşımlardan öte bir anlam ifade etmez." kızılbaş - sayfa 18 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "KÜRT SAVAŞÇILARI GİBİ KAHRAMAN" HZ.ALİ Bazılarının hareketlerini ateist, komünist, materyalist gibi batılı kavramlarla tanımlamak istediğini dile getiren Öcalan’ın mesajında bu konuda şu ifadeler yer aldı: "Bunlara,’kavram kölesi’ demek daha uygun düşer. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki, eğer İslami toplum doğası bir gerçekse, İslam’ın dindarı ve ateisti olmaz. Bunlar kavramsallaştırmalardır. En zor koşullarda, tüm küresel kapitalist zorbaların kuşatması altında en gelişmiş savaş teknikleriyle, saldırı altında bulunan, her şeyi sömürülen bir halkın, Kürt halkının, sahte İslam’ın zulmüne, sömürüsüne en çok maruz kalmış bir toplumun savaşçılarına ancak Hz. Ali timsalinde kahramanlık yakıştırılabilir, eş kılınabilir. İslam’n (mazlumlar tarihinin) en adil, özgür ve demokratik geleneğini temsil ettiğimize dair en ufak bir şüphem yoktur. Bu gerçekliği dünyanın diğer tüm mazlum halklarıyla güncel olarak paylaşan öncülüğe layık olmak kadar, günün ve geleceğin gerekli kıldığı yeniliğe ilişkin olarak da en ideal hareketi olduğumuza dair kuşkum yoktur. Çağdaş bir Hüseyni, çağdaş bir Selahaddini hareketin sentezi olmak, en önemli mutluluk, dolayısıyla iman kaynağımdır. Hepinizi paylaşamaya, iradeleşmeye, eyleme çağırıyorum. Toplumsal esinin adil, özgür adı olan Allan’ın birliğine davetle birlikte güven olmanızı diliyor ve kongreyi selamlıyorum." Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/26392393.asp Taziye'nin İçini Doldurmak Dr. med. Sarkis Adam Ermenilerin ulusal yas günü arifesinde, T.C Başbakanının diplomatik bir atakla ''Taziye'' yayınlamasının amacı ne olursa olsun, 99 senedir bir ilk olması nedeniyle ve insani açıdan atılmış önemli ve anlamlı bir adım olarak görmek, sanırım yanlış olmaz: Ancak, yayınlanan ''Taziye''de, 1915 kırımında öldürülenlerle, birinci dünya savaşında ölenleri eşitlemek ve aynı torbaya koymak, bence büyük bir yanlış, çünkü 1915'te ölen insanların ölüm sebepleri farklı ve failleri de belli, oysa savaşta ölenlerin durumu tamamen farklı, tarihe sorumlulukla bakmalıyız, savaşta ölenleri, kırımda öldürülenlerle eşitlersek, kırımda ölenlerin anısına saygısızlık ediliyor, gibi bir algı doğar: önemini ve samimiyetini kanıtlamak Türkiye'ye düşmektedir: Soykırım'ın 100.cu yıldönümü öncesi, soykırım mağduru yakınlarına simgesel jestler yapma doğrultusunda adımlar atılmalı ve yaklaşılar olmalı: Taziye'de ''Ortak Tarih Komisyonu ''önerisini vurgulamak ise, herkes tarafından bilinen insanlık dışı bir olayın sorumluluğunu çarpıtarak, ona kılıf aramaktır, Ortak Tarih Komisyonu kurmak demek, ''Kırım'' karşılıklı yapıldı demek, oysa Anadolu'da kırıma uğrayan halk azınlıkta idi, azınlığın, çoğunluğu kırma tezi gerçeklerden çok uzak bir yaklaşım: --Ders kitaplarından, azınlıklara yönelik, Kin ve Nefret, Aşağlayıcı sözler içeren cümleler temizlenmeli: Taziye'de ''Farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması, karşındakini dinlemek, acılarını anlamak ve paylaşmak vurgusunun yapılması bir yenilik ve önemli: T.C Dış İşleri Bakan'ının bir kaç ay önce Erivan'da sarf ettiği ''Tehcir'in Gayri İnsani'' olduğu ve dolayısıyla ''Kabul edilemez'' olduğuna dair söylemlerinden sonra ''Taziye''de bunun tekrar vurgulanması, bence , ''Resmi Görüş''un ''TEHCİR'' e bakışında ciddi bir değişikliğin kayda değer bir işareti olarak sayabiliriz: Herşeyden önce, T.C Başbakan'ının böyle bir açıklama yapma gereği duyması, herşeye rağmen olumlu ve önemli bir işaret, ancak, bu önemin ve anlamın derecesi ''Taziye''den sonra atılması gereken adımların atılıp atılmamasına ve içinin doldurulup doldurulmamasına bağlı: Taziye'nin Öneri bağlamında birkaç örnek sayarsak: --Soykırımın failleri ifşa edilmeli, kınanmalı ve onların tüm izleri yok edilmeli, anımasaları silinmeli: --Savaşta ölenlere gösterilen saygı ve Kırımda ölenlere gösterilen saygı birbirinden ayrılmalı. --Soykırım Suçu, ''İnsanlık Suçu'' olarak algılanmalı. --Azınlıkların yoğun olduğu bazı mahallelerdeki militarist sokak ve cadde isimlei değiştirilmeli (Örneğin: Bozkurt Caddesi, Savaş sokağı gibi), ve o sokakların bazılarına, azınlıkların toplumsal hafızalarına hitap edecek isimler verilmeli (örneğin Taksim'de bir sokağa Kirkor Zohrab, Bakırköy'de bir sokağa Dr.Rupen Sevag, Pangaltı'da bir sokağa Hrant Dink adı gibi): --Hocalı mitingi örneğinin tekrar yaşanmasını önlemek. --Ermenistan sınırını açmak, diplomatik ilişkileri geliştirmek --Soykırım mağdurlarından gasp edilen simgesel öneme haiz yapılardan birini 1915 müzesi haline getirmek. --Diaspora'daki Soykırım mağduru yakınlarına arzu edildiğinde T.C vatamdaşlık hakkı vermek: --Anadolu'da 1915 ile ilgili bir anıt dikmek. Dostluğa hizmet eden benzeri daha birçok öneriler sıralanabilinir: kızılbaş - sayfa 19 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni soykırımı bağlamında politisit. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı Ermeni aydınlarının yok edilmesi Makale, bir bildiri olarak, 21-22 Nisan günleri arasında Yerevan’da Ermeni Soykırımı Müze-Enstitüsü tarafından düzenlenen «I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya Cephesi: Soykırım, muhacirler ve insani yardım» başlıklı Uluslararası Konferansta okunmuştur. Milli, siyasi, toplumsal, askeri, bilimsel ve kültürel kişiliklerin, soykırımı gerçekleştiren cellâtlar tarafından taammüden toplu imhası, politisit veya siyasi cinayet olarak adlandırılmaktadır. Bu yaklaşımın amacı, söz konusu etnosu, öz savunma tertiplenmesini üzerine almaya muktedir güçlerden mahrum etmektir. Profesör Nikolay Hovhannisyan’ın betimlemesiyle, “Siyasi cinayetin amacı, soykırıma tabi olan milletin kafasını kesmek ve direniş gücünü kırmaktır. Bu durum, soykırımı gerçekleştiren devletler ve hükümetlere, toplu katliam düzenleme açısından geniş bir faaliyet alanı yaratmaktadır”[1]. Ermeni Soykırımı’nda politisitin startı, hükümetin emriyle, yaklaşık 60 bin Ermeni erkeğinin silâhaltına alınmasıyla 1915 Şubatında verilmiştir. Bu seferberliğin, Ermeni askerlerden işçi taburları oluşturularak, kendi mezarlarını kazmaya mecbur edildiklerinden dolayı, salt şeklen olduğu görülmektedir. Halk, bu şekilde, mücadele edecek güçlerinden mahrum edilmiştir[2]. Siyasi cinayetlerin diğer aşaması, siyaset, toplum ve kültür emekçileri nezdinde Ermeni aydınlarının toplu olarak imha edilmesi olup, Ermeni Soykırımı’nın anma günü olarak kabul edilen 24 Nisan 1915 tarihinde başlatılmıştır. Bu darbe, özellikle Ermeni aydınlarının çok sayıda yazar, sanatçı ve bilim adamından oluşan kaymak tabakasının grubunu oluşturan yaklaşık 200 kişi, İstanbul merkez hapishanesi olan Mehterhane’ye kapatılır. Tutuklanan 5 Ermeni din adamından başrahip Grigoris Balakyan, Soykırım’dan mucize kabilinde kurtularak şunları anlatmaktadır, “…işte, hapishanenin demirden devasa kapıları lanetli bir gıcırdamayla tekrar açıldı. Sayısız simalar, hepsi de tanıdık devrimci kişilikler, aktivistler ve partisiz ve hatta parti karşıtı aydınlar güruh halinde içeri itildi. Meline Anumyan (Tarih doktoru) bulunduğu Konstantinopel’de (İstanbul çev. notu) güçlü olmuştur. Konstantinopel’de, tanınmış Ermenilerin tutuklanmasını İstanbul polis şefi Bedri Bey şahsen yönetmekte, siyasi konuda yardımcısı Reşat ve genel güvenlik şefi Canpolat kendisine destek olmaktaydı. İttihatçı yöneticiler tarafından önceden hazırlanmış olan kara listelere istinaden, tüm karakollara özel olarak mühürlenmiş zarflar gönderilir[3]. Eski takvimle 1915 Nisanının 11, 12 ve 13’ünde, çok sayıda Ermeni siyaset, toplum ve kültür adamlarının tutuklanması gerçekleşir. Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalmış aydınlardan milli mebus Büzand Boyacıyan, tutuklamalarla ilgili şunları anlatmaktadır, “Yazıhaneye nihayet vardığımda, hangi sınıfa mensup insanların tutuklanmış olduğuna dair tamamen bilgi edindim ve o zaman, bunun siyasi öneme haiz bir durum olduğunu ve Ermeni ispiyoncular tarafından önceden hazırlanmış listelere göre gerçekleştirilmiş olduğuna ikna oldum. İttihat Partisi’nin hain yöneticilerinin, tamusal Alman öğüdüyle hazırlamış oldukları, Ermeni tehciri konusundaki canavarca planın başlangıcıydı bu”[4]. Tutuklanan Ermeni aydınların ilk Sabaha kadar, birkaç saatte bir, yeniyeni tutuklular getirildi hapishaneye, gecenin derin sessizliği içinde, hapishanenin sağlam ve yüksek duvarları arkasında, tutuklu kalabalığı arttıkça, giderek hareketlenme de artmaktaydı. Başkentte yaşayan Ermenilerin, toplum dâhilinde göze çarpan tüm kişiliklerinin, temsilci, vekil, devrimci, redaktör, öğretmen, doktor, eczacı, dişçi, tüccar, banker ve her sınıftan milli kişiler, hapishanenin bu karanlık bodrumlarında aynı gece randevu vermiş gibiydi. Hatta birden fazla kişi ev kıyafeti ve pabuçlarla getirilmişti. (…) Hepimiz, bu sırrı çözmeye ve şu soruların cevabını bulmaya çalışmaktaydık. Bu yüzlerce tutuklama niyeydi ve bunun sonu nereye varacaktı?”[5] Ermeni aydınlar, yirmi dört saat tutuklu kaldıktan sonra, 25 Nisan 1915’te, İstanbul’un Haydarpaşa tren istasyonuna götürülüp, oradan da tehcir edilir[6]. Tanınmış Ermeni kişiliklerin bir kısmı, 75 kişilik bir grup halinde ayrılarak Ayaş’a yollanır, kalanları ise Ankara’ya. Ayaş’a gönderilenler, bu şehrin dışında bulunan “Sarı Kışla” kışlasına yerleştirilip korkunç işkencelere tabi tutulur[7]. Ayaş’a sürülenlerin içinde, Ermeni düşün âleminin ünlü temsilcilerinden, Daşnaktsakanlardan Khaçatur Mamulyan (Aknuni), Garegin Khajak, Ruben Zardaryan ve Sargis Minasyan, milli mebuslardan Harutyun Cangülyan, Nazaret Da- kızılbaş - sayfa 20 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğavaryan, Hambardzum Boyacıyan (Büyük Murat) ve Harutyun Şahrikyan, şair Siamanto, artist Yenovk Şahen, Yazar Sımbat Bürat, doktorlardan Khaçik Partizakyan, Karapet Paşayan, Tigran Allahverdi vs.[8] bulunmuşlardır. İçlerinden milli mebus Büzand Boyacıyan’ın sözleriyle “Ayaş hapishanesine atılan ve hükümet tarafından “siyasi suçlu” olarak damgalananlar, Ermeni düşün katmanının en önde gelen kişileriydi”[9]. Ayaş sürgünlerinden Hınçak Partisi üyesi Hambardzum Boyacıyan, sözde divan-ı harpte yargılanmak için, hükümet kararıyla Kesaria’ya (Kayseri-çev. notu) yollanır, fakat darağacına çıkartılır. Ayaş sürgünleri, bazen görüşmelerde bulunmak amacıyla, Khajak veya Aknuni başkanlığında gizli toplantılar yapıyorlardı. Bu toplantılardan birinde alınan karara istinaden, telgrafla İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, kendilerini ya yargılamaları, ya da serbest bırakmaları ricasında bulunurlar, fakat boşuna[10]. Ayaş sürgünleri, 1915 yılının Ağustos ortalarında, Ankara vali yardımcısı Atıf’ın emriyle, taşlanma ve süngülenme yoluyla öldürülmüşlerdir. Ayaşlı onbaşı Faşiloğlu Refik’in, Ermeni aydınlarına ateş etmek istememiş, fakat komiser Zeki Hasan ve Çavuş Hurşit’in onları kudurmuşçasına, hunharca öldürmüş olduğu dikkat çekicidir. Çavuş Hurşit, Ankara’ya dönerek “Katletmeye başladığımızda, yer-gök öldürülenlerin feryatları ve haykırışlarıyla inliyordu. Ben, Doktor Paşayan’ın önce gözlerini oydum, daha sonra da boynunu kestim, işte onun altın kösteği ve saati”[11],- diye hayâsızca anlatmıştır. Sürgün edilen aydınların diğer grubu (yaklaşık 150 kişi) Çankırı’ya yollandı. Bu grupta rahip Komitas, başrahip Grigoris Palakyan, ünlü Ermeni şair ve Doktor Ruben Çilingiryan (Ruben Sevak), şair ve Daşnaktsutyun üyesi Daniel Varujan, avukat Gaspar Çeraz, “Sabah” gazetesi redaktörü ve Ramkavar Azatakan Partisi yöneticisi Tiran Kelekyan, “Büzandion” gazetesi redaktörü Bü- zand Keçyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi Armenak Barseğyan, “Vostan” redaktörü Mikayel Şamdancıyan, yazar ve tarihçi Aram Antonyan, öğretmen ve Daşnaktsutyun üyesi Movses Petrosyan, Hınçaktsutyun üyesi Samvel Tomacanyan, eczacı ve aktivist Vahram Asturyan, mimarlardan Simon Melkonyan ve Manuk Basmacıyan, Osmanlı Bankası görevlilerinden Vağinak Partizpanyan ve daha başkaları vardı[12]. İçlerinden bir kısmını iki kervana ayırdılar. Bu kervanların ilkinde 52, ikincisinde ise 24 kişi bulunmaktaydı. Bu iki kervan da Der-Zor’a sürüldü. İlk kervandan, sadece Paronyan adında (ön adı belirtilmemektedir-M.A.) Protestan bir kitapçı, sunmuş olduğu çok sayıda müracaatlar sayesinde kurtulup İstanbul’a döndü. Birinci grubun kalan tüm üyeleri, Elbistan yollarında acımasızca katledilmiştir. İkinci kervandan ise, sadece Aram Antonyan, yolda ayağını kırmış olduğundan dolayı hastaneye nakledilmek suretiyle kurtulmuştur. İkinci grubun kalan tüm aydınları Elmadağı eteklerine getirilip bıçaklanarak öldürülmüşlerdir[13]. Aralarında Ruben Çilingiryan (Sevak), Daniel Varujan ve Tiran Kelekyan da olmak üzere 37 kişi kalır. 37 kişiye, serbest kalma ve İstanbul haricinde istedikleri yere gitme izni çıkar. Aynı listede bulunan 5 kişi, İstanbul’a gitmiş veya diğer kervanlara katılmıştı. Buna karşın, serbest bırakılmaya tabi kişilerin listesinde, aralarında Varujan ve Sevak da olmak üzere, 5 aydının adı bulunmamaktaydı. Bu kişiler, kendilerinin de bu listeye dâhil edilmesi için İstanbul’a, İçişleri Bakanlığı’na başvurur. Lakin Çankırı İttihat ve Terakki Partisi sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un çabalarıyla, bu beş kişi Ayaş’a nakledilir. Kaderin bir kötü cilvesi olarak, onların gönderilmesinin ertesi günü İstanbul’dan, bu beş kişinin de, diğer 22’si gibi sürgünden kurtarıldıkları emri gelir[14]. Lakin bu beş kişi, 13 Ağustos 1915 tarihinde, Tüney Köyü yakınlarında hunharca öldürülür. Haydut Halo yönetiminde, kamalarla silahlı Kürtler on- lara saldırır, vadiye indirip bıçaklarlar. Dikkat çekici olan, ünlü Ermeni şair ve Doktor Ruben Çilingiryan’ın (Sevak), kısa süre ünce, Kürt Halo’nun kızını ölümden kurtarmış olduğudur. Kürt haydut, kaçınılmaz ölümden kurtulması için, Ermeni doktora Müslümanlığı kabul ederek kızını karılığa almasını önermiş, fakat kesin olarak ret cevabı almıştı[15]. 37 kişinin serbest bırakılmasıyla ilgili yukarıda belirtilen emir de, bu kişilerin bin bir engelle kısıtlanmış ve halen baskılara maruz kaldıklarından dolayı, sadece şeklendi. Çoğunluğu, nakledilme adı altında katledilmiştir. Katledilenlerin arasında, 30 yıl süreyle Osmanlı üniversitesinde tarih öğretmenliği yapmış, “Sabah” gazetesinin redaktörü olmuş, Fransızca-Osmanlıca sözlük hazırlamış olan Tiran Kelekyan da bulunmaktaydı. Kelekyan, Sebastia’da (Sivas), Alis Nehri köprüsü yakınlarında öldürülmüştür[16]. Çankırı’daki İttihat ve Terakki Partisi sorumlu sekreteri Cemal Oğuz’un, daha sonra, 1919-1920 yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu divan-ı harp mahkemesi tarafından, İstanbul’dan Çankırı’ya sürgün edilen Ermenilerin katledilmesi suçlamasıyla yargılanmış olduğunu belirtmek gerekir[17]. Oğuz’un dosyası, başlangıçta İttihat ve Terakki Partisi bölge sorumlu sekreterleri yargılanması dâhilinde ele alınmıştır. Sanık Cemal Oğuz, Aralık 1919 ve Ocak 1920 tarihlerindeki oturumlarda, kendisini delirmiş gibi göstermiş, mahkeme reisiyle sürekli tartışmış ve intihar denemesinde dahi bulunmuştur. Nihayet, mahkeme heyetini, kendisini akıl hastanesine göndermeleri konusunda ikna edebilmiştir. Mahkeme heyeti başlangıçta onun bu başvurusunu reddetmiş olmakla birlikte, dosyası, onuncu oturumda (29 Aralık 1919) “sağlık nedenleri” bahane edilerek, sorumlu sekreterler davasından ayrılmıştır[18]. Cemal Oğuz’un yargılanması ayrı olarak 27 Ocak 1920 tarihinde yeniden başlamıştır. Ermeni avukat Gaspar Çeraz, 3 Şubat 1920 tarihli oturumda sanık aleyhine tanıklık yapmış ve kendi- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sinin Çankırı’ya sürgün edilmiş olup, Daniel Varujan ile Ruben Sevak’ın katledilmesiyle ilgili ayrıntıları bildiğini mahkemeye bildirmiştir. Tanık, Cemal Oğuz’un, ünlü Ermeni şairlerini şahsen yollayıp katledilmelerini düzenlemiş olduğunu belirtmiştir. Gaspar Çeraz, tüm kanıtlarla ilgili kesin tarihler ve isimler vererek tanıklık etmiştir[19]. 5 Şubat 1920’te düzenlenen diğer oturum esnasında Mikayel Şamdancıyan, Cemal Oğuz aleyhine tanıklık ederek, Ermeni sürgünlerin iki grubunun listelerinin (24 ve 52 kişilik) Çankırı’da, Çankırı mutasarrıfı Asaf Bey’den daha güçlü olan Cemal Oğuz tarafından hazırlanmış olduğunu tasdik etmiştir[20]. Cemal Oğuz Mayıs 1920’de, Yüzbaşı Nurettin’le birlikte sorgulanmıştır. 27 Mayıs 1920 tarihinde hastaneden taburcu edilip, mahkeme tarafından 5 yıl ve 4 ay hapis cezasına çarptırılmış olduğundan dolayı tekrar merkez hapishanesine gönderilmiş, fakat Büyük Britanya Yüksek Komiserliği’nin talebiyle 2 Ağustos 1920 tarihinde teslim edildiği İngilizler tarafından 30 Eylül 1920 tarihinde, bir dizi Türk görevliyle birlikte Malta’ya sürgün edilmiştir[21]. 1915’te, Konstantinopel’in haricinde, aralarında Yerukhan, Tılgatintsi gibi çok sayıda yazar ve eğitimcinin de bulunduğu, taşradaki Ermeni aydınlar da (yaklaşık 800 kişi) toplu olarak tutuklanmış, tehcir edilmiş ve katledilmiştir[22]. Osmanlı Meclisi üyelerinden ünlü yazar ve avukat Grigor Zohrap ile Daşnaktsutyun üyesi Vardges Serengülyan’ın trajik ölümüne özellikle değinmek isteriz. Bu ikisi, “devlet aleyhine suç işlemekle” suçlanmakta olup, Diyarbakır divan-ı harbinde yargılanmaları gerekmekteydi. Adana ve Halep üzerinden Urfa’ya, ardından da bir saat uzaklıkta bulunan Karaköprü mevkiine getirilmişlerdir. Burada kendilerini bekleyen, Çerkez Ahmet yönetimindeki silahlı bir çete tarafından korkunç işkencelerle öldürülmüşlerdir[23]. Son olarak belirtmek gerekir ki, Soykırım esnasında katledilen ünlü Ermeni kişiliklerin birçoğu, ölmeden önce, kültürel faaliyetleriyle Türklere hizmet etmiş olduklarından duydukları pişmanlığı dile getirmişlerdir. Ermeni Soykırımı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürünü geliştiren Batı Ermeni aydınların hüsniniyeti anlaşılır olmakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin bilim ve kültürüne büyük çapta katkı sunmayı sürdüren Ermeni bilim adamları ve sanatçıları anlamak mümkün olmamaktadır. Bu tür insanlar ise, hayret edilecek oranda çoktur. Ermeni Soykırımı esnasında uygulanan politisitin esas sonucu, soykırım süresinde ve bundan hemen sonra Batı Ermenilerinin beyin takımının yok edilmesinin haricinde, daha sonraki on yıllar içinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermenilerin, özellikle de İstanbul Ermenilerinin depolitizasyonu olmuştur. Gerçekten de, son yüzyılda, İstanbul Ermeni toplumunun önemli bir sayı oluşturmuş olmasına rağmen, Türkiye Ermenileri tarafından herhangi bir siyasi parti kurulmamıştır. Sadece son yıllarda, Türkiye’nin AB’ye üyeliği süreci bağlamında, bazı Ermeni hemşerilik dernekleri kurulmuş olmakla birlikte, bunların faaliyetini siyasi olarak addetmek mümkün değildir. Günümüz Türkiye’sinde dahi, Batı Ermenilerine yönelik politisit olgusunun var olduğunu belirtmek gerekir. Hem “Agos” gazetesi baş redaktörü Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihindeki katli, hem de İstanbullu Ermeni dil bilimcisi Sevan Nışanyan’ın hapsedilmesini, siyasi cinayete özgün olaylar olarak kabul etmek mümkündür. Son olarak, Komitas gibi ruhsal darbe yemiş veya katledilmiş Ermeni sanat ve kültür adamlarından birçoklarına, yaşama ve üretme imkânı verildiği takdirde, Ermeni ve dünya kültürüne daha ne kadar katkı yapmış olacaklarını tahmin etmek imkânsızdır. Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=29548 -----------[1] Hovhannisyan N., Armenositı djanaçvads tseğaspanutyun e, Yerevan, 2012, s.122-123. [2] Prof. Dr. Georg T. Khırlopyan, Tseğaspanagitutyun, Beyrut, 2006, s.104. [3] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, Yerevan, 1969, s.320. [4] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, “Navasard” yayınları, sayı 4, 2. baskı, 24 Nisan, 1985, s.116. [5] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay Goğgotan, I. cilt, 3. baskı, Antilias, 2003, s.107-108. [6] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.321. [7] A.g.e. [8] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay Goğgotan, s.118-122. [9] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge Yayınları, 2010, s.204-205. [10] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, s.124. [11] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.321-322. [12] Grigoris Başrahip Palakyan, Hay Goğgotan, s.138-143. [13] Teodik, 11 Nisan Anıtı, Belge Yayınları, 2010, s.227. [14] Teodik, Huşardzan nahatak mıtavorakanutyanı, s.137. [15] Arzumanyan M., Hayastan1914-1917, s.323-324. [16] A.g.e., s.325. [17] Cemal Oğuz, ünlü Ermeni şairleri Daniel Varujan ve Ruban Sevak ile Onnik Mağazacıyan, Dökmeci Vahan ve ekmekçi Artin Ağa’nın katlinin düzenleyicisi olmuştur. Oğuz, Kastamonu’daki meslektaşıyla birlikte, Kastamonu valisi Reşit Paşa’yı görevinden azledip, bölge Ermenilerinin tehcirden muaf tutulması konusundaki valinin kararını bozmaya muvaffak olmuştur. “Çakatamart” gazetesinin betimlemesiyle, Cemal Oğuz “İttihat’ın eski bir av köpeği” olup, şifre görevlisi olarak 1909 Adana katliamında hazır bulunmuştur. Bk. “Daniel Varujan ile R. Sevak’ın katili tutuklandı”, “Çakatamart”, 5 Nisan 1919, No 122 (1943). [18] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, Divan-ı Harb-i Örfî Zabıtları, İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008. s. 155. [19] “Ov spannets yerku banasteğdsnerı”, “Çakatamart”, 4 Şubat 1920. [20] “Çemal Oğuzi datı”, “Çakatamart”, 6 Şubat 1920, No 373 (2194). [21] Dadrian V., Akçam T., “Tehcir ve Taktil”, s. 88. [22] Arzumanyan M., Hayastan 19141917, s.326. [23] A.g.e., s.324-325. kızılbaş - sayfa 22 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hamidiye Alayları Hangi Aşiretlerden Oluştu? (Liste) Tablo Kaynak : İbrahim Halil Baran Derleme: Nimetullah Atal Hamidiye Alayları ve Bitlisli aşiretlerin konumu yıllardır tartışılan bir meseledir. Hamidiye Alayları Kürt ulusunu ve Kürt milletini temsil etmemiştir. Hamidiye Alaylarına bağlı Arap ve Türmen aşiretleri de bulunmaktadır. İttihatçılara bağlı Aşiretlerin yaptıkları, Kürt Ulusal Kimliğine dayatılması günümüz aydınlarının ısrarla yaptığı hataların başında gelir. Kürt Ulusal Kimliği'nin yeniden inşaası için girişilen projeler ve gösterilen çabalara karşı kimliğe dayatılan ''katliamcı'' damgasını Tarih hiç bir şekilde doğrulamıyor aksine Hamidiye Alaylarında sadece bireysel olarak Kürt aşiretlerin değil Türkmen, Yörük, Arap aşiretlerinde yoğunlukla olduğunu ispat etmektedir. Tarih Kürtlerin millet olarak masum olduğunu bireysel davranan Kürt, Türkmen, Yörük ve Arap aşiretlerinin hatalı olduğunu birkez daha ispat etmiştir. Hamidiye Alayları dönemin devleti tarafından organize edildiği için bu alaylar ve aşiretlerin yapmış oldukları hataların muhattabı Türkiye Cumhuriyeti dir. Şeyh Said 1. Dünya savaşı yıllarında halka şunu anlatıyor ; “İttihatçılar, bu Enver Paşalar, Talat Paşalar, bunlar hepsi ırkçı insanlardır. Zalim adamlardır. Bunlar Ermeniler’i de öldürecekler, Kürtler’i de öldürecekler. Önce Ermeniler’i ortadan kaldıracaklar, onların işini bitirdikten sonra da bu kez Kürtler’i yok edecekler. Bunların zihninde var bunlar. Konuşmalarında var, projelerinde var, pratiklerinde var.” Şeyh Said ve bir çok Kürt İslam aliminin İttihatçıların yaptıkları katliamlara karşı durdukları ve fetva verdikleri bilinmektedir. Kürtler tarafından sevilen ve sayılan bu alimlerin söyledikleri Kürt halkı tarafından itibar görmüş lakin İttihatçı çeteler tarafından umursanmamıştır. Aşağıda vermiş olacağımız tablo'da Hamidiye Alaylarına katılan Aşiretler, Bölgeleri, Piyade ve Süvari sayıları Hamidiye Alayları'nın yapısını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Tablo'da Bitlis'ten sadece iki aşiretin katıldığı bilgisi bulunmakta. Bu aşiretlerinde Adilcevaz civarında yaşadıkları görülmektedir. 1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri “Hamîdiye Süvârî Alayları”dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 erden az, 48 erden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacaktır. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecektir. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu komutanlarının emri ile yalnızca savaş zamanında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip eğitime tâbi tutulacaktı. kızılbaş - sayfa 23 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti. sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Birin-ciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler de yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pek çok aşîret çocuğu yetiştirildi. İyi niyetle kurulan aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve 1907 yılında kapatılmıştır. Bu okuldan mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine askerî ve mülkî makamlara tayin edilmişlerdir. Hamidiye Süvari Alayları erlerinin askerlik süresi 23 yıl olarak kabul edilmişti. Bütün aşiretlerdeki erkeklerden 17 yaşından 40 yaşına kadar olanlar asker sayılmakta idi. Bu erat üç kısma ayrılmıştı. 17-20 yaşında olanlara “Efrad-ı İptidai”, 21-23 yaşında olanlara “Efrad-ı Nizamiye” ve 40 yaşında olanlara da “Redif Efradı” adı verilmişti. Hamidiye süvari alayları çeşitli kabilelerden kurulduğundan kıyafetleri de değişikti. Birliklerin onbaşı ve çavuşları günümüzde olduğu gibi kendi erleri arasından seçilirdi. Hamidiye süvari alaylarının ilk teşkilinde bu alayların başına aşiret reisleri komutan olarak atanmış ve kendilerine rütbe, nişan verilip maaş bağlanmıştı. Aşiretin diğer ağaları da subay olarak görevlendirilmişlerdi. Kaymakam, binbaşı, kolağası ve mülazım rütbelerindeki görevlilerin aşiretlerin ileri gelenlerinden tayin edilmesi uygun görülmüştü. Aşiret çocuklarından Harp Okulunu bitirenleri ile üç yıllık süvari okulunu tamamlayanlar teğmen olurlardı. Hamidiye süvari alaylarına atanan subaylar, 14 yıl hizmete mecburdular. Meşrû bir mazeretleri olmadıkça istifa edemezlerdi. Erler ve subaylar, toplantılara katılmak zorunda idiler. Aşiretlerin veya kabilelerin âdetleri cezayı hafifletmezdi. Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcâat ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. 1891 yılında pek çok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan Abdulhamîd’i ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan Abdulhamîd de onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik, düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. 'Kürtler soykırımın yanında yer almadı' Aşîret hayâtına alışmış insanlardan düzenli askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan Abdulhamîd, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hatta irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi. Askerî yönden stratejik öneme sahip yerlerde kurulan Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kurân-ı Kerîm’den bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek pâdişâh tarafından kabul edildiler. Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından Kitabında yer alan 1915 Ermeni soykırımının canlı tanığı Siirt'in Eruh ilçesinde yaşayan 128 yaşındaki Mihemedê Erse'nin o dönemde Hamidiye Alayları'nda görev yaptığını ve yaşanan her şeyi hatırladığını söyleyen Tekin, Erse'nin anlatımlarından da Kürtler ve Ermeniler arası bir çatışmanın olmadığının, İttihat ve Terakki'nin planlı bir projesi sonucu soykırımın devreye sokulduğunun görülebileceğini söyledi. Dönemin hükümet yetkililerinin Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri ile toplantılar yaptıklarını, bu aşiret liderlerinden küçük bir azınlığın katliama katılma noktasında ikna olduklarını belirten Tekin, Kürt aşiret ileri gelenlerinin büyük bir çoğunluğunun ise Ermenileri gizlice koruma altına alarak Iğdır ve Doğubayazıt yolu üzerinden Ermenistan, İran, Suriye ve Irak'a doğru kaçırdıklarının tanıkların söylemlerinde ortaya çıktığını söyledi. Muş'ta görüştüğü dönemin tanığı Melle Ali Yıldız'ın o dönem Kürt bölgelerine gönderilen imamlar tarafından, "7 Ermeni öldüren için 7 cehennem kapısı kapanacak 8'incide ise cennet kapısı açılacak" şeklinde fetvalar yayınlandığını söylediğini aktaran Tekin, buna karşılık ise 147 Kürt medrese eğitimli melenin de karşı fetva yayınlayarak, "Hayır bu bir katliamdır" diye açıklama yaptığını belirttiğini söyledi. Kaynak: http://www.bitlisname.com/Haber/hamidi ye_alaylari_ve_asiretler___liste__/94/ kızılbaş - sayfa 24 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 25 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 ERMENİ SOYKIRIMI MİMARI TALAT PAŞA’NIN SONU 15 Mart 1921 sabahı… Berlin’in Charlottenberg semti… Harderberger Sokağı, 4 numaralı evin önü… O soğuk bahar sabahında sokakta tek el bir silah sesi duyuldu… 18 yaşındaki genç karşısında duran 47 yaşındaki adamı öldürürken daha sonra mahkemede de söyleyeceği şu sözleri geçirdi aklından: “Ben bir insan öldürdüm ama katil değilim”… 1915 Ermeni soykırımının mimarlarından Talat Paşa’nın son saniyeleriydi bunlar… 6 yıl gecikmiş de olsa adalet yerine geliyordu… 18 yaşındaki Soghomon Tehliryan, 47 yaşındaki Talat Paşa’yı alnından vurdu… 1915 yılında bu toprakları kana bulayan, bir ulusu yok etmeyi, mallarına el koymayı, gölgelerini bile silmeyi bir politika aracı haline getiren, yakan yıkan, öldüren, tecavüz eden yüzlerce çetenin lideri, beyinlerin beyni, paşaların paşası Talat Paşa kaldırıma yığılıverdi… İttihat ve Terakki kurucularından ve önde gelen siyasetçilerinden Osmanlı Sadrazamı Mehmed Talat Paşa, 1918 yılında sığındığı Almanya’da sorumlusu olduğu vahşice katliamlardan, yok ettiği hayatlardan dolayı cezalandırılıyordu… Yakalanarak tutuklanan Tehliryan, Almanya’da yargılanıp beraat ettiği duruşmada da tüm ailesini katleden bir katili öldürdüğünü ama kendisinin katil olmadığını vurgulayacaktı… “Bir insan öldürdüm ama katil değilim”… ÖZÜR! Demokratik Kamuoyu ile Ermeni ve Ermeni Dostalarımıza. Kızılbaş Dergisinde Sayı (37) yayınlanan (Kaf kasya’da Ermenilerin Kürd Soykırımı Mehrdad R. Izady) makalenin içeriğine katılmadığım kesindir. - Şu amaçla yayınladım. Kürtlerin bir kemsinde hala Ermeni düşmanlığının varlığına dikkat çekmek istedim. - İttihatçı ittifakın hala devam ettirilmek istendiğine bir belgedir diye yayınladım. - Huzursuz olan ve tepki gösteren dostlarımızın konuya bir de bu yönden bakmalarını ricaediyorum. - Adı geçen makaleden dolayı İncinmiş olan Eemeni ve Demokratik kamuoyundan özür dilerim. Ali Ülger kızılbaş - sayfa 26 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Հայոց Ցեղասպանության 99-ամյակի առիթով / To The Organizations of the International Community and Public Opinion, the Parliamentary Committees of the European Union Միջազգային տարբեր մեթոդներով բոլոր ճշմարտություններն հաստատություններին եւ եւ շահարկումներով ու պատմական միջազգային հանրությանը, տեսանելի ու անտեսանելի իրողությունները անտեսելով Եվրամիության եղանակներով վարում են ժխտողական ղեկավարներին, Միջազգային շարունակվում է Թուրքիայի քաղաքականություն՝ դրանով հանրության համար հանրապետության կողմից: իսկ ապացուցելով որ մեծագույն հանցանքը նպատակները չեն փոխվել եւ կարեւորագույն Օսմանյան կայսրութան եւ որ ցեղասպանությունը խնդիրը համարվել ու փլուզումից հետո շարունակվում է: Չմոռանանք համարվում է մարդկության բազմաթիվ ժողովուրդներ որ ցեղասպանությունը դեմ կատարված ու ազգեր վերականգնեցին ժխտելը ինքնըստինքյան ոճռագործությունները, իրենց հայրենիքը եւ համարվում է որոնք դրսեւորվում են ստեղծեցին իրենց ազգային ցեղասպանության ցեղասպանությունների պետությունները, իսկ շարունակություն: տեսքով: Աշխարհում կան հայերին՝ աշխարհի չլուծված բազմաթիվ մեծ քաղաքակրթության մեջ Մարդկության պատմության ու փոքր խնդիրներ, դեռեւս բերած իրենց հսկայական զարգացման զուգընթաց չլուծված այդ խնդիրներից ներդրումներին հակառակ նաեւ զարգացել եւ է քսաներորդ դարի առաջին բաժին ընկավ ջարդերը, առավել առարկայական ցեղասպանությունը, որը կոտորածները եւ եւ անհրաժեշտ են դարձել 1915 -1921 թվականներին ցեղասպանությունը: միջազգային օրենքների Օսմանյան թուրքերի կողմից Կայսրության ենթակա ու չափանիշների կատարվեց հայության բոլոր ժողովուրդները գիտակցությունը, դեմ եւ որին զոհ գնաց հույս ունեին որ կստեղծվի ամրագրումը եւ կիրառումը: ավելի քան 1,5 միլիոն հայ, բոլոր ազգերից կազմված Աշխարհի զարգացած եւ հարյուր հազարավորներ համազգային մի պետություն, հզոր տերությունները տեղահանվեցին դեպի որը կվերացնի անցյալի այսօր հաճախ եւ գրեթե Սիրիայի անապատները, անարդարությունները ամեն օր են շեշտում նույնքան էլ բռնի եւ երկիրը կտանի դեպի միջազգային օրենքների դավանափոխ եղան եւ առաջադիմություն եւ անհապաղ կիրառման ստիպված ընդունեցին իսլամ: զարգացում, սակայն ու համամարդկային «Երիտթուրքերը» արժեքներին հավատարիմ Թուրքերը թալանեցին ու շարունակելով մնալու անհրաժեշտությունը: տիրացան հազարամյակների նույն օսմանյան Նշված արժեքները ընթացքում հայ ժողովրդի կայսրության ոճրագործ ներկա դարում ստեղծած նյութական եւ քաղաքականությունը զենքի այնքան համընդանուր, մշակութային հարստությանը ու ցեղասպանությունների համամարդկային եւ եւ մինչեւ այսօր հայերի ուժով այդ իրավունքը համաշխարհային բնույթ պապենական հայրենիքը վերապահեցին միայն եւ ընդունելություն են բռնազավթված է մնում իրենց եւ երկիրը ներառյալ ստացել որ այս անժխտելի Օսմանյան թուրքերի Արեւմտահայաստանը արժեքների եւ նպատակների իրավահաջորդը դարձած հայտարարեցին Թուրքիա իրագործման համար կամ Թուրքիայի կողմից: եւ նրա բնակչությունն էլ նույն պատրվագով նույնիսկ թուրքեր, միայն թուրքեր... հնարավոր է դառնում, Ցեղասպանության նույն որ միջազգային ուժային քաղաքականությունը Թուրքիայի ներկայիս կենտրոններում երկրների մինչեւ այսօր էլ դեռ իշխանությունները այս եւ վարչակարգերի դեմ kızılbaş - sayfa 27 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 պատերազմի որոշումներ ցեղասպանությունը...» ուժերը, ովքեր ցանկանում են սրբագրել իրենց անցյալի կայացվեն, ռեժիմներ տապալվեն... եւ նոր երկրներ Միջազգային հանրությունը եւ պատմությունը, վերացնել կյանքի կոչվեն: հաստատությունները հարկ է անցյալում առաջացրած որ հավատարիմ մնան իրենց վերքերը եւ հաշտ ու խաղաղ Հայոց ցեղասպանությունը իսկ հռչակած արժեքներին ապրել բոլորի հետ: դեռեւս համառորեն ու հավատամքին: Հայոց ժխտվում է Թուրքիայի ցեղասպանությունը ունի Մեր ակնկալիքն է, որ կողմից եւ հսկայական միայն ու միայմ միջազգային 99 երկար տարիներից միջոցներ են ծախսվում, լուծում հիմնված անցյալի հետո ցեղասպանության քաղաքական անբարո եւ գործող միջազգային 100-ամյակի շեմին հայ որոշումներ են կայացվում, օրենքների վրա: Տեղին ժողովրդի անսպառ ջանքերի որպեսզի խուսափեն է այստեղ կրկին անգամ եւ առաջադեմ մարդկության պատասխանատվությունից: հիշեցնել համաշխարհային անմիջական աջակցության Թուրքերը չգտնվեցին առումով մեծագույն շնորհիվ՝ վերջապես նույն բարձրության վրա պայմանագրերից միջազգային օրենքի եւ ինչ գերմանացիները, -այդ մեկի այսինքն ՍԵՎՐ-ի իրավունքի կիրառումը ուղղությամբ նրանք նույնիսկ դաշնագրի մասին ուր կդառնա իրականություն, ամենափոքր քայլը չվերցրին: հստակորեն նշված է հայերի կվերանան ցեղասպանության Հրեական հոլոքոստը գտավ նկատմամբ Թուրքիայի եւ առաջացրած բոլոր իր լուծումը, Գերմանիան միջազգային հանրության հետեւանքները եւ եւ աշխարհը ճանաչեց եւ պարտավորությունները եւ հայ ժողովուրդը հատուցում տվեց դրան, Հրեա փոխհատուցման հիմքերը: կստանա արդարացի համապատասխան ազգը ստացավ իր երկիրն ու փոխհատուցում: հայրենիքը, իսկ հայության Եվրոպայի Հայերի հազարամյակների հայրենիքը Համագումարը որպես այսօր բռնագրավված է եւ եվրոպական ընտանիքում Այսպիսով կվերականգնվի դատարկ իր բնիկ ժողովրդից գործող հայկական 100 երկար տարիների եւ դեռ ավելին պատմական համաեւրոպական սպասված արդարությունը: Հայաստանից մնացած կազմակերպություն հայոց այսօրվա մի բուռ Հայաստանի ցեղասպանության 99-ամյակի Դա կլինի մարդկության Հանրապետությունը սեղմված առիթով հետամուտ է համար մեծագույն է նույն թրքական երկու միջազգային հանրության հաղթանակ: ցեղասպան պետությունների՝ ուշադրությունը սեւեռելու Թուրքիայի եւ Ազրբեջանի հայոց ցեղասպանության Եվրոպայի Հայերի միջեւ, որոնք սպառնում ճանաչման, դատապարտման Համագումարի են կուլ տալ այդ փոքրիկ եւ հետեւանքների վերացման մնացորդը եւս: խնդրին: գրասենյակ Որն է միջազգային Վստահ ենք, որ աշխարհի նախագահ Կարո Հակոբյան կենտրոնների եւ բոլոր երկրներում կան հասարակության միլիոնավոր մարդիկ, ովքեր պարտականությունը. արդարության եւ մարդու իրավունքների համար 24 ապրիլ 2014 Ուփսալա - Շվեդիա Հայոց գեղասպանությունը պայքարելու են մինչեւ կատարվեց քաղաքակիրթ վերջնական հաղթանակ: Hayastan Kentron աշխարհի այսինքն Եվրոպայի Միջազգային հանրությունից [[email protected]] աչքերի առջեւ, ցավոք պահանջում ենք որ լսեն նրանց թույլտվությամբ եւ միլիոնավոր մարդկանց այդ Adress : (AAE) assembly of մեղսակցությամբ: Հիտլերը արդարության կանչը: Armenian of Europe Tel/Fax : +46-(18) 31 47 94 այդպիսով իրավասու էր երբ Լեհաստանը Ականատես ենք, թե ինչպես Registrerings nr. 802428-5747 բռնագրավելու նախաշեմին Թուրքիայում եւս օր ըստ Box. 25 106 հայտարարում էր թե « ով օրե աճում ու զարգանում են 75025 Uppsala, SWEDEN է այսօր հիշում հայերի դեմոկրատ եւ ազատասեր www.aaeurop.com kızılbaş - sayfa 28 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Σπάνιο ντοκουμέντο, πλάνα από τη ζωή των προσφύγων όταν ήρθαν στην Αθήνα το 1922 (βίντεο) Το 1922, ο νεαρός τότε απεσταλμένος της Toronto Star, Έρνεστ Χέμινγουεϊ, εκλήθη από τον αρχισυντάκτη του, μιας και βρισκόταν στην Κωνσταντινούπολη, να καλύψει την ανταλλαγή των πληθυσμών, μεταξύ Ελλήνων και Τούρκων. Η Μικρασιατική εκστρατεία που ξεκίνησε το 1918 με τους καλύτερους οιωνούς για την Ελλάδα, κατέληξε το 1922 σαν ο χειρότερος εφιάλτης. Ο πλέον μπαρουτοκαπνισμένος και ισχυρός στρατός της Νοτιανατολικής Ευρώπης, έγινε ένα τσούρμο φοβισμένων φαντάρων και ανίκανων – πλην εξαιρέσεων- αξιωματικών. θα μπορούσαμε να βομβαρδίσουμε όλη τη Σμύρνη και να σταματήσουμε το μακελειό, αλλά η εντολή ήταν να μην κάνουμε τίποτα... Το παράξενο ήταν, [είπε ο υποτιθέμενος αξιωματούχος του αμερικάνικου πολεμικού που διηγείται την ιστορία], πώς ούρλιαζαν κάθε νύχτα τα μεσάνυχτα. Δεν ξέρω γιατί ούρλιαζαν αυτή την ώρα. Ήμασταν στο λιμάνι κι αυτές στην προκυμαία και τα μεσάνυχτα άρχιζαν να ουρλιάζουν. Στρέφαμε πάνω τους τους προβολείς και κι αυτές τότε σταματούσαν. ...». Ο νεαρός τότε ανταποκριτής είχε συγκλονιστεί από τα βάθη της ψυχής του αφού βίωσε λεπτό προς λεπτό τις θηριωδίες και τις σφαγές. Είναι χαρακτηριστικό το απόσπασμα από την πρώτη του εκδοτική δουλειά , του 1925, “Στην προκυμαία της Σμύρνης” , όπου ο ήρωας του Χέμινγουεϊ, κάποιος αξιωματικός ενός πολεμικού πλοίου των ΗΠΑ που είναι αγκυροβολημένο στον κόλπο της Σμύρνης αφηγείται : «Το χειρότερο, ήταν οι γυναίκες με τα νεκρά παιδιά. Δε μπορούσαμε να τις πείσουμε να μας δώσουν τα πεθαμένα παιδιά τους. Είχαν τα παιδιά τους, νεκρά ακόμα και έξι μέρες, αλλά δεν τα εγκατέλειπαν. Δε μπορούσαμε να κάνουμε τίποτα. Τελικά έπρεπε να τους τα πάρουμε με τη βία...» Στην ανταπόκριση του για την εφημερίδα στην έκδοση της 20ης Οκτωβρίου του 1922 ο Χέμινγουεϊ που ακολουθεί και καταγράφει τα καραβάνια των χιλιάδων Ελλήνων προς τη Μακεδονία, αναφέρει: «Ο άντρας σκεπάζει με μια κουβέρτα την ετοιμόγεννη γυναίκα του πάνω στον αραμπά για την προφυλάξει από τη βροχή. Εκείνη είναι το μόνο πρόσωπο που βγάζει κάποιους ήχους [από τους πόνους της γέννας]. Η μικρή κόρη τους την κοιτάζει με τρόμο και βάζει τα κλάματα. Και η πομπή προχωρά... Δεν ξέρω πόσο χρόνο θα πάρει αυτό το γράμμα να φτάσει στο Τορόντο, αλλά όταν εσείς οι αναγνώστες της Σταρ το διαβάσετε να είστε σίγουροι ότι η ίδια τρομακτική, βάναυση πορεία ενός λαού που ξεριζώθηκε από τον τόπο του θα συνεχίζει να τρεκλίζει στον ατέλειωτο λασπωμένο δρόμο προς τη Μακεδονία». Σε άλλο σημείο της αφήγησης του ο ήρωας του μυθιστορήματος αναφέρει για τις Ελληνίδες μητέρες της Σμύρνης: «Είχαμε ρητές εντολές να μην επέμβουμε, να μη βοηθήσουμε... Το πλοίο μας είχε τόση δύναμη που Σε άλλη του ανταπόκριση στις 14 Νοεμβρίου του 1922 ο Αμερικάνος νεαρός δημοσιογράφος αναφέρει: «Ό,τι και να πει κανείς για το πρόβλημα των προσφύγων στην Ελλάδα δεν πρόκειται να είναι υπερβολή. Ένα φτωχό κράτος με μόλις 4 εκατομμύρια πληθυσμό πρέπει να φροντίσει για άλλο ένα τρίτο των κατοίκων. Και τα σπίτια που άφησαν οι Μουσουλμάνοι που έφυγαν δεν επαρκούν σε τίποτα, χώρια η διαφορά στο επίπεδο κουλτούρας που είχαν συνηθίσει οι Έλληνες στην Κωνσταντινούπολη». Και συνεχίζει: «Βρίσκομαι σε ένα άνετο τρένο, αλλά με τη φρίκη της εκκένωσης της Θράκης, όλα μου φαίνονται απίστευτα. Έστειλα τηλεγράφημα στη «Σταρ» από την Αδριανούπολη. Δεν χρειάζεται να το επαναλάβω. Η εκκένωση συνεχίζεται.... Ψιχάλιζε. Στην άκρη του λασπόδρομου έβλεπα την ατέλειωτη πορεία της ανθρωπότητας να κινείται αργά στην Αδριανούπολη και μετά να χωρίζεται σ’ αυτούς που πήγαιναν στη Δυτική Θράκη και τη Μακεδονία. .. Δε μπορούσα να βγάλω από το νου μου τους άμοιρους ανθρώπους που βρίσκονταν στην πομπή γιατί είχα δει τρομερά πράγματα σε μια μόνο μέρα. Η ξενοδόχισσα προσπάθησε να με παρηγορήσει με μια τρομερή τούρκικη παροικία: «Δε φταίει μόνο το τσεκούρι, φταίει και το δέντρο» Αυτά αποτύπωσε με την πένα του ένας από τους κορυφαίους δημοσιογράφους και συγγραφείς του προηγούμενου αιώνα. Όμως ένα παιχνίδι της μοίρας... ένα σκονισμένο κουτί σε κάποιο κλειστό για χρόνια σεντούκι, αποκάλυψε τη δύναμη της εικόνας... Το 2008, ο Αρμενικής καταγωγής Ρόμπερτ Νταβιντιάν καθώς έψαχνε τα πράγματα του αγαπημένου του παππού, του Τζώρτζ Μαγκάριαν, ανακάλυψε σε ένα σεντούκι ένα σκονισμένο κλειστό κουτί. Το άνοιξε και μέσα kızılbaş - sayfa 29 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 βρήκε ένα φιλμάκι των 35mm που ο παππούς του είχε “τραβήξει” και σκηνοθετήσει το 1922. Στη συνέχεια βρήκε μια παλιά μηχανή προβολής και αφού την έθεσε σε λειτουργία έβαλε να δει τι ακριβώς είχε αποτυπώσει ο παππούς του... φαγητό. Ένας χωροφύλακας περνάει μπροστά από την κάμερα. Πλάνο τα ανάκτορα, η σημερινή Βουλή. Ο κόσμος απέξω κατά χιλιάδες περιμένει... Ένας πρόχειρα στημένος καταυλισμός. Σιδερένιες πόρτες κλειστές. Ο κόσμος θέλει να μπει μέσα. Θέλει να φάει. Στην ουρά για ένα πιάτο φαγητό. Προσφυγιά... Ο Νταβίντιαν συγκλονίστηκε. Ο παππούς του που γεννήθηκε στο Ικόνιο το 1895 και αργότερα διετέλεσε διευθυντής στην Χριστιανική Οργάνωση Νέων (YMCA) Ικονίου, κατέγραψε σε ένα φιλμάκι 10 λεπτών το δράμα των Ελλήνων προσφύγων. Από την ανέμελη ζωή στη Σμύρνη μέχρι την αθλιότητα των προσφυγικών καταυλισμών στην Αθήνα. Από την υψηλού βιοτικού επιπέδου καθημερινότητα με τις όπερες, με το εμπόριο με τις τράπεζες με τη κεντρική παραλία, τη γεμάτη καταστήματα, πίσω σε μια Ελλάδα που τους αποκαλούσε Τουρκόσπορους... Ποιους; αυτούς που μέσα τους έτρεχε αίμα Ελληνικό. Τους γνήσιους Ίωνες, οι εδώ “ελληνάρες” αποκαλούσαν Τουρκόσπορους και τις Σμυρνιές τις έλεγαν Παστρικιές, επειδή...πλενόντουσαν. Το βίντεο είναι σπάνιο. Δείτε το δράμα αυτών των ανθρώπων. Δείτε επίσης πως ήταν η Αθήνα το 1922. Το βίντεο ξεκινάει με την καθημερινότητα στη Σμύρνη με τον γαλλικό δρόμο και τα πολυάριθμα καταστήματα να σφύζουν από ζωή. Και μετά η καταστροφή, τα καμμένα ερείπια, τα κατεστραμμένα κτίρια, ο ξεριζωμός, το ολοκαύτωμα, οι νεκροί... Πλάνα από τα πλοία, ο κόσμος ξυπόλητος, τα παιδάκια πεινάνε, οι μητέρες τα σφίγγουν στην αγκαλιά τους. Κλαίνε. Επόμενο πλάνο: Αθήνα. Δεκάδες παιδιά όρθια περιμένουν ένα πιάτο Επόμενο πλάνο. Δεκάδες παιδάκια μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο σχολείο. Πεινάνε. Δεν κάθονται στην ουρά. Δεν τους ενδιαφέρουν εκείνη την ώρα τα γράμματα. Θέλουν απλά να φάνε. Έχασαν μάνες, πατέρες, αδέλφια... Είναι προσφυγόπουλα, είναι ορφανά. Στήνονται οι πρώτες σκηνές. Ολόλευκες. Το βράδυ ξεπαγιάζουν και την ημέρα σκάνε. Προσπαθούν να βρουν τους ρυθμούς τους. Μια γιαγιά κάνει μπάνιο το εγγονάκι της. Φαγητό. Νερόβραστη σούπα. Τα παιδιά πεινάνε. Κάτι είναι και η σούπα. Τουλάχιστον δεν θα πεθάνουν από ασιτία. Μέλη της ΧΑΝ μοιράζουν και ένα κομμάτι ψωμί. Τα πλάνα σου μαυρίζουν την ψυχή. Εκατοντάδες παιδάκια, μανούλες, γιαγιάδες σπρώχνουν για λίγο φαγητό. Το επόμενο πρωινό μοιράζουν γάλα. Δεκάδες μικρά λεπτά χεράκια υψώνουν στον ουρανό τις τσάσκες που κρατάνε για να τους τις γεμίσουν με γάλα. Το μεσημέρι ψωμί και σούπα. Γευματίζουν μπροστά στις σκηνές τους. “μοιάζει με πικνικ” γράφει ο Μαγκαριάν “αλλά δεν είναι” Ο θάνατος... το δράμα. Η ΧΑΝ στήνει υπαίθριες ξύλινες κατασκευές και πάνω κολάει καταλόγους με εκατοντάδες ονόματα αγνοουμένων, νεκρών αλλά και ζωντανών. Όλοι τρέχουν με την ελπίδα να διαβάσουν το όνομα κάποιου δικού τους. Όπως ο Νίκος Αναγνωστόπουλος που βρήκε το όνομα της μικρής του κόρης. Είναι ζωντανή σε άλλο καταυλισμό στη Θεσσαλονίκη. Τώρα μπορεί να βάλει κάτι στο στομάχι του να στυλωθεί , να χορτάσει . Επόμενο πλάνο. Η ΧΑΝ προσπαθεί να κάνει τα παιδάκια να ξεχάσουν τον εφιάλτη. Διοργανώνει χορούς και παιχνίδια. Επόμενο πλάνο άρρωστα παιδάκια περιμένουν για περίθαλψη μπροστά από ένα πρόχειρα στημένο νοσοκομείο. Επόμενο πλάνο. Μια κυρία κρατά στα χέρια της ένα δίχρονο παιδάκι που βρήκε παρατημένο στα σκαλιά μιας εκκλησίας στη Σμύρνη, όταν οι Τούρκοι έμπαιναν και έσφαζαν. Αισιοδοξία. Οι πρόσφυγες είναι μια σπάνια ράτσα. Ικανή. Ικανότερη από πολλούς. Δεν τα παρατάνε. Ξεκινάνε μια νέα ζωή από την αρχή. Χτίζουν σπίτια. Τα νέα τους σπίτια. Στα πλάνα πρέπει να είναι η περιοχή του Νέου Κόσμου. Όσοι δεν είναι σε καταυλισμό όπως η μητέρα στα πλάνα με τα παιδιά της ζουν σε σιδερένια τόλ. Στην ουρά για ρούχα. Όλοι έφυγαν από τη Σμύρνη με ότι φορούσαν εκείνη τη στιγμή. Η ΧΑΝ μοιράζει ρούχα. Ρούχα γεμάτα αίματα, βρωμιά, γεμάτα μυρωδιές από τα καμένα της Σμύρνης... ΔΕΙΤΕ ΤΟ ΒΙΝΤΕΟ Πηγή: http://www.logiosermis. net/2011/04/1922_30.html#ixzz306r7o6iG kızılbaş - sayfa 30 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontos’un Zenginliği ve Pontos Soykırımı Pontos’un Zenginliğine dair Genel Bilgiler.1 çıkarılmalıdır ki savaş sonunda geri dönüp hak iddiasında bulunmasın. Pontostaki ve diğer bölgelerde Hıristiyanların Soykırıma uğratılmalarının temel sebebi budur. Pontos Osmanlı coğrafyasının en gelişmiş bölgelerinden biridir gerek nüfusunun artısı, gerek kalkınmasından ve zenginliği açısından son derece önemli ve Pazar için üretim yapılan kapitalizme eklemlenmiş bir bölgedir. Bu nedenle aynı zamanda Pontos’taki canlı Helenizmin de kaynağıdır. Emmanuil Emmanuilidis bu canlılığın Ege sahilindeki Hellenizmle kıyaslandırılabileceğini söyler. Bu canlılık aynı zamanda Osmanlı için endişe kaynağıdır. Canlılığın endişe kaynağı olarak algılanması bölgede türlü türlü bahaneler bulunarak Hükümet tarafından alınan ağır ve özellikle askerî tedbirler eksik olmaz. Bu bahaneler arasında Karadeniz’de dolaşan Çarlık Donanması birinci sırada olup, bu donanmanın harekat potansiyelinden dolayı da buralar askerî bölge olarak değerlendiriliyordu. Bölge çevresindeki dağlar da, yalnız Hıristiyanların değil, büyük miktarda Türk olan asker kaçağı silahlı kişilerin barınağı olmasına da elverişlidir. Samsun hem bir liman kenti hem de iç Anadolu’ya açılan bir kapı olması bakımından korunması için nüfus bileşiminin homojenize edilmesine uygun zaman ve zeminin oluştuğuna kani olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin (İTC) etnik temizlik politikasını rahatça uygulayabileceği bir yer olduğu düFaaliyet kolu Uncu Kitapçı Yün tüccarı Ev ve mutfak eşyası Deri Tüccarı Avukat Mobilyacı lokanta Tütün tüccarı Tatlıcı Demir tüccarı Banker Ayakkabı imalatçısı Eczacı Fotoğrafçı Kumaş tüccarı Sigortacı Toplam işletme 17 2 7 13 6 10 7 5 28 2 3 4 12 6 3 5 10 Ali Sai t Çe t inoğlu şünülür. Aynı zamanda iç talan bakımından zenginliği de iştahı kabartan bir nedendir. Pontos’taki zulümlerin ve katliamların hatta otokton halkının mübadele adı altında kadim topraklarından sökülmelerinin nedeni bu zenginlikten kaynaklanmaktadır. 1915 öncesi Samsun Ekonomisinden aşağıda sunduğumuz kısa özet ne söylediğimizin net ifadesidir: 2 İşletmeler ve milliyetler Pontosluların Kadim Topraklarından Sürülmesinin ve sökülmesinin sürekliliği: Tehcirler Bu zenginliğe el koymak için askeri bahanelerle Pontos nüfusu ölüm yolculuğuna çıkarılır. Ölüm yolculuğuna Pontos 3 2 3 10 4 6 7 4 18 2 4 9 6 2 4 9 Ermeni 14 1 1 1 3 1 3 3 3 1 1 1 Vehip Paşa 1916 Kasımında Alman danışmanları ile birlikte, "masum" bir askeri güvenlik plânı hazırlar Plan, güvenlik nedeniyle, Rus cephesi üzerinde bulunan tüm Hıristiyanların, cepheden 50 kilometre kadar geriye aktarılması gerektiğini ileri sürmektedir..Plana göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu için, cephe hattında Hıristiyanların varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu.Plan, Tirebolu'dan Bafra, Samsun ve Sinop'a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu. Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı. Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun bir plandı, ama asla masumane değildi 3 Pontoslular bu plan dahilinde ölüm yürüyüşlerine çıkarıldılar. Hüküm süren kış, yok edilme planı için çok imkânlar veriyordu, günler bunun için çok müsaitti. Nitekim 27 Aralık 1916 Pazar günü, yani Noel bayramının üçüncü günü 4, Samsun’da, sehrin ileri gelen Rumları tutuklandı. Tutuklananların başkalarıyla irtibat kurmalarına ve erzak almalarına izin verilmedigi gibi, ertesi günün şafağında Anadolu’nun içlerine gönderildiler. Aynı gün, Samsun’un Kadıköy semti ordu tarafından kuşatıldı. Genelde Müslüman Diğer/ yabancı 3 1 1 1 6 kızılbaş - sayfa 31 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 halk tabakasının bulunduğu semtte, güya Paşa’nın ilanlarını öğrenmek için çağrıldıkları semtin meydanında, toplananların tümü tutuklanarak, ihtiyar, çocuk ve kadınlar, toplamda 4.000 kişi, refakatçiler eşliğinde iç kesimlere gönderildi. Karakışın içinde yayan, susuz ve yiyeceksiz, istirahat etmelerine müsaade edilmeden, vadi ve dağları astılar. Oniki saatlik devamlı yürüyüşten sonra uyku molası verilerek, ertesi gün gene 12 saatlik yürüyüş yaptırılarak, sonunda, 4. Gün Havza’ya vardılar. Çorum’a yönlendirilen zavallı kervan, yol boyunca, Amasya, Bafra ve Çarşamba bölgelerinden boşaltılan başka kervanlarla birleşip yollarına devam ettiler. Şehirlerde tutuklamalar devam ediyordu. Geceleri çevredeki dağlar, yakılan köylerin alevin ışıkları arasında parıldıyordu. Genel sürgün mıntıkaları ilan edilmeyen yerlerden yalnız erkekler sürgün ediliyor, yakılmayan köyler Kaf kasya’dan gelen mültecilere veriliyordu. 5 Bu insanların kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluştuğunun altının çizilmesi gerekir. Dolayısıyla korumadan uzaktırlar. savaş dolayısıyla genel seferberlik ilan edilmiştir. Askerlik çağında olanlar ( 15-65), orduya alındıktan sonra, amele taburlarına nakledilerek orduda yük hayvanı olarak kullanılmak üzere Van, Erzurum ve Diyarbakır’a çıplak ve erzaksız bir şekilde gönderildiler. Kaçmayanlar buralarda öldürülmüşlerdi. “9 Mart 1916 tarihinde Giresun Rumları,16 Kasım 1916’da Tirebolu Rumları Şebinkarahisar ve Suşehri arasında bulunan Birk köyüne, 30 Aralık 1916 tarihinde de Melet Vadisinin doğusunda bulunan sahil bölgesi Rumları ise Sivas ve Tokat vilayetlerine sevk edilmişlerdir. Savaş sırasında Giresun’dan sevk ve tehcir edilen Rumların sayısı bazı arşiv belgelerine konu olmuştur. Buna göre Giresun’dan Ankara’ya 54 hanede 179 (içlerinde Samsunlu ve Gümüşhaneli Rumlar dahil olmak üzere),6 Kayseri’ye 15 hanede 60,7 Kastamonu’ya 84,8 Sivas’a 60, Tokat’a 610, Amasya’ya 327, Şebinkarahisar’a ise 29 kişi sevk ve tehcir edilmiştir.9 Sevk edilen Rumların daha sonra 15 Mayıs 1918 tarihinde memleketlerine dönmelerine izin verilmiştir.”10 Tabiidir ki geri dönebilenler mucize eseri sağ kalabilmiş olanlardır. Ancak bu konu- da Ankara ve İstanbul hükümetlerinin aynı yönde hareket ettiklerini görüyoruz: Geri dönmelere büyük güçlükler çıkartırlar; 15 Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi ile bir mülakat yapan İstanbul hükümeti Nafıa Nazırı Ferid Bey,11 Anadolu'dan [bunu yurtlarından diye okumak gerek] ne maksatla çıktıkları 12 bilinen Rumların tekrar geri dönmelerine engel olacaklarını, bu konuda Trabzon ve Samsun'daki yetkililerin, daha önce Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin emirler aldıklarını da belirterek; bu konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin de aydınlatıldığını ifade etmesini bu zorluklardan biri olarak anlamanın yanı sıra İtilaf devletlerinin de bu konuda bir çabalarının olmaması olarak da okumak mümkündür. Zaten Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru geri dönmelerine izin verilen Giresun Rumları 1921 yılında yeniden tehcire tabi tutuldu. Merkez Ordu¬su Komutanlığı, 9 Haziran 1921 tarihinde Rumların iç bölgelere sürülmesini istedi. Ankara hükümeti, 16 Haziran 1921’de aldığı bir kararla 15-50 yaş arasındaki eli silah tutan bütün Rumları bölge dışına çıkardı. Giresun’dan Sivas, Tokat, Yozgat, Çorum, Şarki Karahisar, Elaziz, Ergani, Malatya ve Maraş’a gerçekleşti¬rilen sürgünlerde 8500 Rum tehcir edildi. 13 Sermayenin El değiştirmesi ve Zenginleşme Fotiadis Tehcir adı altında ölüm yollarına çıkarılar Pontos’un Hıristiyan Halkının geride bıraktıkları değerlerin Müslümanlar için bir zenginlik kaynağı olduğunun altını çizer: Ermenilerin ve Rumların servetleri, katillerinin ve zorbaların eline geçti. Caniler ve sonradan olma yeni zenginler tarafından Ermeni ve Rumların imha edilmesiyle Pontos’ta o zamana kadar bulunmayan bir Müslüman burjuvazi oluştu.14 Ölüm yürüyüşüne çıkarılanların geride bıraktıkları değerlerin korunmasına (!) dair yönetmelikler çıkarılmıştır. Ancak bu değerler gasplara ve yolsuzluklara konu olacaktır. Bölgenin egemeni Topal Osman Ağa tüm zenginliği bu gasplardan oluşmuş diğer egemenler de ondan aşağı kalmamıştır. Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri bu yol- suzluk belgeleriyle doludur: 14 Ağustos 1335 (1919) tarihli bir belgede Giresun kazasından dahile nakledilen Rumlara ait fındıklık bahçeleri hasılatını hod-be-hod [kendi başına] almış olan Kaf kas kolordusundan bir binbaşıdan söz edilir 15 5 Haziran 335 tarihli bir belgede listesiz makbuzsuz tutanaksız askeriyece şarki karahisar’dan alınan Rum emval-i metrukesinden söz eder.16 4 / 8 / 34 (1918) tarihli Aşair ve Muhacirin Müdiriyetine ait belgede Rusyaya giden Pontoslulardan kalan mallardan savaş ganimeti olarak söz edilir.17 23 Ekim 334 (1918) tarihli belgede Küçükköy’ündeki Rum emval-i metrukesinden Yorgi Fedan’a ait yağhane alat ve edevatını söküp aşıran ihtiyat zabitinden söz eder.18 14 Kasım) 334 (1918)tarihli belge merbut Yeniköy Rumlarının mahal-i ahara hin-i nakillerinde orada metruk eşya ve hayvanatça vukua getirilen su-i isti’malat [yolsuzluk] hakkındadır.19 20 Haziran 334 / 918 tarihli maliye bakanlığına ait belgede, Canik Tasfiye Komisyonu muamelatının incelenmesine görevlendirilmiş edilmiş olan Amasya Sancağı muhasebecisi İbrahim bey inceleme raporunu yazmış ve inceleme evrakına göre yolsuzluk durumu anlaşılan söz konusu komisyonun maliye üyesi … bey azledilmiş olduğuna ilişkindir.20 Temmuz 334 tarihli belgede Rumlardan metruk zeytinlikler ile fındık bahçelerinde ve diğer arazilerde yetişmekte olan mahsulatın bazı mahallerde gerçek değerlerinin fevkalade aşağı bir fiatla ve kısa müddetli müzayede ihale edilmekte olduğu istihbar kılınmıştır.21 Rum malları ile ilgili yolsuzluklar her bölgede yapılmaktadır. Bunlara dair bir çok belge bulunmaktadır. Bunlara dair bir örnek de verelim: 4 Haziran 332 (1916)tarihli belge Bergama eşraf ve yerel memurlardan bazılarının emval-i metrukeden aldıkları zeytin ağaçları hakkındadır. Belge ekinde yolsuzluk yapanlar ve yaptık- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ları yolsuzluk miktarları listelenir.22 6 Nisan 336 (1920) tarihli belge Rum Emval-i Metrukesi eski muhasebecisi… efendi tarafından Ziraat Bankası’ndan alınıp kaydı icra edilmeyen (3560) üçbinbeşyüzaltmış kuruşun adıgeçen tarafından çalınmasıyla ilgilidir.23 Zenginleşmenin bir diğer mekanizması el konulan yetimlerden dolayı edinilen Hıristiyanlara ait mülklerdir. Yetimlere ve kadınlara el koyanlar bunların ailelerinden gelen mülklere de el koyma hakkı elde etmektedirler: Din değiştiren [değiştirilen demek gerekir] veyâ evlenen [el konan demek gerekir], eğitim [asimilasyon demek gerekir] maksadıyla güvenilir kimselere, teslim edilen çocukların malları korunacak ve bu malları bırakanlar ölmüş ise [öldürülmüş demek gerekir] bunlara ait hisseler [bu ailelere] verilecektir. İç işleri bakanlığının çeşitli vilayetlere gönderdiği 11 Ağustos 1915 tarihli belge yetimlerden ve el konulan çocuk ve kadınlar vasıtasıyla edinilecek zenginliklere ilişkindir.24 Fotiadis çocuklara el koyma ve Müslümanlaştırılmasının altını çizer: Çocuklara el koyma, sadece zorla kaçırma biçiminde gerçekleşmiyordu. Bilakis, çocuklar artık kendi Hıristiyan kökenlerini söylemeye cesaret edemiyecekleri duruma gelene kadar yapılan terör ve işkenceyi de kapsıyordu.25 El koyma ve Müslümanlaştırılmaya ilişkin raporlara yer vererek bu konunun önemsenmediğini vurgular: Küçük As ya Rumlarının çocuklarının 20. yy.’da zor yoluyla çalınması ve zorla Müslümanlaştırılması Küçük Asya’dan kaçan birçok yazarın dikkat çekmesine rağmen, Yunan Devleti tarafından bilinçli olarak araştırılmadı 26 İmparatorluk dönemindeki gasplardan arta kalan mülkler Kemalist dönemde hazineye gelir sağlamak ve Kemalist kadroların zenginleşerek MüslümanTürk burjuvaziye dönüşmesi için bunlara devredilir. Pontosluların geride bıraktıkları mülkler iki kategoride sınıflandırılmaktadır. Mübadele ile bıraktırılan; mübadil mülkler. Diğeri de öldürülen veya kaçırılan kişilerin geride bıraktıkları; Gayri mübadil mülkler: Bu gün Trabzon’da Atatürk Köşkü olarak kullanılan Kabayannis’in Konağı, Kabayannis’in Mübadil olmamasına rağmen el konulmuştur. Kabayannis Rus vatandaşıdır ve mübadeleye tabi bir Pontoslu değildir. Bu gibi örnekler çoğunluktadır. Kemalistler lozan’ın yürürlüğe girdiği 4 Ağustos 1924 tarihinde malının başında olmayan bütün Gayrimüslimlerin müklerinin sahibi olduklarını ilan etmişler ve bunlara el koymuşlardır. şeffaflaştırılması ve araştırmacılara açılması. Rus tebasından Kiryako oğlu Bavli, Panayotoğlu Nikola, Kakuloğlu yorgo kızı Lambada ve Kakuloğlu Haralambo kızı Tabada’ın mülkleri 24 Aralık 1928 günü haraç mezat satılmak üzere 4 Aralık 1928 günü 27 satışa çıkarılmıştır. 21 Temmuz 1932 günlü Yeşil Gireson Gazetesinde 5 parça Gayrimübadil mülk Ziraat Bankasınca mezata çıkarılmıştır. Ekler Giresun aralıksız en uzun (1885-1904) Belediye Başkanlığı yapmış olan Kaptan Yorgo Konstantinis Paşa’da Mübadil olmamasına rağmen, Paşa’nın mülkleri21 Temmuz 1932 günü haraç mezat satılmıştır. 28 Amasya Mahkemesince idam edilen Bafralı Haralambo’nun, ve Deliyaroğlu (Deligavuroğlu) Yorgo’nun mülkleri 27 Temmuz 1932 tarihinde satılmak üzere mezata çıkarılmıştır.29 Dönemin yerel gazetelerinde bir çok başka örnekler de bulunmaktadır İyileştirme ve öneriler Pontos halkı 1908- 1923 yılları arasında çok acı çekmiş ve 1924 tarihinde tarihsel topraklarından sökülmüştür. İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık seviyesinde Pontos halkının uğradığı bu zulümlere yönelik iyileştirmeler yapılabilir. 1. Tarihsel topraklarından kovulan Pontos Halkından isteyenlere vatandaşlık hakkının geri verilmesi. 2. Müslümanlaştırılan yetimlerin ve el konulan kadın ve kızların nüfus kayıtlarının çıkarılması ve bunlardan dolayı edinilen mülklerin bir envanterinin çıkarılması. 3. Osmanlı dönemi tapu kayıtlarının 4. Mübadele öncesi mülk değişiminin envanterinin çıkarılarak el koymaların tespiti. 5. Zilyetlik iddiasıyla ve şahitlerle edinilen mülklerin envanterinin çıkarılarak el koymaların tesbiti. Gibi çalışmalar acıların giderilmesinde ön adımlar olabilir. Ek 1 El konulan Hristiyan yetimlerin mallarının gaspına dair Osmanlı belgesi Başbakanlık Osmanlı Arşivi/ DH. ŞFR., nr. 54-A/382 Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti [içişleri Bakanlığı] İskân-ı Aşâyir ve Muhâcirîn Müdîriyyeti [Aşiretlerin iskanı ve muhacirler müdürlüğü] İstatistik Şu‘besi Umûmî: 451 Şifre Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis, Haleb, Hiidâvendigâr, Diyârbekir, Suriye, Sivas, Ma‘mûretü’l-azîz, Musul, Trabzon, Van Vilâyâtıyla, İzmit, Urfa, Eskişehir, Zor, Canik, Kayseri, Mar ‘aş, Karesi, Kal ‘a-i Sultâniyye, Niğde, Karahisâr-ı Sâhib Mutasarrıflıklarına Adana, Haleb, Mar ‘aş, Ma ‘mûretü ’l-azîz, Diyârbekir, Trabzon, Sivas, Canik, İzmit EmvâlMetrûke Komisyon Riyâseti'ne İhtidâ eden /din değiştiren veyâhûd{yada izdivâc edenlerle/evlenen, eğitim [asimilasyon] maksadıyla teslim edilerek bırakılan güvenilir kimselere bu çocukların malları korunacak ve bu malları bırakanlar ölmüş ise bunlara ait hisseler verilecektir. Fi 29 Temmuz sene [1]331 [11 Ağustos 1915] Nâzır [Bakan] ---------------1. Pontos antik çağ’ın da en zengin bölgelerinden biridir. Özellikle İmparator Büyük Mithradates (VI) (Mithradates aynı zamanda İskender olarak anılır. Antik çağın en çok okunan el yazması ve dillerde dolaşan efsanesi, İskender Menkibesi/ Efsanesi’nin konusu Mithradates’tir ) döneminde gücünün doruğuna ulaşmış, Roma İmparatorluğunun egemenliğini kızılbaş - sayfa 33 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kabul etmemiş, uzun yıllar Roma ile savaşmıştır. Bu uzun savaş döneminde Mithradates savaşını sınırsızmış gibi görünen altın stokları ile finanse eder. Büyük Mithradates Roma ile olan uzun savaşlar boyun¬ca hiçbir zaman parasız kalmamıştır. Kral kısa süre içinde ordu topla¬yabildiği gibi aynı zamanda her zaman askerlerine iyi ücretler ödeyecek kadar çok paraya sahipti. Pontos hem bölge ticaretinin hem de uzak yol ticaretinin çekim merkezidir. Pontos’un refahının, ticaretten ve altın, gümüş, demir, değerli mineraller gibi doğal kaynaklardan geldiğini biliyoruz. Mithradates vergilerden ve Karadeniz’deki tahıl, tuzlanmış balık, şarap, zeytinyağı, balmumu, altın, demir, mineral, boya özleri, kumaş boyası, deri, kürk, yün, keten ve diğer mallarla yapılan ticaretin kontro¬lünden önemli gelir elde ediyordu. Mithradates’in İskit müttefikleri zengin altın bölgelerini ellerinde tut¬maktaydı. Ayrıca göçer kavimler Azak Denizi ve Karadeniz çevresindeki steplere dağılmış zengin mezar höyüklerini yağmalı¬yorlardı. Modern arkeologlar bu zarif mezarlardan birçoğunun Antik Çağ’da soyulduğunu keşfetmiştir. Bu altınların bir kısmı vergi ya da ticaret anlaşmaları aracılığıyla Pontos İmparatorluğuna gelmekteydi. Bunlara ilaveten Mithradates, Hindistan ve Çin’le yapılan kara tica¬retinden de gelir elde ediyordu. İpek Yolu, Mithradates’in çocukluğunda açılmıştır. Pontos antik ipek yolunun güzergahı üzerindedir. Ayrıca denizlerdeki korsanlık faaliyetlerinden gelen ganimetler de Pontos’a akmaktadır. Bunlar aynı zamanda 2. Savvas Kalenderidis, Batı Pontos, Infogomon 2005 s.262 3. Yorgo Andreadis, Tamama Pontos’un Yitik kızı, ç.R. Zarakolu, Belge,2003, s 61-61 4. Hıristiyanlara karsı alınan üzücü tedbirler, genelde Hıristiyanlıgın dinî bayramlarında alınıp, sebebi de kendi Tanrılarının hakiki olmayıp, kurtulusu baska yerde aramaları içindi. 5. Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı İmparatorluğunun Son Yılları,Çev. Niko Çanakçıoğlu, Belge Y. 2014 158-159 6. BOA, DH. ŞFR, No: 602/51. 7. BOA, DH. ŞFR, No: 599/133. 8. BOA, DH. ŞFR, No: 587/69. 9. BOA, DH. ŞFR, No: 586/48. 10. Sezai Balcı, Giresun Rumları ve Gayrimüslim bir Belediye Başkanı: Kaptan Yorgi Konstantinidi Paşa, Libra, 2012, s 23 11. Ahmed Ferid Tek, Türk milliyetçiliğinin ideologlarındandır. 12. Sadece canını kurtarmak için Yurt dışına gidenler değil. Hıristiyanların dolaşımları yasaklandığından yurt içinde herhangi bir yerde olan dahi yerinden kıpırdayamamaktadır. 13.Sezai Balcı, Giresun Rumları… s 23-24 14. Takibat, Tehcir ve İmha, çev. Suzan Zengin Der. T. Hofmann, Belge Y. 2013, s 265. 15. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi/ BCA – 272 / 10 / 1 / 54 16. BCA – 272 – 10 / 1 / 44 17. BCA – 272 – 10 / 1 / 2 / 17 18. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 37 19. BCA – 272 / 10 / 1 / 2 / 42 20. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 15 (maliye üyesinin adını gösterdim) 21. BCA – 272 – 10 – 1 – 2 - 14 22. BCA – 272 – 11 – 8 – 8 – 4 23. BCA – 272 – 10 – 2 – 11 – 6 (muhasebecinin adını … olarak gösterdim) 24. Başbakanlık Osmanlı Arşivi/ BOA, DH.ŞFR., nr. 54-A/382 25. Takibat, Tehcir ve İmha… s 286 26. Takibat, Tehcir ve İmha… s 287288 27. 13 aralık 1928 Yeşil Gireson s 4 28. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 4 29. 21 Temmuz 1932 Yeşil Gireson s 5 Fikret Başkaya Türkiye’de herkesin ortak edildiği yalan ve ikiyüzlülüğü bir nebze etrafından dolanmadan, dosdoğru dile getirdiği ve Türkiye toplumunu yalana ortak olmamaya davet ettiği için hapsedilmiştir. Tavrı bilhassa da gençlerin ‘şeylerin gerçeğine’ ilişkin düşünceleri üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Tür- kiye’deki iç savaşın en yoğun yıllarında olup bitenin Türkiye’de geçerli olan siyasal rejimden (bunun bileşenleri olan resmi ideoloji ve resmi tarihten) kaynaklandığını iddia etmiştir. Herkesin canı ile tehdit edildiği bir zamanda hakikati dile getirmekten çekinmeyen az sayıda insandan olmuştur. Yapıtı, yok saymaya dayanan Türkiye’deki siyasal rejimin en bütüncül ve analitik eleştirilerinden biri olduğu için kitlesel etkiye sahip olmuş, düşünce iklimini derinden etkilemiştir. mesine yol açmıştır. Fikret Başkaya ile yapılan söyleşi, dostlarının onun hakkındaki yazıları, entelektüel ve ulusal soruna ilişkin yazılar Ulus, Devlet, Entelektüel başlıklı ciltte toplandı. Modernleşme ve kapitalizme ilişkin yazılar ise Modem Zamanlar: Bir Yokmuş Bir Varmış başlıklı ciltte toplandı. (...) Tek cümle ile özgürleşmeye adanmış saygın bir yaşam. Bu çalışma, özgürleşme tercihinin yön verdiği saygın bir yaşama, insan kardeşlerin hiçbir surette ödeyemeyecekleri gönül borcunun belirgin kılınması amacıyla derlenmiştir. Türkiye’den ve Türkiye dışından çok sayıda entelektüelin katkılarıyla oluşan çalışma için Fikret Başkaya nın çalışma alanları dikkate alınarak önerilen temalar yazıların “Entelektüel”, “Ulusal Sorun”, “Modernleşme” ve “Kapitalizm” başlıkları altında kümelen- kızılbaş - sayfa 34 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kürtten Ermeni Halkına Özür Mektubu Hiç görmedim ama, ne ağlama seslerini, ne yanan ateşi, ne de başka şeyleri. Ermenilerin bizim köyümüzde ne işi vardı hiç bilmiyordum o zamanlar. Evde kimse Ermeniler için kötü sözler söylememişti ama okulda, dışarı da hep bir küfür olarak kullanılırdı. Hayri Tunç “Ermeni tohumu, Ermeni piçi, Ermeni misin lan sen” gibi bir çok söz dolanıyordu sokaklarda. O zamanlar en çok devrimciler bu tip sözcüklere maruz kalıyordu. Devrimci olmak zulme uğrayan herkes olabilmek, onların nefesi olmaktır zaten. “Büyükannem dayımın kaçmasına izin vermemiş. Komşuları Tük Mahmut Ağa ona; ‘Sara Hatun, oğlunu ver, karışıklıklar geçene kadar saklayayım’ demiş. Ama büyükannem ona güvenmemiş. Oğluna kız elbisesi giydirmiş. Oğlan koşarak Ermenilerin çoğunlukta olduğu mahalleye varmak için koşmuş. Onun açık bir alandan geçmesi gerekiyormuş. O alanda, kendisini tanıyan Türk çetelerine rastlamış; onu öldürmüşler. Büyükannem arkasından yetişmiş; yaralı oğlunu kucaklamış. Kan büyükaannemin önlüğünden aşağıya akıyormuş. Büyükannem üzüntüden aklını yitirmiş; kanlı önlüğü üzerinden çıkarmamaya başlamış. Yere yatmış ki kendisi de ölsün, On iki yaşındaki kızı, babasını ve erkek kardeşini kaybettikten sonra aynı şekilde ruhi sarsıntı geçirmiş. Dili tutulmuş. Dostları bir araya gelip öğüt vermişler: ‘Sara Hatun, aklını başına al; kızın küçük; sana birşey olursa öksüz kalır’ demişler. Sara büyükannem yavaş yavaş kendine gelmiş; ama kanlı kararmış önlüğünü üzerinden çıkarmıyormuş. Yıllar geçmiş; 1902′de kızı, yani annem, bir öksüzle, yani babamla evlenmiş. Ertesi yıl torunu Andranik doğmuş ve büyükannem mucize eseri olarak iyileşip kanlı önlüğünü tandırın içine atmış.”1 Çocukluğum da her yaz köye giderdim. 13 ya da 14 yaşındayım. Arkadaşlarım köye geldiğim bir yaz bana köyün dışında bir tepe de bir Ermeni mezarından bahsetmişti. Bazı zamanlar o mezardan bir ateşin çıktığını, ağlama seslerinin geldiğini söylemişlerdi. Birgün arkadaşlarımla o mezarı görmek için gitmiştik. Açılmış, içinde mezar dahil ne var, ne yoksa alınmıştı. Ermenilerin mezarlarına değerli eşyalarıyla gömüldüğünü, ondan dolayı da mezar soyguncularının bütün Ermeni mezarlarını böyle kazıp, içindekilerini aldıklarını söylemişlerdi. Köyde olduğum günlerde geceleri mezarı izler, bir ses ya da ateş görmeyi beklerdim. Hayatımda ilk defa ortaokul yıllarında bir Ermeni ile tanışmıştım. Babamın bir arkadaşıydı, yıllarca içeride kalmış, uzun süre işkence görmüş biriydi. Konuşması, insanlara hitap şekli ile tam bir insan güzeliydi. Ermenilerin de hiçte öyle denildiği gibi olmadığını anlamıştım onu gördükten sonra. Ezilen ve katledilen insanları birbirlerine çeken, isimlendiremediğimiz bir çok şey vardır. Aynı zorluklardan, itilmişliklerden geçen bir çok insan, nerede olursa olsun hep bulurlar birbirlerini. “Daha sonra saldırganların yaşlı kadın Cennet ÇİMEN’i evinden çıkardıkları, bu kadının bir gözünün kör, diğer gözünün sağlam olduğu, sanık Cuma YALÇIN’ın cebinden tornavida çıkartarak kadının sağlam olan gözünü de çıkardığı, bilahare ateş edilip kadının öldürüldüğü, otopsi raporuna göre sağ kalça üzerinde kalın bir demir parçası ile açılan yaranın bulunduğu, av tüfeğine ait saçmaların sol kulak arkasından girip sol gözden çıkarak beyin kanamasına neden olup ölüme yol açtığı;”2 “Öğretmenimiz 20-22 yaşlarında güzel bir Ermeni kızıydı. Bir komutan o kızla evlenmek istemişti; ama o bu teklifi üç defa reddetmiş ve ona ‘Bok olurum Dacik olmam’ demişti. Komutan bu sözleri duyunca kılıcını çekmiş ve o güzel öğretmenimizi kesmişti. ‘Madem bok olmak istiyordu, vücudunun parçalarını götürün yetimhanenin helasına doldurun’ diye de emir vermişti.”3 Bütün katliamlar hep birbirlerine benzer. Ölenlerin hikayelerinde değişen sadece yer ve insan isimleridir. Başka da bir şeyin değişeceği görüşmemiştir. Adının Mehmet ya da Yorgo olmasından, Maraş ya da Erivan olmasından, Alevi ya da Ermeni olmasından başka değişen hiçbir şey yoktur. Ermeni Soykırımını ilk duyduğumda inanmamıştım. Öyle bir katliamın olabileceği varsayımı bile insanın kanını dondurmaya yetiyordu. Sonradan Maraş Katliamını öğrendiğimde, araştırdığımda insanın nasıl da vahşileşeceğini görmüştüm. Elbistana gittiğim zamanlar da, bizim oralalıların Maraş’ı neden sevmediklerini anlamazdım ilk zamanlar, sonra bu sevmeme durumumunda katliam ile alakalı öğrenmiştim. İnsan canlılar içerisinde kendi türünü öldüren tek varlık olarak ortada duruyor zaten. Anlamsız, nedensiz bir şiddet hayranlığı ile hep birilerini öldürmek, hep birilerine zulmetmek için uğraşıyorlar. Maraş Katliamı olduğunda ben dünya da yoktum, babam o zamanları bir kaç kez anlatmıştı bize, sonrasında katliamı anlatan bir kitap yayınlamaya karar verdiğinde daha da net bir biçimde öğrendim nasıl bir vahşetin içine çekildiğimizi. Bu araştırmalar sırasında bizim oturduğumuz toprakların aslında Ermeni halkına ait olduğunu öğrendiğimde ise içimde büyük bir utanç oluşmuştu. Katliamla alınan bir toprağa nasıl yurt diyebilirdi ki insan? Bütün katliamlar, içlerinde o kadar acı barındırır ki, onları okumak bile insanın çökmesine sebep olur. Maraş katliamı da bunlardan biriydi. Ermeni soykırımı da başka biri. Yerlerinden kovulan insanlar, yurtlarını bırakan, nefes aldıkları topraklarını terk etmek zorunda kalan insanlar. Onların acıları, yoklukları, özlemleri vs.. Katliamlar sadece üzerinde uygulanan halkı değil, o topraklara onlardan sonra yerleşmiş bütün halklarında katlini beraberinde getirir. Ermeniler katledilirken o topraklara yerleşenler hiçbir zaman mutlu olamadılar. Olamazlardı da. Yıkılan evin üstüne ev olmaz derler. Yok edilen, katledilen bir halkın top- kızılbaş - sayfa 35 - mayıs 38 - 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rakları üzerinde başka bir halk yurt yaratamaz. Toprağa sızan kan kokusunu, toprağa hasret ölen insanların sızısını, bedduasını görmezden gelemez kimse. met UÇANKUŞ, Hüseyin OVA, Bora ASENCİ olayı doğrulayan ifadeleri otopsi tutanağı gibi delillerden anlaşılmıştır”5 “1915′te bir sabah Kürtler koyunu otlağa götürdüler; akşamleyin koyun eve gelmedi. Koyunu geri getirmeleri için sabah muhtarlığa gelin dediler. Erkeklerimiz şikayete gittiler, ama bizimkilerin hepsini toplayıp götürdüler. Sonra dedem de beraber olmak üzere, hepsini bağlayıp götürdükleri haberi geldi. O muhtarlığın Türkleri, bizim evde çok yemiş içmişlerdi, ağızlarından, burunlarından gelsin!”4 “Hüseyin isimli bir jandarma vardı. Onunla birlikte başkaları da vardı. Onlar varımızı yoğumuzu elimizden almaya, kızlara gözlerimizin önünde tecavüz etmeye, hamile kadınların karınlarını yarmaya, onların karınlarından çıkardıkları bebekleri birbirlerine fırlatmaya başladılar. Biri bir kız götürdü, diğeri bir oğlan; ne buldularsa götürdüler.”6 Tarih tekerrürden ibarettir demiş eskiler. Öyle de oluyor hep. Bugün bir katliama karşı çıkmayanlar sonra aynı katliamla yüzyüze kalıyorlar. Kalacaklardır da. Ermeni Soykırımı olurken, ganimetten yararlanmak için devlete güvenenler sonraki yıllarda hep katliamlardan geçirildiler. Hep bir kırım yaşadılar. Hep baskı içerisinde yaşadılar. Katliamların bu topraklardan gitmemiş olması ne ile açıklanır ki? Hangi mantık içerisinde bir açıklama getirebilirsiniz aynı acıların tekrar tekrar yaşanmasına? Bir halk değil, bu topraklardaki bütün halklar hep bir katliam içerisinde yaşarken neden durmaz bu döngü? Katliamlar bu coğrafyanın makus talihi midir? Acıların hep bir döngü etrafında hiç bitmeden, hiç tükenmeden sürmesinin sebebi nedir? “çevreden Alevi Sünni çatışması olduğunu, Alevilerin sulara zehir attığını, pek çok kişinin bunlar tarafından öldürüldüğü iddialarını duyurmaları üzerine, araç şoförü ve Alevi olduğunu önceden bildikleri Veli YILDIZ’ı Dumlupınar Sağlık Ocağı civarında durdurup, evvela araç içinde vurmaya başladıkları daha sonra da araçtan aşağıya çekerek dövdükleri ve tabanca ile öldürdükleri; olay tanıkları Mustafa YILDIZ, Hüseyin ÜNLÜDERE ifadeleri ile sanıkların tevil yollu ikrarları diğer tanıklar Fahri YANAR, Meh- Kanlı bir tarihin üzerinde, acılar, ağıtlar ortasında bir vatan vermişler bize. Dört bir yanı acılarla çevrili, sol yanımızdan gözyaşı akan bir coğrafyanın evlatlarıyız biz. Anılarımız, yaşadıklarımız hep birilerinin ağıtlarına çarpıyor. Nerede olursak olalım, ne yapıyor olursak olalım hep bir ağıda denk geliyor attığımız adımlardan biri. Acılarımıza bakmadığımız, geçmişimize bakmadığımız için aslında bugün aynı acılara denk gelmemiz. Yoksa ne farkı var ki; Ermeni Soykırımı ile Maraş Kıyımı’nın. Ölen hep aynı aslında! Katleden hep aynı! Birgün ardımıza baktığımızda göreceğiz yaşadıklarımızın hiç bir farkı olmadığını, hiç değişmediğini. Yaşamamak için belki, aynı acıları bizden sonrakiler de yaşamasın diye biraz da isimlere değil acılara bakmak gerek artık. Yakılan ağıtların aynılığına dikkat edip, aynı ses ile ağıt yakan Kürt, Ermeni, Alevi, Ezidi, Türk, Boşnak kadınların gözlerine bakmak gerek. O zaman anlarız acılarımızın ne kadar aynı olduğunu. Ortak demiyorum bakın, ortak değil çünkü aynı bizim acılarımız. “Bir de baktım ki uzaktan iki adam geliyor: birisi ermeni bir kadın, diğeri Dacik bir adam. Onlar bana yaklaştılar; o Ermeni kadını getirmişler ki, benimle Ermenice konuşsun. Kadın bana: ‘Bu adam seni götürüp, sana bakmak istiyor; seni evlat edinmek istiyor. Gider misin?’ diye sordu. - Hayır, onların yanına gitmem, diye cevap verdim. Kadın gene konuşarak beni ikna etti: ‘Sana su, ekmek verir, herşeyi verir.’ dedi.”7 Çocuklarımıza, vatanımıza, eşlerimize yaktığımız ağıtların hiçbir farkı yok, dilden başka! Acılarımızda kardeş olabilmek için biraz da, önünde saygıyla eğilip özür dilemek gerek bugün o acıları yaşattığımız bütün halklardan, en başta da Ermenilerden.. “Ormanlarda aç, susuz, ağaç kabuğu yiyor, zorluklara alışıyorduk. Kasım ayındaydık; ağaçların yaprakları dökülmüştü. Babam dedi ki; ” Ey ağaç! Yapraklarının altında saklanıyorduk, şimdi onlar da yok!” ……. “Hiçbir çocuğu yanlarında tutmadılar, düşman onların seslerini duymasın diye hepsini de terk ettiler.” …….. “Masada bir ekmek duruyordu, ekmeği vermedi. Sadece kurutulmuş ekmek vererek ekledi, - Bu çocuk o kadar aç kalmış, o kadar ot yemiş ki, doyacak kadar yerse ölür. Azar azar ekmek verin, öyle yesin.” Khaçik Grigori Khaçatıryan 8 …………………….. Kaynaklar 1: Sımbat davti Davityan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları 2: Maraş Katliamı İddianamesi 3: Hakob Terziyan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları 4: Tsirani Rafayeli Matevosyan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları 5: Maraş Katliamı İddianamesi 6: Mıkırtiç Khaçatıryan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları 7: Petros Kikişyan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları 8: Khaçik Grigori Khaçatıryan Ermeni Soykırımı Belge Yayınları @hayritunc http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/ bir-kurtten-ermeni-halkina-ozurmektubu-57400 kızılbaş - sayfa 36 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 YEMEZ İÇMEZ HASAN BABA Cumhurbaşkanı vekilliği yapmış, Dersim soykırımı yaşanırken de kurulan mahkemede idama mahkum edilen sanıkların infazını düzenlemekle görevli İhsan Sabri Çağlayangil; “….. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekat oldu. Dersim davası da bitti…..”yıllar önce Kemal Kılıçdaroğlu’na Dersim soykırımı hakkında söyledikleriydi. Teybe alınmış bu ses duyulunca da, Dersim soykırımının toplumda hatırlanmasında şok etkisi yaratmıştı. Mağarada fare gibi zehirlenip, ölmeyen Çemişgezek, Hazari köyü, Zerkanlı Aşiretinden Hasan, yıllar geçmesine rağmen yemeden, içmeden yaşadığı için Yemez İçmez Hasan Baba deniyormuş. Çocukluğumdan bu yana büyüklerimden çok duymuştum bu ismi ancak görmemiştim. Demokrat Parti affıyla insanların seyahat etmesi kolaylaşmış. O yıllardan sonra Yemez İçmez Hasan Baba, yaz aylarında Dersim’de diğer aylarda da Fırat’ın batısında, genelde Malatya, Sivas, Maraş, Antep, Adıyaman, Hatay, Kürdlerin yoğun yaşadığı yerleri dolaşırmış. İki yıl kadarda Afrin’de kaldığı bilinmektedir. 12 Mart’tan sonrada gezmeyi bırakmış. O nedenle bu gün o bölgede altmış yaşının üstündeki Kürdler, genelde de Kürd Alevilerin çoğu onu ya görmüş ya da duymuştur. Dersim’in canlı tanığı ve mağduru, gittiği yerde, yaşadıklarından dolayı saygı ve sevgi görürmüş. Gerekmediğinde hiç konuşmaz, konuşmayı da sevmezmiş. Haya- Serdar Halil Göçmen tında hiç evlenmeyen bu insan, yıllar geçmesine rağmen yemeden, içmeden yaşamasını, Doktorlar havadaki oksijenle beslendiğine dair hemfikirlermiş. Dolaştığı yerlerde fazla konuşmasa da Dersim soykırımını insanlara hatırlatırmış. Yemez İçmez Hasan Baba, mağarada fare gibi zehirlenip, ölmeyişiyle ilgili Babama bakın neler anlatmış; “Dersim katliamının son günleriydi. Köyümüze asker girdiği için bizler dağa çekilmiştik. Askerler dağda bizleri kovalıyordu. Yanımdaki arkadaşların kimi pusuda yakalandı, kimi öldürüldü. Tek başına kalmıştım. Kaçıyordum, askerler arkamdan takip ediyorlardı. Önüme çıkan kayalara tırmandım, arkamda askerler. Kayaların arasında, girişi dar bir mağaraya girdim. Mağaranın derinliklerine doğru karanlıkta ilerledim, arkamdan gelen askerler, mağaranın içerisinde belli bir yere kadar beni takip ettiler. Sonra takipten vazgeçtiler. yeni çıktı Siparişleriniz için: Adnan Cangüder adres: Lehrer-Wirth str.16 81829-München Deutschland / Almanya tel: +49 (0) 162 419 69 62 e-mail: [email protected] ISBN 978-605-4684-49-6 Teslim olmam için bağırarak seslendiler, hiç cevap vermedim. Mağaranın içine rastgele ateş ettiler, yine cevap vermedim. Mağaranın girişinde ateş yakıp, dumanının mağaraya girmesini sağladılar, Mağaranın daha derinliklerine gittim. Daha sonrada mağaranın girişinden içeri kurşun ve bomba sesleri kulaklarımı sağır etmişti. Mağaranın daha derinliklerine karanlıkta sürünerek gidiyordum. İçerde pis kokulu dumandan midem bulanıyor, boğuluyordum. Sürünerek ilerliyordum, ilerde mağaranın tavanında küçük bir ışık gözüküyordu, o yöne doğru süründüm. Midemin bulantısından kusuyordum, yinede ışığa doğru sürünüyordum. Yorulmuşum, orda bayılmışım. Bilemiyorum uyandığımda kaç gün, kaç saat geçtiğini. Mağaradan çıkmak için girişe geldiğimde, giriş kocaman bir kayayla kapatılmıştı. Tüm uğraşıma rağmen kayayı yerinden oynatamadım. Tekrar mağarada hava deliğinin olduğu yerde daha çok yaşamaya çalıştım. Gündüz ve geceyi hava deliğindeki ışıktan anlıyordum. Bir gün sabah koyun ve keçilerin boynuna takılan zil sesleriyle uyandım; ‘-İmdat, imdat, beni kurtarın, beni kurtarın.’ diye bağırdım. Çobanlar duydular, mağaranın girişini açarak, mağaradan çıkardılar. Çobanların söylediklerine göre mağarada kalışım en az üç ay olmuş. Bu süre içerisinde ne yemiştim nede içmiştim. Çobanlar, hemen su, süt ve ekmek yemem için verdiler. Az ekmek, biraz su ve süt içtim. Midem bulandı, kustum. Daha sonrada ne yiyebildim nede içebildim, bugüne kadar.” 10.05.2014 kızılbaş - sayfa 37 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ana derge ile sayder ve sey qaji’nin rüyası Mu n z ur CÖM ERT Sey Qaji, 38 öncesi Dersim’de yaşamış, küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine bütün kesimlerce çok sevilen ve sayılan bir halk aşığıdır. Ünü kendi köyünün dışına taşmış, namı o daha hayattayken efsaneleşmiştir. Verdiği bütün ürünler kendi anadiliyledir. Bir başka deyişle; Sey Qaji, Zazaca dilinin Dersimce şivesi şairidir. Hatırlatmak maksadıyla söylemeliyim ki, o, bugünki anlamda modern medya olanaklarından mahrumdur. Eserleri, sözlü gelenekle nesilden nesile, dilden dile ve telden tele taşınarak 21. yüzyıla gelmeyi başarmış bir ustadır. Ürünlerine gelirsek.. Sey Qaji’nin ürünleri geniş bir yelpazeyi kapsayan bir çeşitlilik sergilemekte. Her şeyden önce o, halkın dertlerine tercüman olmuş bir halk aşığıdır. Yavuz Selim’den bu yana, tam beş yüz yıl dertten yana Dersim’de çok sıkıntı çekildi. Osmanlı’da seferler yapıldı.. Cumhuriyet’te hareketler düzenlendi.. Kısmen Rus işgali yaşandı.. Ermeni katliamını ve tehcirini gördü.. Aşiret kavgaları ve doğal felaketler oldu zaman zaman.. Bir de 38 Dersim Katliamı.. Halk kültüründe ağıtlar, yaşanan bu ve benzeri acıları dile getiren yaratmalardır. Sey Qaji’nin ağıtları, Dersim’in bu acılarınından doğan ihtiyacını gidermeye yöneliktir. Ama o yalnız ağıt söylemedi elbette.. Aşk şarkıları, maniler, iş şarkıları ve deyişler söyledi. Bunlardan kimisi bize kadar ulaştıysa da, maalesef çoğu yitip gitti.. Birçok sebebi var bunun. Sanırım başlıca sebebi yazılıp kayıt altına alınmamalarıdır. Kızılbaş kimliğinden ötürü beş yüz yıldır olağanüstü şartların hüküm sürdüğü bir bölgedir Dersim. Resmi İslam, temel referans kaynakları olan Kuran ve hadisleri öğretmek maksadıyla medreselerde okuma yazma öğretmiş; bu, yer yer kimi sözlü halk kültürü ürünlerinin yazılı olarak kayıt altına alınmasına da vesile olmuştur. İnançsal olarak medreselerin geçerliliğinden Dersim’de söz edilemez.. Kızıl Deli Seyit Ali Sultan’ın bir beyitinde söylediği „Biz bir ayet okuruz hiç Kuran’a benzemez / Bu bizim imanımız bir imana benzemez“ esasından hareket eden babalar, Kuran’ı Samiti, yani yazılı Kuran’ı „Osman’ın Kitabı“ olarak gördüklerinden onu asla öğrenme gereği duymamış ve dolayısıyla da inançlarıyla bağdaşmadığından, haklı olarak bir tek medrese dahi Dersim’de açılmamıştır. Dersimliler, kuşatılmış bir coğrafyada olağanüstü şartlarda hayatlarını zar zor idame ettiklerinden, inançlarını ve kültürlerini kayıt altına alabilecek kurumlar yaratmada maalesef çağın gerisinde kaldılar. Bu ve benzeri sebepler okur yazar oranını negatif olarak etkilemiştir. Bundan, ne yazık ki Sey Qaji de dahil bir bütün olarak halk kültürü nasibini almıştır. Sey Qaji, Dersim alevi ocaklarından Sey Sabun Ocağı’na mensup bir erendir. Aleviliğin, pratikta şiir ve müzikle icra edilmesi Sey Qaji’yi etkiliyen önemli bir faktördür. Gelenek de var elbette.. Burada, hem bir usta-çırak ilişkisi temel alınarak nesilden nesile aktarılan tecrübeler var; hem de başkalarından etkilenme yoluyla bu işe gönül verme.. Bir diğer esas faktör de onun görme engelli olmasıdır. Bu durum, onun diğer duyu organlarını pozitif olarak daha da geliştirmiştir. Öyle ki, 38 öncesi Dersim’de gözleri olanlardan daha iyi, daha net bir biçimde mertlikleri namertlikleri, acıları sevinçleri, iyilikleri kötülükleri, sevdaları kavgaları gönül gözüyle, aklıyla görmüş, bunları sazına ve sözüne bütün hisleriyle taşımıştır. Yeri gelmişken söylüyorum.. Halk kültüründe halklara düşmanlık, kültürlere düşmanlık, dillere düşmanlık ve ırkçılk gibi halkları karşı karşıya getirebilecek düşüncelere yer verilmez. Hiç bir halkın kültüründe kötülük yoktur.. Ama sınıflar vardır, halk kültüründe de sınıfların varlığı gözardı edilemez.. Sınıflar, tarihsel olarak işbölümünden doğmuş ve onlardan da soyut sanat oluşmuştur. Bunlar, sanata kendi sınıfsal değerlerini her zaman yansıtırlar. Halk kültürüde de bu değerler görünür. Halk ozanlarının yarattığı ürünler mutlaka bir ihtiyaçtan kaynaklanır ve halkın bir gereksinmesini karşılamaya yöneliktir. Ozan, halkın düşünce, değer ve hislerini en etkileyici bir şekilde eserine yansıtmaya çalışır. Oturup ticari kaygılarla ürünler yapmaz. Onu harekete geçiren önce insan hayatıdır; doğa ve insanın doğayla ilişkisidir; toplum ve bir bütün olarak o toplumu oluşturan biraylerin birbirleriyle kurdukları ilişkilerdir. Yaratmalarında bunları en iyi biçimde dile getiren ozanı halk sahiplenir. Sey Qaji bunlardan biridir. Dersim, alevi tarihinde çok önemli bir rol oynar. Ayrıca alevi kurumsallığı açısındandan da Dersim kendine has bir özgünlük sergiler. Çok sayıda ocak olmasına rağmen, Hacı Bektaş’a bağlı olanlar birkaçı geçmez. Anadolu’da Hacı Bektaş Dergâhı’ndan sonra adeta bu dergâhın işlevini yüklenmiş ikinci merkez Dersim’dir. Onun rakibi değil, tarhi koşulların bir zorlaması ve şekillendirmesi olmalı.. Dersim ocaklarının serçeşmesi yine Dersim ocaklarıdır. Yani bir misalle bunu somuta indirgersem: Kureşan Ocağının ekseriyeti Baba Mansur Ocağına bağlıdır; Baba Mansur Ocağı ekseriyetle Sey Sabun Ocağına bağlı.. Burada her ocak neredeyse kendine has bir sürekle aleviliği icra etmekte ve sadece Dersim’e değil, Dersim’i çevreleyen illere de hizmet vermekteler.. Zazaca bilen ocaklar bu dili konuşan taliplere, Türkçe ve Kürtçe konuşan ocaklar da bu dilleri konuşanlara hizmette kusur etmemişlerdir. Sey Qaji de bir ocağın mensubudur. O da yoluna hizmet etmiştir. Talipleriyle buluşmak maksadıyla kar kış demeden dağlar dereler aşmış, köy köy, mezra mezra dolaşmıştır. Bu faliyet onun düşünce dünyasını beslemiş, daha da zenginleştirmiştir. Yolunu yolağını bilen, özüne sadık her alevi gibi, o da kendi köyünde yaşasa bile evrenselliği yakalamış bir dünya vatandaşıdır. Halk ozanları ürünlerinde esas olarak insanı anlatırlar. Sadece Sey Qaji değil Homeros da insanı anlatır; Dede Korkut, Aşık Veysel, Evdale Zeynıke de.. Dil onun biçimsel yanını teşkil eder. Bundan ötürüdür ki halk kültürü içerksel olarak evrenseldir. Sey Qaji’nin evrensel bir dünya vatandaşı olduğu tespiti, aynı zamanda simgesel olarak Dersimlinin kimliğini de oluşturan öğeleri içinde barındırır. Bu öğeleri kısaca bazı örneklerle besleyerek belirliyelim: kızılbaş - sayfa 38 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 • Dersimliler Hakkın insanda tecelli ettiğine inanırlar. Hızır, Hakkın insan donundaki tecellisidir. Birçok donda görünür. Tanıdık ya da tanımadık her insanın donunda onunla karşılaşabiliriz. Bu donlarla dara düşen insanın imdatına yetişir. Mesaj şudur: insanın kurtarıcısı yine insandır. Dersimli ondandır ki her zaman mazlumun ve dara düşenin yoldaşıdır. Tanrı dahi insanın donuna büründüğüne göre, demek ki insandan daha yüce bir değer yoktur. Dersimlinin biri, Hızır’la buluşacağı yere vardığında karşıdan birinin geldiğini görür. Gelen, yakın sunni köyünün sakallı imamı olmasın mı.. Dersimli, yok artık, Hızır bir imamın donuna mı girecek, diye düşünür ve selamlaşarak geçer. Ama dayanamaz, dönüp arkasına bakar ki imamadan eser yok.. Eyvahlarla dövünür durur.. Tespit: İnsan en yüce değerdir.. Dininden ve inancından ötürü kimse dışlanmamalı. Unutma ki Hak ademdedir. • Baba Derviş’e 1 yıllar önce; Dersimli bir ana’nın cem bağladığını duydum; sence bir kadın cem bağlıyabilir mi, diye sordum. Bana “Bak evlat! Hak ademdedir, ama kimde olduğunu bilemeyiz; bir kadında mı, erkekde mi, çocukta mı; kim bilir ki kimde.. Dolayısıyla, insan kadına itiraz edemez” (“Ero oğul, Haq insani dero ama nêzana ke kami dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero; kam çı zano ke kami dero. Coku mordem nêşikino ke vaco ceniye nêbena”), dedi. Dersim’de nikâh ikrar kadar kutsaldır. Nikâhtan dönülmez, nikâh üstüne nikâh yapılamaz; bazı özel şartlar haricinde. Bu özel şartlarda da tarafları rızası ve pirin rızası mecburi koşulur. Tespit: Erkek kadından daha üstün bir varlık değil, onunla eşittir. Asla cinsiyet ayırımı yapılmamalı.. Ve tek eşli evlilik esastır. • Kızılbel’de 2 cem bağlayan baba, çocuklar çok gürültü yapınca bunları cemden kovar. Gel gör ki cem katılımcıları bir türlü coşa gelemezler, demi bulamazlar.. Kimseden Hak aşkına bir damla gözyaşı dahi akmaz.. Babanın yüreğine kıvılcım düşer.. Hatasını anlar.. Çocukları tekrar ceme aldırınca coşku yakalanır. Tespit: Çocuk hakları da insan haklarıdır. Onlar da insani haklarından mahrum edilemezler. • Kırdım köyünde cem bağlanır. Cem- de, Dersimlilerin “kuze” dediği bir sansarı kürkünü satmak için öldüren bir köylüye, kışın yalın ayak dereden su taşıtırlar ve bakraçla uzun süre cemde tek ayak üstünde bekleterek cezalandırırlar. Yine, mala davara çok zarar veren bir ayıyı öldürmek zorunda kalan aynı köyden bir şahıs, hastalanıp yatağa düşünce, eğer ayıyı vurmasaydı bu duruma düşmeyecekti diye söylenir durur.. Dersimliler yabanıl hayvanlara zaruri kalmadıkça zarar vermezler; “Herkes nasibini yer” (“Herkes nasivê xo weno”) sözü bu maksatla söylenir. Avcılık yapmazlar. Dersimliler bu görüşlerini dualarına da yansıtmaltadırlar. Örneğin; “Dilerim Hak/Hızır bir kuşun kanını dahi dökmekten bizi sakınır!” gibi (“Sala Heq/Xızır goniya çüçüke çêverê ma mekero!”). Tespit: İnsan hakları derken hayvan hakları da unutulmamalı. İnsan, hayvanlar gibi bu tabiattın bir parçasıdır. Hayvanların olmadığı yerde hayat da yoktur. İnsan, doğayı ve onun bir parçası olan hayvanları canının istediği gibi kullanmamalı. • Dersimliler “wayır” diye tanımladıkları doğaüstü kimi güçleri simgeleyen bir inancı benimserler. Türkçede, bu Zazaca sözcüğün kelime olarak karşılığı “sahip”tir. Dersim’de kimi dağların, göl ve göletlerin, ırmak ve derelerin, pınar ve çeşmelerin, ağaç ve ormanların, kayaların taşların, boğazların geçitlerin... sahipleri var. Dersimliler yaşadıkları coğrafyayı adeta bir büyük ziyaret gibi kutsarlar. Dağlarına, göl ve göletlerine, derelerine, ağaç ve ormanlarına kutsiyet atfederler. Göllere girilmez, balıkları yenmez, suları kirletilmez, ağaçlar kesilmez, hayvanlarına dokunulmaz.. Bunların hepsi “sahipler”in koruması altındadır. Tespit: İnsanın olduğu kadar dağların, göllerin,ırmakların ve ağaçlarında yaşama hakkı var. Bu hakkı ihlal eden karşısında “wayır”ları yani “sahipler”i bulur. • Tercan’ın köylerinden birinde cem bağlanır. Lakabı “Ağa” olan köyün zengini ceme geç gelince, yer kalmadığından boş olan kapının arkasıa oturtulur. Bu durum Ağa’nın çok zoruna gider ve hoşnutsuzluğunu hareketleriyle belli eder. Baba, Ağa’yı dara çıkarır, hem cezalandırılır hem de o yerde sonuna kadar oturtulur. Tespit: Özünü benlikten arınmalısın.. Ayaklara turab olmalısın.. İnsanları horlamamalısın.. • Dersim farklı dillerin konuşulduğu bir bölge. Zazaca konuşanların yanında Türkçe ve Kürtçe konuşanlar da var. Şimdi olmasa da bir zamanlar Ermenice dahi kouşulurdu. Kimse kimseye bir dayatmada bulunmaz, karşılıklı hoşgörü temelinde birlikte barış içinde yaşanırdı. Dilleri ayrı olsa da gönülleri birdi. Herkes birbirini olduğu gibi kabul eder, karşılıklı saygıda kusur etmezlerdi. Ne Kürtçe konuşan Dersimliler Zazacayı Kürtçenin bir şivesi olarak görürlerdi; ne de Zazacayı konuşanlar Kürtçeyi. Dersim alevi değerleriyle oluşturulan bir Dersimli kimliği benimsenmiş, dile ve etnik kökene bakmadan eşitlik ve özgürlük temelinde bir birlik kurulmuştur. Tespit: Yetmiş iki millete bir nazarla bakacaksın ve inancına, diline bakmadan önce insana değer vereceksin.. Unutma ki ırkçılk ve nasyonalizm halkların barış içinde birlikte yaşamasını dinamitler. Irkçılık ırkçılığı, şiddet şiddeti doğurur. • Baba Derviş’in bir sözü daha var: “Dersim’de eskiden derlerdi ki; eğer verdiysen alırsın; eğer aldıysan verirsin; eğer inanmazsan bir gün kendi gözlerinle görürsün”(“Dersimde verende vatenê ke; eke do, cêna; eke gureto, dana; eke inam nêkena rocê evê xo çımi vênena”). Alevilikte ahirete iman yoktur. Dolayısıyla da Dersim’de cennet ile cehenneme inanılmaz. Onun içindir ki cemlerde Mansur darına kalkar, sorgu sualden geçerler. Bu hayatlarında büyük hatalar yapanlar, bir sonra ki hayatlarında ruhları bir hayvanın donunda doğar. Tespit: İnsan, bu dünyada yaptığının hesabını yine bu dünyada verecektir.. İnsanı yücelterek tanrılaştıran ve inancının merkezine koyan; çağdaş anlamda olmasa da cinsiyet ayırımına karşı çıkarak kadın haklarında eşitliği benimseyen ve asırlardır bu hususta kendilerine yönelik yapılan iftiralara boyun eğmeyerek kadının Alevilikteki yerini savunan ve buradan geriye adım atmamak için direnen; çocuk ve hayvan haklarını gözetleyen; doğayı koruyan; farklı dillerdeki insanların barış içinde birlikte yaşamasını sağlayarak ırkçılığı reddeden; diğer inançlarla karşılıklı saygı temelinde ve hepsine bir nazarla bakarak var olmayı Dersililer kendilerine temel edinmişlerdir. Kâmil insandan kâmil topluma doğru gidilen bir yoldur bu. Kısaca özetleme- kızılbaş - sayfa 39 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğe çalıştığım bu esaslar Dersim alevi değerlerinin yalnızca başlıcalarıdır. Bunlar, günümüzde hem İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’yle rahatlıkla mukayese edilebilir değerlerdir, hem de 19.yüzyılın en büyük aydınlamacısı ve bugün hâlâ adından sözettiren Marx’ın dünya görüşüyle. Zira Marx sosyalimi, bugünki insandan daha iyi bir insan yaratmak; komünizmi de hümanizm ve naturalizm olarak tanımlamaktadır. Kapitalizmin hem analizini, hem de negatif bir eleştirisini yapan Marx, krize dair ileri sürdüğü isabetli öngörüleriyle çok gündeme geldi. Görüldüğü gibi, Marx da düşüncelerinin merkezine insanı ve insanın bir parçası olduğu doğayı koymakta. Alevilikte de insan doğduğu günden itibaren insanlaşmaya başlar ta mezara gidinceye kadar. Hep daha iyi bir insan olmaya çalışır. Kâmil insan olma mücadelesidir bu insanlaşma. Peki yukarıda kısaca ifade etmeyi denediğim Dersim değerleri hümanizm ve naturalizm değil de nedir? Ve burada aktardığım alevi değerlerinin canlı olarak hüküm sürdüğü bir zaman ve makânda yaşıyan Sey Qaji nasıl evrensel olmasın ki? O, bu değerlerle hem beslendi ve hem de şavkı günümüze vuran bir taşıyıcısıydı. Dersimliler, Sey Qaji’nin büyük bir halk aşığı olduğunu söylemekteler.. Ama ne yazık ki onun ürünleri henüz bir araya derlenmedi, yazı ve notaya kaydedilmedi. Sey Qaji’nin sanatsal faliyetini kapsayan bütün ürünlerini, kendisine dair aktarılan rivayetleri, hayatı ve hayatını birlikte paylaştığı insanlarla olan ilşkilerini ve derli toplu bir biyografisini de çıkarmak gerekir.. Bu çok kolay olmayacak.. Biliyorum.. Çünkü nereden bakarsak bakalım Sey Qaji’nin ardından tam yetmiş beş yıl geçti. Nihayet bir gün Dr. Daimi Cengiz Sey Qaji için alarm verdi.. Sey Qaji sevenleri olarak bizlerden, bu kollektif çalışmaya katkı sunmamız gerektiği çağrısında bulunuyordu. Gecikmesine gecikmiştik ama belki de bu atakla Sey Qaji’den arta kalan birşeylere ulaşırız, ya da onun sağda solda dağınık olarak duran ürünlerini bir araya toparlarız diye düşündüm. Ayrıca, Dr. Daimi Cengiz’in bu işe elatması beni daha da sevindirdi. Sey Qaji’nin hak ettiği bir çalışmanın (bir kitap çerçevesinde yapılan en kapsamlı çalışma olacak) ortaya çıkacağına şimdiden bütün kalbimle inanıyorum. Benim bu hususta yapabileceğim katkı bir söyleşiden ibaret.. Hem Sayder,3 hem de Sey Qaji’yi kapsayan bir söyleşi. Pülümür’ün Kırdım köyünden iki yaşlı akrabamla 1991 yılında Almanya’da görüştüm. Bana Sayder’in ikici eşi Ana Derge’nin, Sayder’in hayatından kesitler de içeren anılarını aktardılar. yoktu. Muhtemelen bu, birinci kitabında, yukarıda sözünü ettiğim kimi kaygılardan ötürü sansürden geçmiyen bölümdü. Gerçeği tam bilmiyoruz.. Ama buna rağmen öyle sanıyorum ki, Dr. Nuri Dersimi’nin elinde Sey Qaji’yle ilgili daha fazla bilgi olmuş olsaydı, ardında bıkatığı bu belgelerin içinden çıkması gerekirdi. Söyleşiye geçmeden öncelikle şunu söylemek istiyorum.. Daha önce de kimi kitap ya da dergilerde, bunların dünya görüşleri bize çok ters gelse de, Sey Qaji’nin adı elbette anıldı, ürünlerinden örnekler sunuldu.. Bizden önce de bu cevheri görenler vardı. Örneğin: „Sevdin“ adlı ağıtın Sey Qaji’nin olduğu birçok kaynak tarafından doğrulanmaktadır. Dr. Nuri Dersimi „K.T.Dersim“ adlı kitabında bu ağıta yer vermektedir. Gerçi o, Sey Qaji’nin adını anmıyor.. Yanlışlıkla sözkonusu ağıtın „Dursun“ tarafından söylendiğini ileri sürüyor. Ama bu durumu değiştirmez.. Biz, Sey Qaji olduğunu biliyoruz.. Bu durumda Dr. Nuri Dersimi, Sey Qaji’nin adını anmadan onun ürünlerinden birini yarım da olsa ilk defa yazıya geçen kişidir. Dr. Nuri Dersimi’den sonra, Sey Qaji’nin adını zikrederk ve onun ürünlerinden de örnekler veren ikici esas kaynak Sait Kırmızıtoprak’tır. Onu yıllar sonra Zilfi Selcan takibeder. Seksenden sonra da birçok dergi, gazete ve kitapda onun hayatı ve ürünleri gündeme geldi. Acaba Dr. Nuri Dersimi’nin elinde Sey Qaji’ye dair daha fazla bilgi olabilir miydi? Bu soruya, ardında bıraktığı anılarını kapsayan notlarından yola çıkarak hayır demek mümkün. Ayrıca bu notlarla birlikte bir husus daha gün ışığına çıktı. O da şu: Yetmişlerin sonundan itibaren Avrupa’da göçmen olarak yaşıyan, Kürt aydınları ve hareketiyle sıcak ilişkileri olan kimi Dersimliler, Dr. Nuri Dersimi’nin bu kitapta Dersim Aleviliğine daha geniş yer verdiği duyumunu almışlardı. Fakat kitap basıma hazırlanınca onu gözden geçiren Kürt hareketinin o dönemde Suriye ve Lübnan’da yaşayan öncüleri kaygılanırlar. O günkü şartlardan hareketle aleviliğe çok fazla yer verildiği, bunun Kürt halkının birliğini zedeleyebileceği tenkidinde bulunurlar.. Dr. Nuri Dersimi yapılan ikazları dikkate alarak bu bölümü kitabından çıkarır. Hakka göçtükten yıllar sonra, Doktor’un, büyük bir bölümü anılardan oluşan notları „Hatıratım“ adı altında basıldı. Bu kitabı çıkınca sözkonusu duyum biraz daha netlik kazandı. Zira bu kitapta „Dersim Seyitleri Bahsi“ olarak geçen Dersim Alevi Ocaklarına ayrılan bölümün, özünde hatıratla hiç bir alakası * * * HARSE YENGE VE MUSTAFA AMCAYLA 4 SÖYLEŞİ Ana Derge Sayder’in ikinci eşidir. Birinci eşinden çocukları olmayan Sayder bu hanımla evlenir. Bu eşinden de henüz evlat sahibi olmamışken Sevdin’de vurulur. Sayder öldürülünce Ana Derge sonra da Dewrês Xıdır’a (Derviş Hıdır) varır. Onun vefatının ardından da Alê Kuki’yi (Pelte Ali) alır. Ana Derge bir hayli uzun bir ömür sürer. 1967’de Hakka yürür..5 Ana Derge’nin esas adı Hacer’dir. Uzun boyluymuş, tahmini iki metreye yakın.. Bir hayli de güçlü kuvvetli.. Erkeklerden daha cesur, daha yiğit bir kadınmş.. Bir keresinde, Dersim Katliamı’nda karşılaştığı iki askerden her birini bir eliyle yakalar.. Ve bunların kafalarını birbirine çarparak yere atar. Ana Derge, Kırdım’da 6 uzun yıllar Harse Yenge’ye komşuluk yapar. Evleri yanyana olduğundan gece gündüz görüşürlermiş.. Bu arada o, zaman zaman da Sayder’den bahsedermiş.. Harse Yenge diyor Ana Derge derdi ki: „Sayder beni almaya geldiğinde ben daha ufak tefek bir şeydim, çok küçüktüm.. Sayder’i sorarsan, o öyleydi ki.. kaya gibi bir erkekti.. Boyu benim boyum kadar değildi ama güçlü kuvvetliydi.. Burnuna yakıştırdığı uzun bir bıyığı vardı.. Sonra bıyığı, saçı, kaşı ve kirpikleri simsiyahtı.. böyle parlıyorlardı.. Çok yakışıklı bir erkekti.. Sayder’in birinci eşinden çocukları kızılbaş - sayfa 40 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yoktu.. Onun adı da Hacer’di, benimki de.. O beni çocukları olmadığından gelip almıştı.. Böylelikle biz iki Hacer birbirimizin kuması oluverdik!.. Ben daha çocuğum, dünyadan haberim yok.. Hem Sayder’den utanıyorum, hem de ilk eşinden.. Onun ilk eşi çok güzel bir kadındı.. Arkasında uzun saçları vardı.. O, yere oturduğunda saçının örükleri aşağı sarkar yerde toplanırdı.. Akşam olduğunda ilk eşi getirir iki yatak sererdi.. Biri kendisine, diğeri de benimle Sayder’e.. Ben ondan da Sayder’den de utandığımdan gidip yatağa girmezdim.. O bana derdi ki: „Hacer, kalk git kocanın yatağına gir.. Yat artık, sen burda ne oturuyorsun?!..“ Ben ondan utanırdım, onun yanında kalkıp Sayder’in yatağına girmezdim.. Öyle oturup onu beklerdim.. Taa ki o kendi yatağına girip uykuya dalıncaya kadar.. Sonra ben sessizcene kalkar onun yatağına varırdım.. Usulcacık sırtından yorganını kaldırır yatağına girerdim.. Gecenin bilmem kaçında Sayder çıkar gelir, elinde çırayla başımızın üstünde dururdu.. Şakayla ilk eşine derdi ki: „De bakim Hacer, ben bunu kendime mi aldım, yoksa sana mı aldım?“ O derdi ki: „Sayder, bunu kendine aldığını ben de biliyorum.. Sen bana ne söylüyosun ki?.. Bak ben orda yatağı serdim.. Kendisine „Kız git yatağına gir“ dedim.. Ben uykudaydım, nerden bileyim ki o gelip benim yanıma girmiş.. Sayder beni çekip kendi yatağına götürürdü.. Üç sene halim böyleydi.. Üç seneden sonra alıştım artık.. Yavaş yavaş uyum sağladım.. Zamanla o savaşa gitti ve Ruslar tarafından vuruldu..“ Harse Yenge diyor ki: „Ana Derge’in kendisi bu Sayder ağıtını söylerdi.. Ben kendisinden hepsini kapmıştım.. Şimdi aklımda fazla birşey kalmadı.. Ancak birkaç dizeyi hatırlayabiliyorum.. Şahım Sevdin’dir bura Aslanım Sevdin bura Sayder’im tan attı gün doğuyor Bir yandan da vuruşuluyor tüfeklerle Ama Sayder’imin tüfeğinden ses çıkmıyor Zar zor duyuluyor Sayder’imin sesi (...) Sayder’e diyorlar bize vasiyetini et Diyor ki sizlere ne vasiyet edeyim ki Cenazemi götürüp Germıke’de Kayınlarımın yanında defnedin Sayder’im artık gün doğuyor Ama Sayder’imin tüfeğinden ses çıkmıyor (...) Sayder’imi getirdiler yanası Herdif’te söğüt gölgesine Kurban olayım sana Sayder’im Merdi meydanım benim Biz düşmanın ortasındayız diyorlar Ağırdan ağırdan kendine inle sen (...) Sayder’im artık gün doğuyor Ellerin kervenını yola çıkarmış ama Sayder’im kendisi kervandan kopmuş Yenge diyor ki: „Bu daha çok uzun, ama benim aklımda kalmadı.. Sayder’in kayınbiraderleri Ana Derge’nin kardeşleridir.. Ondan, Ana Derge ah vah çeke çeke bunu söylerdi.. (...) Mustafa Amca söze giriyor: „Bu Sevdin ağıtını Sey Qaji söylemiş.. Sey Qaji gece gündüz durmadan söylerdi.. O, kendi rüyasını görmiştü.. Rüyada, bir ölçek darıyı onun boğazına akıtırlar.. Gece gündüz söylemesine rağmen bitiremezdi.. Sayder’in bu ağıtını Sey Qaji söylemiş.. Sey Qaji.. Dersim katliamı başladığında henüz hayattaydı.. Abdullah Paşa Dersim’in üstüne asker çektiğinde o hâlâ yaşıyordu.. İşte o, Dersim –katliamı- üstüne de biraz söyledi.. Daha hayattaydı.. Yani anlayacağın, Sey Qaji’nin ki öyle basit bir söyleme değildi.. Kör biriydi..“ Harse Yenge: „O, kadınlar üstüne söylerdi.. Derler ki, o kadınlar üstüne söyledi mi insan gülmekten kırılırdı.. Bak şu güzele Zinciri bezeyip saçlarına takıştımış Yüklemiş evini eşyasını Boğaz’ın ortasına varmış Oturuyor şimdi sacın önünde Ahali kurt ağılı bastı Aldı gitti gri keçiyi Aman ha kurt aman Düştüm ben ölmüşlerinin bahtına Sen o gri keçiyi şimdi bırakma (...) Bir de ayran yaymak için de söylerdi.. Ayranım ayran oluver artık, diye.. İnsan söylemesine doyamazdı.. * * * Bu söyleşiyle ilgili bir değerlendirme yapmaya çalışırsak şu çıkarımları sıralayabiliriz: • Sayder ağıtı Sey Qaji’ye malediliyor. • Ayran yayarken söylenen iş şarkısını -Dowo dowo bıbe- keza Sey Qaji söylüyor. • Sey Qaji, Dersim Katliamı başlarken henüz hayatdaydı. Bu söyleşiden çıkardığımız bir neticedir bu. Tartışmalı bir husustur.. Ama elinizdeki bu çalışmayla bu ve benzeri sorunlar muhakkak netlik kazanacaktır.. • Dersim Katliamı’yla ilgili de ağıtlar yaptı. • Sey Qaji maniler de söyledi. Anladığım kadarıyla satırik, yani hiciv içeren maniler de okumuş. Aslında bu tür mailerin bir ustası da Pülümür, Tercan ve Kiği yöresinde çok tanınan Memo Bom’dur. Bir hazır cevap, bir söz ustası. Zazaca dilindeki satırik manilerin piri. 1968 Pülümür depreminin olduğu gece eceliyle tabii olarak hayattan koptu. Ama deprem neticesinde öldüğü sanılarak adı radyodan duyruldu. • Sey Qaji, şairlik ilhamını Haktan alır. Bu inanç bir rüyayla beslenir. Böylecene onun hazinesi ne eksilir, ne tükenir. Gece gündüz söyler durur. Kimi Türk halk şairlerinin rüyalarında, aksakallı bir dervişten bade içtikten sonra ilham alıp aşıklık geleneğine başlamalarını andıran bir rüyadır Sey Qaji’nin gördüğü. Tıpkı Pir Sultan Abdal’ın gördüğü rüya gibi. Burada ilginç olan “darı” motifinin kullanılmasıdır. Sanırım Sey Qaji bununla güzel öten kuşlara benzetilmek isteniyordur. • Sayder iki kere evlenmesine rağmen çocuğu olmadan öldürülüyor. • Her iki eşinin adı da Hacer’dir. • Sayder, ikinci eşi tarafından boylu poslu, güçlü kuvvetli, simsiyah uzun bıyıkları, simsiyah kaşları, kirpikleri ve saçları olan çok yakışıklı bir yiğit olarak betimleniyor. * * * Söyleşinin Zazaca orjinali: kızılbaş - sayfa 41 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 NAÇIKA HARSE BE APÊ MISTEFAYDE QESEYKERDENE 7 ceniya verena ra sermayinu.. Na ceniya diya verene zaf rındeke biye.. Poro de derg pê daê de bi.. Eke hard de niştenê ro, na gılangê porê daê amenê hardi sero biyenê top.. Sande ke biyenê, ceniya verene ardenê dı cıli fiştenê ra.. Cıla jüye xorê, a bine ki mı be Sayderirê.. Ez aêra ki, Sayderi ra ki sermayienê, nêşiyenê cıle nêkutenê.. Aê vatenê: Naçıka Harse be Apê Mıstefay ra Foto:M. Cömert Ana Derge ceniya Sayderiya pêyena. Sayder, ceniya verene ra ke domani nêbenê, yeno Ana Derge xorê beno. Aêra ki wena domanê xo nêbiyê Sevdin de amo kistene. Ana Derge, eke Sayder yeno kistene sona Dewrês Xıdıri cêna. O ke mıreno ki nafa Alê Kuki cêna. Emrê Ana Derge xêlê derg beno. 1967de şiya heqiya xo ser. Eke merda 80 serre ra vêrda. Namê Ana Derge Xecera. Bezna xo derg biya, qasê dı metri.. Dest u payi bena.. Vanê aê ciamerdi kuyenê.. A, ciamerdu ra daha hewle, ciamerdu ra daha pête biya.. Jü rayê, tertelê Dêrsımi de dı eskêri kuyê ra naê dest.. Nine her jü eve desto jüra pêcêna, saranê nine kuyna jüviniro erzena uca. Ana Derge Qırdım de xêlê serru Naçıka Harserê ciraneni kena. Çê jüvini têlêwede beno. Sew u roc sonê jüvini yenê. Vake aê gegane qalê Sayderi ardenê ra. Naçıka Harse vana aê vatenê ke: „Sayder ke ame ez berdane ez wena hevıkê biyane, senıkê biyane.. Sayderi ke pers kena, o ciamerdo de jê zınari bi.. Bezna di hundê bezna mı derg nêbiye, ama o dest u pay bi. Zımela de derge verê pırnıkede biye.. Zımela xo, porê xo, buri u bızangê hêni şia bike, nia bereqiyenê.. Zaf ciamerdo de xosero bi.. Yê Sayderi ceniya xuya verenera domani çine bi.. Namê daê ki Xecere biye.. Namê mı ki Xecere bi.. Domanê xo ke nêbi, i coku ame ez berdane.. Ma dı Xeceri bime hewiyê jüvini!.. Ez wena domanene, hayrê dina niyane.. Hem Sayderi ra sermayinu, hem „Xecê urze xorê so cıla mêrdê xo kuye.. Xorê rakuye, tı itka çı nisena ro?!..“ Ez cıra semaiyenê, lêwê daê de nêşiyenê cıla Sayderi nêkotenê.. Ez nistenê ro, aê sero vınetenê.. Kêyke a kote cıla xo, şiye hewn ra.. Ez gıranek vaştenê ra, şiyenê cıla daê ser.. Bêveng orxane kerdenê berz, kotenê pê mianê daê.. Sewe nêzo çı şiyenê, Sayder amenê.. Çıla guretenê xo dest, ma sero vınetenê.. Eve yaraniye ceniya verenera vatenê: „Nê Xecê, mı na cenıke torê arda, yaki xorê arda?“ Aê vatenê: „Sayder, ezı ki zanonu ke qa to na xorê arda.. De tı mı ra se vana?.. Qaê mı uçka cıle kerda ra.. Mı cıra va „Çênê so cıla xo kuye..“ Ma ez çı zanenu ke a ama kota lêwê mı.. Ez xorê hewnde biyane..“ Vanê Sayderê mı weşiyanê xo bıke Vano weşiyanê xuyê çınay bıkeri Meyitê mı berê Germıke de lêwê vıstewranê mı de wedarê Sayderê mı sodıro roc vecino Vengê tufangê Sayderê mı endi nêvecino (...) Sayderê mı ardo Herdifo vêsaê şiya viyale Ez qurvanê Sayderê xo bi Sevkanê serê salê Vano Sayderê mı ortê dısmeniyo Xorê gıran gıran bınale (...) Sayderê mı sodıro roc vecino Sayderê kewranê sarri fişto raê Kewranê Sayderê mı cıra vısıyo..“ Naçıke vana: „Na zaf derga, qa mı viride nêmenda.. Vıstewrê Sayderi bıraê Ana Dergeê.. Na Ana Derge ax kerdenê, puf kerdenê naê vatenê.. „ (...) Apo Mıstefa vano: Sayderi ez ontenê berdenê cıla xo.. Hirê serri halê mı nia bi.. Hirê serri ra dıme mı xo daro cı.. Pede yemisê cı biyenê.. Badena o şi herb, Urızi na pıra kist..“ „Khılama Sevdini Sey Qaji vata.. Sey Qaji sew u roc vatenê.. İ hewnê xo dibi.. Hewn de, kodê korek kerd gula di.. İ pesewe peroc vatenê nêxelesnenê.. Na khılama Sayderi i vata.. Sey Qaji.. Na, hatanu tertelê Dêrsımi wena wes bi.. Abdıla Pasay ke eskêr êşt Dêrsımi ser o wena wes bi.. İşte i tenê Dêrsımi sero vati.. Wena wes bi.. Qa ê Sey Qaji isê vatene nêbi.. O kor bi..“ Naçıka Harse vana: (...) „Ana Derge be xo feki khılama Sayderi vatenê.. Mı pêro guret bi.. Nıka mı viride nêmenda.. Tek dı hirê çekü yenê ra mı viri.. Naçıka Harse vana: „ İ nia ceniyu sero vatenê.. Vanê ni ceniyu sero vatenê mordem pê qırbiyenê.. Sayê mı Sevdino Şerê mı Sevdino Sayderê mı roc vecino Hetê ra tufang erzino Vengê tufangê Sayderê mı endi nêvecino Vengê Sayderê mı xori xori yeno Rında mı zincire xemelna êşta ortê pori Çê xo bar kerdo Şiya ortê Boxazi Nişta ro verê saci (...) Lawo vergi verda gore Berde bıza gewre Vergo ezo bextê astanê ma u piyê to kızılbaş - sayfa 42 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bıza gewre rameverde (...) Vanê i doy sero vatenê.. Dowo dowo bıbı.. İsan pıra merdenê..“ Kaynak: SEY QAJİ, Dr. Daimi Cengiz, Horasan Yayınları, 2010 .................. 1. Baba Derviş’in yaşı sekseni geçkin. Kendisi Erzincan’da yaşamakta. 2. Kızılbel, Kırdım dahilinde Kureşanlıların kaldığı bir küçük köy. 3. Sayder; Şah Haydar adının Zazaca telafuzdaki kısaltılmış formudur. Türkçede Muhammet’in Mehmet olması misali. 4. Hem Harse Yenge (Emine Cömert) hem de Mustafa Amca (Mustafa Cömert) Hakka yürüdüler. Mezarları Bursa/Kestel belediye mezarlığında bulunmaktadır. 5. Ana Derge’nin mezarı Konya/ Ereğli, Zengen beldesi, İnönü mahlesi’ndedir. İkinci eşi Derviş Hıdır’dan olma oğlu Baba Düzgün yaşlı olmakla birlikte hâlâ hayatta. 6. Kırdım, Pülümür’e bağlı bir köy. 7. Bu okuduğunuz söyleşi bölümü 1991’de Zazaca olarak kaleme alındı. Berhem dergisi arşivinde bulunmakata ama ilk kez burada yayımlanıyor. 1992’de, Berhem yayınlaında çıkan Dersim Türküleri kitabının Sayder ağıtı dipnotunda kaynak olarak gösterildi. Malatya'da şehit edilen kardeşlerimizi anarken, bu karanlık operasyonu anlamaya da çalışalım: İsa Karataş Kanlı Eller Operasyonu Malatya “Zirve Katliamı” • Yazar: Yakup Doğru • Ebat: 13,5 X 19,5 • Kapak: Karton Kapak • İç Kağıt: 60 gr. kitap kağıdı, resimler bölümü 115 gr. kuşe, renkli baskı • Sayfa: 288 • Fiyat: 10 TL • ISBN: 978-605-64757-0-2 Necati, Uğur ve Tilmann kimdi? Malatya'da ne işleri vardı? Ülkeyi bölmek amacıyla uğursuz bir entrikaya bulaşmış karanlık kişiler miydiler? Yoksa Türkiye'yi seven ve halkına saygı duyan insanlar mıydılar? Necati Aydın ve Uğur Yüksel Malatya'da Zirve Yayıncılık ofisini neden açmışlardı? Tilmann Geske'nin Türkiye'nin kalbinde tercümanlık işi yapmasının ardında ne gibi insanlar ya da güçler vardı? Gönül verdikleri Hristiyanlık inancı hakkında insanlarla neden konuşuyorlardı? 2006 yılında aylarca belli başlı şüpheliler onları izlediler... Ve planlar yaptılar. Onları susturmak arzusuyla "doğru zamanı" beklediler ve sonunda saldırıya geçtiler. 18 Nisan 2007'de sabahın erken saatlerinde bıçaklarla, iple ve plastik eldivenlerle donanmış beş genç Zirve Yayıncılık ofisine geldiler. Necati, Uğur ve Tilmann ile çay içen gençler ansızın harekete geçerek kurbanlarının ellerini ve ayaklarını bağladılar. Sonraki bir ya da iki saat boyunca, kurbanlarını defalarca bıçakladılar ve ardından boğazlarını kestiler. Necati’nin bir arkadaşı o sabah ziyaret amacıyla ofise geldi. Ofise geldiğinde bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelenerek polisi aradı. Polis olay yerine geldiğinde Tilmann ve Necati ölmüştü bile. Sağlık görevlileri Uğur'un güçlükle nefes aldığını fark ettiler, ancak o da günün ilerleyen saatlerinde arkadaşları gibi hayatını kaybetti. Katillerden biri kaçmak için üçüncü kattan kendisini boşluğa bıraktı, ama polis katillerin tümünü suç üstü yakaladı… Elleri kanlı bir halde. Olayın üzerinden yedi yıl geçtikten sonra bile mahkeme hâlâ bir karar vermiş değildi. Yeni çıkan bir yasa nedeniyle, katiller 2014'ün Mart ayında hapishaneden tahliye edildiler. Tilmann'ın dul eşi bugün hâlâ İsa Mesih'in sözlerini içtenlikle tekrarlıyor, "Bağışladım." Elinizdeki kitap Necati, Uğur ve Tilmann'ın benzersiz bir resmini gözler önüne getirmektedir. Kanıtları dikkatli bir gözle inceleyerek son 200 yıldır Türkiye'deki misyoner etkinliklere ışık tutmaktadır. Bu adamlar gerçekte ölmeyi mi yoksa yaşamayı mı hak ediyordu? Malatya davasında adaletin yolu açık mı? Gerçek ne? © Yeni Anadolu Yayıncılık Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol San. Sit. No: 81/87 Topkapı, İstanbul - Türkiye Tel: (0212) 567 89 92 Fax: (0212) 567 89 93 E-mail: [email protected] www.yenianadolu.com kızılbaş - sayfa 43 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BÊ PERWERDEHA NASNAME YA KURDÎ, HÎMÊN ÊZDÎTİYÊ QET NAYÊNE PÊŞXİSTİN Û PARASTİN! Hêjayan, ez dixwazim her kes bizanibe ku, ez ne „akademîkkar“, siyasetmendar, birêvebirê tu rêxistin, saziyên ol, mal, komel û medyayeke civaka Êzdî me. Karê min, eva serê 39 salan berhevkirina zargotin (dîrok û kevneşopiyên ku di hiş û mejuyên endamên civaka Êzdî de mane), lêkolînkirin û nasandina ola Êzdîtiyê ye. Ji roja ku min dest bi vî karî kiriye, ez nerînên xwe, ji xeynî bizimanê Kurdî pê ve, wekî dinê bi tu zimanekî xerîb pêşkêşî raya giştî nakim û ez hêjî xwe weke nivîskarekî Kurd na hesibînim. Ez hercar li goriya tecrûbe, hişmendî, derfet û Êzdînasîna xwe dêjim, gava ku meriv li herikandina mîtolgî, dîrok û zargotina me „Kurdên resen“ binêren, merivê hingê bivînen ku, zimanê Kurdî yê zikmakî û tîpên elfaba Kurdî ji ber dengê lorîk, stran, kilam, çîrok, destan û zargotina ilm(beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên) Êzdiyatiyê hatine afirandin. Lê mixabin, “zanîn û agahyên gelek rewşenbîr, nivîskar, berpirsyarên mal, komel, ol, partî û rêxistinên Kurdî di der heqê dîroka olên li Kurdistanê û bi taybetî jî li ser Êzdiyatiyê û rewşa civakan me Êzdiyan ya derbas buyî û ya niha jî pir kêm û lewaz en(*1)”. Lewma ez timî dêjim, divê em Êzdî ji her kesekî Kurdistanî bêtir, „bi zimanê Kurdî binivisînin û bixwînin!(*2)“. Tiştê ku ji min hatiye, min heta niha ev mafê bawerî û netewa xwe parastiye, ew bi dilxweşî di pirtûk û gotarên xwe yên ku di gelek kovar, malper û rojnamên Kurdî de hatine weşandin de jî daye xwanêkirin... Spas ji Xwedê re û „ez xwe zahf bextewarim dibînim ku, min karîbû bi guhirandina demê ra, gelek veguhastinên paş û pêşxistina çanda Kurdî li Ewrûpa yê bivînim..(*3)“ Lê ji aliyekî ve jî, ez gelekî xemgînim ku, îro „akademîkkar“, birêvebirên ol, mal, komel û medyayên me hêjî nebûne hêzeke civakî û netewî. Piraniya wan hêjî nizanin ku; ”EZDA navekî Xwedê ye û EZDAHÎTÎ jî Kemal Tolan maka hemû mîtologiyên xwezayî û pirtûkên pîroz e!, ew jî navê Xwedênasîn(Ezdahîtî)a me li goriya zanîn û zimanên xerîban şaş didine xwanêkirin..(*4)”, nikarin di pêwendî, çapemenî û medyayên ragehandinên xwe de, bi elfabeya Kurdî ya bi tîpên latînî bi nivisînin û bidine xwandin. Belê hima wisa, ez gelekî pê diêşim ku, zahfê me hêjî mîtolgî, dîrok û zargotina xwe baş nasnakin û fêhmnakin ku hîmên Êzdîtiyê, tenê bi perwerdeha nasname ya Kurdî dikare were pêşxistin û parastin. Gelek ji me hêjî bawer nakin û nizanin, gava ku zarokên me jî weke me(evên wexata ku ji welat derketin û temenê me ji heft salan zêdetir bûn )di salên zarokatiya xwe de bi lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê mezin nebin, ewê nikaribin bi zimanekî xerîban tenê, van pirsgirêka nasname ya ol û netewiya xwe bi ramanên xwe çareser bikin. Lewma jî min gotiye û dêjim, „Gava ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin. (*5)” Asîmlebûna zarokên Kurdên ku, li herêmên Kurdistanê û Ewrupa yê dijîn, ne tenê gunehê dewleta dagirker û welatê ku em lê dijîn e. Bi dîtina min, eger ku „akademîkkar“, civaknas“sosyolog”, birêvebirên olî, mal, komel û medyayên civaka me Êzdiyan, dixwazin bi rastî dîroka ola „Kurdên Re- sen“ baş bidine naskirin û Êzdiyatiyê ji bo pêşerojê biparêzin; divê ew jî erka xwe ya netewî û dîrokî baş nasbikin, “mîna akademîsyenên xelqên dinê, bikevine nav wêje û zargotina Êzdiyan, wê kevnarî, rastiya baweriya Êzdîtiyê û dîroka me, ya ku dujminên gelê me bi darê zorê û ji bo berjiwendiyên desthilatdariya xwe guhastine, lêkolîn bikin û dewlemendiya ol, çande-folklor û dîroka Êzdîtiyê ne li goriya zane û dîroknasên xerîban û dagirkirên welatê me, bi dewletên xerîb û bi ciwanên me bidine naskirin.(*6)”. Ew bi pisporî û zanîna Êzdîtiyê sedemên ku ciwanên Êzdiyan xwe di nava biyaniyan da şermezar û biçûk dibînin bidine naskirin. Ew dev ji wan projektên mezinkirina kesayetî û navên rêxistinên ku gelekî binirxên, lê di kiryarên xwe de gelek fêda nadine endamên civakê, berdin. Ew jî li goriya tifaq û pisporiya xwe, bikevine nav wêjeya kevneşop û zargotina Êzdiyan, hemû tekstên lorîk, stran, kilam, çîrok, destan, beyt, cîvanok, duha, lawij û qewlên Êzdîtiyê, yên ku oldarên me bi hemd anjî bê hemdî, lê dîroknivîsên dagirkirên welatê me û hevalbendên xwe, ew bi zanistî guhastine di navendekê de tomarbikin. Di peyra naveroka wan li goriya zimanê zikmakî sererastbikin û tevaya nûjeniya wan bi rêveberên rêxistinên civaka Êzdî û endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan bidine pejirandin. Her weha ji bo zarok û ciwanên Êzdîtiyê, bitaybetî jî yên ku di dibistanên Almanya(û tevaya cîhên ku Êzdî lê pirin)yê de ne, dersa ola xwe bi fermî bêne bêrwerdekirin, hinek gavên bikêrhatî di pratîkê de bavêjin. ..... Gava em di vê demê û di nava van derfetên ku îro hene de, xwe li ser bingehên civakî, olî, netewî û jiyana hevparî(întegrationê) birêxistin nekin, hemû rêveberên rêxistinên civaka Êzdî û endamên Meclisa Rûhaniyên Êzdiyan parastina xwandin, nivîsandin û axaftina bi zimanê zikmakî li ser xwe ferznekin û yên ku li diyasporayê dijîn yekbûna nasnama kızılbaş - sayfa 44 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zimanê olê(Kurdî) bi hemda xwe ne parêzin, êdî zarokên me yên ku xwe tenê bi zimanê tirkî, îranî-farsî, rusî, ermenî, ereb(îraqî û sûriyê)î, almanî û hwd.bidine naskirin jî, nikaribin weke zarokên xelqê, bi aqilmendî ji pêşeroja xwe re xwedî derkevin. Ciwanên me yê nikaribin van valeyên di dîroka me de hene, wekî ku di zargotina me de tê gotin, „dem bi demê re lê, her dem bi Xwedê re“ li goriya demê dagirin û wan mafên xwe yên ku hatine tûnekirin cardinê vegerînin. Lewma hêjî dêjim, “gava ku kevneşopên bingeha olekê neyêne jiyankirin, zarok û ciwanên civakê jî nikarin sedûhedên wê olê biparêzin(*7)”. Wê „rewşenbîr, zahne, sazî, komel, dezgeh û rêxistinên partiyên Kurd(Êzdî)an jî nikarîbin weke her dîn, civakê, çarenûsa xwe bihêz û rêxistbûna endamên Êzdîtiyê diyar bikin(*8). “Ez bi xemgînî dibînim û dibihîzim vêga hêjî hinek dîroknas, zahne, nivîskar, lêkolînvan û hwd. merivên Kurd û xerîb ku Êzdiyatiyê nas nakin hene û dibêjin, di Êzdiyatiyê de reform çê nabin û divê di Êzdiyatiyê de reform çêbivin.“ anjî wan reformên çê buhne nabînin !(*9) Weke ku min gotiye tifaq, rêxistbûn, xwe guhastinên xwezayî û “reform” bi gotinan tenê û li gor daxwaziya çend evdên ku “xwe întegre kirine, ji bo berjiwendiyên kesayetiya xwe bûne dr., parêzvan, civaknas û hwd., wisa yên ku bi îrada xwe nikaribûne” ji nasname civak û netewa xwe dûrketine çê nabin. Divê em baş bifikirin, bê çima pêşiyên me li ser wan evdên ku ji bo berjiwendiyên kesayetiyê ji ol, civak û netewa xwe dûrketine weha gotine: „Kesê ku bi kerî dînê xwe neyê, ew bi kêrî dînekî dinê jî nayê“ (*10). Anjî ka em li ser vê nêrîna „mîrê me Êzdiyên li cihanê, rêzdar Tahsin Seîd Beg ku digot, heke ku em zimanê xweyî Kurdî winda bikin, hingê emê ola xwe, Êzîdîtiya xwe, winda bikin. Heke ku em ola xwe winda bikin, emê zimanê xwe winda bikin…….(*11)“ baş bifikirin ! .... Çi gava ku ez li ser vê nêrîna Mîrê me Êzdiyên li cihanê, rewşa „akademîkkar“, „berpirsyar“ pêwendî, pirsgirêkên nasname, çapemenî û medyayên ragehandinên me Kurd(Êzdî)an difikirim, ev wêne û gotina Alman ya ku dêje „Am Ast sägen, auf dem man sitzt(siehe Grafik*12) - çiqilk(şax)ê darê, yê di bin xwe de ne bire“ tê bîra min. Weke ku ez ji vî wêne yî û vê gotina Alman fahmdikim, ew bîryar û xebata min a berê rast têxwanê kirin. Ez îro jî li goriya dîtina xwe, vî wêneyî û vê gotina Alman fahmdikim dêjim, eger ku endamên civaka me Êzdiyan wan kesên ku, hişên xwe hêjî ji gemara feodalîzmê-paşverûtiyê paqij nekirine, dêjin “divê olperestî ji siyasetê ra xizmetê bike..”, rumetê nadine pir rengiya olê û nêrînên cûde, ji dînê xwe derketine, di piraniya pêwendî, çapemenî-medyayên ragehandinên xwe de tenê bi zimanê xerîban kardikin û ji bo berjiwendiyên kesayetiya xwe bûne dr., parêzvan, hunermend, civaknas û hwd..... bikine rêberên sazî, mal, komel, dezgeh û rêxistinên ola xwe, hingê ew wî şax(çiqilk)ê ku zarok û ciwanên me li serê nasnama “Kurdên resen” naskirine, fêrbûnedibin(binêre li Grafik *12), bi fikir û ramanên xwe dibirin. Ew bixwe dibine sedem ku, zarokên me jî zû asîmîle bibin, ew ji ser kok(rih)a dara ol-netewa xwe bêne birîn û ji binehatina xwe dûrbibin. Lê, ”gava her tiştek li ser koka xwe şîn bibe, hingê tu hêz nikare vê kokê tûne bike.(*13)” Di dawiyê de ez dîsa dêjim, “ ÊZDİYATÎ HAVEYNÊ MİROVATİYA MEZOPOTAMİYA YE Û Bİ TAYBETÎ JÎ GENCÎNEYA NASNAMEYA GELÊ KURD E(*14)„ ,“pêwîstiya Ezdahiyan bi xwandegehên ku hest û berjiwendiyên kesayetiyê di ser ya Xwedê nasînê de bilintir bikin, tûne ye(*15)” û „ez jî mîna sedayê mezin rahmetiyê Cigerxwîn gotî dibêjim“HAWAR”e û wê „KÎ HİLGİRÎ VÎ BARÊ MİN„(*16) Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Êzdiyatiyê- 21.04.2014 *Çavkanî: 1. http://www.lalish.de/modules.php? name=News&file=article&sid=788 2.ttp://yeziden.de/forum/board25civata-bi-kurd%C3%AE/board26%C3%A7and-%C3%BB-huner/761bi-ziman%C3%AA-kurd%C3%AEbinivis%C3%AEnin-%C3%BBbixw%C3%AEnin/#post24838 3. http://www.dergush.com/modules. php?name=News&file=article&s id=2143 4. http://www.helbestvan.com/ezdanaveki-xwede-ye-u-kemal-tolan/ Baldarî: Weke ku hûn dibînin, ez jî bi hemda xwe bi van peyvên; Ezdahîtî, ÊZDÎTÎ, Êzdiyatî, Êzdî û Êzdiyan kardikim û ez baş dizanim ku maka van peyvan tevan, peyva EZDA ya ku navekî Xwedê ye K.T. ! 5. http://www.welatperwer.com/gavaku-kevnesopen-bingeha-oleke-kemaltolan/ 6. http://www.ciwanen-ezidi.de/ pdf/012.pdf 7.http://www.civata-kurd.de/ku/ culture_and_art/352766/gava-kukevne-op-n-bingeha-olek-ney-nejiyankirin-zarok-ciwan-n-civak-jnikarin-sed-hed-n-w-ol-bipar 8.http://gelawej.net/index.php/kemal-tolan/7534-pewiste-em-ezdi-jicarenusa-xwe-bihez-u-rexistbunaendamen-ezditiye-diyar-bikin.html 9. http://www.rojava. net/19.08.2005kemaltolan-ezidi.htm 10. http://www.lalish.de/modules.php ?name=News&file=article&sid=1134 11. http://www.pen-kurd.org/kurdi/ kemal-tolan/ji-rewsenbir-u-pesengencivaka-ezdi-re.html 12.https://encrypted-tbn3.gstatic.com/ images?q=tbn:ANd9GcSTb3jd7Po32y wpv_glNQK4O WalSHxhvWcw1ZZCEOHuaKxNbQ2 yoA 13. http://www.helbestvan.com/ nasandina-ola-ezditiye-mezindibinim-%E2%80%8F-kemal-tolan/ 14. http://www.ike-europa.com/Article.aspx?articleid=680&authorid=21 15. http://www.argun.org/2011/11/13/ pewistiya-ezdahiyan/ 16. http://www.dengeazad.com/NewsDetailN.aspx?id=5331&LinkID=142 kızılbaş - sayfa 45 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Diyanet, Siyaset ve Kürdler Ruşen Arslan Diyanet İşleri Başkanlığı[i], Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması üzerine 3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı Kanunla kuruldu. Ardından 430 ve 431 numaralı kanunlarla Hilafet ilga edildi ve öğrenim birliğini sağlayan Tevhid-î Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Ancak Diyanet ilk kez, 1961 Anayasasının 154. maddesi ile anayasal bir kurum haline getirildi. 1982 Anayasası ise Diyanet ile ilgili 136. maddesinde düzenleme yaptı. Her iki Anayasanın ortak özelliği Diyaneti genel idare içine yerleştirmiş olmalarıydı. 1961 Anayasası Diyanetin görevlerini özel kanuna bırakmışken, 1982 Anayasası 154. Maddesinde, “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanunlarda gösterilen görevi yapar” şeklinde görev tanımı da yapıyordu. Diyanetle ilgili hukuki düzenleme serüveni, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve yapılanması, özellikle de “laiklik” anlayışı ile yakından ilgilidir. Laiklik, 1937’deki Anayasa değişikliği ile ilk kez anayasal bir kurum olarak sahneye çıkmıştır. Ancak, Türk usulü laikliğe giden yol, İnkılâp Kanunları denen sekiz kanunun kabulü ile döşenmiştir. 1982 Anayasasının 174. maddesi ile koruma altına alınan kanunlar sırasıyla şunlardı: Tevhidi Tedrisat Kanunu, Şapka İktisâsı Hak- kında Kanun, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, evlendirme akdinin nikâh memuru huzurunda yapılacağına dair Türk Medeni Kanunun ilgili hükmü, Beynelmilel Erkanın Kabulü Hakkında Kanun, Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun, Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Ünvanların Kaldırıldığına Dair Kanun ve Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun. Osmanlı İmparatorluğu enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, inkılâp kanunları ile modern bir toplum yaratılacağına ve çağdaş batı medeniyetine ulaşılacağına inanılıyordu. Çoğu üç çeyrek asır önce kabul edilen bu kanunlar üzerindeki tartışmalar durulmuş değil. Ancak, başka bir makalede tartışacağımız inkılâp kanunları, büyük ölçüde tek ulus, tek dil yaratma amacına hizmet etti ve devlet yönetimini dinin etkisinden kurtarmaya, dini devletin denetimine sokmaya yaradı. İşte Türk usulü laiklik böylece doğdu. Cumhuriyetin kurucularına göre, dinin devlet işlerinin yönetilmesinde etkisiz hale getirilmesinin yanında, denetimi de gerekliydi. Bunun için batıdaki anlamıyla benzer kurumlarını da alarak laiklik oluşturulamazdı. Aksine, devletin dini kontrol etmesini sağlayacak bir kurum oluşturulmalıydı. İşte Diyanetin kuruluş felsefesi bu oldu. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin, “Din işlerini yapanların memur sayılmasının, Anayasanın laiklik ilkesine aykırı olduğu ve din adamları sınıfı yaratıldığı” iddiasıyla Birlik Partisi tarafından açılmış olan davayı reddeden kararının gerekçesi bu duruma işaret etmektedir: “Dinin devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dini taassubun önlenmesi ve dinin toplum için manevi bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayanmaktadır… Devletin bu alandaki yardımı ve Diyanet İşleri kuruluşu görevlilerinin memur sayılması, devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmeyip ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun bir çözüm bulmak erek ve anlamını taşımaktadır.”[ii] Türk usulü laiklik, hem dini çevrelerce, hem de batılı anlamdaki bir laikliğin uygulanması gerektiğini savunanlarca eleştirilmektedir. Makalenin sınırları içinde kalmak için, bunları uzun uzadıya anlatmayacağım. Ancak İslami kimliği önde olan yazarlardan Abdurahman Dilipak’ın bir sözüne değinmeden geçemeyeceğim: Dilipak, “Bugünkü tapu kadastro memuru statüsündeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Müslümanları temsil etmesi düşünülemeyeceği gibi mecburi din dersleri de olamaz. Bu hem Müslümanlığa hem de laikliğe aykırıdır” demektedir.[iii] DİYANET VE SİYASET İslam’da din ve devletin birlikteliği, ister istemez din ile siyaseti iç içe geçirmiştir. Hele dini denetlemek ve resmi ideolojiye uygun biçimde, yeri geldiğinde kullanmak üzere kurulmuş, yüz binin üzerinde personeli bulunan ve devlet bütçesinin en aşağı yüzde ikisine sahip bir kuruluşun siyaset dışı kalması düşünülemez. Kaldı ki Anayasanın 136. Maddesi, Diyanete “Toplumsal birleşme ve bütünleşmeyi sağlama” görevi yüklemiştir. Toplumsal birleşme ve bütünleşme ise, siyasi bir amaç olup, ancak siyasi çalışmayla sağlanır Cumhuriyetin tek ulus, tek dil yaratma ülküsünden Diyanete düşen ilk siyasi görev, ezanın Türkçeye çevrilmesini savunmak olmuştur. Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi (Börekçi), “Ezanın Türkçeleştirilmesinin ulusal politikaya daha uygun olduğunu savunmuştur.[iv] Demek ki Diyanete göre ulusal politika, çalışmada dinden üstün tutulması gereken bir olgudur. Diyanet Gazetesinin Nisan 1982 tarihli 278. sayısında, “Bugün bir dış politika olayında, bir dış politika tercihinde sözümüz, gözümüz var” deniyor.[v] Yazının yayınlandığı tarihte 12 Eylül askeri cuntasının iktidarda olduğunu hatırlamamız gerekir. Zaten Diyanetin askeri darbe ve müdahaleleri desteklediğini, iktidarın meşrebine göre hareket ettiğini görürüz. Örnek olarak Ahmet Yaşar Akkaya’nın kamuoyu ile paylaştığı ve 2 Mart 2004 tarihli Zaman-Pazar’da yayınlanan bir belgeden söz etmek istiyoruz. Belgede “27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen ilk kızılbaş - sayfa 46 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 askerî darbe sonrasındakiler gibi kanlı oldu. Hükümetin başbakanı ve iki bakanı idam edildi. Darbeciler, yaptıkları işin memleket hayrına olduğuna vatandaşları inandırmak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullandı dersek yanılmış olmayız. Zira Diyanet, müftülüklere gönderilen telgraf emirlerinde, darbeye ve darbecilere destek vermeyenlerin hem bu dünyada hem de ahirette çekeceklerini yazıyordu. Vaizlerin hadis ve ayetlerle vatandaşları darbenin hayırlı bir eylem olduğuna ikna etmelerine dair müftülüklere yazılı belgeler gönderiliyordu” denmektedir.[vi] KÜRT MÜFTÜLERİN MİT’E İHBARI A. Dilipak’ın deyimiyle bir kadastro memurundan farksız olan Diyanet İşleri Başkanının, teşkilatı resmi ideolojinin gereklerine ve hükümetlerin isteğine uygun yönetip yönlendirmesi bir zorunluluk olur. Teşkilattaki görevlilerden istenen de budur. Yani ulu’l emre itaat. Ne var ki, Diyanete bağlı olarak çalışanların sayısı 100 binin üzerindedir. Böyle bir kitlede, resmi görüş dışına çıkan muhaliflere her zaman rastlanır. Bunlardan bir grup da Kürtlerin ulusal demokratik haklarını savunan ve bunlar için mücadele eden Kürt din görevlileridir. Diyanet, kuruluşundan bu yana resmi ideolojiye uygun bir tavır içinde oldu. İştar Gözaydın, “1960’lardan itibaren siyasette ve devlet yapılanmasında gittikçe yaygınlaşan milliyetçi-mukaddesatçı siyasalardan Diyanetin de payını aldığını” belirtmektedir.[vii] Gözaydın tespitinde haklıdır. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma Yönergesi’nin 54/e maddesi, Diyanete “Yurtdışındaki vatandaşlarımıza yönelik yıkıcı ve bölücü akımlar ile misyonerlik ve asimilasyon faaliyetlerini izlemek” görevini veriyor. Bölücülükten kastın, Kürt meselesi ile ilgili çalışmalar olduğu açıktır. Yönergenin 54/e maddesindeki hukuki düzenlemede “izlemek” sözcüğünün, hafiyeciliği çağrıştırdığına dikkat çekmek isterim. Bunun ilginç bir örneğini, 1965-1966 yıllarında Diyanet İşleri Başkanı olan İbrahim Bedrettin Elmalılı’nın, bazı Kürt müftüleriyle yine Kürt olan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve Devlet Bakanı Refet Sezgin’i “bölücülük” ithamıyla MİT’e ihbar etmesinde görürüz. MİT’e Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Bedrettin Elmalılı tarafından verilen raporda adları geçen Abdurahman Dürre, Şehmus Alkoç, Mehmet Şirin Doğan, Ali Arslan ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ile Devlet Bakanı Refet Sezgin’i kısaca tanıtmak gerekiyor. Yaşar Tunagür 1924 Beşiktaş doğumludur. Aslen Siirt’in Hesras Nahiyesi Zivzîk köyündendir. Çeşitli il ve ilçelerde müftülük yaptıktan sonra, 1965 yılında Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Elmalılı’nın yardımcılığına atanıyor. [viii] Feqî Hüseyin Musa Sağnıç’tan Tunagür’ün kendini açığa vermeyen bir Kürt yurtseveri olduğunu duymuştum. Saidi Nursi’nin görüşlerinden etkilenmiş bir din adamı olarak tanınırdı. Bu özelliğinden ötürü, Fetullah Gülen’i koruduğu ve İzmir’e atadığı ve Fetullah Gülen’in çeşitli vesilelerle Tunagür’den saygı ile söz ettiği bilinir. 1960’lı yılların sonlarında özellikle Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim gazetesinde aleyhinde yazılar çıktı. Rabıtatül İslam üyesi olduğu iddia ediliyordu. 12 Mart’ta altı ay kadar tutuklu kaldı. Ankara Yıldırım Bölge’de bir süre birlikte gözaltında kaldık ve kendisini orada yüz yüze tanıdım.[ix] Refet Sezgin, 1925 Bitlis doğumlu olup, iki dönem Adalet Partisi’nden Çanakkale milletvekilliği ve bir dönem de senatörlük yaptı. Demirel hükümetlerinde Devlet ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı görevlerinde bulundu. Abdurrahman Dürre, 1934 yılında Malazgirt’in Kêranlix köyünde doğdu. Medresede din tahsili yaptı. Tutak, Digor, Devrek ve Sinop’un Erfelek ilçesinde Müftülük yaptı. 12 Mart’ta birlikte DDKO davasından yargılandık. 1973, 1977 seçimlerinde Muş’tan CHP milletvekili adayı oldu ve kazanamadı. Yazarlık ve şairlik yanı da olan Dürre, 2012 yılında Almanya’nın Köln kentinde vefat etti. Mehmet Şirin Doğan, 1922 yılında Bitlis’in Mutki ilçesinde doğdu. Varto ve Muş’ta müftülük yaptı. Aydın’a müftü olarak atandı ve bir süre sonra istifa ederek İstanbul’a yerleşti. İyi bir din âlimi olarak tanınırdı. İstanbul’da da din âlimi olarak birçok talebe yetiştirdi. 2013 yılında vefat etti. Ali Arslan, 1934 yılında Ağrı’nın Eleşkirt ilçesinde doğdu. İstanbul ve Çankırı Müftülüklerinde vaizlik yaptı. Tekirdağ müftüsüyken açığa alınmış, 12 Mart’ta hakkında soruşturma yapılmış ve hakkındaki soruşturma takipsizlikle sonuçlanmıştı. 43 eser tercüme etmiştir Şehmuz Alkoç, 1910 Diyarbekir doğumlu, Maden müftüsü iken, İbrahim Elmalılı tarafından Lüleburgaz müftülüğüne atandı. 12 Mart’ta DDKO’dan dolayı hakkında açılan soruşturmada takipsizlik kararı verildi 12 Mart askeri müdahalesi döneminde, Başbakan Yardımcılığı MİT’ten Abdurahman Dürre, Ali Arslan ve Şehmus Alkoç hakkında bilgi istiyor. O zaman MİT Müsteşarı olan Korgeneral Fuat Doğu imzasıyla, Başbakan Yardımcılığına 291223 sayılı bir dosya sunuluyor. Üst yazıda, “Bilgi istenen kişilerden Abdurahman Dürre dışındakiler hakkında dokümanter bilgi bulunmadığı” belirtildikten sonra, “Abdurahman Dürre’ye ait dosya içindeki dokümanlar; Diyanet İşleri Eski Başkanlarından İBRAHİM ELMALI(LI) tarafından Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı, Milli Güvenlik Kuruluna ve Müsteşarlığımıza verilmiştir” deniyor. 1965-1966 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan ve Millet Partisi’nden bir dönem İstanbul ve bir dönem de Afyonkarahisar milletvekili olan İbrahim Elmalılı’nın MİT’e yazdığı ihbar dilekçesi 6 Eylül 1966 tarihlidir. İbrahim Bedrettin Elmalılı’nın, dilekçe şeklinde MİT’e verdiği rapor, “Aylardan beri Başkanlığımızı huzursuz eden bir tertiple karşı karşıya bulunmaktayız.… İçten ve dıştan olmak üzere çift yönlü harekete geçirilen bu oyun muavinim Yaşar Tunagür tarafından tezgâhlanmakta, Diyanet İşleri Başkalığını tedvire memur Devlet Bakanı Refet Sezgin tarafından fiil sahasına konulmaktadır” diye başlıyor. Başkan Elmalılı’ya göre, Bakan Refet Sezgin ile Yaşar Tunagür hemşeri ve çocukluk arkadaşıdırlar. Elmalılı, Tunagür’ün azil, tayin, emeklilik işleri ile yetkilerini elinden alıp bu yetkileri ikinci yardımcısı Cemalettin Kaplan’a[x] verdiğinde, Bakan Sezgin’in feveran ettiğini ve “Yaşar Tunagür için bütün Diyanet teşkilatını feda edebileceğini” söylediğini iddia ediyor. kızılbaş - sayfa 47 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İbrahim Elmalılı’nın ihbar dilekçesi, üç sonuç doğuruyor: Birincisi Abdurrahman Dürre, Şehmuz Alkoç ve Ali Arslan hakkında 12 Mart döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcılığı soruşturma açıyor. Ali Arslan ve Şehmuz Alkoç hakkında takipsizlik kararı veriliyor. Abdurrahman Dürre hakkında ise dava açıldı ve DDKO Davası'ndan yargılanarak beraat etti. İkinci sonuç; Yine 12 Mart döneminde Yaşar Tunagür’ün Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nca gözaltına alınıp yargılanmasıdır. Çünkü hakkındaki ihbar dilekçesinde, “…Ali Arslan, Abdurahman Dürre ve diğer Şarklıların Diyanetteki işlerinin Yaşar Tunagür tarafından takip edildiği anlaşılmaktadır” suçlamasında bulunuluyordu. Böyle bir “suçlama”, o günkü şartlarda yargılama gerektirirdi. Yaşar Tunagür de yargılama sonucu beraat etmiştir. Elmalı'nın MİT’e verdiği dilekçesinin üçüncü sonucu ise Refet Sezgin hakkında meclis soruşturması açılmasıdır. TBMM’nin Birleşik Toplantısının 17.05.1972 tarihli 12. Birleşiminde, Devlet Bakanları Refet Sezgin ile Hüsamettin Atabeyli haklarında meclis soruşturması açılması kararlaştırılıyor. [xi] Komisyonun hazırlayıp TBMM’ne sunduğu raporda, “Yaşar Tunagür hakkındaki yedi sayfalık MİT raporu da Bakana takdim edilmiştir. Yaşar Tunagür hakkında soruşturma açılmaması ve Abdurrahman Dürre hakkındaki raporun bekletilmesi, sadece disiplin kuruluna sevk edilmesi adı geçene isnat edilen suçların nev'i itibariyle Bakanlık görevinin hüsnü ifasıyla kabili telif mütalâa olunmamıştır.” denmekte ve Refet Sezgin hakkında soruşturma açılması istenmektedir. İbrahim Elmalılı, Müftü Mehmet Şirin Doğan ve Abdurrahman Dürre hakkın- da soruşturma açtığında, her ikisinin de ev ve işyerlerinde Diyanet müfettişlerince arama yaptırmıştır. Resmi kurum olan Diyanetin, Kürt meselesi karşısındaki tavrı, diğer resmi kurumlardan özde değil, görev alanı açısından farklıdır. Diyanet, işi Süleymaniye Camiinin minarelerine “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diye mahya asmaya kadar vardırmıştır. Diyanetin Türk milliyetçiliğini önde tutan tavrı, özellikle hutbelerde söylenenlerin yarattığı tepki üzerine, Kürtler bazı yerlerde cami dışında toplu sivil Cuma namazları kılmaya başladı. Sivil Cuma namazlarından, AKP iktidarı çok tedirgin oldu. Çünkü bu hareket, dinin devlet tarafından denetlenmesini imkânsızlaştırdığı gibi, özellikle Hanefi tarikatına göre düzenlenmiş Türk Müslümanlığı için de tehlike oluşturuyordu. Barış sürecinin ilk kurbanının sivil Cuma namazları olduğuna da belirterek geçelim. Diyanetin Kürt meselesindeki tarihi misyonuna uygun son uygulaması, İslam Ansiklopedisi’nde yaşandı. Diyanet Vakfı’nın çıkardığı 44 ciltlik İslam Ansiklopedisi’nin hiçbir yerinde “Kürtler”, “Kürdistan” ve “Kürtçe” geçmiyor. İbrahim Sediyani’nin 03.02.2014 tarihli Taraf gazetesinde bunu eleştiren bir yazısı çıktı. Sediyani yazısında, “Varlığımızı inkâr eden, kimliğimizi bile tanımayan bir kurum bize İslam’ı öğretemez” diyor. Zaten yazısının başlığını da “Lekum dînikum weliye dîn” (sizin dininiz size, bizim dinimiz bize)den etkilenerek, “Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürt’lerin dini Kürtlere” koymuş. -------------------------- [i] Bundan sonra, kısaltılmış adıyla Diyanet diye söz edeceğiz. [ii] Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971 gün, E: 1970/53, K: 1971/76, sayılı kararı, 15.06.1972 tarih ve 14216 sayılı Resmi Gazete. [iii] Abdurrahman Dilipak’ın “Bu Din Benim Değil” eserinden aktaran İştar Gözaydın, Diyanet – Türkiye Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Baskı 2009), s. 284. [iv] İştar Gözaydın, age. s. 24. [v] Aktaran İştar Gözaydın, age. s. 155. [vi] Fatma Turan, Kevser Kulaksız, “Siyasetin Gölgesinde Diyanet”, Zaman (Pazar) 2 Mart 2014. [vii] İştar Gözaydın, age, s. 220. [viii] Cemal A. Kalyoncu, “Hoca, ya sen sosyalistsin ya da biz Müslüman”, Aksiyon, 13 Mayıs 2012. [ix] Ruşen Arslan, Cim Karnında Nokta -Anılar-, (İstanbul: Doz Yayınevi 2006), s. 152 [x] Cemalettin Kaplan DİB’de müfettişlik, Özlük İşleri Müdürlüğü, Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Adana Müftülüğünden emekli oldu. 1980 askeri darbesinden sonra Almanya’ya gitti ve orada İslami Cemaatler ve Cemiyetler Birliği’ni kurdu. Türkiye’de şeriat devleti kurulması için çaba gösterdi. Kendisini Anadolu Federe İslam Devleti daha sonra da Hilâfet Devleti reisi ilan etti. 15 Mayıs 1995’te Almanya’da vefat etti. [xi] 29.05.1972 tarih ve 14199 sayılı Resmi Gazete Kürd Tarihi Dergisi'nin 12.ci sayısından alınmıştır. Kaynak: http://www.kurdistan-post.eu/tr/analiz/ diyanet-siyaset-ve-kurdler-rusen-arslan Sipariş ve iletişim bilgileri EL YAYINLARI Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İSTANBUL Tel/faks: 0(212) 361 80 10 [email protected] www.elyayinlari.com el yayınlarından yeni çıkan anadolu’da parlayan ışık ALEVİLİK kızılbaş - sayfa 48 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi Başbakan'ın Gülen Cemaati'ni Haşhaşilere benzetmesi, hafta boyu gündemdeydi. Erdoğan'a göre Haşhaşiler sırf öldürmek için öldüren bir katiller sürüsü. Peki kaynaklar ne diyor? Bakalım... Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin çarpıtılmış tarihi Siyasi kültürümüzün yeni unsuru, birini eleştirirken İslam tarihinden figürler ve olaylarla bugünün kişileri ve olayları arasında paralellikler kurmak. ‘Analoji yapmak’ diyorlar buna. Numan Kurtulmuş’un henüz Saadet Partisi Başkanı iken “Harun gibi geldiler, Karun gibi gittiler… firavunlaştılar” demesi, Başbakan Erdoğan’ın, Irak Başbakanı Nuri El Maliki’yi eleştirirken “…. yapanlar Yezid’in izindedir” demesi buna örnek. Analoji yoluyla eleştirinin faydası, o anolojinin kolektif hafızadaki yerinin genişliğine ve derinliğine bağlı olarak, eleştirilen konuyla ilgili olmayanların bile dikkatini çeken bir eleştiriye dönüşmesi. Bir diğer faydası ise, benzemezlikleri farkedenlere ‘benim kastettiğim aslında şuydu’ demeye olanak sağlayacak geniş anlam yelpazesi. Başbakan’ın son analojisi, Cemaat’i Haşhaşilere benzetmek. Bir haftadır medyada Haşhaşiler üzerine bir çok yazı yayımlandı. Çoğu, birbirinin tekrarı olan bu yazıların ortak noktası, Başbakan’ın zihinlerde oluşturmaya çalıştığı ‘Haşhaşi’ imajını pekiştirmeye yönelikti. Bu imaja göre ‘Haşhaşi’ler ‘sırf öldürmek için öldüren katiller sürüsü’ idi. Ancak bu analojinin hedefindeki Gülen Cemaati’ni, bu imajdan çok, muhtemelen ‘Haşhaşi’lerin Şiiliğin İsmailiye Prof. Ayşe Hür kolundan olması hasebiyle ‘sapkın’lık iması rahatsız etti. Bu yazıda yeni bir şey söyleyip söylemediğimin takdirini sizlere bırakıyorum. Umarım, bugüne dek bildiklerinizin üstüne ufacık da olsa bir bilgi eklerim. İSMAİLİLİK ÖĞRETİSİ Hasan Sabbah, Şiiliğin İsmailiye koluna bağlı, eğitimli bir Farisi veya Arap ailesinin çocuğu olarak 1052 veya 1053 yılında İran’ın Kum şehrinde dünyaya gelmişti. Kum, 12 İmam inancına dayalı Şiiliğin kalelerinden biriydi. Bazı kaynaklara göre Sabbah ailesi Yemenli Himyerilerdendi. Bazılarına göre Deylemli bir Farisi idi. Rey’de ve Kum’da eğitim gören Hasan I·sfahan’da Re’îs Ebü’l- Fadl’ın yanında I·smaîlî doktrinini ögˆreneceği iki yıl geçirdi. İsmaililik, Altıncı İmam Cafer es-Sadık 765 yılında öldüğünde, Yedinci İmam olarak Musa bin Cafer el Kâzım'ın yerine Cafer-i Sadık'ın kendisinden önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ'fer elMûbarek'i Yedinci İmâm olarak kabul eden Şii mezhebiydi. 899 yılında Bayreyn’deki İsmaililerin (Karmatiler deniyordu bunlara) giriştiği katliamlar; 925 yılında Karmatiler yüzünden Hac farizesinin gerçekleştirilememesi, 930 yılında Karmatilerin Mekke’ye saldırması, hacıları katletmesi, Kabe’ye zarar verilmesi, Hacer’ül-Esved taşının sökülüp götürülmesi (taş ancak 20 yıl sonra Fatımi Halifesi Mansur’un ricası üzerine iade edilmişti) ve 10 yıl boyunca Mekke’ye Hac’cı engellemeleri yüzünden İsmailiye mezhebi, Sünni yazarlar tarafından hep kötü anılacaktı. Parantezi kapatıp devam edersek, Hasan Sabbah bir gün hocasına “Sadece güvenilir iki dosta sahip olsaydım, bu hükümdarlıgˆı (Büyük Selçuklu Devleti’ni kastediyor) yıkardım” deyince, hocası, Hasan’ın aklından endis¸e ederek, onu özel yemekler ve ilaçlarla tedaviye koyulmuş, bunun üzerine Hasan Sabbah İshafan’dan ayrılarak İsmaili mezhebinin kalbi olan Mısır’a doğru yola çıkmıştı. ALAMUT’DA DERVİŞ CUMHURİYETİ 1080 yılında Isfahan’a geri dönen Hasan Sabbah’ın Selçuklu Devleti’ni yıkma planlarından vazgeçmediği anlaşıldı çünkü Hasan Sabbah, 1090’da müritleriyle birlikte Hazar Denizi yakınlarındaki Kazvin bölgesinde, Şahrud Vadisi yakınlarındaki sarp kayalıklara kurulu Alamut Kalesi’ni (Arapça Aluh-amu’t) bir iddaya göre cahil bir köylüden satın aldı. (Deylem dilinde ‘Kartal’ın Ögˆretimi’ anlamına gelen bu adı, Batılılar ‘Kartal Yuvası’ diye tercüme edeceklerdi.) Hasan Sabbah’ın 1124 yılında ölümüne kadarki 34 yıl içinde hiç ayrılmadığı Alamut’ta Faik Bulut’un deyimiyle ‘eşitlikçi dervişan cumhuriyeti’ kurmuştu. Ayrıca muazzam bir kütüphane oluşturduğu, dönemin ünlü bilginlerini burada ağırladığı rivayet ediliyordu. Arap tarihçi İbnü’l-Esîr, Hasan Sabbah’ın sihir, matematik, astronomi ve digˆer ilim dallarında kabiliyetli ve mahir oldugˆunu anlatacaktı. kızılbaş - sayfa 49 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sünni kaynaklara göre Hasan Sabbah Alamut’ta İslam’ın sapkın bir versiyonunu uygulamış, şarabı serbest bırakmışt. Faik Bulut’un Şii kaynaklardan edindiği bilgilere göre ise (Faik Bulut’un sözleriyle) “Mizaç olarak çileci ve münzevi bir hayat süren Hasan Sabbah, hükmettiği kalede çalgı çalmayı, içki içmeyi yasaklamıştı. Son derece eşitlikçi ve kuralcıydı. Kimseyi kayırmaz, yakınlarını asla kollamaz; herkese karşı aynı adaleti uygulardı. Oğullarından Muhammed’i içki içti diye, üstad Hüseyni’yi de ünlü davetçi Hüseyin Kaini cinayetine karıştığı için gözünü kırpmadan öldürdü. (…) İzleyen yıllarda çevreyi kasıp kavuran kuraklık yüzünden, hanımını ve kızını kaledeki diğer kadınlarla birlikte sade hayata alışmaları ve halkla dayanışma babından çalışmaya gönderdiği köylerden bir daha geri” çağırmamıştı… NİZAMÜLMÜLK’E SUİKAST Ancak Hasan Sabbah’ı çağdaşı liderlerden ayıran, suikastı bir siyaset aracı olarak etkin biçimde kullanmasıydı. Bu suikastlardan en önlüsü 1092 yılında Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam’ül-Mülk’e yönelik olandı. Ancak bugün ilk hamleyi Nizamü’lMülk’ün yaptığı biliniyor. Nizam’ülMülk’ün askerleri Alamut’u kuşatmışlar ama başarısız olmuşlardı. Ardından da Nizam’ül-Mülk şüpheli biçimde öldürülmüştü. Bu cinayetin Melikşah’ın kendisi tarafından veya oğlunu tahta geçirmek isteyen Terken Hatun ya da Nizam’ül-Mülk’ün rakibi Tac’ül-Mülk tarafından işlemiş olduğunu yazan kaynaklar da var. Yeri gelmişken, Nizam’ül-Mülk, Hasan Sabbah ve ünlü astronomi bilgini, şair ve felsefeci Ömer Hayyam’ın çocukluk arkadaşı olduğuna, çocukken birbirlerine sadakat yemini ettiklerine ve Hasan Sabbah ile Nizam’ül-Mülk’ün arasının, ikincisinin bu yemine sadık kalmaması yüzünden bozulduğuna dair iddiaya değinelim. Bugünkü bilgilerimize göre, Nizam’ül-Mülk 1017’de, Ömer Hayyam 1048’de, Hasan Sabbah ise 1052 veya 1054’de doğmuştu. Bu tarihlere bakılınca üçlünün yaşıt olmadığı açık. Ömer Hayyam ile Hasan Sabbah’ın birbirine yakın tarihlerde (biri 1124’te, diğeri 1131’de) öldüğü biliniyor. Bu ikilinin 100’er yaşını devirdiğini varsaysak bile, doğum ta- rihlerini Nizam’ül-Mülk’ün doğum tarihine kadar çekmek mümkün değil. Dolayısıyla bu konudaki rivayetlerin uydurma olduğu anlaşılıyor. İRAN NİZARİ DEVLETİ Hasan Sabbah’ın hikayesine devam edersek, 1092’de Büyük Selçuklu İmparatoru Melihşah’ın ölümünden sonra, oğulları Berkyâruk ile Muhammed arasındaki saltanat mücadelesi sürerken, 1094 yılında, Kahire’deki Fatimi Halifesi Mustansir 60 yıllık bir iktidarın ardından ölmüştü. Mustansir’in oğulları Musta’li (asıl varis) ile Nizar, hilafet kavgasına giriştiğinde Hasan Sabbah Nizar’dan yana tavır aldı. Hatta Musta’li’yi destekleyen Kahire’deki Fatimi Halifeliği ile ilişkisini kesti. Fatimi Halifeliği o tarihlerde sınıfsal açıdan aristokratik, dinsel açıdan fanatik bir yönetim biçiminin cisimleşmiş haliydi. Yoksul halk kesimlerinin desteklediği Nizar, İsfahan’da egemen olunca bu durum Selçuklu Sultanı Berkiyaruk’u telaşlandırdı. Bu tarihten sonra hem İran’da hem Suriye’de Nizarilere karşı son derece katı politikalar izlenmeye başladı. Nizariler de seslerini ancak şiddet eylemleriyle duyurabileceklerini keşfettiler. Hasan Sabbah kısa sürede İran’ın şehirlerinde yaşama şansı bulayacağını anlayınca Alamut’a kapandı. Fakat Alamut’ta eğitilen bir dizi suikasçı İran’da Selçuklulara karşı, Suriye ve Filistin’de yerel Arap liderlere ve 1097’den biri bölgede bulunan Haçlılara (Franklara) yönelik siyasi cinayetler yoluyla kaos ve panik yaratarak mevcut iktidarları zayıflatma stratejisi izlediler. Sünni kaynaklara göre bu suikastçılar, kuşakla bağlı beyaz bir giysi, kırmızı çizme ve kırmızı başlık giyerler, hançeri kurbanın göğsüne ne zaman ve nerede yerleştirecekleri konusunda sıkı bir eğitimden geçirilirlerdi. Bazen de zehirli ok veya mızrak kullanırlardı. Ama hangi yöntem olursa olsun, kurban ölümden kurtulamazdı. Hasan Sabbah, 1124 yılında doğal yollarla öldü. Kurduğu İran Nizari Devleti 1256 yılında İlhanlı Hükümdarı Hülagu tarafından tarihe gömüldü. Suriye Nizarileri ise, Moğollardan kurtuldular ama 1265’te Mısır Sultânı Baybars’ın haracına bağlanarak etkisiz hale geldiler. Bununla beraber, Hasan Sabbah’ın kendine has mezhebi, özel- likle Kaf kasya’da asırlarca var olmayı başardı. SÜNNİ ARAP KAYNAKLARINDA HASAN SABBAH Buraya kadar anlattıklarım muhtemelen pek çok yerde tekrarlananların bir özeti. Buradan sonra üzerinde duracağım konu, Hasan Sabbah’a ve suikastçılarına dönemin tarihçilerinin nasıl baktığı ve bu bakışın tarih içinde nasıl şekil değiştirerek bugünkü Haşhaşi imajının ortaya çıktığı meselesi. Öncelikle şunu söylemek lazım. Hasan Sabbah ve adamları hakkındaki tüm bilgilerimizi Şiilik-İsmaililik-Nizarilik zincirine düşman olan Sünni yazarlardan derlemiş bulunuyoruz. Ancak ilginç biçimde, Hasan Sabbah’ın dönemine şahit olan ya da ondan kısa süre sonra yaşayan Sünni Arap yazarlar, ancak önemli bir Müslüman-Arap lider öldürüldüğünde Suriyeli Nizarilere veya İranlı suikastçilara (Hasan Sabbah’ın adı ya hiç geçmiyor, ya çok az geçiyor) değiniyor ve görece yumuşak bir terminoloji kullanılıyordu. Ancak, zaman ilerledikçe kaynaklardaki ifadeler sertleşiyordu. Örneğin Arap yazarı İbn’ül Kalanisi (ö.1160), Nizarilerden, 1115 yılındaki Haçlı saldırısı sırasında “Şam’ı savunan şerefli ve gururlu kahramanlar” olarak söz ediyor. Aynı yazar 1127 yılında Şayzar şehrini Franklardan aldıkları için de Nizarileri övüyor buna karşılık Bahram adlı bir liderin yönettiği Nizarilerden “kafalarının içinde beyin, kalplerinde inanç olmayan köylüler” olarak bahsediyordu. Kalanisi’nin Nizarileri övmek isterken onlardan ‘İsmaili’, yermek isterken ‘Batıni’ dediğini, Bahram ve adamları için ‘Haşhaşi’ veya ‘fedai’ terimlerini kullanmamasını not edelim. 1162-1192/3 arasında Suriye Nizarilerinin başına geçen Raşidüddin de, hem bölgedeki Sünni Araplar, hem de Franklar tarafından saygıyla anılırdı. Raşidüddin Kuzey Irak’ta Basra kıyılarında doğmuştu ama bölgeye Alamut’tan gönderilmişti. 30 yıllık iktidarı sırasında tam bir Suriyeli oldu ve Araplar tarafından ‘İsmaililerin lideri’ olarak anıldı. Haçlılar ise ona ‘Dağın Yaşlı Adamı’ dediler. (Haçlıların o tarihlerde çoktan ölmüş olan kızılbaş - sayfa 50 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hasan Sabbah’tan haberdar olduğuna dair pek ipucu yok.) Raşidüddin’in adamları, 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Selahaddin Eyyübi’yi iki kez öldürmeye kalkıştılar, Selahaddin sonunda Raşidddin’le anlaşarak canını kurtardı. ASSASİNİ TERİMİNİN DOĞUŞU Bu arada, 1182-84 arasının olaylarını kaydeden Haçlı kronikçisi Tyre’li William’ın “hem bizim adamlar, hem Araplar onlara (Nizarileri kastediyor) ‘Assasini’ derler ama bu kelimenin nereden geldiği bilinmez” diye yazdığını hatırlatalım. Yani bugün kullanılan ‘Haşhaşi’ teriminin Batı dillerindeki karşılığı sayılan bu kelime o tarihlerde biliniyordu ama ‘haşhaş’ ile arasında bir bağı olaylara birinci elden tanık olan biri bile kurmamıştı. Nitekim o yıllarda Arapça sözlüklerde bu kelime yer almıyordu. Muhtemelen halkın arasında kullanılanıyordu. Modern sözlüklerde yer alan ‘haşhişa’ ise, kafaya giyilen bir çeşit başlığın adı. Belki de, Suriye’de kendi kalelerinde yaşayan Nizariler ayırdedici bir başlık giyiyorlardı. Nitekim yukarıda da belirttiğim gibi bazı kaynaklarda fedailerin özel bir giysisi olduğuna dair ifadeler bulunuyordu. Hasan Sabbah’ın ya da Raşidüddin’in adamlarının, 1192 yılında Kudüs’ün kağıt üzerindeki kralı Montferrat’lı Konrad’ı öldürmesi Haçlılar arasında ‘fidai’ (bugünkü ‘fedai’) teriminin dolaşmaya başlamısına neden oldu. Fida’i, ‘para karşılığında hayatını feda eden’ anlamına geliyordu Haçlılar için. Fedaileri ilk kez ‘Haşhaşin’ (Haşhaşi’nin çoğulu) diye adlandıran da Haçlılardı. Büyük ihtimalle Franklar bu kadar çılgınca işlerin ancak uyuşturucu alınarak (haşhaş’ın sütü olan afyon çekilerek) yapılabileceği gibi bir inanca kapılmışlardı. Halbuki haşhaş-afyon alan birinin uyanık kalmasının bile zordu. Belki de yukarıda anlattığım özel giysiden dolayı böyle demişlerdi. Ama bunu henüz tam bilmiyoruz. Ancak bu terminolojinin bu tarihten sonra da Sünni Arap yazarlar tarafından kullanılmadığını belirtelim. Örneğin Sünni Arap yazarı İbn Athir’e (ö.1233) göre Hasan Sabbah İsmaililerin lideriydi. Yazar, İran’dan gelen su- ikastçıları (ki bunlarla Hasan Sabbah arasında ilişki kurup kurmadığı belli olmuyor) ‘Batıni’ diye adlandırıyordu fakat Haşhaşi veya fedai terimini (aynı şekilde Sünnilerin ‘sapkın’lar için kullandıkları ‘Melahide’ terimini) kullanmıyordu. Halep şehrinin tarihçisi Kemaleddin (ö.1262) de bu geleneği devam ettirecekti. CUVEYNİ VE SONRASI Hatırlanacağı üzere 1256 yılında Hülagu, Alamut kalesini fethetmiş, kaledeki büyük kitaplığı imha etmişti. Neyse ki, Hülagü ile birlikte Alamut’a gelen 30 yaşındaki Cuveyni adlı tarihçi, buradan bir kaç kitap kurtarmayı başarmıştı. Bunlar arasında Sergüzeşt-i Seyyidna adlı bir kitap vardı. Bu kitap iddiaya göre Hasan Sabbah’ın biyografisiydi. Bugün içindeki pek çok bilginin yanlış olduğu anlaşılan bu biyografiden yararlanarak Hasan Sabbah hakkında bir kitap yazan Cuveyni’nin de ne ‘saklı cennet ve huriler’, ne ‘haşhaş’ ne de ‘fedai’ lafı etmişti. İlk kez ‘Haşhaşin’ terimini kullanan Arap tarihçi İsmail El Makdisi (ö.1268) idi ancak o da, bu terimi Hasan Sabbah’ın adamları için değil Suriyeli Nizariler için kullanmıştı. Mısırlı tarihçi İbn Müyesser (ö.1287) de Suriye’deki İsmaililere ‘Hahhaşiyye’, Alamut’takilere ‘Batıniyye’ ve ‘Malehide’, Horasan’dakilere ise ‘Talimiyye’ dendiğini belirtmekle yetindi. Ancak bu iki yazar da, ‘Haşhaşiyye’ teriminin kökenini açıklamıyorlardı. (Belki de o günlerde çok iyi bilenen bir terim olduğu için….) İlginçtir, Eyyübilerin tarihini yazan Cemaleddin Salim (ö.1298) de Batıni ve İsmaili terimini kullanırken ‘fedai ve ‘haşhaşin’i kullanmamıştı. Sadece Selahaddin’e suikast yapan kişiyi ‘Melahide’ diye nitelemişti. Bir başka Arap tarihçi El Cevzi’ye (ö.1350) göre Hasan Sabbah adamlarını beyinleri uyuşuncaya kadar balla yoğrulmuş fındık ve kimyonla beslerdi ondan sonra onları suikast planlarını ezberletirdi. Bu iddia İbn Kathir (ö.1370) tarafından aynen tekrarlandı. Kathir, ‘fedai’ terimini sadece bir defa, Selçuklu Sultanı Berkiyaruk’u 1095’te öldüren İranlı suikastçı için kullanacaktı. Kısacası, 14. Yüzyılın sonuna kadar, İranlı ve Arap tarihçiler için, Nizariler önemliydi ama Hasan Sabbah’ın adamları çok önemli figürler değildi. Adlarına ancak çok önemli olaylarda değiniliyor ama ‘fedai’, ‘haşhaşin’ tabirleri neredeyse hiç kullanılmıyordu. Bu terim Nizarilerden çok darbe yiyen Haçlılar arasında ortaya çıkmıştı ve Haçlılar tarafından Avrupa’ya taşınmıştı. Haçlıların anlatılarını yeni bir boyuta taşıyan ise, 1271-1295 yılları arasında Asya’da bulunan Venedikli ünlü seyyah Marko Polo olacaktı. MARKO POLO’NUN HİKAYELERİ Pisalı Rustichello tarafından kaleme alınan Marko Polo’nun hatıratında, Hasan Sabbah ve Alamut’un şöyle bir betimlemesi yapılmıştı: “O (Büyük Üstad, Hasan Sabbah), bir vadiyi çevirtmis¸ ve onu, her çes¸it meyve ile dolu, daha önce hiç görülmemiş çok genis¸ ve çok güzel bir bahçe haline getirtmis¸ti. Onun içinde hayal edilebilen en zarif köşkler ve saraylar inşa edilmişti... Ve orada serbestçe şarap, süt, bal ve su akan oluklar vardı. Müzik aletlerinin her çeşidini iyi çalabilen, çok güzel s¸arkı söyleyen ve seyredenleri büyüleyecek bir şekilde dans eden, çok sayıda, dünyanın en güzel kadın ve cariyeleri vardı.... Ve bu bölgelerin Müslümanları oranın Cennet olduğuna inandılar!...” Marko Polo bundan sonra, Hasan Sabbah’ın fedaileri nasıl eğittiğini, nasıl haşhaş içirirek kontrolü altına, nasıl ölüme gönderdiğini anlatır. Bu hikayelerin rivayetlere dayandığı anlaşılıyor çünkü çünkü Marko Polo bölgeden 1271-1275 yılları arasında geçtiğinde 20 yaşlarındaydı ve Alamut Kalesi’ne gitmemişti. Marko Polo anılarını ömrünün son yirmi yılında gözden geçirdiğini biliyoruz ama o tarihlerde artık Avrupa’da ciddi bir Nizari-İsmailiHaşhaşi edebiyatı oluştuğu için, muhtemelen bu uydurma bilgileri anılarından çıkarmaya gerek duyamadı. Marko Polo’nun ünlü ettiği ‘Assasin’ (Haşhaşin) terimi, ünlü İtalyan şairi Dante Aligheri tarafından, 13001305 yılları arasında yazılan İlahi Komedya’nın XIX. Şarkısı’nda boy gösterdi. Dante, Marko Polo geleneğini izleyerek, ‘assassin’ kavramını ‘kötülük’ kavramı ile birlikte ele alıyordu. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu tarihten itibaren ‘assassin’ kelimesi Batı dillerinde ‘suikastçı’ veya ‘cani’ anlamına kullanılmaya başladı. ŞARKİYATÇI HAMMER’İN SAPTIRMASI Batı’nın ‘Assasin-Haşhaşin’ literatürünü yeniden moda yapan ise 18. Yüzyılda, ünlü Fransız dilbilimci ve şarkiyatçı Baron Silvestre de Sacy ile başlayarak, orijinal Arapça ve Sünni kaynaklardan yararlanarak eserler ortaya çıkaran Avrupalı Şarkiyatçılardı. Bunlardan biri olan Avusturyalı Baron Joseph Hammer-Purgstall (ö. 1856) ‘Haşhaşin’ söylencesinin geç Sünni Arap versiyonun Osmanlı ülkesinde yayılmasını sağladı. Hammer, Viyana’daki Doğu Dilleri Akademisi’nde Arapça, Farsça ve Osmanlıca öğrenmiş, 1799’da, 1802-1807 arasında İstanbul’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sefaretinde sekreter olarak çalışmış, sonra ülkesinde benzer görevler yürütmüştü. Emekli olduktan sonra 10 ciltlik ‘Osmanlı Devleti Tarihi’ni yazdı. Osmanlı ve İran edebiyatından çeviriler yaptı. (Örneğin 1818’de yayımlanan Gothe’nin ünlü Doğu-Batı Divan’ına temel olarak Hafız’ın Divan’ı vardı bunlar arasında.) Hammer’in konumuzla ilgili eseri, 1818’de başta Marko Polo, Tyre’li William, Vitry’li James gibi Haçlı tarihçiler ile Cuveyni, Ebu’l Fida, Makrizi, El Furat, Zahiriddin Maraşi gibi Arap tarihçilerin eserlerinden ve 1430’larda yazılmış bir Arap romanından yararlanarak yazdığı, Türkçe adıyla ‘Haşhaşin Tarikatı’ adlı kitapta bilimsel bilgilerle rivayetleri, gerçeklerle yalanları ustaca harman ederek, ‘saklı cennet’, ‘Haşhaş içerek kendinden geçen fedailer’, ‘sırf öldürmek için öldüren caniler’, gibi bütün klişeler kullanılmakla kalmadı, Hasan Sabbah için ‘insanlık tarihinin gördüğünü en şeytani yaratık’ portresi çizildi. Sünni yazarların önyargılarını bilebilecek kadar yetkin bir şarkiyatçı olan Hammer’in bunu niye yaptığını sorabilirsiniz. Bu konuda araştırması olan Farhad Daftary’ye göre bunun nedeni Avrupa’daki devletlerin, bu arada Hammer’in yaşadığı AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun da korkulu rüyası olan Tapınak Şövalyeleri, Cizvitler, Illuminati ve Farmasonlar gibi örgütler hakkında doğrudan söz söylemek yerine, Haçlı Seferleri’nden beri Avrupa’da yaygın olan Nizarilere yönelik kara propagandayı kullanarak, dolaylı yoldan kamuoyunu uyarmaktı. Hammer şarkiyatçı peçe altında, zayıf devletlerin, yeraltı örgütleri tarafından kolayca yıkılabileceği yolundaki paranoyayı yeniden üretiyordu ve olan Hasan Sabbah’a ve Nizarilere olmuştu. Hammer’in kitabı 1930’a kadar sorgulanmadan basıldı, okundu, aktarıldı ve Başbakan’ın da etkisinde kaldığı şeytani Hasan Sabbah imajının kökleşmesine neden oldu. Hammer’in çizdiği portreye ilişkin ilk şüphe, Rus şarkiyatçı W. Ivanow’un ve ardından Amerikalı İslam tarihçisi M. Hodgson’un çalışmalarıyla doğdu. Daha sonra B. Lewis, her ne kadar Nizarilere hiç sempati duymuyorsa da, Haşhaşinlere dair söylencelerin uydurma olduğunu kabul etti. Bu konuda her geçen gün daha önemli araştırmalar yayımlanıyor. Ama özellikle bizim gibi az okuyan toplumlarda, kadim klişeleri yürürlükten kaldırmaya yetmiyor elbette… (taraf) Özet Kaynakça Farhad Daftary, Alamut Efsaneleri, Yurt Kitap Yayın, 2008; Farhad Daftary, İsmaililer-Tarihleri ve Öğretileri, Doruk Yayınları, 2005; Farhad Daftary, “The ‘Order of the Assassins’: J. von Hammer and the Orientalist misreprensettations of the Nizari Ismailis”, Iranian Studies, Vol.39, No: 1 (March 2006): 71-81; Shakib Saleh, “The Use of Batıni, Fida’I and Hashishi”, Studia Islamica, No: 82 (1995): 35-43; Laurence Lockhart “Hasan-i Sabba¯ h and the Assassins”, Bulletin of the School of Oriental Studies, V (1928-30): 675-696; İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut, SU Yayınları, 2004; Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği/ Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri, Berfin Yayınları, 2010; Amin Maalouf, Semerkant (Roman), Yapı Kredi Yayınları, 1997. SİPARİŞ ve İletişim peri yayınları Niyazi Armutlu Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No.8/4 Kadıköy/İstanbul Tel: (0216) 347 26 44 Fax: (0216) 347 26 44 [email protected] kızılbaş - sayfa 52 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Özelinde Soykırımın Siyasal ve Kültürel İzleri Üzerine Kişisel Gözlemlerim Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin'de yapılan "1915 soykırımı, Toplumsal Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri" konferansına Erdem Özgül'ün sunduğu tebliğin tam metni: Arkadaşlar Merhaba, soykırımın 99. yılını geride bıraktığımız bu günlerde, bu toplantıda hep bir arada olmamız, beni gururlandırıyor. Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum. Bu toplantıyı düzenleyen, bizi bir araya getiren Kürdistani kurumlara da ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Arkadaşlar, bildiğiniz üzere önce Ermeni soykırımıyla tanıştık. Ermeni diasporasından aydınlar, devrimciler, kalemleri ve silahlarıyla canla başla çalıştılar, yüzyılın suçuyla bizi baş başa bırakmayı da başardılar. Sonrasında Yunanistan’dan bağımsız olmak üzere kimi Rum kurumları ve entelektüelleri de soykırımı dillendirmeye çalıştılar ama canlanan Türkiye ve Yunanistan ilişkileri, devletlerin dostları yoktur, ama çıkarları vardır deyiminin de bir gereği olarak Rum aktivistlerin sesinin gereğince çıkmasına engel oldu, biz onları yeterince duyamadık. Şimdi soykırımın bir boyutuna daha tanık oluyoruz, Asuri-Süryaniler bizlere Seyfo’yu anlatıyorlar. Bildiğiniz üzere seyfo kılıç anlamına gelmektedir, ilk hedefi Cizre-Botan Beyi Bedirhan tarafından katledilen Nasturilerden, son hedefi Maraşlı Kızılbaş Kürtlere kadar Seyfonun üzerinde yaşayageldiğimiz topraklarda uzunca bir tarihi var. Arkadaşlar seyfonun bir boyutu daha var, Ezidilerin neredeyse tarih sahnesinden silinmesidir bu. Yok edildiler, dertlerini anlatacak kurumları, kuruluşları, eğitimli çocukları yok henüz, onlar hakkında gereğince bilgiye sahip değiliz ve çok ilgili de değiliz eğer iğneyi kendimize batırmamız gerekirse. Bir büyük ulus daha var bu soykırımların hem uygulayanı hem de kurbanı olan, ben de bu ulusun çocuğuyum, Kürtlerden bahsediyorum, kah yok etme operasyonlarına katılan, kah yok edilen halkımdan bahsediyorum, bizleri birbirimizden ayırdılar, henüz birleşemedik arkadaşlar, bu ayrışma aynı zamanda bin yılların birlikteliğinin ayrışmasıdır, saydığım grupların hemen tamamı, kadim zamanlardan bu yana bir aradaydılar, Gılgamış destanı, Heredot tarihi ve Auskhülios’un Persler’i bizi doğrulayan en erişilebilir edebi kaynaklardır. Arkadaşlar ne yapacağız? Bir büyük lanet var, Ermenice anlamıyla bir Ağed bu, Batı Ermenistan’ın, Tur Abdin’in, üzerinde dolaşıyor, milyonlarca insan topraklarından uzakta, işgalcilerin işlediği suçun cezasını ödemeye mahkum edildiler. Anadillerinden yoksunlar, milyonlarca Ermeni Batı Avrupa’da Ermenice’nin Batı dialektini unutmuş durumda, yüzbinlerce Süryani var, bütün bu Avrupa ülkelerinde, belli bir yaşın üzerinde olan bu insanlar Süryaniceyi sular seller gibi konuşuyorlar, yaşları 50 ile 80 arasında değişiyor bu insanların, Tur Abdin’de doğmuş, büyümüşler, Lozan hukukuna göre azınlık sayılmamalarına, Süryanice okullar kuramamalarına rağmen kendi aralarında dillerini yaşatmışlar, ama sürgün bunu da fazla görüyor onlara, dillerini çocuklarına bırakamıyorlar, maalesef günümüz dünyası acımasız, pazarı olmayan bir kültürü ayakta tutamayacak kadar da hesapçı üstelik. Buna nasıl itiraz edeceğiz arkadaşlar? Bir çok yolu, yöntemi var buna itiraz etmenin. Der Zor çölüne yürüyelim arkadaşlar, ama Mezepotamya karşılayacak öncesinde bizi, bütün canlılığıyla dağları, ovaları aşacak çöle gideceğiz. Çöl bir metafordan daha fazlası değil bazen, bugün hala çölde Ermenilerin kemikleri var, biliyorsunuz Robert Fisk Deyr Zor’a gitti, toprağı azıcık eşelediğinde kemiklerle karşılaştı. Sait Çetinoğlu gitti, bulduğu insan kemiklerini çölde bir başına bırakamadı, aldı barbarlığın bugünkü başkentine, Ankara’ya getirdi bu kemikleri, evinde sakladı bu insanları, konuk etti bir zaman, sonra yapılması gerekeni yapıp defnetti bu insanları. Onlar çöle gittiler, gelin biz de kendi çölümüze gidelim arkadaşlar. Bugün kızılbaş - sayfa 53 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sayısını bilmediğimiz, bilmekte istemeyeceğimiz kadar çok insan kemiği çıkıyor Diyarbakır’dan, Dersim’den, Elazığ’dan, Bitlis’ten, Mardin’den, Şırnak’tan, Hakkari’den... bu kemiklerin tamamı günümüzün Kürt ülkesinden çıkıyor. Arkadaşlar bu tarihin üzerini örtmenin bir diğer adıdır bence, bugün ki Türkiye’nin neredeyse tamamını gezdim, istisnasız gittiğim her yerde de soykırıma uğramış insanların kemiklerini gördüm. Değirmenler, kiliseler uçurum boşlukları birer toplu mezar yeri bir çok şehirde. Buna rağmen bugün ve sadece kadim Ermenistan’dan, Tur Abdin’den insan kemiklerinin çıkması, ve bunun ele alınış biçimi dikkate değer bir durumdur. Diyorlar ki, son otuz yıldır Türkiye’yi kimi çeteler yönetiyor, yönetimde etkili oluyor ve bunlar Kürt gerillalarını, sivil Kürtleri öldürdü ve toplu mezarlara gömdüler, böylece sayısı hayli fazla olan bu kemikler tarihin sessizliğine gömülmüş oluyorlar. Öncesini inkar edip yok ettiler sonrasını da oldu bittiye getirip yok etmek istiyorlar arkadaşlar. Arkadaşlar empati yapalım, nasıl öldü bu insanlar, nasıl kuruyup kaldılar ve etleri kemiklerinden nasıl ayrıldı? Der Zor bütün Mezepotamyadır bugün, biraz oraya gidelim bunu göreceğiz. Seyfo kelimesine takıntılı olduğumu anlamışsınızdır, bu sözcüğü ve anlamını Asuri-Süryanilerin yoğun hareketlilik gösterdiği son yıllara kadar duymamıştım, bilmiyordum. Dersim’de, Ovacık’ta Munzur nehrinin kaynağı üzerinden başlar düz ova, ötesi dağlıktır, ben bu ovada doğdum. Ovanın başında bir düzyazı vardır, Jar-Ziyaret köyü topraklarına dahildir burası, dümdüz bir arazidir, tarıma son derece elverişlidir ve hazine arazisidir, elbette Hazine’ye Ermenilerden kalmıştır, ben çocukken küçük bir kısmını köylüler ekiyordu bu arazinin, 10 yıl üst üste ekerse herhangi bir çiftçi burayı ve bunu da kanıtlarsa hazine araziyi ona devrediyordu, ya da bu bir söylentiden ibaretti, çünkü hazineden toprak alan olmadı hatırladığım kadarıyla. Bahsettiğim arazi baharda çok güzeldir, bilirsiniz Munzur vadisi bitki çeşitleri çok yoğun bir ovadır, bu çeşitlerin önemli bir bölümü de bahar aylarında bu boş tarlalarda filizlenir, yaza doğru kururlar ve yalnızca kökleri kalır. Amcam bu araziler üzerinde bir tarla ekmişti, kuzenim tarlayı sulamaya bizi de beraberinde götürdü, arazinin gülü çiğdemi kurumuştu, yaz aylarıydı, beyaz parıltılar dikkatimizi çekti, kuzenim altın bulduğunu sanıp koştu ve titreyerek bize doğru geri geldi, gördüğünü görmememiz için bizi engellemeye çalıştı ama o kadar etkilenmişti ki, gördüğünü görmezsek meraktan ölürdük. Vardık ve çıplak bedenleri gördük orada, bir kaç ceset ve kafa tasıydı gördüklerimiz ama benim aklımda özellikle bir tanesi yer etti, en küçük kafatası oydu ve alın çatısından vurulmuştu, tas keskin bir cisimle yarılmış, kesilmişti. Seyfo’yu ilk orada gördüm, bilinçsiz bir şekilde toprağı kazdım, elleri, kolları çıkardım, kıyımın ya da ölümün bilincinde değildim henüz, okula bile başlamamıştım, Türkiye’de okula gitmemişseniz kötülük nedir öğrenemezsiniz bir türlü hani. Ve evet, insanlar çıplaklardı, diyelim ki bacak ikiye bölünmüştü. İlk orada yakalandım, burada birileri birilerini kesmişlerdi, benden gizlenen, fısıl fısıl konuşulan buydu işte aile içinde. Sonra büyüdüm. Biliyorsunuz Dersimli Kürtler son derece barbar, hain ve sinsi insanlardır, bundan dolayı da haddinden fazla karakol, okul vs devlet kurumu var memleketimizde. Diyarbakır cezaevindeki şiddetli direnişten sonra, (Burada sırası gelmişken Recep Maraşlı Abiye, Nuran Çamlı Maraşlı Ablaya, Hovsep Hayren’i Akhparige zulme prim vermedikleri, zindanlarda insan onurunu ayakta tuttukları için teşekkür etmek istiyorum huzurunuzda) gerilla mücadelesinin de büyümesiyle bizim medenileşmemiz elzem bir hal aldı. İyi de nerede adam olacağız? Elbette yatılı bölge ilköğretim okullarında. Bu yılları soykırım açısından özellikle önemsiyorum arkadaşlar. Bir keresinde kar var, çok kar yağardı Ovacık’ta, 3 ile 5 metre arası kar yağardı. Yatılı okulun bir otobüsü vardı, okul Mercan köyü tarafındaydı, Ovacık’ın hayli dışındaydı haliyle, bu otobüste biz çocuklara askeri marşlar söyletirler, rütbeli askerler, erlerin, piyadelerin analarına bacılarına küfrede ede bizi Ovacık’a götürür, getirirlerdi. Bize hep piçler derlerdi, Ermeni piçleri derlerdi. Apo’nun piçleri demiyorlardı henüz, Aramın piçleri, Khatçik’in piçleri diyorlardı, yani Ermeni isimleri sayıyorlardı sürekli. Bir keresinde gerillalar öğretmenleri alıkoymuştu, bu otobüste askeri marşlar ve küfürler arasında seyahat ederken biz, otobüsü komuta eden subay telsizden haberi alınca bizi arabadan indirdi, askerlere ayakkabılarımızı da çıkarmamızı emretti, çıkardık karda çıplak ayak onlar Ermenilere küfretti biz tekrarladık ve koştuk, sanıyorum bir yarım saat böyle koşturulduk, okula varıncaya kadar yani, sonra bizi bir salona götürdüler okulda ve bizi terbiye ettiklerini, böylece Ermeni “babalarımızın” fitnelerine uymayacağımızı söylediler. Şimdi şöyle bir şeyi düşünmeliyiz arkadaşlar, eylemi yapan Kürt gerillaları, ve bizler de Kürtçe konuşan Kızılbaşlarız, o halde neden, suçlanan neden Ermeniler, neden onlara küfrediliyor ve bu işkenceye biz de hem ortak, hem de kurban ediliyoruz, bu çocuklarda Ermeni nefretini geliştirmek için mi yapılıyor? Bu salon toplantıları ve Ermeni aleyhtarı konuşmalar rutin halini aldı gerilla savaşı büyüdükçe. Artık Apo yavaş yavaş Ermeni piçi olmaya başladı, ona da küfredilir oldu. Şemdin Sakık sünnetsiz Ermeni oldu, bir sürü Ermeni türedi devletin dilinde, isyanın adı Ermenilikti. Dişlerini sıka sıka tüm bunları anlatırlardı bize, yatakhanelerin bir bölümünde askerler yatarlardı, birbirimizi görmüyorduk ama aynı yemekhanede kahvaltı yapıyorduk. Birgün bu askerler ellerinde bir listeyle geldiler, çocukların soyadları hala aklımda, saydılar ve elliye yakın çocuğu hamama götürdüler, okulda çok daha fazla çocuk var neden sırf bu grup, neden biz değiliz de onlar diye düşünüyorduk, çocukların ağlama sesleri geldi ve sonra çocuklar geldiler sünnet elbiseleri içindeydiler, gelişi güzel sünnet etmişlerdi bu çocukları, beyaz sünnet elbiselerinin karın altı kısmı kıpkırmızı, evet arkadaşlar bu çocuklar Ermeni çocuklarıydılar. Onlara Ermeni olduklarını böyle söylediler, rızalarını almadan sünnet ederek, bize bunu yapmadılar, sünnet olmayan Kızılbaş yok, ille olacağız biliyorlar ama Ermenilere güvenemiyorlardı ki işlerini sağlama aldılar. kızılbaş - sayfa 54 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Arkadaşlar Futbol asla yalnızca futbol değildir derler. Böylesine sorunlu bir yönetim geleneğine sahip ülkelerde okullar da sadece okul olamıyorlar maalesef, sizin kendinizden tiksinmenizi sağlayan birer toplama kampı oluyor böylesi mekanlar, öyle ki eğitmek ve cezalandırmak fiilleri birbirinin eş anlamlıları haline geliyor. Benim bir hayalim var arkadaşlar, bir şeyi çok istiyorum. Mercan’daki eski Ovacık yatılı bölge ilk öğretim okulunun bütün binalarının temelden yıkılmasını, zemininin incelenmesini istiyorum, bunu deliler gibi istiyorum. Bu okulun sadece içi değil, zemini de son derece sorunlu, onu oraya kuranların günahını beton zemin içinde taşıyor. Bu okula bir ek bina yapılıyordu ben orada öğrenciyken, son derece abartılı derin bir zemin kazılınca biz bütün çocukları bir merak aldı, Ovacık’ta Kışla adını verdikleri bir köy var, bu köyün kışlası derler ki dört kat yeraltına iner, işte aklımızda o karakol var, öyle bir şey olacak sanıyoruz, bir gün hepimiz teneffüs yapmışız, okulun bahçesindeyiz, bir kaç tane sarı kamyonet geldi, bu kamyonlar tepeleme kemik dolu, ama üstleri örtülmemiş, çıplak haliyle kemikleri görebiliyorsun, dikkatle bakıyorsun hayvan değil, at, eşşek, inek değil, belli insan kafası, ve bu kafataslarını o kadar öğretmenin, askerin, çocuğun gözleri önünde o zemine dökmezler mi, bu beni bitirdi. Şöyle yapıyorlar, Sabancının Beton SA mı ne bir şirketi var, SA amblemi var her halükarda çimento arabalarının üzerinde, bir kaç işçi aşşağıda, kemikler boşaltılıyor yukarıdan, işçiler düzeltiyor onları aşağıda ve aralarına çimento döküyorlar, kemik dökülüp düzeltildikçe beton örülüyor, ve düşü- nebiliyor musunuz, buna bir Allahın kulu hayır yapmayın, bu yanlış bir uygulamadır demiyor, diyemiyor, tek tek insanların yüzüne bakıyorsun bir anlam değişmesi yok, bir incinmişlik hissi duyamıyorsun, “adam sen de bizim değil zaten Ermenilerin kemikleri, bizim aşiretler ölüsünü ortada mı bırakır, alır gömerler,” diyor okulun aşçısı yamağına, tek teselli bu yani, kemikler 1938’in değil, haliyle bizim değiller, rahatlayabiliriz yani. Durum budur arkadaşlar, soykırım budur, çöl burasıdır. Biz bunları kendi gözlerimizle gördük, öyle sanıyorum ki bütün Kürt çocuklarına, Kızılbaş çocuklarına da gösterdiler bunu. Neler yapacaklarını, ne kadar ileri gidebileceklerini gözümüzün içine soktular, onun için diyorum ki kendimize dönelim, babaları Ermeni, Süryani, Rum, Ezidi olmayan bizlerin anneleri, büyük anneleri bu gruplardan birinden ve soykırımın resmi onların bıçaklanmış gövdelerine kazılı, buraya bakalım, buna kayıtsız kalmayalım. Babaları katil anaları kurban insanlarız bizler, 20. yüzyılın bu ilk soykırımında bizim de elimiz var, sorumluluk hissetmiyorum, demeyelim. Aksine bunun hesabını verelim, çölü aşalım arkadaşlar, o zaman Khatçik Muradian’ın murat ettiği gibi: “Gerekli olan adaletin ta kendisi”ni sağlayabiliriz. Not: 10.05. 2014 tarihinde Berlin'de yapılan 1915 Soykırımı ve Kürt, Ermeni, Asuri-Süryani İlişkileri Konfensına sunduğum bu tebliği mot a mot okumak yerine spontan bir özetini sundum, konferansa katılan, ya da internet üzerinden izleyenler konuşmamın bu metnin özeti olduğunu göreceklerdir. Erdem Özgül Gelawej/ 10 Mayıs 2014 günü Berlin’de yapılan “1915 soykırımı, Toplumsal Sorumluluklar ve Roller; Kürt, Armeni, Asuri-Süryani İlişkileri” konferansına yazılı belgelerini Gelawej sitesinden ulaşılması mümkündür http://gelawej.net kızılbaş - sayfa 55 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Arguvan bilgi şöleninde türkü, deyiş, semah Kültür ve Turizm Bakanlığı, İnönü Üniversitesi, Arguvan Kaymakamlığı ve Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri ‘Arguvan Halk Kültürü’ konulu 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu yoğun katılımla gerçekleştirildi. Ortadoğu, Akdeniz, Doğu-Batı ve İslam kültürlerinin orijininde yer alan güzel Anadolu’muz, binlerce yıllık geçmişi ve tarihinde var olan birçok farklı kültürün etkisiyle nadir görülen bir kültürel zenginliğe sahiptir. Bu zenginlik, müzik kültürümüze de yansımıştır. İki oturum şeklinde gerçekleştirilen bilgi şöleninin ilk bölümünde İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Konser Salonu’nda gerçekleşen 4. Ulusal Arguvan Sempoz- yumu’nun açılış töreninde, Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Asım Aydoğdu, Arguvan Kaymakamı Zafer Oktay, İnönü Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. İsmail Özdemir, Arguvan Belediye Başkanı Mehmet Kızıldaş birer konuşma yaptılar. Ülkemizin müzik kültürünün ayrılmaz parçası olan Arguvan türküleri de bundan kendine düşen payı almıştır. Kültürüyle, yaşam biçimiyle, inanç ve değerleriyle oldukça özel bir konumda olan Arguvan ilçemizin türküleri ve deyişleri adeta Türk halk müziğini besleyen ulu bir pınar, bir çağlayan; sıla hasreti çekenlere memleket; âşıklara yaren, dertlilere derman, yokluk çekenlere servet olmuştur.” dedi. “ARGUVANLININ AKLININ BİR PARÇASI SILADADIR” Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Asım Aydoğdu, açılış töreninde yaptığı konuşmada: “Arguvanlılar da Anadolu’da yaşayan diğer insanlar gibi birçok nedenden ötürü, memleketlerini terk etmek ve gurbete gitmek zorunda kalmışlardır. Ancak, Arguvanlıları diğer insanlardan ayıran önemli bir fark vardır. Arguvanlı, dünyanın neresine gurbete giderse gitsin; aklının bir parçası sılada, Arguvan’da kalan insandır. Arguvanlı, gurbette olduğu her an sılasını düşünen ve bir gün oraya dönmenin hayaliyle yaşayan kişidir. Arguvanlı bilir ki yolcunun son durağı, yola çıktığı yerdir. Çünkü bir Arguvanlı için fiziksel doyum ne kadar önemliyse ruhsal doyum da o kadar önemlidir. Arguvanlının ruhunu doyuran tek şey sılasıdır. İşte bu nedenle Arguvan’ı, Arguvan kültürünü ve Arguvanlıyı daha yakından tanımak gerekmektedir. Aslında Arguvan bir semboldür ve bir kültür mirasının ortak adıdır. Kültürlerin sınırları olmadığı için onlar bir bölgenin adıyla anılsa dahi çok daha geniş bir coğrafyanın ortak mirasıdır. Bu yüzden, Arguvan’ı tanımak Türkiye’yi tanımak adına büyük bir başlangıç adımıdır. Biz de daha önce üç kez Ankara’da düzenlediğimiz sempozyumlardan sonra; bugün burada dördüncüsünü düzenlediğimiz Ulusal Arguvan Sempozyumu ile Arguvan’ı tanımak adına bir adım daha S u l t a n K I L IÇ atacağız. Dahası gelecek kuşaklara bu bilgi şöleni dâhilindeki birikimleri, sözlü olarak değil, yazılı olarak aktaracağız.” ifadelerini kaydetti. “ARGUVAN TÜRKÜLERİNDE DAĞLARININ KOKUSU” Bugün ayrıca dışarıdan bakan sıradan bir gözün göremeyeceği bir kültürün en kıymetli meyvesi olan Arguvan türkülerinin özünden de doya doya içmek için buradayız. Çünkü Arguvan, türkü demektir. Arguvan, dünyanın neresinde olursa olsun bir Arguvan türküsü dinlediğinde duygulanan insanların memleketidir. Arguvan, uzun yıllar gitmediği memleketini bir Arguvan türküsü ile gözünde canlandırabilen, dağlarının kokusunu duyabilen, yaylalarının rüzgârını hissedebilenlerin memleketidir. “EZGİLER, BÜYÜK OZANLARDAN BESLENMİŞTİR” Arguvan’ın türkü mirasını gittikçe zenginleştirdiğini söyleyen Prof. Dr. İsmail Özdemir: “Müziğin yaşamla özdeşleştiği Arguvan'da ezgiler büyük ozanlardan beslenmiş, birçok ozan da Arguvan deyişlerini özümsemiş, onlara kendi yaşamını da katarak kendi süzgecinden geçirmiştir. Çok sayıda halk ozanı yetiştiren Arguvan, geleneğini sürdürerek sonraki kuşaklara türkü mirasını gittikçe zenginleştirerek aktarmıştır. Arguvan, gitmek zorunda olduğu gurbet ellerinde bir türkü süresince yuvasına gidip gelebilen insanların memleketidir. İşte biz de hep beraber türkülerimizi söyleyeceğiz. Hayatın ta kendisini anlatan; gurbette ruhumuzu doyuran; bize ayna tutan; hayallerimizi, umutlarımızı, hayal kırıklıklarımızı, gurbetimizi anlatan ve bizi bir arada tutan en güçlü bağ olan Arguvan türkülerini söyleyeceğiz.” dedi. Bu aktarımın devam edebilmesi için, Arguvan türkülerinin ve deyişlerinin orijinalliği bozulmadan, Arguvan ağzıyla, yöresel çalgılardan ve yörede yetişmiş sanatçılardan yararlanılarak kayıt altına alınması gerekmektedir. Arguvan türkü kültürünün korunması ve gelişmesi için ozanlarımızın ve mahalli sanatçılarımızın desteklenmesi, Arguvan ve Arguvan türküleri üzerine yapılacak araştırmaların özendirilmesi, kültürel ve turistik açıdan Arguvan’ın gelişmesi için gerekli tanıtım ve altyapı faaliyetlerinin icrasında; üniversitemize, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, müzikseverlere büyük görevler düşmektedir.” ifadelerini kaydetti. “NADİR GÖRÜLEN ZENGİNLİK VAR” KÜLTÜREL “SEVGİ VE HOŞGÖRÜNÜN MÜZİK YOLUYLA AKTARILMASI” Sempozyumun açılışında konuşan İnönü Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. İsmail Özdemir: “Ülkemiz tarihin derinliklerinden süzülerek gelen ve çeşitli kültürlerin harman olduğu, zengin bir geçmişe sahiptir. Coğrafi konumu gereği Türkülerin Arguvan kültüründe önemli bir yere sahip olduğunu ifade eden Arguvan Kaymakamı Zafer Oktay ise: “İlçemiz Arguvan, Türkiye'de önemli bir yere sahip kültür yörelerinden biridir. Gerek âşıklık geleneği, gerekse müziği açısın- kızılbaş - sayfa 56 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan oldukça zengin bir derinliğe ve birikime sahip olan ve Anadolu’nun coğrafi anlamda küçük bölgesi olan Arguvan ilçesinin, ulusal ve uluslararası arenada büyük bir yere sahip olmasının sebebi; sevgi ve hoşgörünün yalın bir biçimde müzik yoluyla insanlara aktarılmasından geçmektedir. İlçemizin kültürel zenginliğinin önemli bir ayağı olan Arguvan türküleri; ulusal müziğimizin önemli bir dokusunu oluşturmaktadır. Geçtiğimiz yıl Mart ayında; "Sözlü Gelenekler ve Anlatımlar Gösteri Sanatları” alanında, Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından, Somut Olmayan Kültürel Miras Ulusal Envanterine katılan Arguvan türkülerimiz, kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasında önemli bir görev üstlenmiştir. “ARGUVAN’A EKONOMİK, SOSYAL VE KÜLTÜREL KATKI” Bu anlamda, türkülerimizin ve yöremizin ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtımını sağlamak amacıyla, her yıl gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Türkü Festivali ile ilçemize ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan büyük katkı sağlanmaktadır. Diğer önemli bir çalışma da yine Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından planlanan ve oluşturulan komisyon marifetiyle “2013 Yılı Planlı Halk Kültürü Alan Çalışmaları" kapsamında ilçemizde halk kültürü çalışmaları tamamlanarak, bugün de sonuçlarını tartışacağımız, halk kültürü alanında ortaya çıkan bilgi ve belgeler. Bu belgeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı arşivlerine kaydedilerek bilimsel bir veri tabanı oluşturulmuştur.” dedi. Kaymakam Zafer Oktay, sözlerini şöyle sürdürdü: “İlçemizin bir diğer zenginliği de Arguvan yöresinde ve yakın çevresinde bulunan türbeler ve mezarlar, yöre halkının manevi dünyalarının başlıca inanç odaklarıdır. Bu bakımdan Arguvan yöresi ve yakın çevresi inanç turizmi bakımından önemli bir potansiyele sahiptir.” ifadelerini kullandı. “EN GÜZEL SEVDA ŞİİRLERİ VE HASRET TÜRKÜLERİ ARGUVANLILARDAN” Bu yıl Türkü Festivali’nin 2-3 Ağustos 2014 tarihleri arasında gerçekleşeceğini açıklayan Arguvan Belediye Başkanı Mehmet Kızıldaş ise: “Arguvanlılar; en güzel sevda şiirlerini, en güzel hasret türkülerini söylemişlerdir. Ayrılık türkülerini söylemişlerdir. Bu nedenle de her yöreden, her bölgeden insan, Arguvan türkülerini severek ve keyifle dinler ve söyler. Arguvan kurumları, Arguvan türküleri adına çok güzel etkinlikler düzenlediler. Bunlardan birisi bugünkü 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu ve 6. Arguvan Türkü Günleridir. Bu hafta sonu 27 Nisan 2014 tarihinde Arguvan Vakfı tarafından İstanbul’da 14. Arguvan Türküleri Ses Yarışması, İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nde yapılacaktır. Arguvan Türkü Festivali ise 2-3 Ağustos günlerinde Arguvan’da düzenlenecektir.” dedi. DERECEYE GİREN ŞİİRLER SESLENDİRİLEREK ÖDÜLLENDİRİLDİ Törende 4. Ulusal Arguvan Sempozyumu kapsamında düzenlenen Arguvan konulu şiir yarışmasına 19 kişinin katıldığı ve bunlardan birinciliği Ümit Çalışıçı’nın, ikinciliği Musa Aslantaş’ın ve üçüncülüğü ise Murat Eren’in aldığı açıklandı. Yarışmada ikinci ve üçüncü olanlar törende hazır bulunarak şiirlerini seslendirdiler ve ödüllendirildiler. Sempozyum öncesinde Arguvanlı Halk Müziği Sanatçısı Erhan Yılmaz’ın sazı ve deyişleri eşliğinde Arguvan yöresine özgü simgesel Semah gösterisi yapıldı. “YÜKLÜ BİR AĞIT VE HALK TÜRKÜLERİ BİRİKİMİ” Açılış töreninın ardından bilgi şöleninin sunumuna geçildi. Prof. Dr. Turan Sağer yönetimindeki sempozyumda Folklor Araştırmacısı Hakan Sinan Mete, Öğretim Üyesi Doç. Dr. Banu M. Dönmez ve Uzman Antropolog Hüseyin Şahin konuşmacı olarak katıldılar. Sempozyumda konuşan Malatya Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde görev- li Uzman Antropolog Hüseyin Şahin: “Ağıtların bir biri ardına söylendiği ölüye ağlama törenlerini sadece kadınlar düzenler ve yürütürler. Bunlar ölünün anası, bacısı, yakın akrabaları, komşularıdır. Ağlama töreni ya ölünün başında ya mezarında ya da Arguvan yöresindeki söylenişiyle “Esvap (çamaşır, giysi) dökme" denilen, ölünün birkaç parça çamaşırı, yılın bazı zamanlarında (üçü, yedisi, kırkı, ilk bayramı gibi) ortaya çıkartılarak yapılmaktadır. Arguvan yöresinde ölü başında ağlamada ağıtları ya köylerde ağıtçı kadınlar ya da iyi türkü çığıran kadınlar yakarlar. Ağıtlara, orada bulunan ve törene iştirak eden kadınlar katılırlar. Odaya her yeni gelen kadın, ölünün en yakını sayılan kadının boynuna ağlayarak sarılır. Ölüye çok yakın olanlar acılarım belirtmek için saçlarını başlarını yolar. Bazen tırnaklarıyla yanaklarım tırmalarlar. Ağıt töreninde, kadınların başı alınlarından bir bezle genelde bağlıdır. Bu alın bağlama biçimi yasa gelen kadınlar için de geçerlidir. Alnına bağlanan dolak, yazma beyaz ya da siyah renkli olmakta ve bu yasın simgesi olarak gözükmektedir. Arguvan çevresinde söylenen ağıtlarda ölünün vücutça, huyca övünülecek tarafları bir bir sayılır. Onun yiğitliği, güzelliği, boyu, endamı övülür. Yöre ağıtları ortak bir karakteristik gösterir. Cenazenin defnedildiği mezardan bir avuç toprak alınarak, mezar başında ağıtlar yakarak ağlayan yakınlarının üzerine serpilir. Toprağın tüm acıları temizlediğine, bir daha böyle bir acının yaşanmaması dileğine işarettir. Bunda yöredeki ölü ve ölüm, gurbetlik anlayışının ilgili gelenek ve törelerin benzer olması etkili olmuştur. Yüklü bir kızılbaş - sayfa 57 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ağıt ve halk türküleri birikiminin var olduğu Arguvan ve köylerinde, derlenen ağıtların birbirleriyle olan benzerlik ve aynılık derecelerinin neler olup olmadığını da çalışmamızın sonunda belirtmeye çalıştık.” şeklindeki ifadeleri dile getirdi. ma üretim olduğundan notaya almak zor oluyor. Yerel ağzın hâkim olduğu; aman, of, ölem gibi yerel ağzın ünlemlerinin sıkça kullanıldığı görülüyor.” diyerek Arguvan türkülerinin biçimsel ve içeriksel açıdan derinlemesine incelenmesi gerektiğini vurguladı. hissettik. 17 köye gittik; yaklaşık 13- 14 köyde hemen hemen tüm konularda çalışma yapabildik. Bazen tek kaynak kişiyle üç saatlik çalışmalarda bulunduk. Herkese teşekkür ediyorum, özellikle Arguvan halkına teşekkür ediyorum.” diye sözlerini sürdürdü. “ARGUVAN, DİĞER DİLLERDEN EN AZ ETKİLENENDİR” Dinleyenlerin sadece müzikle uğraşanlardan oluşmadığını, genel çoğunluğu sıkmamak için ayrıntıya girmediklerini, sunumların kitaplaştırılması aşamasında daha ayrıntılı bilgilerin yayımlanacağını da dinleyicilerden gelen soru doğrultusunda ifade etti. Folklor Araştırmacısı Sabahiye Noraşin, Arguvan’da geleneksel ve dinsel etkileşimle ölüm kavramını sundu. Slayt eşliğindeki sunumunda ölüm olayında, ölünün defni sırasında ve sonrasında gerçekleştirilen tüm eylemleri derlemeleri kapsamında örnekledi. “ATMA’NIN KÜRTÇE TÜRKÜLERİ, ARGUVAN TÜRKÜLERİNDEN FARKLI” Folklor Araştırmacısı Yasemin Gümüş, Arguvan’da evlenmenin tüm aşamalarını yine slayt eşliğinde köylerden örneklerle anlattı. İzmir Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nde görevli Folklor Araştırmacısı Hakan Sinan Mete ise: “Arguvan Türkçesi, Türkçenin Oğuz gurubunda yer almaktadır. Arguvan'da kullanılan Türkçeye en yakını Gagauz Türkçesidir. Her dil gibi ilişkiye girdiği dillerden etkilenmiştir. Osmanlı döneminde Arapça ve Farsça’dan, son yıllarda ise Avrupa dillerinden kelimeler almıştır. Ancak dilin temel yapısı bozulmamıştır. Arguvan, Türkçeler içinde belki de başka dillerden en az etkilenen bölgeyi oluşturmaktadır. Arguvan ezgileri, halk müziği edebiyatında Arguvan ağzı, Arguvan makamı, Arguvan havası olarak geçer. Bir görüşe göre Arguvan türkülerinin çıkış kaynağı olarak Dolaylı Mahallesi (Halpuz) gösterilse de genel anlamıyla Arguvan ilçesi ve köylerinden doğup çevre il ve ilçelere yayıldığı söylenebilir. Günümüzde Elazığ (Şeyh Hasan), Malatya (Atabey) Yazıhan ilçesi, (Karaca, Fethiye), Hekimhan ilçesi (Ballıkaya, Başkavak, İğdir, Hasançelebi, Hacılar) köylerinde Arguvan ağzının etkisi görülmektedir. Ağız, halk müziğimizde yöresel konuşma farklılıklarını karşılar. Okuyuş tavrı, üslup ve tarz, yörelerin ayırt edici özelliğini oluşturur. Edebiyat alanında “diyalekt” olarak adlandırılan bu duruma halk müziğinde ağız (Azeri ağzı, Arguvan ağzı, Rumeli ağzı, Barak ağzı, Karadeniz ağzı vb.) adı verilmektedir.” “SEMPOZYUM SUNUMLARI KİTAPLAŞACAK” Doç Dr. Banu M. Dönmez: “Her şeyden önce Arguvan türkülerini kategorize etmeliyiz. Bu kategorize biçimsel ve içeriksel açıdan olmalı. Arguvan türkülerini uzun hava ve kırık hava diye iki ana bölüme ayırabiliriz. Arguvan havası denmesinin kaynağı da Arguvan’da uzun havanın daha çok üretilmesindendir. Müziği oluşturan tüm öğeleri ele almalıyız. Çalgılardan sözlere, ağız yapısından ezgiye, makama, kullanılan çalgıların yapısına kadar tüm öğeleri ele almalıyız. Bazen iki kişinin birlikte sazla ürettiği görülüyor. Doğaçlama ve yarı doğaçla- Atma türkülerinin Arguvan türkülerinden ayrı tutulmasının doğru olup olmadığının sorulması üzerine Prof. Dr. Turan Sağer şunları ifade etti: “Arguvan türküleri ile Atma yöresinde Kürtçe söylenen türküler arasında fark olduğunu düşünüyorum. Yöresel ağızdan ve seslendirmeye etkisinden söz ediliyor. Atma yöresinden üç yöresel sanatçıyla görüştüm, bu bağlamda söylüyorum. Yöresel söyleyiş biçiminden kaynaklanan bir fark bu. Daha çok deyiş tarzını gördüm.” şeklinde açıklamada bulundu. Sempozyumun ilk bölümünün sunumu sırasında birkaç kez kısa süreli elektrik kesintisi yaşandı. Kısa bir aradan sonra sempozyumun ikinci bölümüne geçildi. İkinci bölümü İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nden Doç. Dr. Bülent Yılmaz yönetti. “ARGUVAN’DA KENDİMİZİ MEMLEKETİMİZDE HİSSETTİK” Kültür ve Turizm Bakanlığı Şube Müdürü Gülsen Balıkçı, Arguvan’ın hangi köylerinde, nasıl çalıştıklarını, hangi yöntemlerle alan çalışması yaptıklarını açıkladı. Arguvan halkına teşekkürleriyle konuşmasına başlayan Balıkçı: “Arguvan, bu araştırmalar açısından çok rahat ve verimli bir yer. Halkın yaklaşımı, bilgileri derleme açısından çok elverişliydi. Orada kendimizi memleketimizde “ARGUVAN KÖYLERİNİN ADLARI KULLANILSIN “ ESKİ Sempozyumun son konuşmacısı Folklor Araştırmacısı Zuhal Kasap ise Arguvan’ın mutfak kültürünü; yemeklerde kullanılan araç gereçlerden yiyecek malzemelerine, özel gün yemeklerinden günlük yaşamdaki yemeklere varıncaya dek yemeklerin yapılışlarını slayt eşliğinde gözler önüne serdi. Dinleyicilerin soru ve önerilerine yer verilen bölümde bir dinleyici, Arguvan köylerinin yeni adlarını kendilerine hitap etmediğini, yeni adlarla köyleri tanıyamadıklarını, söyledi. Bu nedenle sunumlarda köylerin eski adlarının kullanılmasının, yeni adlarınsa parantez içerisinde kullanılmasının daha uygun olacağını, bu ricalarının sempozyum sunumlarının kitaplaştırılma aşamasında dikkate alınmasının yararlı olacağını vurguladı. Sempozyumun ardından sempozyuma katılan tüm konuklara Arguvan kömbesi ve yoğurtlu çorbası ikram edildi. İkramlardan sonra 6. Arguvan Türküleri kapsamındaki Arguvan türküleri konserini dinlemek üzere Turgut Özal Kongre ve Kültür Merkezi’ne geçildi. [email protected] kitap dergi gazete afiş baskı işlerinizde bir de bizden fiyat teklifi isteyiniz!.. grafir dizgi tasarımlarınız itina ile yapılmaktadır. Ali Ülger [email protected] kızılbaş - sayfa 58 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HATAY’DA HOŞ GÖRÜNÜN KAYNAĞI NUSAYRİLER Yemenden kalkıp kaç göç dalgaları halinde Anadolu’ya geldiler. İnanışlarından dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama her yerde izledi onları büyük kırılmalara tabi tutuldular ama “ehlibeyt yolundan dönmediler”. (Bulut,2001:95) “Osmanlı belgelerinde, Fellahlar “Çukurovanın, Amik’in, daha doğrusu Akdeniz Bölgesinin en eski sakinleri” (Yeğenoğlu, 2001) olarak geçer. İlber Ortaylı’ya göre onlar, bir zamanlar Türkmenlerle çevrili bir denizde Arapça konuşan etnik bir gruptu. Kendi aralarında iletişim kuvvetliydi. Lazkiye ile Mersin’deki Nusayriler (Fellahlar) kendi aralarında haberleşiyorlardı. Kız alıp veriyorlar, ortaklık kurup ticaret yapıyorlardı.” (Ortaylı, 1999: 42)“ (Aslan,2005:27) “Fellahların Varlığına ilişkin ilk kayıtlarda Kanuni Sultan Süleyman devrinde, 1528’de Adana sancağındaki vergi defterlerinde Karşılaşılmaktadır. O devirde Fellahların ismi Garipler Cemaati olarak geçmektedir. (Serin, 1995: 146). O dönemlerde Çukurova’da, Bahçeciler olarak tanımlanmakta idi. Gerçekte de Fellahlar 1970’lere kadar yoğun olarak çiftçilikle uğraştılar ve hala uğraşmaktadırlar. “(Gökçeli, 2001) O yüzden Antakya yöresinde dinsel inanışlarından dolayı “Aleviler” olarak anılmalarına karşılık, Adana ve Mersin yöresinde, kendilerini kızdıran zaman zaman kendilerinde aşağılandıkları fikrini uyandıran, Arapça çiftçi anlamına gelen “Fellah” yada “Arapuşağı” kavramlarıyla anılmaktadırlar ”(Ünlüer, 2001)“ (Aslan,2005:28) Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada Halep’teki büyük yerleşimleri sırasında Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan Selim binlerce Nusayri’yi kırmasıyla Lazkiye dağları’nın doruklarına çıkan Nusayriler, bir anlamda göçebelik ,tehcir,tecrit ve yoksulluğa mahkum edildiler.Nusayri adını, 11.İmam Hasan el askeri’nin müridi Muhammed bin nusayr’dan aldıkları yolundaki rivayetin akla yatkın olduğunu yazar Faik bulut makalesinde belirtir. Fakat yazar-eğitimci Mehmet Karasu’ya göre bu adlandırmanın tarihi gerçekliği yoktur: “Zira Alevilik Muhammed ibn Nusayr tarafından değil,bizzat imam ali tarafından kurulduğunu iddia eden bilim adamaları vardır. Aşağıda izah edileceği gibi ilk ayrışmalar Gadir Hum biatına dayanmaktadır. (Karasu,2006:117) Mehmet Karasu makalesinde bu iddialara Şöyle karşılık verir: “İkincisi, Muhammed ibn Nusayr peygamber değildir. Ehlibeyt’in sevgisini ilmini ahlakını, edep ve dürüstlüğünü bize aktaran bir ehlibeyt bilginidir. O ve kendisinden sonra gelenler; Muhammed Bin Cündüp, Abdullah Cennan Cembalani, Hüsey Bin Hamdan El Hasibi, Muhammed Bin Ali El Cilli, Mekzun el Sincari….Alevileri içine düştüğü zillet, sefalet, umutsuzluk, ve esaretten kurtulmak için çalıştılar.Bunlar her şeyden önce din tasavvuf ozanıdırlar. Görüş ve inançları tasavvuf felsefesi ve “Vahdet-i vucud “kuramı dediğimiz, eski Grek Latin filozoflarından esinlenen “islami felsefeyi benimsemişlerdir. Bu gün mevcut olan elyazması yapıtlardan bunu anlamak mümkündür. Alevilerin Tanrı anlayışı anlatılırken bu özellikler hep göz ardı edilmişlerdir.” (Karasu, 2006: 117) Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bu bölgede ikamet etmiş,Hz.Ali yandaşı olan bu kuvvete ‘nasara /nüsra ‘ (yandaş,zafer kazanan )adı verildiğinden, yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes aynı isimle anılmış. (Bulut, 2001, 96), Kaç göç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı sıra,sürek surak,suvarık (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına neden oldu. Yoksul halk,açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek,ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı ; Arapça ‘felahül-ard’ (toprağı işleyenler) İbaresinden kendilerine ‘fellah’ adı verildi bu yüzden.Uzun süre Hristiyan ve Müslüman ağaların yanında marabalık yaptılar.Zamanla toprak sahibi olup rançberlik ,bağcılık ,bostancılığı bir meslek haline getirince, bu kez,Arapça ‘fellah’ (rençber,köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. ‘Arap uşağı’ yakıştırması,Atatürk zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından, üstün bir ünvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son demlerinde bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir defterlerine ise garipler cemaati olarak kayda geçmişlerdi. (Bulut,2001:96) Etnik Köken Etnik bakımından söz konusu Alevilerin tümü Arap kökenlidir. Abdurrahman Khair’e göre:” daha önceki isimleriyle onlar Nusayrilerdir ve Fransız mandası zamanında Aleviler olarak anıldılar.Fakat onlar gerçek Araptırlar ve imamların yanılmazlığına inanan Müslümanlardır. (Karasu,2006:118) Muhammet Emin Galip et Tavil,” Nusayriler adlı yapıtında tufandan sonra insanlığın Nuh’un üç oğlunun soyundan,Sam Ham ve Yafes’ten geldiğini anlatır. Söz konusu Alevilerin atalarının Samiler olduğunu ve bunların Ortadoğu’ya yerleştiklerini ileri sürer.Sami kavimlerinin kendilerine özgü bir geleneği,uygarlığı,dili ve meziyetleri olduğunu ve onların saf arap pınarından süzülen on ikinciler olduğunu belirtir. (Karasu,2006: 118) Nusayriler örf,adet,kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında. 1938’de Hatay’ın Türkiye’ye katılması sürecinde Güneş Dil tezi savunucuları,’ Yöre halkının Eti Türklerinden Olduğunu‘ döne döne tekrarlayıp durmuştu. Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan kimi siyasetçiler,‘ Hz.Ali’nin orduları Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye gelip yerleştiler’ yolunda yazılar yazmışlardır. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı bu propagandaya inanmış görünüyor. Ama çoğunluk kökenlerinin Yemen’den Kalkıp Irak, Suriye Halep üzerinden Lazkiye yöresine göçen, Yaklaşık 700 ila 300 yıllık süreçte Süveydiye (Samandağ), Adana, İskenderun, Tarsus, Mersine yerleşen büyük aile afradına dayandığına inanıyor. Şunu Diyorlar: ‘Ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. Diyeti ise Arapça’dan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, Giderek Arapça’nın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak. Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle varız, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir rengiyiz. Bu yeterliyidir. Yoksa, bizi Eti Türkü sayıp asimile etmenin bir alemi yok. Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak esastır.‘ (Bulut: 2001: 96) Dil Bilindiği üzere dil, evreni ve doğa olaylarını, duygu ve düşünceleri, insanlar arasındaki ilişkileri kendi işleyişi, ruhu, mantığı ve dünya görüşüyle yoğuran ses- kızılbaş - sayfa 59 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 li bildirişim sistemidir. Aynı zaman ad kültürün en önemli taşıyıcısıdır. Onun en temel öğesidir.” toplumun bir parçası yok ki, dilden bağımsız, dilden ayrı olsun. Toplumun edebiyatı, Felsefesi, sanatı, tekniği ile birlikte, bütün kültürü düşünceleri, Kavrayış biçimi, giderek töre ve gelenekleri dille bir bağlılık içindedirler, dilden ayrılmazlar. Töre ve gelenekler de dil olmadan olanaklı değildir” (Akarsu,1984:98). Bu yüzden etnik gruplar dillerini adetleri kadar önemsemektedir (Aslan,2005:54) Nusayrilik, etnik, disel, dinsel temelleri olan bir grubu ifade eder. Bu öğeleri birbirinden bağımsız düşünemeyiz. Dili aradan çıkardığımızda Nusayrilik çıkmaza girer. Bu açıdan Arapça’nın yaşatılması çok önemlidir. Arapça konuşma oranı gittikçe düşmektedir. Yeni nesillere öğretilmeme eğilimi vardır. Arapça yazmayı da çoğunlukla şeyhler ve kuran okuyan Nusayriler bilir. Unutulmalıdır ki dil kültürel sürekliliği sağlar. a-Arapça: Suriye’deki Gebel ve Ansariye bağlı Süryani/Lübnan lehçesi.Yaşlı nesil hala arap yazısıyla okuyup yazmaktadır. (Andrews,1992:215) b-Türkçe Genellikle Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından (1939) Sonra doğmuş olan daha genç nesil tarafından konuşulur. Kent halkında Türkçe’yi birinci dil konumuna yükseltme yönünde bir eğilim gözlenmektedir. Bugün Arapça ile Türkçe’nin bir karışımı konuşulur. (Andrews ,1992:216) Nüfus ve Nüfusun Dağılımı Nusayrilerin nufus oranı Samandağ’da %90, Antakya’da %60-70; İskenderun’da %40, Adana’da %25, Tarsus’ta %80, Mersinde %20-25 Nusayrilerin Hatay’ın genel nüfusu içindeki oranı ise merkezdeki oranın altındadır (%30’a yakın). M.Aring –Lananatza 1990 verilerine dayanarak toplam nüfuslarının yaklaşık 1 milyon olduğunu söyler. Aradan geçen yıllar da hesaba katıldığında tahminlerinin doğru olduğu ileri sürülebilir. (Sertel,,2005:179) Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları Hatay ilinin ve bu ile komşu illerin dini coğrafyaları dikkate alındığında Nusayri toplumunun geniş bir Sünni İslam kuşağıyla çevrildiği görülmektedir. Söz konusu bölgenin dini inanışlar bakımından konstarast bir görünümde olması Nusayri toplumundaki grup içi bütünleşmenin asıl sebebini oluşturmaktadır. Bölgenin inançsal yapısı ile ilgili en sağlıklı bilgi, 1996 yılında yapılan genel nüfus sayımıdır. (DİE)Bu sonuçlara göre Hatay ilinde Nusayri nüfusunun genel nüfusa oranı %28.94’tür. Hanefi nüfusun oranı %68.48, Genel nüfusun oranı %1.95’ tir; nüfusun geri kalanını ise Katolik ve Ortodoks mezhebine mensup Hıristiyanlar ile Musevilerden oluşmaktadır. Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları yerler ise Samandağ ve köyleri ile Antakya merkez ve köyleri olarak görülmektedir. Diğer ilçelerde ise Sünni İslam mezheplerine mensup olanlar yoğunluktadır. (Keser,2005:149) Din Alevileri Ortadoğu’daki Sünni ve Şii Müslümanlar ile diğer etnik Dini gruplardan ayıran en belirgin özellik, Hz.Ali’ye Karşi aşırı tutkularıdır. (Karasu,2006:121) Nusayriler kendilerini “İslam toplumu, uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak görürler” (Bulut,2001:95) Nusayriler Hz Ali’ye olan aşırı tutkuları ve Bu tutkularından ödün vermeyen bir gruptur. Nusayrilerin Toplumsal yaşantılarında din bu topluluğu bir arada tutan ve toplumun devamını sağlayan çok güçlü bir kurumdur. Dine dayalı akrabalık ilişkileri, ekonomik ilişkiler bu örnek çoğaltılabilir. Nusayrilik inancının en önemli özelliği dışarıya kapalıdır. Bu yapı Nusayrilik inancının hiçbir zaman bağnaz bir inanç olmasını getirmemiştir. Aile içindeki özgürlükçü ortam ve kadınların toplumda hiçbir zaman geri plana itilmediği kendini yenileyebilen bir inançtır. Her gelen iktidarın Nusayriler üstünde kurduğu baskı belki bir nevi kapalı toplum yapısını getirmiştir. Bu açıdan Nusayrilik değerlendirilirken tarihi ve toplumsal koşulları göz önünde bulundurmak faydalı olacaktır. Nusayri inancının pratik yönü de teorik alanı kadar sosyal bütünleşmeyi arttırıcı özelliklere sahiptir. Tarihsel süreç içinde, bilinçli bir tutumla, Nusayri ibadet şekilleri belirlenirken grup içi dayanışmayı ve bütünleşmeyi arttırma amacı da güdülmüş olabilir. (Keser,2005:142) Bayram sahipliği kurumu vasıtasıyla ailelerin sosyal prestijlerini yükseltme aracı olarak görülerek dini inançların devamlılığını arttırıcı bir etkiye sahip olmaktadır. (Keser,2005:143) Bayram sahipliği yada dini görevlerin yerine getirilmesi Nusayrilerde sosyal prestiji artırmaktadır. Nusayrilerde özellikle Samandağ gibi kırsal kesimlerde sosyal kontrol çok fazladır. Bayram sahipliğinden vazgeçen kişilerin işlerinin kötü gideceğine inanılır. Özellikle Gadir-Hum bayramında hemen hemen her evde kazanlar kaynar. Nusayrilerin Grup içi dayanışmalarını arttıran bir diğer önemli sebep ise devleti Sünni İslam’ın savunucusu ve uygulayıcısı şeklinde algılamalarıdır.(Keser,2005:150 Özellikle 1980’den sonra ilkokullara zorunlu din kültürü derslerinin getirilmesi Nusayriler tarafından şikayet konusudur. Bu çocuklarının Sünni, Hanefi, İslam yorumunu öğrenmek zorunda bırakılması anlamına gelmektedir. Nusayriler günümüzde çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla seslerini duyurabilmektedir. Devlet Sünni İslamı destekler bir konumda olsa da Nusayriler dinler arası ve kültürler arası diyalogdan hiçbir şekilde geri durmaz ve bu gün Hatay’da bulunan gruplar arasında hoşgörünün ve barışın kaynağı durumundadırlar. Aile Grup içi (endogami) evlilik yaygındır. Evlilik Nusayri toplumunda çok önemsenen bir konudur. Nusayriler gelenek, görenekleri ile özellikle kırsal kesimde (Samandağ ve köyleri ) geleneklere ve dinsel öğretilere uygun şekilde yaparlar. Nusayri Toplumundaki bütünleşme aile kurumu göz önünde bulunduğunda da görülmektedir. Nusayri toplumunda hakim aile tipi çekirdek aile olmakla beraber kırsal alana gidildikçe evlenmiş erkek çocukları da aynı çatı altında toplayan birleşik aile tipi az da olsa görülmektedir. Bu tip ailenin oluşmasının ilk nedeni bu yola başvuran ailelerin ekonomik güçsüzlüğüdür. Evlenmiş çocuğuna yeni bir ev kurabilecek ekonomik birikime sahip olamayan ebeveynler evlerini evli çocuklarıyla paylaşma yoluna gitmektedirler. Bu tip ailelerin oluşmasının ikinci nedeni ise yine ekonomik bir faaliyet sonucu olmaktadır; Nusayri toplumunda uzun yol şoförlüğü yapanların ve yurt dışında işçi olarak çalışanların oldukça fazla olması sebebi ile bu kişiler eşlerinin ve çocuklarının güvenliği için ve bakımlarının sağlanması amacıyla onları ailelerinin yanına yerleştirme yoluna gitmektedirler. Ancak eşlerinden uzun süre ayrı kalmaları nedeniyle ailesini ebeveynlerinin evlerinde yerleştirenler seyahat gerektirmeyen bir mesleğe geçmeleri veya yurt dışında çalışıyorlarsa yurda kesin dönüş yapmaları durumunda genellikle ebeveynlerinden ayrı bir evde oturmaktadır (Keser,2005:144) Siyaset kızılbaş - sayfa 60 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Nusayri Toplumunda genç kadınların siyasete erkekler kadar yoğun şekilde ilgi duyduğu ve katıldığı görülmektedir. Yaşlı kadın nüfus ise erkeklere göre siyasete daha az ilgi duymaktadır. Yaşlı kesimlerde oy verme kararlarında aile reisleri büyük rol oynarken genç kesimde aileden bağımsız oy verme davranışına daha sık rastlanmaktadır.( Keser, 2005, 150) .Yaşlı ve genç nufusların oy verme davranışlarındaki en büyük farklılık,yaşlı nüfusun yöneldiği partilerin geleneksel merkez-sol partiler olmasına rağmen genç nüfusun tercihinin daha solda partiler olması yönünde olmasıdır. (Keser,2005:150) Ancak Nusayrilerin siyasi Alanda sol fikirlere yakın olmasının nedenleri arasında dini inanışlarının oynadığı rolü ortaya koymak mümkün olmamıştır.Bu konu da belirtilecek tek şey Türkiye içinde yaşayan Alevi nufusun genelinin sola yakın olduğu ve Nusayrilerin siyasi tavırlarının bu olgu içinde değerlendirileceğidir. Sol fikir taraftarlığının yüksek olmasının diğer bir sebebi ise üniversite eğitimi görmüş fert sayısının azınsanmayacak derecede olmasıdır.(Keser,2005:150) Ekonomi Hatay,Adana,Mersin,İskenderun gibi şehir merkezlerinde yaşayan Nusayriler, ticaret ve esnaflıkla; bu kentlerin kırsalında bulunanlar daha çok tarım ve hayvancılıkla; Samandağ,İskenderun,Mersin(Mez itli,Karaduvar),Adana (Karataş) gibi sahil kesimlerinde yaşayanların önemli bir kesimi ise balıkçilikla geçimini sağlamaktadır. ( Sertel ,2005:175) Arap Alevilerinin işsizlik yüzünden değişik ülkelere dağıldıkları gözlenmektedir. Bunu yurtdışındaki nufus oranlarından gözlemleyebiliriz. Yurtdışına olan işçi göçlerinde Arabistan önemli bir yere sahiptir. (Bunun dışında körfez ülkeleri önemli bir yer tutar); Arapça’yı bilmeleri uyum sorununu azaltmaktadır. Oraya gidenlerin Türkiyede’ki yakınlarına iş temin etmeleri de bu ülkeye olan iş göçlerini kitlesel hale getirmiştir. Nusayrilerin ekonomik güçlerinin temel kaynağını,Arabistan’dan gelen para oluşturmaktadır. (Sertel,2005:175) Araştırma yapılan bölgedeki Nusayrilerin geçmiş zamanlardan beri yoğun olarak içinde bulundukları ekonomik faaliyet kırsal alanda yaşayanlarda ziraat şehirlerde yaşayanlarda ise esnaflıktır. Ancak zaman içinde sınır ticareti imkanlarının gelişmesiyle beraber taşımacılık alanında da yoğun bir faaliyete girmişlerdir. Zirai faaliyetlerin yanında Nusayrilerin faali- yet gösterdikleri alanların başında taşımacılık sektörü gelir. Bu gün Türkiye’nin en güçlü tır filoları özellikle Samandağ Nusayrilerine ait olup bu filoların çoğunluğu da Arap ülkelerine seferlerde bulunmaktadır. Bunun yanında yüksek eğitim gören Nusayrilerin oranındaki artışlara bağlı olarak değişik meslek gruplarında da çalışmaya başlamışlardır. Zirai faaliyet içinde bulunana Nusayrilerin işledikleri arazilere ise sahip olmaları çok yakın bir zaman içinde gerçekleşmiştir. Daha önceleri Sünni mezheplere bağlı ağaların elinde bulunan arazilerde işiçi olarak çalışan Nusayriler ağaların şehirlere yerleşmeyi tercih etmeleri sonucu satılığa çıkardıkları arazileri satın almışlardır. (Keser,2005:147-148) Nusayrilerin Göreceli olsa da güçlü olan ekonomik durumlarının ana nedeni diğer gruplara duyulan güvensizlik olduğu söylenebilir. Yoğun bir çalışma sonucu elde edilen göreli üstünlük azınlık olmalarının getirdiği zorlukları azaltmakta ve bununla birlikte grubun maddi maddi temeli güvence altına alınarak devamlılığı sağlanmaktadır.(Keser,2005:149) Modern kültür ve Geleneksel Kültür Arasında Nusayrilik Geleneksel kültür manevi kültürdür. Geleneksel kültürde akrabalık bağları çok güçlüdür. Aile bireyin hayatını belirler. Bireyin doğumundan ölümüne kadar oturacağı yer, evleneceği kişi,yapacağı mesleğine kadar her şeyini aile belirler.Geleneksel kültürde aile geniş ailedir. Geniş ailede Anne, baba,büyük baba , büyük anne,kardeşler herkes aileden kalma ev yada arsa içinde yaşar .Hatay’ın Samandağ ilçesinde %90’dan fazla nufusun Nusayri olduğu bu ilçede geleneksel yaşamın belirtileri görülür. Aile Çoğunlukla geniş ailedir. Aile bireyin hayatında çok belirleyicidir.Bireylerin üstünde adeta bir koruma kalkanı vardır. Birey yurtdışına (genellikle Arap ülkelerine) çalışmaya gider. Belrili bir para biriktirdikten sonra ailesinin gösterdiği ailesine ait mülkün üstünde evini kurar. Genelikle meslekleri yurdışında getirisinden kaynaklı Berber,lokantacı,otomobil tamircisi,Fırıncı,şöför gibi mesleklerdir. Belirli bir süreden sonra bu mesleklerden birini memleketinde icra etmek üzere yurtdışından kesin dönüş yapar.toplumda saygın bir yer sahibi olmak için Dini görevlerini yerine getirir.Samandağ ilçesinde Nusayriliğin tam olarak canlı bir şekilde yaşatılması bu geleneksel yaşamın gereklerindendir. Toplumsal değişim geleneksel yaşamın görüldüğü yerlerda daha az olur. Kültürler daha canlı yaşanır.Geleneksel yaşamın katı kuralları ve toplumsal kontrol değişime direnmeyi gerekli kılar. Nusayrilerde Bunun yanında Özellikle Mersin,Adana yöresinde daha çok modern yaşamın izleri görülür. Aile tipi çekirdek ailedir.Gittikçe büyüyen bu şehirlerde tutunmak için çesitli işlerde çalışmaktadırlar.Aile Planlaması vardır. Ekonomik sıkıntılardan kaynaklı çocuk doğum oranı daha düşüktür.Kırsal alana göre düşüktür. Dini Görevini yerine getirme konusunda hassasiyet kırsal kesime göre daha azdır. Kent yaşamının getirdiği şartlar dolayısıyla daha zordur. Dini görevini yerine getirme konusunda kırsal kesimde hassasiyet olması kırsaldaki toplumsal kontrolun daha fazla olmasından kaynaklanmaktadır. Modern bir yaşam tarzında toplumsal değişim daha hızlıdır.Genç nesilin kent yaşamına uyum sağladığı görülür. Geleneklerden daha kopuk Türkçeyi çok düzgün konuşan Arapça Kelimeleri telafuz etmekte zorlanan yada hiç Arapça bilmeyen bir genç nesil yetişmektedir.Bu da Nusayri ailelerin çocukları kent yaşamına uyum sağlasın yabancılık çekmesin diye özellikle çocuklarıyla Türkçe konuşma eğiliminden kaynaklanmaktadır. Kent yaşamında imkanlar dini görevleri yerine getirmek için kısıtlı olduğundan Nusayri kültürü yeterince yaşatılamamaktadır.Böylelikle Kente adapte olmuş Nusayri topluluk gelenekle-modern kültür yani maneviyatçı kültürle maddiyatçı kültür arasında kalmıştır. Nusayrilerin Yaşadığı kırsal kesimlerde maneviyatçı kültür gelişmiştir.Paranın yerini hatırın yada akrabalık ilişkilerinin aldığı yerlerdir. Nusayrilerin doğumundan ölümüne kadar verdikleri kararlarda aile ve toplum çok önemlidir. Toplumsal kontrol fazladır.Bu sebepten toplumda geleneksel kurallar ağır başmaktadır. Nusayriler ve Ulusal Kimlik Günümüzde etkisi gitgide artan insan hakları ,Kültürel çoğulculuk .farklı etnik ve dinin inançların ifade edilebilmesi cerçevesindeki talepler ulus- devletin temellerini zorluyor. Böylece ulus devletin yurttaşlık anlayışı ile farklılıklara saygıyı temel alan insan hakları siyaseti arasında bir gerilim ortaya çıkıyor.( İnal ,2006: 37) Avrupa biriliğinden birçok ülke,bu gün farklı kültürlerden,farklı etnik kökenlerden gelen,değişik diller konuşan yeni yurttaşlarının kültürel kimliklerini yeni kızılbaş - sayfa 61 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 edindikleri yurttaşlık kimliği içinde sürdürebilmeleri için kanunlarını yeniden düzenliyor,birey haklarını gözeten ortak anlayışlara yöneliyor. Oysa Türkiye son seksen yılda çok kültürlü- çok uluslu bir imparatorluğun mirası üzerinde kurduğu ulus-devletle bu zengin mirastan “kurtulmaya” çalıştı. Buda Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi gibi çeşitli kimliklerin yaşadığı bu coğrafyada bir çok acı soruna yol açtı. (İnal,2006:37) Bilindiği üzere “ulusal kimlik, sosyal ve politik bütünlüğün güçlü aracıdır. Toplumda sosyo-ekonomik düzey, yaş cinsiyet, din gibi çeşitli boyutlardaki farklılıkların ayarttığı ayrılıkları, bölünmeleri telafi edici bir etkiye sahiptir. Ayrıca sosyal olarak marjinal veya alt düzeylerde bulunan grupların toplumda bir yer bulmasını ve entegrasyonunu sağlamaktadır.Bazen bu ulusal kimlikleşmenin ve entegrasyonun aygıtları olarak fonksyon gören resmi okullar, Diyanet işleri, siyasal kurumlar, ters fonksyona da sahip olamaktadır.Bu Kurumlar bütünleşme (entegrasyon) yerine eritmeyi (asimilasyonu) seçerek potansiyel olarak etnik hareketler (monements) yaratabilmektedir. (Aslan,2005:146-147) Örnek olay: Bir üniversiteli kız öğrencisi 1987 yılında Ortaokula giderken yaşadığı deneyimi dramatik bir şekilde dile getirmektedir. “Dersinde orta 2 öğrencisi olan bu öğrenci ye din öğretmeni beş vakit namazdan herhangi birini sınıf önünde uygulamasını istemiş bilmadiğini söyleyince çok kötü azarlamış. ’Sen ne biçim Müslümansın ‘gibisinden. Olay büyüyünce Bu Nusayri kızı çağırıp açıklama yapıp olayı yatıştırmış.”Cahit aslanın kitabından (s147) geçen olayın tam metnini okuyabilirisiniz.Osmanlılar zamanından beri süregelen Nusayrilere karşı bu tutum 1987 yılı itibari ile değişik bir şekilde gelişmiştir. Buda Nusayrilere dayatılmaya çalışılan asimilasyon politikasının sadece biçim değiştirdiğini göstermektedir. 1950’li Yıllarda Hatay’da yaşayan yaşlı Nusayrilerin anlattıklarına göre ; Nusayriler, kaldırımlardan yürüyemezler ,hayvanlar için yapılan arklardan yürürlermiş. münferit olaylar olsa da Nusayri şeyhleri, kalabalık caddelerde yürürken sakalları yolunurmuş ve şalvarları çekilirmiş.özellikle 12 eylül askeri yönetimi döneminde Nusayrilerin yerleştiği bölgelere camiler yaptırılmış ve buralara Nusayri imamlar atanmıştır. Uzun bir süre Nusayriler, Sünni ağaların marabası olarak onların topraklarında yaşamışlar.Kendi içlerindeki dayanışmanın yardımlaşmanın güçlü olması ve çalışkan olmaları nedeniyle para biriktirerek çalıştıkları toprakların büyük bir çoğunluğunu Sünnilerden satın almayı başarmışlardır (Türk,2005:29) 1938 yılında Hatay’ın nüfusunun yarıya yakını alevi iken dışarıdan Sünni vatandaşların kaydırılması sonucu bu oran gittikçe düşmektedir. Bu kaydırmalar 12 Eylül 1980’den sonra da yeniden gündeme gelmiştir. (Karasu , 2006:118) Cumhuriyet tarihi boyunca bütün çabamızın Kürdün Türkleştirilmesi, ya da müslümanın laikleştirilmesi olmamalı Bütün çabamız sadece çoklu kimlik ve kişilik özelliklerine sahip olduğumuzu göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Sadece etnik, dinsel ve cinsel kimliğimiz değil ,bunun yanı sıra yurttaşlık bağı ile bağlı olduğumuz ülkenin sorumlu yurttaşı olduğumuzu, farklı kültürel kümelerle etkileşime açık olduğumuzu sadece doğum ve kan bağı ile edinilmiş kimlikler değil, bunun yanı sıra sonradan kazandığımız kimliklerle bir bütün oluşturduğumuzu unutmamalıyız. (İnal,2006:41) Yurttaşlık bağıyla bağlı olduğumuz kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamızdan kaynaklı edindiğimiz kimliktir. Nusayrilik ise etnik, dinsel bir kimliktir. Yüzyıllardır yaşayan bir kültürdür. Nusayriler yüzyıllarca egemen iktidarların ve karşıt grupların baskısına maruz kalmışlar ve direnmişlerdir. Joan Weulerse “Antioche” adlı yapıtında Antakya’da yaşayan Aleviler için şu tespiti yapar:”Alevilerin Antakya’daki durumu çok farklıydı. Merkezini politik açıdan egemen unsur olan Türklerin tuttuğu bir kentte, heteredoks bir mezhep olan aleviler şehir dışına atılmışlardı Bu konum,ikili horlamaya denk düşüyordu: Toplumsal açıdan köylü,Dinsel açıdan da sapkın olarak eziliyorlardı. Antakya’nın Alevi nüfusu “ağır işler ve alt meslekler için köle olmasa da seri “düzeyinde bir el emeğinin” deposu olarak görülüyordu. Güvenlik nedeniyle semtlere kapanmış Aleviler, dışlandıkları kentin en sefil ve ezilen kesimini oluşturuyorlardı. Kent topografisi içindeki yerleri azınlık Müslüman toplumlar yelpazesindeki uç konumlarının çarpıcı bir anlatımıydı. “(Karasu,2006:115) Yaşları yetmiş ve üstü olanların anlattığına göre bir zamanlar Antakya’da Alevilerin kaldırımlarda yürümeleri bile yasaktı. Onlar kendilerini belli ettirmek için caddenin ortasında yürümek zorundaydılar. Kaldırımı kullananlar her türlü saldırıya maruz kalabilirdi. ( Karasu,2006:115) Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal mülk sahibi olması,Kuran satın alıp okuması bağnazlar tarafından adeta ya- saklanmıştı.Çarşıya bile inemezlermiş. Aleviler Kuran elde edebilmek için Hristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış. Nusayri din adamlarının sarıkları önce arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş.Nusayri selamını almamak için.yüzlerini çevirenler; omuz atıp geçenler varmış. (Bulut,2001:96) Samandağlı Abdullah Vural,tam 115 yaşında .’Eskiden el örmesi dizkapağına inen gömlek giyerdik ‘diyor.İç çamaşırı bulamadıklarını ;dağda ağaç,çalı çırpı toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerinde yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu gösteriyor. (Bulut,2001:67) Nusayri yaşlılarımızın anlattıkları geçmişte yaşadıkları sıkıntıları bu günkü durumla karşılaştığımızda ne kadar büyük bir mücadeleyle günümüze geldiklerini görmekteyiz.Geçmişten bu güne kabul ettirilmeye çalışılan sunni İslam öğretisine gösterdikleri direnç kendi kültürlerini koruma azmi takdire değerdir. Samandağlı Ahmet "Eskiden Arapça yasaktı. Şimdi Türkmen köylerinde Arapça Türkü söyleniyor" diyor. Samandağ'a geri dönerken, çok eskiden de değil, 1980'lerin sonuna doğru bu topraklarda yaşanılan anlamsız yasakları düşünüyoruz. 12 Eylül'e kadar siyasal şiddetten nasibini en az alan Samandağ'da, 12 Eylül sonrası inanılmaz baskı uygulanmış. Neredeyse herkes sorgudan geçirilmiş. Bu süreç 1985'e kadar en ağır biçimde sürmüş. 1990'lı yıllara doğru garip yasaklar vardı Samandağ'da. Hatta şimdi birkaç sanatçının albümüne aldığı, Türkiye'nin her yerinde çalan 'Meryem Meryemti' türküsü yasaktı. Oysa türkü, Osmanlı askerleri tarafından kaçırılan bir Arap kızının öyküsünü anlatıyordu. Hatta o yıllarda Samandağ'da bir düğünde bu türkü çalmaya başlayınca, o sırada salonda bulunan dönemin ilçe emniyet müdürü yasak olan türküyü susturmak için silahını çekip havaya ateş bile etmişti. Yasaklar kumsalı Samandağ'ın Çevlik kumsalı, yaklaşık 18 kilometredir. Bu yanıyla' Türkiye'nin en uzun kumsalı' olarak anılır. O yıllarda, saat 18.00' den sonra kumsalda gezinmek yasaktı. Hele yazları, havanın kararmasına saatler kala kumsal boşaltılır, kurt köpekleriyle gezen jandarmalar sahilde kalanları uyarırdı. Samandağ'da balık önemli bir geçim kaynağı. Ama o zamanlar, Samandağlı balıkçıların gece denize açılmalarına ve denizde kalmalarına izin verilmezdi. Samandağlılar karşılarında başka yerlerden gelen balıkçı teknekleri avlanır, onlar kı- kızılbaş - sayfa 62 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yıdan seyretmek zorunda kalırlardı.(Celal Başlangıç,Radikal,29,07,2002) Nusayrilerin Dil konusunda da bir dönem 1980 sonrası Arapça müzik çalınmasın diye askerin düğünü basması gibi olaylar anlatılır. Nusayrilik ulusal kimlik çelişkisinde dinsel ve dilsel müdahalelere de maruz kalmıştır.Ayrıca 1990’lı yıllarda Afganlı göçmenlerin Ovakentte arsa sahibi yapılması ve devlet olanaklarının sunulması.Amik ovasının bir bölümünün Karadenizden getirilen sahıslara işleme hakkının verilmesi gibi uygulamalarda Nusayri Araplar’ın tarih sahnesinde olduğu gibi günümüzde de bir takım siyasi ve politik oyunlara maruz kaldıklarını göstermektedir. Samandağının Kurtderesi mahallesi sakinlerinin bir bölümünün hukuk dışı uygulamalarla tamamen siyasi oyunlarla tapularının iptal edilmesi de yakın tarihte olan başka bir olaydır.Saho mağdurları zamanının içişleri Bakanı bizzat Mehmet Ağar’ın vasıtasıyla tapuları ellerinden alınmıştır.Hukuki olarak aleni bir şekilde o toprakların bir Türk vatandaşı olan ve nufus ve evlik cüzdanı olan Mustafa Şah’tan satın alındığı kanıtlanmasına rağmen.Bu Kurtderesi mahallesindeki bu sakinler evlerini ,arazilerini boşaltma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Murat Çelikkan Saho davasını “Bölgede bu uygulamaya ilişkin yorum, Arap kökenli vatandaşlarımızın Antakya'da mülk edinmesini engelleme. Gerekçe, Suriye ile olan Hatay meselesi ve plebisit korkusu. Bu da, 'azınlık vakıfları'na uygulanan 'derin devlet politikası'nın bir benzeri. Topraksızlaştırma politikası. Hatta yerleştirilen Türkmenler vesaire... Vatandaşların ellerinden giden, bedelini, vergisini ödedikleri toprakları için açılan 10'dan fazla dava, aleyhlerine sonuçlanmış. Temyiz aşamasında olanlar var. Sadece iki dava, mülkiyet bedelinin tahsili amacıyla AİHM'ye gitmiş. Bizi yeni bir rezalet daha bekliyor orada anlayacağınız. Suriye ile ilişkilerin düzelmesi, Hatay meselesinin resmi düzeyde halli için gelişmeler çok olumlu. Peki ama 'Şaho mağdurları'nın hali pür melali ne olacak? Son çare, Cumhurbaşkanı'na başvurmayı düşünüyor, bunun için imza topluyorlar. Derin kırmızı çizgiler, ah o çizgiler! (Çelikkan, Radikal, 07.01.2004) Bu politik oyunlar aleni bir şekilde ortadadır.Nusayriler basında yada araştırma adı altında yayınlanan asılsız iddialarada maruz kalmaktadır. Nusayri Alevileri, Nusayrilikle ilgili araştırma yapan bazı araştırmacılara tepkilidir. Oturdukları yerden alana inmeden araştırma yapmaktalar hem asılsız idialar hemde bilimsellikten uzak cümleler kurmaktadırlar.Nusayrilerin istemediği şekilde bir beceriymiş gibi namaz sürelerini yayınlamaktadırlar.Nusayrilerin dinsel inançlarını saygısızlık yapmaktadırlar. Bir araştırmacı, araştırma yaptığı toplumun inançlarına saygı duymalıdır.Her toplumun kutsalı vardır.Toplumlar bu kutsallar sayesinde birleşir bütünleşir kaynaşır.Bu kutsallar için geçmişten günümüze bedel ödemişlerdir.Ödemeye de devam etmektedirler. -İnal, Celal, (2006),” Çok Kültürlülük ve Toplumsal Uzlaşma”, Nusayrilik Alevilik Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet Karasu, 1.Basım, Ankara, Keşif Yayınevi Celal Başlangıç’ın deyimiyle” Musa Dağı'na bakarken insan, 'Ne kadar çok acı yaşanmış bu topraklarda, şu anda yaşananlar ve daha da yaşanacak olanlardan gayrı' demekten alamıyor kendini. Musa Dağı gibi bu ülkenin de acıları bitmiyor ve insan bu coğrafyada acıyı büyütenlerin, o sıcacık, saygılı, iri gözlü Samandağlıların yüzüne bakarken utanacakları günü bekli yor.”(Başlangıç,Radikal,29.07.2002) -Ortaylı, İlber, et.al.,(1999), Türkiye’deAleviler, Bektaşiler, Nusayriler, İslamİlimleri Araştırma Vakfı, No: 61, İstanbul, Bayrak Matbaası KAYNAKÇA -Andrews, Alford, Peter, (1992), Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev: Mustafa Küpüşoğlu, 1.Basım, İstanbul, Ant Yayınları -Aslan ,Cahit, (2005), Fellahların Sosyolojisi, 1.Basım, Adana, Karahan Kitabevi -Bulut, Faik, (2001), ”Nusayriler”, Atlas Dergisi”, sayı 104, İstanbul -Karasu, Mehmet, (2006), ”Alevi Nusayriler”, Nusayrilik Alevilik Ve Çok Kültürlülük içinde, Der Mehmet Karasu,1. Basım, Ankara, Keşif Yayınevi -Keser, İnan, 2005, Nusayrilik: Arap Aleviliği, 3.Basım, Adana, Karahan Kitabevi -Serin,Şerafettin,(1995),Aleviler,Nusay riler ve Şiiler kimlerdir?, Adana: Koza Ofset -Sertel,Ergin, 2005, Dini ve Etnik Kimlikleriyle Nusayriler,1.Baskı, Ankara, Ütopya Yayınevi -Türk,Hüseyin,(2006),”Hatay’da Çok Kültürlülük ve Hoşgörü”,Nusayrilik Alevilik ve Çok Kültürlülük içinde,Der:Mehmet Karasu,Ankara,Keşif Yayınevi Kaynak: http://www.samandagkentgunlugu.com/ index.php/kenan-kahliogullari/189hatayda-hos-gorunun-kaynagi-nusayriler Bülent Korkmaz’ın Haziran ayında çıkacak yeni kitabı kızılbaş - sayfa 63 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSÊN KURMANCÎ BEŞA SÊYEM (3) JIMARNAV Birikti içimde yine yağmur bulutları Bir yağsam ah yağsam Bahar yağmurlarına karışsam Zamanı yoktur derler yağmurun Durup durup ağlamaların zamanı Kederini acını katıp önüne Alıp götürür derler Uğur Adsız 1-Yek 2-Du(dudu) 3-Sê(sisê) 4-çar 5-pênç 6-şeş 7-heft 8-heşt 9-neh 10-deh 11-yazdeh / devyek 12-diwazdeh / devdudu 13-sêzdeh / devsisê 14-çardeh / devçar 15-pazdeh / devpênc 16-şazdeh / devşeş 17-hevdeh / devheft 18-hejdeh / devheşt 19-nozdeh / devnehê 20-bîst. 21-bîst û yek 30-sî 31- sî û yek 40-çil / çel 41- çil û yek 50-pêncî 51- pêncî û yek 60-şêst 61- şest û yek 70-heftê 71- heftê û yek 80-heştê 81-heştê û yek 90-not/ nohodî 91- not û yek 100-sed 110- sed û deh 200- du sed 220- du sed û bîst 300- se sed 330- sê sed û sî 400- çar sed 440- çar sed û çil 500- pênc sed 550- pênc sed û pêncî 600- şeş sed 660- şeş sed û şeşt 700- heft sed 770- heft sed û heftê 800- heşt sed 880- heşt sed û heştê 900- not sed 990- not sed û nod 1.000-hezar 2.000- du hezar 20.000- bîst hezar 40.000- çil hezar Mînak: -Tu çend salî yî? “Ez bîst û yek salî me.” -Havîn çend salî ye? “Havîn pênç salî ye.” JİMARNAVÊN KERTÎ %10 (Ji sedî 10) Li Tirkiye derbenta hilbijartinê ji sedî deh e %20 (ji sedî bîst) ji sedî bîstê qartof hatin firotin %75 ( ji sedî heftê û pênc) ji heftê û pêncê dersâ Matematikê derbas bûn ½ (duyek) Duyeka mamosteyan law in ¼ (çaryek) Çaryeka pênusan sor in •Hinek deran de “yek” dibe “ek-ekîekê” û hevdudanî tê nivîsanin e /Carekî were delal /min pirtûkek xwend /tenê malek me heye/keçekê rindik e çok uygun fiyatlara! zazacadan türkçeye / türkçeden zazacaya gurmanciden türkçeye / türkçeden gurmanciyeye ruscadan türkçeye / türkçeden rusçaya çevriler yapılır e-mail: [email protected] 0049 (0) 177 502 88 53 Toprağın bedenine nasıl düşerse yağmur Belki can bulup yağdıkça ben de Gülü reyhana dönerim - Gülü Reyhan ******************************** Sizin hiç babanız karşınızda ağladı mı? Benimki ağladı, Tanrı şiir yazıyordu Peki sizin hiç babanız ağlarken utandı mı? Benimki utandı, Tanrı kayıptı Garipti, sarsıldım ben onun tohumuydum Ben dimdik ayaktayken şimdi o kırılmıştı Sen hiç, bir ağacın devrildiğini gördün mü? Ben gördüm, henüz fidandım Tanrı cebimde yoktu Cesedi bulunmuştu Üzeri ayetle kaplı Yüzü görünmüyordu Tanrı tanınmıyordu.. - KALENDER ********************************* sevdam yeşerip kök salmış yüregimin en mahsum yerinde yer yurt etmiş yüregimi dillenip huzura gelmek dalkol olup çiçek açmak için yol yolak aramış dört yanın taştan duvar mapushane bacası gibi yürek tepede bir ay doğmuş tepede üç yıldız var biri sen biri sen üçü sen dörtbir yanımın taşduvarı sensin! - hıdır - kızılbaş - sayfa 64 - sayı 38 - mayıs 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
© Copyright 2024 Paperzz