Risale-i Nur nedir? Risale-i Nur bu asrın ve gelecek asırların bütün insanlarının imanî, İslamî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevap verecek ve kâfi gelecek Kur’anî hakikatları havidir Kur’an’ın hakikatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslup ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor. Bugün yalnız Anadolu ve âlem-i İslam’ı değil, belki bütün insanlığı maddi ve manevi terakkinin zirvesine ulaştıracak, dünya ve ahiret saadetlerinin kurtuluşuna vesile olacak çok büyük bir hakikatı, bir tefsir-i Kur’an’ı Cenab-ı Hakk bu asrın insanlarına Bediüzzaman Said Nursi vasıtasıyla ihsan etmiştir. Risale-i Nur eserleri hakkında bilgi sahibi olmak için Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamını okumak gerekir. Bu küçük broşürde denizden bir damla nev’inden olarak bu eserlerden bir kısım bölümleri takdim ediyoruz. 1 Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir? Tefsir iki kısımdır: Birisi: Malûm tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur; doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir. Risale-i Nur! Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa iman ve tevhid hakikatleriyle müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış.. Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor.. En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.. Risale-i Nur! Nurlu bir külliyat.. Yüz otuz eser.. Büyüklü küçüklü risaleler halinde.. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir.. Aklı ve kalbi tat2 min eder.. Kur’an-ı Kerîm’in yirminci asırdaki –lafzî değil– manevî tefsiri.. İspat ediyor! Akla gelen bütün istifhamları.. Zerreden güneşe kadar iman mertebelerini.. Vahdaniyet-i İlahiyeyi.. Nübüvvetin hakikatini.. İspat ediyor! Arz ve semavatın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, cennet ve cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar.. Akla gelen ve gelmeyen bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor.. Pozitif ilimlerin müşevviki.. Riyazî meselelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi ikna edip merakları izale eden bir şaheser… Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniye muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulmayıp bazen imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansa o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilasına karşı, yıkılması gayr-ı kabil olan muazzam ve muhteşem bir set teşkil etmiştir. Risale-i Nur; maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni olduğunu; cerh edilmez bürhanlarla, aklî, mantıkî delillerle ispat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete düçar etmiş, dinsizliğin istilasını durdurmuştur. 3 Dalalet-âlûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın talebelerinin bazı müteşabih âyât-ı kerîme ve ehadîs-i şerifenin zahirî manalarını anlamayarak yaptıkları kasıdlı itirazlara, Risale-i Nur’da aklen, mantıken cevaplar verilerek, o âyetlerin ve o hadîslerin birer mu’cize oldukları ispat edilmiştir. Böylelikle de bu zamanda fen ve felsefeden gelen dalalet ve şüpheleri Risale-i Nur kökünden kesmiştir. Risale-i Nur bunu yaparken de müsbet bir usûl takip etmiştir. Birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi en girdablı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in tuttuğu nurlu yolu takip ederek sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Mesela haşr-i cismanî meselesinde, hükemadan İbn-i Sina gibi meşhur bir dâhînin “Haşir naklîdir, iman ederiz; akıl bu yolda gidemez.” dediği bir hakikat, Risale-i Nur’da hem umumun istifade edebileceği emsalsiz bir tarzda, Kur’an’ın feyziyle aklen ispat edilmiştir. Risale-i Nur’daki hârikulâde ilmî kuvvet, taklidî imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı salabetli ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvi ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve hazlar verecek hareketlere sevk ediyor. Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî ve imanî bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı 4 hal ve kâl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda iman hakikatlarını ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir. Risale-i Nur tahsili, hakikaten hârika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddî menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur. Risale-i Nur’un organize edilmemiş serbest bir üniversiteye benzeyen tahsiline eserleri okumak suretiyle devam edenler ise, Kur’an ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevî bir maksad taşımıyorlar. Böyle olduğu halde ilmî, imanî ve ciddî eserler olan Risale-i Nur, o kadar büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir hazla okunuyor ki; sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahib ediyor. Bilhâssa lise ve üniversite tahsil gençliğine bu hârika eserler orijinal ve çekici üslûbu ve yüksek edebî san’atıyla kendini okutturuyor. Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar fevkalâde istifade ettikleri gibi Risale-i Nur’un hârikulâdeliğini ve telif sanatındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar. 5 Bedîüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik ve takdirkâr kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf edip kaybettikleri zamanları telafi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarf etmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip geceli gündüzlü Risale-i Nur’a çalışmaya başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade etmektedir. 6 Risale-i Nur Külliyatı’nda izah ve isbat edilen meselelerden bir kısım nümuneler: • İnsan nedir? İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi nedir? • Allah’ın varlığının ve birliğinin, isim ve sıfatlarının ispatı. • Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun ispatı. • Hz. Muhammed’in (asm) Allah’ın resulü olduğunun ispatı. • Meleklerin varlığının ispatı. • Öldükten sonra dirilmenin ispatı. • Kadere iman esasının ispatı ve kaderle alakalı akla gelen suallere cevaplar. • Besmelenin sırları. • Kur’an nedir? Tarifi nasıldır? • Namazın ve ibadetin manası nedir? Namazın belirli beş vakitte kılınmasının hikmetleri nelerdir? • Ruh nedir? Ruhun bekasınıni zahı ve ispatı. 7 • Mirac meselesinin hakikati, hikmeti ve miracın meyveleri. Mirac ile alakalı akla gelen sorulara cevaplar. • Şeytanların ve şerlerin, musibet ve belaların yaratılmasının hikmetleri. • Kâinatın ve insanın yaratılışına dair sırlar. • “Ey İnsanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealindeki ayetin nükteleri. • Hadîs ilminin esasları ve mana tabakaları. Bir kısım hadîs-i şeriflere gelen itirazlara cevaplar. • Sünnet-i Seniyyenin ehemmiyeti ve hikmetleri. • Âlem-i İslamın ittihat ve ittifakını, uhuvvet ve muhabbetini netice verecek ihlas ve uhuvvet düsturları. • Hz. Adem’in cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmesinin hikmeti. • Kafirlerin ebedi cehennemde kalmalarının tam adalet olduğunun izahı. • Mugayyebat-ı hamsenin izahı. • Tesettürün hanımların fıtratlarının gereği olduğunun izahı ve ispatı. • Sedd-i Zülkarneyn ve Yecüc Mecüc meselesi. Ve bu meseleler gibi insanların akıllarına gelen yüzlerce meselelerin izahları Risale-i Nur’da vardır. 8 Risale-i Nur Külliyatı’ndan bazı risaleler ve bölümler Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı. Alanı, her yerde selâmetle gez9 di. Bir kātıu’t-tarîke rast gelse der: “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’olur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem rezil oldu. İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın. Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki askere kaydolur, devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır. Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi? Evet, nasıl ki görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o, bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. 10 Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç, Bismillah der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, Bismillah der. Matbaha-i kudretten bir kazan olur ki çeşit çeşit, pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der. Sert olan taş ve toprağı deler, geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona musahhar olur. Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i suhuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (as) gibi 11 emrine imtisal ederek taşları şakkeder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (as) gibi ateş saçan hararete karşı âyetini okuyorlar. Madem her şey manen Bismillah der. Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız. Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta Bismillah zikirdir. Âhirde Elhamdülillah şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i sanat olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise öyle de zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakiki’yi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir. Ey nefis, böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle. Vesselâm. 12 Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazife-perver; diğeri acemi, nefis-perver iki asker beraber bulunuyordu. Vazife-perver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ inde’l-hace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: “Ne yapıyorsun?” “Devletin angaryasını çekiyorum.” der. Demiyor: “Nafakam için çalışıyorum.” 13 Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi: “Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki talim ve harptir.” Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır anlarsın. İşte ey tembel nefsim! O dalgalı meydan-ı harp, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir. O iki nefer ise biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman’dır. Diğeri, Rezzak-ı Hakiki’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise –başta namaz– ibadettir. Ve o harp ise nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan 14 ve ahlâk-ı rezileden kalp ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, ona tevekkül edip emniyet etmektir. Evet, en parlak bir mu’cize-i sanat-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek kâfidir. Demek derd-i maişet için namazını terk eden, o nefere benzer ki talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir. Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir. 15 Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun. İşte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamü’r-Râhimîn’den iste. *** 16 Haşir Risalesi Onuncu Söz’den Dokuzuncu Hakikat: Bab-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümît’in cilvesidir. Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca arzı ihya eden ve o ihya içinde her biri beşer haşri gibi acib, üç yüz binden ziyade enva-ı mahlukatı haşir ve neşredip kudretini gösteren ve o haşir ve neşir içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nazik ve en nâzenin en nazdar en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek her şeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i 17 kübrayı açamasın? Cennet ve cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ! Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı, her asırda her senede her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve numunelerini ve işaratını icad ediyor. Ezcümle: Haşr-i baharîde görüyoruz ki beş altı gün zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç yüz binden ziyade envaı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iade ediyor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor. Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemal-i imtiyaz ve teşhis ile o kadar sürat ve vüs’at ve suhulet içinde kemal-i intizam ve mizan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı altı günde halk edemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ! Acaba mu’ciz-nüma bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı, tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtip kendi telif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki “Yapamaz ve inanmam.” Veyahut bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için 18 bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O zat, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak, misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.” Veyahut bir zat bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın. İşte şu üç temsili fehmettin ise bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-i arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envaı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber yazar, birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz. Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip muhafaza eden Zat-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zat-ı Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemal-i in19 tizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi? Hem bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icad ve ifnasında haşre numune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir ve kıyametin numunelerini göreceksin. Sonra bu kadar numune ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın. Bak, Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor: Elhasıl: Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir. Evet, mahşer-i acayip olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir zatın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam 20 ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar. Ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar. Ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler. Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, (*) affa kabil değil. * Hâşiye: Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan, bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzip olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki salah ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktiza eder. şu manayı ifade eder. 21 Kadîr-i Mutlak ise aczden münezzeh ve mukaddestir. Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler. Mevkice her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Mesela, ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar. Elhasıl: Dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zahir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, cehennem ise birer mahzendir. *** 22 Risalet-i Ahmediye’ye dair On Dokuzuncu Söz’den Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir. On dört reşehatı tazammun eden On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Reşhası: Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur risalesinden On Üçüncü Ders’ten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’lEnbiya aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz. 23 Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber… O bürhan-ı bâhir olan Peygam berimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri… Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki her bir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek icma ile manen derler. Hangi vehmin haddi var ki böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın. İkinci Reşha: O nurani bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin (*) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler * Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî “Risale-i Hamîdiye”sinde yüz on dört işaratı, o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa elbette daha evvel çok tasrihat varmış. 24 mu’cizatının delâlatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi; zatında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gâliyesini ve kemal-i emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor. Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak, hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî-Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir. …………… Yedinci Reşha: İşte bak, şu cezire-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def’aten kal’ u ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, 25 nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu. Sekizinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zat, büyük ve çok âdetleri hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor. İşte şu asr-ı saadeti görmeyenlere, Ceziretü’lArab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi? …………… *** 26 Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi Yirmi Beşinci Söz’den Mukaddime üç cüzdür. Birinci Cüz: Kur’an nedir? Tarifi nasıldır? Elcevap: On Dokuzuncu Söz’de beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi KUR’AN, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi 27 ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve zat ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kātı’ı, tercüman-ı sâtıı ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi ve insana hem bir kitab-ı şeriat hem bir kitab-ı dua hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir hem bütün insanın bütün hâcat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer 28 risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavîdir. İkinci Cüz ve tetimme-i tarif: Kur’an arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, On İkinci Söz’de beyan ve ispat edildiği gibi KUR’AN, bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem bütün semavat ve arzın Hâlık’ı namına bir hitaptır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki “Kelâmullah” unvanı kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor. 29 Kur’an’dan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir unvan ile hususi bir tecelli ile cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir. Üçüncü Cüz: Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ ve nokta-i istinadı, bi’l-yakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye; içi, bilbedahe hâlis hidayet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bi’t-tecrübe teslim-i kalp ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’ssadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavîdir. *** 30 İkinci Lem’adan Sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın şu münâcatı hem mücerreb hem tesirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münâcatımızda demeliyiz. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki: Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahati için değil belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Yâ Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.” diye münâcat edip Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız, lillah için o münâcatı gayet hârika bir 31 surette kabul etmiş. Kemal-i âfiyetini ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş. İşte bu Lem’a’da beş nükte var. BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’ den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler; öyle de bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. 32 Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem mesela, cehennem azabını intac eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor. Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adâvet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza... Bu üç misale kıyas edilsin ki sırrı an- laşılsın. 33 İKİNCİ NÜKTE: Yirmi Altıncı Söz’de sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakları yoktur. Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza… İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir. Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine 34 ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu. …………… *** 35 Hutbe-i Şamiye Eserinin Mukaddimesinden Risale-i Nur, bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü bu zamanda iki dehşetli hal var: Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi; aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup etmektir. Ve âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi 36 o lmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da “Cenab-ı Hak Gafuru’r-Rahîm’dir hem cehennem pek uzaktır.” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur. İşte Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefis-perest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder. O muvazenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’ndaki uzun muvazene; en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. …………… Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam 37 kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin. İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor. Evet Risale-i Nur, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor. 38 Mesela, Yirmi İkinci Söz’ün iki makamının bürhanlarına ve lem’alarına ve Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ına ve Otuz Üçüncü Mek tup’un pencerelerine ve Asâ-yı Musa’nın on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyedir. *** 39 Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesinden Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a biz de takdim ediyoruz ki demiş: Yani, rahmet-i İlahiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) üzerine olsun ki demiş: Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır. Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevî’ de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, 40 medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da babasına gelip okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı? Almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum: Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adâvete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek. Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, ecza hane-i Kur’aniyeden ders aldığım “altı kelime” 41 ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum. BİRİNCİ KELİME: “El-emel”. Yani rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek. Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Yeisin burnunun rağmına olarak (*) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. …………… *** * Hâşiye: Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile 1371’de –başta Arap Devletleri– âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Üç yüz yirmi yedi’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış. 42 Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Bediüzzaman’ın hayatı hakkında bilgi edinmekte en temel kaynak “Tarihçe-i Hayat” isimli eserdir. Bununla birlikte Bediüzzaman’ın hayatının bir hülasasını takdim ediyoruz. 1877 yılında Bitlis vilayetine tâbi Nurs köyünde dünyaya geldi. Henüz altı yaşındayken ilme merak sardı ve küçük yaşta iken tahsil için ailesinden ayrıldı. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberine alması, yirmi senede tahsili lazım gelen medrese ilmini üç ayda tahsil etmesi ve ilmî münazaralarda galip gelmesi gibi fevkalade özelliklerinden dolayı zamanın alimlerince kendisine “Bedîüzzaman” ünvanı verildi. Kendisinin “Eski Said” olarak adlandırdığı, kırk beş yaşına kadar olan dönemde, Şark ve Garbı gezerek, Alem-i İslam’ın ve memleketin problemlerinin ne olduğunu bizzat yaşayarak görmüş ve en zaruri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış. Şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için defaatle büyük gayretler göstermiştir. Birinci Dünya Savaşında talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşmuş, vatan müdafaasında çok 43 büyük hizmette bulunmuştur. Rusya’da iki üç sene esaretten sonra firar ile geldiği İstanbul’da Darü’l-Hikmeti’lİslamiye azalığına tayin edilmiş, İstanbul’un işgali sırasında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte eseriyle işgal kuvvetlerine mukabelede bulunmuş. 1922 sonlarında Ankara’ya davet edilmiş, burada yeni hükümetin idarecilerini İslam şearine sahip çıkmaya çağırmıştır. Ankara hükümetince kendisine yapılan milletvekilliği ve şark umumi vaizliği ve diyanette azalık tekliflerini kabul etmeyerek 1923 Mayısında Ankara’dan Van’a giderek burada ibadetle ve Kur’an hakikatlarıyla meşgul olmuştur. 1925 senesinde Van’da iken Burdur’a oradan da Barla’ya nefyedilmesi ile başlayan “Yeni Said” döneminde birbiri ardınca te’lif ettiği eserlerinde iman ve Kur’an hakikatlarını izah ve ispat etmiştir. Bu eserler, imanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş, elden ele dolaşarak memleket ve dünya çapında hızla yayılmıştır. Başlattığı hizmetin halk tarafından kabul görmesi, gizli din ve vatan düşmanlarını rahatsız ettiğinden çeşitli iftiralarla 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon, 1952’de İstanbul mahkemelerine çıkarılmış. Isparta’da, Kastamonu’da, Emirdağ’da daimi tarassut ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Ömrünün son günlerine kadar iman hizmetini büyük bir kararlılıkla devam ettirmiş, Risale-i Nur Külliyatı çileli hayatının en güzel meyvesi olmuştur. Şiddetli hasta olduğu halde gittiği Şanlıurfa’da 23 Mart 1960’ta Ramazan’ın yirmi beşinci gecesi dar-ı bekaya irtihâl etmiştir. Rahmetullahi Aleyh Rahmeten Vasiaten. 44 “Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı” isimli kitabın “ÖN SÖZ”ünden Bu ön söz Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır. Büyük İkbal’e ait olan “Ön söz”de demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvi menkıbeler söylenip aziz hatıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvi ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır. Tarihe şerefler veren erler anılırken Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden Geçmiş gibi cennetteki gül bahçelerinden… Bu derin hakikati “Ön söz”ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle hârikaya sahne olan 45 önüller fatihi büyük Üstad Bedîüzzaman Said g Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı’na ve ahlâk ve faziletleri, ihlas ve samimiyetleri, iman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir. Bir kitabın “Mukaddime”sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını, böyle birkaç sahifelik mukaddimeye sığdırmak kabil midir? Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki Bedîüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir. Ben bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin bir beytiyle, çok derin bir hakikati ifade ettiğini öğrendim. “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez…” Gayesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve imanının azametinden feyz ve ilham alan 46 bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır. Akıllara hayret veren bu ulvi hâdise; münkirleri kahrettiği gibi mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor. İmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hâdiseyi büyük bir mücahid, kalpleri vecd içinde bırakan bir üslupla bakınız nasıl ifade ediyor: “Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun yani Bedîüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalpten kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz… Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.” Evet, bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?” Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddi tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti… Neticede, bu İlahî tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir “İman ve İrfan Müessesesi”nden başka bir 47 şey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: “Bedîüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti” kararı resmen ilan edildi. Ve artık ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu, güneşler gibi belirdi. Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Mesela, o adam ilk günlerde mütevazi, âlîcenab, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa zafer neşesiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte büyük küçük herhangi bir dava ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakiki çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-enbiya (sallallahu aleyhi vesellem) 48 Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir. Peygamber Efendimiz, şu yani “Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.” hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar. Zira mademki bir âlim, peygamberlerin vârisi dir; o halde hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akl u hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa… İşte Bedîüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sürati ile aşan ve peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır. Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır. …………… 49 Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh Üstad’ın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır: …………… Şefkat ve Merhameti: Büyük Üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir “Ârif-i Billah” idi. Lâkin karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki o günden beri her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor… Büyük Üstad’ın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki Cenab-ı Hak büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef 50 kılıyor. Ve bu sebebledir ki bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor… Arz ettiğim gibi İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı; bu asırda Bedîüzzaman, iman ve ihlas vâdisinde başarmıştır. Evet, Hazret-i Üstad’ı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim: Bana: “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler…” İstiğnası: Üstad’ın hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir. Mâsivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabbü’l-âlemîn’in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne 51 pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir. İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir… Bakınız, Üstad; Mektubat unvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektup’unda bu mühim noktayı altı vecih ile ne kadar asil bir iman ve irfan şuuru ile izah eder: “Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır. İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler diyerek, insanlardan istiğna göstermişler…” İşte Risale-i Nur Külliyatı’nın mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve hârikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihankıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir. Artık herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle aslâ alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da 52 gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuru ile dolmaz? …………… Tevazuu ve Mahviyetkârlığı: Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü Üstad sohbet ve teliflerinde kendine bir kutbü’l-ârifîn ve bir gavsü’l-vâsılîn süsü vermediği için gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan –merkezden muhite yayılırcasına– bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır. Üstad hususi hayatında gayet halîm selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için a’zamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırap ve mahrumiyetlere katlanır… Fakat imanına, Kur’an’ına dokunulmamak şartıyla… Artık o zaman bakmışsınız ki o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkârı ve 53 iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder: “Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse silahını bırakmayacak. Ben de Kur’an’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem…” …………… Üstad’ın ilmî cephesi: Merhum Ziya Paşa, şu: Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde. beyti ile nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikati ifade etmiştir. Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir. Yalnız yanık bir şairimizin: Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider. dediği gibi hayatının her lahzasında İlahî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zatın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. 54 Üstad, Risale-i Nur Külliyatı’nda dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in tuttuğu nurlu yolu takip ederek sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatı’nı aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira tarihte pek çok defalar görülmüştür ki bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur… Âh! Ne bahtiyardır o insan ki bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!.. …………… Ali Ulvi Kurucu *** 55 Üstad gelenlerle ne konuşurdu? Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mani olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük davasının Kur’an’a sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; fakat “Biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa ancak Nur’a kâfi gelir.” diyerek Nur’un din düşmanlarını mağlup edeceğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını, mesleğimizin en büyük esasının ihlas olduğunu, rıza-i İlahîden başka hiçbir maksat ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlasla, müsbet hareket etmekle inayet ve rahmet-i İlahiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini, ilâ âhir... beyan ederdi. 56 Risale-i Nur’dan Vecizeler İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat-ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. 57 Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir. Sünnet-i seniye, edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edep bulunmasın! Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin. Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır. Şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. 58 Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır.. İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. “Mesleğim haktır.” veya “Daha güzeldir.” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir.” demeye hakkın yoktur. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar. Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl, âmin! 59 Risale-i Nur’dan Hac ibadeti ile ilgili bazı bölümler Meyve Risalesi’nden Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi: “Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber”ler ile nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden “Allahu ekber” dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o “Allahu ekber” kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve îd’de beraber birden “Allahu ekber” demeleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allahu ekber” kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak rububiyet-i İlahiyenin “Rabbü’l-Ardı ve Rabbü’l-Âlemîn” azamet-i unvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubudiyetle bir mukabeledir, diye tahayyül ve his ve kanaat ettim. 60 On Altıncı Söz’den Dördüncü Şuâ: İşte ey tembel nefsim! Bir nevi mi’rac hükmünde olan namazın hakikati; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal’in huzuruna kabulündür. “Allahu ekber” deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup “iyyake na’büdü” hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir. Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla “Allahu ekber, Allahu ekber” demekle kat’-ı meratibe ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz’iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır. Güya her bir “Allahu ekber” bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir. İşte şu hakikat-i salâttan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir. İşte hacda pek kesretli “Allahu ekber” denilmesi, şu sırdandır. Çünkü hacc-ı şerif bi’l-asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de 61 bir hacı, ne kadar âmî de olsa kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-i Azîm’i unvanıyla Rabb’ine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i rububiyet... Ve dürbünüyle nazarına görünen âfak-ı azamet-i ulûhiyet... Ve şeairiyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devair-i ubudiyet ve meratib-i kibriya ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i rububiyet “Allahu ekber, Allahu ekber” ile teskin edilebilir ve onunla o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilan edilebilir. Hacdan sonra şu manayı, ulvi ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabîlinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır. On Yedinci Lem’a’nın Dokuzuncu Nota’sından Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda “Allahu ekber” diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihat edip içtima etse küre-i arz, tamamıyla büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği “Allahu ekber”e 62 müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda “Allahu ekber” demeleri, küre-i arzın büyük bir “Allahu ekber”i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâm’ın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla “Allahu ekber” deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle “Allahu ekber” diyerek, o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek “Allahu ekber” kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz “Allahu ekber” vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor. İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal’e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamdediyoruz ki bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmına ümmet eylemiş. 63 Risale-i Nur Külliyatı, bir kısmı büyük, bir kısmı küçük olmak üzere şu kitaplardan müteşekkildir: Büyük Kitaplar Sözler Tarihçe-i Hayat Mektubat Barla Lâhikası Lem’alar Kastamonu Lâhikası Şuâlar Emirdağ Lâhikaları İşâratü’l-İ’caz Sikke-i Tasdik-i Gaybî Asâ-yı Musa Mesnevî-i Nuriye Muhakemat İman ve Küfür Muvazeneleri Küçük Kitaplar Ayetü’l-Kübra Miftahu’l-İman Bediüzzaman Cevap Veriyor Mi’rac ve Şakk-ı Kamer Divan-ı Harb-i Örfî Mirkatü’s-Sünnet Elhüccetü’z-Zehra Mu’cizat-ı Ahmediye Ene ve Zerre Risalesi Mu’cizat-ı Kur’aniye Gençlik Rehberi Münâcat Hakikat Nurları Münâzarat Hanımlar Rehberi Nur Aleminin Bir Anahtarı Hastalar Risalesi Nur Çeşmesi Haşir Risalesi Nur’un İlk Kapısı Hizmet Rehberi Otuz Üç Pencere Hutbe-i Şamiye Rahmet ve Şefkat İlaçları İçtihad Risalesi Ramazan-İktisat-Şükür İman Hakikatleri Sünuhat-Tuluat-İşarat İhlas Risaleleri Tabiat Risalesi Konferans Uhuvvet Risalesi Küçük Sözler Yirmi Üçüncü Söz Meyve Risalesi Zühretü’n-Nur 64
© Copyright 2024 Paperzz