Risale-i Nur nedir?

Risale-i Nur nedir?
Risale-i Nur bu asrın ve gelecek asırların bütün
insanlarının imanî, İslamî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevap verecek ve kâfi gelecek Kur’anî
hakikatları havidir
Kur’an’ın hakikatlerini müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı,
her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir?
Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh
ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslup ve güzel bir ifade
ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.
Bugün yalnız Anadolu ve âlem-i İslam’ı değil, belki
bütün insanlığı maddi ve manevi terakkinin zirvesine
ulaştıracak, dünya ve ahiret saadetlerinin kurtuluşuna
vesile olacak çok büyük bir hakikatı, bir tefsir-i Kur’an’ı
Cenab-ı Hakk bu asrın insanlarına Bediüzzaman Said
Nursi vasıtasıyla ihsan etmiştir.
Risale-i Nur eserleri hakkında bilgi sahibi olmak için
Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamını okumak gerekir. Bu
küçük broşürde denizden bir damla nev’inden olarak
bu eserlerden bir kısım bölümleri takdim ­ediyoruz.
1
Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?
Tefsir iki kısımdır:
Birisi: Malûm tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan
ve izah ve ispat ederler.
İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan
hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat
ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti
var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur;
doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş,
emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.
Risale-i Nur! Kur’an âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa iman ve tevhid hakikatleriyle
müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış.. Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli
şüphecileri ikna ediyor.. En avamdan en havassa
kadar herkese hitap edip en muannid feylesofları
dahi teslime mecbur ediyor..
Risale-i Nur! Nurlu bir külliyat.. Yüz otuz
eser.. Büyüklü küçüklü risaleler halinde.. Asrın
ihtiyaçlarına tam cevap verir.. Aklı ve kalbi tat2
min eder.. Kur’an-ı Kerîm’in yirminci asırdaki
–lafzî değil– manevî tefsiri..
İspat ediyor! Akla gelen bütün istifhamları.. Zerreden güneşe kadar iman mertebelerini..
Vahdaniyet-i İlahiyeyi.. Nübüvvetin hakikatini..
İspat ediyor! Arz ve semavatın tabakatından,
melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, cennet ve
cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına
kadar.. Akla gelen ve gelmeyen bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle aklen, mantıken, ilmen
ispat ediyor.. Pozitif ilimlerin müşevviki.. Riyazî
meselelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi
ikna edip merakları izale eden bir şaheser…
Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve
hakaik-i Kur’aniye muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok
insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulmayıp bazen imanını kaybederdi.
Şimdi bütün dinsizler toplansa o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.
Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilasına
karşı, yıkılması gayr-ı kabil olan muazzam ve
muhteşem bir set teşkil etmiştir. Risale-i Nur;
maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarız
felsefenin muhal, bâtıl ve mümteni olduğunu;
cerh edilmez bürhanlarla, aklî, mantıkî delillerle
ispat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam etmiştir. Küfr-ü mutlakı mağlubiyete düçar etmiş,
dinsizliğin istilasını durdurmuştur.
3
Dalalet-âlûd Avrupa feylesoflarının ve sapkın
talebelerinin bazı müteşabih âyât-ı kerîme ve
ehadîs-i şerifenin zahirî manalarını anlamayarak yaptıkları kasıdlı itirazlara, Risale-i Nur’da
aklen, mantıken cevaplar verilerek, o âyetlerin
ve o hadîslerin birer mu’cize oldukları ispat edilmiştir. Böylelikle de bu zamanda fen ve felsefeden
gelen dalalet ve şüpheleri Risale-i Nur kökünden
kesmiştir. Risale-i Nur bunu yaparken de müsbet
bir usûl takip etmiştir.
Birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları
en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en
kat’î bir surette hallettiği gibi en girdablı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in tuttuğu
nurlu yolu takip ederek sahil-i selâmete çıkmış
ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.
Mesela haşr-i cismanî meselesinde, hükemadan İbn-i Sina gibi meşhur bir dâhînin “Haşir
naklîdir, iman ederiz; akıl bu yolda gidemez.” dediği bir hakikat, Risale-i Nur’da hem umumun
istifade edebileceği emsalsiz bir tarzda, Kur’an’ın
feyziyle aklen ispat edilmiştir.
Risale-i Nur’daki hârikulâde ilmî kuvvet,
taklidî imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı
salabetli ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel
eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor.
Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvi ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve
hazlar verecek hareketlere sevk ediyor.
Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî ve imanî bir
tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı
4
hal ve kâl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı
zamanda iman hakikatlarını ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf
ettirir.
Risale-i Nur tahsili, hakikaten hârika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddî menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve
şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur.
Risale-i Nur’un organize edilmemiş serbest
bir üniversiteye benzeyen tahsiline eserleri okumak suretiyle devam edenler ise, Kur’an ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevî bir
maksad taşımıyorlar. Böyle olduğu halde ilmî,
imanî ve ciddî eserler olan Risale-i Nur, o kadar
büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir
hazla okunuyor ki; sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahib ediyor.
Bilhâssa lise ve üniversite tahsil gençliğine
bu hârika eserler orijinal ve çekici üslûbu ve yüksek edebî san’atıyla kendini okutturuyor.
Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf,
âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidatları nisbetinde
gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha
sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler,
doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver
sınıflar fevkalâde istifade ettikleri gibi Risale-i
Nur’un hârikulâdeliğini ve telif sanatındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün
külliyatı okumak iştiyakına sahip oluyorlar.
5
Bedîüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik ve takdirkâr kimseler, daha evvel
tanımadıklarına binler teessüf edip kaybettikleri zamanları telafi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarf etmeyerek, beş dakikalık bir
zamana dahi ehemmiyet verip geceli gündüzlü
Risale-i Nur’a çalışmaya başlıyorlar. Bu rağbet
ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak
tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın,
büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes
derecesine göre istifade etmektedir.
6
Risale-i Nur Külliyatı’nda
izah ve isbat edilen meselelerden
bir kısım nümuneler:
• İnsan nedir? İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin
hikmeti ve gayesi nedir?
• Allah’ın varlığının ve birliğinin, isim ve sıfatlarının
ispatı.
• Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun ispatı.
• Hz. Muhammed’in (asm) Allah’ın resulü olduğunun
ispatı.
• Meleklerin varlığının ispatı.
• Öldükten sonra dirilmenin ispatı.
• Kadere iman esasının ispatı ve kaderle alakalı akla
gelen suallere cevaplar.
• Besmelenin sırları.
• Kur’an nedir? Tarifi nasıldır?
• Namazın ve ibadetin manası nedir? Namazın belirli
beş vakitte kılınmasının hikmetleri nelerdir?
• Ruh nedir? Ruhun bekasınıni zahı ve ispatı.
7
• Mirac meselesinin hakikati, hikmeti ve miracın
meyveleri. Mirac ile alakalı akla gelen sorulara
­cevaplar.
• Şeytanların ve şerlerin, musibet ve belaların yaratılmasının hikmetleri.
• Kâinatın ve insanın yaratılışına dair sırlar.
• “Ey İnsanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz
var?” mealindeki ayetin nükteleri.
• Hadîs ilminin esasları ve mana tabakaları. Bir kısım
hadîs-i şeriflere gelen itirazlara cevaplar.
• Sünnet-i Seniyyenin ehemmiyeti ve hikmetleri.
• Âlem-i İslamın ittihat ve ittifakını, uhuvvet ve muhabbetini netice verecek ihlas ve uhuvvet düsturları.
• Hz. Adem’in cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmesinin hikmeti.
• Kafirlerin ebedi cehennemde kalmalarının tam
adalet olduğunun izahı.
• Mugayyebat-ı hamsenin izahı.
• Tesettürün hanımların fıtratlarının gereği olduğunun izahı ve ispatı.
• Sedd-i Zülkarneyn ve Yecüc Mecüc meselesi.
Ve bu meseleler gibi insanların akıllarına gelen
yüzlerce meselelerin izahları Risale-i Nur’da vardır.
8
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
bazı risaleler ve bölümler
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın
lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne
çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:
Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama
gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla
hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.
İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya
çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi,
diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı.
Mağrur, almadı. Alanı, her yerde selâmetle gez9
di. Bir kātıu’t-tarîke rast gelse der: “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’olur, ilişemez. Bir
çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif
edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi.
Hem zelil hem rezil oldu.
İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu
dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir.
Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i
Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden
kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki
senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz
kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.
Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama
benzer ki askere kaydolur, devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her
şeye karşı dayanır.
Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal
ile Bismillah der. Öyle mi?
Evet, nasıl ki görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve
cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam
kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor.
Belki o, bir askerdir, devlet namına hareket eder,
bir padişah kuvvetine istinad eder.
10
Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi
yükleri kaldırıyorlar.
Demek her bir ağaç, Bismillah der. Hazine-i
rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.
Her bir bostan, Bismillah der. Matbaha-i kudretten bir kazan olur ki çeşit çeşit, pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek
hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir
süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf,
en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.
Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der. Sert olan
taş ve toprağı deler, geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona musahhar olur.
Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi
gibi o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i suhuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik,
yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:
En güvendiğin salabet ve hararet dahi emir
tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (as) gibi
11
emrine imtisal ederek taşları şakkeder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer
aza-yı İbrahim (as) gibi ateş saçan hararete karşı
âyetini okuyorlar.
Madem her şey manen Bismillah der. Allah
namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise
Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah,
ne fiyat istiyor?
Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakiki, bizden o
kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat
ise üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.
Başta Bismillah zikirdir.
Âhirde Elhamdülillah şükürdür.
Ortada, bu kıymettar hârika-i sanat olan
nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve
hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk
etmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını
öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise öyle de zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakiki’yi unutmak, ondan
bin derece daha belâhettir.
Ey nefis, böyle ebleh olmamak istersen Allah
namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle. Vesselâm.
12
Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne
kadar fıtrî, münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye
olduğunu görmek istersen şu temsilî hikâyeciğe
bak, dinle:
Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazife-perver; diğeri acemi, nefis-perver iki asker
beraber bulunuyordu. Vazife-perver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç
düşünmezdi. Çünkü anlamış ki onu beslemek ve
cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ inde’l-hace lokmayı ağzına koymaya kadar
devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim
ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde
işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir.
Ona sorulsa: “Ne yapıyorsun?”
“Devletin angaryasını çekiyorum.” der. Demiyor: “Nafakam için çalışıyorum.”
13
Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise talime
ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana
ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi.
Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
“Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir.
Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir.
Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet,
iki vazife peşimizde görünüyor. Biri, padişahın
vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz
ki bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir.
Padişah bize teshilat ile yardım eder ki talim ve
harptir.”
Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır anlarsın.
İşte ey tembel nefsim! O dalgalı meydan-ı
harp, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara
taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve
o tabur ise şu asrın cemaat-i İslâmiyesidir. O iki
nefer ise biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve
kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve
şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman’dır.
Diğeri, Rezzak-ı Hakiki’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet
yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise –başta namaz–
ibadettir. Ve o harp ise nefis ve heva, cin ve ins
şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan
14
ve ahlâk-ı rezileden kalp ve ruhunu helâket-i
ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene
ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, ona tevekkül edip emniyet etmektir.
Evet, en parlak bir mu’cize-i sanat-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz.
Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan en
iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). En
âciz, en nazik mahluk en iyi rızkı o yer (çocuklar
ve yavrular gibi).
Evet, vasıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile
olmadığını; belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek
kâfidir.
Demek derd-i maişet için namazını terk eden,
o nefere benzer ki talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan
sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerîm’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir,
o dahi bir ibadettir. Hem insan ibadet için halk
olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan
amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve
ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.
15
Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi
gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan en
edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde
olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat
yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa
etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın
büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada
Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin.
Hidayet ve tevfiki Erhamü’r-Râhimîn’den iste.
***
16
Haşir Risalesi
Onuncu Söz’den
Dokuzuncu Hakikat: Bab-ı ihya ve imatedir.
İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümît’in
cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca
arzı ihya eden ve o ihya içinde her biri beşer haşri
gibi acib, üç yüz binden ziyade enva-ı mahlukatı
haşir ve neşredip kudretini gösteren ve o haşir
ve neşir içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile
ihata-i ilmiyesini gösteren ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün
ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren ve
bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele
verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i
rububiyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın
en câmi’ ve en nazik ve en nâzenin en nazdar en
niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap
ittihaz ederek her şeyi ona musahhar kılmakla,
insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren
bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti
getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i
17
kübrayı açamasın? Cennet ve cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!
Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı, her asırda her senede her günde bu dar, muvakkat rûy-i
zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin
pek çok emsalini ve numunelerini ve işaratını
icad ediyor. Ezcümle:
Haşr-i baharîde görüyoruz ki beş altı gün zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üç
yüz binden ziyade envaı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iade ediyor. Başkalarını
ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad
ediyor. Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemal-i imtiyaz
ve teşhis ile o kadar sürat ve vüs’at ve suhulet
içinde kemal-i intizam ve mizan ile altı gün veya
altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir
ki bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı altı günde halk edemesin, insanı
bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!
Acaba mu’ciz-nüma bir kâtip bulunsa, hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı, tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız,
sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel
bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese:
“Şu kâtip kendi telif ettiği senin suya düşmüş
olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki “Yapamaz ve inanmam.”
Veyahut bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için
18
bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil
eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde;
sonra görsen ki büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana
dese: “O zat, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük
olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak, misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”
Veyahut bir zat bir günde, yeniden büyük bir
orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zat bir
boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan
taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.
İşte şu üç temsili fehmettin ise bak: Nakkaş-ı
Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini
çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-i
arzın sahifesinde üç yüz binden ziyade envaı,
kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere
yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber
yazar, birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe
birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.
Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir
nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip muhafaza eden Zat-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin
ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?
Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zat-ı
Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl
bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi?
Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemal-i in19
tizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip
yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini
bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?
Hem bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın
her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün
tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icad ve
ifnasında haşre numune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayalen bin sene evvel kendini
farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi
ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar,
günler adedince misal-i haşir ve kıyametin numunelerini göreceksin. Sonra bu kadar numune
ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de
anlarsın. Bak, Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz
hakikate dair ne diyor:
Elhasıl: Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir. Evet, mahşer-i acayip olan şu
koca arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden
ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi
yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir zatın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam
20
ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici,
devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir,
bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
Demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz,
muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir
memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya
davet eder ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan
bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı
şehadet ediyorlar. Ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar. Ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit
eder, naklederler.
Hulfü’l-vaad ise hem zillet hem tezellüldür.
Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz.
Hulfü’l-vaîd ise ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, (*) affa kabil değil.
* Hâşiye: Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve
manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı
inkâr olduğundan, bütün esma-i İlahiyeye karşı bir
tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini
reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzip olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki salah ve
hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir
ki umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktiza eder.
şu manayı ifade eder.
21
Kadîr-i Mutlak ise aczden münezzeh ve mukaddestir.
Şahitler, muhbirler ise mesleklerinde, meşreplerinde, mezheplerinde muhtelif oldukları halde,
kemal-i ittifak ile şu meselenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler,
keyfiyetçe icma kuvvetindedirler. Mevkice her
biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir
milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede
hem ehl-i ihtisas hem ehl-i ispattırlar. Halbuki
bir fende veya bir sanatta iki ehl-i ihtisas, binler
başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Mesela, ramazan
hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler
münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.
Elhasıl: Dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zahir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, cehennem ise birer mahzendir.
***
22
Risalet-i Ahmediye’ye dair
On Dokuzuncu Söz’den
Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren,
güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
On dört reşehatı tazammun eden
On Dördüncü Lem’a’nın
Birinci Reşhası: Rabb’imizi bize tarif eden
üç büyük, küllî muarrif var.
Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki bir nebze şehadetini on üç Lem’a ile Arabî Nur risalesinden On
Üçüncü Ders’ten işittik.
Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan
Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtü vesselâmdır.
Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.
Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’lEnbiya aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
23
Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak:
Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber… O bürhan-ı bâhir olan Peygam­
berimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve
evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri… Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir
ki her bir davasını, mu’cizatlarına istinad eden
bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün
evliya tasdik edip imza ediyorlar.
Zira o
der, dava eder. Bütün sağ
ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf
tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar
ederek icma ile manen
derler. Hangi vehmin haddi var ki böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak
karıştırsın.
İkinci Reşha: O nurani bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin (*) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin
mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler
* Hâşiye: Hüseyin-i Cisrî “Risale-i Hamîdiye”sinde
yüz on dört işaratı, o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa elbette daha evvel çok
tasrihat varmış.
24
mu’cizatının delâlatı ve şeriatın hakkaniyeti ile
teyid ve tasdik ettikleri gibi; zatında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gâliyesini ve kemal-i
emniyetini ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde
takvası, fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti,
fevkalâde metaneti davasında nihayet derecede
sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.
Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gideriz. Hayalen olsun
onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak,
hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı
görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî-Âdem’e,
belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı
hilkat-i âlem olan muamma-i acibanesini hall ve
şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını
fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan,
bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden
geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.
……………
Yedinci Reşha: İşte bak, şu cezire-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i
vahşiyanelerini def’aten kal’ u ref’ ederek bütün
ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri,
25
nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb,
muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah
oldu.
Sekizinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zat, büyük ve çok âdetleri
hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir
zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi
ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit
olarak vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek
çok hârika icraatı yapıyor.
İşte şu asr-ı saadeti görmeyenlere, Ceziretü’lArab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu
alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O
zatın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının
yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
……………
***
26
Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi
Yirmi Beşinci Söz’den
Mukaddime üç cüzdür.
Birinci Cüz:
Kur’an nedir? Tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Söz’de beyan edildiği
ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi KUR’AN,
şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi
ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi
ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri
ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin
manevî hazinelerinin keşşafı
ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı
ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı
ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan
âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i
Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin
hazinesi
27
ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi
ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası
ve zat ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kātı’ı,
tercüman-ı sâtıı
ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi
ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve
ziyası
ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi
ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi
ve insana hem bir kitab-ı şeriat
hem bir kitab-ı dua
hem bir kitab-ı hikmet
hem bir kitab-ı ubudiyet
hem bir kitab-ı emir ve davet
hem bir kitab-ı zikir
hem bir kitab-ı fikir
hem bütün insanın bütün hâcat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden
tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.
Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı
mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına
lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer
28
risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.
İkinci Cüz ve tetimme-i tarif:
Kur’an arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, On İkinci
Söz’de beyan ve ispat edildiği gibi KUR’AN,
bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır.
Hem bütün mevcudatın İlahı unvanıyla
Allah’ın fermanıdır.
Hem bütün semavat ve arzın Hâlık’ı namına
bir hitaptır.
Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir.
Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına
bir hutbe-i ezeliyedir.
Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir.
Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere
mecmuasıdır.
Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı
a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden
hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki “Kelâmullah” unvanı
kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da
veriliyor.
29
Kur’an’dan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı
İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla,
cüz’î bir unvan ile hususi bir tecelli ile cüz’î bir
isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir
saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan
ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz:
Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın
risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı
sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ ve nokta-i istinadı, bi’l-yakîn vahy-i
semavî ve kelâm-ı ezelî ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye; içi, bilbedahe hâlis hidayet; üstü, bizzarure envar-ı iman; altı, biilmelyakîn delil ve bürhan; sağı, bi’t-tecrübe teslim-i
kalp ve vicdan; solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve
iz’an; meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman
ve dâr-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’ssadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı
semavîdir.
***
30
İkinci Lem’adan
Sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın şu münâcatı hem mücerreb hem tesirlidir.
Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münâcatımızda
demeliyiz. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:
Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı
halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek
kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin
mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için o
vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi
istirahati için değil belki ubudiyet-i İlahiye için
demiş: “Yâ Rab! Zarar bana dokundu, lisanen
zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.”
diye münâcat edip Cenab-ı Hak o hâlis ve safi,
garazsız, lillah için o münâcatı gayet hârika bir
31
surette kabul etmiş. Kemal-i âfiyetini ihsan edip
enva-ı merhametine mazhar eylemiş.
İşte bu Lem’a’da beş nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’­
den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.
Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren
her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.
Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın yaraları, kısacık
hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu.
Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan
hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcat-ı
Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade
muhtacız.
Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından
neş’et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler;
öyle de bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü
billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip
imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın
zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane
uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.
Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.
O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt
değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi
ısırıyor.
32
Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen
bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği
zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok
ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem mesela, cehennem azabını intac eden
büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin
tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper
almazsa bütün ruhuyla cehennemin ademini
arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe,
cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem mesela, farz namazını kılmayan ve
vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın
küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam,
Sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen
diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa
idi.” Ve bu arzudan bir manevî adâvet-i İlahiyeyi
işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe,
vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki
inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i
ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar
ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara
kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp
yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza... Bu üç
misale kıyas edilsin ki
sırrı an-
laşılsın.
33
İKİNCİ NÜKTE: Yirmi Altıncı Söz’de sırr-ı
kadere dair beyan edildiği gibi musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakları
yoktur.
Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı
bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif
esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı
istediği gibi Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.
Ve hâkeza…
İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki
hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i
mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve
mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve
mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler,
dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve
o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor.
Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.
Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet,
diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî
kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine
34
ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona
yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete
riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin
mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü
uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir
âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde
bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Her bir
dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten
o zat sabır içinde şükrediyordu.
……………
***
35
Hutbe-i Şamiye Eserinin
Mukaddimesinden
Risale-i Nur, bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi imanda dahi bu
dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat
ediyor.
Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın
amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını
kurtarıyor.
Çünkü bu zamanda iki dehşetli hal var:
Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih
eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın
çare-i yegânesi; aynı lezzetinde elemi gösterip
hissini mağlup etmektir.
Ve
âyetinin ­işaretiyle;
bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini,
lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe
parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken
ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi
36
o­ lmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki Risale-i Nur o meslekten
gidiyor.
Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin
inadı karşısında Cenab-ı Hakk’ı tanıttırdıktan
sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun
azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi
ders alabilir. Ders aldıktan sonra da “Cenab-ı
Hak Gafuru’r-Rahîm’dir hem cehennem pek
uzaktır.” der, yine sefahetine devam edebilir.
Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur.
İşte Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür
ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefis-perest
insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında
olanları tövbeye sevk eder.
O muvazenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci
Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’ndaki uzun muvazene; en
sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.
……………
Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve
küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam
37
kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle
çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise eski zamanda bir memlekette
bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz
tane bulunabilir.
Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten
şimdi yüz derece ziyade olmuş.
Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle
hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden,
elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir
hakikat-i kudsiye lâzımdır ki onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun
ki bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok
muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat
zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor
ki yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara
karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor.
Evet Risale-i Nur, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr
hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor.
38
Mesela, Yirmi İkinci Söz’ün iki makamının
bürhanlarına ve lem’alarına ve Otuz İkinci
Söz’ün Birinci Mevkıf’ına ve Otuz Üçüncü Mek­
tup’un pencerelerine ve Asâ-yı Musa’nın on bir
hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak,
parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden
hakikat-i Kur’aniyedir.
***
39
Arabî Hutbe-i Şamiye
Eserinin Tercümesinden
Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o
Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a biz de takdim ediyoruz ki
demiş:
Yani, rahmet-i İlahiyeden ümidinizi kesmeyiniz.
Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) üzerine olsun ki demiş:
Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından
bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti,
ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.
Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevî’­
de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek
haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın
ulema bulunan cemaate karşı benim misalim,
40
medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabî
çocuk sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da babasına gelip okuduğu dersini babasına
arz eder. Tâ doğru ders almış mı? Almamış mı?
Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet,
bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin
üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir
kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı
içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki:
Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır.
O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat
bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede
ölmesi.
Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan
nurani rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, ecza­
hane-i Kur’aniyeden ders aldığım “altı kelime”
41
ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları
biliyorum.
BİRİNCİ KELİME: “El-emel”. Yani rahmet-i
İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek. Evet, ben
kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i
İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i
sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet
güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Yeisin burnunun rağmına olarak (*) ben dünyaya işittirecek
derecede kanaat-i kat’iyemle derim:
İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak.
Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.
……………
***
* Hâşiye: Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile 1371’de
–başta Arap Devletleri– âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber vermiş. İki
Harb-i Umumî ve 30-40 sene devam eden istibdad-ı
mutlakı düşünmemiş. Üç yüz yirmi yedi’de olacak gibi
müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.
42
Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi
Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman’ın hayatı hakkında bilgi edinmekte en
temel kaynak “Tarihçe-i Hayat” isimli eserdir. Bununla
birlikte Bediüzzaman’ın hayatının bir hülasasını takdim
ediyoruz.
1877 yılında Bitlis vilayetine tâbi Nurs köyünde dünyaya geldi. Henüz altı yaşındayken ilme merak sardı ve
küçük yaşta iken tahsil için ailesinden ayrıldı. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması, okuduğu kitapları kolaylıkla ezberine alması, yirmi senede tahsili lazım
gelen medrese ilmini üç ayda tahsil etmesi ve ilmî münazaralarda galip gelmesi gibi fevkalade özelliklerinden
dolayı zamanın alimlerince kendisine “Bedîüzzaman”
ünvanı verildi.
Kendisinin “Eski Said” olarak adlandırdığı, kırk beş
yaşına kadar olan dönemde, Şark ve Garbı gezerek,
Alem-i İslam’ın ve memleketin problemlerinin ne olduğunu bizzat yaşayarak görmüş ve en zaruri ihtiyacın
eğitim olduğu kanaatine varmış. Şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için
defaatle büyük gayretler göstermiştir. Birinci Dünya
Savaşında talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayı teşkil ederek cepheye koşmuş, vatan müdafaasında çok
43
büyük hizmette bulunmuştur. Rusya’da iki üç sene esaretten sonra firar ile geldiği İstanbul’da Darü’l-Hikmeti’lİslamiye azalığına tayin edilmiş, İstanbul’un işgali sırasında neşrettiği Hutuvat-ı Sitte eseriyle işgal kuvvetlerine mukabelede bulunmuş. 1922 sonlarında Ankara’ya
davet edilmiş, burada yeni hükümetin idarecilerini İslam
şearine sahip çıkmaya çağırmıştır. Ankara hükümetince
kendisine yapılan milletvekilliği ve şark umumi vaizliği
ve diyanette azalık tekliflerini kabul etmeyerek 1923
Mayısında Ankara’dan Van’a giderek burada ibadetle ve
Kur’an hakikatlarıyla meşgul olmuştur.
1925 senesinde Van’da iken Burdur’a oradan da
Barla’ya nefyedilmesi ile başlayan “Yeni Said” döneminde birbiri ardınca te’lif ettiği eserlerinde iman ve Kur’an
hakikatlarını izah ve ispat etmiştir. Bu eserler, imanını
tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine
mazhar olmuş, elden ele dolaşarak memleket ve dünya
çapında hızla yayılmıştır.
Başlattığı hizmetin halk tarafından kabul görmesi,
gizli din ve vatan düşmanlarını rahatsız ettiğinden çeşitli iftiralarla 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de
Afyon, 1952’de İstanbul mahkemelerine çıkarılmış.
Isparta’da, Kastamonu’da, Emirdağ’da daimi tarassut ve
takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Ömrünün son günlerine kadar iman hizmetini büyük
bir kararlılıkla devam ettirmiş, Risale-i Nur Külliyatı çileli
hayatının en güzel meyvesi olmuştur.
Şiddetli hasta olduğu halde gittiği Şanlıurfa’da 23
Mart 1960’ta Ramazan’ın yirmi beşinci gecesi dar-ı bekaya irtihâl etmiştir. Rahmetullahi Aleyh Rahmeten Vasiaten.
44
“Bediüzzaman Said Nursî
Tarihçe-i Hayatı”
isimli kitabın “ÖN SÖZ”ünden
Bu ön söz Medine-i Münevvere’de bulunan
mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.
Büyük İkbal’e ait olan “Ön söz”de demiştim ki:
“Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvi
menkıbeler söylenip aziz hatıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü,
tertemiz sevgi hislerinin ulvi ateşi yakıyor ve İlahî
feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder
ki birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.
Tarihe şerefler veren erler anılırken
Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden
Geçmiş gibi cennetteki gül bahçelerinden…
Bu derin hakikati “Ön söz”ü yazarken bütün
azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum.
Zira aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin
bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser,
hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle hârikaya sahne olan
45
­ önüller fatihi büyük Üstad Bedîüzzaman Said
g
Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan
Risale-i Nur Külliyatı’na ve ahlâk ve faziletleri, ihlas ve samimiyetleri, iman ve irfanları ile hayatın
her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam
eden Nur talebelerine aittir.
Bir kitabın “Mukaddime”sini, o kitabın hülâ­sası
diye tarif ederler. Halbuki her mevzuu müstakil bir
esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını, böyle birkaç sahifelik mukaddimeye sığdırmak kabil midir?
Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve
mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve
hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh bu
eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler
ki Bedîüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir
şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz
bir şahsiyettir.
Ben bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen,
fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski
bir Arap şairinin bir beytiyle, çok derin bir hakikati ifade ettiğini öğrendim. “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez…”
Gayesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve imanının azametinden feyz ve ilham alan
46
bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden
güne çoğalmaktadır.
Akıllara hayret veren bu ulvi hâdise; münkirleri kahrettiği gibi mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.
İmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hâdiseyi büyük bir mücahid, kalpleri vecd içinde bırakan bir üslupla bakınız nasıl
ifade ediyor:
“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde
her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun yani
Bedîüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalpten
kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde
intikal eder görmekle teselli buluyoruz… Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin
­sabahları pek yakın olur.”
Evet, bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyz ve tesirini görenler, hayret
ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti
memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî
bir teşekkül müdür?”
Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddi tetkikler,
uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti… Neticede, bu İlahî tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir “İman ve İrfan Müessesesi”nden başka bir
47
şey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir
surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: “Bedîüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin
beraeti” kararı resmen ilan edildi. Ve artık ruhun
maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın
küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede
değişmeyecek olan İlahî kanunların başında gelen
bir hakikat olduğu, güneşler gibi belirdi.
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana
başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler
arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında
vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Mesela, o adam ilk günlerde mütevazi, âlîcenab,
feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve
son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde
yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa zafer neşesiyle birçok
büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı
olmuş?
İşte büyük küçük herhangi bir dava ve gaye
sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakiki çehresiyle aksettirecek olan en
berrak âyine budur.
Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-enbiya (sallallahu aleyhi vesellem)
48
Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha
sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar
vermişlerdir.
Peygamber Efendimiz, şu
yani “Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.”
hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey
olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.
Zira mademki bir âlim, peygamberlerin vârisi­
dir; o halde hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip
etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ,
taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akl u hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…
İşte Bedîüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir
yıldırım sürati ile aşan ve peygamberlerin vârisi
olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden
bir zattır.
Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve
meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey;
onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha
derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
……………
49
Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen
meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh Üstad’ın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:
……………
Şefkat ve Merhameti:
Büyük Üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda
bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde
bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir
“Ârif-i Billah” idi.
Lâkin karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere
olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan
bir arslan gibi yanardağları andıran bir kükreyişle
cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu
bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete
mebnidir ki o günden beri her sözü bir dilim lav,
her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri
yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor…
Büyük Üstad’ın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu
o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.
Demek ki Cenab-ı Hak büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye
ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef
50
kılıyor. Ve bu sebebledir ki bir mâ-i mukattardan
daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup
gelen nefesler, kalplere akseder etmez bambaşka
tesirler icra ediyor…
Arz ettiğim gibi İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı; bu asırda Bedîüzzaman, iman
ve ihlas vâdisinde başarmıştır.
Evet, Hazret-i Üstad’ı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti
olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:
Bana: “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar.
Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var..
alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor,
imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye,
imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni
kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne
ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu
küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler…”
İstiğnası:
Üstad’ın hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.
Mâsivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî
ve ruhî bütün varlığı ile Rabbü’l-âlemîn’in bitmez
ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep
ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne
51
pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam
etmektedir.
İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına
münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin
istiğnasına hayran olmamak kabil değildir…
Bakınız, Üstad; Mektubat unvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektup’unda bu mühim noktayı altı
vecih ile ne kadar asil bir iman ve irfan şuuru ile
izah eder:
“Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i
cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları
fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle
mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler
diyerek, insanlardan istiğna göstermişler…”
İşte Risale-i Nur Külliyatı’nın mazhar olduğu
İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve hârikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihankıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.
Artık herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle aslâ alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da
52
gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun
feyiz ve nuru ile dolmaz?
……………
Tevazuu ve Mahviyetkârlığı:
Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.
Çünkü Üstad sohbet ve teliflerinde kendine bir
kutbü’l-ârifîn ve bir gavsü’l-vâsılîn süsü vermediği
için gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz
bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir.
Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait
olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan
–merkezden muhite yayılırcasına– bütün nur ve
sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere
yayılır.
Üstad hususi hayatında gayet halîm selim ve
son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için a’zamî fedakârlıklar gösterir.
Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırap ve mahrumiyetlere katlanır… Fakat imanına, Kur’an’ına
dokunulmamak şartıyla…
Artık o zaman bakmışsınız ki o sakin deniz,
dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir.
Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkârı ve
53
iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir
neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümle ile
şu şekilde ifade eder: “Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse silahını bırakmayacak. Ben de
Kur’an’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife
başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem…”
……………
Üstad’ın ilmî cephesi:
Merhum Ziya Paşa, şu:
Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
beyti ile nesilden nesile bir düstur halinde intikal
edecek olan çok büyük bir hakikati ifade etmiştir.
Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı
gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i
ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti
güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.
Yalnız yanık bir şairimizin:
Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider.
dediği gibi hayatının her lahzasında İlahî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zatın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana
bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun
için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.
54
Üstad, Risale-i Nur Külliyatı’nda dinî, içtimaî,
ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.
İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemanın
tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve
Cemaat’in tuttuğu nurlu yolu takip ederek sahil-i
selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece
çıkarmıştır.
Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatı’nı aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur
Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen
billur huzmelerdir. Binaenaleyh her Müslüman’a
düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan
bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira
tarihte pek çok defalar görülmüştür ki bir eser nice
fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan
kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur…
Âh! Ne bahtiyardır o insan ki bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!..
……………
Ali Ulvi Kurucu
***
55
Üstad gelenlerle ne konuşurdu?
Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin
yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin
vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mani olduğunu;
şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete
düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu;
zamanın en büyük davasının Kur’an’a sarılmak olduğunu,
Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye
hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip
aleyhte tahriklerde bulunduklarını; fakat “Biz
müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur
var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa ancak
Nur’a kâfi gelir.” diyerek Nur’un din düşmanlarını mağlup edeceğinden,
müsbet hareket etmenin atom bombası gibi
tesiri bulunduğundan,
Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını,
mesleğimizin en büyük esasının ihlas olduğunu, rıza-i İlahîden başka hiçbir maksat ittihaz
edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu;
ihlasla, müsbet hareket etmekle inayet ve
rahmet-i İlahiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini, ilâ âhir... beyan ederdi.
56
Risale-i Nur’dan Vecizeler
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat-ı tanımak ve ona iman edip ibadet
etmektir.
Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl
oluyor ki nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?
Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat
etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan toprak kendi
kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor.
Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.
İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı
elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın
kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.
Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek
doğru değildir.
57
Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve
memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen,
iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.
Sünnet-i seniye, edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki
­altında bir nur, bir edep bulunmasın!
Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol
ki rahat edesin.
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
Şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder,
ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.
Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç
düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.
Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u
medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.
58
Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar
­olmaktır..
İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz
gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan,
­yalnız kendine gece yapar.
“Mesleğim haktır.” veya “Daha güzeldir.” demeye
hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir.” demeye hakkın yoktur.
Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman
ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet
verdiği gibi istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser,
tecavüzatını kırar.
Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et,
emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette
emin kıl, âmin!
59
Risale-i Nur’dan
Hac ibadeti ile ilgili
bazı bölümler
Meyve Risalesi’nden
Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı
geldi:
“Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber”ler
ile nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon
insanlara birden “Allahu ekber” dedirmesi; koca
küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o “Allahu ekber” kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat
arkadaşlarına işittiriyor gibi yirmi binden ziyade
hacıların Arafat’ta ve îd’de beraber birden “Allahu ekber” demeleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü
vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allahu ekber” kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak rububiyet-i
İlahiyenin “Rabbü’l-Ardı ve Rabbü’l-Âlemîn”
azamet-i unvanıyla küllî tecellisine karşı geniş
ve küllî bir ubudiyetle bir mukabeledir, diye
­tahayyül ve his ve kanaat ettim.
60
On Altıncı Söz’den
Dördüncü Şuâ: İşte ey tembel nefsim! Bir
nevi mi’rac hükmünde olan namazın hakikati; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak
huzur-u şahaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet
olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i
Zülcelal’in huzuruna kabulündür. “Allahu ekber”
deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir
mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir
gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura
müşerref olup “iyyake na’büdü” hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyet-i azîmedir.
Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla “Allahu
ekber, Allahu ekber” demekle kat’-ı meratibe ve
terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz’iyattan devair-i
külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel
bir unvanıdır. Güya her bir “Allahu ekber” bir
basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir.
İşte şu hakikat-i salâttan manen veya niyeten
veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir
şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.
İşte hacda pek kesretli “Allahu ekber” denilmesi, şu sırdandır. Çünkü hacc-ı şerif bi’l-asale
herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir.
Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padişahın
bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de
61
bir hacı, ne kadar âmî de olsa kat’-ı meratib etmiş
bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-i Azîm’i
unvanıyla Rabb’ine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i
külliye ile müşerreftir.
Elbette hac miftahıyla açılan meratib-i
külliye-i rububiyet... Ve dürbünüyle nazarına
görünen âfak-ı azamet-i ulûhiyet... Ve şeairiyle
kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devair-i
ubudiyet ve meratib-i kibriya ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i
rububiyet “Allahu ekber, Allahu ekber” ile teskin
edilebilir ve onunla o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilan edilebilir.
Hacdan sonra şu manayı, ulvi ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeair-i İslâmiyenin
velev sünnet kabîlinden dahi olsa ehemmiyeti şu
sırdandır.
On Yedinci Lem’a’nın
Dokuzuncu Nota’sından
Evet, eğer namazların arkasında, hususan
bayram namazlarında bir anda “Allahu ekber”
diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i
gaybda ittihat ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi
birbiriyle ittihat edip içtima etse küre-i arz, tamamıyla büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği “Allahu ekber”e
62
müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile
bir anda “Allahu ekber” demeleri, küre-i arzın
büyük bir “Allahu ekber”i hükmüne geçiyor.
Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâm’ın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar
olup, aktar u etrafıyla “Allahu ekber” deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle
niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle
“Allahu ekber” diyerek, o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek “Allahu
ekber” kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz “Allahu ekber” vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve
tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine
de temevvüc ederek sadâ veriyor.
İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve
ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal’e,
yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir
edip ve mevcudatı adedince hamdediyoruz ki bize
bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmına ümmet eylemiş.
63
Risale-i Nur Külliyatı, bir kısmı büyük, bir kısmı küçük
olmak üzere şu kitaplardan müteşekkildir:
Büyük Kitaplar
Sözler
Tarihçe-i Hayat
Mektubat
Barla Lâhikası
Lem’alar
Kastamonu Lâhikası
Şuâlar
Emirdağ Lâhikaları
İşâratü’l-İ’caz
Sikke-i Tasdik-i Gaybî
Asâ-yı Musa
Mesnevî-i Nuriye
Muhakemat
İman ve Küfür Muvazeneleri
Küçük Kitaplar
Ayetü’l-Kübra
Miftahu’l-İman
Bediüzzaman Cevap Veriyor Mi’rac ve Şakk-ı Kamer
Divan-ı Harb-i Örfî
Mirkatü’s-Sünnet
Elhüccetü’z-Zehra
Mu’cizat-ı Ahmediye
Ene ve Zerre Risalesi
Mu’cizat-ı Kur’aniye
Gençlik Rehberi Münâcat
Hakikat Nurları Münâzarat
Hanımlar Rehberi
Nur Aleminin Bir Anahtarı
Hastalar Risalesi
Nur Çeşmesi
Haşir Risalesi
Nur’un İlk Kapısı
Hizmet Rehberi
Otuz Üç Pencere
Hutbe-i Şamiye
Rahmet ve Şefkat İlaçları
İçtihad Risalesi
Ramazan-İktisat-Şükür
İman Hakikatleri
Sünuhat-Tuluat-İşarat
İhlas Risaleleri
Tabiat Risalesi
Konferans
Uhuvvet Risalesi
Küçük Sözler
Yirmi Üçüncü Söz
Meyve Risalesi
Zühretü’n-Nur
64