DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 ISSN:2146-5975 DÜZCE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Yıl: 2014/1 Sayı: 1 1 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜZCE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Journal of Düzce University Institute of Social Sciences Sahibi/Owner D.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Adına Enstitü Müdürü Doç.Dr. Mehmet Selami Yıldız Editörler/Editors Prof. Dr. Nigar Demircan Çakar Prof. Dr. Kahraman Çatı Doç. Dr. Abdurrahman Kılıç Yardımcı Editör/Assistant Editor Yrd. Doç. Dr. Enver Bozdemir Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ Arş. Gör. Ali Güven Bilim Kurulu/Scientific Committee Prof. Dr. Ahmet İncekara (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Ali Murat Sünbül (Selçuk Üniveristesi) Prof. Dr. Aziz Kutlar (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Cengiz Toroman (Gaziantep Üniversitesi) Prof. Dr. Erhan Birgili (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş (Aksaray Üniversitesi) Prof. Dr. İlhan Genç (Düzce Üniversitesi) Prof. Dr. İnci Varinli (Bozok Üniversitesi) Prof. Dr. Orhan Batman (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Kazım Yoldaş (İnönü Üniversitesi) Prof. Dr. M. Bahaddin Acat (Osmangazi Üniversitesi) Prof. Dr. Mahmut Kartal (Bartın Üniversitesi) Prof. Dr. Atila Yüksel (Adnan Menderes Üniversitesi) Prof. Dr. Muhsin Halis (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Remzi Altunışık (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Serkan Bayraktaroğlu (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Süleyman Çaldak (Adıyaman Üniversitesi) Prof. Dr. Turan Öndeş (Atatürk Üniversitesi) Prof. Dr. Uğur Selçuk Akalın (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Gülsüm Akalın (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Yusuf Tuna (İstanbul Ticaret Üniversitesi) i DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Prof. Dr. Neşe Erim (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Recep Kök (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Hüseyin Karakayalı (Celal Bayar Üniversitesi) Prof. Dr. Salih Durer (Yıldız Teknik Üniversitesi) Prof. Dr. Ersan Bocutoğlu (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa Aykaç (Kırklareli Üniversitesi) Doç. Dr. Abdulkadir Bilen (Dicle Üniversitesi) Doç. Dr. Abdullah Yılmaz (Dumlupınar Üniversitesi) Doç. Dr. Ahmet Karadağ (İnönü Üniversitesi) Doç. Dr. Ali Şen (İnönü Üniversitesi) Doç. Dr. Behçet Oral (Dicle Üniversitesi) Doç. Dr. Bekir Zakir Çoban (Dokuz Eylül Üniversitesi) Doç. Dr. Burhan Kılıç (Muğla Sıtkı Kocaman Üniversitesi) Doç. Dr. Bülent Bakar (Marmara Üniversitesi) Doç. Dr. Cem Saatçioğlu (İstanbul Üniversitesi) Doç. Dr. Habip Yıldız (Sakarya Üniversitesi) Doç. Dr. Rana Özen Kutanis (Sakarya Üniversitesi) Doç. Dr. Hakan Erkuş (İnönü Üniversitesi) Doç. Dr. Hakan Kahyaoğlu (Dokuz Eylül Üniversitesi) Doç. Dr. Hamza Ateş (Kocaeli Üniversitesi) Doç. Dr. İ. Hakkı Eraslan (Düzce Üniversitesi) Doç. Dr. İzzet Kılınç (Düzce Üniversitesi) Doç. Dr. Mehmet Akif Öncü (Düzce Üniversitesi) Doç. Dr. M. Selami Yıldız (Düzce Üniversitesi) Doç. Dr. Nadir Eroğlu (Marmara Üniversitesi) Doç. Dr. Orhan Akınoğlu (Marmara Üniveristesi) Doç. Dr. Said Kıngır (Siirt Üniversitesi) Doç. Dr. Seyfettin Erdoğan (Kocaeli Üniversitesi) Doç. Dr. Yakup Bulut (Hatay Üniversitesi) Doç. Dr. Zafer Akbaş (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Abdullah Adıgüzel (Harran Üniveristesi) Yrd. Doç. Dr. Abdulvahap Baydaş (Bingöl Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Adem Kara (Abant İzzet Baysal Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Oğuz (Karabük Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Alaettin İmamoğlu (Düzce Üniversitesi) ii DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Yrd. Doç. Dr. Ali Akaytay (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ali Ertuğrul (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Arif Güngör (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Azize Şahin (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Burhanettin Zengin (Sakarya Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Engin Aslanargun (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Harun Şahin (Bingöl Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Hilmi Süngü (Bozok Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. İbrahim Sona (Yıldız Teknik Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. İstemi Çömlekçi (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Kamil Unur (Mersin Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Levent GELİBOLU (Kafkas Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Lütfi Atay (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Aytekin (Gaziantep Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Metin Kılıç (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. M. Nurullah Kurutkan (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Murat BAYAT (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Murat Taştan (Kafkas Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Murat Yüksel (Ordu Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Muammer Mesci ( Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Oğuz Kara (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Oğuz Türkay (Sakarya Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Öznur Bozkurt (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ramazan Arslan (Bartın Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ramazan YANIK (Atatürk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. S. Selim Eren (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Seyda Faikoğlu (Düzce Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Yunus Emre Taşgit ( Düzce Üniversitesi) iii DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Yazışma Adresi Corresponding Address Düzce Üniversitesi Duzce University Sosyal Bilimler Enstitüsü Institute of Social Sciences 81620 Konuralp Yerleskesi / 81620 Konuralp Campus / Düzce- TÜRKİYE Duzce - TURKEY Tel: 0380 542 1437 Phone: 0380 542 1437 Fax: 0380 542 14 38 Fax: 0380 542 14 38 Dergi yılda iki sayı olarak eletronik ortamda yayımlanır (Electronic journal published twice a year as a number)http://www.sobe.duzce.edu.tr/ adresinden dergiye iliskin bilgilere ve makale özetlerine ulasılabilir(Instructions to Authors" and "Abstracts" can be found at this address). İÇİNDEKİLER Yrd. Doç.Dr. Tarık GEDİK, Yrd. Doç.Dr. Mehmet Nurullah KURUTKAN, Arş. Gör. Muhammet ÇİL YÜKSEKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNİN İŞLETMELERDEN YEŞİL PAZARLAMA BEKLENTİLERİ ANALİZİ: DÜZCE ÜNİVERSİTESİ ÖRNEĞİ .................................... 1 Dr. Kürşat Haldun AKALIN RUH-BEDEN ÇIKMAZINDA VE DÜALİST TANRI AYRIMINDA PAUL’ÜN GNOSTİK SAPMASI ............................................................................................................ 23 Doç. Dr. Ayşehan ÇAKICI BÜYÜK ÖLÇEKLİ İŞLETMELERDE İNSAN KAYNAKLARI UYGULAMALARI.. 56 Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ KLÂSİK HİKÂYEYE MODERN BİR BAKIŞ ................................................................... 83 iv DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 YÜKSEKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNİN İŞLETMELERDEN YEŞİL PAZARLAMA BEKLENTİLERİ ANALİZİ: DÜZCE ÜNİVERSİTESİ ÖRNEĞİ Yrd. Doç.Dr. Tarık GEDİK DÜ Orman Fakültesi Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü, [email protected] Yrd. Doç.Dr. Mehmet Nurullah KURUTKAN DÜ İşletme Fakültesi Sağlık Kurumları Yöneticiliği Bölümü, [email protected] Arş. Gör. Muhammet ÇİL DÜ Orman Fakültesi Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü Özet Bu çalışmada, yeşil pazarlama karması, çevre dostu ürün ve yeşil ürün açısından tüketici sınıflandırmaları hakkında literatür incelenmiş ve konu ile ilgili bir saha çalışması yürütülmüştür. Saha çalışması, Düzce Üniversitesi Merkez Kampüste okuyan lisans ve ön lisans öğrencilerle yapılmıştır. Bu çalışmanın temel amacı, yeşil pazarlama bağlamında öğrencilerin işletmelerden ne bekledikleri sorusuna cevap aramaktır. Tali amaç ise, Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesini belirginleştirmektir. Katılımcı öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesine yönelik ifade gurubu faktör analizine tabi tutulmuştur. Değişkenler, sürdürülebilirlik, sosyal kabullenebilirlik, çevre bilinci ve güvenlik başlıklı dört faktör altında toplanmıştır. Dört faktör, toplam değişkenliğin % 61,395’ini açıklamıştır. Öğrencilerin işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklenti sonuçları ise üç önemlilik düzeyine göre derecelendirilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, sürdürülebilirlik anlayışının öğrenciler tarafından önemsendiği ve çevre yönetim standartlarına sahip olan firmaların öğrenciler tarafından diğer firmalara göre daha fazla tercih edildiği benimsenmiştir. Yeşil satın alma davranışı açısından öğrencilerin kendilerine mali külfet getirmeyen davranış ve tutumlara sahip oldukları ve çevre dostu yoldan üretilen ürünlere alternatiflerine göre daha fazla fiyat ödemeye istekli olmadıkları belirlenmiştir Anahtar Kelimeler: Yeşil Pazarlama, Yeşil Ürün, Yeşil Tüketici Beklentisi, Düzce Üniversitesi 1 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 THE ANALYSES OF EXPECTATIONS FROM HIGHER EDUCATION STUDENTS ABOUT GREEN MARKETING: A CASE ON DUZCE UNIVERSITY Abstract In this study, the literature about consumer classifications about green marketing elements, environment friendly product and green product has been investigated and a field study about the subject has been made. The field study has applied on graduate and undergraduate students that studying at Duzce University Central Campus. Primary goal of this study is to look for the answer of what does the students expect from companies on the green marketing subject. Secondary goal is to make the participation to the judgements about green marketing subject of the students in Duzce University Central Campus more significant. The phrase group, intended to the participation level to the judgements about green marketing of the students, has been subjected to a factor analyse. The variables are shaped under four factors such as sustainability, social acceptability, environmental consciousness and security. These four factors has explained % 61,395 of the variance. The expectation levels of the students from the companies about green marketing have been graded into three importance levels. According to the results of the study, sustainability mentality has been given importance by the students and companies, which have environmental management standards, are rather chosen than the other companies. It has been determined under the objective of green purchasing behaviors, students have the attitudes that would not bring them financial burden and they are not willingly pay more to the products which produced in environmental friendly ways rather than the alternatives. Key Words: Green Marketing, Green Products, Green Consumer Expectation, Duzce University 1. Giriş Çevre sorunlarının insan sağlığı ve ekosistemi tehdit etmeye başlamasından beri gerek hükümetler gerekse de sivil toplum kuruluşları ve tüketiciler çevre bilinci ile harekete geçmişlerdir. Bu bağlamda uluslararası alanda birçok ülke ve kuruluş çevre sorunlarına çözüm aramak için işbirliği yoluna gitmiş ve ortak politikalar belirleyerek uygulamaya koymuşlardır. Gelecek nesillerin emaneti olan bugünkü kaynaklarımızın tehlikeye atılmadan yani sürdürülebilir bir şekilde üretim yapılması gerekliliği, üretim yapan işletmelere daha fazla sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluklar gerek yasal baskılardan gerekse de işletmelerin sorumlu olduğu sivil toplum kuruluşlarından gelmektedir. Üretimde özellikle sürdürülebilir kalkınma kavramının gittikçe daha fazla önem kazanması işletmeleri sürdürülebilir yeşil stratejileri benimsemeye itmiştir. Günümüz tüketicileri çevre sorunlarına büyük duyarlılık göstermekte ve işletmelerden sorumluluklarının farkına varmalarını ve doğayı daha iyi koruyacak uygulamaları 2 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 gerçekleştirmelerini beklemektedirler (Uydacı, 2002). Bu nedenle bugünün yöneticileri, değer sistemlerini ve tüketici tercihlerini değiştiren pazarların küreselleşmesi, rekabetin artan yoğunluğu, hızlı teknolojik gelişmeler, sanayiye dayalı bir ekonomiye geçiş, demografik değişimler ve çevreci yeniliklerle baş etmek zorundadırlar (Karna ve diğ., 2003). İşletme açısından çevre kavramı Çevre Yönetim Sistemi Standardı’na göre “Bir kuruluşun, faaliyetlerini içinde yürüttüğü hava, su, toprak, tabi kaynaklar, bitki ve hayvan sistemleri, insan ve bunlar arasındaki faaliyetleri içine alan ortamdır” şeklinde tanımlanmaktadır. Tanım incelendiğinde örgütle etkileşim içerisinde olan tüm canlı ve cansız sistemlerin bütüncül bir bakış açısıyla ele alındığı görülmektedir. Dolayısıyla örgütlerin bu kaynakların her hangi birinde meydana gelen bir aksaklık sonunda ortam koşullarından olumsuz yönde etkilenebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenledir ki işletmelerin etkinlik ve verimliliklerinin sağlığı açısından tüm kaynakların korunması ve devamlılığının sağlanması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Tüm bu döngünün sağlanması için işletmeler doğanın dengesini olumsuz yönde etkilemeyecek ürünler üretme ve pazarlama arayışlarına girmektedirler (Duru ve Şua, 2013). Üretimin negatif yanlarını bertaraf etmek ve üretim çevresinin çevreye duyarlı olmasını garantiye almak için Çevre Yönetim Standardı (ÇYS TS EN ISO 14001) yayınlanmıştır. ÇYS’ye göre yeşil ürün ve hizmetler çevre sağlığı ve yönetimi arasında kuvvetli ilişki bulunmaktadır. ÇYS’ye göre üretimin çevre etkisi, hem pozitif hem de negatif olabilmektedir. Temel tanımlar açısından bakıldığında yeşil pazarlamanın çevreye olan etkilerinin pozitif olması beklenmektedir. Çevre: Bir kuruluşun faaliyetlerini içinde yürüttüğü, hava, su, toprak, tabii kaynaklar, bitki topluluğu (flora) hayvan topluluğu (fauna), insanlar ve bunlar arasındaki ilişkileri içinde alan ortamdır. Bu tanımdan hareketle yeşil pazarlama, hem flora hem de faunanın korunmasına yardımcı olacak temel stratejilerden biri olmaktadır. Çevre Yönetim standardında yeşil pazarlama açısından üç önemli kavram bulunmaktadır: Çevre Boyutu, kuruluşun, faaliyetlerinin, ürünlerinin veya hizmetlerinin çevre ile etkileşime giren unsurlarıdır. Çevre Etkisi ise, çevrede, kısmen veya tamamen kuruluşun faaliyet, ürün ve hizmetleri dolayısıyla ortaya çıkan, olumlu veya olumsuz her türlü değişikliktir. Kirlenmenin Önlenmesi, kirlenmeyi önlemek, azaltmak veya kontrol altında tutmak amacıyla yeniden devreye sokmayı, başka işleme tabi tutmayı, işlemde değişiklik yapmayı, kontrol mekanizmalarını, kaynakların etkin kullanımını, malzeme ikamesini içine alabilen her türlü işlem ve 3 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 uygulamaya başvurulması, malzeme veya ürün kullanılmasıdır (TS EN ISO 14001: 2005). Çevre etkileri genel itibari ile negatif olmaktadır. Tüketiciler açısından bakıldığında yeşil pazarlama ve yeşil ürün firmanın çevre ile etkileşime giren unsurlarının çevreye vermiş olduğu olumsuz değişiklikleri azaltmaktadır. Yeşil pazarlamayı çevre yönetim standardı ışığında yorumlayan firmalar, üretim sürecinde zararı ve kirliliği, kirlenmenin önlenmesi hiyerarşisi bağlamında kurgulamalıdır. Öncelik önlemeye verilmelidir. Ayrıca işletmelerin yeşil pazarlama açısından önemli sorumlulukları vardır. Çevreye duyarlı, tabiatı koruyan bir yönetim anlayışının işletmenin tüm departmanlarında yer alan çalışanlara bir kurum kültürü olarak benimsetilmesi işletme yaşam döngüsü, ürün tasarımı, değerleme ve hata maliyetleri yönünden olumlu etkiler yaratacaktır. Bunun nedeni çevreci iş etiği ile donatılmış çalışanlardan oluşan bir işletmedeki ürünlerin daha büyük bir özenle üretilmesi gerek hata maliyetlerinde gerekse atıl kapasiteyi önlemesiyle işletmeye oldukça zengin avantajlar sunacaktır (Duru ve Şua, 2013). Yeşil pazarlama ilk kez 1975 yılında Amerikan Pazarlama Birliğinin düzenlemiş olduğu “ekolojik pazarlama” konulu seminerde tartışılmış ve tanımlanmıştır. Bu tanıma göre ekolojik pazarlama, pazarlama faaliyetlerinin çevre kirliliği, enerji tüketimi ve diğer kaynakların tüketimi üzerine olumlu veya olumsuz etkileri ile ilgili çalışmalardır (Keleş, 2007; Lebleci ve Kacur, 2008; Peattie, 2001). İnsanların istek ve ihtiyaçlarını tatmin etmek için geliştirilen bir takım değiş tokuş faaliyetlerinin, bu istek ve ihtiyaçları giderirken doğal çevreye en az zarar verecek şekilde yapılmasını sağlayan pazarlama turuna yeşil pazarlama denilmektedir (Polonskye, 1995). Yeşil pazarlama, pazarlama literatüründe farklı şekillerle ifade edilmektedir. Yeşil pazarlama; sosyal pazarlama, ekolojik pazarlama, çevreci pazarlama, sürdürülebilir pazarlama ve yeşilci pazarlama gibi değişik isimlerle de anılmaktadır. Amerikan Pazarlama Derneği’ne göre, yeşil pazarlama, “kirlilik, enerji tüketimi ve enerji dışı kaynakların tüketimiyle ilgili pazarlama faaliyetlerinin negatif ve pozitif yönlerini içeren bir kavram” olarak tanımlanmıştır. (Soonthonsmai, 2001; Kotler ve Armstrong, 2005) Yeşil pazarlamanın gelişimini üç farklı evreye bölen yazarlar mevcuttur: Bu bölümler “ekolojik” yeşil pazarlama, “çevreci” yeşil pazarlama ve “sürdürülebilir” yeşil pazarlamadır. Dar bir kapsamda, ağırlıklı olarak zararlı olduğu düşünülen bazı ürünlere bağımlılığı azaltmaya odaklanan pazarlamaya ‘Ekolojik Pazarlama’; yeşil tüketici talebini ve rekabet 4 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 avantajı fırsatlarını kullanarak, çevresel hasarı azaltmaya çalışan ve daha kapsamlı bir girişim olan pazarlamaya ‘Çevresel Pazarlama’ ve pazarlara ve pazarlamaya çok daha radikal bir yaklaşımla, sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak için, üretimin ve tüketimin tüm çevresel maliyetlerini karşılamaya çalışan pazarlamaya ise ‘Sürdürülebilir Pazarlama’ denilmektedir (Lebleci Kacur, 2008). Yeşil pazarlamanın temel prensipleri üç balıkta toplanabilir: Peattie (2001), Çevreci Pazarlamanın üç temel prensibe dayandığını belirtir. Bunlar sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik ve bütünsellik ilkeleridir. Peattie’nin kitabına atıfta bulunarak esinlenen Kilbourne de Yeşil Pazarlamanın özelliklerini şu şekilde sıralamıştır: bütünsel ve sistematik bir bakış açısı, açık-uçlu bir zaman planlaması, ekonomik etkililikten çok ekolojik devamlılığı esas alan küresel bir görüş ve doğanın içinde barındığı değerlerin farkında olmak (Kilbourne, 1998). Yeşil pazarlama karmasını yeşil ürün, yeşil fiyat, yeşil dağıtım ve yeşil tutundurma oluşturmaktadır (Ekinci, 2007). Yeşil ürün ise canlılara zarar vermeyen, yer küreyi kirletmeyen, doğal kaynakları daha az tüketen, ürün olarak tanımlanmaktadır (Varinli, 2006; Ekinci, 2007). Ancak çevre dostu ürünü tanımlamak zordur. Bu problemin çözümünde 4S formülü teklif edilmiştir (Erbaşlar, 2007; Arslan ve Gögce, 2013 ) 1. Satisfaction (Tatmin): Tüketicilerin ihtiyaçlarının ve isteklerinin tatmini. 2. Sustainability (Sürdürebilirlik): Ürünün enerji ve kaynaklarının tüketiminin devamlılığı ve korunması. 3. Social Acceptability (Sosyal Kabul) : Ürünün ve işletmenin; canlılara, insanlara ya da diger ülkelere zarar vermemesi konusunda, halktan kabul görmesi. 4. Safety (Güvenlik): Ürünün kişilerin sağlığını tehlikeye atmaması, kullanım ve tüketim yoluyla çevreye zarar vermemesi. Yeşil pazarlama dört aşamadan oluşmaktadır. Bu aşamalar sırası ile yeşil hedefleme, yeşil stratejilerin geliştirilmesi, çevresel oryantasyon ve işletmeyi sosyal yönden sorumlu olarak görmedir (Uydacı, 2002). Yeşil Hedefleme: Bu aşamada yeşil ürünler yeşil tüketiciler için üretilmekte olup işletme yeşil olmayan ürünleri de üretmeye devam etmektedir. Yeşil Stratejilerin Geliştirilmesi: Yeşil ve yeşil olmayan ürünlerin üretimi işletmede devam etmektedir. Bu aşamada işletme çevre yönelimli stratejiler geliştirmeye 5 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED çalışmakta olup çevre politikalarını saptamaya çalışmaktadır. Bu aşamada işletme içerinde daha az atık çıkarma ve enerji verimliliğini artırma gibi çevreci önemler almaktadır. Çevresel Oryantasyon: Yeşil olmayan ürünleri üretimi durdurup sadece yeşil olan ürünler üretilmektedir. Dolayısıyla tüketicinin yeşil olmayan ürün talepleri önemli değildir. İşletmeyi Sosyal Yönden Sorumlu Olarak Görme: İşletme artık her anlamda sosyal sorumluluk bilincine ulaşmıştır Tüketicilerin sınıflandırılmalarıyla ilgili farklı yaklaşımlar da vardır. Uydacı (2002) ve Üstünay (2008) tüketicileri çevreye karşı duyarlılıklarına göre, gerçek mavi yeşiller, yeşil yeşilciler, yeşerenler, umursamayanlar ve kahverengiler olmak üzere 5 sınıfa ayırmıştır. Aslında beş sınıf bir skala görevi görmektedir. En duyarlı ve bedel ödemeye razı olanlar gerçek mavi yeşiller, en duyarsız olanlar ise kahverengilerdir. Bir başka çalışmada ise, Ginsberg ve Bloom (2005) tüketicileri, çevresel ürünlere olan bakış açıları ve satın alma davranışlarına göre gerçek mavi çevreciler, arka bahçe çevrecileri, filizlenenler ve şikâyetçiler olmak üzere dört farklı kategoriye ayırmıştır. Bu sınıflandırmada da en duyarlı tüketici grubu gerçek mavilerdir. En uzak olan grupta ise şikâyetçiler bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programının (United Nations Environment Program; UNEP) yaptığı projeksiyona göre, 2011-2050 yılları arasında dünyada yeşil ekonominin 10 büyük sektördeki 1 toplam hacmi her yıl 1.3 trilyon dolar artacaktır. 2011 yılında dünyada yeşil ekonominin ve yeşil pazarın mali büyüklüğü, 3.4 trilyon dolar olarak gerçekleşmiştir (UNEP, 2011). 2. Materyal ve Yöntem 2.1. Materyal 2011-2012 Eğitim Öğretim yılı Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde okuyan lisans ve ön lisans öğrencileri toplam sayısı olan 2524 öğrenci araştırma evrenini oluşturmaktadır. Çalışmanın başladığı 2 Ocak 2012 tarihinde Düzce Üniversitesi Öğrenci İşleri öğrenci sayılarına göre merkez kampüste 1138 kız, 1386 erkek olmak üzere toplam okuyan 2524 1 On büyük sektör: Tarım, İnşaat, Enerji Arzı, Balıkçılık, Ormancılık, Sanayi, Turizm, Ulaşım, Atık ve Temiz Su Tedariki Sektörü. 6 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 öğrenci yer almaktadır. Merkez kampüste yer alan ve çalışma evrenini oluşturan öğrencilerin 2 Ocak 2012 tarihinde fakültelere göre dağılımı Tablo 1’de verilmiştir (Anonim, 2012). Tablo 1. Fakültelere göre öğrenci sayıları Fakülte / Yüksekokul / Enstitü Kız Erkek Toplam Orman Fakültesi 245 413 658 Teknik Eğitim Fakültesi 83 434 517 Mühendislik Fakültesi 172 300 472 Sağlık Yüksekokulu 251 128 379 Fen Edebiyat Fakültesi 298 111 409 Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu 89 - 89 Toplam 1138 1386 2524 Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan fakültelerde okuyan 2524 öğrencinin hepsine ulaşılması çalışma kapsamında hedeflenmiş ve bu amaçla tüm fakülte ve yüksekokul öğrencilerini istatistiksel olarak kapsayacak sayıda anket yapılmıştır. %95 güven düzeyi ve %5 hata payı ile ulaşılması gereken minimum öğrenci sayısı istatistiksel olarak 334 hesaplanmıştır (Dorman ve ark. 1990). Anket uygulamaları sonucunda 337 öğrenciden anketler geri alınabilmiş ve elde edilen anketlerin istatistiksel olarak yeterli olduğu sonucuna varılmıştır. Değerlendirmeye alınan anketlerin fakülte ve yüksekokullara göre geri dönüş sayıları ve oranları Tablo 2’de gösterilmiştir. Tablo 2. Elde edilen anketlerin fakülte ve yüksekokullara göre dağılımı Fakülte / Yüksekokul / Enstitü Öğrenci sayısı Geri dönüş (%) Kız Erkek Toplam Orman Fakültesi 34 71 105 31 Teknik Eğitim Fakültesi 54 49 103 31 Mühendislik Fakültesi 11 34 45 13 Sağlık Yüksekokulu 8 61 69 20 Fen Edebiyat Fakültesi 2 10 12 4 1 3 1 226 337 100 Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu 2 Toplam 111 7 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 2.2. Yöntem Çalışmada çıkarımsal istatistiksel analiz yapılabilmesi için anket formundan yararlanılmıştır. Değerlendirme aşamasında kullanılacak anket formu hazırlanırken konu ile ilgili daha önce yapılan çalışmalardan yararlanılmıştır (Keleş, 2007; Aslan, 2007; Üstünay, 2008; Leblebici Kacur, 2008; Tirkeş, 2008; Ayyıldız ve Genç, 2008; Küçük, 2009; Yılmaz, 2009; Türk ve Gök, 2010). Hazırlanan anket formu 12 farklı soru toplam 42 yargıdan oluşturulmuştur. Çalışma esnasında kullanılacak anket formu 3 ana bölümden oluşturulmuştur. Anketin birinci, giriş bölümünde katılımcıların bazı demografik özelliklerinin analizi yapılmaktadır. Anketin ikinci kısmında katılımcıların “Yeşil pazarlama kavramı” hakkında verilen yargıları değerlendirmeleri istenmiştir. Anketin üçüncü ve son bölümünde katılımcılardan “Yeşil pazarlama konusunda işletmelerden beklentilerinin” analizi ile ilgili olarak verilen yargıları derecelendirmeleri istenmiştir. Ayrıca anketin son kısmına katılımcıların ilave etmek istedikleri görüşlerinin yer alacağı bir soru ve gerekli alan bırakılmıştır. Kullanılan anket formu içerisinde yer alan sorularda katılımcılara kapalı uçlu ve açık uçlu soruların yanında likert tarzı sorular da sorulmuştur. İstatistiksel değerlendirmeler yapılabilmesi için elde edilen anket formları SPSS (2003) paket programında değerlendirilmek üzere kodlanmış ve bilgisayar ortamında bir veri tabanı oluşturulmuştur. Oluşturulan bu veri tabanı ile istatistiksel değerlendirmeler yapılıp bulgular üzerinden sonuçlar ve önerilerde bulunulmuştur. 3. Bulgular 3.1. Geçerlilik ve Güvenilirlik Analizi Faktör analizi, birbiriyle ilişkili çok sayıda değişkeni bir araya getirerek az sayıda kavramsal olarak anlamlı yeni değişkenler (faktörler, boyutlar) bulmayı, keşfetmeyi amaçlayan çok değişkenli bir istatistik olarak tanımlanmaktadır (Büyüköztürk, 2002A). Faktör analizi değişken azaltmada en etkili yöntemlerden biridir. Değişkenler arasında var olan doğrusal bağıntıların gücüne dayanarak, benzer değişkenleri daha küçük değişken setleri (faktör) olarak gruplar. Temel bileşenler analizi her faktörün tüm veri matrisinde rotasyonu ile hangi değişkene daha güçlü doğrusal bağıntıda olduğunu saptar. Bu yöntemle faktörü oluşturan değişkenlerin de dengeli dağılımı sağlanmış olur (Hayran ve Özdemir, 1995; Akgül, 2005). Bu araştırmada açıklayıcı faktör analizi kullanılmıştır. Kullanılan anket formunun faktör modeline uygun olup olmadığı konusunda karar verebilmek için, önce değişkenler arası 8 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 korelasyon matrisi elde edilmiş ve Keiser Meyer Olkin'in (KMO) Örnekleme Yeterliliği Ölçüsüne bakılmıştır. KMO'nun Örnekleme Yeterliliği Ölçüsü = 0,937 ve Bartlett'in Küresellik testi = 8428,484; serbestlik derecesi df = 861 (p= 0,000) bulunmuştur. Gözlenen korelasyon katsayılarının kısmi korelasyon katsayıları ile kıyaslanmasında kullanılan bir indeks olan KMO ölçüsü 0,5 ve altına düştüğünde değişkenlere faktör analizi uygulanması önerilmemektedir. Elde edilen bu sonuçlar veri grubunun faktör analizine uygun olduğunu ve geçerlilik açısından bir sorun teşkil etmediğini göstermektedir. Çalışmada ayrıca örneklem büyüklüğünün analize uygun olup olmadığı da araştırılmıştır. Bu aşamada örneklem büyüklüğü faktör analizi için önemlidir. Olgu sayısı değişken sayısından fazla olmalıdır. Genel olarak 100-200 arası birey analiz için yeterlidir. Çalışmada 337 bireye ulaşılması bu şartı da sağlamaktadır. Çalışmada çıkarımsal istatistik bazında verilere güvenilirlik analizi de uygulanmıştır. Araştırmada kullanılan ölçeğin güvenilirlik analizi sonucunda verilerin genel güvenilirlik değeri (Cronbach Alpha Katsayısı) 0,952 olarak tespit edilmiştir. Elde edilen bu sonuç dikkate alındığında, ölçeğin yüksek derecede güvenilirliğe sahip olduğu görülmektedir. Zira alfanın 0,40’dan küçük olması ölçeğin güvenilir olmadığını, 0,40-0,60 arası düşük güvenilirlikte olduğunu, 0,60-0,80 arası güvenilir olduğunu, 0.80-1.0 arası ise yüksek güvenilirliğe karşılık geldiğini göstermektedir (Özdamar, 2002). 3.2. Demografik Değerlendirmeler Katılımcı öğrencilerin okudukları eğitim alanları incelendiğinde %73,3’ünün fen bilimleri (247), %15,4’ünün sosyal bilimler (52) ve %11,3’ünün de sağlık bilimleri alanında (38) eğitim öğretim gördükleri belirlenmiştir. Çalışmaya katılan öğrencilerin 6 farklı fakülte/yüksekokul ve 20 farklı bölümde okudukları tespit edilmiştir. Çalışma kapsamında ulaşılan 337 öğrencinin %67,1’i (226) erkek, %32,9’u (111) kızdır. Katılımcı öğrencilerin yaşları 17 ile 28 arasında değişmektedir. Öğrencilerin yaş ortalanması 20,96 olarak hesaplanmıştır. Erkek öğrencilerin yaş ortalaması 20,34 tespit edilirken, kızların yaş ortalaması 22,21 olarak tespit edilmiştir. Çalışma kapsamında çalışmaya katılan katılımcıların okudukları sınıf düzeyleri incelenmiş ve elde edilen bulgular Tablo 3’de verilmiştir. 9 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 3. Katılımcıların kayıtlı oldukları sınıf Katılımcının Sınıfı Sayı Yüzde Hazırlık sınıfı 29 8,6 1. sınıf 85 25,3 2. sınıf 64 19,1 3. sınıf 86 25,6 4. sınıf 67 19,9 5 ve yukarı sınıflar 5 1,5 Toplam 337 100 Çalışmaya katılan öğrencilerin anne ve babalarının eğitim düzeyleri ayrı ayrı sorgulanmış ve elde edilen bulgular Tablo 4’de gösterilmiştir. Tablo 4. Anne-baba eğitim seviyesi Anne Eğitim Düzeyi Katılımcı Baba Sayı Yüzde Sayı Yüzde Okuryazar değil 14 4,2 1 0,3 İlkokul mezunu 154 45,7 90 26,7 Ortaokul mezunu 59 17,5 66 19,6 Lise mezunu 81 24 97 28,8 Önlisans mezunu 5 1,5 22 6,5 Lisans mezunu 20 5,9 50 14,8 Yüksek lisans mezunu 3 0,9 7 2,1 Doktora mezunu 1 0,3 4 1,2 eğitimi dışındaki öğrencilerin üniversite zamanlarda yaşadıkları yerler incelendiğinde %48,1’inin (162) il merkezinde, %36,5’inin (123) ilçe merkezinde, %9,8’inin (33) köyde ve %5,6’sının da (19) kasabada yaşadıkları belirlenmiştir. Çalışmaya katılan öğrencilerin anne-babalarının eğitim seviyeleri incelendiğinde öğrencilerin babalarının eğitim seviyelerinin annelerinin eğitim seviyesinden daha yüksek olduğu söylenilebilir. Katılımcı öğrencilerin %48,4’ünün ailelerinin ortalama aylık geliri 1500 TL veya daha düşük düzeydedir. Ortalama aile geliri 2501 TL ve daha fazla olan öğrencilerin oranı %11,6’dır. Öğrencilerin %69,7’sinin ortalama aylık giderleri 500 TL’den daha azdır. 10 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Katılımcı öğrencilerin ortalama aile gelirleri ve öğrencilerin ortalama aylık giderlerine ait bulgular Tablo 5’de gösterilmiştir. Tablo 5. Ailelerin ortalama aylık gelirleri ve öğrencilerin ortalama aylık giderleri Aile Ortalama Öğrenci Ortalama Aylık Aile Öğrenci Aylık Gelir Gider Gelir Miktarı Gider Miktarı Sayı % Sayı % 500 TL’den az 12 3,6 250 TL’den az 26 7,7 501-1000 TL 87 25,7 251-350 TL 91 27 1001-1500 TL 64 19 351-500 TL 118 35 1501-2000 TL 70 20,8 501 TL’den fazla 102 30,3 2011-2500 TL 65 19,3 2501 TL’den fazla 39 11,6 3.3. Katılımcıların Yeşil Pazarlama Kavramı İle İlgili Yargılara Verdikleri cevapların Değerlendirilmesi Çalışmada, Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan fakülteler ve yüksekokullarda okuyan ön lisans ve lisans öğrencilerinin yeşil pazarlama kavramının analizinde kullanılan 22 faktörün faktör yapısını belirlemek amacıyla elde edilen veriler faktör analizine tabi tutulmuştur. Faktör analizi, tüm veri yapıları için uygun olmayabilir. Verilerin, faktör analizi için uygunluğu Kaiser-Meyer-Olkin (KMO) katsayısı ile bulunur. Barlett küresellik testinin aldığı değer ve onun anlamlılığı ise; değişkenlerin birbirleri ile korelasyon gösterip göstermediklerini sınar. KMO'nun 0,60'dan yüksek, Bartlett testinin anlamlı çıkması verilerin faktör analizi için uygun olduğunu gösterir (Sharma, 1996; Büyüköztürk, 2002B). Yapılan analiz sonuçlarına bakıldığında KMO 0,846; Barlett’s testi sonucu 1176,902 ve Sig. değeri 0,000 olarak gerçekleşmiştir ki bu oranlar verilerin faktör analizi için uygun bir veri seti olduğunu ve anlamlı gruplar oluşturulabileceğini göstermektedir. Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan fakülteler ve yüksekokullarda okuyan ön lisans ve lisans öğrencilerinin yeşil pazarlama kavramına ait verileri açıklayıcı faktör analizine (exploratory factor analısis) tabi tutulmuş, temel bileşenler (principal components) analizi ve varimax döndürme yöntemi ile elde edilen faktör yapısı Tablo 8'de gösterilmiştir. 11 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Alternatifli ise, her zaman daha az kirlilik ihtiva eden ürünü satın alma Güvenilirlik Soru İfadeleri Faktörün Açıklayıcılığı (%) Faktör Ağırlıkları Faktörün Adı Tablo 6. Verimax döndürme sonrasında maddelere ait faktör yükleri 0,727 Evdeki lambaları daha ekonomik olan lambalarla Sürdürülebilirlik değiştirme, böylece kullanılan elektrikten 0,679 tasarruf sağlama Eşit iki ürün arasında seçim yapılması gerektiğinde her zaman diğer insanlara ve 0,676 34,296 0,763 10,148 0,687 9,080 0,620 çevreye daha az zararlı olanı satın alma Enerji tasarrufuna uygun ev aletlerini tercih etme 0,670 Sosyal sorumluluğa sahip şirketlerin ürettiği ürünleri satın alan her tüketici davranışı, toplum 0,595 üzerinde pozitif bir etki bırakma Sosyal kabullenebilirlik Çamaşırlar için daha az fosfat içeren deterjan ya da sabun kullanma Ekolojik koşullara uygun olmayan ürünleri değiştirme Evdeki kullanılmış ürün ambalajlarını geri dönüşüm kutularına atma Ürünün hacmine uygun olmayan ambalajlı Çevre bilinci DÜSOBED ürünleri satın almama Sadece geri dönüşümlü ürünleri almaya özen gösterme 0,857 0,641 0,640 0,776 0,650 12 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED Ürünlerin kıt kaynaklardan üretildiğinin bilinmesi ve bilinçli kullanma Güvenlik Daha az kirlenmeye sebep olan ürünleri satın alma 0,648 0,826 7,870 Aerosol (ozon tabakasına zarar veren gazlar) içerikli ürünleri satın almama 0,647 0,746 Toplam 61,395 Kaiser Mayer Olkin Measure of Smapling 0,846 Bartlett’s Test Of Sphericity 1176,90 df 78 Sig. 0,000 Faktör analizinin en önemli aşamalarından biri de faktör sayısına karar vermektir. Faktör sayısına karar vermede farklı yöntemler olmakla beraber sıklıkla kullanılan Kaisers' ölçütü ve özdeğer grafiği (Scree plot) yöntemleridir. Kaisers' ölçütüne göre özdeğeri (eigenvalue) 1,00'a eşit veya daha büyük olan faktörler analizde kalır (Howard ve Tinsley, 1987). Çalışmada özdeğeri 1,00'den büyük dört faktör çıkmıştır. Tablo 8 incelendiğinde ölçeğin dört faktörlü bir yapısının olduğu, ilk faktörün toplam açıklanan varyansın %34,296’sını tek başına açıkladığı görülmüştür. Ortaya çıkan bu dört faktör, toplam değişkenliğin %61,395’ini açıklamaktadır. Faktör analizi sonucunda faktör yükü 0.50’nin altında olan cümleler ile modelin yapısını bozan ve madde toplam korelâsyonu düşük olan 9 madde araştırma kapsamından çıkarılmıştır. Maddelerin faktör yükleri 0,595 ile 0,857 arasında değişmektedir. Ortaya çıkan faktör yüklerine ve aynı faktör altındaki anlamlarına göre değişkenler 13 gösterge ve 4 faktör olarak belirlenmiştir. Ölçekteki maddelerden 2, 4, 11, 16 ve 22. maddelerin birinci faktör altında toplandığı görülmektedir. Bu faktör “Sürdürülebilirlik” ile ilgili boyut olarak adlandırılmıştır. Faktörün Alpha değeri 0,763; açıklanan varyans %34,296 olarak hesaplanmıştır. Ölçülen bu faktör ile ölçülen maddeler arasında tutarlılığın olduğu görülmektedir. Ölçekteki 6, 8 ve 9. maddelerin ise ikinci faktör altında toplandığı görülmüş, bu faktörün de “Sosyal kabullenebilirlik” ile ilgili boyut olarak adlandırılmıştır. Bu faktörün Alpha değeri 13 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 0,687; açıklanan varyansı da %10,148 olarak hesaplanmıştır. Yine bu maddelerin ölçtüğü özellik ile uyumlu olduğu görülmektedir. Ölçekteki 1, 3 ve19. maddeler üçüncü faktör altında toplanmış, bu faktör “Çevre bilinci” olarak adlandırılmıştır. Üçüncü faktörün Alpha değeri 0,620; açıklanan varyansı %9,080 olarak hesaplanmıştır. Ölçekte yer alan 12. ve 13. maddeler dördüncü faktör altında toplanmış ve “Güvenlik” adı altında isimlendirilmiştir. Bu faktörün de Alpha değeri 0,647; açıklanan varyansı da %7,870 olarak hesaplanmıştır. Ölçülen bu faktörler ile ölçülen maddeler arasında da tutarlılığın olduğu görülmektedir. 3.4. Katılımcıların İşletmelerden Yeşil Pazarlama Konusunda Beklentilerin Analizinin Değerlendirilmesi Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan fakülteler ve yüksekokullarda okuyan öğrencilerinin yeşil pazarlama konusunda işletmelerden beklentileri 20 yargı ile ele alınmıştır. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda katılımcılara göre yeşil pazarlama konusunda işletmelerden beklenilenler 3 önem düzeyinde belirlenmiştir. Analiz sonucunda elde edilen değerlendirme sonuçları Tablo 7’da gösterilmiştir. Tablo 7. Katılımcıların yeşil pazarlama konusunda işletmelerden beklentileri (1 Çok önemli; 2 Önemli; 3 Az önemli) YEŞİL PAZARLAMA KONUSUNDA İŞLETMELERDEN BEKLENTİLER Katılımcılar İçin Birinci Dereceden Önemli Olan İfadeler İşletmeler ürettikleri ürünlerde çevreyle ilgili mesaj, işaret ya da etiket kullanmalıdırlar. İşletmelerde geri dönüşüm programı ve sistemi olmalıdır. İşletmeler arıtma tesisi ve hava filtresi gibi kirlilik azaltıcı yardımcı araçlar kullanmalıdır. İşletmeler çevre yönetim standartlarına (ISO 14000, BS7750, EMAS gibi) sahip olmalıdır. İşletmelerde atık yönetim sistemi bulunmalıdır. İşletmeler ürünlerin dağıtımında ortaya çıkan çevre sorunlarını azaltmak için çevreye duyarlı araç ve yöntemler kullanılmalıdır. Katılımcılar İçin İkinci Dereceden Önemli Olan İfadeler 14 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 İşletmeler ürün ve ambalajların geri dönüştürülmelerinde bayileri ile ortak hareket etmelidir. İşletmeler ürünlerini yeniden kullanılabilir tarzda dizayn etmelidir. İşletmeler çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğunu kabullenmelidir. İşletmeler çevrenin korunmasında her işletme gibi kendilerinin de görev alması gerektiğini kabul etmelidir. İşletmeler ürünlerinin reklamlarında gerçek ve kanıtlanabilir ifadeler kullanmalıdır. İşletmeler ürünlerin tasarım ve üretim süreçlerinde çevreye duyarlı teknolojiler kullanmalıdır. İşletmeler çevreyi tehdit etmeyen işletmecilik faaliyetleri ve yatırımları yapmalıdır. İşletmeler yeşil politikaları benimsemiş, çevreye duyarlı tedarikçilerle çalışmalıdır. İşletmeler üretimde mümkün olduğunca yenilenebilir enerji kullanmalıdır. İşletmeler üretimde mümkün olduğunca az atıkla üretim gerçekleştirmelidir. Katılımcılar İçin Üçüncü Dereceden Önemli Olan İfadeler İşletmelerde çevre yönetim sistemi olmalıdır. İşletmeler, çevreye duyarlı işletme imajına sahip bir firma olma çabası içinde olduklarını gösterebilmelidirler. İşletmelerin bünyesinde çevre politikalarını belirleyen ve yürütülmesini sağlayan ayrı bir birimlerinin olması gerekir. İşletmeler yeşil pazarlamayı etkin kullanabilmek için masrafa katlanmalıdır. Katılımcılara göre yeşil pazarlama konusunda işletmelerin ürettikleri ürünlerde çevreyle ilgili mesaj, işaret ya da etiket kullanmaları pazarlama açısından büyük önem arz etmektedir. İşletmelerde geri dönüşüm programının ve sisteminin olması ile arıtma tesisi ve hava filtresi 15 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 gibi kirlilik azaltıcı yardımcı araçlar kullanması yeşil pazarlama konusunda katılımcılar tarafından aranan temel özellikler olmaktadır. Katılımcı öğrenciler, işletmelerin yeşil pazarlamayı etkin bir şekilde kullanabilmeleri için ekstra masraflara katılmanın çok önemli olmadığına inanmaktadırlar. “İşletmeler çevre yönetim standartlarına sahip olmalıdır” yargısı ile “cinsiyet arasında yapılan ki-kare analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). Erkekler bayanlara göre işletmelerin çevre yönetim standartlarına sahip olması gerektiğine daha yüksek oranda inanmaktadırlar. “İşletmeler ürün ve ambalajların geri dönüştürülmelerinde bayileri ile ortak hareket etmelidir.” yargısı ile “çevreyle ilgili zorunlu/seçmeli teorik ders alıp almama” değişkeni arasında yapılan ki-kare analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). Zorunlu/seçmeli olarak çevreyle ilgili ders almayanlar yargıya daha yüksek oranda katılım göstermektedirler. “İşletmeler ürünlerini yeniden kullanılabilir tarzda dizayn etmelidir.” yargısı ile “sınıf düzeyi” değişkeni arasında yapılan ki-kare analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). 2. ve 4. sınıflarda okuyan öğrenciler işletmelerin ürünlerini yeniden kullanılabilir bir şekilde tasarlamalarına daha yüksek oranda katılmaktadırlar. “İşletmeler, çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğunu kabullenmelidir” yargısı ile “sınıf düzeyi” ve “cinsiyet” değişkenleri arasında yapılan ki-kare analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). Öğrencilerin okuduğu sınıf düzeyi arttıkça çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğuna inanç da artmaktadır. Cinsiyet açısından ise erkekler daha yüksek oranda çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğuna inanmaktadırlar. “İşletmeler ürünlerinin reklamlarında gerçek ve kanıtlanabilir ifadeler kullanmalıdır” yargısı ile “cinsiyet” ve “çevre dostu ürün satın alıp almama” değişkenleri arasında yapılan ki-kare analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). Erkekler bayanlara göre reklamlarda gerçek ve kanıtlanabilir ifadelerin daha yüksek oranda kullanılmasını talep etmektedirler. Çevre dostu ürün satın alanlar daha yüksek oranda reklamlarda gerçek ve kanıtlanabilir ifadelerin kullanılması gerektiğine inanmaktadırlar. “İşletmeler üretimde mümkün olduğunca az atıkla üretim gerçekleştirmelidir” yargısı ile “gelir düzeyi” ve “çevre dostu ürün satın alıp almama” değişkenleri arasında yapılan ki-kare 16 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 analizi sonuçlarına göre istatistikî olarak anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0,05). Öğrencilerin ailelerinin gelir düzeyi arttıkça üretimde mümkün olduğunca daha az atıkla üretim gerçekleştirilmelidir denmektedir. Çevre dostu ürün satın alanlar daha yüksek oranda üretimde mümkün olduğunca daha az atıkla üretim gerçekleştirilsin demektedir. 4. Sonuç Bu çalışmada, Düzce Üniversitesi merkez kampüsünde yer alan öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesi ve işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklentileri belirlenmiştir. Ayrıca çeşitli demografik unsurlarla öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesi arasındaki ilişkinin varlığı sorgulanmıştır. Öğrencilerin işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklentileri ile çeşitli parametreler arasında ki kare analizine göre istatistikî açıdan anlamlı farklılığın varlığı araştırılmıştır. Çalışma sonucunda öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesi ve işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklenti sonuçları şunlardır: Katılımcı öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesine yönelik ifade gurubuna faktör analizi yapılmıştır. Ortaya çıkan faktör yüklerine ve aynı faktör altındaki anlamlarına göre değişkenler, 13 gösterge ve 4 faktör olarak belirlenmiştir. Sürdürülebilirlik, sosyal kabullenebilirlik, çevre bilinci ve güvenlik başlıklı dört faktör tespit edilmiştir. Ortaya çıkan bu dört faktör, toplam değişkenliğin % 61,395’ini açıklamıştır. Bulunan faktörlerle daha önce yapılan diğer çalışmalarla paralellik bulunmaktadır. Küçük (2009) tarafından Türkiye’deki beyaz eşya sektöründe faaliyette bulunan işletmeler üzerine yapılan bir çalışmada “çevresel sürdürülebilirliğin” beyaz eşya sektöründeki işletmelerde kurumsal yönetim yaklaşımının başlıca konularından biri haline geldiği belirlenmiştir. Öğrencilerin işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklenti sonuçları ise üç önemlilik düzeyine göre derecelendirilmiştir. Katılımcılar için birinci dereceden önemli olan ifadeler ise çevre yönetim süreci başlığı altında toplanabilecek ifadelerden oluşmaktadır. Özellikle ISO 14001, BS7750 ve EMAS gibi yönetim standartlarına sahip olan firmalar öğrenciler tarafından diğer firmalara göre daha fazla tercih edilmektedir. İşletmelerde geri dönüşüm programının ve sisteminin olması ile arıtma tesisi ve hava filtresi gibi kirlilik azaltıcı yardımcı araçlar kullanması yeşil pazarlama konusunda katılımcılar tarafından aranan temel özelliklerdir. Katılımcılara göre yeşil pazarlama konusunda işletmelerin ürettikleri 17 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 ürünlerde çevreyle ilgili mesaj, işaret ya da etiket kullanmaları yeşil pazarlama ve yeşil ekonomi açısından büyük önem arz etmektedir. Katılımcılar için ikinci dereceden önemli olan ifadeler ise, çevresel kaynakların sürdürülebilirliği açısından işletmelerin sosyal sorumluluğu ve çevreye karşı olan duyarlılığı ile ilişkilidir. Öğrencilerin işletmelerden yeşil pazarlama konusunda beklentileri ile çeşitli parametreler arasında ki kare analizine göre istatistikî açıdan anlamlı farklılığın olduğu ifadeleri genel olarak yazmak gerekirse; Erkekler bayanlara göre işletmelerin çevre yönetim standartlarına sahip olması gerektiğine daha yüksek oranda inanmaktadırlar. 2. ve 4. sınıflarda okuyan öğrenciler işletmelerin ürünlerini yeniden kullanılabilir bir şekilde tasarlamalarına daha yüksek oranda katılmaktadırlar. Öğrencilerin okuduğu sınıf düzeyi arttıkça çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğuna inanç da artmaktadır. Cinsiyet açısından ise erkekler daha yüksek oranda çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolü olduğuna inanmaktadırlar. Erkekler bayanlara göre reklamlarda gerçek ve kanıtlanabilir ifadelerin daha yüksek oranda kullanılmasını talep etmektedirler. Çevre dostu ürün satın alanlar daha yüksek oranda reklamlarda gerçek ve kanıtlanabilir ifadelerin kullanılması gerektiğine inanmaktadırlar. Öğrencilerin ailelerinin gelir düzeyi arttıkça üretimde mümkün olduğunca daha az atıkla üretim gerçekleştirilmelidir denmektedir. Çevre dostu ürün satın alanlar daha yüksek oranda üretimde mümkün olduğunca daha az atıkla üretim gerçekleştirilsin demektedir. Türk ve Gök (2010) tarafından Malatya’da KOBİ niteliğinde faaliyette bulunan üretici işletmelerin yöneticileri üzerinde yapılan çalışmada bayanların erkeklere göre daha yüksek oranda çevrenin kirlenmesinde her işletmenin rolünün olduğuna inandığı belirlenmiştir. Katılımcı öğrencilerin yeşil pazarlama kavramı ile ilgili yargılara katılma derecesine yönelik ifade gurubuna faktör analizi yapılmış ve dört büyük faktörden en fazla açıklayıcı olan faktörün sürdürülebilirlik olduğu ortaya çıkmıştır. Bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme yeteneğinden ödün vermeksizin karşılamak olarak tanımlanan sürdürülebilirlik anlayışının öğrenciler tarafından önemsendiği ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı, çevreyi koruma girişimlerinden çok daha fazlasını; gelecek 18 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 nesilleri ve uzun dönemde sağlıklı olmayı da kapsamaktadır. Nihai olarak öğrencilerin sürdürülebilirlik konusunu önemsedikleri ve buna yönelik tutum aldıkları ortaya çıkmıştır. Öğrencilerin satın alma sırasında aldıkları ürünlerin çevreye daha az zarar verip vermediğine ve geri dönüştürülebilir olmasına dikkat ettikleri görülmektedir bulgusuna ulaşan Aslan (2007) ile paralellik arz eden sonuçlar bulunmuştur. Ayrıca öğrenciler, ürünlerin doğal çevrenin korunmasına ve kaynakların daha aktif olarak kullanılmasına katkıda bulunduğuna da inanmaktadırlar. Ürünlerin üretilmesi, fiyatlandırılması, tutundurulması ve dağıtımında çevre faktörü dikkate alınmalıdır, Çevre stratejilerinin, geri dönüşüm programlarının, atık yönetim sistemlerinin, AR-GE çalışmalarının bir an önce uluslararası standartlara göre tasarlanması gerekmektedir sonucuna ulaşan Üstünay (2008) ile benzer sonuçlara ulaşmış bulunmaktayız. Katılımcılar için birinci dereceden önemli olan ifadeler içinde çevre faktörünü dikkate alan, geri dönüşüm programlarının, atık yönetim sistemlerinin devrede olması gerektiği düşüncesine sahip olan öğrencilerin varlığı yeşil ürün ve yeşil ekonominin genişlemesi için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Keleş (2007) tarafından yapılan çalışmaya göre, yeşil pazarlamanın en çok eleştirilen yönlerinde birisi de, tüketicilerin çevreci tutum ve inançlarını satın almaya yansıtmasında cimri davranmasıdır. Eşit iki ürün arasında seçim yapılması gerektiğinde her zaman diğer insanlara ve çevreye daha az zararlı olanı satın alma düşüncesine büyük oranda katılan öğrencilerin, yukarıdaki tespite uygun hareket ettiklerin belirlenmiştir. İngiltere’deki ilk 50 işletmenin CEO’larının %78’i işletmelerinin mevcut etkinlikleri için yeşil konuların oldukça önemli olduğunu; %82’si ise bu konuların gelecekte daha fazla önem kazanacağını düşünmektedir (Peattie ve Ring, 1993). Geleceğin ebeveyn adayı ve tüketicisi konumunda olan öğrencilerin algı ve tutumlarının işletmeler tarafından dikkatle takip edilmesinde fayda vardır. Günümüzde yeşil pazarlamanın önemini ve değerini kavrayan işletmeler, diğer tüketicilere göre daha az gelire sahip olan öğrencilerden (tüketicilerden) aldığı geri bildirimlerle bünyelerinde gerçekleştirdikleri değişik çalışmalarla, eski ürünleri üzerinde değişiklik yaparak ya da pazara tamamıyla yeni ve erişilebilir yeşil bir ürün sürerek yeşil pazarda ayakta kalmaya ve karlılıklarını artırmaya çalışmalıdır. 19 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Kaynakça Akgül, A.(2005), Tıbbi Araştırmalarda İstatistiksel Analiz Teknikleri; SPSS Uygulamaları, Yüksek Öğretim Kurulu Matbaası, 3. Baskı, Ankara. Anonim, (2012) Düzce Üniversitesi Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı 02 Ocak 2012 tarihli kayıtları. Arslan, B., & Gögce, H. (2013), In The Framework Of Green Marketıng Actıvıtıes: A Study To Determıne The Tendencıes Of Unıversıty Students Towards Usıng EnvıronmentFrıendly Products, International Journal of Information Technology, (19). Aslan, F. (2007), Yeşil Pazarlama Faaliyetleri Çerçevesinde Kafkas Üniversitesi Öğrencilerinin Çevreye Duyarlı Ürünleri Kullanma Eğilimlerini Belirlemeye Yönelik Bir Araştırma, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kafkas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, , Kars. Ayyıldız, H., Genç, K.Y. (2008), Çevreye Duyarlı Pazarlama: Üniversite Öğrencilerinin Çevreye Duyarlı Pazarlama Uygulamaları ile İlgili Tutum Ve Davranışları Üzerine Bir Araştırma, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (12)2, ss. 505-527. Büyüköztürk, Ş. (2002A), Faktör Analizi: Temel Kavramlar ve Ölçek Geliştirmede Kullanımı, Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, (32), ss. 470-483. Büyüköztürk, Ş. (2002B), Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı: İstatistik, Araştırma Deseni, SPSS Uygulamaları ve Yorum, Pegema Yayıncılık, Ankara. Dorman, J.S., LaPorte, R.E., Stone, R.A. ve Trucco, M. (1990), Worldwide Differences in the Incidence of Type I Diabetes are Associated with Amino Acid Variation at Position 57 of the HLA-DQ Beta Chain, Proc Natl Acad Sci. USA 87 Duru, M.N., Şua, E. (2013), Yeşil Pazarlama ve Tüketicilerin Çevre Dostu Ürünleri Kullanma Eğilimleri, Düzce Üniversitesi Orman Fakültesi Ormancılık Dergisi, (9)2, ss. 126136. Ekinci, B.T. (2007), Yeşil Pazarlama Uygulamalarında Yaşanan Sorunlar ve Örnek Bir Uygulama, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Erbaşlar G (2007), Yeşil Pazarlama, Paradoks, Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, http://www.paradoks.org Mayıs 2013 erişim 20 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Ginsberg, M.J. and Bloom, P.N. (2004), Choosing the Right Green Marketing Strategy, MIT’Sloan Management Review, (46)1, ss. 79-84. Hayran, M., Özdemir, O.(1995), Bilgisayar, İstatistik ve Tıp, Hekimler Yayın Birliği Medikal Araştırma Grubu, Medikomat Basım Yayın, Ankara. Howard, E.A., Tinsley, T.D. (1987), Uses of Factor Analysis in Counseling Psychology Research, Journal of Counseling Psychology, (34), ss. 414-424. Karna, J., Hansen, E. and Heikki, J. (2003), Social Responsibilitiy in Environmental Marketing Planing, European Journal of Marketing, (37)5/6, ss. 848-871. Keleş, C. (2007), Yeşil Pazarlama Tüketicilerin Yeşil Ürünleri Tüketme Davranışları ve Yeşil Ürünlerin Tüketiminde Kültürün Etkisi ile İlgili Bir Uygulama, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, Adana. Kilbourne, W.E. (1998), Green Marketing: A Theoretical Perspective, Journal of Marketing Management, (14), ss. 641-655. Kotler, P. ve Armstrong, G. (2005), Principles of Marketing, 11. Edition, New Jersey: Prentice- Hall, Küçük, E. (2009), Yeşil Pazarlama Etkinlikleri Açısından Yeni Ürün Geliştirme, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, ss. 129, İstanbul. Leblebici Kacur, L. (2008), Yeşil Pazarlama ve Kayseri’deki İşletmeler Üzerine Bir Uygulama, Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, işletme Anabilim Dalı, Üretim Yönetimi ve Pazarlama Bilim Dalı, ss. 330, Kayseri. Özdamar, K. (2002), Paket Programlar İle İstatistiksel Veri Analizi, Kaan Kitabevi, ss. 661-667, Eskişehir. Peattie, K. (2001), Towards Sustainability: The Third Age Of Green Marketing, The Marketing Review,(2), ss. 129-146. Peattie, K., and Ring, T. (1993), Greener Strategies: The Role of The Strategic Planner, Greener Management International, (3), ss. 51-64. Polonsky, M.J. (1995), A Stakeholder Theory Approach to Designing Environmental Marketing Strategy, Journal of Business & Industrial Marketing,(10)3. 21 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Sharma, S. (1996), Applied Multivariate Techniques, John Wiley&Sons Inc., ss. 685, New York. Soonthonsmai, V. (2001), Predicting Intention and Behavior to Purchase Environmentally Sound or Green Products Among Thai Consumers: An Application of The Theory of Reasoned Action, PhD Thesis, The Wayne Huizenga Graduate School of Business and Entrepreneurship Nova Southeastern University. SPSS Institute Inc. (2003), SPSS Base 12.0 User’s Guide, ss. 703. Tirkeş, Ç. (2008), Yeşil Pazarlama: Türkiye’de Organik Gıda Ürünlerinin Kullanımını Arttırmaya Yönelik Stratejiler, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, işletme Anabilim Dalı, Üretim Yönetimi ve Pazarlama Bilim Dalı, ss. 237, İstanbul. TS EN ISO 14001 (2005), Çevre Yönetim Sistemleri – Şartlar Ve Kullanım Kılavuzu Türk, M., Gök, A. (2010), Yeşil Pazarlama Anlayışı Açısından Üretici İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, (9)32, ss.199-220 UNEP (2011), Towards a Green Economy: Pathways to Sustainable Development and Poverty Eradication, www.unep.org/greeneconomy 24.04.2014 tarihli erişim. Uydacı, M. (2002), Yeşil Pazarlama: İş Ahlakı ve Çevresellik Açısından Yaklaşımlar, Türkmen Kitabevi, İstanbul. Üstünay, M. (2008), İşletmelerin Sosyal Sorumlulukları Çerçevesinde Yeşil Pazarlama Uygulamaları ve Kimya Sektörüne Yönelik Bir İnceleme, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, ss. 279, Edirne. Varinli, İ. (2006), Pazarlamada Yeni Yaklaşımlar, Detay Yayıncılık, Ankara. Yılmaz, S. (2009), Yeşil Pazarlama Kapsamında Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğrencilerinin Çevreye Duyarlı Ürünleri Kullanma Eğilimlerinin İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, Trabzon. 22 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 RUH-BEDEN ÇIKMAZINDA ve DÜALİST TANRI AYRIMINDA PAUL’ÜN GNOSTİK SAPMASI Dr. Kürşat Haldun AKALIN Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, [email protected] Özet Paul’e göre bedenseller ya da demiurgik ruhlar günaha köle olmalarına rağmen, özgürlüklerine erişme olanağına sahiptir. Bedenseller beden ile ruh arasında ortada durmaktadır, birini diğerine tercih etmek zorundadırlar, şeytanın ruhunu ya da tanrının ruhunu seçmek mecburiyetindeler. Paul, bedensellerin, kötü ruhların (şeytanın) iradesine itaat etmek, bedenin arzularını yerine getirmek, demiurgenin dürüstlük ile adalet yasasına bağımlı kalmak zorunda olduğunu açıklamıştır. Oysa ruhsallar, yasadan ayrı ve bağımsız kalarak yaşadıkları gibi tamamıyla günahsız olarak yaşarlar, ruhani yaşamları daima bedensel vücut buluşlarından önce gelmektedir. Ruhsallar, tamamıyla sezgisel şekilde, ruhsal yasayı kendi içlerinde kavrayabilirler. Paul, İsa’yı içlerine alarak veya tanrının ruhunu kendinde yaşatarak ruhsal kurtuluşa erenleri överek kutlamaktadır. Seçilmişler ruhun ilk meyveleridir, demiurgik ruh taşıyanlar seçilmek için çağrılmıştır. Seçilmiş kullar, kendilerini, perhiz yapmaktan serbest kıldıkları gibi, Demiurge’nin (Yahve’nin) bedensel yasasından da özgür kılmışlardır. Seçilmişler, baba tanrı ile Mesih’in sevgi yasası demek olan ruhsal yasanın tarafındadırlar. Tanrının çocukları olarak seçilmişler, demiurge’nin sınırlayıcı ve hükmedici olan Demiurge’nin yasasından serbest kalarak kurtulmakta, yasanın hükmü altından çıkan bütün ruhsallar ruhun yönlendirmesiyle davranır olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Düalizm, İde Diyarı, Yahve, Demiurge, Musa Şeriati THE GNOSTİC HERESY OF PAUL IN THE DİLEMMA OF THE SPİRİT OR FLESH AND THE SEGREGATİON OF DUALİSTİC GOD Abstract According to Paul the psychics as carnals or demiurgic souls who enslaved to sin but they have the possibility of attaining their freedom. The psychics stand in the middle between flesh and spirit, they must choose to identify with one or the other, with the devil’s soul or with the spirit of God. Paul explained that the psychics must obey the will of the devil, fulfilling the desires of the flesh, subordinate righteousness and justice of the demiurge’s law. But the pneumatics live apart from the law and live without sin, they live spiritually prior to his bodily incarnation. The pneumatic perceives intuitively the pneumatic law within himself. Paul celebrates the pneumatic redemption, those who are in Christ Jesus or in whom the spirit of God dwells. The electeds are the first fruits of the spirit, the psychics who are those called for being elect. The elect proclaiming himself free in dietary and free from the demiurge’s (Yahweh’s) fleshly law. He stands in the pneumatic law, that of God the father and of christ, which is the law of love. The elect as sons of God liberation from the restraints and clutches of the demiurge’s law, and the pneumatics being led by the spirit not under the law. Key Words: Dualism, Ide Sphere, Yahwe, Demiurge, Sharia of Moses 23 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 1. Giriş Yahve yasasını bedenle ilgili bulan Paul, yasaya bağlanan tüm Yahudileri özellikle de Peter’i bedensel olarak gördüğü gibi; İsa’yı diğer peygamberlerden bir peygamber olarak kabul eden Ebionitleri de, henüz ruhsal yasaya bağlanamamış ve ruhsal tapınmaya geçememiş çağrılmışlar olarak görmüştür. Ruhta tapmak veya ruhsallar arasına katılmak için, öncelikle bedenin yasası olarak gördüğü Musa’nın şeriatından kurtulmak gerektiğini şart koşan Paul; bütün düşüncesini İsa’nın çarmıhta ölümü üzerine kurmuş, tüm insanların günah-kefaret bedelini İsa’nın çarmıhtaki kendi ölümüyle ödemiş olduğunu sürekli tekrarlayarak kurban ibadetinin ve Musevilikteki kâhinlik işlevinin sona erdiğinde ısrar etmiştir. Hristiyanlar arasında, tıpkı bedenini kurban ve kefaret sunusu olarak çarmıhta tanrıya sunan İsa gibi, nefsini öldürerek İsa’ya ruhta tapınan kimselerin İsa’nın ruhunu almalarıyla birlikte ruhsallığa geçiş yaptığını ima eden Paul; böylece yasanın esaretinden kurtulan ruhsalların, yargılanmaktan da çürümekten de kurtulacaklarını öne sürmüştür. Hristiyanların büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve İsa’ya ruhta tapınmak yerine kutsal metinlere bağlanarak uyan çağrılmışları, yargılanma ve sonsuz ölümün beklediğini öne süren Paul, bedenden doğmuş olanlar ile ruhtan doğanlar ayrımıyla; insanları tek tanrının yaratmadığı, insanların tamamına yakının bedenini alt tanrıların yarattığı ve kendi ruhlarını bu bedenlere (nefis) verdiği, ruhtan doğan çok az insanın ise gerçek tanrıdan geldiği içeriğinde bir izlenim uyandırmıştır. Gnostiklerden özellikle Valentinus (100-160) üzerinde etkili olan Paul; bedeni yaratan ve bedenle ilgili yasa koyan gerçek tanrı değil de alt tanrılardır, görünen ve değişerek yok olma sürecine giren bu maddi kâinat ile beden yaratıcıları kötü olduğu için kötüdür, ruh olan gerçek tanrı bu kötü kâinatın dışındadır, tanrı ruhsal ışık diyarındadır vs. gibi görüşleriyle gnostiklerin Valentinian akımının oluşmasına da katkıda bulunmuştur. Yahve’nin bedenle sınırlı yasasının yerine ruhsal tanrının ruhsal yasasını geçiren, Hristiyan olsun ya da olmasın bütün Yahudileri bedensel kalmakla veya beden ile nefsini öldürerek İsa’ya ruhta tapamamakla itham eden Paul; bundan sonra sadece gnostikler diyeceğimiz gnostiklerin Valentian kolunun, İsrail tanrısı Yahve’yi bir Demiurge (sahte tanrı) olarak görmesine neden olmuş, bedeni ve dünyayı hor görmenin de ötesinde bedensel arzularına (nefsine) uyan herkesin bunları yaratan sahte ve kötü alt tanrılara tapmakta olduğu görüşüne yol açmıştır. Gnostikler, kainatı, bir çok can ya da varlık yaratmış olan o en yüceden çıkmış bir takım yaratıklar olarak düşlemiştir. Gnostiklere göre, en aşağı tanrı benzeri güçler ya da ruhani kaynaklar, insanın vücudunda hayat süren tanrısal etmenlerin hapsedildiği bir yer olarak maddi dünyayı yaratan kötü bir tanrıdan (Yahve/Demiurge) çıkmıştır. Gnostikler bu kötülük 24 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED yaratıcısını, ismi Yahve olan Eski Ahit’in tanrısıyla veya adı Demiurge olan Platon’un tanrı babasıyla bir tutmuşlardır. Gnostikler ile Paul, yasayı (şeriatı) daha aşağı varlıklar tarafından verildiğine hükmederek aşağılamışlar, İsraillilerin tanrısı Yahve’yi de düşen bir melek ya da şeytanın taa kendisi olarak yorumlamışlardır. Platon, gnostikler ve Paul, sahte tanrılar tarafından yaratılmış fiziksel yeryüzünü kötü görmüşlerken, ruhani dünyayı gerçek tanrı tarafından yaratılmış iyilik yeri olarak düşünmüşlerdir. Bu ruhanilik sayesinde, Paul ve gnostikler, duyuların ötesindeki bir dünyaya yönelmiş, bilinci ruhani sahanın içinde yükseltmek için araştırma yapmışlardır. Hem gnostikler ve hem de Paul, kişinin kendi içindeki gerçek varlığı veya tanrısal özü olarak gördüğü içsel ruhani cevheri esas alan, bu yüksek ilkeyi oluşturmuşlardır. Her ne kadar, Paul, tüm insan ruhlar gerçek tanrı tarafından yaratılmıştır veya gerçek tanrıya aittir, bütün insan tenleri de şeytani güçler tarafından yaratılmış ve yeryüzünün tanrılarının görüntüleridir şeklinde kesin ve açık bir ifadeye rastlanılmamışsa da; sürekli ve kendi içinde tutarlı olarak ruhun yolundan yürüyün ve bedenin arzularına kapılmayın demiştir. Zira ona göre, bedenin istek ve gereksinimleri ruha karşı olduğu gibi, ruhun zorunlulukları tenin zıddıdır, diğer bir deyimle, şeytanların gerçek tanrıyla veya babaya inananlarla mücadele ettiği gibi, beden ile ruh arasında sonu gelmez kıyasıya bir savaş vardır. Platonist felsefeye bağlanarak ruh-beden ikilemi arasında kalan gnostiklere göre, gerçek ve iyi olan ruhani âlemi yüceler yücesi o tek tanrı yaratırken; gelip geçici bir oyalanma yeri olarak gördükleri bu maddesel ve içindeki tensel ve cisimsel bütün varlıkları da alt ilahlar ya da yaratıcı tanrılar olarak Demiurge1 yaratmıştır. Ölümsüz ve gerçek olan, kalıcı ve 1 “Bütün gnostik geleneklerde ilahi âlemden düşüşün ve karanlık âlemiyle yapılan aktif mücadele döneminin en önemli safhasını yaratıcı tanrı demiurgun sahneye çıkması oluşturur Kelime anlamı itibarıyla Yunanca’da “halk için çalışan, zanaatçı” anlamlarına gelen demiourgos terimi, eski Yunan’da bazı yerlerde yalnızca rahiplik ve yüksek görevler üstlenen ayrıcalıklı kişilere verilen bir unvan olarak kullanılırdı. ' Bu terimin “yaratıcı tanrı” anlamına ilk kez kullanımını Plato’da görmekteyiz. Plato (Eflatun), Timaios’te evreni yaratan tanrı için demiurg terimini kullanır ve onu bilmenin zorluğundan, bildikten sonra da onu herkese anlatmanın güçlüğünden bahseder. Ayrıca yaratıcının iyi olduğunu ve yaratma işinde iyi bir modeli örnek aldığını vurgular. Yaratıcı tanrı için demiurg teriminin kullanılması sonraki dönemlerdeki Eflatuncular tarafından da sürdürüldü. Orta Eflatunculuğun bir temsilcisi olan Numenius, ilk tanrının aktif olmadığını, ancak onun yaratıcı tanrı demiurgun babası olduğunu savundu. O, dünyanın yaratıcısı olan tanrının Plato’nun demiurguyla özdeş olduğunu ifade etti. Aynı şekilde Yeni Eflatunculuğun temsilcisi olan Plotinus da demiurgun yaratıcı tanrı olduğunu belirtir ve onun önce evrensel ruh olarak da ifade edilen duyular alemini, daha sonra da bireysel ruhları yarattığını savunur. Demiurg düşüncesi, gnostik kozmogoni ve antropogoni öğretilerinde merkezi rol oynayan bir husustur. Zira demiurg, birçok gnostik mitolojiye göre tanrıdan uzaklaşmayı, günahkarlığı, cehaleti ve aymazlığı kendisinde had safhada toplayan bir figürdür; maddi alemin ve insanın yaratıcısıdır. Gnostik metinlerde demiurga çeşitli isimler verilir. Sâbiî kutsal kitaplarında yeryüzünün ve insanın bedeninin yaratıcısı olan güce Ptahil adı verilir. Ptahil isminin Mısır tanrısı Ptah ile Semitik tanrı El’in bir kombinasyonu olabileceği ileri sürüldüğü gibi, bu ismin Aramca pth (açmak, başlatmak) fiil kökünden türemiş olabileceği de iddia edilmiştir. İsmin “maddi alemin başlatıcısı” anlamına Aramca fiil kökünden türetilmiş olabileceği kuvvetli bir ihtimaldir. Ginza’da demiurg için kullanılan bir başka isim ise Gabr’il (Cebrail)’dir. Bu ismin Ptahil’e verilen gizli bir isim olduğu ifade edilir. Gnostik geleneklerin büyük çoğunluğunda demiurg, tanrıdan uzaklaşma, hata ve günahın nihai safhasında karanlık aleminde teşekkül eden, düşmüş bir ışık varlığı olarak düşünülür. Gnostisizmde demiurg, tanrıya karşı gelen, haddini bilmeyen kötü bir varlık olarak görülmekle birlikte, o, gnostik düalizmin negatif kutbunu 25 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED değişmeyen ruhani âlemdir; her beden ölür ve çürümeye mahkûm olur, her madde eninde sonunda pas tutar ve yok olmaya mecbur olur. Gerçek tanrının yarattığı ruhani her varlık, değişmez ve sonsuza kadar varlığını devam ettirirken; kendilerini bu gerçek tek tanrıya benzeten, o tek tanrının yarattıklarını kopya eden alt ilahların yarattığı her şey ruhani değil cismanidir, dolayısıyla hepsi ölümcüldür ve yok olma sürecindedir, bu yüzden de tamamının hiçbir değeri yoktur. Ayrıca, gerçek tanrı iyi, adil ve dürüst olduğu için, yüceler yücesi bu tek tanrının yarattığı ilkler veya asıl insanlar da, iyidir ve dürüsttür, kötülük ve fesatlık nedir bilmezler. Hâlbuki kendilerini o tek gerçek tanrıya benzeten tüm yaratıcı alt ilahlar ya da yeryüzüne inmiş kutsal metin tanrıları; kötüdür, asla adil değildir, hilekâr ve kin dolu oldukları gibi kibirli ve kıskançtırlar. Bu alt ilahların yarattığı her varlık, ister insan isterse de hayvan olsun, akıl ve vicdandan nasibini almamış acımasız birer yaratıktır. İyilik ve dürüstlük nedir bilmeyen, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen bu insan müsveddeleri; tıpkı kendilerini yaratan alt ilahlar gibi övünmeyi çok severler, kibirlidirler, diğer insanlar aşağılarlar, savaş aşığıdırlar, hile ve aldatmacalar peşindedirler. Zira gnostiklerin Platon’dan aktardıkları en önemli görüş, her insan bütün duygu ve eylemlerini kendisini yaratan tanrıdan almıştır. Mutlak iyi gerçek tanrının altında yarı tanrı Demiurge, nasıl kötü ise yarattığı insanlar da kötüdür. Her varlık bir benzeme gayreti içindedir, alt ilahlar tek tanrıya benzemek isterlerken, insanlar da kendilerini yaratan tanrılara uymak veya taklit etmek istemektedir. Gnostiklerin bağlanarak öne çıkardığı platonist görüşe göre, her türlü iyilik de kötülük de insana tanrıdan gelmektedir. Yaratıcı tanrısı iyi olan insan da iyi olmakta, yaratan tanrı kötü ise yarattığı insan da kötü olmaktadır. Ancak iyi olan tek tanrı vardır, o da ide diyarındaki2 mutlak iyi olan Baba’dır; fakat kötü olan oluşturan varlık olarak da görülmez. Bir diğer ifadeyle, bütün bu olumsuz niteliklerine rağmen demiurg hâlâ köken itibarıyla düşmüş bir ışık varlığı olarak değerlendirilir. Dolayısıyla karanlık alemiyle yapılan aktif mücadelenin nihayetinde, diğer bütün düşmüş veya atılmış ışık varlıkları gibi onun da cezasını çekmek suretiyle günahlarından temizleneceğine ve sonunda affedilerek ait olduğu aleme, ışık alemine çıkarılacağına inanılır.” (Gündüz, 1997: 146, 148, 164) 2 “Genel olarak benzetmenin ne olduğu üzerinde bana bir bilgi verebilir misin? Yakından gören kimselerin eşyayı, çabuk görüşlülerden önce ayırt ettikleri çok kere olağan şeydir. İnancıma göre, her şeyde tek bir örneğin (ideal örnek) varlığını ve onun gene o adı verdiğimiz bir çok özel varlıkları içine aldığını benimsemeye alışmıştık. Bir çok yatakların ve bir çok da masaların var olduğu besbellidir. Ama bu varlıklarla ilgisi olan örneklere (ideallere) gelince, inancıma göre, bunlardan yalnız iki tane vardır, biri yatak için biri de masa için. Bu varlıklardan her birisinin yapıcısı, kullandığımız yatakları veya masaları veya her hangi bir şeyi yaparken onun örneğine bakmakta olduğunu söylemeye alışmış değil miyiz? Çünkü, elbette, hiçbir yapıcı, örneğin kendisini yapmaz, zira bu olur bir şey değildir. Bütün el işçileri takımının alanına giren bütün şeyleri yapan işçiyi demek istiyorum. Bütün yapılan şeyleri yaptıktan başka topraktan yetişen her şeyi de o el işçisi yetiştiriyor, ve kendisi de içlerinde bulunmak üzere bütün canlı şeyleri o yaratıyor ve buna ek olarak da yer, gök, tanrılar ve bütün göksel varlıklar, hep onun işçiliğidir. Böyle çeşit çeşit varlıkların yapıcısının bir bakımdan bulunabilip başka bir bakımdan bulunamayacağına mı inanıyorsun? Bir yöntemle hatta sen kendin bile bir çok varlıkları yaratabileceğini anlamıyor musun? Yalvarırım sana bu yöntem nedir, diye sordu. O güç olmaktan ziyade çevik 26 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 çok tanrı vardır, bunlar tanrı değil tanrı benzerleridir, dünyaya her kötülük bu tanrılar ve yarattığı varlıklar tarafından girmiştir. İyi ve kötü bir arada asla bulunmayacağı gibi, kesinlikle birbirine de karışmaz. Kötü olan her insan, sadece, kötü bir tanrı tarafından yaratıldığı için kötülük yapmaktadır, ya da diğer bir deyişle, bu insanlar kötülük yapmak için yaratıldıkları için kötüdür, yapacakları her kötülük de kaderlerinde yazılıdır. Ruh ile beden nasıl bir değilse ve birbirinden ayrılmaları kaçınılmazsa, kötülük ile iyilik de birbirinden ayrılmıştır, iyiler kötü değildir ve kötüler de iyi değildir. İyiliği ve dürüstlüğü, yüceler yücesi o tek tanrı yaratmış, yarattığı her şeyi ruhani ve iyi kılmışken; tüm kötülükler ve adaletsizlikler ya da her türlü hilekârlıklar ve düşmanlıklar, kendileri de kötülük ve düşmanlıkla dolu olan tanrı benzerlerinin ve onların yarattığı kötü insanların işidir. Şu halde, platonist felsefeyi hristiyanlığa uyarlayan gnostiklere göre, ruhani olan her şeyde iyilik, dürüstlük ve sevgi varken; cismani olan her şeyde de kötülük ve hilekârlık ile adaletsizlik ve düşmanlık vardır. Platonist bir görüşe göre, ruhani ve kalıcı olan tanrı diyarında (ide âleminde) mekân tutan o tek yüce ve gerçek tanrı, yeryüzünde her ne varsa aslını ve dolayısıyla kusursuz olanını yaratmıştır; yani tıpkı yeryüzünde olduğu gibi dünyanın dışındaki ruhani sahalarda insanların yanı sıra dağlar ve denizler, ırmaklar ve nehirler, bitkiler ve hayvanlar vardır; ruhani olan her varlığın benzerini de, tensel ve cisimsel olarak tanrı benzerleri yaratmıştır. Bir başka platonist görüşe göre ise, iyi olan tanrı sadece kendi tanrı çocuklarını yaratmış, tüm varlıkların yaratılmasını bunlara bırakmış, tanrı benzerleri de bu yaratılanları kopyalamıştır. bir yöntemdir. Belki hepsinden çevik olanı, bir ayna alıp her yöne döndürmek olacaktır. Böylece, Güneş’i, göksel varlıkları veya yeri ve kendi kendini ve canlı başka her bir şeyi ve bütün cansız şeyleri, bitkileri ve şimdi söylediğimiz her şeyi yaratmakta gecikmeyeceksin. Evet, bir çok görünüşleri meydana getirebiliriz, ama gerçekten var olan şeylere ne diyelim! Ama, onun bütün yarattıklarının gerçek olmayacağını söyleyeceksin, sanıyorum. Peki yataklar yapan ne olacak? O örneği değil de, bizim kuralımıza göre yatağın kendisini yapıyor ve yalnız bir özel yatak yapıyor. Eğer gerçekten var olanı yapmıyorsa, onun gerçek bir şey yapmadığını, ancak sadece gerçeğe benzeyen ama gene de gerçek olmayan bir şey yaptığını söylememeli miyiz? Öyleyse, varlıkların bir yatak kadar özdensel (maddi) olsalar da, gerçekle karşılaştırılınca gölgemsi varlıklar olduklarını anlarsak buna hiç de şaşmamalıyız. Bir benzeticinin nedenselliği (mahiyeti) üzerindeki araştırmamızda bu örnekleri kullanmamızı beğenecek misin? Peki, işte üç çeşit yatağımız var; bunlardan birisi, varlıkların yaratılıştan olanıdır ki, biz bunu tanrının işçiliğine vereceğiz. İkincisi yorgancılar eliyle yapılır. Üçüncüsü ressamın yaptığıdır. Üç çeşit yatağımız olduğu gibi, onların yapılışına bakan üç çeşit de bakanımız vardır: ressam, yorgancı, Tanrı. Tanrı, ister birden çok yapmasını uygun bulmamış olsun, ister bir sürü zorunluluklarla evrende birden çok yapmaktan alıkonulmuş bulunsun, hiç değilse bir tanecik olsun yapmıştır ki, o da saltık (mutlak) ve gerçek (ideal) olan yataktır. Ancak böyle bir yataktan iki veya ikiden çoğu Tanrı tarafından yaratılmamıştı. Çünkü, eğer tanrı yalnız iki tane yapmış olsaydı, gene tek bir yatak ortaya çıkacaktı ki onun örneği öteki ikiye sıra ile girmiş olacaktı; ve işte gene bu saltık ve gerçek olan tek yatak olacaktı, öteki iki tane değil. Bunu bilmekle sanırım ki, Tanrı, her hangi belli olmayan bir yatağın her hangi belli olmayan bir yapıcısı değil de, gerçek (ideal) olan yatağın öz yapıcısı olmayı isteyerek, böyle tek bir yatak yaratmıştır. Mademki bu süslü gökyüzü, görülebilen evrenin ancak bir parçasıdır, biz onu görülebilen varlıkların en güzeli ve en olgunu olmasına bakmadan, gerçek (ideal) denenlere göre çok aşağı görmek zorundadır.” (Platon, 1950: 213, 168) 27 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Kısacası, tanrı mekânı ide diyarında yaratılan her ne varsa ruhanidir, yeryüzündeki kopyaları ise cismanidir. Ruhani olan ilktir, orijinaldir, kusursuzdur, değişmezdir, sonsuzdur; cisimsel olan ise kopyadır, benzerdir, kusurludur. Zira ide diyarındaki (gökteki) gerçek tanrı iyi ve adil olduğu kadar kusursuz bir tanrıyken; kendisini bu tek tanrıya benzeten tanrı benzerleri, kötü ve fesat olmanın yanında, hata doludur, yanılgılar içindedir, hepsi ne yaptığını bilemez bir haldedir. Gerçek tanrı her şeyi bildiği ve geleceği kendisi yarattığı için, değişmez, yanılmaz; tanrı benzerleri veya sahte ilahlar ise, önünü dahi göremediği için, her an değişirler, sözleri kadar halleri de değişkendir. Tanrı benzerlerinin yarattığı varlıklar cismani olduğu için, sürekli bir değişim ve dolayısıyla kaçınılmaz bir yok oluş süreci içindedirler. Tanrı benzerleri asla ruhani varlıkları yaratamazlar, yarattıkları her şey bedensel ve maddeseldir. Böyle bir ayrım içinde bazı gnostikler Aristo’ya yaklaşmış; tanrı benzeri olan bu alt ilahlar tarafından yaratılan insanlarda da ruh vardır, ancak bu ruh onların bedenlerinin içindedir tensel olduğu için bedenle birlikte yok olup gidecektir tarzındaki bir anlayışı benimsemişlerdir. Alt ilahlar tarafından yaratılan bedensel varlıklar, bedende kalan ve bedenle birlikte yok olan tensel ruhlarıyla (özleriyle) birlikte zaman içinde değişmekte ve sonunda yok olup gitmektedir. Oysa değişmeyen gerçek tanrı, ruhani olduğundan, yarattıkları da ruhani ve değişmezdir. Eski Ahit’i bu platonist felsefenin ışığında yorumlayan gnostikler, İsraillilerin savaşçı ve kıskanç tanrısı Yahve’yi olduğu kadar Yahve’nin seçtiği İsrail halkını da paracıl ve dünyaperest bulmuşlar, ölümden sonraki hayatı reddettiği ve tanrısal ödül ile cezayı bu dünyayla sınırlı tuttuğu için Yahve’nin yasasını yeryüzünün yasası olarak aşağılamışlardır. Paganların (putperestlerin) iman içeriğini oluşturan bu platonist görüşler, aynı zamanda, gnostiklerin olduğu kadar hristiyanların da ölümden sonraki yaşama ümidinin temeli haline gelmiştir. Zira ruh ölümsüzdür ve beden ruhun hapishanesidir. 2. Paulist Bir İnsan Ayrımcılığı : Ruhtan Doğanların Aşağısındaki Bedenden Doğanlar Çarmıhta ölmek kozmik sahadan çıkıp ruhsal kurtuluşa ermeyi sembolize ettiği için, İsa’ya ait olan ruhsallar, bedensel tutkularıyla birlikte kendi bedenlerini çarmıha gererek öldürmüşlerdir. İsa da, günahkarları öfkeden yani demiurge’nin yargılamasından kurtarmak için ölmüştür. Paul, demiurge’nin kendisinin çağrılmışları ölüme ve günaha düşüren bir güç olduğunu açıklamakta; günah ve ölüm Adem’den Musa’ya kadar hüküm sürsün diye, günahın yasa sayesinde ölümü kainata nasıl getirdiğini anlatmaktadır. Seçilmişler, İsa ile birlikte, demiurge’nin kötü yola sürüklenmiş yaratıklarını kefaret yoluyla affettirmek uğruna giriştikleri savaş nedeniyle ölüme gitmektedir. Paul’e göre, günah ve yasa, insanın kötü ruha (şeytana) veya yasa koyucu demiurge’ye boyun eğmesinden başka bir şey değildir. Günah 28 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 içinde ölen veya kötü ruha boyun eğen demiurgik ruhlu bedenseller ya da bütün insanlar, demiurge’nin kendilerine yüklediği yasaya uygun yaşayan kimselerdir. Paul, seçilmişlerin İsa tarafından yönetilen tek bir ruhu oluşturduğunu, bedensellerin ise İsa’nın bedenini meydana getirdiğini öne sürmüştür. Ölümden dirilişin olmadığını, demiurgik ruhluları kurtarmak ve ruhani yaşama yükseltmek için İsa’nın insan vücudu şeklinde geldiğini öne sürmüştür. Demiurgik ruhlular İsa’nın dirilişini kutsal metinleri harfiyen okuyarak hataya düşerken, ruhsal seçilmişler İsa’nın dirilişini saf ruhsallık içeriğiyle kavramaktadırlar. Bu çağın tamamlanması sırasında, İsa, her yönetimi ve her gücü yok ettikten hatta sonuncu düşman olarak ölümün hükümranlığını yıktıktan sonra, demiurge’nin kurduğu bu dünya krallığını babası tanrıya teslim edecektir. Böylece İsa, her şeyi babasına boyun eğdirir, tanrının her şeyde olmasını sağlamak için İsa kendisini dahi babasına sunacaktır. Demiurgik ruhlu bedenler dışarıdakiler olarak çürüyüp yok olurken, içerdeki adam olarak ruhsallar, sürekli olarak yenilenmektedir. Bedenseller günah içinde öldüklerinden, varlık aleminde çürüyüp yok olurlar. Paul, hristiyanların büyük bir çoğunluğunun, büyük bir felaket olarak, yangınla yok olacak dünyanın sona ermesinde yok olacaktır, demektedir. Yıkımın ve yok oluşun kaynağı olan bu ateş, tanrıdan habersiz kalmayı simgelerken, kâinatın içinde saklı kalmış ölüm de çıkacak bu yangınla sona erer. Paul, kendisini tanıtırken, ‘İsa Mesih’in kulu Tanrı’nın İncilini yaymak için seçilip elçi olmaya çağrılan’ (Romalılara 1:1) diye tanıtırken; aslında, biri İsa’nın kölesi ve diğeri de seçilmiş olmak üzere düalist bir yaklaşım sergilemiştir. Zira Paul’ün İsa’ya olan kulluğu, vahiy aracılığıyla gerçekleşen bedensel ve ruhsal bir bağlılık olurken; bu ruhani iletişimin aksine seçilmiş olduğu için çağrılması doğuştan gelen bir yazgı olarak algılanmıştır. Gnostik kadercilik olarak da yorumlanan Paul’ün bu İsa’ya bedensel kulluğu ve Tanrı tarafından da ruhsal seçilmişliği düalizmini doğrulayan veya pekiştiren, daha pek çok ifadeye rastlanılmaktadır. Elçi olarak ruhsal bakımdan seçildiği için kendisinin doğrudan Tanrı tarafından seçilmişliğini vurgulayan ifadesinde (Galatyalılara 1:15) Paul, bu ruhani seçilmişliğiyle dikkatleri çekmek istemiştir. Aslen Yahudi olmanın seçilmişliği garanti etmeyeceğini ve Yahudi olmanın da seçilmiş olmanın önünde bir engel olmadığını açıkça belirten (Galatyalılara 2: 6,15-17) Paul; mektubunun pek çok yerinde sembolik benzetmelerde de bulunmuş; tıpkı gnostikler gibi, bu ruhani seçilmişlikte ya da bedensel köleliği getiren doğumda tanrıyı baba olarak tanıtırken bilgeliği (wisdom = sophia) ana ya da lütuf olarak sembolize etmiştir. Bu durumda tanrıdan ya da ruhtan doğanların babası tanrı ruhu olurken, anası da yine tanrı lütfu olarak akıl ve bilgelik olmaktadır. 29 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED Gerçekte Makedonyalı kral 2. Philippos ile prenses Olympias’ın oğlu olmasına rağmen, İskender’e, bedeninde tanrının ruhunu taşıdığı inancına dayanarak, önce Dionysus’un sonra da yüce Zeus’un oğlu denildiği gibi; bu putperest imanı hristiyanlığa uyarlayan pek çok gnostiğin, İsa’nın annesi olarak kutsal ruhu ve babası olarak da tanrısal ruhu gördüğü gibi; Paul de, kendi bedensel köleliğiyle ve ruhsal seçilmişliğiyle, doğumunun annesi olarak bilgiyi babası olarak da tanrısal ruhu görmüştür. Kurtuluşa erecek olanlar gerçek tanrının yarattığı insanlardır veya ruhtan doğanlardır diye açıkça ifade etmiş olmasa da, Paul, İsa’ya bedensel köleliliğin sağladığı içten ruhani arayışın ön şartı olarak gördüğü dıştan bilgeliğe erişmeyi de kendi yazdıklarıyla sınırlı kılmıştır. (1. Korintliler 15: 2-3) İnsanları kurtuluşa eriştirmekle ruhsal olarak seçilmiş bir elçi olarak kendisini gören Paul; yalnızca bedensel bir kölesi olmakla övündüğü İsa sayesinde, içindeki İsa’ya ulaşmakla gerçek bilgiye de ulaştığını ve bu tanrısal bilgiyi çevresindekilere aktararak nasıl ruhsal bir öğretmen haline geldiğini de anlatmaktadır. İsa’ya bağlanmış bedensel kölenin ruhsal bir öğretmen haline dönüşmesini Paul, tanrı özüne sahip olan İsa’nın tanrıyla eşit olan bu özünü bırakıp insan benzeyişinde doğduğu halde ruhani bağlılığını sürdürmesiyle açıklamıştır. Elbette buradaki ifadesinde (Filipilere 2: 8), İsa’yı insan benzeyişi ile tanrısal özü arasında doğrudan bir ayrımı yapmış olmakla, ya da, insanlar arasında gözle görünen İsa ile çevresindekilerin asla göremediği tanrı özündeki İsa arasında bir fark gözetmiş olmakla Paul; gnostikizmin temelini oluşturan, dünyevi (eidolon = acı çeken ve ölen) İsa ile ruhsal (daemon = tanık olan) İsa ayrımını, çok kapsamlı fakat belirsiz bir içerikte de olsa kendi mektuplarına uyarlamıştır. Kendisini İsa’yla açıklamayı vazgeçemediği bir yöntem olarak benimseyen Paul de, kendi iradesi dışında ruhsal olarak seçilmiş olmasına rağmen, kendisini İsa’ya benzeterek gönüllü olarak çağrılanlar arasına katıldığını belirtmiştir. İnsanları ruhtan doğanlar ya da tenden doğanlar olmak üzere iki büyük kampa ayıran Paul; gerçekte dünyanın kötü olduğu ve insanların da tanrı çocukları yarı-tanrılar tarafından yaratıldığı içeriğindeki3 Platon’un felsefi görüş içeriğine kavuştuğu ve gnostiklerin de hristiyanlığa uyarladığı, mutlak iyi ve baba olan gerçek tanrının yarattığı insanlar ile kötülük ve düşmanlıkların yayıcısı tanrı benzerlerinin yarattıkları ayrımına bir ölçüde bağlı kalmıştır. İsa’yı beden açısından Davud’un soyuna bağlayan, fakat tanrının oğlu özüyle ruhani kılmış 3 “Dünya kötülüğün tipik bir örneği gibi görünür. Dünya insanın doğal yaratılışına yabancı olduğu için, insan onun kötü olduğunu itiraf etmeli ve cennetteki evine dönebilmek için dünyadan kaçmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için insanlar Gnosis’e sahip olmalı, gerçek tabiatları içinde yeniden doğmalı ve ilahi aklın döküldüğü bilgi kabında vaftiz olmalıdırlar. Gnostikler, Kitab-ı Mukaddes’te Adem’in oğlu olan ilk büyük peygamberlerden Şit’i ortak manevi ataları kabul etme, kutsal dünyanın en karakteristik unsurlarının tanımlanması ve kurtuluş hikayesinin ortaya konulduğu şeklin ifadesi konularında ortak kanaat sahibi olarak görünmektedirler.” (Floramo, 2005: 42) 30 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED (Romalılara 1: 3-4) olan Paul, böylece, düalizmi insanın içine yerleştirmiş, tek bir insanın bedenini ayrı bir yaradılış ve ruhunu ise ayrı bir yaradılış halinde görmüştür. Paul’ün, ‘bedence Davud’un soyundan doğan Rabbimiz İsa Mesih'in, kendi kutsal ruhu sayesinde ölümden dirilişiyle Tanrı'nın Oğlu olduğu kudretle ilan edildi’ (Romalılara 1: 4) sözünün, gnostik açılımı şöylece açıklanabilir. Farklı ilahlar birbirinden farklı yaratıklar yaratır tarzındaki, yaratılanları yaratanına göre yapılan sınıflama altında çatışmaya sürükleyen putperest ideolojiyi ve bunun gnostik uzantılarını yazılarına uyarlamış olan Paul; açıkça ifade etmiş olmasa dahi, bir insanın ruhunu başka tanrı yarattı bedenini ise başka tanrı yarattı imasına yol açarak, tek bir kişi üzerinde farklı tanrıların yaratıcı olduğu ve güç kullandığı düşüncesini geliştirmiştir. Nitekim Paul’e de göre, günümüz İncillerinin tanrısı İsa iki farklı biçim altındadır, İsa bedene göre Davud’un neslindendir, yani Davud’u Yahve yarattığına göre bedensel olarak görünen (eidolon) İsa Yahve’nin yarattığı bir insandır; tanrının oğlu olarak anılan tanık (Daemon) İsa ise, Babanın ruhunu, Yahve’nin yarattığı bir insan nesli olan Davud’un soyundan gelmiş bir beden içinde taşımış ve Davud’un oğlu suretinde insanlar arasında görünmüştür. Gnostikler, tüm ruhları kendisine ait kılan ve bu nedenle de geri kendisine dönecek olan bir tanrı anlayışının bir gereği olarak, tanrıdan çıkmış ve bedenleşmiş olan bu ruhun olgunluk düzeyine göre bitkiye-hayvana-insana geçeceği görüşünden4 ziyade; mutlak iyi tek gerçek tanrının altında kötülük kaynağı yaratıcı tanrıların varlığı inancına yöneldikleri için, tanrı kendi huyunu ya da eğilimini yarattığına aktarır veya her yaratılan kendisinde tanrısından pay bulundurur içeriğindeki platonist felsefeye bağlandıkları için; ruhun bedenden bedene geçerek 4 “Pythagoras, ölümsüzlük konusunda neye inanacağını ve neyi öğreteceğini seçtiğinde, ruh göçünü yani reenkarnasyonu içeren Orfeus kültünde karar verdi. Hermotimus ölür ve Deloslu bir balıkçı olan Pyrrus olur ve ondan bir süre sonra da Pythagoras olur. Pythagoras’ın anılarının hepsi bu kadar da değildi. Ruhu bir çok bitkiye ve hayvana da geçmişti ve Hades’teki kendi ıstırabını hatırladığı kadar, başkalarının çektiği acıları da hatırlayabiliyordu. Pythagoras’ın öğrettiği şekliyle ruh göçü doktrininde ruh, hayvansal ve bitkisel varoluşların kısır döngüsünden kurtulamayacak şekilde sonsuza kadar lanetlenmiş değildi. Orfeusçulukta olduğu gibi, bundan kurtulmak mümkündü. Bu, kurtuluş olasılığı ve yöntemi, Pythagorasçı dünya görüşünün kalbini oluşturuyordu. Tanrısal bir ölümsüzlük seviyesi var idi ve her ruh ondan kopmuş bir parçaydı, uzun bir ölen bedenler zincirinde esir olan tanrısal bir kıvılcımdı. Böyle bir insanın amacı, bu monoton, dünyevi reenkarnasyon esaretinden kurtulmak ve yüce seviyeye yeniden katılmaktı. Ksenophanes, hicivli şiirler yazmış, Pythagoras’ın reenkarnasyon inancını hafife almıştır: ‘Ve bir defasında kırbaçlanan bir köpek yavrusunun yanından geçerken, ona acıdığı ve şöyle dediği söylenir: Durun onu dövmeyin, o yakın bir dostumun ruhudur, sesini duyduğumda onu tanıdım.’ Bu satırlar genellikle, Pythagoras’ın ölmüş ve köpek yavrusunda yeniden bedenlenmiş olan bir arkadaşının sesini tanıdığını iddia ettiği şeklinde yorumlanır, ama bir Pythagorasçı için bunun daha derin bir anlamı olabilirdi: Yakın bir dost, hayvanları, bitkileri ve insanların ruhlarını içeren çok geniş bir akraba kitlesinin her hangi bir üyesiydi. Ruhların ölümden sonra başka insanlara, hayvanlara veya bitkilere geçtiği inancının, Orfeus kültünde olduğu gibi Pythagorasçılar üzerinde de ne yenip yenmeyeceği konusunda bir etkisi olacağı beklenebilirdi. Her hangi bir yiyecekten uzak durmak söz konusu idiyse, bunun sebebi bir başka ruhu yemekten kaçınmak olmamak durumundaydı, çünkü bir insanın bir sebze olarak da yeniden bedenlenmek olasılığı vardı.” (Ferguson, 2008: 67) 31 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED olgunlaşması yerine iyi-gerçek tanrı altında yaratıcı-hilekar alt tanrılar gibi ruhların ayrılığı fikrine bağlanmış, İsa’nın bedende Yahve yaratığı Davud’un soyundan geldiği fakat bu bedenine iyi ve gerçek tek tanrının ruhunun girdiği inancına yol açmışlardır. İsa’daki Davud’un soyu ve gerçek tanrı Baba’nın ruhu düalizminin gnostik açılımı, Paul’ün daima sembolik tanımlaması da dikkate alındığında, çok daha anlamlı bir hale gelir. Sembolik benzetmeleri kaldırıp cümlelerin gerçek anlamına inildiğinde, aslında, Paul’ün, İsa’yı bedensel olarak Davut’un soyuna bağlamış olmakla, ruhen gerçek tanrı tarafından yaratıldığı halde bedenen başka tanrı tarafından yaratılmış olduğunu ima ettiği sonucuna varılır. Paul’ün sözlerindeki, İsa’nın bedenen ayrı ruhen ayrı bir tanrı tarafından yaratıldığı imasının gnostik açılımı; bütün insanları bedensel olarak yaratanın, doğrudan doğruya, gnostiklerin yeryüzünün veya maddiyat aleminin tanrısı olarak aşağıladığı Demiurge ya da bunun İsrail’deki paragözkıskanç-dünyaperest yansısı Yahve olduğu derhal fark edilir. Gnostik düalizmini gizlemesi bakımından, Paul, en iyi kıyaslama örneğini Davut’la bulmuştur. Zira Eski Ahit’teki Davud, Yahve’nin savaş eri olarak övülmüştür, savaşlarda yüzlerce kişiyi öldürmüştür, altın ve şehvet düşkünüdür, başkasının karısıyla ilişkiye girmiş ve onu hamile bırakmıştır, bu kadınla evlenebilmek için kocasının savaşta öldürülmesini sağlamıştır, ayarttığı bu son karısından doğan oğlu Süleyman’a muazzam bir servet bırakmış dünya zengini bir kimsedir. Gnostiklerin yerin tanrısı ya da yaratıcı tanrı olarak aşağıladığı Demiurge muadili olan Yahve de, aslında, tahtına kurulmuş bir kral olarak (Mezmurlar 95: 3) insanlar arasında itibar gördüğü dikkate alınacak olunursa; yarattığı yerin çocuklarına krallıklarının askeri güç ve altın serveti aracılığıyla hakim tanrı görüntüsüyle uyumlu olması bakımından da, platonist ruh görüşünden5 etkilenen Paul’ün bu Davut benzetmesi son derece yerindedir. Diğer taraftan 5 “Ruh cisimden daha eski olduğuna göre, ruha ilişkin olan her şeyin de maddeyle ilgili olanlardan daha önce oluşmuş olması zorunludur. Zorunlu olarak, kendiliğinden hareket edebilenin üstün olduğunu, bütün ötekilerin de ondan sonra geldiğini söyleyeceğiz. Hepimizin ruh dediği varlığı kendiliğinden hareket olarak tanımlanmaktadır. Ruh yönettiğine, madde de doğal olarak ruhun yönetiminde olduğuna göre, ruhun maddeden önce olduğunu maddenin ise ruhtan sonra ikinci sırada geldiğini söylerken kesinlikle haklıydık. Ruh, hareket eden her şeyin içinde bulunduğuna ve onu yönettiğine göre, ruhun gökyüzünü de yönettiğini söylemek zorunludur. Bir tek ruh mu, birden fazla ruh mu? İkiden az olduğunu düşünmeyelim: bir iyilik yapan, öteki de bunun tersini yapacak güçte olan. Ruh, gökyüzündeki yeryüzündeki ve denizdeki her şeyi güder. Ruh, Tanrısal akılla işbirliği içinde, aslında kendisi de Tanrı olduğu için her şeyi doğru ve mutlu kılar, ama ruh akılsızla birleşirse her şey bunun tersi olur. Peki öyleyse, hangi tür ruh için gökyüzünü yeryüzünü ve bunların dönüşlerini yönettiğini söyleyebiliriz? Tüm evrenle en üstün ruhun ilgilendiğini ve onu böyle bir yolda ilerlettiğini açıkça söylemek zorundayız. Ama, eğer, delice ve düzensiz bir hareketle ilerliyorsa, bunu yöneten kötü ruhtur. Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları eğer hepsini ruh döndürüyorsa, her birini ayrı ayrı çeviriyor. Her insan Güneş’in kütlesini görür ama ruhunu göremez, zaten canlılar arasında başka bir bedenin de ruhu ne yaşarken ne ölürken görülmez. Ruh, ya bu Güneş’in gözle görünen yuvarlak kütlenin içine yerleşerek tıpkı bizim ruhumuzun bizi her yere götürdüğü gibi Güneş’i her yere götürüyor, ya dışardan bir yerden Güneş’i itiyor. Hepimizi aydınlatan Güneş’i ruh, ister arabaya oturmuş gibi götürsün ister dışardan itsin, her insanın Güneş’i tanrı olarak görmesi gerekir. Her türlü erdemle donatılmış bir ruh ya da ruhlar ay yıl ve mevsimlerin nedeni olarak gösterildiğine göre, ruhlar ister canlı olarak kütlelerin içinde bulunup tüm gökyüzünü düzenlesinler, ister başka türlü olsun, bunların hepsinin 32 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 gnostiklerin aşağıladığı bu yerin ya da maddiyatın tanrıları, bedensel insanların ya da akıl ile ahlaktan nasibini almamış hayvanların tensel yaratıcıları olarak nitelendirildiği için; Paul’ün Davut’un soyu benzetmesi, beden-ruh ayrımını veya daha üst perdeden Yahve-Baba çatışmasını sergilemesi açısından da, son derece yerinde bir örnektir. tanrı olduğunu söyleyeceğiz. Tanrılara inanıyorsun azizim, çünkü belki de tanrılarla olan akrabalığın, içinde doğal olarak var olan ruhu onurlandırmanı ve ruha inanmanı sağlıyor. Ölümsüzler, ölümlülerin gücünün yettiği her şeyi yapabilirler. Tanrılardan hiç biri uyuşukluk ve gevşeklik yüzünden savsamaz, çünkü tanrılarda korkaklık payı yoktur. İçinde ruh bulunan her şey değişir, bu değişimin nedeni kendi içindedir, değişirken de kaderin düzenine ve kuralına göre hareket eder; bir kaç küçük karakter değişikliği olursa ruh yeryüzü üzerinde yer değiştirir, ama adaletsizliğe doğru bir çok değişiklik olursa yaşarken de bedenlerinden ayrıldıktan sonra da o çok korktukları yeraltındaki Hades’in derinliklerine gider. Ruh, kendi iradesiyle ve güçlü ilişkisinden ötürü erdem ya da erdemsizlik yolunda büyük değişikliklere uğradığı zaman tanrısal erdemle birleşip kendisi de belirgin biçimde tanrısal olursa, kutsal bir yolda daha üstün bir yere gelmek üzere bulunduğu yeri değiştirir. Kötü olursan kötü ruhların yanına gidersin, iyi olursan da iyi ruhların yanına gidersin. Bizler, tanrılarla daimonların malı olduğumuza göre,tanrılarla daimonlar yanımızda olacaktır. Bizi yıkansa, akılsızlıkla birlikte adaletsizlik ve aşırılıktır. Tanrılar, adaletsiz insanlara ve onların adaletsizliklerine göz yumarlar yeter ki bu haksızlıktan tanrılara da pay çıkarılsın; bu söz, tanrıların kandırılabildiklerini söyleyenlerin sözü ile aynı kapıya çıkmıyor mu? Bir insan gülünç duruma düşmeden tanrıları bu söylediklerimizden hangisine benzer bekçiler olarak düşünebilir? Şarap sunularıyla ve kurban yağlarıyla yola çıkıp gemiyi ve yolcuları batıran kaptana (tanrılara) mı? Hiçbir şekilde. Bu tanrılara küfretmek demek. O halde, bütün tanrılar en önemli konularda bütün bekçilerin üstünüdür. Fakat ruh, kendisini ne işitme, ne görme duyusu, ne haz hiçbir şey bulandırmadığı zaman daha iyi düşünür, böylece kendi içine çekilerek teni uzaklaştırır ve onunla her türlü ilişkiyi elden geldiği kadar keserek gerçeği kavramaya çalışır. O halde burada da filozofun ruhu tene hiç değer vermiyor ve kendisi ile baş başa kalmaya çalışıyor. Fakat ruhu arıtmak, ruhu ne kadar mümkünse o kadar tenden ayırmak, tenin her noktasından hareket ederek kendine dönmeye kendi içine kapanmaya, mümkün olduğu kadar şimdiki ve gelecekteki hayatta bağlarından kurtulmuş gibi tenden kurtulmuş olarak ruhu kendisiyle baş başa yaşamaya alıştırmaktır. Ruhumuzun doğmadan önce var olduğu doğru ise, hayata kavuşmak ve tekrar doğmak için ancak ölümden doğabildiği ve yaşayanların ölümden doğduğu gerekli ise sonradan hayata geri döneceği için ölümden sonra da var olabilmesi gerekir. Söyle bakalım, şimdi, bizde gerçekten biri ruh öteki ten olmak üzere iki şey yok mu? Ruh nedir o halde, görülen bir şey midir yoksa görülmeyen bir şey mi? Ruh, bazen görme işitme yahut başka bir duyumun araya girmesiyle bir meseleyi incelemek üzere teni kullanır. Ruh, asla aynı kalmayan şeyden yana çekilip sürüklenir, kendinden sapıtır ve altüst olur, sanki sarhoşmuş gibi başı döner çünkü tabiatı gereğince bu türlü durumdaki şeylerle ilişki halindedir. Görünmeyen ruh da, kendisine yakışıp uyan başka bir yere, katkısız yere, görülmeyen yere, Hades ellerine, kendi adıyla anmak gerekirse iyi ve bilge bir tanrının yanına , birazdan ruhun da tanrı kabul etsin, gideceği yere gider. Ruh, kendisine benzeyene doğru, görülmeyene, tanrılık olana, ölmeyene ve bilgeye doğru gider. Ruh onlara erişince de, saçmalamaktan, manasızlıktan, korkulardan, yabani sevgilerden ve insanın öteki kötülüklerinden kurtulmuş olur ve mutlu olur. Gerçek filozofun ruhu zevklerden, tutkulardan, keder ve korkulardan, gücü yettiği kadar kendisini uzak tutar. Bu türlü tutkularla değil midir ki, ruh, tenin zincirlerine son haddine kadar vurulmuştur. Bir ruh hakkında kendisinin akıllı ve erdemli olduğu o halde iyi olduğu, başka biri için de akılsız ve bozuk olduğu o halde kötü olduğu söylenir. Ruh tenin bir türlü ahengidir, bir ruh ten ile ahenk halinde olduğu doğru ise hiçbir ruhun bozuklukta payı olmayacak. Ruh her nereye giderse, ona daima hayat getirir. Ruh tenden çıkınca, rüzgarın ruhu alıp götürmesinden dağıtmasından çocuklar gibi korktuğumuzu sanıyorum. Bir kere tenden ayrılınca, ruhun artık hiçbir yerde var olamayacağından, insan ölünce yok olacağından ve tenden çıktığı zaman bir nefes gibi dağılıp gideceğinden korkuyorlar. Ölen insanların ruhu Hades’te midir, değil midir? Ruhların bu dünyayı terk ederek ahrete gittikleri, oradan da gene dünyaya geldikleri, böylece ölümden hayata döndükleri fikri, eski bir geleneğe dayanır. Böyle ise yaşayanlar ölülerden doğuyorlarsa, bundan, ruhlarımızın orada oldukları sonucunu çıkarmak gerekecek. Bizde gerçekten biri ruh öteki ten olmak üzere iki şey yok mu? Elbette var. Ruh, tenin zincirlerine son haddine kadar vurulmuştur. Ruh ve beden beraber olduklarında tabiat, sonuncuya köleliği ve boyun eğmeyi, birinciye komutanlığı ve efendiliği verir. Tanrı olanın tabiatı yönünde buyurmak ve idare etmek, ölümlü olanın ise boyun eğmek ve köle olmak için var edildiklerine inanmıyor musun? Elbette inanıyorum. Ruh en çok tanrılık olana, ölümlü olmayana, düşünülebilene, yalın olana, dağılmayana, her zaman aynı kalana benzer; ten de, en çok insan olana, ölümlü olana, düşünülemeyene, çok şekilli olana, dağılana, asla kendisinin aynı kalmayana benzer. Ruh kendisine benzeyene doğru, görülmeyene, tanrılık olana, ölmeyene ve bilgiye doğru gider.” (Platon, 1994: 135-140) 33 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Gerçek tanrı ya da baba tarafından ruhani olarak yaratılan insanlar içinde Grekli olduğu kadar İsraillinin de bulunduğunda ısrar eden Paul; Yunanlı da olsa Yahudi de olsa ruhtan doğan her insanın ezelden seçildiğini dolayısıyla yargılanmayacağını; fakat yasa ve günah altında yaşayarak lanetlenmiş olan bedenden doğanların ise, ne kadar yasaya titizlikle uyarlarsa uysunlar, böyle kalmaları halinde, kurtuluşa asla eremeyeceklerini savunmuştur. Paul’ün bu sözlerinin altında yatan gnostik iman, gerçek tanrının yarattığı ruhtan doğmuş insanlar kurtulacak, tanrı benzerlerinin yarattığı bedenden doğanlar da lanetlenecektir içeriğinde olduğu için; Yahve/Demiurge gibi yerin yaratıcı ilahlarına tapanlar ve bunların çarpıttığı (daha doğrusu ruhsal olanı bedensel/fiziksel kıldığı) yasaya bağlananlar içinde bir tekinin dahi dürüst olmadığını savunmuştur. (Romalılara 3: 10) Oysa, gerçek tanrının temel sıfatları iyi ve dürüst olduğu halde, ruhani yasanın bedensel ve fiziksel yasa haline dönüştürülerek çarpıtılması nedeniyle, dürüstlüğün de ortadan kalktığını savunan Paul; ruhsal tanrı yasasını bedensel ve fiziksel hale dönüştüren Yahve muadili pek çok Demiurge’nin bulunduğunu, oysa ruhsal tanrı babanın tek olduğunu, bu tanrı benzeri Demiurgelerin yarattığı ve yasasıyla hükmü altına aldığı fiziksel kainatın yalan ve haksızlıktan beslendiğini, Yahve ve Demiurge gibi tanrı benzerlerinin yarattığı bedenden doğmuş insanların ise, gerçek ruhsal tanrıyı ve ruhsal yasasını aramaktan yüz çevirdiğini, her fırsatta ruhsal tapmaya ya da gerçek tanrıya yönelmeye engel olduğunu vs. öne süren gnostik görüşlere ilk kaynak oluşturmuştur. Paul’ün bedenden yaratılan insanları tanımlarken kullandığı, yalancı ve sahtekâr, hilekâr ve ayartıcı, savaş ve şiddet yanlısı gibi tanımlamalara açıklık getiren gnostikler; bedenden yaratılmış ve fiziksel yasaya bağlanmış bu insanları yaratan tanrı benzerlerinin kendileri bu nitelikte olduğu için yarattığı insanlar da böyle olmuştur şeklinde nedensel açıklamalarda bulunmuşlardır. Yani ruhsal-tanrısal gerçek yasayı fiziksel-bedensel kılan ve her yarattığında kendini gerçek tanrıya benzeten bu yer ile göğün yaratıcı tanrıları; kendileri kötü, hilekar, savaşçı, ayartıcı, kibirli, kıskanç vs., oldukları için; yarattıkları bu bedenden doğanlar da kendilerine benzemiş, tanrı korkusunu üzerinden atmış ve yasaya bağlılığı öne çıkartmıştır. Bedenden doğan ve ruhun denetimine girmeyen tüm insanların, yasa sayesinde günahkârlığının bilincine vardığını belirten Paul; sevgiden ve bilgiden nasibini almamış bu insanların, tanrıyı içlerinde arayarak kavramaktan ve tanrıyla uyumlu bir hale gelerek ruhun denetimine girmekten uzak kaldığında ısrar etmiştir. Açıkça ifade etmese dahi, ruhsal yasa fiziksel hale getirilerek çarpıtıldığı için, yasaya uymakla aklanılmayacağını dolayısıyla yasa aracılığıyla kurtuluşa erişilemeyeceğini kesinlikle vurgulayan Paul; yasaya harfiyen uyan ve yasa yoluyla kurtuluşa erdiğini sanarak rahatlayan ve kibri artan yahudilerin arınmadığında 34 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 ısrar etmiş; bu sözlerinin birer delili olarak da, fiziksel dünyanın gerçek tanrı huzurunda hesaba çekileceğini göstermiştir. Yahve’nin yasasının gereklerini yapmakla hiç kimsenin gerçek tanrı (baba) tarafından aklanamayacağına savunan Paul; yasa sayesinde günahın bilincine varır, bağlandıkları yasaya göre yargılanırlar, tanrı dünyayı yargılar vs., gibisinden sözleriyle, özellikle de gnostik Philip üzerinde etkili olmuştur, denilebilir. Nitekim Philip gnostik İncilinde de benzeri bir ifadeye rastlanılmaktadır: “Burada yiyeceğim her şey Bilgi Ağacınındır. Bu Adem’i öldürdü, fakat burada Bilgi Ağacı insanı canlandırdı. Yasa, ağaçtı. İyi ve kötü bilgiyi verme gücüne sahipti. Bunu ye şunu yeme dediği zaman ölümün başlangıcı oldu. Dünya bir hatadan doğdu. Çünkü dünya hiçbir zaman ebedi değildi, bu nedenle dünyayı yapan da. Gerçeğin bilgisine sahip olan özgürdür, fakat özgür insan günah işlemez.” (Mercan, 2003: 34, 36) Gnostik Philip de tıpkı Paul gibi, yasayı iyi ve kötü hakkında bilgi veren bir kaynak (ağaç) olarak görmesine rağmen bu yasa bilgisinin kişiyi bilgiye (gnosise = tanrıya) ulaştırmayacağını ve kurtuluşa eriştiremeyeceğini savunmaktadır. Paul’e göre yalnızca iman ile arınma olduğu için, kurtuluş da yasadan bağımsız olarak veya yasadan tam anlamıyla özgür kılınarak gerçekleşecektir. Nitekim Paul, “Tanrı, insanları İsa Mesih'e olan imanlarıyla aklar. Bunu, iman eden herkes için yapar. Hiç ayrım yoktur. Çünkü herkes günah işledi ve Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kaldı. İnsanlar, İsa Mesih'te olan kurtuluşla, Tanrı'nın lütfuyla, karşılıksız olarak aklanırlar” (Romalılar 3: 22-24” ifadesiyle; yasanın olmadığını, günah düşüncesinin veya günah hissinin yasayla birlikte ortadan kalktığını, sorumluluk ve yargılamanın da olmayacağını ilan etmektedir. Yahve’nin yasasının ruhsal değil bu dünyaya özgü ve fiziksel olduğunu, doğrudan Yahve tarafından bedenden yaratılmışları kendisine bağlamak için bildirildiğini belirten Paul; Yahve’den de, günahtan da ve bedenin işlerinden de kurtulmak için öncelikle ve tamamıyla, yasadan özgür olmak gerektiğini vurgulamıştır. Nitekim, “yasa tanrının gazabına yol açar, yasanın olmadığı yerde sınırı aşmak veya günah işlemek söz konusu değildir” (Romalılara 4: 15) vs., gibi sözleriyle Paul; bedensel olarak yaratıldığı halde, iman ederek ve arınarak ruhun denetimine giren kişilerin dahi, yasadan özgür kalmalarının bir sonucu olarak günahtan da gazaptan da kurtulacaklarını belirtmiştir. Açıkça isim vermiş olmasa dahi, Yahve’nin yasasından da Yahve’nin kendisinden de kurtulan herkesin, aynı anda günahtan ve sorumluluktan da kurtulacağını ve asla yargılanmayacağını belirten Paul; gerçek tanrının istediğime merhamet ederim istediğime merhamet etmem diyen Yahve gibi keyfi olmayacağını adil olacağını, 35 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Yahve tarafından çarpıtılarak fiziksel kılınmış ve nebileri aracılığıyla kutsal metin haline getirilerek duyurulmuş olan günahın ve ölümün yasasının üzerinde var olan ruhani yasanın gerçek tanrının adil olduğuna tanıklık ettiğini vurgulamaktadır. Paul’e göre, bedenden yaratılanlar ve ruhtan yaratılanlar olduğu gibi fiziksel yasa ve ruhsal yasa da vardır şeklinde açıkça ifade etmiş olmasa dahi, bedensel yasa Yahve’ye (ya da platonik ifadeyle tanrı benzeri Demiurgelere) ait iken ruhsal yasa gerçek tanrıya aittir, Yahve’nin yasası günahın ve yargılamanın dolayısıyla cezanın ve gazabın yasası olurken; gerçek tanrının ruhani yasası kurtuluşun yasasıdır. Günah üzerine kurulan Yahve’nin yasasının yalnızca günahkârları kuşattığını, günahkarların tamamının da bedenden yaratılmış ve yasaya bağlanmış kişiler olduğunu belirten Paul; yasaya bağlanarak günaha sürüklenen Yahudi olan da olmayan da, herkes günah işlediği ve böylece tanrının yüceliğinden yoksun kaldığını vurgulamıştır. Yasaya bağlanıp gereklerini yapmakla veya yasanın sınırları içinde kalıp bedenin isteklerine uymakla hiç kimsenin aklanmayacağını ısrarla savunan Paul’ün bu görüşünün gnostik açılımı kanımızca şöyle olabilir: Yahve/Demiurge gibi alt ilahlar kendilerini her hususta gerçek tanrıya benzettikleri ve gerçek tanrının yarattığı her şeyin kopyasını ya da çarpıtılmışını yarattıkları için ruhsal olanı fiziksele dönüştürmüş, ruhani insan ve ruhani yasanın yanında ve karşısında bedensel insanı ve fiziksel yasasını yaratmışlardır. Bu yüzden, ruhani olanlar günahtan da yasadan da hariç tutulmuştur, asla yargılanmayacaklardır diyen Paul; bedensel-fiziksel varlıkları yaratma gücünü verdiği tanrı çocuklarına sahip olsa da baba dışında gerçek tanrı tanımayan platonistlerden farklı olarak, insanlar ile tanrı arasında bir özdeş tanrıyı ya da biricik tanrınınoğlunu (İsa’yı) sıkıştırmış, bedensel ya da ruhsal olan fakat ruhun denetimine giren insanların kurtuluşunu Yahya değil de doğrudan bu özdeş tanrı-insana bağlamıştır. Kimin ruhtan kimin de bedenden yaratıldığı görünüşte belli olmadığına göre, Yahve’ye taparak ve yasasına bağlanarak değil de İsa’ya taparak kurtuluşun gerçekleşeceğini belirten Paul; insanların affı uğruna çarmıhta kendisini kurban olarak sunan İsa’ya iman ederek ulaşılan ruhsal fidyeyi, bağlanılan yasa yoluyla ulaşılan günaha düşmeme halini birbirinden farklı tutmuştur. Paul’ün bu gizli gnostik ayrımcılığı ışığı altında, İsraillilerin tanrısı Yahve’nin sözlerini aktaran Eski Ahit’i İsa’nın kanıyla bağıtlanmış Yeni Ahit’le birleştirmiş olan hristiyanların büyük bir çoğunluğu fiziksel bir bağlılık içindedir, fidye ile kurtuluşa ermek yerine yasa ile bağlanmayı dilemektedirler. Ruhsal olan gerçek sözlerin çarpıtılmış bir Yahve kopyası olarak gördüğü Eski Ahit; İsa’ya taparak iman ile arınmayı içermediği gibi, tanrının gerçek adaletinin bir ifadesi olarak yaratıp seçtiği ruhani hristiyanlara özgü de 36 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 değildir. Her ne kadar çarmıhta kendini tanrıya kurban olarak sunan İsa’ya tapan herkes imanla aklanacaktır ve kurtulacaktır dese de Paul, tanrı adaletini göstermiştir sözüyle; tanrı inanarak kendisiyle barışan ve böylece de aklanan kişileri yaratıp seçtiği için, ruhani seçilmişleri önceden belirlemiştir iddiasındaki gnostik hristiyanlara zemin hazırlamıştır. 3. Paulist Düalizm : Ruhsal Babanın Gerçek Tanrılığı Karşısında Yaratıcı Tanrılar İsa’nın gerçek tek tanrının ruhunu bedeninde taşıması, diğer insanların da kendilerini yaratan yaratıcı (demiurgik) tanrıların ruhlarına sahip olarak tanrılarının mizacına göre eylemde bulunması gibi platonik ve gnostik görüşler; ruhun bedene girerek etten kemikten vücudun canlanarak ve hareket ederek hayat bulması, bedene giren ruh ile sahibinin akıl ve ahlakla birlikte kişiye karakter kazandırması, bedeni kullanan ruhun tenden çıkmasıyla kişinin ölmesi, ruhu bedenden görevli alt tanrının (tek tanrıcılıkta meleğin) çekip çıkarması vs., gibi vahiy dinlerine ve bunların kutsal metinlerine de geçen tüm bu görüşler, aslında, Paul’den asırlar önce Yunan filozofları tarafından öne sürülmüş ve Platon tarafından da kesin bir şekilde ifade edilmişti. Platon’dan Paul’e ve gnostiklere gelinceye kadar düalist tanrı imanını benimseyen bir kimseye göre; gerçek tanrı ruhtur, mutlak iyidir, en üstün akıl sahibidir, bilgelik ve ahlakla donatılmıştır, ruhsal olarak tapılır; şu halde bu tanrı tarafından yaratılmış ruhsal insanlar da tanrının kendi sıfatlarını taşımalıdır, hayvanlık bu gerçek tanrıya yakışmadığı gibi hayvana has haller de yarattığı bu insanlara asla yakışmaz. Diğer bir deyişle, sadece Paul’e değil gnostiklere ve onların bağlandığı platonist felsefeye göre, gerçek tanrı ve dolayısıyla onun yarattığı insanlar; şehvani değildir, altın ve savaş peşinde koşmazlar, kindar ve kıskanç değildir, övülmeyi sevmezler. Zira gerçek tanrının kıskanç olmaya ve övülmeye gereksinimi yoktur, platonistlere ve gnostiklere göre, tüm bu özellikler yerin tanrılarına ya da şeytan diye lanetlenmiş cinlere özgüdür. Adı ister Yahve isterse de Demiurge olsun, tanrı benzerlerine veya alt ilahlara özgü sayılan, maddiyat ve savaş düşkünlüğüne dayanan tüm bu nitelikler gerçek tanrının temel sıfatlarından olan iyilik-akıl-erdem vs., gibi özelliklerine kesinlikle aykırıdır. Paul’e göre, Davut savaşa çağıran Yahve’nin ruha-babaya aykırı karakteriyle donatılmış olarak bedeni sembolize ettiği için; ister istemez, bedene göre İsa da, Yahve’nin (Demiurge’nin) yarattığı Davut’un oğlu veya insanın oğlu olmaktadır. Hâlbuki ruha göre İsa ise, tanrının oğlu olarak seçilmiş bir kimsedir. İsa, ruhen tanrının oğlu iken, bedenen ise insanın oğludur. Davut’un soyu ve kutsallığın ruhu simgeleştirmesiyle, beden-ruh aykırılığını ve yerin tanrı benzerleri ile göğün (cennetin) gerçek tanrısı ikilemini İsa’nın şahsında irdeleyen Paul; İsa’yı da, adeta beden ile ruh, ya da aynı anlama gelmek üzere doğal ile tanrısal olmak üzere ikiye ayırmıştır. 37 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Böylece, doğal ve ruhsal ayrımıyla Paul, ayrı ayrı şahıslar olarak kamplara ayrılan platonikgnostik düalizmi, tek bir kişinin içine yerleştirmiştir. İyilik ve aydınlık tanrısının yolundan gidenler ile kötülük ve karanlık tanrısının yolundan gidenler olmak üzere, bütün insanların iki büyük ve zıt cepheye ayrıldığı ve birbirleriyle savaştığını savunan zerdüştlüğün aksine; paulizmde, cepheler ve çatışmalar kişinin kendi içine taşınmıştır, her insan bedenin arzularına uymak veya ruhun gereklerini yerine getirmek zorunluluğunda bırakılmıştır. Tüm insanları kapsayan ve ikiye ayıran makro düalizmin, tek bir kişi içindeki mikro düalizme dönüşmesiyle; insan benzeyişindeki Davut’un soyuyla beden olarak İsraillilerin tek tanrısı Yahve tarafından yaratılırken, taşıdığı kutsallık ruhu bakımdan baba tarafından yaratılan İsa örneğinde olduğu gibi, paulizmde her insan ruh ile bedeniyle iyi ile kötü iki tanrının birlikte fakat birbirine aykırı olarak yarattığı iki farklı insan haline gelmektedir. Mikro düalizmi her mektubunda gizli ve sembolik bir tarzda işlemiş olan Paul, kendisini tanıtırken dahi, bir taraftan ruhani olarak seçilmiş bir kimse ve diğer taraftan da İsa’ya kul olarak bağlanan bir kişi olmak üzere iki taraflı bir açıklama içine girmiştir. Vaazlarında dahi aynı tarz düalistik anlayışı ifade eden Paul; bir taraftan bedene göre kurtarıcı olarak gördüğü İsa’nın sözlerine göre öğüt verdiğini, diğer taraftan ise ruha göre bilgiler aktardığını belirtir. İsa’nın kendisini dahi böylesine bir düalist açıdan incelemiş olan Paul’e göre; solundaki bedene göre İsa ele verildiği gün korku ve endişe içindedir, çarmıh acısından bir an önce azat edilmeyi tanrıdan dilemektedir; sağındaki ruha göre İsa ise, çarmıha koşmaktadır, kutsal ruhla bütünleşmeyi ya da babaya kavuşmayı arzulamaktadır. İsa’nın da bu tutkuya eriştikten sonra vahye başladığını ya da diğer bir deyişle ölümden dirildikten sonra havarilerine görünerek onlara yön verdiğini vurgulayan Paul, kendisinin de, şefaatçinin suretini alarak yeniden doğmuş bir elçisi olduğunu söylemiştir. Ruh-beden ikilemi altında Paul, gnostik (platonist/zerdüşt) düalizmini ne kadar kişi içine sığdırmış olsa da; hangi ulustan gelirse gelsin İsa’nın yolundan giden herkesi adeta ayrı bir ulus olarak dikkate almış olmasıyla, mikro düalizmden tekrar makro düalizme geçiş yapmış olmaktadır. Paul, demektedir ki; “her ulustan insanın iman edip söz dinlemesini sağlamak için, Mesih aracılığıyla ve onun adı uğruna tanrı lütfuna ve elçilik görevine sahip olarak, İsa Mesih’in çağrılmışları olan sizler de bu ulustansınız, kutsal olmaya çağrılan tanrının bütün sevdiklerine babanız tanrıdan ve Rab İsa Mesih’ten lütuf ve barış olsun” (Romalılara 1: 5-7) Tüm uluslar arasından ruhani olarak seçilmiş olup da bundan haberdar olmayan kimselere yönelik kendi elçilik görevini ruhsal iş olarak nitelendirmesine rağmen, Paul, İsrail’deki havralar karşısında hristiyan kiliselerini kuran Peter’in İsraillilere karşı üstlendiği misyonunu 38 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 da bedensel görerek gnostik bir yorum içine girmiştir. Zira gnostikler, İsraillerle sınırlı olan Peter’in mesajının demiurgik ve dolayısıyla kusurlu olduğu için; asla gnosis’i içermediğini belirtmişler, gizem ve bilgi yoluyla kesinlikle gerçeğe yönelmediğinde ısrar etmişlerdir. Tıpkı, kutsal metinler yoluyla kurtuluşa erişilemeyeceğini bildiren İsa (Matta 5: 17-19, Matta 6: 7, Matta 10: 20; Yuhanna 5: 39) gibi, Kutsal Kitap yerine sadece ruhun söylettirdiği yaşayan sözlerde gerçeğe ulaşılacağını vurgulayan gnostikler gibi; Paul de, kendi bilgeliğinin insan düşüncesinden kaynaklanmadığını (1. Korintliler 1: 17, 2: 6) ısrarla savunmuştur. Gnostikler de Paul de, Eski Ahit olarak adlandırılan İsraillilerin kutsal yazıları aracılığıyla kurtuluşa erişilemeyeceğini, ancak, ruh aracılığıyla gerçeğe dolayısıyla tanrıya kavuşulacağına iman etmiştir. Kutsal metin odaklı ve İsraillerle sınırlı kalmış Peter’in görevinin bundan dolayı hatalı ve dünyasal olduğunu, ancak ruhani seçilmişlerin oluşturduğu ev halkına karşı sorumluluklarının bulunduğunu (Romalılara 1: 14) belirtmiştir. Ruhani olanın (baba, İsa) gerçeği ve bilgiyi taşıdığını, bedensel olanın (Yahve, kutsal yasa, kutsal metinler) ise kusurlu, yetersiz ve hatta saçmalıklarla dolu olduğunu savunan Paul, bilginin bu dünyevi olan ya da olmayan (bedensel veya ruhsal) ayrımıyla; gnostiklerin tanrı benzeri alt ilahların yaydığı yalanlar dışında, kişinin kendi içinde çıktığı ruhani yolculuğuyla kavuştuğu gnosis (bilgi = tanrı = gerçek) gizemini hristiyanlığa uyarlamıştır. Tıpkı Paul’ün seçilmişleri gibi gnostiklerin sevgili tanrı tarafından yaratılmış ve ruhani olarak da kutsanmış insanlar da, eninde sonunda ulaşacakları gerçek bilginin sahipleri olarak görülmüştür. Elbette Paul ile Platon’un görüşlerinden oldukça fazla etkilenen gnostikler arasında önemsiz de olsa bazı farklılıklar bulunmaktadır. Platon’a ve gnostiklere göre, tanrıyı ruhsal olarak yaratılmış olan herkes kendi içinde arayabilir, tanrıya ulaşmak için ruhani yolculuğa çıkan bu kimse İsa da olabilir sıradan görünen bir kimse de olabilir, gerçek tanrı tarafından yaratılmış olan herkes içindeki bu gerçek tanrıya (baba’ya) ulaşabilir. Oysa Paul’e göre, ruhsal tapınma ile içindeki tanrıya yönelen bir kimse, gerçek tanrıya veya babaya değil de, babanın alt versiyonu olan İsa’ya kavuşmakta, yalnızca İsa doğrudan babaya ulaşabilmektedir. Yerin sahte ilahları veya tanrı benzerleri, ile, gerçek tanrıyı birbirinden ayırmak maksadıyla, Paul’ün yazılarını örnek almış olan gnostikler; tıpkı Paul’ün babamız tanrı derken gerçek tanrıyı ve bazı metinlerde de yalnızca rab derken Yahve’yi kast ettiği gibi, bilgiyi veren tanrılar arasında bir ayrım yapmıştır. Pek çok gnostik, Paul’ün bu üstün yazı tekniği karşısında hayran kalmış; felsefi eğilimler hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmayan dindarlar yazılarındaki bu ince ayrımı asla fark edemeyeceği için, Paul de, sözlerindeki derin anlamı ruhsal olarak tapınmayanların kesinlikle 39 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 sezemeyeceğini öne sürmüştür. Paul’ün bu simgesel yazı üslubundaki farklı niyetleri sezen Tertullian bile, İsraillilerin kitabı Eski Ahit’in bütün hristiyanlar tarafından kutsal olduğuna inanılmasını sağlamak ve korumak için, kutsal metinleri sorgulamaya yanaşmamak maksadıyla, ‘biz okuduğumuz söz ile çağrılıyoruz, bilgisiz olduğumuz için akılsız olarak görülüyoruz’ (Bauer, 1971: 69 ) demek zorunda kalmıştır. Doğrudan rab dediğinde Yahve’yi, baba dediğinde gerçek tanrıyı ve rab mesih dediğinde ise Yahve’nin karşısına çıkardığı İsa’yı kast etmiş olan Paul; açıkça Yahve’yi tanrı olarak kabul etmese ve Yahve ismini yazılarında hiç kullanmasa dahi, tıpkı platonistler ve gnostikler gibi, insanları doğal ya da ruhsal olmak üzere iki gruba ayırmıştır. (1. Korintliler 2: 14-15) İnsanları doğal ve ruhsal olmak üzere böylesine iki büyük kampa ayırırken, İsa’nın tanrılığını kabul ederek babaya ulaşmayı gaye edinenleri ev halkı (1. Korintliler 1: 11-15) olarak tanımlarken, Paul; dayandığı ve yansıttığı platonist-gnostik felsefenin bir gereği olarak, ruhani insanları gerçek tanrı yarattı doğal insanları ise tanrı benzerleri yarattı demese dahi, doğal ve ruhsal bütün insanları baba yaratmıştır da dememiştir. Belki de, platonist/gnostik felsefeden ilham aldığını gizlemek ve yadsımak için, bir anda tek tanrı kutbuna geçmiş; Yahudi olanın diğer insanlardan hiç bir üstünlüğü olmadığını belirtmek maksadıyla, insanları kötülük eden ve iyilik yapan şeklinde ayrıma bağlı kılmış, tanrı insanlar arasında ayrım yapmaz (Romalılara 2: 11) demiştir. Paul, yazdığı Romalılara isimli mektubunda demektedir ki; “bir yol bulup yanınıza gelmek için dua ediyorum, çünkü ruhça pekişmeniz için size ruhsal bir armağan ulaştırmak üzere size gelmeyi çok istiyorum; çalışmalarımın sizin aranızda da bir ürün vermesi için yanınıza gelmeyi bir çok kez amaçladığımı ama şimdiye dek hep engellendiğimi bilmenizi istiyorum” (Romalılara 1: 11-12). İsmen kimler olduğu meçhul kalmış olan Paul’ün mektubunda sözünü ettiği bu kişilerle şahsen görüşmek istediğini açıkça bildirmesine rağmen, görüşme konusunun ne olduğundan hiç söz etmemiştir. Kiminle ne maksatla veya hangi konu içeriğinde görüşecektir, Paul’ün mektubunda hiç belli değildir. Şahsen konuşmak istediğinde ısrar ettiği bu mektubunu kutsal metin olarak kabul eden sıradan bir okuyucu bile, bu satırlar altında gizli bir anlamın ya da maksadın yattığını derhal fark eder. Paul’ün yazdıkları bir bütün olarak dikkatle irdelendiğinde, ne zaman ki tanrıma şükrediyorum (Romalılara 1: 8) diye yazmışsa asla Demiurge/Yahve gibi yalancı tanrıları kast etmiyor fakat gerçek tanrıyı ima ediyor demektir. Yine, ruhumla tapındığım tanrı dediğinde, anlatmak istediği tek şey, babadır. Ruhsal tapınmayla, ‘diri ve kutsal olan tanrıyı hoşnut etmek için, bedenin kurban olarak sunulmasını’ (Romalılara 12: 1) kast eden Paul; böylece ruh ve gerçek olan iyiler alemindeki yüce tanrıya ancak ruhsal olarak tapılır özetindeki Yunan filozoflarına ait olan bir ilkeyi, 40 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED kurban sunumu formatıyla hristiyanlığa uyarlamış bulunmaktadır. Bedeni hiçe sayarak ya da ölmüş bilerek bedensel kişiliğin tanrıya kurban olarak sunulmasıyla gerçekleşen bu ruhani tapınma, içindeki tanrıya yönelerek gerçeğe ve dolayısıyla bilgiye ulaşma halinin de temel koşulu olarak kabul edilmektedir. Şayet, ruhani gerçeklerin ya da tanrısal bilgilerin asla yazılı metinler içinde bildirilmediği hakkındaki Paul’ün temel gnostik imanı, burada anımsanacak olunursa; mektubunda görüşmek istediği konuyu neden açıkça belirtmediğinin sebebi veya mantığı da anlaşılmış olacaktır. 4.Paulist Çatışma: İsa’nın Ruhsal Tapınması ve Musa’nın Bedensel Yahve Yasası Yeri ve göğüyle görünen cisimsel kainatı içindeki tüm varlıklarıyla yaratmış olan alt tanrıların ruhunu bedenlerinde taşıyan ve tenden (cinsel ilişki yoluyla) yaratılan insanların6 Adem’in nesli olduğuna inanan gnostiklerle uyumlu olarak, Paul, geleneklere bağlanan bütün İsraillileri, bir tür yaratıcı tanrı olarak gördüğü Yahve’nin yasası altına girenler olarak adlandırmıştır. Gerçek tanrının görüntüsü (İsa) ve onun elçisi (Paul) olarak, platonik anlatımla yeryüzünün tanrılarına ve göğün tanrı benzerlerine karşı girişilen bu muazzam mücadele içinde, elbette öne çıkan fakat ismi hiç geçmeyen Yahve olmuştur. İsa kadar Paul de sürekli olarak uyarmakta, yasaya (Yahve’ye) bağlı kalanların yasaya göre yargılanacaklarını (Romalılara 2: 1) bildirmektedir. Oysa ruhtan yaratılmış İsrailli olsun ya da Gentiles (uluslar) olsun, bunlardan hiç birinin Yahve’nin de Demiurge’nin de yasası altında olmadığını, bedenden yaratılmışların yasanın hükmü altında yargılanacaklarını ısrarla 6 “İnsanda tanrısal alemden kaynaklanan ilahi bir cevherin bulunduğu inancı, gnostisizmin insan anlayışının odak noktasını oluşturan bir fikirdir. Gnostiklere göre insan üç unsurdan oluşur: Beden, can (nefs) ve ruh. Bunlardan beden ve can bu aleme, yani süfli madde alemine aittir; zira beden, yüce tanrıdan kaynaklanan, onun tarafından yaratılan bir şey değil, kötü varlık demiurg tarafından karanlık alemine ait olan madde kullanılarak oluşturulan bir unsurdur. Can (veya nefs) ise yeryüzüne bağımlı olan bedenin maddi aleme yönelik hislerini, arzu ve isteklerini ifade etmektedir. Öte yandan insanı oluşturan üçüncü unsur ruh ise ilahi alemden doğum ve ölüm çarkına sahip olan bu süfli aleme düşmüş bir cevherdir. Işık aleminden gönderilen bir başka ilahi varlık tarafından asli tabiatının kendisine öğretilmesi yoluyla uyarılması ve böylelikle nihai kurtuluşun sağlanması, gnostik soteriolojinin temel çerçevesini oluşturmaktadır. Gnostik düşünceye göre ruh, ait olduğu yüce tanrısal alemin karakteristik özelliklerine sahip olan bir varlıktır. Diğer ilahi varlıklar gibi o da hayat ve ışık prensiplerine sahiptir. Nitekim o, sahip olduğu bu özellikleriyle, bedeni kötü varlıklarca şekillendirilen ilk insan Adem’i hareketsizlikten, durgunluktan ve ölülükten kurtaran unsur olmuştur. Gnostik mitolojide, yüce tanrının etrafında yer alan alemlerin (aeonların) tanrıdan tezahür ettikleri düşünüldüğüne göre ışık aleminin bir unsuru olan ruhun da köken itibarıyla yüce tanrıdan zuhur etmiş olduğu söylenebilir. Bazı gnostik metinlerde ruh, tıpkı düşüş olayının başlatıcısı Sophia gibi dişi bir varlık olarak görülür. Gnostisizme göre süfli madde alemine indirilen ve beden içerisine konulan ruh, bu durumdan hiç de memnun değildir Zira o, tamamen yabancısı olduğu bu kötülük aleminde temizliğini kaybetmiş, beden ve nefs tarafından çepeçevre kuşatılarak kirletilmiş, kendi alemine ve asli yapısına yabancı olmaya zorlanmıştır. Ruhtan bahseden hemen hemen bütün gnostik dokümanlarda ruhun bu dramatik durumu çarpıcı ifadelerle tasvir edilir. Gnostisizme göre yeryüzüne ve bedene indirilmiş (atılmış) olmaktan memnun olmayan ruh, ağlayıp haykırmakta, yüce tanrıya yalvarmakta ve hapishane hayatı yaşadığı bu kötü alemden kurtarılmayı istemektedir. Öte yandan bazı gnostik metinlerde ise beden içerisine konulan (ya da atılan) ruhun, kendisinin karanlık alemine gönderilişiyle ilgili ilahi iradenin farkında olduğu ve görevinin bilinciyle hareket ettiği vurgulanır.” (Gündüz, 1997: 134) 41 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 vurgulayan (Romalılara 2: 12-16) Paul; çürümeye mahkûm olmuş bedenlerine rağmen ruhtan doğmuş bu insanların, Yahve’nin de Demiurge’nin de yasalarını kendilerinde geçersiz kılmış olduklarını sürekli tekrarlamıştır. Yahve’nin peygamberleri aracılığıyla bildirdiği, özellikle de Musa tarafından gayet anlaşılır bir şekilde açıkladığı kutsal yasa ve metinler; ne gerçek tanrıya (bilgiye = kurtuluşa) ulaştıracağı ve ne de ruhsal tapınmayı sağladığı için, Paul açısından bedendeki Yahudilik işaretinin ya da Yahudinin tanrısal nişanının (Romalılara 2: 26-29) hiç bir önemi de yoktur. Yasanın emrettiği her şeyi bu temel bakış açısına göre irdelemiş olan Paul; yasanın her buyruğunu da, böylesine bir gnostik sembolizmin taşındığı örtülü sözler ve derin anlamlar tasviriyle açıklamıştır. Gnostiklerin tanrı benzeri ya da yerin savaşçı dolayısıyla hilekâr ilahı olarak yerden yere vurduğu Musa’nın tanrısı Yahve’nin, seçtiği ulusu (İsraillileri) diğer uluslardan farklı kılmak maksadıyla verdiği ‘sünnet ol’ buyruğunu da, bağıtladığı tanrısal ahit bağını hiçe sayarak, bu bakış açısıyla yorumlamıştır. Yahve’nin kutsal nişanını ve Yahudinin de ulusal seçilmişlik işaretini bedeninde taşımak maksadıyla, sünnet olarak Yahve’ye itaat eden ve yasaya teslim olan tüm İsraillileri bedensel olarak tapanlar grubunda görerek, Paul; yasaya karşı gelirsen sünnetli olmanın sana ne yararı olacaktır sorusuyla, Yahve’nin sünnet buyruğunu, öncelikle yasanın bütünü açısından eleştirmiştir. Yasaya uyan ve sünnet olan İsraillileri, yerin tanrılarından Yahve tarafından bedene göre yaratılmış kimseler olarak gördüğü için Paul, Gentiles içinde ruhsal olarak gerçek tanrı tarafından yaratılan bazı kimseleri İsraillilerden üstün tutmuştur. (Romalılara 2: 27) Açıkça ifade etmiş olmasa dahi, gerçek tanrı tarafından yaratılmış bu seçilmiş insanları, Yahve tarafından bedensel olarak yaratılan ve yasaya uyan İsraillilere karşı üstün görmüş olmasıyla Paul; Yahve’nin demiurgik (bedene-dünyaya özgü) yasasına itaat eden İsraillileri, gerçek tanrının ruhani yasasına uyan ve ruhsal olarak da babaya tapınan İsrailli veya Gentilli seçkinlerden daha aşağı görmüştür. Ruhsal yasaya uyan ve ruhani olarak tapınan İsraillileri içten Yahudi, Musa’nın şeriatine uyanları ve sünnet olanları da dıştan yahudi olarak tanımlayan Paul’ün sözlerinin (Romalılara 2: 28-29) gnostik açılımı şöyledir; yerin yaratıcı ilahlarından Yahve’nin (Yunanlılar için de Demiurge’nin) yasası ve peygamberleri aracılığıyla duyurduğu sözlerinin tamamı, kâğıt üzerine yazılmıştır ve bedensel olarak itaat etmeyi zorunlu kılmaktadır; oysa, gerçek tanrı babanın yasası, seçtiği dolayısıyla kendisinin yarattığı insanların yüreklerine yazılmıştır. Şu halde kâğıt üzerine insan eliyle yazılmış bilginin de buyruğun da hiç bir önemi ve yararı yoktur. Zira hepsi, gnostiklerin şeytanla bir tuttuğu, iyiliğin olduğu kadar kötülüğün de sahibi olan, savaşçı ve hilekâr İsrail tanrısı Yahve’ye özgüdür. Yasaya bağlı ve peygamberlerin sözlerini kutsal bilen İsrailli, bu nedenle, 42 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Paul için dıştan Yahudi olurken; söze uyan veya ruhsal olarak tapınan, gerçek Yahudi veya içten Yahudi olmaktadır. Ne kadar Yahve’yi ve yasasını hiçe saymış olsa da, Paul, tıpkı Yahve gibi gerçek tanrının da İsrailliyi diğer uluslardan önde tuttuğunu ima etmiş olmasıyla (Romalılara 1: 16; Romalılar 2: 9-10), babayı Yahveleştirmiştir. Diğer bir deyişle, gerçek tanrı tarafından yaratılan dolayısıyla da ruhsal olarak seçilen her kişiyi, içten Yahudi veya gerçek Yahudi olarak nitelendirmiş olmakla Paul, İsrailli daima simgesel anlatımının ana temasını oluşturmuştur. Paul’ün içten ya da dıştan Yahudi simgeselleştirmesinin, gnostik ve platonik açılımı; yerin tanrı benzerleri kendilerini gerçek tanrıya benzetmiş olduğu için, gerçek tanrının da yarattığı seçkin insanlar içinde İsrailliye (içten Yahudiye) öncelik tanıdığı, bu nedenle de Yahve’nin İsrail ulusunu seçtiği olabilir. Paul’ün hiç dikkat çekmeyen bu gizli gnostik insan ayrımcılığını, Yahve’nin yasasına bağlanan İsraillileri (dıştan Yahudi) kınayan ve aşağılayan sözleri öne çıkar. Yahve’ye tapan ve yasasına da bağlanan bedensel İsraillilerin, uluslar tarafından yasaya göre yargılanacaklarını (Romalılara 2: 27) belirten Paul; ruhsal olarak tapan seçilmiş kimselerin yasadan özgür olduklarını, zira Yahve yasasının ruhani olmadığını ısrarla savunmuştur. Benzer şekilde, tıpkı bedene göre yaratılan ve tanrı benzerlerinin ruhuyla yaşama kavuşan tüm bedenden doğmuş (doğal) kişilerin tanrının ruhuyla ve ruhsal olanla ilgilenmediği gibi dıştan Yahudi de, gerçek tanrıyı ve ruhsal yasayı veya ruhsal tapınmayı da bilemez ve asla istemez. (1. Korintlilere 2: 14-15) Oysa gerçek tanrı tarafından ruhsal olarak yaratılmış seçilmiş kimseler, tanrı lütfunu insan bilgeliğinin sözleriyle değil de ruhun öğrettiği sözlerle bildirdiği için, ruhsal kişinin her konuda hüküm verebilme güç ile konumda bulunduğunu vurgulayan (1. Korintlilere 2: 13-15) Paul; bu seçkinlerin sadece insanlar üzerinde değil, melekler ve cinler gibi tüm görünmezler üzerinde de kesin üstünlük ve erklerinin bulunduğunu savunmuştur. Zira Paul’ün görüşüne göre, melekler ve cinler gibi bütün görünmezler de ruhanidir. Melekleri ve cinleri gerçek tanrının değil de tanrı benzerlerinin yaratmış olması; gerçek tanrı tarafından yaratılan ruhsal insanlardan bu görünmezlerin aşağıda olmasına, tanrı benzerleri tarafından yaratılan bedensel insanlardan (ya da dıştan yahudilerden) meleklerin ve cinlerin üstün olmasına yol açmıştır. Bu yüzden, ruhsal kişiler, cinlere emirler yağdırmakta veya görünmezlerle konuşabilmektedir. Ruhsal kişi Gentiles olsa (yani diğer uluslardan gelse) bile, Yahve’nin yarattığı dıştan Yahudiden daima ve kesin olarak üstün olması nedeniyle; yasaya bağlanan İsraillilerin, yeri göğü yarattığına iman ettikleri Yahve tarafından seçilmiş olmaları yüzünden övünmelerini hiç önemsememiş ve hatta pek çok kez aşağılamış olan Paul’e göre; gnostik açılımla, dıştan 43 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 yahudilerin hepsi yalancı bir tanrıya tapmaktadır, bağlandıkları Yahve’nin yasası beden üzerine hüküm getirmesi için de asla ruhani değildir. Bu nedenle, yeri göğü yaratan tanrıya taptıkları için, yasaya bağlanan bu İsraillilerin, kendilerini diğer uluslardan üstün görmelerine hiç gerek olmadığını belirten, Paul; uluslar içinden ruhani olarak yaratılan ve ruhsal olarak tapınan bazı kimselerin, bu dıştan yahudilerin üstünde olduğuna dikkatleri çekmiştir. Paul’ün, diğer uluslar içindeki ruhsal tapınanların dıştan yahudilerden daha üstün olduğunu vurgulayan sözünün gnostik açılımı; ruhani gerçekleri bildiren ve ruhsal yasaya da sahip olan bu tek gerçek tanrının, daima ve her yerde, yeri ve göğü içindekileriyle birlikte yaratmış olsa dahi tanrı benzerlerinden üstün olduğu anlamını içermektedir. Bu gnostik açılımın devamı da, ruhsal ve iyi olan gerçek tanrının yarattığı insan, bedensel ve hilekar olan alt ilahların yarattığı insandan (ve hatta melekler ile cinler gibi tüm görünmezlerden) elbette üstün olacaktır, iddiasını taşıyacaktır. Şu halde, İsraillilerin, Yahve’nin seçilmiş ulus iddiasına dayanarak kendilerini diğer uluslardan üstün görmelerini asılsız bulan Paul,gizliden ve içten gerçek tanrıyla ruhsal bir bağ içinde bulunan bu kimseleri, demiurgik (Yahveist = şeytani) tanrılara tapanlar arasında gördüğü dıştan yahudilerden daha değerli ve yararlı görmüştür. Öyleyse, Yahve tarafından yaratılmanın ve ulus olarak da seçilmenin ne gibi bir üstünlüğü vardır (Romalılara 3: 1) diye soran Paul; sünnet olmakla ne kazanılır sorusu altında görüş bildirerek, yasaya bağlanmanın asla kurtuluşu getirmeyeceğini, tam tersine, yasadan kurtularak gerçek tanrıya ulaşılacağını savunmuştur. Aslında Paul’ün sorduğu bu sorunun cevabı veya gnostik açılımı, gnostiklerin rağbet ettiği Thomas İncil’inde de vardır. (Mercan, 2003: 54, 53) Thomas İncil’ine göre, Yahve tarafından şart koşulmuş bedene özgü bir ibadet olan oruç ne denli yararsız ve terk edilmesi gereken bir yöneliş ise, bedenin seçilmiş olduğunu belirten bir işaret olarak sünnet de (Yaratılış 17: 1, 4, 6, 7, 8, 10, 11, 13, 14) o denli yararsız ve anlamsız bir farklılıktır. Her ikisi de, yasa yoluyla Demiurge ile bağlantı kurmanın koşulları haline getirilmiştir. Gerçek sünnetliliğin ve gerçek oruçluluğun, ruhta olduğunu, inananı kurtuluşa ruhsal tapınmanın ulaştıracağını savunan gnostiklere ve artık ilk gnostiklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Paul’e göre; beden ile tapmanın ve beden aracılığıyla tanrıyla (Demiurge/Yahve) bağlantı kurmanın, hiç bir yararı yoktur. Tanrı’ya beden ile tapmanın hiç bir yararı olmadığını savunan tüm gnostikler gibi Paul de, Yahudinin ne üstünlüğü vardır ve sünnetli olmanın yararı nedir şeklinde sorduğu bir soruya verdiği cevapla tanrıyla (Yahve ile) kurulan bedensel bağı öne çıkartmak istemiştir. Paul, bu soruya, ‘tanrının sözleri yahudilere emanet edilmiştir, bazı yahudiler güvenilmez çıkmışsa bundan ne olur, bu yahudilerin güvenilmezliği tanrıya olan güveni ortadan kaldırır mı’ 44 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 (Romalılara 3: 1-3) şeklinde verdiği cevapla, yine düalistik simgeleştirme sahasındaki üstün maharetini kullanmıştır. Nitekim burada tanrı sözü derken doğrudan gerçek tanrıyı (babayı) kast eden, tanrısal sözün (gnosis = bilgi = gerçek) ruhsal tapınma sayesinde gerçek tanrının ruhsal olarak yarattığı seçilmiş insanlara aktarıldığını ima eden Paul; tıpkı diğer gnostiklerin iddia ettiği gibi, tanrı sözleri seçilmiş bu ruhani kişilere aktarılırken görünmezler ve tanrı benzerleri (Demiurge/Yahve) tarafından öğrenilmekte çarpıtılarak nebileri aracılığıyla bildirilerek kâğıt üzerine dökülmektedir. Bu nedenle, kendini gerçek tanrıya benzeten tanrı benzerlerinin her sahada tanrıyı örnek alıp yarattığı insana varıncaya her şeyin kopyasını yarattığı gibi, gerçek tanrının yalnızca ve doğrudan kendi yarattığı ruhsal insanlara söylediği sözün çarpıtılmış (ruhsal olanı bedensele çevrilmiş) müsveddeleriyle karşılaşılmaktadır. Gnostiklere göre, babaya ruhsal olarak tapan ve tanrıya (bilgiye = söze) bu ruhani yolculuğunda kavuşan seçilmiş bir kimsenin sözlerini dinleyen, Demiurge/Yahve tapınanları dahi; bu sözleri kaydederken, gerçeğe veya aslına göre değil de, kendi eğilimine göre yazarak tanrının sözlerini çarpıtmışlardır. Bu çarpıtma karşısında Paul, ‘bizim haksızlığımız tanrının adil olduğunu ortaya çıkarıyorsa, gazapla cezalandıran tanrı haksız mı’ (Romalılara 3: 5) diye sorduktan sonra; tanrı sözü ile kâğıda yazılmış kutsal metinler arasındaki bu çarpıtmayı dile getirmek için, bu soruya, ‘kesinlikle hayır, öyle olsa tanrı dünyayı nasıl yargılayacak’ (Romalılara 3: 6) demektedir. Paul’ün bu sözlerinin gnostik açılımı gayet kesindir; tanrı insanlara karşı son derece öfkelidir, ancak bu insanlar kendi yarattığı insanlar değildir ya da tanrı kendi seçtiği insanlara karşı hiç bir öfke beslememektedir, zira onların tamamı ruhsal olarak tanrı iradesine teslim olmuştur. Gerçek tanrıya ruhsal olarak tapan veya babanın yaratıp seçtiği bu insanlara karşı, husumetlerinden ve haksızlıklarından dolayı, tanrının, Yahve’ye/Demiurge’ye bedensel olarak tapan tüm insanları ve bunların yaşadığı dünyayı yargılayacağını savunan Paul’e göre; bu yargılama kendi kanunlarına uygun ve adil olacaktır. İlk gnostiklerden olduğunu öne sürdüğümüz Paul’ün bu sözleri, sonradan pek çok gnostik tarafından; gerçek tanrı fiziksel kâinatı ve içindeki bedenden yaratılmış insanları bağlandıkları kâğıt üzerindeki yasaya göre yargılarken, kendi yarattığı seçilmiş insanları hiç sorgulamayacaktır şeklinde yorumlanmıştır. Ruhtan yaratılmış bu seçilmişler, gerçek tanrının yasasına bağlandıkları için, bu ruhsal yasanın çarpıtılmış içeriğindeki kâğıt üzerindeki Yahve/Demiurge yasasından tam anlamıyla muaf tutulmuştur. Fiziksel kainat ve bedensel insanlar, tanrı benzerlerine taparak çarpıttıkları yasaya göre yargılanırlarken; ruhtan yaratılmış insanlar, Demiurgik/Yahveist yasadan serbest kaldıkları gibi yargılamadan da özgür kalacaklardır. Bu düalist yargılama imanını, ‘kutsal 45 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED yasada söylenenlerin her ağız kapansın ve bütün dünya tanrıya hesap versin diye, söylenmiş sözün, yasanın yönetimi altındakilere söylendiğini biliyoruz’ (Romalılara 3: 19) şeklinde gizliden de olsa aktarmış olan Paul’e göre; herkesi günahkâr olarak suçlayan ve tanrının kendisini seçtiği duygusuna kapılarak gururlanan yahudinin, diğer insanlara karşı hiç bir üstün tarafı da yoktur. (Romalılara 3: 9-18) 5.Paulist Son Ayrım: İsa’ya Tapan Ruhsallar ile Yasaya Uyan Bedenseller İsa’yı sadece bir insan olarak kabul eden gnostiklerin bir kısmı, kutsal metinlere bağlanan ve yasal bir erk haline getiren kilise otoritesine karşı ileri sürdükleri; yalancılık ve sapkınlık, kibirlilik ve çıkar sağlama vb., gibi suçlamalarının temel dayanağı olarak, tıpkı İsa gibi sıradan her insanın ruhsal tapınma yoluyla içindeki gerçek tanrıya ulaşmasına kilisenin engel olmasını görmüşlerdir. İsa’yı ister tanrı isterse de insan olarak kabul etsinler, sırf bu neden yüzünden, cemaat halinde yapılan kilise ayinlerine katılmayı, şeytana tapma olarak nitelendirmişlerdir. Zira ruhsal tapınma yalnızlık ve içsellik gerektirir, kurallara bağlanmış şekilci cemaat ibadeti ise gizliliği ve içtenliği yok eder. Kilise ibadeti şeytana tapınma halinde algılanınca, kilise erkini oluşturan bütün görevliler de şeytanın zürriyeti olarak gnostikler tarafından suçlanmıştır. Gnostiklerin zamanının kilise otoritelerine karşı başlattığı bu saldırılarının bir diğer dayanağını da, Paul’ün mektuplarında yazdığı bazı ifadeler olduğunu öne sürmek, asla gerçek dışı değildir. Özellikle de, Paul’ün Romalılara yazdığı mektubunda kullandığı, tanrıyla ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular, tanrı gerçeğini reddettiler, anlayışsız yüreklerini karanlıklar bürüdü, akılsız olup çıktılar, budalalığa düştüler vs., gibi ifadelerin; gnostiklerin, kilise otoritelerini Demiurge’ye taptıklarını öne süren iddialarına yol açmıştır. Tüm bu gnostik iddiaların kökeninde, yine, ruhsal olarak tapınarak tanrıya ulaşmak dururken kilise disiplini altına girerek biçimsel tapınmanın kurumsallaştırılmış olması yatmaktadır. Çünkü şeytan7, bazı gnostiklere hatta pek çok hristiyana göre, görünen kainatı yaratan ve fiilen de yöneten bir alt-tanrıdır. Kilise çatısında cemaat halindeki tapınmayı bedensel ibadet olarak aşağıladıkları için, gnostikler, Paul’ün ruhtan doğanlar kadar Greklere ve Grek olmayanlara karşı sorumluluğum var (Romalılara 1: 14) demesinden farklı olarak, gnostikler, yerin tanrı benzerlerinin yarattığı insanların kilisedeki vaftiz yoluyla dahi bedenen ölüp ruhen doğamayacakları iddiasında bulunmuştur. Kendilerini ruhsal olarak babaya ya da gerçek tanrıya tapan ve gerçeğe (tanrısal bilgiye) yönelen kimseler olarak tanıtmasına rağmen, gnostikler, çetin bir mücadeleye 7 “Doğa, şeytanın bir yaratısıdır. Şeytan dünya işleriyle meşguldür, dolayısıyla benim de içime girmiş olabilir. Ben, tanrının, dünyayı şeytana ya da onun gibi kötücül bir yaratığa terk ettiğine inanıyorum.” (Martin, 2010:164) 46 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 giriştikleri kilise içinde tapınanları ise bedensel ibadet etmekle itham etmişlerdir. Gerçek tanrıya beden ile ibadet edilemeyeceği görüşünde oldukları için de, gnostikler; cemaat halinde yapılan bu kilise ayinlerinin, doğrudan Demiurge’ye ya da tanrı benzerlerine (Arkhonlara) yönelik yapıldığını iddia etmişlerdir. İnsanları bedensel ve ruhsal olarak ikiye ayırdıkları gibi, ibadetleri de beden ile ya da ruhsal olarak şeklinde iki zıt kutba ayıran gnostikler; tıpkı Paul’ün öne sürdüğü gibi, bir tarafta doğal insanlar vardır ve bunların taptıkları da görünen ilahlar veya ismi bilinen putlardır, diğer tarafta ise ruhsal insanlar veya ruhun denetimine girmiş insanlar vardır ve bunlar da ruhsal olarak tapınırlar. ‘Tanrı insanlar arasında ayrım yapmaz’ (Romalılara 2: 11) dese de, Eski Ahit’teki seçkin yahudi dogmasına gizliden de olsa bağlı kalmış olan Paul’e göre; bedensel insanlar arasında öne çıkan yasaya bağlanmış olan Yahudilerdir, ruhsal insanlar arasında da öne çıkan yine gerçek tanrıya tapan Yahudilerdir. (Romalılara 2: 9-10) Böylece, bir sözü diğerini yalanlamış olan Paul’ün insan ayrımcılığı, açıkça ifade etmiş olmasa da, sözleri gnostik felsefe ışığında irdelendiğinde; gerçek tanrının yarattığı ilkler ya da ruhsal insanlar Yahudi olduğu için, tanrı benzerlerinin yarattığı ilk kopya insanlar da Yahudidir, sonucuna varmak hiç de zor değildir. Öyleyse tıpkı uluslardan (İsrailli olmayanlardan) olduğu gibi, İsraillilerin kendi içinden de, ruhtan doğanlar vardır bedenden doğanlar vardır; ya da, bu sözün gnostik açılımı olarak, gerçek tanrının yarattığı iyi ve bilge insanlar vardır ve tanrı benzerlerinin yarattığı kötü ve cahil kalmış insan müsveddeleri vardır. Böyle olunca, insanlar hangi ulustan gelirse gelsin, gerçekte, bu insanları yaratan tanrısına göre, başlıca iki büyük kısma veya ulusa ayrılmaktadır. Diğer bir deyişle, İsa’yı tanrı bilip tapan ve bu yolla babaya ulaşmak isteyen bir ulus olurken, kendini tanrıya benzeten ve yarattıklarıyla tanrının yarattıklarını örnek alan sahte tanrılara tapanlar da ayrı bir ulus olmaktadır. Gerçek tanrı tarafından yaratılarak ruhtan doğan ya da tanrı benzerleri tarafından yaratılarak bedenden doğan tüm insanlar arasında İsrailli daima öncelikli olduğundan, Paul’e göre; İsrailliler, iyilik ya da kötülük olsun yaptıklarının karşılığını rahmet ya da lanet olarak diğerlerinden çok daha fazla alacaklardır. (Romalılara 2: 9-10) Paul ne zaman ‘herkes’ diye bir hitapla söze başlarsa, bundan kast ettiği şey, hangi ulustan olursa olsun tanrı benzerleri tarafından yaratılmış olan insan kopyalarıdır. Bu nedenle, ‘herkes başındaki yönetime bağlı olsun çünkü tanrıdan olmayan yönetim yoktur’ (Romalılara 13: 1) şeklinde bir uyarıda bulunurken, Paul’ün, “yönetime karşı gelen tanrı buyruğuna karşı gelir, karşı gelenler yargılanır, iyilik edenler değil kötülük edenler yöneticilerden korkmalıdır, yönetim kılıcı boş yere taşımıyor, kötülük yapanın üzerine 47 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED tanrının gazabını salan öç alıcı olarak her yönetici tanrıya hizmet ediyor” (Romalılara 13: 3-5) demesinin temelinde, yine aynı insan ayrımcılığı bulunmaktadır. Paul’ün mektubundaki, tanrının gazabını öç alıcı olarak taşıyan ve kılıcı ile otorite sağlayanlar sözünün gnostik açılımı, doğrudan doğruya yasa yapıcı güçler ya da Musalardır, yani yerin tanrılarına tapanlardır. Bu tanrı benzerleri, kendi sözlerini yasa kılmış ve iradelerini de peygamberleri aracılığıyla bildirerek insafsızca uygulamaktan hiç geri durmamışlardır. Yaratıcı8 (usta) ve yasa koyucu olan, yerin ve göğün bu tanrı benzerlerinin aksine; bilgi ve gerçek olan tanrı (baba) ise, yasaya göre değil de gerçeğe göre insanı yargılamaktadır. (Romalılara 2: 2) Paul’e göre, gerçek tanrının yarattığı ruhsal insanlarla arasında hiç bir sorun yoktur, onlar içten ve gönülden ruhsal olarak babaya tapınır ve içinde gerçek tanrıyı ararlar; sorun tanrı benzerlerinin yarattığı bedenden doğanlardadır veya henüz ruhun denetimine girmemiş bulunanlardadır. Tanrı da, bu insan kopyalarına karşı yine iyilikle davranır, iyilik ve sevgi halinden bir an olsun sapmaz, bunları affetmeye çoktan hazırdır ve hepsini bu şefkatiyle tövbeye yöneltir. (Romalılara 2: 4) Gerçek tanrı (baba) yasa koyucu, yasayı iktidar yoluyla uygulayıcı, şiddet korkusuyla düzen sağlayıcı bir tanrı olmadığı için; Paul’e göre, yasayı yazan, uygulayan, şiddeti ve savaşı kutsal kılan, beden üzerindeki gücünü veya intikamını alarak insan vücudunda vahşi cezaları (taşlama, öldürme, sakat bırakma vs.,) meşru kılan, aslında gerçek tanrı değildir, tanrı benzerleridir. Platonik bir kavram olan tanrı benzerleri deyimine, elbette, Paul’ün hiç bir mektubunda rastlanmaz. Ancak, eğer gerçek tanrı yasa koyucu ve yasayı uygulayan düzen sağlayıcı değilse, bu yasa ve düzen kimin iradesini yansıtmaktadır, diye insanın zihnine bir soru takılmaktadır. Yasanın bedensel olarak yaratılanların yükümlü kılındığı bir tehdit olduğunu belirten Paul’ün, herkes bağlandıkları yasaya göre yargılanacaktır sözü; bir ölçüde günümüz İncillerdeki “başkasını yargılamayın ki siz de yargılanmayasınız, başkasını nasıl yargılarsanız siz de aynı yoldan yargılanacaksınız, hangi ölçekle ölçerseniz size de aynı ölçek uygulanacak” (Matta 7: 8 “Yarı-tanrı bir zanaatkardır, kendi kendine ruh olmaksızın duran maddeye düzen vermektedir; o kendisinden daha üstün olan bir formu maddenin içine enjekte eder. Platon’un Timaeus’unun ilahi zanaatkar örneğinde gösterdiği ve Aristo’nun teknik işler üzerinde olan gözlemlerinde vurguladığı gibi, antik çağ insanlığına göre yaratılışın kendisi Yaratıcı’dan daha mükemmeldir ve aynı şekilde insanlar da yaptıkları işlerden daha küçüktürler. Operasyon sürecinin gerçek sebepliliği zanaatkarda bulunmaz, ancak onu gönderenin içinde bulunur. Antik çağda emeğin tipik bölümlenmesi anlayışına özgü söz konusu kavram, Gnostikler tarafından Eski Ahit’in Yaratıcı Tanrısına açık bir şekilde uygulanmıştır. Buna göre, yaratmanın tek efendisi olmaktan çok uzak olan Yahve yaratmanın bilgisiz, kaba ve basit bir zanaatkarıdır. Dahası tek tanrı olmakla övünen ve kendisinin gerçek yaratıcı olduğuna inanan bu Tanrı kibirliliği ve aptallığı ile kendi kör akılsızlığını vurgulamaktan daha başka bir şey yapamaz. Gerçekte, Gnostikler için Yahve, formel sebebi kendi adına bütün sürecin nihai sebebi olan, Babanın aklı Oğul tarafından açıklanan ve onun aklı vasıtasıyla tezahür eden Babanın kurtuluş planı vasıtasıyla hareket ettirilen Sofia tarafından temsil edilen kompleks ilahi planın basit bir aletinden başka bir şey değildir.” (Fleramo, 2005: 159) 48 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED 1-2) İsa’nın sözünü çağrıştırmış olsa da, doğrudan gnostik düalizmi yansıtmaktadır. Diğer bir deyişle, tanrı benzerleri yarattıkları insanlara kendi yasalarını peygamberleri aracılığıyla bildirmekte ve kurdukları dünyasal iktidarlar yoluyla da uygulattırmakta oldukları için Paul’e göre; ruhsal olmayan İsrailli Yahve tarafından yaratılmış ve yasasına bağımlı kılınmışken, Grekler içindeki gerçek tanrı tarafından yaratılmamış olan bedenden doğmuş Grekler de Demiurge (usta, yaratıcı) tarafından yaratılmış ve hükmüne bağımlı kılınmıştır. Platon’un yazılarında açıkça görülen, iyilik ve kötülük doğrudan tanrılardan gelir, her tanrı kendi benzerinde veya huyunda insan yaratmıştır, iyi tanrının yarattığı insanlar iyilik yaparken kötü tanrıların yarattığı insanlar da kötülük doludur, tanrının sözü yasadır vs., anlamındaki putperest ideolojiyi yansıtan sözlerini; gnostik bir inkar içinde de olsa gizlice aksettirmiş olmakla Paul, elbette ki, kılıcı elinde sallayan tüm dünya yönetimlerinin gerçek tanrı tarafından yaratılmış olduğunu ve babanın iradesini yansıttığını kast etmemiştir. Yahve’nin yasasına bağlı kalarak kendi yönetimlerini kuran İsrailliler varken, Demiurge’nin yasasına bağlanarak bu yasaları uygulayan Grekler de ve diğer uluslardan gelmiş yönetimler de bulunmaktadır. Fakat bunların kendileri gibi yasaları da yok olmaya mahkûmdur, çünkü bu dünyaya aittir ve bedeni (maddiyatı) kapsamaktadır. Dünyasal olan her yönetim farklı farklı yasalara bağımlı kalarak güç yoluyla insanlara içerdikleri tanrı iradelerini kabul ettirmiş olsalar da, her şeriatin bir müddet sonra artık uygulanamaz bir hale geleceğini ima eden Paul; gerçek tanrının yasasının ruhsal olduğu için kalıcı ve değişmez olduğunu, bu içteki yasanın asla yalancı tanrıların koyduğu dünyasal ve bedensel yasalar gibi olmadığını (Romalılara 7: 21-23) belirtmektedir. Yalancı ve yarı tanrının buyruklarını (Musa şeriatını veya Yahve yasasını) bedensel kölelik olarak aşağılayan Paul, mektuplarında, yasanın alt veya aracı tanrıların kibrinin eseri olduğunu, bu nedenle kutsal metinlerin (ya da Eski Ahit’in) ruhsal yani sonsuz ve kalıcı değil de bedensel yani ölümlü ve geçici olduğunu öne sürmektedir.9 9 “Gnostikler gibi, Pavlus de, İsa gizemlerinin, Yahudi tanrısı Yehova’nın Yasasının yerine geçtiğini öğretir. İsa, Yahudilere Yeni bir akit, yani Tanrı ile bir sözleşme verir ve Pavlus, geleneksel Musevilik olan gereksiz eski sözleşmeyi küçümseyen düşüncesini saklamaz. Gnostikler gibi Pavlus da Yasaya karşı ahlaki köleliği değil, ama Gnosis aracılığıyla ruhsal özgürlüğü vazeder. O, şöyle bildirir: ‘Tanrının ruhu neredeyse orada özgürlük vardır’ (2. Korintliler 3: 14). Hatta Pavlus, Yehova’nın kutsal yasasının bir sövgü olduğunu bildirecek kadar ileri gider ve şöyle yazar ‘Yasanın işlerine bağlı olan herkes küfür altındadır’ (Galatyalılara 3: 6) ve ‘Christ (İsa) bizi yasanın küfründen kurtarmıştır’ (Galatyalılara 3: 13). Pavlus’e göre, Gnostikler için olduğu gibi, Hristiyan inisiye, Christ’in acısına ve ölümden dirilişine katılma yoluyla Yasadan kurtarılabilir ve özgür olabilirdi: ‘Şimdi ölmüş olduğumuza göre, ilerlememize mani olan yasanın hüküm alanının dışındayız’ (Romalılara 7: 6). Pavlus, yasanın aracının bir ürünü olduğunu iddia eder. O, her şeyin tek tanrısı ve tek rabbi farz edilen Yehova’yı bir aracı olarak adlandırarak ne kast etmektedir? Eğer öyleyse, o, ne ile ne arasındaki aracıdır? Gnostikler, Pavlus’un, Yehova’nın tarif edilemez yüce Tanrı ile evren arasında aracılık yapan daha aşağı bir tanrı, yani demiurgos olduğu şeklindeki Gnostik doktrini öğrettiğini iddia etmişlerdir. Pavlus elbette Yehova’yı gerçek tanrı olarak görmez, çünkü o şöyle devam eder: ‘Aracı tek değildir, Tanrı ise tektir’ (Galatyalılara 3: 19). Pavlus’e göre, kendisinin vazetmekte olduğu İncil’i anlamayan insanların, ‘inanmayan zihinleri bu geçici zamandaki tanrı 49 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Gerçek tanrının yasasının dünyasal ve bedensel değil de doğrudan ruhsal olmasının nedenini, her tanrı kendi yasasını kendisi bildirir veya tanrı benzerlerinin pek çok yasası vardır fakat gerçek tanrı tektir ve tek yasası vardır şeklinde platonistler/gnostikler gibi açıkça belirtmemiş olan Paul; yasanın ruhsal olduğu, ruhsal benliğinin bedende hüküm süren bu yasaya köle olup satıldığı, bedenin üyelerinde bambaşka bir yasanın bulunduğu vs., şeklinde dolaylı ifadelerde (Romalılara 2: 14-24) bulunmuştur. Ruhun denetimine giren bedenden doğmuşlar ile doğrudan ruhtan doğanların baba ile kurdukları bağın daima gizliden ve içten olduğunu vurgulayan Paul; bir taraftan Yahve/Demiurge tarafından bildirilmiş günahın yasasına bağlanan kötülükten kendisini korurken, diğer taraftan da gerçek tanrının ruhsal yasasına yönelerek beden üzerindeki sahte ilahların hükmünden kurtulmak (Romalılara 7: 24) istemektedir. Günümüz İncillerindeki İsa’da ve mektuplardaki Paul de, aslında, baba insanları yargılamaz derken; yargılamanın mutlaka bir yasayı gerektireceğini, insan fiillerinin yasanın hükmüne göre değerlendirilerek bir karara varılacağını kast ettikleri için; Yahve kendi yasasına ve Demiurge de kendi yasasına göre yargılarken, İsa’nın da İncil’e göre yargılayacağını savunmuşlardır. Kısacası, günümüz İncillerinde olduğu kadar Paul’ün mektuplarında da çoktanrılılık vardır, çoktanrılılıktan tektanrılılığa geçiş sürecindeki gnostik bir karşı duruş her ikisinde de bulunmaktadır, ancak bu gizlidir. 6. Sonuç Günümüz hristiyanlığında, insanlar ile tanrı arasında; ruhuyla ve ikonlarıyla, sözüyle ve resmiyle hep İsa vardır. Hristiyanlar, tanrının ruhunu taşıması nedeniyle tanrı olduğuna inandıkları İsa’ya taptıkları ve kendi içlerinde çıktıkları bu ruhani yolculuklarında İsa’yı aradıkları için, İsa’ya taparak tanrıya yönelmek istemektedirler. Hristiyanlara göre, gerçek tanrı her insanın içinde değildir, gerçek tanrının ruhu her insanın içinde değildir, sıradan tarafından kör edilmiştir’ (2. Korintliler 4: 4). Onun mektuplarının çoğu tercümesinde, editör, ‘bu geçici zamandaki tanrı’ şeklindeki gizemli tabiri açıklamak için buraya bir not ekler. Bu tabir hakkındaki genel ortodoks yorumu, Pavlus’un, şeytandan bahsettiğidir; ama onun kötü bir melekten niçin bir tanrı olarak bahsettiği açıklanmaz. Gnostiklere göre, Pavlus’un demek istediği açıktı. O, Yahudilerin daha alt seviyedeki tanrısı olan; Yahudi halkına hükmetme yıllarının son bulmak üzere olduğu ve İsa ile Platon’un hakiki kutsal Tanrı’sı uğruna terk edilmek üzere olan Yehova’dan bahsediyordu. Pavlus sık sık gnostik terimler kullanır. O, bir pneumatic iniyasyon öğretmendir. Pavlus mistik olarak üçüncü göğe seyahat etmiştir. O, İsa’nın sadece beden suretinde geldiğini öğretir. O, yüzeysel dini küçümser, kutsal yazıları alegoriler ve sembolik şeyler olarak tasvir eder. O, aracı ve ‘bu geçici zamanın tanrısı’ olarak adlandırdığı Yehova’nın Yasa’sını reddeder. Literalist hristiyanlar, ölümden dirilişi, mezarlarından kalkacaklarının ve ikinci gelişin ardından bedensel ölümsüzlüğü deneyimleyeceklerinin vaadi olarak görürler; Pavlus ise, ölümden dirilişin şimdi ve burada elde edilebilecek mistik bir deneyim olduğu şeklindeki Gnostik öğretiyi öğretir. Pavlus’un ifşa edebileceğini iddia ettiği büyük sır, İsa’nın gerçekten dünyada yürüdüğü değil, ama içinizdeki Christ’in mistik keşfidir. Pavlus, aynı anda iki şekilde öğretmiştir: Psychic inisiyeler için, dışsal gizemler ve pneumatic inisiyeler için içsel gizemler. Pavlus’un mektupları farklı şekillerde anlaşılabilir, çünkü onlar, aynı anda farklı düzeylerde bilgi vermek için tasarlanmıştır.” (Freke & Gandy, 2005: 225-232) 50 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 insanın içinde olan İsa’dır, tanrının ruhu sadece İsa’da olduğu için İsa’nın kendisi de tanrıdır ya da sadece oğul İsa tanrının ruhuna sahiptir bu yüzden İsa’ya tapılması gerekir. İsa’nın tanrılığı, Roma-Yunan uygarlığında putperest ideolojiyi oluşturan, tanrının (Zeus, Dionysus, Jupiter vs.,) ruhunu bedeninde taşıyan tanrıdır görüşünden kaynaklanmaktadır. Tanrının ruhunu taşıdığı için İsa’nın tanrıyla özdeş olduğunu söyleyen Paul’e göre; tanrının tek oğlu vardır, bu da tanrının ruhunu bedeninde taşıma ayrıcalığına sahip olan İsa’dır. Paul’ün kapalı şekilde değinip de açıkça söyleyemediklerini, gnostikler tamamlamaktadırlar. Dionysus’un, Mithras’ın ve hatta İskender’in bile neden tanrı olarak anılması gerektiği platonik felsefe içinde kesinlikle açıklamasını bulmuş olan; tanrının ruhunu bedeninde taşıyan tanrının oğlu ve tanrıdır, ruh bedene hayat verir, ölüm ruhun bedenden çıkmasıdır, bedenden çıkan ruh ölmez fakat ruh çıkmış beden çürür vs., şeklindeki putperest ideolojiyi; yalnızca İsa’ya uyarlamış olan İncil yazarları ile Paul, böylece, paganların tüm bu tanrı-insanlarını yıkmış, tek tanrı ve tek tanrının oğlu sloganıyla hepsinin yerine İsa’yı geçirmişlerdir. İsimler yok olmuş, tek İsa hepsinin yerini almış fakat putperest ideoloji aynen devam etmiştir. Özellikle Pisagoryan ruhçuluğu yetkinleştiren Platonist felsefenin de katkısıyla; ezeli ve ebedi olan ruhun kozmosun dışında bulunan gerçek tanrıdan geldiğine üstünlüğüne ve arınmışlığına iman edilmiş; tanrısal ruhu bedenlerine alan kimselerin tanrı gibi olduğuna, üstün zaferleri kazandığına inanılmıştır. Ancak tanrının kutsal ruhunun yanında alt tanrıların da ruhları vardır. Tüm ruhlar gibi, kötülük kaynağı hilekâr ve acımasız yarı-tanrıların ruhları da; taşa ve tahtaya olduğu gibi canlı ya da cansız ete de girebilmekte, rüzgârın gücüyle hava içinde gezinmekte, kemiklerde mesken tutmaktadır. Genel bir kural olarak yüceler yücesi tek tanrının ya da yaratıcı alt-tanrıların (görünmezlerin = cinlerin = şeytanların) ruh olarak bedene veya cisme girmekte olduğu inancının yaygınlaşmasıyla; girdiği bedene hükmederek o bedende kişiselleşmiş şahsı kendi eğilimi ve maksatları doğrultusunda kullanması görüşünün, her tanrının kendi hedef ve karakterini yarattığı mahluka aktardığı veya yaratılan her insanın yaratıcısından kendisine bir nitelik geçtiği duygusuyla birleşmesiyle; bedenleriyle ve bedensel arzuları yani ruhlarıyla (ya da nefisleriyle) tüm insanların alt tanrılar tarafından yaratıldığı, kötülük fiilleriyle de insanların aslında yaratıldıkları gibi davrandığı veya kendilerini yaratan yaratıcı tanrıların ruhuna bağlı kaldığı vs., içeriğindeki gnostik akım kendi felsefi temelini oluşturmuştur. Pisagoryanlar ve platonistler gibi gnostikler de et yememektedir. Zira hemen hepsi, etle birlikte ete kolaylıkla geçebilen etteki demiurgik ruhu da yiyeceği ve bu ruhun hükmü altına gireceği kaygısını taşıdığı için, ot ve böcekle beslenme yoluna girmiştir. 51 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Bedenlerinde demiurgik ruh taşıyan insanlar ya da bedenseller, kötülük ve günah içindedirler; çünkü kendilerini yaratmış olan bütün yaratıcı tanrılar bencildir, övünmeyi sever, kötüdür, ahlaksızdır ve hilekardır. Demiurgik ruhun bedene hükmederek veya sürükleyerek işlettirdiği fillerin tüm sorumluluğunu insana yıkan bu alt-tanrılar (Demiurge/Yahve); işlediği her fiille her insanın bedeninde taşıdığı yaratıcı tanrısına ait ruha uygun davrandığı gerçeğine hiç önem vermeksizin, insanlara adaletini göstermek gayesiyle yasasını oluşturmuş, yarattığı her insana yasasıyla ve cezasıyla tehditler savurmuş, yasasına göre öldükten sonra bütün insanları yargılamış ve onları azapla cezalandırmış, yarattıklarıyla veya insanlarına verdikleriyle sürekli başa kakmıştır. Yargılayıcı ve cezalandırıcı bu yaratıcı alt tanrıların yasası da, tıpkı yaratığı görünen kâinat ve içindeki cisimsel/bedensel varlıklar gibi ölümlüdür yani geçicidir, ruhsal olmadığı için kötülükle ve günahla yoğrulmuştur. Beden de ölümlüdür, çürüyüp yok olmak kaderidir. Beden kötülük aracı olduğu gibi, bedene hükmeden ve bedeni hareket ettiren içindeki demiurgik (şeytani) ruh da kötüdür. Bedenin gereksinimlerini ve arzularını yansıtan bu ruh ya da nefis, platonist gnostikler kadar Paul’e göre de, insandaki kötülüğün veya günahkârlığın temel nedenidir. Yaratıcı alt tanrılar kadar, yargılayıcı ve adalet dağıtıcı bu alt tanrıların yarattıkları insanların bedenlerine giren ruhları (bedenin nefsi) da kötüdür. Şeytan da bir alt tanrıdır, bazı hayvanları şeytanın yarattığı bile söylenir, örneğin deveyi kesinlikle şeytanlar yaratmıştır çünkü hörgücü vardır veya sırtı düz değildir, pek çok hristiyana göreyse maddiyatın veya görünen kâinatın yaratıcısı şeytandır, yarattığı her mahlûktaki ruhuyla bedenleri kötülük aracı kılan da yine şeytandır. Oysa cennetteki (ide = pleroma sahasındaki) baba, iyidir ve gerçektir, ruhsaldır, sevgi doludur; kötülük ya da hilekârlık, yüceler yücesi bu tek tanrının yaşadığı ruhsal ışık diyarının yakınına dahi yaklaşamaz. Ruh olduğu ve her tanrının kendinde olan nitelikleri yarattığına aktardığı için de, mutlak iyi olan bu tek gerçek yüce tanrı; insanı kötülüklere azmettiren bedendeki demiurgik ruhları ve kötülüklerin faili olan bedenleri yaratması, asla söz konusu değildir. Yaratıcı alt-tanrı (İsraillilerin tanrısı) Yahve, İsa’yı da beden olarak yarattığı halde, İsa bedeninde gerçek tanrının ruhunu taşımaktadır. Diğer bir açıdan, Meryem’in değil de nişanlısı Yusuf’un İbrahim ile Davud’un soyundan gelmemesi, bakire doğumuyla İsa’nın da bedensel olarak İbrahim ile Davud’un soyundan olmaması nedeniyle; bedenleri ve bedendeki ruhlarıyla bütün insanları yaratan yaratıcı alt-tanrı, İbrahim ile Davud’u yarattığı halde, İsa’yı yaratmamıştır. Kısacası platonik felsefeye bağlanan gnostiklere ve Paul’e göre, tüm insanları, etiyle ve kanıyla, ruhuyla ve zekâsıyla, tek tanrı yaratmamış ve ruhuyla da hayat vermemiştir. Tek yaratıcı ve tek tanrı olmadığı, kötülüğün yaratıcı alt tanrılardan insanlara demiurgik ruhları aracılığıyla aktarıldığı 52 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 için; insan kötü olmadığı gibi, insanın şeytana uyması diye bir şey de yoktur. Platonist gnostiklere ve Paul’e göre, gözle görünen kâinat ve içindeki bütün canlı cansız varlıklar ile tüm insanlar, alt tanrılar ya da yaratıcı tanrılar (Demiurge = Yahve = Şeytan) tarafından yaratıldığı için, insanlar şeytana uymamakta fakat şeytana (cinlere = kötü ruhlara) tapmaktadır, şeytanın daha yaratırken kendisinden aktardığı ruhla (bedenin nefsiyle) kötülük/günahkârlık faili olmaktadır. Tek yaratıcı ve tek tanrının olmaması, tam bir gnostik sapmadır. Platonik gnostik yaratılışta, yüceler yücesi ve mutlak iyi olan tek bir tanrı vardır, tanrının yarattığı ve yaratılışta görevli kıldığı yaratıcı alt-tanrılar vardır; yaratıcı-yargılayıcıadalet dağıtıcı bu alt-tanrılar, o tek tanrıyı örnek aldığı gibi yarattığı mükemmel ilkleri de kopya ederek yok olacak cisimleri ve ölecek bedenleri yaratmaktadır; böylece bu alt-tanrılar, yeri ve göğüyle kainatı olduğu kadar içindeki her canlısıyla da varlık âlemini yaratmışlardır. Ruhsal tanrının ölümsüz ve kusursuz yaratıklarının bir benzeri olarak, gelip geçici dünya içinde ölümlü insanlar böylece yaratılmıştır. Kaynakça Bauer, W. (1971), Orthodoxy and Heresy in Earliest Christianity, Philadelphia University Press, Philadelphia. Bornkamn, G. (1973), Paul, Harper & Row, New York . Brock, D.L. (2008), Kayıp İnciller, Haberci Yayınları, İstanbul. Bultmann, R. (1959), Theology of the New Testament, Scribner , New York. Burkitt, F.C. (1963), Church and Gnosis, Cambridge University Press , Cambridge. Churton, T. (1987), The Gnostics, D.Dobson, London. Couchoud, P.L. (1939), The Creation of Crist, George Allen and Unwin, London. Darrell, L.B. (2008), Kayıp İnciller, Ayna Yayınları, İstanbul. Eflatun (1950), Cumhuriyet, Remzi Kitapevi, İstanbul. Freke, T, Gandy, P. (2005), İsa’nın Gizemleri, Ayna Yayınları, İstanbul. Freke, T., Gandy, P. (2006), İsa ve Kayıp Tanrıça, Ayna Yayınları, İstanbul. Giovanni, F. (2005), Gnostisizm Tarihi, Litera Yayıncılık, İstanbul. Grant, R.M. (1959), Gnosticism and Early Christianity, Clarendon Press, New York. Grobel, K. The Gospel of Truth, Black Press, London. 53 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Gündüz, Ş. ( 1999), Sabiiler : Son Gnostikler, Vadi Yayıncılık, Ankara. Gündüz, Ş. (2011), Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, Ankara Okulu Yayınları , Ankara. Gündüz, Ş. (1998), Mitoloji ile İnanç Arasında, Etüt Yayınları , Samsun. Gündüz, Ş. (1997), Gnostik Mitolojide Düşüş Motifi ve Demiurg Düşünvesi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (9) Hançerlioğlu, O. (1977), Felsefe Ansiklopedisi Kavram ve Akımlar, Remzi Kitapevi, İstanbul. Haris, G.H. (1999), Gnosticism: Beliefs and Practices, Slonk Hill Press, Sussex. Jonas, H. (2001), The Gnostic Religion: The Message Of The Alien God And The Beginnings Of Christianity, Longman, New York. Kasser, R. (2006), The Gospel of Judas, George Allen and Unwin , London. KMŞ (2004), Kutsal Kitap Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil), Kitab-ı Mukaddes Şirketi , İstanbul . Layton, B. (1987), The Gnostic Scriptures, Free Press Glencoe, New York. Logan, H.B. (1996), Gnostic truth and Christian Heresy, B.Blackwell Inc., New York. Martin, S. (2010), Gnostikler : İlk Hristiyan Sapkınlar, Kalkedon Yayınları, İstanbul. Mercan, Ş. (2003), Gnostik İnciller : Binlerce Yıldır Vatikan’ın Yasakladığı İnciller, Nokta Yayıncılık, İstanbul. Özemre, Y.A. (2002), Toma’ya Göre İncil, Kaknüs Yayınları, İstanbul. Pearson, B.A. (2007), Ancient Gnosticism: Traditions And Literature, Heineman Publisher, London. Platon, (1994), Yasalar (cilt 2), Kabalcı Yayınları, İstanbul. Platon (1997), Timaios, Türkiye İş Bankası Yayınları , İstanbul. Platon (2001),Phaidon, Türkiye İş Bankası Yayınları , İstanbul. Sean, M. (2010), Gnostikler : İlk Hristiyan Sapkınlar, Kalkedon Yayınları, İstanbul. Schmithals, W. (1976), Gnosticism in Corinth, Abingdon Inc., Nashville. Schmithals, W. (1972), Paul and The Gnostics, Abingdon Inc., Nashville. 54 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Schweitzer, A. (1942), The Mysticism of Paul : The Apostle, Harper & Brothers , New York. Smith, A.P., Hoeller, S.A. (2007), Gnostic Writings on the Soul, Columbia University Press, New York. 55 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 BÜYÜK ÖLÇEKLİ İŞLETMELERDE İNSAN KAYNAKLARI UYGULAMALARI Doç. Dr. Ayşehan ÇAKICI Mersin Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü [email protected] Özet Bu araştırmanın amacı, büyük ölçekli işletmelerde insan kaynakları (İK) süreç ve işlevlerinde sağlanan gelişme konusunda durum tespiti yapmaktır. Araştırma, değişik sektörlerde farklı iş kollarında uğraş veren, 57 büyük işletme İK yöneticisinin perspektifini yansıtmaktadır. Araştırmada veriler, yapılandırılmış görüşme yöntemiyle elde edilmiştir. Araştırma yapılan büyük işletmelerin tamamına yakınında İK bölümünün bulunduğu, genelinde insan kaynakları yönetimi (İKY) konusunda giderek artan bir bilinç oluştuğu söylenebilir. Bu işletmeler, İKY işlevlerini yerine getirirken büyük ölçüde bilimsel yöntemlerden yararlanmaktadırlar. Sektörlere göre bir farklılık olduğu söylenemezse de uluslararası ölçekte iş yapan büyük işletmeler, İK uygulamaları açısından daha öndedir. İK işlevleri açısından genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; işgören eğitimi ve performans değerlemesi içerik ve uygulama bakımından daha kapsamlı olup, hemen hemen tüm işletmelerde önemsenmektedir. İşgören temini, ücret yönetimi, iş güvenliği ve işgören sağlığı, işgören planlaması görece daha dar kapsamda tutulmaktadır denilebilir. Üst yönetimin müdahalesine en açık işlev, ücret yönetimi olup ardından işgören temini gelmektedir. Anahtar Kelimeler: Büyük Ölçekli İşletme, İnsan Kaynakları (İK), İnsan Kaynakları Yönetimi (İKY) HUMAN RESOURCES PRACTICES AT LARGE-SIZED ENTERPRISES Abstract This study aims to provide a situational analysis about the development carried out in the processes and functions of Human Resources (HR) at large-sized enterprises. The research reflects the perspectives of HR Managers’ working for 57 large-sized enterprises operating in various branches of different industries. The data was collected via structured interviews. It can be said that almost all of the large-sized enterprises have a department of HR and a rising awareness of Human Resource Management (HRM) is being formed in most of them. These enterprises have mostly utilized scientific methods in HRM. Even if it is difficult to say that there are differences among the industries; large-sized enterprises, operating at international level, are preceding the others in functional implementations of HR. If a general assessment has to be done for HR functions, it can be said that employee training and performance evaluation is more comprehensive due to content and implementation, and has been given importance to in almost all of the companies. Employee procurement, pay management, employee health and safety, and employee planning are relatively being handled within a narrower content. The most open functions to top management intervention are firstly pay management and then employee procurement. Key Words: Large-scale companies, Human Resources (HR), Human Resources Management (HRM). 56 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 1.Giriş Gelişen bilişim ve iletişim teknolojisi, değişen insan gereksinim ve beklentileri ile globalleşme; rekabet şeklini, üretim süreçlerini ve iş ilişkilerini değiştirmiştir. Çalışma biçimleri, ofis düzenleri, yönetim teknikleri, ortak değer ve davranışlar (kültür) değişmiş, fark yaratan kabiliyetler şirketlerin aradıkları profiller olmuştur. İnsan kaynakları yönetimi, ülkenin yasa ve yönetmelikleri ile şirket misyon, vizyon ve temel değerlerine uygun insan kaynaklarını planlama, bulma ve seçme, eğitme, performans değerleme, ödüllendirme, ücretleme, koruma ve çalışma ilişkilerini düzenleme faaliyetleri olarak tanımlanabilir. Bu işlevleri etkin bir şekilde yerine getirmenin yanı sıra, çalışanlarla ilgili tüm sosyal ve idari faaliyetleri yürütmekten sorumlu birimdir. Temel amacı, işgücü verimliliğini ve iş yaşam kalitesini artırmaktır. İnsan kaynakları planlaması, organizasyonda belirlenen amaçları başarmayı sağlayacak doğru sayıda ve nitelikteki kişileri doğru zamanda ve yerde temin etme sürecidir. Planlama, mevcudu belirleme, gelecekteki insan ihtiyacını belirleme ve bu ihtiyacı karşılamak için bir program geliştirme adımlarını kapsar (Robbins, 1997: 262). Belirlenen ihtiyaç doğrultusunda aday bulma, seçme ve yerleştirme süreci başlar. Bulma, ihtiyacı karşılamak üzere gerekli bilgi, beceri, donanım ve motivasyona sahip kişilerden oluşan aday havuzu yaratma sürecidir. Bu süreç, iç ve dış kaynaklardan adayların araştırılması, çekilmesi ve başvurusunun sağlanması aşamalarından oluşur. Yazında, uygun büyüklük ve bileşende aday havuzu oluşturamamanın seçim sürecinin etkinliğini azaltacağı ifade edilmektedir. Uygun sayı ve nitelikte adayların bulunamamasının, açık işlerin gereken niteliklere sahip olmayan ya da fazla nitelikli kişilerce doldurulmasına neden olduğu, her iki durumun da maliyeti artırdığı belirtilmektedir (Acar, 2010: 131). Aday havuzu içinden iş profiline en uygun adayları belirleme ve değerleme sürecine seçim denilmektedir. Genellikle büyük işletmelerin benimsediği seçim sürecinin aşamaları; başvuruların kabulü ve ön görüşme, başvuru formu doldurtma, sınav/test, mülakat, referans incelemesi, iş teklifi ve yerleştirmedir (Acar, 2010: 152; Geylan, 2002: 87). Yerleştirme aşamasında seçilen adayların işe girişleri gerçekleşmekte; diploma, yabancı dil belgesi, sağlık raporu gibi belgeler istenmekte, hizmet girişleri yapılarak göreve başlatılmaktadır (Saruhan ve Yıldız, 2012: 269). Yeni işe alınan elemanlara uygulanan işe alıştırma (oryantasyon) eğitimi, yerleştirme ile hizmet içi eğitim arasında yer alır. Eğitim, insan kaynaklarının bilgi, beceri ve davranışlarda olumlu fark yaratma sürecidir. İnsan kaynaklarına yatırımın temel göstergesi olup, oryantasyonla başlayıp, 57 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 iş hayatı boyunca devam eden, gerekliliği kabul edilen bir işlevdir. İş profiliyle işgören profili arasındaki açık, eğitimlerle kapatılmaya çalışılmaktadır. Performans değerlemesi tıpkı eğitim gibi her daim var olan işlevler olmakla beraber günümüzde amaç, içerik, yöntem ve uygulanış şekli bakımından birçok değişikliğe uğramıştır (Dicle, 1982: 2). Performans değerlemesi, çalışanların yeteneklerini, potansiyelini, davranışlarını, iş çıktılarını ölçmeye yönelik bir faaliyet olup terfi, ücret artışı, işten çıkarma gibi onları direkt etkileyen kararlarda temel alınmaktadır. Robbins’e (1997: 277) göre değerlendirilen; bireysel iş çıktıları, davranışlar ve kişisel özelliklerdir. Değerlemeyi mevcut yönetici, meslektaşlar, kendisi, astlar yapmalıdır ve geri bildirim mutlaka verilmelidir. Bu yöntem, 360 derece performans değerlemesi olarak adlandırılmaktadır. Bu değerleme, gelişme amacıyla kullanıldığında yönteme güven duyulur ve değerlenenler, yöntemi daha olumlu karşılarlar (London veTornow, 1998: 3). Aynı şekilde, değerlemede geri bildirim dikkatli ve hassas bir şekilde yapılmalıdır. Aksi takdirde çalışanlar, çok kaynaklı bu değerlemeden olumsuz yönde etkilenebilirler. (Wimer, 2002: 40). Geri bildirim, değerleme sonuçlarının çalışanlara bildirimidir. Performans yönetiminde biraz ihmal edilen geribildirim, esasında öğrenme, büyüme, gelişme ve motivasyondaki en önemli yapı taşlarındandır. Bununla birlikte, bazı işletmeler, değerleme sonuçlarını işgörene bildirmemeyi tercih edebilmektedir. Performans değerleme aşamaları; değerleme kriterlerinin belirlenmesi, uygun değerleme yönteminin seçilmesi, değerleyicilerin seçilmesi, değerleme ve geribildirimden oluşmaktadır. Her bir aşama bilimsel ve sistematik bir şekilde yerine getirilmediği takdirde fayda yerine sakınca doğurabilmektedir. Aynı zamanda tüm diğer İKY işlevlerinde olduğu gibi performans değerleme işlevinde de kültür uyumlu davranmak gereklidir. Hassasiyet gösterilmesi gereken diğer bir işlev de iş güvenliği ve işgören sağlığıdır. İş güvenliği işverene, çalışanlarını iş kazalarına karşı koruma yükümlülüğü getirirken, işgören sağlığı meslek hastalıklarına karşı koruma yükümlülüğü getirmektedir. 4857 sayılı iş yasasının 77. maddesi, işverenleri “işyerlerinde iş sağlığı güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç gereçleri noksansız bulundurmak” ile yükümlü ve sorumlu kılmıştır (Kuru, 2004: 10). İKY koruma işlevi kapsamında, güvenli bir çalışma ortamı yaratmak, iş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenlerini saptamak, ortadan kaldırmak ve kayıp işgünlerini azaltarak verimliliği artırmak üzere gerekli faaliyetleri yürütür (Sadullah, 2008: 513). Türkiye, iş kazaları ve meslek hastalığı sonucu ölümlerde AB ülkeleri arasında birinci sıradadır. Alt işveren (taşeronluk) uygulaması, kayıt dışı istihdamın yaygınlığı, denetim sisteminin yetersizliği, işgücünün tarım sektöründen tarım dışı sektörlere göçü ve 58 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 çalışanların yaşamlarını sürdürmek adına ağır ve tehlikeli işlerde çalışmayı kabul etmesi, iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili önlemlerin maliyet olarak görülmesi gibi nedenlerle iş kazaları ve meslek hastalıkları artış göstermektedir (Karadeniz, 2012: 29). Kaybedilmiş iş günü sayısının yüksekliği ve yarattığı olumsuz sonuçları nedeniyle, İKY korumaya yönelik yasal gereklere uyma ve gereken önlemleri alma konusunda üst yönetimi etkilemelidir. Ücret yönetimi, çalışanların uzmanlıkları ve hizmetlerinin karşılığı olan kazanç ve ödüllerle ilgili ücret sistemlerinin tasarımı ve yönetilmesidir. Bu kapsamda örgütsel ve çevresel faktörlerin analizi, ücretleme amaç ve politikalarının belirlenmesi, dönemlik ücret artışı ve ayarlamalar, temel ücret hadleri, ücret paketi, devam ve performans durumlarına göre işgören ücretlerinin hesaplanması gibi çalışmalar yapılır (Ataay ve Acar, 2008: 412). Ücret, sadece nakdi ödemeden ibaret olmayıp, yan menfaatler diyebileceğimiz ayni /dolaylı ödemeleri de kapsar. İş değerlemesi, dengeli bir ücret yapısı oluşturmada yararlanmak üzere işlerin göreceli değer farklılıklarını belirleme çalışmalarıdır (Ataay, 2008: 346). İş değerlemesiyle, en fazla katma değer yaratan işe, yüksek ücret, en az katma değer yaratan işe asgari ücret verme yoluyla eşit, adil bir ücretleme sistemi oluşturulabilir (Saruhan ve Yıldız, 2012: 358). Yukarıda tanım düzeyinde verilen İKY işlevleri ve süreçleri içerik, anlam ve önem olarak sürekli devinim halindedir. İK anlayışı ve rolü de farklılaşmakta ve gelişim göstermektedir. Türk yazınında, değişik sektörlerde İK uygulamaları ve etkinliği konusunda bir tespitte bulunmak amacıyla yapılan araştırmalara rastlanmaktadır. Bir araştırmada (Uyargil ve Aydınlı Kulak, 2011: 225) Türkiye’de ilaç sektöründe farklı ölçekteki işletmelerde İKY uygulamalarında farklılaşan ve benzeşen yönler belirlenmeye çalışılmıştır. Araştırma sonucunda firma ölçeği açısından İK bölümlerinin yapılanmasında önemli farklılıklar olduğu, ancak İK’nın stratejik niteliği konusunda benzerlik sergilendiği saptanmıştır. Türkiye’de İKY uygulamalarının değerlendirilmesine dönük 50 kişiden fazla eleman çalıştıran sanayi işletmelerinde yürütülen bir başka araştırmada (Ardıç ve Döven, 2004: 97) İKY faaliyetlerinin olduğu, ancak yeterli düzeyde önem verilmediği, sadece asgari faaliyetlerin gerçekleştirildiği, işlevlerin uygulanmasında genelde klasik, basit ve ucuz yöntemlerin tercih edildiği belirlenmiştir. Bilişim sektöründe çalışanların perspektifinden, insan kaynakları uygulamalarının etkinliğini belirlemeye dönük bir başka araştırmada (Özgeldi ve Günay, 2010: 196), İKY ile çalışanlar arasında görüş farklılığı olduğu, çalışanların İK uygulamalarının etkin olmadığı yönünde görüş belirttikleri saptanmıştır. İçinde bulunulan gruba (işçi, işveren, yönetici gibi) göre görüşlerin farklılaşabileceği bilinmektedir. Bu 59 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 araştırmada, Türkiye’de büyük ölçekli işletmelerde, İK işlevlerinin nasıl uygulandığı belirlenmeye çalışılmıştır. Bu araştırmanın farkı, genel ancak daha geniş bir perspektif sunmasından kaynaklanmaktadır. İKY’ne ilişkin durum tespitine yönelik yapılan araştırmaların, İKY teorisi ile uygulamalarını karşılaştırma olanağı vereceği, bu şekilde eksikliklerin saptanabileceği ve uygulamacılar için öneriler geliştirilebileceği düşünülmektedir. 2. Araştırmanın Amacı Araştırmanın amacı, değişik sektörlerin farklı faaliyet konularında uğraş veren büyük ölçekli işletmelerde İKY anlayış ve uygulamalarıyla ilgili bir durum tespitinde bulunmaktır. Bu bağlamda İK bölümünün örgütteki yeri, önemi, amacı ve İKY işlevlerini uygulama biçimleri belirlenmeye çalışılmıştır. Ayrıca, büyük işletmelerde, İK uygulamalarının ne derece önemsendiği ve ne derecede bilimsel ve sistematik olarak yürütüldüğü, teoriyle ne ölçüde örtüştüğü hakkında bir keşifte bulunmak amaçlanmıştır. Böylece Türkiye’nin çeşitli yerlerinde farklı işkollarında faaliyet gösteren büyük işletmelerin İKY uygulamalarının bir değerlemesi yapılarak, uygulayıcılar için öneriler geliştirilmesi, dolaylı olarak da İKY’nin kurumsallaşmasına bir nebze de olsa katkıda bulunulması hedeflenmektedir. Bu çerçevede, yanıtları aranan araştırma soruları ana hatlarıyla şöyledir: İK’nın örgüt içindeki yeri, önemi ve amacı nedir? Personel yönetiminden İKY’ne geçişi nasıl açıklarsınız? Üst yönetimle çatışma konuları nelerdir? İşletmede işgören ihtiyacı nasıl belirlenmektedir? İşgören sağlama (bulma, seçme ve yerleştirme) süreci ne şekilde gerçekleşmektedir? İşgören eğitim ihtiyacı nasıl belirlenmekte, hangi eğitim yöntemleri kullanılmakta, eğitimden beklenen yararlar neler olmaktadır? Performans değerlemesi nasıl gerçekleşmekte sonuçları nerelerde kullanılmaktadır? Karşılaştığınız iş kazaları ve meslek hastalıkları nelerdir? Hangi önlemler alınmaktadır? 3. Araştırmanın Yöntemi Keşifsel türde tasarlanan araştırmada veriler, yapılandırılmış görüşme yoluyla elde edilmiştir. Bu amaçla, görüşmede İKY yöneticilerine yöneltilecek sorular, İKY işlevlerini esas alacak 60 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 şekilde hazırlanmıştır. Yapılandırılmış açık uçlu sorular; insan kaynakları bölümünün örgüt içindeki yeri, verilen önem, İKY ile üst yönetimin çatıştığı noktalar ve İKY işlevleriyle ilgilidir. Bu araştırmada, insan kaynakları planlaması, temini, eğitimi, performans değerlemesi, ücret yönetimi, güvenliği ve sağlığı (koruma) işlevleri dikkate alınmıştır. Araştırmada, İK ile örgütte çalışanların tümü kastedilmekte olup, yer yer işgören kavramı da kullanılmıştır. Araştırmanın evrenini Türkiye’de faaliyet gösteren büyük ölçekli işletmeler oluşturmaktadır. Büyük işletmelerin tercih edilmesinin nedeni, insan kaynakları bölümünün bulunma ihtimalinin yüksek olmasındandır. Bakanlar Kurulunun Kararına (2005) göre, “küçük ve orta ölçekli işletme iki yüz elli kişiden az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı veya mali bilançosunda herhangi biri kırk milyon Türk lirasını aşmayan ve bu yönetmelikle mikro işletme, küçük işletme ve orta büyüklükteki işletme olarak sınıflandırılan ekonomik birim ve girişimlerdir”. İki yüz elli ve üzeri çalışan istihdam eden işletmeler büyük ölçeklidir. Bu nedenle, araştırmada alt limit 250 çalışan olarak belirlenmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu bilgilerine göre, 2011 yılında Türkiye’deki girişimlerin %o1’ini oluşturan büyük işletme sayısı 2591’dir (TUİK, 4.3.2014 tarihli bülten). Böylesine büyük bir evrende nitel bir çalışma yapma zorluğu nedeniyle, kolayda örnekleme yoluna başvurulmuştur. Farklı faaliyet konularında çalışan ve 250‘nin üzerinde işgören çalıştıran işletmelerin insan kaynakları yöneticileriyle birebir görüşmeler yapılmıştır. Araştırmada yüksek lisans ve doktora öğrencilerinden oluşan anketör grup oluşturulmuştur. Anketörler sorular ve uygulama yöntemi hakkında bilgilendirilmiştir. Önceden yapılandırılmış sorular açık uçlu olarak sorulmuş ve yanıtlar alınmıştır. 2012 yılı Şubat ile 2013-Nisan ayları arasında yapılan araştırmada, Türkiye genelinde faaliyet gösteren 33 imalat, 22 hizmet ve 2 ticaret işletmesi olmak üzere toplam 57 büyük ölçekli işletmeye ulaşılmıştır. Nitel çalışmalarda 50 dolayındaki örnek büyüklüğünün yeterli olduğu ifade edilmektedir (Mason, 2010). Araştırmaya katılan 57 işletmenin listesi, makalenin ekinde yer almaktadır. İşletmelerin seçiminde doğru bilgi edinebilirlik ve ulaşılabilirlik kriterleri rol oynamıştır. Görüşme yöntemiyle elde edilen veriler içerik analizine tabi tutulmuş, kelime tekrar sayısından bazı frekans dağılım tabloları elde edilmiştir. 61 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4. Bulgular Bu başlıkta; insan kaynaklarına yaklaşım ile İK işlevleri olan; planlama, temin etme, eğitme, performans değerleme, ücret yönetimi, iş güvenliği ve işgören sağlığı ile ilgili bulgular yer almaktadır. 4.1. İnsan Kaynaklarına Yaklaşım Bu başlık altında, İK bölümünün örgüt yapısındaki yeri, personel yönetimi yerine İKY denmesinin nedenleri, üst yönetimle çatışma noktaları ve İKY’nin amacıyla ilgili bulgular yer almaktadır. 4.1.1. İKY’nin Örgüt Yapısındaki Yeri Büyük işletmelerin %89,5’inde bölüm, Personel Müdürlüğü yerine İnsan Kaynakları Müdürü/Direktörü/Koordinatörlüğü şeklinde adlandırılmaktadır. Tablo 1’den görülebileceği gibi sadece dört işletmede personel bölümü olarak İdari ve Mali İşlere bağlı bir alt birimdir. İki işletmede ise personelle ilgili dar kapsamlı işler Muhasebe Bölümünce yürütülmekte, İK/Personel bölümü bulunmamaktadır. Tablo 1’e göre, altı işletmede, Genel Müdürlük seviyesinde İKY söz konusudur. Atfedilen rol ise stratejik ortaklıktır. Üst yönetim İK çalışmalarına tam ve bilinçli destek sağlamaktadır. İK bölümü temel işlevlerle eşit konumda ve önemde görülmekte, politika oluşturma ve kararlarda eşit söz hakkına sahip bulunmaktadır. Aynı şekilde dokuz büyük işletmede doğrudan tepe yönetime bağlı İKY stratejik önemde görülmekte ve kurumun kararlarına ortak edilmektedir. Dolayısıyla işletme stratejileri belirlenirken ve önemli kararlar alınırken İKY görüşünün alındığını belirten on beş büyük işletme olmuştur. Tablo 1’den de görülebileceği gibi çoğu (%63) büyük işletmede İKB diğer bölümlerle eşdeğer düzeyde olup; genel müdür yardımcılarından birine bağlıdır. Bununla birlikte bu işletmelerin yarısı (18) için İKY’nin stratejik ortak rolünde olmadığı genellemesi yapılabilir. Daha ziyade vitrin rolündedir. Çünkü İKY’nin, işletmenin dışa açılan penceresi olarak görüldüğü tüm uygulamalarda üst yönetimden tam destek bulmadıkları belirtilmiştir. Üst yönetimin İKY işlevlerine (planlama, alım, işçi sağlığı ve güvenliği, ödül gibi) müdahalesi söz konusu olabilmektedir. 62 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 1. İnsan Kaynaklarının Örgüt İçindeki Yeri İnsan Kaynaklarının Yeri Frekans % Genel Müdür Yardımcısı (Üst Düzeyde) 6 10,5 Doğrudan Tepe Yönetime (Genel Müdür/ Yönetim Kurulu Başkanı/CEO) Genel Müdür Yardımcısına Bağlı (Diğer Bölümlerle Eşdeğer Düzeyde) İdari ve Mali İşler Müdürüne Bağlı (Alt düzeyde) 9 15,8 36 63,2 4 7,0 İnsan Kaynakları/ Personel Bölümü Yok 2 3,5 Tablo 1’e göre, işgören planlaması ve seçimi, iş analizi, performans değerleme, eğitim, ücret, kariyer planlama, sendikal ilişkilerin yürütülmesi, motivasyon ve çalışanların işletme bağlılığını artıracak sosyal aktiviteler, İnsan Kaynakları Müdürlüğü’nün işlevleri olarak belirtilmiştir. Personel sağlığı ve güvenliği, maaş/ücret bordrolarını hazırlama, özlük haklar, vizite, devam, izin, tayin gibi personelle ilgili kayıtların tutulması ve dosyalanması, çıkış işlemleri gibi yasal bildirimlerin yapılması ise personel müdürlüğünün işlevleri arasında sıralanmıştır. 4.1.2.Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş Nedenleri Tablo 2, personel yönetiminden insan kaynakları yönetimine geçişin nedenlerini ortaya koymaktadır. İnsan kaynakları yöneticilerinin çoğu, “insan kaynakları” ifadesinin çalışanların önemsendiğinin bir göstergesi olduğunu ve çalışanlara değer verildiğini algılattığını düşünmektedir. Günün gereklerine uygunluk, çalışanların beklenti ve işle ilgili isteklerinin artmış olması ve klasik personel bölümü anlayışının buna cevap vermekten uzak olması, bu konuya daha profesyonel yaklaşılması gereğini ortaya koymuştur. Küreselleşme, kaliteli üretim yapma zorunluluğu, insan kaynaklarıyla ilgili konulara daha profesyonel yaklaşılması gereği, vizyon değişikliği, kurumsallaşma ihtiyacı ve reorganizasyona gidilmesi gibi faktörler, personel yönetimi anlayışından insan kaynakları yönetimi anlayışına geçişin nedenleri arasında gösterilmiştir. Değişen ve küreselleşen dünya düzeni içinde şirketin personeliyle sadece maaş, emeklilik, özlük haklar v.s. konularıyla değil eğitimi, kariyeri, yaşam kalitesiyle ilgilenmesi gerektiği düşünülmekte, insan kaynağının rekabetin ve ayakta kalabilmenin ön koşulu olduğu vurgulanmaktadır. 63 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 2. Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş Nedenleri PY’den İKY’geçiş nedenleri Frekans % İnsana önem verildiğini algılatması 33 57,9 Profesyonel yaklaşım 12 21,1 Dünyadaki gelişmelerin yansıması 2 3,5 Uluslararası denetimler 2 3,5 Kurumsallaşma veya reorganizasyon 5 8,8 Kaliteli mal ve hizmet 2 3,5 Şirketin değişen vizyonu 1 1,8 Diğer taraftan, araştırma yapılan büyük işletmelerin bir kısmı, uluslar arası boyutta iş yapmaktadır. Böyle bir durum, İKY uygulamalarına yansıyabilmektedir. Bir İK yöneticisinin şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Markalar için fason iş yapıyoruz. Bu firmalar çalışma koşullarına önem vermekte ve denetlemektedir. İş kanunlarının dışında ekstra haklar istemekte ve kuralların uygulanıp uygulanmadığını denetlemektedir”. Dolayısıyla insan kaynakları yönetimi anlayışına geçilmesi kimi zaman bir zorunluluk olmaktadır. Bununla birlikte ”İnsan kaynakları bölümü olarak geçiyor ancak personel müdürü gibi çalışıyor. Temel evrak işlemlerinin dışında hemen hiçbir konuda bir insan kaynakları biriminin yürüttüğü süreçleri yönetebilecek kadro ya da çalışmaları neredeyse yok” diyerek sadece ad değişikliğinin yeterli olmadığını beyan eden İK yöneticisi de olmuştur. Benzer şekilde Türkiye’de etik kod oluşturarak kamuoyu ile paylaşan işletmelerin etik kodlarında insan kaynakları bilgilerine ve konularına ne düzeyde yer verdikleri araştırılmış ve Türkiye’deki işletmelerin çoğunun personel yönetimi mantığını henüz terk edemedikleri sonucuna ulaşılmıştır (Bayraktaroğlu ve Ersoy 2010: 120-127). Bununla birlikte büyük işletmelerde, İKY uygulamalarına geçiş konusunda giderek artan bir çabanın olduğu da söylenebilir. 4.1.3. Üst Yönetimle Çatışma Konuları Görüşülen işletmelerin insan kaynakları yöneticilerinin 39’u üst yönetimle çatışma yaşamadıklarını belirtmiştir. 18’i üst yönetimle zaman zaman çatışma yaşadığını belirtmiş, çatışma konuları arasında şunları sıralamışlardır: Çalışanlara sağlanan sosyal olanaklar, motivasyona yönelik çalışmalar, genel ücret artışı, terfi, tayin ve atamalar, kuralların uygulanması, uygun çalışma koşulları, eğitim maliyetleri, personel sayısı, işe alma konularında çatışma yaşanabildiği belirtilmektedir. Özellikle yarı kamu ve patron işletmelerinde işe alma, atama, tayin, eğitim kararlarına üst yönetimce müdahale edildiği, İK 64 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 bölümünün ise gerekli işlemlerin yürütülmesinden sorumlu tutulduğu ifade edilmektedir. Ücret yönetimi konusunda sadece veri sağladıkları, ücret yönetiminin önemli ölçüde üst yönetimin kontrolünde olduğu belirtilmiştir. 4.1.4. İKY’nin Amacı İKY’nin amaçları, araştırmaya katılanların kendi ifadeleriyle aşağıdaki gibi olup, teoriyle büyük ölçüde uyum göstermektedir. Doğru işe doğru kişinin seçilmesini sağlamak, Verimliliği artırmak ve çalışanların ihtiyaçlarını karşılayarak iş tatmini yaratmak, İşletmede çalışanlarla ilgili sorunları çözmeye çalışmak, İnsan kaynakları politikalarını oluşturmak, Performanslarını artırmak, mutlu ve huzurlu bir iş ortamı sağlamak, Çalışanların yetkinliklerini geliştirmek, Verimliliğin artırılması amacıyla çalışanların performanslarına göre doğru değerlendirme yapılabilmesini sağlamak, Personelin yasalar, yönetmelikler ve prosedürler dahilinde çalışmalarını sağlamak, eğitim ve gelişimlerini sağlayacak planları oluşturmak, işletmeye kalifiye işgücü kazandırılmasını sağlamak, Çalışanların bireysel çıkarlarıyla kurumun çıkarları arasında optimum denge aramak, Çalışanlara yatırım yaparak onlardan en üst düzeyde fayda sağlamak, Firmaya bağlı, mesleğine ve işine düşkün, hedeflerine kilitlenen çalışanlar yetiştirmek, Şirketin personele objektif yaklaşmasını sağlayarak şirket içi ahengi ve barışı korumak, İşletmenin kurumsal değerlerine ve stratejik hedeflerine uygun personelin istihdamını ve personelin özlük haklarını sağlamaktır. 4.2. İnsan Kaynakları Planlaması İşletmelerin personel ihtiyacını niteliksel ve sayısal olarak nasıl belirledikleri de öğrenilmek istenenler arasındadır. Mevcut üretim ve satış miktarı, yeni ürün ve yeni pazar, kapasite değişimleri, teknolojik değişiklikler yeni ekipman ve hizmetler, yasal zorunluluklar, faaliyet 65 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 alanındaki değişiklikler, artan iş hacmi, personel hareketleri, yeni yatırımlar, iş geliştirme kararları, üretim planları, dönemsel ihtiyaçlar, işten ayrılanlar gibi faktörler personel ihtiyacını gündeme getirebilmektedir. Tablo 3, araştırma yapılan büyük işletmelerde insan kaynağı ihtiyacını belirleme yöntemlerini göstermektedir. Tablo 3. İnsan Kaynakları İhtiyacını Belirlemede Yararlanılan Yöntemler İK İhtiyacı Belirleme Yöntemleri Frekans % Personel talep form 36 63,2 Norm kadro 15 26,3 Yedekleme planı 4 7,0 Sayısal yöntem (trend analizi ve iş yükü analizi) 2 3,5 Tablo 3’e göre, personel ihtiyacını belirlemede iş analizine (iş tanımı ve iş gerekleri) dayalı norm kadroyla yöneticilerin görüşlerine (yargısına) dayalı personel talep formu uygulaması yaygındır. Bütçe döneminde birimlerden gelen talepler doğrultusunda ihtiyaç belirlenmektedir. Personel talepleri, bütçe müdürü onayı ve genel müdür onayından sonra karşılanmaktadır. Diğer bir uygulama da, organizasyon ve planlama bölümü tarafından yapılan norm kadro çalışması ile bölüm talepleri karşılaştırılmakta, mutabakat sağlanmakta ve genel müdür onayladıktan sonra personel sağlama yoluna gidilmektedir. 4.3. İnsan Kaynakları Temini (Bulma-Seçme-Yerleştirme) İK temini iç ve dış kaynaklardan olabilmektedir. İşletmelerin büyük bir çoğunluğu personel ihtiyacını öncelikle iç kaynaklardan sağlamakta, sonra dış kaynaklara yönelmektedir. Sadece iki işletme önceliği dış kaynağa vermektedir. 4.3.1. Bulma ve Temin Araçları Tablo 4, iç kaynaklardan personel sağlama yöntemlerini göstermektedir. Personel ihtiyacını iç kaynaklardan sağlama yöntemi, genellikle enformel araştırma ve performans değerlemedir. Bazı işletmeler, yönetici görüşlerine dayalı enformel araştırmayla belirlenen adaylara mülakat veya sınav da uygulamaktadır. Özellikle yönetim pozisyonlarına atamada, performans puanı ile yapılan sınav veya mülakat sonuçları bir arada kullanılmaktadır. Bu uygulamalar, özel işletmelerde personel sağlamada liyakat ilkesine dikkat edildiğini gösterebilir. 66 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 4. İç Kaynaklardan Personel Sağlama Yöntemleri İç Kaynaklardan Personel Seçme Yöntemleri Frekans % Enformel araştırma (yönetici takdiri-teklif) 17 29,8 Personel beceri envanteri/özgeçmiş arşivi 5 8,8 Şirket içi duyurular + Mülakat 9 15,8 Performans Puanı + Mülakat 8 14,0 Performans (Tezkiye) Belgesi+ Yönetici görüşü 4 7,0 Yükselme Sınavları + Performans Puanı + Yönetici görüşü 14 24,6 Personel ihtiyacını dış kaynaklardan sağlama gereği ortaya çıktığında en çok kullanılan yöntemler internet siteleri (kariyer.net, yenibiriş.com, secretcv.com, kendi web siteleri, facebook, twitter gibi) ve duyurudur (Tablo 5). Nitekim Türkiye’de büyük sanayi kuruluşlarında yapılan bir araştırmada, internet üzerinden işe alım (e-alım), büyük ölçüde yararlanılan bir yöntem olarak bulgulanmıştır (Bingöl, vd. 2007:104). Tablo 5. Dış Kaynaklardan Personel Sağlama Yöntemleri Dış Kaynaklardan Personel Seçme Yöntemleri Frekans % İnternet siteleri 41 71,9 İlan (duyuru) 32 56,1 İŞKUR 8 14,0 Kişisel Başvurular 16 28,1 Mevcut personelin ve tanıdıkların önerileri 16 28,1 Özel istihdam büroları/Kafa avcıları 7 12,3 Meslek liseleri/Üniversiteler/Kariyer günleri 4 7,0 Diğer (Stajyerler, İNKAY, Çukurova İK Grubu) 4 7,0 NOT: Bu soru yanıtlanırken, birden fazla yöntem belirtildiği için toplam %100’ü aşmaktadır. Yaptığımız araştırmaya göre, işletmeler dış kaynaklardan aday sağlamada genellikle birden fazla yöntemi bir arada kullanmaktadır. Özel istihdam büroları, daha ziyade profesyonel ve yönetsel pozisyonlar için aday bulmada başvurulan kaynaktır. İŞKUR kanalıyla eleman sağlamak bir takım vergi gibi istisnalar sağladığından kullanımı artmıştır. Diğer yandan İKY’lerinden oluşan bilgi paylaşım ağları (Çukurova İK grubu, İNKAY yöneticiler derneği gibi) azda olsa eleman sağlamada kullanılmaktadır. 67 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4.3.2. Seçme Araştırma yapılan büyük işletmelerde genellikle aşağıdaki aşamalar kullanılarak personel seçimine gidilmektedir. Aynı zamanda, referans kontrolü yaptığını belirten işletmeler de olmuştur. Ön Eleme Sınav/Test Mülakat Ön Eleme Mülakat Seçim (24 işletme) Seçim (33 işletme) Ön Eleme: Başvuruların kabulü, incelenmesi ve ön görüşme ön elemede yapılan işlerdir. Ön eleme işi büyük bir çoğunlukla insan kaynakları bölümünce yapılmaktadır. Eleme şu şekillerde olabilmektedir: Personel ihtiyacı ortaya çıktığında başvurulardan oluşmuş aday havuzu içinden işin gereklerine uygun adaylar sınava veya mülakata davet edilmektedir. İşe başvuranlarla ön görüşme yapılmakta ve onlara iş başvuru formu doldurmaları istenmektedir. Bu iki işlem ön eleme aracı olarak kullanılmaktadır. Az da olsa telefon mülakatını ön eleme aracı olarak kullanan işletmeler bulunmaktadır. KPSS da bir ön eleme aracı olarak kullanılmaktadır. İhtiyaca göre belli bir puan aralığındaki kişiler kurum sınavı veya mülakatına davet edilmektedir. Sınav/Test: 13 işletme seçim sürecinde sınav/test yapmaktadır. Genellikle genel yetenek ve mesleki bilgi testleri, yabancı dil testleri, yazılım kullanma testleri uygulanmaktadır. Bu testlere ilave olarak 7 işletme alet testleri uygularken, sadece 6 işletme kişilik testi uyguladığını belirtmiştir. Bir işletme online sınav yapmaktadır. Mülakat: Mülakat adayla yapılan yüz yüze görüşme olup, en çok kullanılan seçim aracıdır. Mülakat kurulunda genellikle İKY, talepte bulunan departman yöneticisi, genel müdür veya genel müdür yardımcılarından birinin olması yaygın bir uygulamadır. Ön görüşmeyi genellikle İKY yapmaktadır. İşletmelerin yarıdan fazlası ön elemeden sonra mülakat yaparak eleman ihtiyacını karşılamaktadır. Bazı işletmelerde sözlü ve teknik mülakat olmak üzere iki mülakat yapılmaktadır. Sözlü mülakatta adayın şirket kültürüne uygunluğu ve kişisel özellikleri değerlendirilirken, teknik mülakatta teknik bilgiyi ölçen kısa testler uygulanmaktadır. Çoğu işletmede yabancı dil, teknolojiye yatkınlık ve iş deneyimi aranan özelliklerdir. 68 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4.3.2. Yerleştirme Adaylar arasından işin gereklerine en uygun adaylar seçildikten sonra, iş teklifinin ve iş sözleşmesinin bazen iş başı denemesinin yapıldığı aşamadır. Seçim sürecine oryantasyonu dahil eden işletme sayısı 5 olup, bunun 2’si oryantasyondan sonra seçim kararı verdiğini belirtmiştir. 4.4. İnsan Kaynaklarının Eğitimi Eğitim işleviyle ilgili sorularda; eğitim verilip verilmediği, eğitim yöntemleri, eğitim ihtiyacını belirleme yöntemleri ve eğitimle güdülen amaçlar/yararlar saptanmaya çalışılmıştır. 4.4.1. Eğitim Yöntemleri Eğitim faaliyeti tüm işletmelerde söz konusu olup, gerek iş başı, gerek iş dışı eğitimler verilmektedir. İş başı eğitim yöntemleri; rotasyon, oryantasyon, delegasyon, yönetici gözetiminde eğitim iken; iş dışı eğitimler anlatım (seminer, kurs, konferans, panel, sempozyum), örnek olay, işletme oyunları, rol oynama, gözlem gezileri ve fuarlara katılım şeklindedir. Eğitim yöntemleri teoriyle önemli ölçüde örtüşmektedir (Geylan, 2002: 128-136; Budak, 2013: 300-305). E-eğitim sadece beş işletmede yapılmaktadır. Yönetici geliştirme programları çoğu işletmede söz konusu olup, yöneticilerin bilgi ve becerilerini geliştirerek yönetim fonksiyonunun etkinliğini artırmak, verimli, etkili yetenekli lider yöneticiler yetiştirmek amaçlanmaktadır. Eğitim konuları daha ziyade mesleki beceri, kişisel gelişim konularında olmaktadır. İş güvenliği ve işçi sağlığı, ilk yardım ve çevre eğitimleri yasal bir zorunluluktur. O nedenle eğitim konuları arasında mutlaka yer almaktadır. Eğitim işlevi bazı büyük işletmelerde ayrı bir bölüm olarak yer almaktadır. Eğitim, büyük işletmelerde bağlı birimler, kullanılan yöntemler ve içerik olarak en kapsamlı işlevlerden biridir denilebilir. İK yöneticileri eğitimin işletmeye ve işgörene katkısına tamamen katılmaktadırlar. Bununla birlikte eğitimde en önemli sorunlar; “eğitimin geri dönüşünün uzun olması”, “maliyeti”, “zaman” ve “eğitilen elemanın işten ayrılma olasılığıdır”. 4.4.2. Eğitim İhtiyacının Belirlenmesi Tablo 6, eğitim ihtiyacını belirleme yöntemlerini göstermektedir. Tablodan da görülebileceği gibi, büyük işletmeler eğitim ihtiyacını belirlerken, daha çok performans değerlemesi sonuçları ile bölümlerin eğitim ihtiyaç taleplerini dikkate almaktadırlar. Eğitim ihtiyacını belirleme yöntemleri teoriyle benzerlik göstermektedir (Özçelik, 2008: 201-210). 69 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 6. Eğitim İhtiyacını Belirleme Yöntemlerinin Dağılımı Eğitim İhtiyacını Belirleme Yöntemleri Frekans % Eğitim ihtiyaç talep formu veya anketleri Yetkinlik ve performans değerlemesi sonuçları Değişim (yeni ürün veya teknolojik değişim, yasa, 17 22 6 29,8 38,6 10,5 4 2 2 4 7,0 3,5 3,5 7,0 yönetmelik ve mevzuat değişimi, görev değişiklikleri v.s.) Kariyer planları İş kazaları Stratejik iş hedefleri İş analizi 4.4.3. Eğitimle Güdülen Amaç/Faydalar Büyük işletmeler, insan kaynaklarının eğitimiyle teoriyle de (Geylan, 2002: 122; Özçelik, 2008: 194) örtüşen amaç ve yararlardan söz etmektedirler. Maliyet-yarar ilişki net ortaya konulamamış olsa da eğitimin uzun vadede katkısına inanılmaktadır. Temel amaç, işin gerektirdiği yetkinlik, bilgi, beceri ve davranışları kazandırarak işletmeyle bütünleşmelerini sağlamak şeklinde ortaya çıkmıştır. Beklenen yararlar şunlardır: Motivasyonu artırmak İş kazasını engellemek Müşterilere daha iyi ve kaliteli hizmet sunmak Sosyal etkileşim sağlamak Bireysel performansı artırmak Çalışana değer verildiğini hissettirmek, aidiyet ve bağlılık duygusunu artırmak Çalışanın başarma duygusunu besleyerek kariyer hedeflerine ulaşmasını sağlamak Hata oranını düşürmek Örgüt kültür ve değerlerini aşılamak Çalışanların özgüvenlerini artırmak 4.5. Performans Değerleme Performans değerleme konusunda; değerleme yapılıp yapılmadığı, yöntemleri, değerleme sonuçlarının personele bildirilip bildirilmediği, değerlendirme sonuçlarının nerelerde kullanıldığı ve değerleme hataları ile ilgili bilgiler edinilmeye çalışılmıştır. 70 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4.5.1. Performans Değerlendirme Yöntemleri Performans değerlemesi de tıpkı hizmet içi eğitim gibi araştırma yapılan büyük işletmelerde önemli ölçüde var olan, yöntem, sistem olarak gelişmiş, önemsenen bir İKY işlevidir. Sadece üç işletme performans değerlemesi yapmadığını ancak gelecekte bu uygulamaya geçmeyi hedeflediklerini belirtmiştir. Genellikle değerlendirme çalışanın ilk yöneticisi tarafından yapılmaktadır. İki işletmede üç ayda bir, beş işletmede altı ayda bir, genelinde ise yılda bir yapıla gelmektedir. Büyük işletmelerde daha çok performans değerleme sistemi olarak, faktör puan bazlı yetkinlik değerlemesi ile dereceleme ölçeği yöntemi kullanılmaktadır. Çağdaş performans değerleme yöntemleri uygulayan işletmeler de bulunmaktadır. Bu yöntemlerden, hedef bazlı performans değerleme sistemi uygulayan işletmeler (9) bulunmaktadır. Az sayıda da (6) olsa astlara öz değerlendirme yaptıran işletmeler de bulunmaktadır. Aynı değerleme ölçütlerine hem amiri hem de kendisi puan vermektedir. 360 derece performans değerlemesi yedi işletmede uygulanmaktadır. Değerlemeyi işletme intranet sitesi üzerinden yapan işletmeler çoğunluktadır. İşlemler internet ortamında kayıt altına alınmakta ve sistemin güvenli olması sağlanmaktadır. Değerlenen ve değerleyen bilgisayar ortamında birbirinin yanıtlarını ve puanlarını görebilmektedir. 4.5.2. Geribildirim Genellikle performans değerleme sonuçları çalışanlara bildirilmekte ve çalışanlara itiraz etme hakkı tanınmaktadır. Bu şekilde hedefler, sapmalar ve nedenleri birlikte değerlendirilmektedir. Tablo 7, büyük işletmelerde geribildirime ilişkin yaklaşımları ortaya koymaktadır. Buna göre, 15 işletme değerleme sonuçlarının gizli tutulduğunu belirtmiştir. Bu işletmelerin üçü personelin eksik yönlerinin kendisine bildirilmesi konusunda mevzuatta hüküm bulunduğu veya prosedürde olduğu, ancak uygulamada yapılmadığını ifade etmiştir. Amir-personel ilişkisinin zedelenebileceği, iş ortamındaki huzurun bozulabileceği, başarılı bulunan personelin işi savsaklayabileceği, başarısız bulunan personelin ise kişisel çatışma yaratabileceği endişesi, geribildirimin gizli tutulmasının nedenleri olarak gösterilmektedir. 71 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Tablo 7. Geribildirime Dönük Yaklaşımlar Geribildirime dönük yaklaşımlar Frekans % Değerleme sonuçları gizli tutulmaktadır 15 26,3 Değerleme sonuçları personelle paylaşılmaktadır Yetersizlik halinde personele bildirilmektedir 40 70,2 2 3,5 Geribildirimde bulunan işletmelerde süreç sorunsuz işlememektedir. Geribildirimde bulunduklarını belirten bazı İK yöneticileri bunun sağlıklı işlemediği görüşünü taşımaktadır. Bir yöneticinin,“Yapılan performans değerlemesi sonuçları astlara bildirilmekte, ancak toplumsal olarak geribildirim almaya ve eleştirilmeye açık olmadığımız için sorunlar yaşanabilmektedir” şeklindeki ifadesi durumu açıklamaktadır. Nitekim yapılan bir çalışmada (Sümer, 2000: 79) Türkiye gibi güç aralığının yüksek olduğu kültürlerde, geleneksel yukarıdan aşağı yapılan performans değerlemenin daha kabul göreceği ve 360 derece değerlendirme ve geribildirim gibi radikal ve eşitlikçi uygulamaların pek sıcak karşılanmayacağı belirtilmektedir. Hastane işletmelerinde (3) sadece hekimlere performans değerlemesi uygulanmakta ve değerleme sonuçları ücreti direk etkilediği için hekimlerle paylaşılmaktadır. Bu durum geribildirimin zorunluluktan da kaynaklanabileceğini göstermektedir. İki işletme yetersizlik halinde bildirimde bulunduğunu, olumlu ise buna gerek duyulmadığını belirtmektedir. 4.5.3.Performans Değerleme Sonuçlarının Kullanım Yerleri Tablo 8’den de görülebileceği gibi performans değerleme sonuçları en çok terfi, ücret artışı ve eğitim ihtiyacını belirlemede kullanılmaktadır. İşgörenle ilgili pek çok önemli kararda performans değerleme sonuçlarının etkili olduğu görülmektedir. Tablo 8. Performans Değerleme Sonuçlarının Kullanım Yerlerine Göre Dağılımı Değerleme Sonuçlarını Kullanım Frekans % Yerleri Eğitim İhtiyacını belirleme 22 38,6 Ücret artışı 34 59,6 Prim 12 21,1 Ödüllendirme 8 14,0 Temettü dağıtımı 4 7,0 Terfi/yükseltim 44 77,2 Görev değişikliği 11 19,3 İşe devam kararı/iş feshi 13 22,8 NOT: Bu soru yanıtlanırken, birden fazla kullanım yeri belirtildiği için toplam %100’ü aşmaktadır. 72 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4.5.4. Performans Değerlemede Hata Kaynakları Personelle ilgili pek çok kararda temel alınan performans değerlemesi sorunsuz bir uygulama değildir. Bu nedenle değerleme hataları ve karşılaşılan sorunlar da anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu konuda çok fazla görüş belirtilmemiş olsa da, bazı İK yöneticileri, ön yargılar ve kişisel duyguların objektifliği etkilediğini, ekmeğiyle oynamayayım düşüncesiyle yüksek puan verilerek aşırı hoşgörü hatası yapıldığını ve yıl içinde yeterli zaman ayırmayarak, yapılması gerektiği için yapılmasının işi ciddiyetten uzaklaştırdığını ifade etmişlerdir. 4.6. Ücret ve Yan Menfaatler Ücret yönetimi konusunda katılımcılardan, ücretin nasıl belirlendiği, yan menfaat ve sosyal haklar sağlanıp sağlanmadığı konusunda bilgi edinilmeye çalışılmıştır. 4.6.1. Ücret Seviyesi Belirleme Kriterleri Tablo 9’da, ücret seviyesini belirleme kriterleri yer almaktadır. Ücret seviyesinin belirlenmesinde rakiplerin ücretleri, işgörenin performans sonuçları ve ekonomik/ yasal koşullar oldukça belirleyicidir. Türkiye’de İK uygulamaları üzerine yapılan bir araştırmada (Ardıç ve Döven, 2004: 90) benzer şekilde performans değerleme ve piyasa ücret düzeyi ücret seviyesini en çok etkileyen faktörler olarak belirlenmiştir. Sendikalı çalışanların olduğu yerlerde toplu iş sözleşmesi belirleyici olmaktadır. Çok az işletmede iş değerlemesi ücretlemede baz alınmaktadır. Sabit ücret + prim veya genel ücret + performans uygulaması yaygındır. Ücret politikalarından “Ücret konusunda gizlilik” ile “Olabildiğince düşük ücrette anlaşılması” çoğu işletmede uygulanan gizli ücret politikalarıdır. Rekabetin bunda etkili olduğu düşünülmektedir. Tablo 9. Ücret Seviyesi Belirleme Kriterleri Ücret Seviyesi Belirleme Kriterleri Frekans % Rakiplerin ücretleri (piyasa ücret seviyesi) Ekonomik ve yasal koşullar (enflasyon, şirketin ödeme gücü, sonuçları asgari ücret, rekabet edebilirlik v.s.) Performans Toplu iş sözleşmesi/sendika İş değerlemesi 22 9 18 9 6 38,6 15,8 31,6 15,9 10,5 NOT: Bu soru yanıtlanırken, birden fazla kriter belirtildiği için toplam %100’ü aşmaktadır. Çoğu büyük işletmede sendika bulunmamaktadır. Dokuz işletmede sendika bulunmaktadır. Sadece dört İK yöneticisi sendikaya gerek bulunduğunu, bunun demokrasinin bir gereği olduğunu belirtmiştir. Sendika olmaması, çalışma ilişkilerinin düzenlenmesinde İKY’ne daha 73 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 fazla sorumluluk yüklemektedir. Bir İK yöneticisi “...vardiya toplantıları yapmak, çalışan temsilcilerini dinlemek, piyasaya göre ücret ve yan menfaatler sağlamak, işletmenin çıkarlarıyla personel çıkarları arasında denge sağlamak, huzurlu ve uyumlu bir iş ortamı yaratmak gibi yollarla sendikaya ihtiyaç duyulmaması için çaba göstermekteyiz” sözleri İKY’nin bu sorumluluğuna işaret etmektedir. İKY çalışma ilişkilerini düzenlemek ve çalışma barışını sağlamak için üst yönetim ile çalışanlar arasında uzlaştırıcı rol oynamak durumundadır. 4.6.2. Yan Menfaatler Sekiz büyük işletmede sosyal yardımlar ve yan menfaatler bulunmamaktadır. Diğer büyük işletmelerde; ikramiye, fazla mesai, harcırah ödemeleri, yemek ve ulaşım hizmetleri, yıllık izin yardımı, yakacak yardımı, bayram harçlığı, evlilik, doğum, ölüm yardımı, gıda yardımı, yakacak yardımı, kira yardımı, çocuk yardımı, ürün yardımı, temizlik malzemesi yardımı, eğitimini sürdüren personele maddi destek, özel sağlık sigortası, lojman, ücretsiz internet erişim ve konuşma süreleri gibi yan menfaatlerden bazıları bulunmaktadır. Yönetim kurulu üyeleri, genel müdür yardımcısı, grup başkanlarına, şube müdürlerine, araç tahsisi, benzin, business kredi kartı, notbook, check-up, ferdi kaza sigortası gibi ek menfaatler sağlayan işletmeler de bulunmaktadır. 4.7. İş Güvenliği ve İşgören Sağlığı İK yöneticilerinden, meslek hastalıkları ve iş kazaları ile alınan önlemler konusunda bilgi edinilmiştir. 4.7.1.Meslek Hastalıkları ve İş Kazası Hizmet sektörü, imalat sektörüne göre meslek hastalıkları ve iş kazaları açısından daha düşük risk içermektedir. OHSAS 18001 İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetim Sistemi, 7 büyük işletmede bulunmaktadır. Dikkatsizlik ve koruyucu ekipman kullanılmaması, kazaların en önemli nedenleri olarak gösterilmiştir. İmalat sektöründe uzuv sıkışması, kesik ve kırıklar sık karşılaşılan iş kazalarının yol açtığı durumlardır. Hizmet sektöründe daha çok trafik kazası sonucu yaralanma ve ölüm yaşanabilmektedir. İmalat sektöründe meslek hastalıkları daha çok akciğer rahatsızlıkları, solunum yolları enfeksiyonları, bel ve boyun ağrıları, işitme kaybı şeklinde iken hizmet sektöründe; kireçlenme, eklem ağrıları, görme bozukluğu, sinir hastalıklarıdır. 74 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4.7.2.Alınan Önlemler İş güvenliği ve işgören sağlığı konusunda alınan tedbirlerin başında eğitim ve koruyucu ekipman kullandırma gelmektedir. Bir İK yöneticisi işgören güvenliği konusunda şu açıklamayı yapmıştır. “Risk analizi yapmak tüm işletmelere 2013 yılından itibaren yasal bir zorunluluk olarak getirilmiştir. En az 50 işcinin çalıştırıldığı iş yerlerinde ilk yardım, acil tedavi ve diğer koruyucu sağlık hizmetleri düzenlemek için, iş yeri hekimi, iş sağlığı kurumu ve uzmanı ve ilk yardım araçlarının bulundurulması, personele iş sağlığı ve güvenliği konusunda eğitim verilmesi ve işletmenin olası tehlikelere karşı gerekli önlem almış şekilde inşa edilmesi yasal bir gerekliliktir. Bunları yerine getiriyoruz.” 6331 sayılı iş sağlığı ve güvenliği kanunu ile işyerlerinde İSG uzmanlarının görevlendirilmesinde 50 işçi sınırı kaldırılmış, bu hizmetlerin yerine getirilmesinde devlet desteği ve çalışanların görüşlerinin alınmasına yer verilmiştir (Kılkış, 2013: 14). Bu nedenle, işletmelerin kanuni gereklilikleri yerine getirme konusunda daha özenli davranacakları beklenebilir. Hizmet sektöründe yer alan işletmelerden 6’sı, iş kazası ve meslek hastalıkları riskinin düşük olduğunu, bu konuda herhangi bir tedbir almadıklarını belirtmişlerdir. Hizmet sektörü daha ziyade trafik kazalarını önleyici çaba içindedir. Buna yönelik, hız sınırı koymak, yüksek güvenlik profilli araçlar almak/kiralamak, işe alım sürecinde adaylara direksiyon sınavı uygulamak, araçların düzenli bakım ve yenilenmesini sağlamak, gece seyahati yaptırmamak gibi önlemlerden söz edilmiştir. Hastanelerde ayrıca hijyenik ortamın sağlanmasına çalışılmaktadır. İmalat sektöründe iş kazaları ve meslek hastalıklarını önlemek amacıyla periyodik eğitimler yanı sıra, işyerinde koruyucu ekipman kullandırmak, meslek hastalığıyla ilgili yasal testler ile periyodik sağlık kontrolleri yaptırmak, elektrik tesisat ve araç- makine bakımı yaptırmak, yeni alınan personelden ağır ve tehlikeli işlerde çalışabileceğine dair rapor almak, uyarı levhaları, ikaz lamba ve sirenleri taktırmak, kaymaz zemin oluşturmak ve fiziksel koşulları iyileştirmek gibi önlemlerden söz edilmiştir. 75 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 5. Sonuç Teoride ve uygulamada işletmelerin rekabet edebilmesi, başarılı olması ve büyümesinde insan kaynakları kilit faktör olarak kabul edilmektedir. İK uygulamalarını stratejik bir süreç olarak ele almak, buna göre yapıyı, sistemi ve anlayışı değiştirmek, personel anlayışından insan kaynakları anlayışına geçişin önemli bir göstergesi sayılmaktadır. Bununla birlikte uygulamada, yönetmelik ve sistemlerle desteklenmiş İK bölümü yanı sıra moda olduğu için İK bölümü oluşturup, bölümü vitrin olarak yansıtan işletmeler de bulunmaktadır. Büyük işletmelerde İK anlayışı ve işlevsel uygulamaların daha kapsamlı ve sistematik olması beklenen bir durumdur. Araştırma sonucunda, İK yaklaşımı ve işlevlerinin uygulanmasına yönelik aşağıdaki çıkarsamalar yapılabilir. Görüşülen insan kaynakları yöneticilerinin tamamı, insan kaynaklarının önemli olduğunu, yatırım yapılması gerektiğini kabul etmektedirler. İKY amaçları işgören verimliliğini artırmaya ve iş yaşamının kalitesini artırmaya yönelik olup, teoriyle örtüşmektedir. Bununla birlikte, bazı işletmelerin kamuoyuyla paylaştıkları etik kodlar ve İK söylemlerinin, daha ziyade örgüt imajı kaygısıyla yapıldığı bilinmektedir (Bayraktaroğlu ve Ersoy, 2010: 122). Araştırmada ortaya konan İK amaçları; yetenekli insanları şirkete kazandırmak, şirkette tutmak ve geliştirerek başarıya odaklamak, personel sorunlarını çözmek, mutlu ve huzurlu bir iş ortamı sağlamak, çalışanların yetkinliklerini geliştirmek ve onların kariyer beklentilerini karşılamak, doğru kişileri işe almak ve doğru başarı değerlemesi yapmak, İK politikaları oluşturmak, işgören ile örgüt çıkarlarını dengelemek, çalışanlardan en üst düzeyde yararlanmak, şirketin çalışana objektif yaklaşmasını sağlamak, şeklinde özetlenebilir. Buradan hareketle İK yöneticilerinin, İK uygulamalarının etik çerçevede yürütülmesinde, şirket ile işgören amaçlarının dengelenmesi ve bütünleştirilmesinde, anahtar role sahip olduğu anlaşılabilir. İşinin kolay olmadığı da görülebilir. Bu nedenle üst yönetimin, İKY’ne mutlak ve bilinçli desteği temel koşuldur. Aksi İKY’ne vitrin görüntüsü verebilir. Büyük işletmelerin çoğunluğu, personel yönetiminden İK yönetimi anlayışına geçtiklerini, bunun en önemli nedeninin, ‘insana önem verildiğini algılatması’ olduğunu ifade etmişlerdir. İKY bölümü, organizasyon yapısı içinde farklı seviyelerde olsa da, tüm işlevleriyle varlığını sürdürmektedir. İşletmeler genellikle, insan kaynakları yönetimi aracılığıyla, kurum kültürlerine uyum sağlayacak, ekip çalışmasına yatkın, başarı odaklı, gelişime açık, örgütsel bağlılığı yüksek, iş odaklı çalışan kitlesi yaratmak istemektedirler. Genel olarak büyük işletmelerde, İK anlayışı profesyonelleşmiş ve olgunlaşmış düzeydedir denilemese de giderek bu konuda belli bir bilinç uyandığı ve çaba gösterildiğini söylemek mümkündür. 76 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Araştırmanın, İK planlaması, temini, eğitimi, değerlendirilmesi, ücretlendirilmesi, korunması işlevlerine ilişkin bulgu ve değerlendirmeleri ise şöyledir: İK planlamasında daha çok yargısal talep tahmini ile iş analizine dayalı norm kadro yöntemi kullanılmaktadır. Sayısal tahmin yöntemleri çok az kullanılmaktadır. İK ihtiyacı öncelikle iç kaynaklardan temin edilmektedir. İç kaynaklardan temin etmede yararlanılan yöntemler daha çok; enformel araştırma, yükselme sınavları ve performans değerlemedir. Dış kaynaklardan personel sağlamada, internet siteleri ve ilanlar önde gelmektedir. Seçim sürecinde; ön eleme sınav/test mülakat veya ön elememülakat en çok kullanılan tekniklerdir. Büyük işletmelerin tamamı çalışanlarının eğitimine önem vermekte ve bu çerçevede iş başı ve iş dışı eğitimler verilerek yönetsel, mesleki, teknik ve kişisel gelişimleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Çoğu özel işletme, kamuda fazla rastlanmayan, ‘yönetici geliştirme programları’ düzenlemektedir. Bu özel işletmelerin, sadece deneyimi yeterli bulmadığı, yönetimin öğrenilebilir bir bilgi olduğunu benimsediğini göstermektedir. Performans değerleme sistemi, büyük işletmelerin tamamına yakınında bulunmaktadır. Büyük işletmelerin yarıdan fazlası değerlendirme sonuçlarını personele bildirmektedir. Yarıya yakını geribildirim vermeyerek değerlemeden elde edilecek yararı düşürmektedir. Bu işletmelerde ‘çatışma yaratır’ korkusu duyulması, geribildirim yöntemleri konusundaki bilgi eksiği olduğunu çağrıştırmaktadır. Değerleme sonuçları en çok terfi, ücret artışı ve eğitim ihtiyacını belirleme kararında kullanılmaktadır. Ön yargılar ve kişisel duygular değerlemedeki en ciddi hata kaynakları olarak görülmektedir. Ücret ve yan menfaatleri belirlerken, genellikle piyasa ücret düzeyi dikkate alınmaktadır. Kıdem, şirketin ücret politikası, eğitim, yasal zorunluluklar (iş kanunu, asgari ücret vs.), pozisyon ve unvan gibi konular da ücret seviyesini etkileyen faktörlerdir. Çoğu büyük işletmelerde başta yemek ve ulaşım olmak üzere yan menfaatler bulunmaktadır. ‘Gizlilik ilkesi’ ve ‘olabildiği kadar düşük ücrette anlaşma’ yaygın ücret politikalarıdır. 2013 yılında bütün işletmelerde işyerlerinde risk analizi (değerlendirmesi) yapmak, acil durum eylem planı oluşturmak, yangın tatbikatı yaptırmak, iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri vermek ve çalışanların mesleki eğitim belgesi yasal bir zorunluluktur. Bunun da etkisiyle iş sağlığı ve güvenliği konusuna verilen önemin artacağı beklenebilir. Ancak işgören güvenliği bilincinin gelişmesi, devlet, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, basın ve diğer paydaşların takip ve duyarlılığını gerektirmektedir. 77 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Atfedilen anlam, önem, yararlanılan teknik ve sistematik uygulanışı açılarından, eğitim ve performans değerlemesi İK işlevlerinin öne çıkan işlevleri iken; işgören temini ortada, işgören sağlığı ve güvenliği, işgören planlaması ve ücret yönetimi göreceli olarak geriden gelen işlevlerdir denilebilir. 500 büyük sanayi işletmelerinde yapılan bir araştırmada (Balaban ve Özdemir, 2012: 452) en çok eğitim ve performans değerlemeye ilişkin yazılı politikalar oluşturulduğu saptanmıştır. Türkiye’de nitelikli eleman açığının ve hızı kesilmeyen değişimin eğitim işlevini yaygınlaştıracağı öngörülebilir. Performans ölçümlerinin, ücret artışı, terfi, prim, ödül, iş feshi gibi işgören kararlarında temel dayanak oluşturmasının ise, performans değerleme uygulamalarını tetikleyeceği ileri sürülebilir. Başka bir ifadeyle eğitim ve performans ölçümü, yıldız işlevler olmaya devam edecek, kamu hizmeti veren örgütlerde de yaygınlaşacaktır denilebilir. Öte taraftan, Türkiye’de işgücü arz fazlalığının, alt işveren (taşeron) uygulamalarının ve rekabet koşullarının, işgören planlama, temin, ücret ve sağlığı konusunda kapsamı daraltıcı bir etki yapabileceği söylenebilir. Araştırma bulgularının değerlendirilmesinden hareketle öneriler şu şekilde sıralanabilir: İKY’ne geçiş, insanı önemsiyor algısı yaratıyor düşüncesinden öte bir şey olmalı, algıdan çıkıp gerçeğe dönüşmesi sağlanmalıdır. Çalışanlar uygulanan politikalarla, kendilerini önemsenen ve değer verilen bir kaynak olarak algılamalı ve hissetmelidir. Bu nedenle yukarıda da belirtildiği gibi kamuoyu ve işgörenlerle paylaşılan İK amaç, yaklaşım ve uygulamaları, söylemden çıkıp tüm İK eylemlerinde yer bulmalıdır. İKY yazınında, toplumsal kültürün kurumsal kültürü şekillendirdiği, kurumsal kültürün de insan kaynakları uygulamalarını etkilediği araştırmalarla ortaya konmuştur (Aycan ve Kanungo, 2000: 25). İnsanını iyi tanıyan onu nasıl motive edebileceğini ve yönetebileceğini bilir. Bu nedenle İK yöneticileri, İK uygulamalarını Kuzey Amerika kökenli kuram ve uygulamaları aynen alıp uygulamak yerine, kurum kültürüyle uyumlu hale getirmelidirler. Türkiye’de profesyonel İK yöneticisi yetiştiren okullar bulunmamaktadır. Teorik bilgiye sahip olanlar da bu bilgileri hemen uygulamaya dökememektedir. Bu nedenle İK yöneticileri, Türkiye’de yapılmış İK ile ilgili bilimsel araştırmaların bulgularını izleyerek birtakım ipuçları yakalayabilirler. Üst yönetim, İK yöneticilerinin bilgi açıklarını giderebilmesi ve gelişimlerinin sağlanması için destekleyici olmalıdır. Mümkünse İK konusunda yüksek lisans veya doktora yapmış kişiler tercih edilmelidir. Gerekiyorsa temel yeteneği İK olan profesyonel danışmanlık firmalarından yararlanılmalıdır. 78 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 İK yönetimini bilimsel düzeyde uygulayan ve başarısını buna borçlu olduğunu beyan eden öncü işletmeler bulunmaktadır. Bu işletmeler, uygulamaları bakımından model alınmalıdır. Bu araştırmada, İKY’ne yaklaşım, işlevler ve uygulamalar açısından hizmet ve imalat işletmelerinde önemli bir fark göze çarpmamıştır. Bununla birlikte hizmet, imalat ve ticaret işletmelerinde ayrı ayrı daha detay verici sorularla araştırmalar yapılması uygulamadaki eksiklikleri görmek açısından yarar sağlayabilir. Bu araştırmada işlevlerin uygulanışı konusunda genel bir resim yakalanmaya çalışılmıştır. İKY işlevleri, tek tek ele alınıp uygulamadaki olumlu ve olumsuz yönler hakkında daha net resimler ortaya konabilir. Not: Araştırmaya katkı veren tüm İnsan Kaynakları Yöneticilerine teşekkür ederim. Kaynakça Acar, A.C. (2008), ‘İnsan Kaynakları Planlaması ve İşgören Seçimi’ içinde C.Uyargil, A. Özçelik, Z.Adal, G. Dündar, İ. D. Ataay, Ö. Sadullah, A. C. Acar, L. Tüzüner (Editörler), İnsan Kaynakları Yönetimi, ss. 99-180, 3. Baskı, : Beta Yayınları, İstanbul. Ardıç, K. ve Döven, M. (2004), Türkiye’de İnsan Kaynakları Uygulamalarının Değerlendirilmesi (Amasya İli Çevresinde Bir Uygulama), Yönetim Bilimleri Dergisi, 2(2), ss. 80-99. Ataay, İ.D. (2008), ‘İş Değerlemesi’, içinde C.Uyargil, A. Özçelik, Z.Adal, G. Dündar, İ. D. Ataay, Ö. Sadullah, A. C. Acar, L. Tüzüner (Editörler), İnsan Kaynakları Yönetimi, ss. 343-395, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul. Ataay, İ. D. ve Acar, A.C. (2008), ‘Ücret Yönetimi’, içinde C.Uyargil, A. Özçelik, Z.Adal, G. Dündar, İ. D. Ataay, Ö. Sadullah, A. C. Acar, L. Tüzüner (Editörler), İnsan Kaynakları Yönetimi, ss.399-474, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul. Aycan, Z. ve Kanungo, R.N. (2000), ‘Toplumsal Kültürün Kurumsal Kültür ve İnsan Kaynakları Uygulamaları Üzerine Etkileri’, içinde Aycan, Z. (Editör), Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, ss. 25-53, Türk Psikologlar Derneği Yayınları No: 21, Ankara. Balaban, Ö. ve Özdemir, Y. (2012), Stratejik İKY Uygulayan İşletmelerde Öne Çıkan Faaliyetler ve Fark Yaratan İK Uygulamaları, 20.Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi Bildiriler Kitabı, ss.452-454, Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi, İzmir. Bakanlar Kurulu Kararı. (2005), ‘Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik’, (11.6.2013). 79 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Bayraktaroğlu S. ve Ersoy S. (2010), Türkiye’de Büyük İşletmelerin Açıkladıkları Etik Kodlarda İnsan Kaynakları Yönetiminin Rolünü Belirlemeye Yönelik Bir Araştırma, 18.Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi Bildiriler Kitabı, ss.120-127, Adana. Bingöl D., Karabey C. N. ve Timuroğlu K. (2007), İnternet Üzerinden İşe Alım (E-İşe Alım): ISO 100 Şirketlerinin İnternet Sitelerinin İçerik Analizi Yöntemiyle Değerlendirilmesi, 15.Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi Bildiriler Kitabı, ss.97-105, Sakarya. Budak, G. (2013), Yetkinliğe Dayalı İnsan Kaynakları Yönetimi, Barış Yayınları, İzmir. Dicle, Ü. (1982), Yönetsel Başarımın Değerlendirilmesi ve Türkiye Uygulaması, ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Yayınları, Ankara. Geylan, R. (2002), Personel Yönetimi, Birlik Ofset Yayıncılık, Eskişehir. Karadeniz, O. (2012), Dünyada ve Türkiye’de İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları ve Sosyal Koruma Yetersizliği, (elektronik versiyon) Çalışma ve Toplum Ekonomi ve Hukuk Dergisi, 2012/3(34), ss.15-75. Kılkış, İ. (2013), İş Sağlığı ve Güvenliğinde Yeni Bir Dönem, 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (İSGK), İş Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, 15(1), ss.14-32. Kuru, O. (2004), İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatı İle İlgili Değişiklikler, İş Sağlığı ve Güvenliği Dergisi, 4(22), ss.10-16. London, M. ve Tornow. W.W. (1998), Degree Feedback More Than a Toll, Maximizing The Value of 360 Feedback, Jossey Bass, San Fransisco. Mason, M. (2010), Sample Size and Saturation in PhD Studies Using Qualitative Interviews, FQS Forum: Qualitative Social Studies, 11(3). Özçelik, O. (2008), ‘Eğitim ve Geliştirme’, içinde C.Uyargil, A. Özçelik, Z.Adal, G. Dündar, İ. D. Ataay, Ö. Sadullah, A. C. Acar, L. Tüzüner (Editörler), İnsan Kaynakları Yönetimi, ss.187-242, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul. Özgeldi, M. ve Günay, Ş.T. (2010), Bilişim Sektöründe İnsan Kaynakları Uygulamalarının Etkinliğinin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma, 18.Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi, Kongre Bildiriler Kitabı, ss.194-197, Çukurova Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, Adana. 80 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Robbins S.P. (1997), Managing Today, Prentice Hall, New Jersey. Uyargil, C. ve Aydınlı Kulak, F. (2011), İlaç Sektöründe Firma Ölçeği Açısından İnsan Kaynakları Yönetimi Uygulamalarına İlişkin Karşılaştırmalı Bir Araştırma, 19.Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi Bildiriler Kitabı, ss.225-227, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, Çanakkale. Sadullah, Ö. (2008), ‘İnsan Kaynakları Yönetiminde Koruma İşlevi’, içinde C.Uyargil, A. Özçelik, Z.Adal, G. Dündar, İ. D. Ataay, Ö. Sadullah, A. C. Acar, L. Tüzüner (Editörler), İnsan Kaynakları Yönetimi, ss.99-180, 3. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul. Saruhan, Ş.C. ve Yıldız, M.L. (2012), İnsan Kaynakları Yönetimi Teori ve Uygulama, Beta Yayınları, İstanbul. Sümer C. (2000), ‘Performans Değerlemesine Tarihsel Bir Bakış ve Kültürel Bir Yaklaşım’, içinde Aycan, Z. (Editör), Türkiye’de Yönetim, Liderlik ve İnsan Kaynakları Uygulamaları, ss.57-90, Türk Psikologlar Derneği Yayınları No: 21, Ankara. Türkiye İstatistik Kurumu. (2014), 04 Mart 2014 tarihli “Girişimcilik 2012” başlıklı haber bülteni, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16190. (Erişim 19.03.2014) Wimer, S. (2002), The Dark Side of 360 Degree, Training and Development Magazine, September. 81 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED Ek: Görüşme Yapılan Firma İsimleri # 30 31 32 33 18 19 FİRMA ADI İMALAT İŞLETMELERİ Toyota Seçil Kauçuk Özmaya Sanayi A.Ş. Berdan Cıvata Som. Mak Yed. Par. İmlt.San. Tic. Ltd. Şti. Aytaç Gıda Yatırım San.Tic.A.Ş. Alacer Gold Madencilik Ltd.Şti. Ekmekçioğulları Metal ve Kimya San. Tic. AŞ HATEKS Hatay tekstil İşl. A.Ş. Soda Sanayi Glaxo Smith Kline İlaçları San. Tic. A.Ş. ARÇELİK A.Ş. Kaplan Kardeşler halı San. ve Tic. Ltd.Şit. NAKSAN Plastik ÇİMSATAŞ Çukurova Holding Paşabahçe Cam San. ve Tic.A.Ş. Süper Film Ambalaj San. ve Tic. A.ş. Medmar Madencilik Doğaltaş ve Mermer San. Tic. A.Ş. TÜPRAŞ Batman rafineri Limak Çimento San. ve Tic. A.Ş. 20 21 Coca Cola Alperen Gıda 49 50 22 Tamek Gıda ve Konsantre San. ve Tic. A.Ş. Anadolu Cam Sanayi Arbel A.Ş. MEBA Tekstil Tic. Ltd. Şti. DİMER Mermer San. Tic. A.Ş. Beşler Tekstil San. Tic. A.Ş. Hat Boru Çelik Boru San.Tic.Ltd.Şti. Çimsa Çimento San. Tic. A.Ş. 51 # 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 23 24 25 26 27 28 29 FİRMA ADI Santa İlaç Sanayi AŞ İttifak Holding Ekinciler Demir Çelik San. A.Ş. Abdi İbrahim İlaç San. A.Ş. HİZMET İŞLETMELERİ 34 Ziraat Bankası A.Ş. 35 Eurobank Tekfen 36 Türkiye Vakıflar Bankası 37 Halk Bankası 38 AKBANK T.A.Ş. 39 Seyhan Oteli 40 Xanadu Resort Otel 41 Özel Ünye Çakırtepe Hastanesi 42 43 44 45 46 47 48 52 53 54 55 56 57 Acıbadem Sağlık Grubu Kaya Artemis Resort Hotel CMC Çağrı Merkezi Özel Sani Konukoğlu Hastanesi Eks-Po Bilgisayar Pazarlama ve Tic. A.Ş. Türk Telekomonikasyon A.Ş. Kariyer.net Elektronik yayıncılık ve İletişim NASA İnşaatTaahhüt Tic.A.Ş. Özel Medikal Grup Özel Sağlık Hiz.A.Ş. Emeğim mesleki eğitim kurumları ve danışmanlık san. ve tic.ltd.şti Türkiye Finans Katılım Bankası Güneş Sigorta Axa Sigorta IC Hotels Green Palace TİCARİ İŞLETMELER Migros T.A.Ş. Tema Mağazacılık Hiz. Tic. A.Ş. 82 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED KLÂSİK HİKÂYEYE MODERN BİR BAKIŞ2 Yrd. Doç. Dr. Osman ÜNLÜ Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi [email protected] Özet Akademik dünyada modern hikâyenin Tanzimat’la beraber Türk edebiyatına girdiği fikri genel kabullerden biridir. Ancak şimdiye kadar klâsik Türk hikâyesi modern anlatı teknikleri açısından yeterince değerlendirilmemiştir. Bunun yerine, bilim insanları kolay yolu seçerek basmakalıp ifadeleri, kendilerinden öncekiler gibi, sürekli olarak tekrarlamayı tercih etmişlerdir. Bu çalışmada, iki ayrı hikâye metni aracılığıyla klâsik Türk hikâyesi değerlendirildiğinde ortaya modern hikâyeden başka bir şeyin çıkmadığı gösterilmiştir. Bunun için örnek olarak Cinânî’nin Bedâyiü’l-âsâr’ından alınan bir mensur ve Nev’î-zâde Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhâr mesnevisinden alınan bir manzum hikâye metni özelinde klâsik Türk hikâyesinin teknik açıdan bir değerlendirmesi yapılmıştır. Bu değerlendirmeyle, örnek hikâye metinlerinde bulunan ve modern tekniğe göre farklı olan bazı özellikleri de gösterilmiştir. Ayrıca bu farklılıkların, eserlerin yazıldıkları dönem edebî anlayışı ve geleneğinin bir gereği olarak kabul görmesi klâsik hikâyenin edebiyat tarihi içindeki yerinin kavranmasında önemli rol oynayacaktır. Anahtar Kelimeler: Klâsik hikâye, modern hikâye, Cinânî, Bedâyiü’l-âsâr, Nev’î-zâde Atâyî. 2 Bu çalışma, daha önce yayımlamış olduğumuz “Modern Araştırmacının Klâsik Hikâyeye Bakışı Üzerine Değerlendirmeler” (http://www.tubar.com.tr/TUBAR%20DOSYA/nl_osman%20461-474.pdf) adlı makalenin devamı olarak kaleme alınmış ve 11-13 Kasım 2011 tarihleri arasında Yıldız Teknik Üniversitesi’nce düzenlenen Uluslararası Türk Dilinin ve Edebiyatının Bugünkü Sorunları ve Çözümleri Sempozyumu’nda sunulan “Klâsik Türk Hikâyesinin Temel Özellikleri ile İlgili Sorunlar” başlığıyla sunulan bildirinin genişletilmiş ve yenden düzenlenmiş halidir. Burada, anılan makalede öne sürülen görüşlerin biri manzum biri mensur iki klâsik hikâye metni üzerinde uygulanması ve makalenin örneklenmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle önceki makalede öne sürülen bazı ifadelerin yazıda tekrar edilmesi veya çok yüzeysel ele alınması anlayışla karşılanmalıdır. 83 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED A MODERN OVERVIEW TO CLASSICAL STORY Abstract In the academic world, the idea that the story into Turkish literature the Tanzimat period was generally agreed. However, until now classical Turkish story not been adequately assessed in terms of modern narrative techniques. Instead, researchers choosing the easy path stereotyped expressions have chosen to repeat continuously. In this study, by two different stories texts, classical Turkish story are considered to occur when out of nothing more than a modern story was shown. For this, from Cinânî's the Bedâyiü'l- âsar a prose story text and Nev'îzâde Atâyî’s the Nefhatü'l-ezhâr mathnawi a verse story text taken exclusively on classical Turkish story made an assessment from a technical point. With this assessment, founded sample story texts and some of the features that differ according to modern techniques als have been shown. Moreover, these differences understanding of literary Works written in the period and a requirement of tradition acceptance as a classical literary history of story will play an important role. Keywords: Classical story, modern story, Cinânî, Bedâyiü’l-âsâr, Nev’î-zâde Atâyî. 1. Giriş Anlatma esasına bağlı edebî metinlerden biri olan hikâyenin edebiyatımızdaki geçmişi hakkında hâlâ tam bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu belirsizliğin önemli bir sebebi olarak edebiyatın bir “süreklilik” olduğunun gözden uzak tutulması olarak görülebilir. Türk edebiyatında genel olarak hikâyenin XIX. yüzyılda, Tanzimat’la başlayan bir değişimin sonucunda edebiyatımıza girdiği konusunda yaygın bir görüş bulunmaktadır. Ancak, anlatma esasına bağlı edebî metinlerde asıl olan anlatma veya nakletme (Aktaş, 2013: 35) olduğuna göre hikâye edebî türünde böyle bir başlangıç noktası oluşturmanın gereksiz ve yersi olduğu düşünülmektedir. Edebî geleneğimizdeki bu türü en eski edebî ürünlere kadar götürmek mümkündür. “sagu’lardan, yuğ törenlerinin, bütün ritüellerinden, destanlarından … tahkiye dili, duyarlığı, zekâsı, hayâli ve bütün imkânlarından yararlanamaz mıyız” diyen Hüseyin Su, tahkiye geleneğini edebiyatımızın ilk ürünlerine kadar götürür (Su, 2005: 14-15). Türk hikâyesinin kronolojisinde Dede Korkut Hikâyeleri ile Muhayyelât arasındaki uzun zaman dilimi üzerinde çok az durulması dikkat çekicidir. Üstelik bu dönem hikâye ürünlerinin genel özellikleri hakkında bilim insanlarınca ifade edilenler bile neredeyse birbirinin tekrarı olagelmiştir. Bu konuyla ilgili olarak yaklaşık üç yıl önce yazılmış bir makalede klasik Türk hikâyesiyle ilgili yaygın yanlışlara değinilmiş ve yine aynı yıl içinde, bu makalede öne 84 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 sürülen görüşlerin örneklenmesini içeren bir bildiri sunulmuştu. Bu bildirinin henüz yayımlanmamış olması nedeniyle bildiride öne sürülen görüşler gözden geçirilerek bir makale halinde yayımlanması gerektiği değerlendirilmiştir. Bu yazıda klâsik Türk hikâyesinin bilinen özellikleri biri manzum biri de mensur iki örnek çerçevesinde ele alınmış ve hikâyelerin bu temel özelliklerinde bazı düzeltmelere gidilmiştir. Bu örneklerden ilki XVI. yüzyıl edebî şahsiyetlerinden Cinânî’nin mensur hikâye külliyatı Bedâyiü’l-âsâr’ın on ikinci hikâyesi, diğeri de Nev’î-zâde Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhâr adlı mesnevisinin onuncu nefhasından sonra anlatılan destândır. Bu iki hikâyenin özetleri verildikten sonra, metinlerden yola çıkılarak klâsik hikâyenin genel özellikleri üzerinde durulacaktır. 2. Özetler 2.1. Cinânî’nin Hikâyesinin Özeti Geçmiş zamanlarda denizde kâfirlerle savaşan gazilerden biri gaza niyetiyle gemisine binip sefere çıkar. Kâfir ülkelerine yakın bir yerde dolaşırken Malta gemilerinden birine rastlar. Bu gemiyi ve içindekileri esir alır. Esirlerin içinde kâfir beylerinden birinin kızı da vardır ve çeyiziyle birlikte evleneceği bey oğluna götürülmektedir. Esirler bu durumu saklamaya çalışırlar fakat geminin yeni sahibi bunu anlar ve olayı öğrenince kızı geminin diğer tarafında perdeli bir yerde tutar. Bu şekilde yola devam ederler ve günlerden bir gün reisin Üsküdar’daki evine ulaşırlar. Diğer yandan kâfirler, geminin Türkler tarafından esir alındığını öğrenirler ve kızı kurtarmak için yüklü bir miktarda para gönderirler. Ancak reis, gönlü zengin birisi olduğu için bunu kabul etmez, ‘para birkaç günde harcanılır ama böyle bir cariye her zaman ele gelmez’ diyerek teklifi reddeder. Bir süre sonra sıcak günler başlar, mevsim yaz olur. Bu sırada Üsküdar’da bir veba salgını meydana gelir ve insanlar ölmeye başlar. Bazı arkadaşları reise gelip ‘bu cariyeyi zamanında satmadın, şimdi veba zamanı geldi, bu yüzden cariyenin ölme ihtimali var’ diyerek nasihat ederler. Reis, cariyesini satmaya karar verir. Bir bey de bu cariyenin güzelliğini işitmiş ve ona kulaktan âşık olmuştur. Reis cariyesini bu adama satar, aldığı parayı da atlastan bir kese içinde koynuna saklar. O gün de İstanbul’da bir işi olduğu için Üsküdar’dan bir kayığa binerek yola çıkar. Yolculuk devam ederken reisin atlas elbisesinin içindeki atlastan para kesesi yavaş yavaş aşağı kaymaya başlar. Yolculuk bitip kayıktan iskeleye çıkmak için hareket ettiğinde kese denize düşüverir. Bunu gören reis feryat etmeye başlar, etraf insanla dolar. Bu insanların arasında reisin çok eski bir arkadaşı da vardır. Beraberce Galata’ya gidip bir dalgıçla anlaşırlar. Dalgıç, kesenin düştüğü yere gelir, 85 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 birkaç defa dalıp çıktıktan sonra reise ve arkadaşına parayı bulamadığını söyler. Onlar da dalgıca bir miktar para verip ümitsiz bir şekilde oradan ayrılırlar. Ancak reisin arkadaşı, dalgıçların hilekâr ve düzenbaz olduklarını bildiği için dalgıcın sözlerine güvenmez ve gece o bölgede beklemeye karar verir. O geceler, dolunay olduğu için geceler gündüz gibi aydınlıktır. Gece yarısından sonra Tophane taraflarından küçük bir kayık yavaş yavaş gelir, Emin iskelesinin diğer tarafından karaya çıkar. Gelenin, gündüz denize giren dalgıç olduğunu anlar ve onu takip etmeye başlar. Dalgıç, kıyıda soyunup denize girer. Bir süre sonra elinde bir keseyle kayığın kenarına gelir ve keseyi kayığın içine bırakır. Ancak kayık küçük olduğu için dalgıç kayığa binmeye çalıştıkça kayık sallandığından dolayı çıkamaz. En sonunda kayığa yakın bir yerdeki sandala çıkıp oradan kayığa geçmeye niyetlenir. O sırada adam da koşarak kayığın içindeki keseyi alıp bir yerde saklanır, dalgıcı takip etmeye başlar. Dalgıç kayığa bindiğinde oraya koyduğu keseyi bulamaz ve etrafına bakarken adam da saklandığı yerden çıkıp ters yöne doğru gitmeye başlar. Dalgıç arkasından yetişir ve ona keseyi bölüşmeyi teklif eder. O sırada dalgıç adamı tanır ve çocuklarının olduğunu söyleyerek kendisini affetmesi için adama yalvarır. Adam da dalgıca acır ve bir miktar para verip onu gönderir. Ertesi gün adam bir kayıkla Üsküdar’a geçer. İskelede reisle karşılaşır. Arkadaşı, reise geceki olayları anlatır. Reis, arkadaşının kendisiyle alay ettiğini düşünür fakat para kesesini görünce sevincinden düşüp bayılır. Çevredekilerin yardımıyla kendisine gelir. Reis, arkadaşına parayı paylaşmayı teklif eder. Arkadaşı önce bu teklifi kabul etmez ama reis ısrar edince, paradan küçük bir miktar alır ve oradan ayrılırlar. 2.2 Nev’î-zâde Atâyî’nin Hikâyesinin Özeti İşi gücü insanları güldürmek ve eğlendirmek olan bir cüce vardır. O namussuz ve utanmaz adam insanları güldürmek için çaba gösterir, insanlar da onu seyrederlerdi. Ancak bu adam çok fakirdir ve ona bir fiske vurulsa bile başı eğilirdi. Bütün dünyayı eğlendirdiği halde felek, onu sabah akşam ağlatmaktadır. İnsanlar arasında bir maskara olmuştur ve komik olan yüzü de onun sermayesidir. Günün birinde o garip kişi bir vilayette imam ve hatip olur. Cübbe ve sarığı da giyince değişik bir şekle girer, ağırbaşlı bir kimliğe bürünür. Önceki mesleğini bırakır, faziletli biri haline gelir. Görevini yaparken insanları yaptıkları işler yüzünden şiddetle azarlar, bunu yakarken de sözünü gereksiz yere uzatır. Dili ısırgan otunun dikenleri gibi olmuştur. Minber ve kürsüden kolay kolay inmez ve halka sürekli öğütler verir. Ancak şehrin ileri gelenleriyle bir araya geldikleri has meclislerde, içindekileri dışına çıkarır ve önceki sanatını icra etmeye devam eder. Zaman ilerler ve bir bayram günü gelip çatar. Herkes bayram namazı için toplanır. Hatip de sabah namazına hazır olunca elbiselerini giyer. Saçını 86 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 sakalını güzelce tarar ve güzel kokular sürünmek ister. Fakat kadere bakın ki acele ederken bir hata yapar. Gecenin karanlığında yan yana duran mürekkep ve güzel koku şişelerinden mürekkep şişesini alır bunu yüzüne güzelce sürer. O siyah yüzlü adam, cahillik ve gafletle işini berbat eder. Sabah, hatip mihrapta iken hiç kimse bir şey anlamaz. Hatip hutbe için minbere çıktığında camide toplanmış olan halk onun yüzünü simsiyah bir şekilde görür. Halk bu duruma kahkaha ile gülmeye başlar. O kadar çok gülerler ki ne tekbir getirirler ne de abdestleri kalır. Hatip başına neler geldiğini ve halkın kendine neden güldüğünü anladığında iş işten geçmiştir ve ağlamaya başlar. Camideki cemaat de onun minbere kasten bu şekilde çıktığını sanıp iyice rezil ederler. Maskaralık uğursuzluk olduğu için sonunda adamın yüzü gene kara çıkar. 3. Muhteva İncelemesi 3.1. Olay Klâsik hikâye hakkında yapılan en önemli eleştirilerden biri, metinlerde ele alınan olayların muhayyel, vakanın olağanüstü rastlantılarla dolu olması ve anlatılarda aşırı bir abartı bulunmasıdır (Ünlü, 2011: 465, 468-469). Bu yönlerden değerlendirildiğinde elbette klâsik hikâyemizde masalsı, olağanüstü unsurlar taşıyan hikâyelerin bulunduğu inkâr edilemez. Bununla beraber gerçeklik veya gerçekçi olma yani yaşanılan hayata uygun olup olmaması gibi bir kıstasla yapılan bir değerlendirme edebî eserin değerini düşürmez veya yüceltmez. Çünkü bir kurgusal metinde anlatılan olayların gerçeğe veya tarihî gerçeklere uygun ve onlarla tutarlı olması beklenemez. Adı üzerinde metinler, kurmaca (fiktif) özellikleriyle edebîdirler. Örnek hikâyelerde ele alınan olaylar, günlük hayatlarını devam ettiren insanların başlarına gelen ve olağanüstü özellikler bulunmayan türdendir. Bunlar, Namık Kemal’in ifadeleriyle “güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde olan” (Tanpınar, 1988: 400) olaylardandır. Bu yönüyle bakıldığında, yani rasyonalitenin varlığı açısından değerlendirildiğinde klâsik hikâyenin modern olandan pek fazla bir farkı yoktur. Cinânî’nin hikâyesinin modern hikâyeden aşağı kalır bir yönünün olmadığı da bilinmelidir. Yukarıda da özetlendiği gibi vaka, Osmanlı leventlerinden birinin başından geçmektedir. Olay bu levendin Malta gemilerinden birini esir almasıyla başlar. Daha sonra, bu geminin bir çeyiz gemisi olduğu anlaşılır. Geminin reisi, bu gemideki gelini kendisine cariye olarak alır ve Üsküdar’daki evine gelir. Kızın güzelliği kulaktan kulağa yayılır ve talipleri de kapıya gelir. Reis ise cariyeyi satmaz. Bir gün veba salgını baş gösterince etraftakilerin tavsiyesine uyarak kızı satar. 87 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED Vakanın bundan sonraki kısmı daha ilginç bir hale gelmektedir. Reis, kayıkla karşıya geçip sahile çıkarken parayı denize düşürür. Burada rastlantı sonucu eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Beraberce bir dalgıçla anlaşırlar, bu şekilde olay devam eder. Görüldüğü gibi gerçek hayata uygunluk açısından değerlendirildiğinde herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Atâyî’nin hikâyesi de buna benzer niteliktedir. Hikâyenin yer aldığı Nefhatü’l-ezhâr’ın ahlâkî ve didaktik özelliği bu hikâyede kendini göstermektedir. Metnin sonundaki “Masharalık şûm olup ol ebtere / Âkıbet oldı yine yüzi kara” beyti hikâyenin ve hikâyenin bağlı olduğu nefhadaki maskaralık ve maskaralık mesleğinin kötülüklerinden sakınılması gerektiği mesajını özetlemektedir. Olayın merkezinde bir maskara vardır. İşi gücü halkı eğlendirmek olan bu kişi bir gün bir yerde imam ve hatip olur. Bu şekilde manen ve maddeten yükseldiğini düşünen maskara işini fazla ciddiye alır, ancak bir yandan da ileri gelenlerin yanında eski mesleğini icraya devam eder. Bir bayram namazından önce yüzüne gülsuyu yerine mürekkep sürünce halka rezil olur. Atayî, burada insanın iç dünyasının kolay kolay değişmeyeceğini ve insanın içinde olan şeyin er geç dışına aksedeceğini söylemek ister. Atâyî’nin bu hikâyesindeki yüzüne yanlışlıkla mürekkep sürme motifi Cinânî’nin başka bir hikâyesinde de bulunmaktadır (Ünlü, 2009: 28-29). Bu hikâyede eşinden habersiz cariyesinin yanına giden adamın yüzüne gülsuyu yerine mürekkep sürmesi ve bu haldeyken eşine yakalanması ve sonrasında yaşanan gülünç olaylar anlatılmaktadır. Bu hikâyedeki mutsuz maskara tiplemesi kendisinden neredeyse 250 yıl sonra yazılan bir başka eserde, Sami Paşazâde Sezâî’nin “Pandomima” adlı hikâyesinde görülmektedir (Toplu, 1997: 272-277). Her iki eserin de olay örgüsü arasında büyük bir benzerlik vardır. Meslekleri biri birinin neredeyse aynısı olan iki kahramanın yaşadıkları aradaki yüzlerce yılla ifade edilen zaman farkına rağmen neredeyse aynıdır. Mutsuz bir hikâye kahramanı, mutlu olmak için çabalamalar ve en sonunda mutsuz biten bir olay her iki hikâyenin iskeletini oluşturmaktadır3. 3.2. Şahıs Kadrosu Bu başlıktaki klâsik hikâye geleneğine yapılan eleştiriler metinlerdeki şahıs kadrosunun dar olması, olaylardaki kahramanların hep üst tabakadan insanlardan oluşması, olağanüstü yaratıklara yer verilmesi olarak özetlenebilir. Yapılan bu eleştiriler genel olarak Hüsrev ü Şirin, Leylâ vü Mecnûn, Yûsuf u Züleyhâ, Süheyl ü Nevbahâr gibi iki kahramanlı 3 Bu iki hikâye dikkatle değinilmesi gereken iki metindir. Metinler arası bağlamda bu iki hikâyenin ayrıntılı bir karşılaştırılması yapılabilir. 88 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED mesnevilerde geçerli olsa da onları bütün hikâye metinlerine yaymak doğru değildir. Birçok hikâyede toplumun her tabakasından insanların yer aldığı ve önemli roller oynadıkları görülmektedir. Sıradan köylüler, esnaflar, askerler, eşkıyalar, kadılar, valilerden sadrazamlar ve padişahlara kadar toplumun her kesiminden kahramanlar klâsik hikâyenin şahıs kadrosu içinde yer alırlar. Cinânî’nin hikâyesindeki ana kahramanlar reis, reisin arkadaşı ve dalgıçtır. Bunun yanında başka kahramanlardan da bahsedilir ama bunlar figüratif elemanlardır. Ana kahraman, “deryâda küffâr-ı hâksâr ile ceng ü şemşîr-i gazv u cihâdla dünyâyı ʿayn-ı ʿadûya teng eden gâzilerden biri”dir. Reis, aynı zamanda “himmeti âli ve gönli ganî bir kimesne”dir. Bundan dolayı cariyeyi yüksek fiyat verseler de satmaz. Ancak veba salgını çıkınca “müfte gitme” ihtimali yüzünden cariyeyi mecburen satar. Cariyenin parasını denize düşürdüğü yerde bulunanlardan biri de reisin bir arkadaşıdır. O, reisin “çokdan yâr u karîni ve hem-dem ü hemnişîni”dir. Onun yardımıyla Galata’dan bir dalgıç bulurlar. Bu dalgıç ise “nahsend-i cihân ve ayyâr–ı devr-i zamân”dır. Dalgıç, denize birkaç defa dalıp çıktıktan sonra bulamadığını söyler. Bu adamsa dalgıcın sözlerine güvenmez. Çünkü dalgıçların “mekr ü hilesini” bilen ve “hayâtlarına vâkıf” olan bir kimsedir. Bu şekilde dalgıcın hilesine izin vermez ve parayı sahibine teslim eder. Reis parayı paylaşmayı teklif ettiğinde ise “bir habbesini” alır ve bu işi Allah rızası için yaptığını ifade ederek oradan ayrılır. Atâyî’nin hikâyesi ise neredeyse tek kahramanlıdır. Bir maskara olan bu kahraman olayların merkezinde yer alır ve bütün olaylar maskaranın etrafında gelişir. “siyeh-rûy” maskara herkesi güldürdüğü halde “subh u şâm çarh anı hiç güldürmez” ve o kadar komik bir yüzü vardır ki gören hemen gülmeye başlamaktadır. Bir gün bu maskara bir vilayete imam ve hatip olur. Bu şekilde acaip bir kılığa girer. Yeni görevini abartıp vaaz ve nasihatle ömrünü geçirir. Ancak bir zaman sonra onun güneşi batmaya başlar. Bir bayram namazın öncesi yüzüne gülsuyu yerine mürekkep sürünce halkın tekrar maskarası olur. İşin sonunda başladığı yere döner ve yüz karalığı onun kaderi olur. İki zıt karakteri birden yaşamak isteyen maskara, istemeden de olsa halkın nazarında maskaralık mesleğinin bir gereğini (yüzüne mürekkep sürmek) yapan bir adam olarak kalır4. Atâyî’nin bu tipi canlandırırken yararlandığı bazı çizgiler evrenseldir. Herkesi güldürdüğü halde kendi gülmeyen soytarı imajı, hak etmediği, dolduramayacağı bir makama gelen kişinin 4 Maskaralık Osmanlı toplumunda halkı eğlendiren ve güldüren mesleklerden biri olarak bilinir. “Mashara” ya da “mudhike” olarak adlandırılan bu insanlar yüzlerini çeşitli renklerde boyalarla değiştirip insanları eğlendirirlerdi. Saraya da girmiş olan bu kişilerin yer aldığı minyatürler de bulunmaktadır (Geniş bilgi için bkz. And,1969: 2932). 89 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 boş büyüklenişleri, böyle birisinin aslında değişmeyişinin sonuçları bu çizgilerin en belirginleridir. Atâyî, bunlardan, özü soytarı kalan bir insanın yükseliş ve düşüşünü bir küçük hikâye içerisinde anlatırken, başarı ile yararlanır (Kortantamer, 1997: 338). İmam ve hatiplik gömleği üzerine bol gelen ve içindeki maskara kimliğini bir türlü bastıramayan hikâye kahramanı en sonunda gerçek yüzüyle cemaatin karşısına çıktığında o güne kadar verdiği emekler boşa gitmiş ve başladığı yere dönmüştür. Atâyî’nin eseri ahlâkî ve öğretici nitelikte bir metin olduğu için bu hikâye bir ibret örneği olarak kaleme alınmıştır. Şair bu hikâyenin bağlı olduğu onuncu nefhada maskaralık mesleğinin yayıldığını belirterek bu mesleğin alçak ve zelil insanların yaptığı bir iş olarak görmektedir. Şaire göre bu tür insanlar halkı kendilerine güldürmek için her türlü rezilliği yapmaktadırlar. Bütün bunlar halkın gözünde küçük ve değersiz olarak görülmelerine yol açmaktadır. Buradan hareketle eserin yazıldığı XVII. yüzyılın başlarında toplumun özellikle ahlâkî anlamda bazı çöküntülere uğradığı, Atâyî’nin de bu bozulmalara mani olmak için gayret gösterdiği anlaşılmaktadır. 3.3. Zaman Klâsik hikâyelerde zamanla ilgili eleştiriler, onun son derece geniş ve belirsiz bir şekilde kullanılması şeklinde olmaktadır (Ünlü, 2011: 470). Buna göre hikâyelerdeki olayların akışı esnasında zamanın ölçülmesi veya hissedilmesi açısından çok önemli bir veri bulunmamaktadır, bu hikâyelerde zamanın işleyişi göreceli bir şekilde olmaktadır. Ancak bunun tersine Cinânî’nin hikâyesinde zamanın geçmesi kuvvetle hissedilir. Olayın geçtiği tarih tam olarak tespit edilemese de dönem olarak yazarın dönemi ya da ona yakın bir zaman aralığı olduğu görülebilir. Hikâyede geniş zaman ve küçük zaman dilimleri oldukça belirgindir. Örneğin geminin esir alınmasının bahar aylarında olduğu anlaşılabilir. Çünkü “bir müddetden sonra eyyâm-ı temûz-ı pür-sûz” gelir. Bu sıcak günlerin üstüne Üsküdar’da bir veba salgını meydana gelir. Bunun üzerine reis cariyeyi satıp para kesesini koynuna sokar. Ancak kese denize düşer. Daha sonra bir dalgıçla anlaşırlar fakat denize dalan adam keseyi bulamadığı söyler. Reisin arkadaşı adamdan şüphelenerek beklemeye başlar: “o gece deryâya nâzır muhtesip tâkında müsafir” olur. O gece mehtaptır ve “geceler gündüz gibi rûşen ve ay aydını ile dünyâ yüzi münevver ve müzeyyen” olmuştur. “Nısfu’l-leyle dek” uyumaz ve bir süre sonra dalgıç küçük bir kayıkla gelir. Adam daha sonra denizden keseyi çıkaran dalgıcı yakalayıp parayı elinden alır. Reisin arkadaşı da evine gider. “Ertesi” keseyi eline alıp iskeleye gelir ve reisle karşılaşır. 90 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Hikâyenin iskeletini oluşturan olay görüldüğü gibi bir gün içinde başlar ve biter. Olayın akışı içinde okuyucu zamanın geçişini rahatlıkla hisseder. Reis, gündüz yaptığı alışverişin sonucunda aldığı parayı düşürür, hemen ardından dalgıç denize dalar. Akşam olur ve bir dolunay gecesi dalgıcı suçüstü yakalar. Ertesi gün sabah da reise parasını teslim eder. Atâyî’nin hikâyesinde ise klâsik hikâyenin zamanıyla ilgili eleştirilerin merkezinde olan bir “zaman belirsizliği” bulunmaktadır. Ancak bu zaman belirsizliği içinde muhayyel atlamalara rastlanmamaktadır. Hikâyede zaman belirsiz bir şekilde akıp gider. Olay, temelde bir maskaranın hayat hikâyesi olarak da algılanabilir. Mesleği maskaralık olan bu adam kaderin cilvesi olarak bir gün imam ve hatip olur. Kendini bir yandan bu yeni mesleğine kaptırırken diğer yandan büyükler arasında eski mesleğini icra etmeye devam eder. Bir bayram sabahı ise yüzüne kara çalarak halkın gözünden düşer. Hikâyede zaman ön plana çıkarılmamıştır. Sadece belli vakit olarak bir bayram namazından bahsedilmektedir. Hikâyeden önceki nefhada maskaralık mesleğinin itibar gördüğü ve yaygınlaştığı belirtildiğine göre olayın geçtiği zaman, şairin yaşadığı zaman veya ona yakın bir dönemde gerçekleştiğini göstermektedir. 3.4. Mekân Klâsik hikâyelerde bazı genel isimlerin dışında (Çin, Hind, Semerkand, Bağdad,…) mekân muhayyeldir. Mekân çok geniş ve belirsiz bir şekilde kullanılmıştır. Kahramanların mekânda “uzaklık” gibi bir sorunları yoktur. Gitmek istedikleri yere bir şekilde çok kısa bir sürede ulaşabilirler. Örnek hikâyelerdeki mekanlar ise bu özelliklere uymamaktadır. Cinânî’nin hikâyesinde olayın geçtiği mekânlar gerçek ve yaşanılan yerlerdir. Reis bir “vilâyet-i küffâr-ı bed-kirdâra karîb yerlerde” dolaşırken bir Malta gemisini esir alır, gemideki kızı Üsküdar’da bulunan evine getirir. Cariyeyi sattıktan sonra bir kayığa binip “mahmiye-i Kostantiniyye’”ye gider. İskeleye çıkarken keseyi düşürür ve arkadaşıyla dalgıç bulmak için Galata’ya giderler. Reisin arkadaşı gece olup beklerken dalgıç “Tophane tarafından” küçük bir kayıkla gelir. Dalgıç “Emîn iskelesinden öte bir yere” yanaşır. Dalgıçtan parayı alır, ertesi sabah Üsküdar’a kayıkla geçer, reisle buradaki iskelede karşılaşır. Cinânî’nin hikâyesindeki mekânlar geniş mekânlardır. Olayın neredeyse tamamı dış mekânlarda geçmektedir. Dikkat edilirse mekânlar sıradan halkın günlük hayatını devam ettirdiği yerlerdir. İnsanların karşıya geçerken kayık kullanmaları, iskele, yer adları yaşanan günlük hayatın birer parçasıdır. Örneğin dönemin İstanbul’unun Üsküdar, Kostantiniye ve 91 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Galata olarak üç farklı şehir olarak adlandırılması Cinânî’nin hikâyesinde de kolaylıkla görülebilmektedir. Atâyî’nin hikâyesinde ise ana mekân belirsizdir. Olay herhangi bir şehirde geçmektedir. Bununla ilgili herhangi bir de bilgi verilmemektedir. Küçük mekânlar olarak ev ve camiden bahsedilir, ancak onlar da yüzeyseldir. 3.5. Dil ve Üslûp Klâsik hikâyenin dilinin son derece ağır, zincirleme terkiplerden oluşan yapay bir dil olduğu, sanat gösterme kaygısı yüzünden anlaşılmaz bir hale geldiği yönünde tenkitler bulunmaktadır (Ünlü, 2011: 471). Bu tenkitlerin bir yönden haklılık payı vardır ve özellikle münşiyâne üslûpları bulunan Veysî ve Nergisî gibi şahsiyetlerin eserlerinde bu türden özellikler ağır basmaktadır. Klasik edebiyatın dili hakkındaki en ağır eleştiriler genellikle Veysî ve Nergisî’nin eserleri üzerinden yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. Ancak bu konuda eleştirilen üçüncü bir isim yok gibidir. Yani neredeyse bu iki yazar eleştirilerin odağına yerleştirilmişlerdir. Öyle ki dilin kullanımıyla ilgili eleştiriler söz konusu olduğunda bu iki isimden başkası akla gelmemektedir. Ancak dar bir çevrede kalan (İz, 1964: X) bu tür örneklerin yanında özellikle mensur hikâye metinleri “orta nesir” hatta “sade nesir” sınıfına girecek özellikler taşımaktadır. Bu hikâyelerin ekseriyeti sade bir dille, herkesin anlayabileceği bir tarzda yazılmıştır. Süslü nesirle, ağdalı bir dille yazılmış hikâye sayısı pek fazla değildir (Kavruk, 1998: 9). Manzum hikâye metinlerinin bazılarında üslûp daha ağır olsa da dönemin insanlarının anlayamadığı metinler değildir. Örnek olarak alınan metinlerden Cinânî’nin hikâyesi yukarıda anılan mensur eserlerin yanında çok sade bir metin olarak dikkat çekmektedir. Üçlü tamlamaların çok az olduğu metinde genellikle Türkçe kurallara göre yapılan tamlamalar ve ikili terkipler daha fazla göze çarpmaktadır. Bu metindeki dilin XIX. yüzyıl ikinci yarısı ile XX. yüzyılın başlarında kullanılan dilden pek farkı yoktur. Atâyî’nin mesnevisinde kullandığı dil ise Cinânî’nin diline göre daha sanatlıdır. Ancak bu sanatlı dil, dönemin günlük dilinin metne yansımasına engel olmamıştır: Atâyî’nin şiir cümleleri özellikle olayları anlatırken ve halktan tipleri konuştururken yahut halk ruhuna uygun seslenmelerde bulunur, sahneler düzenlerken konuşulan İstanbul Türkçesinin sesini bütün canlılığı ve sıcaklığıyla duyurur ve Nedim’in bir yüzyıl sonraki söyleyişini müjdeler (Kortantamer, 1997: 275). 92 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 4. Sonuç ve Değerlendirme Ele alından örnek metinlerden Atâyî’nin hikâyesinde olay, kahraman, zaman ve mekân gibi unsurların daha kapalı ve müphem, Cinânî’de ise da açık ve anlaşılır olarak kaleme alınmış olduğu dikkate değerdir. Bu zıtlığın temel sebebi metinlerin yazılış amaçlarının farklı olması olarak görülebilir. Bunlardan Cinânî’nin hikâyesi esasta bir olayı anlatma amacıyla kaleme alınmış ve didaktik gaye sadece metnin sonunda manzum olarak kısaca yer almıştır. Temel amaç bir olayı nakletme olduğu için anlatma esnasında gerçek hayatta var olan ve insanların günlük hayatlarını devam ettirdikleri mekânların kullanılması ve diğer tasvirlerin de gerçeğe uygun olmasında yazarın gerçeklik kaygısının büyük rolü bulunmaktadır. Atâyî’nin hikâyesi ise esasta öğretici, öğüt verici bir içeriği olan mesnevide yer almaktadır. Bu eserin her bölümünde (nefhasında) ahlakî bir mesaj verilmiş ve bu mesaj, nefhanın hemen arkasından anlatılan bir olayla desteklenmiş, soyut kavram örneklendirilerek somutlaştırılmıştır. Dolayısıyla yazar sadece olaya odaklanmış, kahraman karakterleri, konuya uygun yönleriyle ifade edilmiş ve yazarın hikâyede kullanabileceği özellikleri ön plana çıkarılmıştır. Ayrıca yazar tarafından çok önemli görülmediği için zaman ve mekân gibi özellikler çok yüzeysel olarak ele alınmıştır. Yukarıda iki farklı şekilde yazılmış iki hikâye ile ilgili bilgiler ışığında klâsik hikâye konusunda daha fazla çalışma ve inceleme yapılması ihtiyacının olduğu ortaya konulmuştur. Bugün kütüphanelerimizce belki de binlerce hikâye kitabı el değmemiş bir şekilde durmaktadır. Bilim insanlarına düşen ise bu eserleri öncelikle neşrederek bilim âlemine tanıtmak, daha sonrasında ise bu metinlerin muhtevası ve anlatı tekniğini modern hikâye örnekleriyle karşılaştırıp tarih boyunca Türk hikâyesinin gelişimini eksiksiz bir şekilde tespit etmek olmalıdır. 93 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Kaynakça Aktaş, Ş. (1995), Bir Anlayışın Romanı, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul. ss. 123-130. Aktaş, Ş. (2013), Anlatma Esasına Bağlı Edebî Metinlerin Tahlili –Teori ve Uygulama-, Kurgan Edebiyat, Ankara. And, M. (1969), Geleneksel Türk Tiyatrosu, Bilgi Yayınevi, Ankara. Holbrook, V. R. (1998), Aşkın Okunmaz Kıyıları: Türk Modernitesi ve Mistik Romans, İletişim Yayınları, İstanbul. İsen, M. (2009), Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara. İz, F. (1964), Eski Türk Edebiyatında Nesir, Osman Yalçın Matbaası, İstanbul. Kavruk, H. (1998), Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikâyeler, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. Kortantamer, T. (1993), Nedim’in Küçük Manzum Hikâyeleri, Eski Türk Edebiyatı Makaleler-I, Akçağ Yayınları Ankara. ss.391-412. Kortantamer, T. (1997), Nev’î-zâde Atâyî ve Hamse’si, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir. Kuzubaş, M. (2005), Nev’î-zâde Atâyî’nin Nefhatü’l-Ezhâr Mesnevisi, Deniz Kültür, Samsun. Su, H. (2005), Öykümüzün Hikâyesi, Hece Türk Öykücülüğü Özel Sayısı (46/47), II. Baskı, İstanbul. ss. 6-17. Tanpınar, A. H. (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul. Toplu, E. S.(1997), Türk Edebiyatından Seçme Hikâyeler, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul. Türinay, N. (1995), Klâsik Hikâyenin Son Merhalesi: Hüsn ü Aşk, Şeyh Galib Kitabı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul. ss. 87-122. Ünlü, O. (2009), Cinânî Bedâyîü’l-âsâr, Harvard University, Harvard. Ünlü, O. (2011), Modern Araştırmacının Klâsik Hikâyeye Bakışı Üzerine Değerlendirmeler, Türklük Bilimi Araştırmaları (29), ss.461-474. 94 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED EK: Hikâyelerin Metinleri Cinânî’nin Hikâyesinin Metni5 Ḥikāyet: Rāviyān-ı aḫbār-ı laṭīfe ve ḥākiyān-ı esmār-ı münīfe böyle rivāyet ü ḥikāyet ėderler ki: Zamān-ı sābıḳda deryāda küffār-ı ḫāksār ile ceng ü şemşīr-i ġazv u cihādla dünyāyı ʿayn-ı ʿadūya teng ėden ġāzīlerden biri bir gün ġazā niyyetine gemisine süvār ve vilāyet-i küffār-ı bed-kirdāra ḳarīb yerlerde geşt ü güẕār ėderken nā-gāh Malta gemilerinden bir zībā gemiye rāst gelür. Ceng ü ḥarb ü ḳıtāle mübāşeret ü āheng ėdüp gemide olan küffār-ı ḫāksārı küşte-i tīr ü şemşīr ve diri ḳalanları cemīʿan esīr ėder. Meger esīrlerüñ içinde kāfir bėglerinden bir nāmdār bėglerinüñ ḳızı var imiş. Ġāyet ṣāḥib-cemāl ḳız imiş. Cemīʿ esbāb u cihāzıyla gemiye ḳoyup vėrdükleri bėg-zādeye göndermişler imiş. Giderken bu ṭarīḳla esīr olup müselmānlara naṣīb olmışdı. Reʾīs-i mezbūr alınan esīrlerüñ aḥvālini teftīş ü tefaḥḥuṣ ėdüp her birinüñ aṣlını ve nesebini ve menzil ü mekānını istifsār etdükde merḳūme cāriyenüñ egerçi bėg-zāde idügüni dėmeyüp ṣaḳladılar. Fe-emmā çehresinden ol serv-i āzāde merdümzāde idügi gün gibi ẓāhir ve māh-ı enver gibi bāhir idi. Gemi ṣāḥibi erkān-ı gıyāset ve erbāb-ı fıṭnat u idrākden bir merd-i ʿārif ve her ḥāle muṭṭaliʿ u vāḳıf kimesne idi. Mezbūrenüñ evżāʿ u eṭvārından bėg-zādeligini bildi ve ẓann-ı ġālibile teftīş ü tefaḥḥuṣ ḳıldı. ʿĀḳıbet fülān ḥiṣāruñ bėgi duḫteri ve āsmān-ı ṣaʿādetüñ ferḫunde-aḫteri olduġın iʿtirāf etdiler. Reʾīs-i merḳūm daḫı ol duḫtere şānına münāsib ve ḥāline mülāʾim riʿāyet ve geminüñ ḳıçına perde çeküp tenhā yere ḳodı ve bildügi gibi ḥimāyet ḳıldı. Ḫiẕmetine cāriye taʿyīn ėdüp her vechile mürāʿātında oldı. Bu ṭarīḳla giderek Üsküdārda olan mesken-i meʾlūfına geldi. Küffār-ı ḫāksār cānibinde geminüñ alınduġı işidilüp nāle vü feryād ve aḳrabā vü taʿalluḳātı şīven-i bīdāda meşġūl olup ġāyetle maḥzūn u melūl oldılar. Çün vālidesinüñ ḫazīnesi ḥadden ziyāde ve babasınuñ māl ü menāli her ṭarafdan müheyyā vü āmāde idi. Ḳızlarını ḫalāṣ etmekiçün niçe biñ ġuruş iḥżār ėdüp ardınca gönderdiler ve ol cāriyeyi her ne ile olursa bize vėrüñ dėyü tażarruʿ eylediler, çāre vü dermān ve almaġa imkān olmadı. Meger reʾīs-i mezbūr bir himmeti ʿālī ve göñli ġanī kimesne idi. Altun aḳça birḳaç günde ḥarcanılur gider ammā keşīde nām ile-yevmü’l-ḳıyām bāḳī vü ber-devām ḳalur dėyüp cāriyeyi ṣatmadı, aḳçasın aḳçasına ḳatmadı. Beş biñ ġuruş vėrdiler almadı. Āḫir on biñ etdiler, yine olmadı. Bildiler ki aḳça ile alınmaḳ muḥāl ve bedīʿ u baʿīd iḥtimāldür, meʾyūs olup ferāġat etdiler. Almaġa gelenler anı ḳoyup memleketlerine gitdiler. Bir müddetden ṣoñra eyyām-ı temūz-ı pür-sūz 5 Osman Ünlü (2009), Cinânî Bedâyîü’l-âsâr II, Harvard. ss. 56-60. 95 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 geldi. Maḥmiye-i Üsküdārda maʿhūd ḫastalıḳ ẓāhir oldı. Her kişiye żaʿf-ı ḳalb gelüp kendüyi mevtādan bildi. Bu esnāda aḥbābdan baʿżı reʾīse daḫl u taʿn ėdüp “bir cāriyeye bu ḳadar māl ü menāl vėrdiler, ṣatmaduñ, ġuruş u dinārı alup reʾsü’l- mālüñe ḳatmaduñ, ṭaʿūn zamānı geldi, ekser iḥtimāl oldur ki bir gün intiḳāl ve dār-ı fenādan beḳāya irtiḥāl eyleye. Bu ḳadar żarar u ziyān eyleyüp muḥkem keder çekmek muḳarrerdür. Bu bābda dīvānelik etdüñ ve ṭarīḳı ḍalālete gitdüñ” dėyü çekdiler çevirdiler. Sābıḳan cāriyeyi ṣatmaduġına peşīmān eylediler. İttifāḳ ol maḥalde bir bėg bu cāriyenüñ ḥüsnini işidür, ḳulaḳdan ʿāşıḳ olup müşterī olur. Aḥbābdan birini iştirā içün irsāl ve bir kīsenüñ içine iki biñ filūri ḳoyup bahāsıçün īṣāl ėder. Reʾīs ḫod cāriyeyi evvel ṣatmaduġına peşīmān ve fevt olup müfte gitmek iḥtimāliyle hirāsān olmışıdı. Ṣafā-yı ḫāṭırla cāriyeyi ol bėge ṣatdı ve iki biñ filūriyi alup bir aṭlas kīseye ḳoyup mühürleyüp ḳoynına ḳoyup żabṭ etdi. Meger arḳasında gėydügi daḫı aṭlas idi. Kīse aġır olmaġla ṣarḳmaġa ve yap yap ḳoynından aşaġa aḳmaġa başladı. Ol gün Üsküdārdan bir ḳayıġa girüp İstanbula ʿazīmet etmişidi ve ḳoynındaki kīse ile andan çıḳup ʿacele ile maḥmiye-i Ḳosṭanṭiniyyeye gitmişidi. Ḥareket etdükçe kīse ṣıyrılup düşmege māʾil oldı. Reʾīs-i müşārün ileyh berü cānibden geçüp iskeleye vāṣıl oldı. Ṭaşra çıḳmaḳ murād ėdinüp ḳayıḳdan beremiye atladı. Kīse daḫı tamām ḳuşaḳ altına gelmiş, düşmege ġāyetle az ḳalmışıdı. Atlayın dėyince kīsedür, bir kerre deryāya perrān ve dāḫil-i baḥr-i bī-pāyān olup göz göre maḫfī vü pinhān oldı. Reʾīs-i derdmend kīseye dīde-i ḥasretle nigerān ve n’eyleyecegin bilemeyüp dem-beste vü ser-gerdān oldı. Feryād ėderek ve gögsin dögerek ṭaşra çıḳdı, eṭrāfından meded umup her cānibe diḳḳatle baḳdı. Āḫir çāre vü dermān bulmayup eşk-i çeşmi deryālar gibi aḳdı ve āh-ı pür-sūz u āteş-nāk ile sīne-i yārān u iḫvānı yaḳdı. Meger bu kimesnenüñ ḳadīmü’l-eyyāmdan bir āşinā-yı ḳadīmi ve ṣadīḳ ḥamīmi var idi. Çoḳdan yār u ḳarīni ve hem-dem ü hem-nişīni idi. Nā-gāh ol yār-ı ḳadīm çıḳageldi. Ve ol ḳıṣṣanuñ aṣlını ṣorup mufaṣṣalan ḫaber aldı. Andan naṣīḥate āġāz ėdüp eyitdi: “Ey yār-ı ġamḫˇār bu girye-i bī-iḫtiyār ve nāle-i ṣad-hezāruñ saña aṣlā fāʾidesi yoḳdur ve ẕerre ḳadar ʿāidesi yoḳdur. Bundan ḥāṣıl olan ancaḳ şemātet-i aʿdā ve ṭaʿne-i erbāb-ı dünyādur. Saña şimdi lāzım olan bir ġavvāṣ bulmaḳ ve anı deryāya ṭaldurup bu vechile tedbīr ü tedārük ḳılmaḳdur. Gel gidelüm aḳçayı bulmaġa himmet ėdelüm.” Ol sāʿat ḳalḳup Ġalaṭaya gitdiler ve bir ġavvāṣ arayup eṭrāfı cüst ü cū etdiler. Āḫir bir ġavvāṣ buldılar ve aḳça düşürdükleri maḥalle alup geldiler. Ġavvāṣ ḫod bir naḥsend-i cihān ve ʿayyār-ı devr-i zamān imiş. Hemān dem ṣoyınup deryāya ṭaldı, bir zamān deryānuñ dibinde ḳaldı. Meger arayuraḳ kīseyi deryāda bulmış ve bir yerde gizleyüp cānı gibi pinhān ḳılmış. Ṣoñra yüzerek ṭaşra geldi. Ṣoluḳlanup bir iki defʿa yine ṭaldı. ʿĀḳıbet “cümle deryāyı aradum ve ḳaʿr-ı māyı cüst ü cū ḳıldum. Bir yer ḳalmadı ki 96 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 ḳaldurup altın görmeyem, ve bir ṭaş ḳalmadı ki ḳaldurup altını görmeyem. Ḥayfā ki kīseyi bulmaḳ mümkin olmadı ve kīse-i ümmīd naḳd-i ṣafā-yı derūnla ṭolmadı ve ġayrı yoḳlayıcaḳ bir yer daḫı ḳalmadı” dėyüp vāfir ʿöẕr etdi ve ḳavlümüz üzre ücretini alup gitdi. Rāvī eydür: Reʾīs-i derdmend melūl u maḥzūn ve meʾyūs u ciger-ḫūn Üsküdāra gitdi. Ben gitmedüm ve ġavvāṣuñ bulınmadı dėdügine iʿtimād etmedüm. Zīrā bunlaruñ mekr ü ḥīlesin bilürdüm ve ḥayātlarına gāh u bī-gāh vāḳıf olurdum. Pes ḳalbüme ilhām-ı ilāhī ve telkīn-i sübḥānī ėrişüp ol gėce deryāya nāẓır muḥtesib çadır ṭaḳında müsāfir oldum. Meger mehtāb olmaġla gėceler gündüz gibi rūşen ve ay aydını ile dünyā yüzi münevver ve müzeyyen olmışdı. Nıṣfu’l-leyle dek uyımayup ve deryādan yaña cāy-ı maʿhūda nāẓır ve ġavvāṣı gözetmegiçün müheyyā vü ḥāżır ṭurdum. Zīrā iḥtimāl vėrmiş idüm ki tenhā gėce ile gele ve kīseyi ḳaʿr-ı deryādan çıḳarup ala. Anı gördüm, Ṭopḫāne ṭarafından bir küçücek çırnıḳ peydā ve içinde bir kimesne kürek çekerek āşikār u hüveydā oldı. Ammā ḳorḳusından ṭoġrı ol maḥalle gelmedi ve çırnıġı cāy-ı maʿhūde ṣalmadı. Ben de bildüm ki ḫaṣm ġāyetle ʿayyār u ḥarām-zāde ve nā-be-kārdur, andan Emīn iskelesinden öte bir yere yanaşdı. Çırnıġı bir gemi ipine baġladı. Baʿdehu libāsını çıḳardı ve ṣoyundı ve esbābını çırnıḳda ḳoyup ʿuryān deryāya pertāb eyledi. Kenārdan yüzerek yapça yapça gezerek iḥtisāb çārṭāḳınuñ muḳābelesine geldi. Bir miḳdār ṭurup her cānibine naẓar ṣaldı. ʿĀḳıbet kīsenüñ düşdügi yere şevḳla ṭaldı. Ḳaçan ki yüzerek çıḳdı diḳḳat ėdüp baḳdum gördüm kīseyi bile çıḳarmış belindeki fuṭaya muḥkem baġlayup kendüye ṣarmış. Ben hemān andan evvel ṭutdum daḫı çırnıġa varmadın ḳaradan segirdüp yitdüm. Bir gemi ardında nezāketle kendümi pinhān etdüm. Yüzerek çırnıġuñ yanına geldi, kīseyi çırnıġuñ içine ṣaldı. Kendü daḫı çırnıġa gireyin dėdi, giremedi. Birḳaç defʿa hücūm etdi, beceremedi. Zīrā çırnıḳ tamāmiyle küçücek olmaġla kenārına yapışup gireyin dėdükçe devrildi. Gördi ki deryā içinden giremedi, eṭrāfına baḳup bir gemi ṣandalın gördi. Murād ėdindi ki vara, deryādan ṣandala gire, andan ṣandal ile gelüp çırnıġa yanaşup çata, kendüyi ṣandaldan çırnıġuñ içine ata. Ġavvāṣ ṣandala gitdügi gibi ben segirdüp çırnıġuñ yanına geldüm ve ipini elleyüp yanuma getürdüm ve kīseyi içinden aldum ve bir yerde ṣaḳlanup gözedüp muntaẓır oldum. Ḳaçan ki ṣandalı getürüp çırnıġa çatdı, şevḳla kendüzin içine atdı. Tā ki kīseyi yoḳlayup bulımadı, cān başına ṣıçrayup n’eyleyecegin bilmedi. Çırnıġuñ her delügine elin ṣoḳdı lākin her nėreyi yoḳladıysa bulamayup yıf çıḳdı. Āḫir diḳḳat ėdüp eṭrāfına baḳdı. Ben daḫı ṣaḳlanduġum yerden çıḳup ḳaçdum, muḥtesib dükkānına ṭoġrı uçdum. Hemān ki beni gördi, kīseyi ben alduġum bildi. Ardumca segirdüp yėtişdi, geldi: “Meded efendi, ben öldüm, cānum çıḳdı, ḳaṣḳatı oldum. Alduġuñ kīseyi iki bölelüm iki ḳarındaş gibi bölişüp üleşelüm” dėyince “bre melʿūn dünki gün üç sikke filūrimüz alduñ, bulıvereyin dėyüp deryāya ṭalduñ. 97 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 Bön olduġumuz gördüñ, bulımadum dėyü cevāb vėrdüñ. Hem bir müselmāna bu vechile ḫıyānet ve hem şimdi benden ümmīd-i ʿināyet ėdersin. İnşaallāhü’l-fettāḥ yarın seni ʿale’ṣṣabāḥ ḥākime iledüp aḥvālüñi taḳrīr ve eşege bindürüp ʿālemlere teşhīr ėdeyin” dėdügüm gibi benüm kim idügüm bildi. Rüsvāy olup ḥayrān u ser-gerdān ḳalup āḫir yüzini ayaġuma sürüp aġladı ve “oġulcuḳlarum vardur, yetīm eyleme dėyü tażarruʿ eyledi ve birḳaç aḳça ʿināyet eyle gideyin, bir gün daḫı ṭurmayup terk-i diyār ėdeyin” dėyüp ol ḳadar aġladı ki teraḥḥum ḳıldum ve bu bābda ġāyetle mecrūḥ olduġını bildüm. Kīsenüñ içinden aña on sikke filūri vėrmege lāyıḳ görüp vėrdüm. Filūrileri alup gitdi, bir gün daḫı ṭurmayup bu vilāyeti terk etdi. Rāvī eydür: Ėrtesi kīseyi elüme aldum, Üsküdāra geçmege niyyet ėdüp iskeleye geldüm. Ol dem bir ḳayıḳ ṭutdum, binüp Üsküdāra gitdüm. Gördüm ki aḳça ṣāḥibi zār u ḥayrān ve dembeste vü ser-gerdān iskeleye gelmiş. İster ki bir ḳayıġa binüp berü cānibe gele, tekrār bir ṭalġıç daḫı bula. Varup selām vėrdüm ve ḫāṭırcıġını ṣordum. Muṣāḥabet ėderek eyitdüm ki: “Ḥālā bir ferd olsa, senüñ aḳçañı ḳaʿr-ı deryādan çıḳarup bulsa, müjdegāne ne vėrirdüñ ve ne ḳadar ḫidmet ḳılurduñ?” Sözümden ġāyet bī-ḥużūr oldı ve suḥriyye ṣanup gözleri yaşla ṭoldı. Hemān dem kīseyi ḳoynumdan çıḳardum ve “ṭut aḳçañı mübārek olsun” dėyü eline ṣunıvėrdüm. Ḳaçan ki bu ḥāli gördi, ġāyet-i sürūrından yıḳılup ʿaḳlı gitdi. Çün bu vechile düşdi, ʿālem ḫalḳı üstümüze üşdi. Yüzine gül ṣuyı ṣaçduḳ. Elini ve ayaġını ovaraḳ ʿaḳlı başına güçile geldi. Andan cenāb-ı Ḥaḳḳa şükr-i bī-pāyān ḳıldı. Ol dem aḳçayı ortasından iki böldi, nıṣfı senüñ olsun dėyü ibrām eyledi. Bir ḥabbesin aldum, ben bu ḫuṣūṣı maḥżā-i ḥażret-i Allāhu celle ve ʿalā rıżāsiçün etdüm. Aña bināen ücret almaḳ maʿḳūl görmeyüp ḳodum, gitdüm. Naẓm: 98 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 (.---/.---/.-- ) Kişi yārānla etdüginde ülfet Gerekdür arada rūy-ı ḥakīḳat Olursa bu cihetden āşinālıḳ Ṣaḳın kim olmasın hergiz cüdālıḳ Bilenler n’ėydügini ḥaḳḳ-ı ṣoḥbet Ėderler tā ölince meyl-i ülfet Tekellüf ḳalmayup aṣlā arada Olur ülfet uḫuvvetden ziyāde Tekellüfsüz ḳılanlar iḫtilāṭı Cüdālıḳdan ėderler iḥtiyāṭı 99 Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 DÜSOBED Nev’î-zâde Atâyî’nin Hikâyesinin Metni6 DÂSİTÂN-I AN MUDHİK Kİ BADÂZ-I FERÂG RÛ SİYÂH-ŞÜDE VÜ Bİ-SEBEB-İ İBN-İ RÛ-SİYÂHÎ HÂLİS-İ TEBÂH-ŞÜDE 1971 Var idi bir merdek-i suhriyye-kâr Şahs-ı siyeh-rûy u siyeh-rûzgâr 1972 Mudhik idi hayli o bî-neng ü nâm Seyrine hayrân idi heb hâs u âm 1973 Olmuş idi fakr ile zâr u zebûn Fiske ile olur idi ser-nigûn 1974 Güldürüp anuñla cihânı tamâm Çarh anı güldürmez idi subh u şâm 1975 Olmuş idi masharalık pâyesi Çehre-i udhukesi ser-mâyesi 1976 Yüzine gülse n`ola halk-ı cihân Çehre ne çehre idi görseñ hemân 1977 Âkıbet-i kâr o şahs-ı garîb Oldı vilâyetde imâm u hatîb 1978 Irza çalup cübbe vü destâr ile Girdi acib şekle bu etvâr ile 1979 Gâlib olup câhına ırz u vakâr Aşırı atdı katı ol nâ-bekâr 1980 Kevreli dülbendi inüp kaşına Vay hemân ta’n idenüñ başına 1981 Olmuş idi ya’ni hevâdan geçüp Fâzıl-ı âlem ulemâdan geçüp 1982 Sohbet-i yârâna çekinmezdi hiç Minber ile kürsiden inmezdi hiç 1983 Va’z u nasîhatle kılup halkı nerm Hâsılı hengâmeyi itmişdi germ 1984 Ucb u riyâ ile de mâlâ-kelâm Masharalık deñlü çıkarmışdı nâm 6 Muhammet Kuzubaş (2005), Nev’î-zâde Atâyî’nin Nefhatü’l-Ezhâr Mesnevisi, Deniz Kültür, Samsun. ss. 205210. 100 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 1985 Ta’n idene pîşesi âzâr idi Kârı müselmânlıgı ikfâr idi 1986 Halka idüp ta’na zebânın dırâz Oynadur oldı ili ol künde-bâz 1987 Ey dili ser-nîze-i dil-dûr olan Ta’na halkıyla bed-âmûz olan 1988 Kahrı gider kâfir-i cengî gibi İllere ulaşma firengî gibi 1989 Halkı nişân eyleme ta’n okına Belki döne yine saña tokına 1990 Kankı zebân kim ide halka ziyân Vire ısırgan dikeninden nişân 1991 Bî-sebeb-i cürm olıcak lâ-cerem Nâ-mahal ü bî-meze olur sitem 1992 Mashara kim illere taklîd ider Kendüyi udhûke-i câvid ider 1993 Çarh virür iken ki dürli nevâl Yine cefâsına tahammül muhâl 1994 Nâz götürmez katı ebnâ-yı dehr Nâzı içün itdi teberrâ-yı dehr 1995 Bakmadı çârâm u nüh ayasına Hurmeti yok hâsılı babasına 1996 Ol amelin sanma ki bî-behreyüz Şehrî iseñ biz dahi hemşehrîyüz 1997 Olma sakın gıybet ile nükte-der Kâgıdı ardından okur hâceler 1998 Nüktelerüñ kadrini tutma girân Bir pula almaz zurefâ-yı zemân 1999 Tutma iñen eksügini âlemüñ Irzına noksan virür ol âdemüñ 2000 Olma bunı gaflet ile mürtekib Şehrde eksigi alur muhtesib 2001 Tutdı mehüñ eksigini gerçi mihr Mıhladı anı kulagından sipihr 101 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 2002 Mihre dahi irtesi irdi zevâl Oldı yüzi yere düşüp pây-mâl 2003 Şa’şa’adan kıl geçürüp itdi cevr Çarh anı ahşâma dek itdürdi devr 2004 Şeb de sipihre neler itdi göre Renkleyüp eyledi yüzin kara 2005 Şeb dahi şeb-dîze virüp dirhemin Ol boyanuñ çekdi hezârân gamın 2006 Yâreler açdı aña idüp hücûm Tîg ü hadeng ile şehâb u nücûm 2007 Sıdk ile rûşen dil olup subh-gâh Olmadı hiç aña biri seng-râh 2008 Gördi karaltı asamaz la-cerem Ebr gibi savılur andan zulem 2009 Cevr idene lâbüd irişür cefâ Râh-ı sadâkatdedir ancak safâ 2010 Halka didürme ki ol âfet budur Ta’nayı terk eyle zarâfet budur 2011 Ta’na ider âdemi hûr u hakîr Heb dili ucından atılmaz mı tîr 2012 Boşamaga ta’n idene ittifâk Küfr ile hükm eyler idi üç talak 2013 Lîk ekâbirde ki tenhâ ola Keyf ola ihsân ola helvâ ola 2014 Taşra idüp torbadagı sûretin Yine alurdı eline san’atın 2015 Bir gün irüp mevsim-i eyyâm-ı ‘ıyd Rûze geçüp geldi o vakt-i sa’îd 2016 Iyd namâzına irüp ihtimâm Çıkdı musallaya seher hâs u âm 2017 Hâzır olup subh namâza hatîb Câme giyüp hâtırına geldi tîb 2018 Dühn-i ziyâde şu kadar oldı gark Kendi dahi tîgi gibi urdı berk 102 DÜSOBED Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 1 2019 Girdi acib kalıba hîle-misâl Saldı rızâ ger dine çün vebâl 2020 Dikkat ile şâneleyüp rîşini Çözdi hatın ukde-i teşvîşini 2021 Yakdı yine rîşine şol deñlü ûd Şâl-sıfat büridi dûd-ı kebûd 2022 Vâr idi bir hâzz-ı mu’arrif kilâb Itr u abîriyle verilmişdi tâb 2023 Anuñ ile çehreye virüp cilâ Rûyine vü rîşine itdi tılâ 2024 Tâli’i gör kim aceleyle hemân Kumkumada itdi galat nâgehân 2025 Zulmet-i şeb içre hatâ eyledi Kara mürekkeble tılâ eyledi 2026 Gaflet idüp ta ki o muhtel dimâg Cehl mürekkebine olur dâg dimâg 2027 Cehl-i mürekkeb gibi ol rû-siyâh Gaflet ile kârını itdi tebâh 2028 Subh-ı düvûm olmamagın rû-sefîd Olmadı mihrâbda iken bedîd 2029 Çünki ser-i minberi itdi mahal Menzil-i ber-hâbîde oldı zühal 2030 Göricek ol şekl ile mânend-i dîv Bir aradan âleme düşdi gırîv 2031 Kahkahaya başladı balâ vü pest Gitdi ne tekbîr ne hod-âbdest 2032 Tuydı ne hâl oldıgın âhir hatîb Oldı gam-ı haclet ile nâ-şekîb 2033 Gitdi cehitler diyu âh eyledi Şeş ciheti dûd-ı siyâh eyledi 2034 Haml idüp amma anı kasda avâm Eylediler kahr ile rüsvây-ı âm 2035 Masharalık şûm olup ol ebtere Âkıbet oldı yine yüzi kara 103
© Copyright 2024 Paperzz