“Biz Bir Aileyiz” Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yayınıdır. Üç ayda bir yayımlanır. Derginin Sahibi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı adına Doç. Dr. Mustafa DURMUŞ Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tanıl Can BAYOĞLU Yayın Kurulu İrfan ÇAYBOYLU Dr. Sermet BAŞARAN Emre TÖRE Dr. Dursun AYAN Samet CEYHAN Dr. Nevzat Fırat KUNDURACI Bengin EFETÜRK Aysun TÜRÜT Merhaba değerli okuyucular, B ir yılı daha acısıyla, tatlısıyla geride bırakıyoruz. “Biz Büyük Bir Aileyiz” sloganıyla yayın hayatımıza başlarken koyduğumuz hedefleri her geçen sayıda gerçekleştirebiliyor olmanın sevincini yaşıyoruz. Farklı disiplinlere mensup geniş bir ekibin çalışmalarının ürünü olan bu sayının, zengin yazar kadrosu, özgünlüğü, tasarımı ve baskısıyla kısa sürede vücut bulması, hatır gözeten bilgi cömerdi hocalar ile dostların ve ortak hareket kabiliyetine sahip katılımcıların el birliğiyle mümkün oldu. Son zamanlarda ülkemizin gündeminde üst sıralarda yer alan, Bakanlığımızın da içinde bulunduğu birçok yetkili kurumun üzerinde yoğunlaştığı ve acil Oya TANYERİ eylem planı yapmayı gerektiren “madde bağımlılığı” konusunu 8. sayımızda Handan ARSLAN biz de gündemimize aldık ve bu konuya özel bir dosya açtık. Dosyamızda, Özlem YÜKSELBABA alan uzmanları ve akademisyenlerin bilimsel anlayışla kaleme aldıkları ma- Serpil PENEZ ŞAHİN kalelerin yanı sıra bağımlılığın çeşitli türleriyle mücadele eden insanların ve Nermin ÖZTÜRK Hakan AYDIN Danışma Kurulu Çiğdem ERDOĞAN ATABEK Nesrin ÇELİK Ömer BOZOĞLU Mustafa KARAMAN yakınlarının çarpıcı yaşam hikayelerinden kesitler sunduk. Ayrıca bu sayımızda; Türkiye’deki çocuk koruma sisteminden sosyal yardımlaşma kültürüne, gönüllülük anlayışından çocuk dilenciler konusuna kadar birçok sosyal alana değindik. Gazeteci, yazar ve mimar Cihan AKTAŞ’la; kamusal alan, gelenek ve sanat Temindar AYTEKİN gibi alanların kadınla kesiştiği noktaları konuştuk. Sağlık bölümümüzde ise, Gülser USTAOĞLU hakkında çok az şey bilinen epilepsi hastalığını, hastalar ve yakınlarıyla yaptı- Gamze AYRIM ğımız görüşmelerle derinlemesine inceledik. Tarih bölümümüzde Osmanlı’da Selami GÜDER Külhanbeyleri ve yaşantılarını gün yüzüne çıkardık. Geçtiğimiz ağustos ayın- Kenan ÖNALAN Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN Doç. Dr. Ayşe Sezen SERPEN Doç. Dr. Cengiz ÖZBESLER Hümeyra ŞAHİN Dr. Murat YILMAZ İdare Adresi Söğütözü Mah. 2177. Sok. A Blok No: 10 Çankaya/Ankara Yapım RIHTIM AJANS www.rihtimajans.com.tr Tel: 0(312) 441 61 31 Görsel Yönetmen Selma KOÇAK Basım Yeri Özel Ofset • Tel: 0(312) 395 06 08 Basım Tarihi 20.12.2014 yayınlanmasını isteğiniz yazı, inceleme ve eleştirileriniz için e-posta da aramızdan ayrılan ve tüm futbol camiasının hayırla yad ettiği centilmen başkan Süleyman SEBA’nın başarı dolu yaşam hikayesini paylaştık sizlerle. Gezi bölümümüzde ise birçok şehrimizi aynı anda gezebileceğiniz bir yere, Miniatürk’e götürüyoruz sizleri. Türkiye’nin ünlü aşçıları ve yemek programcılarıyla yaptığımız söyleşinin ve sorduğumuz sorulara verdikleri yanıtların ilginizi çekeceğini umuyoruz. Yeni yılınızın mutlulukla geçmesini temenni ediyor, iyi okumalar diliyorum. Tanıl Can BAYOĞLU TÜRKİYE’DE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİ 06 SOSYAL YARDIMLAŞMA KÜLTÜRÜ 13 SÜLEYMAN SEBA 32 CİHAN AKTAŞ’LA SÖYLEŞİ GÜNCEL BİR SORUN OLARAK SENTETİK UYUŞTURUCU 22 59 MASAL ÜLKESİ TÜRKİYE YEMEK PROGRAMLARI VE YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ 76 90 İÇİNDEKİLER 04 06 DİJİTAL BAĞIMLILIK Ayşe KEŞİR MADDE BAĞIMLIĞI TÜRKİYE’DE ÇOCUK Aziz SÖĞÜTLÜ Hakan KEÇE GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARI HAYATI BİR SAVAŞ GİBİ ALGILIYOR Nevzat ÖZER AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ Serpil PENEZ ŞAHİN ÖNLEMEDE AİLEDE RİSK VE KORUMA FAKTÖRLERİ SOSYAL KÜLTÜRÜ Hulusi GÖLPINAR ANLAYIŞI Aygül FAZLIOĞLU Elvan ATAMTÜRK Hüsamettin ÇETİN MADDE KULLANIMINDAN KORUNMA 76 42 TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA KARDEŞLİĞİ: Turgay ÇAVUŞOĞLU MADDE KULLANIM RİSKİ VE Aile Eğitimi ve Danışmanlık Hizmetleri OSMANLI’DA YETİM KÜLHANBEYLER 34 YEMEK PROGRAMLARI VE YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ Özgür Sezer TOPAL 80 MADDE BAĞIMLILIĞI KUŞLARA EV YAPMAK Mehmet Saim DEĞİRMENCİ BOYUTLARI Prof. Dr. Mustafa Necmi İLHAN GÖNÜLLÜLÜK 72 Fatma ÖZDOĞAN YARDIMLAŞMA 17 ÇOCUK DİLENCİLİĞİ VE MADDE BAĞIMLILIĞINI Daire Başkanlığı 13 65 İHLAL KORUMA SİSTEMİ 10 DOSYA: 47 84 YOKSA ANNEM PEDAGOG MUYDU ? Mehmet AYCI BAĞIMLILIKTA KORUMA VE ÖNLEME Prof. Dr. Zehra ARIKAN 22 CİHAN AKTAŞ’LA SÖYLEŞİ Röportaj: 51 BAĞIMLILIK ve HAYAT 86 EPİLEPSİ 90 MASAL ÜLKESİ TÜRKİYE 94 MÜTEVAZI ROLLERİN Umut ATAKUL Yönetmen Ayşe SEVİM Ahmet Bülent ALTUN Fatih ÇALMAZ 54 27 DİLİMİZ SİRETİMİZDİR Kamil YEŞİL MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELEDE AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR 30 SÜLEYMAN SEBA Sezgin ÇEVİK BAKANLIĞI 59 BÜYÜK OYUNCUSU: AYŞEN GRUDA Elif BALCI Dursun AYAN DİJİTAL BAĞIMLILIK Ayşe KEŞİR Madde bağımlılığı ile birlikte, belki de oturup tüm bağımlılıkları ve bağımlılık psikolojisini tartışmak gerekiyor. İnsanoğlu şu ya da bu sebepten dolayı en kolay eriştiği maddeye, insana, davranışa bağımlılık gösteriyor. Elbette madde bağımlılığının tahribatı çok yüksek ve yaygın olanı, bundan dolayıdır ki devletin tüm sorumlu organları topyekûn bir seferberlikle mücadeleye başladılar. Bunun yansıra bugün belki de farkında olmadığımız fakat modern çağın deformasyonu bağımlılıklar da toplumları içten içe kemiriyor. Dijital bağımlılık da bunlardan sadece biri. Dünya bir yandan açlık ve yoksullukla mücadele ederken, diğer yandan “yemek bağımlılığı” obezitenin yaygınlığı ve sonuçları ile mücadele etmeye çalışıyor. Obezite, belki bir madde bağımlılığı olarak tanımlanmıyor ama beslenme uzmanları karbonhidrat ve şeker bağımlılığını konuşmaya başladılar bile… Dijital bağımlılık Bir iletişim meslek mensubu olarak, iletişim araçlarının yaygınlaşması, iletişim teknolojisinin gelişmesi beni ancak heyecanlandırabilir. İletişim teknolojisinin ilerlemesi öncelikle meslek mensuplarının üretimlerini hem zenginleştirecek hem de kolaylaştıracaktır. Hızlı ve kolay erişilebilirlik, çok seslilik gibi avantajlarının yanı sıra makul ve güvenli kullanılmadığında fizyolojik hastalıklar başta olmak üzere özellikle çocuk ve gençlerde iletişim, sosyalleşme yoksunluğu gibi dezavantajları da ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, cep telefonlarının artık sadece konuşarak haberleşme aracı olmaktan çıkması ve birer mini bilgisayar işlevi görmesi ile hayatımızı kuşatan dijital bağımlılığı da görmezden gelemeyiz. Konvansiyonel (!) sosyalleşme araçlarının unutulduğu ve dijital sosyalleşmenin değer olduğu yeni çağın bağımlılığı bu… Aslında iletişim teknolojilerini doğru kullanamama özrümüz bu belki de… Televizyonu da aynı bağımlılık yöntemi ile hayatımıza sokmadık mı? Televizyon, bir iletişim olmaktan daha çok, tüm aileyi esir Sınırsız ve süresiz bilgisayar (ekran) kullanımı özelikle çocukları dinamik bir algıya mahkûm ediyor. Akabinde de statik olan her şeyden uzaklaşıyorlar. Kitap okumak, el becerisi ve sabır gerektiren bir iş ile uğraşmak vs… 4 Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Bakanlık Müşaviri alan bir sihirli kutu olmadı mı hayatımızda? Açılış saati ile düğmesine basılan ve bayrak töreni ile kapanan bir televizyon kullanım alışkanlığımız… Ne yazık ki bu davranış kalıbı, iletişim teknolojilerinin ilerlemesi ile başka türlü zuhur etti hayatımızda. Sosyal medya araçları, sohbet programları ile saatlerini minicik bir ekrana bağımlı geçirmiyor mu insanoğlu? 24 saat esaslı biyolojik yaşam yerine, zaman kavramını yok eden bir sanal yaşam söz konusu. Gece yarıları atılan tivitler, tuvaletten yazılan mesajlar, bir arkadaş ile sohbet ederken göz ucuyla da olsa kopamadığımız telefon ekranı… Dijital bağımlılığın fizyolojik yan etkilerini yeni yeni konuşuyoruz. Baş, boyun ağrıları, el ve kol kaslarındaki şikayetler, sürekli aynı pozisyonda bulunmanın verdiği rahatsızlıklar fizik tedavi hekimlerinin yeni uğraş alanı oldu. Diğer yandan dinamik bir ekrana bağımlı olmak statik öğrenmenin yolunu da kapatıyor. Gün içinde saatlerini dinamik bir ekranın karşısında geçiren bir çocuğu o ekrandan alıp, statik bir kitap sayfasına yönlendiremiyorsunuz. Herkesin ağzında bir “hiperaktivite” sözü var. Hatta bazı anne babaları bunu övünerek çocuklarına yakıştırırken görebiliyoruz. Sınırsız ve süresiz bilgisayar (ekran) kullanımı özelikle çocukları dinamik bir algıya mahkûm ediyor. Akabinde de statik olan her şeyden uzaklaşıyorlar. Kitap okumak, el becerisi ve sabır gerektiren bir iş ile uğraşmak vs… Zaman zaman sohbet ettiğim bir yazılım mühendisi “İspatlayamam ama uzun süre ve sınırsız bilgisayar kullanan çocuklarının bilgisayar kullanımlarının makul sınırlara çekilmesi ile ailelerin çocuğundaki hiperaktivite şikayeti azalacaktır” dedi. Hatta, hayatı dinamik ve statik algılama üzerine endişelerini de paylaştı. “Bu kadar dinamik algıya alışan bir nesilden, yarın nasıl olacak da mikro cerrahi uzmanları çıkacak?” dediğinde ben olayın vahameti konusunda endişeye kapıldım doğrusu. Güvenli ve etkin kullanım Bu endişelere, tedbir olması için, özellikle bazı anne babalar, “yasak koymak, eve internet almamak” gibi yöntemlerle, çocuğunun nezdinde (üzülerek yazıyorum) komik duruma düşebilirler. Çünkü çocuklar, anne babalarının yasakladığı erişime, arkadaşının telefonundan çok kolay ulaşabiliyor artık. İşte tam da bunun için “güvenli kullanım” konusunda ısrarcı olmalıyız. Bu alanda kötü amaçlı kullanıcıların varlığından çocuklarımızı mutlaka haberdar etmeliyiz. Kişisel bilgileri açıkça yazdığında veya yüksek kalite iyi bir fotoğrafı paylaştığında, kötü amaçlı kullanıcıların bunu istismar edebileceğini bilmeli çocuklarımız. Özel hayatın gizliliği mutlaka anlatılmalı… Ekran, tablet başında geçen uzun saatlerin fizyolojik rahatsızlıklarını da anlatmak gerek. Bu, her an elinizin altında olduğunda erişim sağlayabileceğiniz bir teknoloji sadece. Bizi ve çocuklarımızı esir almasına, dış dünya ile yabancılaşmaya izin vermemek gerekiyor. Sosyal medyanın, avantajları ve dezavantajları konusunda ve doğru kullanım hakkında sayfalarca yazı yazılabilir, eğitim modülleri hazırlanabilir. Her ortam ve mecrada paylaşılabilir. Konvansiyonel sosyalleşme araçlarının unutulduğu ve dijital sosyalleşmenin değer olduğu yeni çağın bağımlılığı bu… Fakat önce, yanlış kullanımdan kaynaklanan bir “dijital bağımlılığın” varlığını kabul etmekle işe başlamalıyız. 5 TÜRKİYE’DE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİ Aziz SÖĞÜTLÜ Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Bakanlık Müşaviri Hakan KEÇE Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Çalışmacı 6 Aile; güçlü sevgi, şefkat ve sadakat duygularıyla birbirlerine bağlı bireylerin oluşturduğu, insanın var olmasını, soyunu sürdürmesini, biyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını gidermesini sağlayan, insanlık tarihi boyunca tüm toplumlarda görülen sosyal bir sistemdir. Ailenin insan yaşantısı üzerindeki etkisi doğumdan önce başlamakta ve yaşamın sonuna dek etkisini sür-dürmektedir. Bu etkinin en önemli muhatabı hiç şüphesiz çocuklardır. Gelişimin tüm yönleri ele alındığında, aile ortamının sunduğu tüm imkânlar ve fırsatlar çocuğun gelişimini doğal ve etkin olarak teşvik etmek için en uygun ortam olarak karşımıza çıkmaktadır. Ailenin bu işlevselliği, normal koşullarda ailenin belli özelliklere ve imkânlara sahip olmasının sonucu olduğu da bir gerçektir. Aile ve aile üyelerinin özellikleri, sınırlılıkları, yetersizlikleri, ekonomik yoksunluğu gibi nedenlerden dolayı aile gerekli işlev-selliğini yerine getiremeyerek, çocuk için yukarıda belirtilen “doğal koruyucu ve geliştirici” özelliğini yitirdiği durumlarda çocuk için zor bir serüven başlamaktadır. Bunun yanında aile de evrende her varlık gibi bozulmaya, dağılmaya, parçalanmaya, üyelerini kaybetmeye maruz kalabilmektedir. Ailenin özellikle ebeveyn yoksunluğu ile birlikte aile işlevselliği- ni yerine getirebilmesi yine oldukça zor olabilmektedir. Bu istenmeyen durumlar sonucunda çocuğun gelişimi ve geleceği risk altına girebilmektedir. Modern devlet anlayışı, devletin tüm bireylerin yaşamlarını güvence altına almakla yükümlü olduğu ilkesine dayanmaktadır. Devlet bütün yükümlülüklerini ilgili kurumları aracılığıyla yerine getirir. Bireyin gelişimi ve geleceğinin güvence altına alınması adına aileyi kurumsallaştırmıştır. Aile bu kurumsal görevini yerine getiremediğinde, devlet bu yükümlü-lüğünü başka kurumları aracılığıyla yerine getirmeye çalışır. Çocukluk döneminde sağlıklı gelişimi olumsuz etkileyen risklere maruz kalmak, geli-şimde geri dönülemeyecek etkiler bırakabilmektedir. Kişinin gelişimsel yönünü değiştiren bu riskler önceden öngörülebilirse, alınacak tedbirler sayesinde engellenebilir. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin çeşitli maddelerinde de (Madde 3: Çocuğun yararına önceliğin verilmesi ilkesi, Madde19: Suiistimal ve ihmalden korunma hakkı gibi) değinildiği gibi, çocukları onlara zarar verebilecek tehlikeli durumlardan koruma sorumluluğu devlete verilmiştir. Devletin çocuklara yönelik risklerin gerçekleşmesini önleme görevi, ancak devlet kurumlarının etkin işbirliği ve bu konunun önceliğinin devlet ve kamuoyu tarafından benimsenmesiyle yerine getirilebilir. Ailenin çocuğun bakımı ve korunmasına yönelik işlevini yerine getirememesi duru-munda çocuğun bir şekilde bu bakım ve korunma ihtiyacının karşılanması gerekmektedir. Çocuk için aile yoksunluğu veya sınırlılığı bir anlamda onu korunmaya muhtaç çocuk durumuna dönüştürmektedir. 2005 yılına kadar bu tanım daha çok “muhtaçlık” algısı üzerine yapılmıştır. 2005 yılında yasalaşan 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu ise temel çıkış noktası ve kapsamı açısından önemli bir gelişim yaratmıştır. Öncelikle 2828 sayılı yasanın kullandığı korunmaya muhtaçlık kavramı yerine çağdaş çocukluk paradigması ile uyumlu olarak korun-ma ihtiyacı içinde olan çocuk kavramını kullanmıştır. Muhtaçlık kavramı yerine hak temelli sosyal hizmet anlayışıyla paralel olarak ihtiyaç kavramının öne çıkarılması ciddi bir paradigma değişikliği olarak görülmelidir. Korunmaya ihtiyacı olma durumu, yukarıda belirtildiği gibi, gelişim alanlarından 7 çocuk koruma sistemi biri veya birkaçının risk altında olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu durum karşısında devlet farklı kurumlarıyla çocuğun bakım ve korunma ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Bakım ve korunma ihtiyacı olan çocuklara yönelik hizmetler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB), Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü aracılığıyla yürütmektedir. Türkiye’de çocuk koruma sistemine yönelik kamu politikalarının en belirgin uygulayıcısı görünümünde olan bakanlık, hiç şüphesiz Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığıdır. Bununla birlikte yaklaşık 25 milyon çocuk nüfusu ile en çok etkileşim halinde olan bakanlık ise Milli Eğitim Bakanlığıdır. Çocuk koruma kanununda sorumlulukları olan bakanlıklar da çocuk koruma sisteminin önemli aktörleridir. Türkiye’de, bu gün için, çocuk koruma sisteminde çocukların bakımlarının sağlandığı fiziki mekanlardaki değişim çağın koşullarına yaklaşmıştır. Korunma ihtiyacı olan çocuklara yönelik hizmet anlayışındaki değişim devam etmektedir. Korunmaya ihtiyacı olan bir çocuk, iki binli yıllara kadar çocuk yaş durumuna göre daha Türkiye’de, bu gün için, çocuk koruma sisteminde çocukların bakımlarının sağlandığı fiziki mekanlardaki değişim çağın koşullarına yaklaşmıştır. Korunma ihtiyacı olan çocuklara yönelik hizmet anlayışındaki değişim devam etmektedir. 8 Çocuk koruma sisteminde yeni konseptin, aile odaklı bakım ve koruyucu aileliğin geliştirilmesi olduğu söylenebilir. Buradan hareketle bu konsepte uygun olarak erken uyarı sisteminin de hayata geçirilmesi imkân dâhilindedir. Kurumlararası koordinasyon mekanizmasından anlaşılması gerekenin protokoller ve projelerden öte uygulamaya geçilmesidir. çok çocuk yuvasına ya da yetiştirme yurduna yerleştirilmekteydi. Yine iki binli yıllara kadar kurumun mevcut politikalar gereği çocuğu kurum bakımına almak yönünde genel bir eğilim bulunmaktaydı. Son yıllarda ise özellikle çocuğun aile ortamında kalmasına yönelik bir politika ağırlık kazanmış ve bu politikanın yaşama geçirilmesi yönünde önemli mesafeler katedilmiştir. Son yıllarda çocukların aile yanında bakılmalarını hedef alan politika da; çocuk durumuna uygun olarak öncelikle ayni ve nakdi yardımlarla ailesi veya yakınları yanında desteklenmekte, ya koruyucu aile yanına yerleştirilmekte, ya evlat edindirilmekte ya da yatılı bir sosyal hizmet kuruluşuna (çocuk evi, sevgi evi, çocuk yuvası, yetiştirme yurdu gibi) yerleştirilmektedir. Yine son yıllarda korunma ihtiyacı olan çocuklara yönelik oluşturulan ‘çocuk evleri’ ve ‘sevgi evleri’ de sosyal hizmet lügatine girmiş bulunmaktadır. Bu hizmet modelleri yıllardır olumsuzlukları ile eleştirilen çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarına alternatif olan bir kurum bakım modelidir. 1990’lı yıllardan itibaren ihmal ve istismara maruz kalan çocukların rehabilitasyonları süresince ayrı kuruluşlarda bakılmaları konusunda önemli mesafeler kat edilmiştir. Ülkemizdeki çocuk koruma sistemi daha çok devlet kurumları aracılığı ile yerine getirilen bir hizmettir. Bu alanda faaliyetleri olan sivil toplum örgütlerinin ve özel kurumların sayıları oldukça azdır. Yine çocuk koruma sistemi ihbara ve müracaata dayalı bir sistemdir. İdeal olan uygulama ise erken uyarı sistemidir. Çünkü, çocuk madde kullanmaya başladıktan, cinsel istismara maruz kaldıktan sonraki müdahale çok gecikmiş bir müdahale olmaktadır. Kuruluşundan 2011 yılına kadar Devlet Bakanlığı bünyesinde hizmet vermiş olan SHÇEK ve diğer sosyal hizmet kurumlarının, sorumlu Devlet Bakanlığı’nın icracı bakanlığa dönüştürülmesi ve kurum adlarında yenilenmeye gidilmesiyle birlikte, daha etkin bir hizmet anlayışı, değişen koşullara ve gelişen sosyal yapılara cevap verecek nitelikte politikalar üretebilmeleri amaçlanmıştır. Adından da anlaşılacağı gibi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, başta sosyolojik bağlamda toplumun çekirdeğini teşkil eden aile olmak üzere gerek ülke bazlı gerekse konjonktürel gelişmelere toplumu uyumlayacak çalışmaların merkezinde yer almaktadır. Toplum yapımızın korunmasını esas alan çalışmaların yanı sıra, isabetli öngörülere dayandırılarak geliştirilecek politikaların yarınlarımız için ne denli önemli olduğu aşikârdır. Ne var ki, Sosyal Hizmetlerin tarihi, tabir yerindeyse bir yalnızlığın ve toplum öfkesinin boca edildiği bir hüzünler adasının tarihidir. Toplumun en dezavantajlı kesimlerine hizmet veren söz konusu kurumlar, yakın zamana kadar toplum bilinci ve sorumluluğu ile arzu edilen ve olması gereken düzeyde buluşmuş değildir. Ancak bu bağlamda sorumlu bakanlığın icracı bakanlığa dönüştürülmesi önemli bir adım olarak görülmelidir. Kuşku yok ki, toplumun da, olanları analitik ve sorumlu bir gözle okuyacağı bir seviyeye ulaştığında, Türkiye’nin yarınlarına daha umutlu ve güvenli bakacağımız muhakkaktır. Ülkemizde çocuklara yönelik yatılı kurum bakımı yöntemiyle koruma ve bakım hizmetleri, tarihsel süreç içerisinde artarak devam etmiştir. Bu hizmetlerin yürütülmesinde sosyal devlet gerekleriyle çağdaş yaşam standartlarının bütüncül bir yapı oluşturması yönünde yeni mesafeler kat edilmiştir. Ancak Sosyal Hizmet, “kendi yaşam alanında” yapay olmayan ortamlarda destek ve sosyal güvenliğe dayanan yeni bir paradigmaya ihtiyaç duymaktadır. Son söz olarak şunu söylemek gerekir: Sosyal hizmet alanlarının, hizmet verme ve politika üretme sahasında reel bir başarının yakalanabilmesinin birbirine koşut iki ayağı vardır. İlki, Devlet’in ilgili Bakanlığı ve bağlı kurumlarıysa diğeri de toplumun kendisi ve içerdiği sosyal aygıtlardır. Kaynaklar Erguncu, H. (1991). Cumhuriyetten Günümüze Sosyal Hizmetler Alanındaki Yasal Değişme ve Gelişmeler Işığında Korunmaya Muhtaç Çocuklar. (Yayınlanmamış kamu yönetimi uzmanlık tezi), TODAİE Kamu Yönetimi Uzmanlık Programı, Ankara. Salim, M. (2011). Geçmişten Günümüze Türkiye’de Çocuk Koruma Politikaları ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.). Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Şenocak, H. (2005). Korunmaya Muhtaç Çocuklar: İstanbul Yetiştirme Yurtları Üzeri ne Bir Alan Araştırması. (Yayınlanmamış doktora tezi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. T.C. Kalkınma Bakanlığı X. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Çocuk Özel İhtisas Komisyonu. Uluğtekin, S. (2001). “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler”, Sosyal Hizmette Yeni Yaklaşımlar ve Sorun Alanları, Prof. Dr. Nihal TURAN’a Armağan, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayını, Ankara. 9 Nevzat ÖZER Psikolojik Danışman /Antalya Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARI HAYATI BİR SAVAŞ GİBİ ALGILIYOR 10 “Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken, ne yazık ki biz, büyük bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik.” Korku, panik ve güven duygusundan yoksun. Hayatı hep bir savaş gibi algılayan bir toplum haline geldik. Benim kliniğime gelen hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken, yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. Ben, sağlıklı insanı, kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan olarak tarif ediyorum.” Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve tüm ömrünü on binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir psikiyatr olan Hollandalı Profesör Cees Van Der Hilst samimi tespitleri idi. O halde, anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken, kapasitelerini ve sınırlarını zorlamak, çocuklarının ileride taşıyamayacağı bir yükün altına girmelerini teşvik etmek, onların yeteneklerini ve gizil güçlerini tanımadan pohpohlamak, tek başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine onları sosyal yaşamla, çevreyle diyalog, işbirliği ve etkileşime geçerek hayatlarını sürdürmeye teşvik etmelidirler. Bundan yüzyıl sonra bu dünyada olmayacağız. Dertlerimiz, sıkıntılarımız, ahlarımız vahlarımız, borçlarımız, bitmek bilmeyen her türlü işimiz hep bu dünyada kalacak… Hayat bir savaş değil... ve bu yarışta başarmaya ve kazanmaya odaklanmış bireyler yetiştirme hevesi bir anne ve baba için son derece sakıncalı tutumlardır. Önemli olan sizin çocuğunuzdur. Bu gerçeği kabul etmek ve var olan kapasitelerini en iyi şekilde kullanmalarına yardımcı olmaktır. Bitmez tükenmez mücadeleci ruh, hem anı yaşamayı zorlaştırmakta, hem yaşamın içerisindeki güzel enstantaneleri ıskalamaya neden olmakta, hem de birçok güzelliği hırs ve tutku yüzünden göremememize neden olmaktadır. Bu amansız ve insafsız yarış yorgun zihinler ve bedenlerin oluşmasına ortam hazırlamaktadır. Yaşamın merkezine sadece kendilerini koymamalarını, özgürlüğün sınırsız olmadığını, her an her şeyin elde edilemeyeceğini; sabrın, çalışmanın, fedakarlıgın, vicdanın, sevebilmenin önemli bir erdem olduğunu eylemlerimizle, davranışlarımızla ve alacakları eğitimle adeta benliklerine kazımalıyız. Burada eğitimcilere, ebeveynlere ve topluma her zamankinden daha fazla görev düşmekte olduğu unutulmamalıdır. İlişkileri Bakıma ve Tamire Almak Arabası olanlar bilir. Arabaların yaz ve kış aylarına özel bakımları vardır. Yağı, suyu, antifrizi ve karbüratörü şartlara göre ayarlanır veya değiştirilir. Kısaca bir bakım gerektirir. Peki ya biz? Gerek aile içi, gerekse aile dışı ilişkilerimizi; yani eşimizle olan, çocuklarımızla olan ilişkilerimizi, akrabalarımız ve komşularımızla olan iletişimimizi tamire, bakıma alıyor muyuz acaba? Yıpranan ilişkilerimizi bir doktorun yarayı tedavi ettiği gibi tedavi edebiliyor muyuz? Eğer, etmiyorsak geç kalmış değiliz. Yapacağımız ilk iş evliliğimizi, çocuklarımızla olan ilişkilerimizi, kısaca insana ait ne varsa her şeyi tekrardan gözden geçirmek, bakıma ve tamire almaktır. Yapılacak tek şey: İlgi, şefkat, iletişime açık olmak, hatalarla sevebilmek… Herkesin hata yapabileceği gerçeğini unutmamak… Dostluğa, arkadaşlığa önem vermek, güler yüzlü, içten, riyasız olmak, sorunları ve problemleri fazla uzatmamak. Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta kalabilme savaşı olarak tanımış çocuklar, korku, endişe ve şüphe içinde etrafları ile iletişim kuruyorlar. Her an kendisinin bir darbe alacağı ve kandırılacağı paranoyasıyla çevrelerine şüphe ile bakıyorlar ve bu gergin bekleyiş akıl zembereğinin boşalacağı güne kadar devam ediyor. Bizler de diyoruz ki, hayat bir savaş değil! Her şeyi derse, sınava, indirgemek, yaşamı sürekli bir yarış gibi algılamak 11 günümüz çocukları hayatı bir savaş gibi algılıyor Sorunları ve problemleri fazla uzatmamakla ilgili çok sevdiğim bir hikâyeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Bu örneği hayatımda çok uyguladım ve faydasını gördüm, sıra sizde. uyandırılmasına rağmen sabırla onu dinleyen, onunla konuşan birisinin de bu dünyada var olduğunu, dolayısıyla dünyanın yaşamaya değeceğini düşünerek vazgeçmiştir intihardan… Dinlemenin Hayat Kurtarıcılığı… Ev yanıyor… Kaçın! Ünlü psikoterapist Victor Franklin başından geçen bir olayı anlatır. “Saat gecenin üçüdür. Frenklinin telefonu çalar. Telefonun diğer ucunda intihar etmek üzere olan bir kadın vardır. Kadın adama şöyle der: intihar etmeye karar verdim; ama ölmeden önce sizin gibi ünlü birisinin ne diyeceğini merak ettim” der. Franklin her türlü yöntemi deneyerek onu intihardan vazgeçirir. Kadın, ikna olmuş ve rahatlamıştır. Bunun üzerine kadın, Frenklin’i ziyarete geleceğini söyler. Sözünü tutar ve Frenklin’le sohbete koyulurlar ve aralarında sıcak bir diyalog başlar. Sohbetleri sırasında Franklin, kadını intihardan vazgeçiren nedenin onu yaşamaya ikna etmek için yaptığı konuşmalar olmadığını anlar. Kadın, geçenin üçünde 12 Dinlemenin, konuşmanın, paylaşmanın önemine dair, okumuş olduğum bir kitapta, Mevlana’nın bir örneğinden çok etkilenmiştim. Mevlana derki, “sıkıntılı ve kederli bir insan yanan bir ev gibidir”. Düşünün ki ev yanıyor ve tüm odalar duman altında, göz gözü görmüyor. O eve girdiğinizde yapılacak ilk iş evin kapısını, penceresini açmak olur elbet. Stresli, gergin, üzüntülü insana yapılan her türlü girişim; onunla konuşmak, varsa dertlerini dinlemek, sıkıntılarını paylaşmak, yanan o evin bir penceresini, bir odasını açmak gibidir der. Ne kadar güzel bir benzetme. Bizlerde, değişik sorunlar yaşayan öğrencilerimizle, çocuklarımızla konuşarak, iletişime geçerek onların bir penceresini, kapısını açmış gibi olacağız. Mevlana’nın söylemiyle yanan evdeki dumanın dışarıya çıkmasına vesile olacağız. Konuşma, iletişim kurma ihtiyacı tıpkı yemek, içmek gibi doğal bir gereksinimdir. Yalnız kalmayı ve yalnız olmayı beceremeyen sayılı canlılar arasındadır insanoğlu. Bununla ilgili atasözümüz bile vardır. “Yalnızlık Allaha mahsustur” diye. Modern insan kalabalıklaştıkça, şehirleştikçe sanırım biraz daha yalnızlaşıyor. Bu yalnızlığımız bazen öyle derin ve acı oluyor ki… Bu yalnızlık ve iletişimsizlik, bazen intiharla bile sonuçlanabiliyor. Etrafımız; dokunsalar ağlayacak, bir kuru ekmekten ziyade biraz ilgiye, şefkate ve adam yerine konmayı isteyen fertlerle dolu. Kalabalık toplantılarda, ayaküstü konuşmalarda insanlar daha çok konuşanları değil kendilerini daha güzel dinleyenleri seçer, onlarla konuşma ihtiyacı duyar. Öyleyse dinleme alışkanlığını, hayatımızda her zaman ön plana çıkarabilmeliyiz… Evet, bugün dinleyelim. Oğlumuzu, kızımızı ve insanları… Bugün dinleyelim doğayı tabiatı, yâri... BUGÜN DİNLEYELİM KENDİMİZİ.... SOSYAL YARDIMLAŞMA KÜLTÜRÜ Hulusi GÖLPINAR Aile ve Sosyal Politikalar Uzman Yrd. Milyarlarca insanın yaşadığı ve gelişmişlik düzeyleri birbirinden farklı 200 e yakın ülkenin olduğu günümüz dünyasında yaratılan rızkın ve mülkiyetin insanlar ve toplumlar arasında adilane bir paylaşımla dağıldığını söylemek çok güç olsa gerek. Özellikle küreselleşmeyle beraber büyüme ve kalkınma hırsı toplumsal sınıf farklılıklarını iyice ayrıştırmış ve eşitsizlik uçurumunu derinleştirmiştir. Örneğin İsviçre’de kişi başına milli gelir (2011 yılı itibariyle) Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin 382 kat fazlasıdır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 71 milyon insan yaşamakta, İsviçre de ise 8 milyon insan yaşamaktadır. Ancak İsviçre ekonomisi Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin ekonomisinden 41 kat büyüktür. Küreselleşme yoksul ülkelerin borç yükünü daha da artırmıştır.(1) Tüm dünyada yaklaşık 170 milyon çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle fiziksel gelişme sorunu yaşamakta... Dünya Bankası’nın istatistiklerine göre son 30 yıldır aralarında Brezilya, Çin ve Hindistan gibi kalkınmanın eşiğindeki ülkelerin de bulunduğu dünyanın en güçlü ekonomisine sahip G 20 ülkelerindeki zengin ve yoksul uçurumu, hiç olmadığı kadar derinleşmiş durumdadır. (2) Şu anda uygulanmakta olan politikalar, gittikçe daha da bozulan bu görünümü düzeltecek durumda olmadığı gibi bu ayrışmayı artırıcı etki yapmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO), 2012 “Küresel İstihdam Raporu” na göre, 2008-2009 yıllarındaki küresel mali krizden bu yana 50 milyon kadar kişi işinden olmuştur. Hâlihazırda ise dünyada 1 milyar insanın karnı aç durumdadır. (3) 13 sosyal yardımlaşma kültürü Bir toplumda sosyal dayanışmanın oluşabilmesi için, öncellikle bireylerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimî bir hisle yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Tüm dünyada yaklaşık 170 milyon çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle fiziksel gelişme sorunu yaşamakta ve yılda 15 milyon insan -2 buçuk milyonu çocuk-, açlık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. (4) Küresel krizle birlikte uygulanan politikalar, büyük zenginleri daha zengin yaparken, yoksulları daha da yoksullaştırarak gelir dağılım dengesini hepten kötüleştirmiş durumdadır... Bazı ülkelerde israf son haddine varmışken bazılarında ise bir lokma ekmeğe ve bir yudum suya muh- 14 taç binlerce insan bulunmaktadır. Diğer bir tabirle açlık, yiyecek kıtlığından değil insanların gerekli besini eşit şekilde elde edememesinden kaynaklanmaktadır. Yoksul insanlar genellikle dünya üzerinde Afrika ve Asya kıtalarında yaşamaktadır. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ekili alanlar dünya mahsulünün yarısını karşılarken bu bölgelerde en az yarım milyar insan yeterli miktarda besin bulamamaktadır. Dünyada en yoksul 50 ülke, nüfusun %20 sini oluştururken gelirin %2 sine sahiptir. Ama dünya nüfusunun en üst gelir grubundaki %20 ise dünya gelirinin %83’ünü oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük savaşları, ihtilalleri hep ülkelerin sömürme ve mal, mülk edinme ihtirasından dolayı çıkmıştır. Hatta aynı devlet içinde bile gelir dengesizlikleri yüzünden bölünme, ayrışma ve iç çatışmalar olabilmektedir. Hz Peygamber “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyerek bu duruma çok veciz biçimde temas etmiştir. Herkesin onurlu ve saygın bir hayat sürdürebilmesi için, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma olmazsa olmazdır. İşte tam da burada sosyal yardımların ve toplumda yardımlaşma kültürünün önemi ortaya çıkmaktadır. Sosyal yardımların temel amacı, muhtaç veya yoksul durumda bulunan kişilerin, muhtaçlık koşulları ortadan kalkıncaya kadar ve yardım almadan kendi başlarına yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilecek duruma gelinceye kadar gelir güvencelerinin sağlanmasıdır. Çünkü sosyal yardımın altında, insanı koruma çabası yatmaktadır. Böylece onun hayatını sürdürmesine destek olunmaktadır. Öte yandan insanların gönüllü olarak oluşturdukları birlik, beraberlik sayesinde karşılıklı sosyal dayanışma ve yardımlaşma hamleleri de hız kazanır. Gönüllük ve fedakarlık esasıyla yapılan bağışlar, yardımlar ve her türlü maddi ve manevi katkılar, o toplumun adeta çimentosu olmaktadır. Toplumun duyarlı ve aklıselim her bir bireyi, kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli bir takım vazife ve sosyal sorumluluklarının bulunduğunu hissetmesi ile birlikte sevgi ve dayanışma toplumu meydana gelir. Bir toplumda sosyal dayanışmanın oluşabilmesi için, öncellikle bireylerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimî bir hisle yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Kısacası, sosyal dayanışma, toplumda sosyal mesuliyeti ve kardeşliği teşvik eden sosyal ahlâk esaslarının uygulanması ve işleyen bir sosyal düzenin varlığı ile mümkündür. Bu hususiyetler uygulanmadığında, sosyal barış temin edilemez ve sosyal dayanışmanın yerine sosyal çatışma ve mücadele şekilleri ortaya çıkar. Sevginin, merhametin ve fedakârlığın bir tezahürü olan sosyal dayanışmanın ahlâkî temelleri, insanın eşref-i mahlûk, olmasının muktezasıdır. Hz Peygamber “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyerek bu 15 sosyal yardımlaşma kültürü duruma çok veciz biçimde temas etmiştir. Herkesin onurlu ve saygın bir hayat sürdürebilmesi için, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma olmazsa olmazdır. Tabi burada sosyal devletin de elbette büyük bir rolü ve misyonu vardır. İnsanın onurlu ve insanca yaşamasını sağlayacak yardımları yapma, sosyal refahı artıracak tedbirleri alma, sosyal devlet olmanın gereğidir. Sosyal Devlet, bireyleri zor durumlarında, yardıma ihtiyaç duyduklarında koruyan ve onlara gerekli imkânları sunan devlet anlayışıdır. Bir ülkede aç ve muhtaç insanların sorunları aşılmadan sosyal refah devleti düzeyine ulaşmak mümkün değildir ki bu durum insan haklarının en temel konusudur. Bunun için de, bu konuda gerekli sosyal politikalar geliştirilerek, toplumdaki refah düzeyi açısından mevcut ayrışmalar giderilebilir. Ancak bu çalışmaların bütçesinin önemli bir kısmının da bağış ve yardımlar ekseninde oluştuğu göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak sadece talep yönlü değil aynı zamanda arz odaklı politikalar ve projeler gerçekleştirerek (gelemeyene de giderek) en büyük sorumluluğu taşımaktayız. Çünkü bu kadar yoğun faaliyeti ve sosyal yardım çalışmalarını ancak kendinizi “engellilerin, yaşlıların, muhtaçların, sokak çocuklarının, öksüz ve yetimlerin” yerine koyarak ve bu sorumluluğu yüreğinde hissederek yapabilirsiniz. Örneğin; yıllık olarak 1.2 milyon engelli ve yaşlı vatandaşımıza düzenli aylık yatırılmaktadır. Yine yıllık 240 bin eşi vefat etmiş muhtaç durumdaki kadına aylık 250 TL düzenli nakdi yardım verilmektedir.2 milyonu aşkın haneye her yıl düzenli olarak yakacak verilmektedir. Ortalama 3 milyon çocuk için annelerine şartlı eğitim ve şartlı sağlık yardımları kapsamında nakit destek sağlanmaktadır. 600 bin öğrencinin öğle yemeği verilmektedir. Toplam 36.485 gencimiz işe başlatılırken engellilerde 16 27.443 kişilik istihdam sağlanarak kamudaki engelli sayısında %475’lik bir artış olmuştur. Yapılan çalışmalar neticesinde % 3.04 olan yoksulluk oranı % 0.14’lere düşürülmüştür. (5) Artarak devam eden Sosyal Yardımlarımızla ve necip milletimizin yüzyıllardır içinde taşıdığı ve sürdürdüğü yardımlaşma kültürüyle ülkemizdeki ve tüm dünyadaki muhtaç insanları kucaklamaya devam edeceğiz. (1) Ekonomik Coğrafya / Küreselleşme ve Kalkınma Prof. Dr. Erol Tümertekin Prof. Dr. Nazmiye Özgüç (2)http://www.sosyalpolitikalar.com.tr/component/content/article/23-alnt-yazilar/885-kuereselleen-duenyada-gelr-dailimi-ve-yoksulluk.html (3)http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=229081 (4)http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=229081 (5)sgb.aile.gov.tr/data/.../son_11_yilin_kazanimlari.pdf İnsanların gönüllü olarak oluşturdukları birlik, beraberlik sayesinde karşılıklı sosyal dayanışma ve yardımlaşma hamleleri de hız kazanır. Gönüllük ve fedakarlık esasıyla yapılan bağışlar, yardımlar ve her türlü maddi ve manevi katkılar, o toplumun adeta çimentosu olmaktadır. KAYBOLMAMIŞ DUYARLILIKLARIN ORTAYA ÇIKARILMASINDA GÖNÜLLÜLÜK ANLAYIŞI Aygül FAZLIOĞLU Sosyolog Giriş Gönüllü çalışmalar ortak çıkar ve ilgi birliği, ortak politik ve toplumsal tutumlara sahip grup ve grupların varlığını gerektirmektedir. Bu tür çalışmalar, toplumun bütünleşmesinde gönüllüler ya da doğrudan işlev gören yapılar aracılığıyla sosyalleşme ve karar alma süreçlerinde rol alarak toplumun sosyo-ekonomik gelişimine katkıda bulunmaktadır. Bunun sonucunda da çok sayıda gönüllü örgüt ve çalışma meydana gelmektedir. Tarihsel süreç içinde farklı toplumsal koşullarda farklı gönüllü çalışmalar ortaya çıkmıştır. Kırsal alanda var olan toplumsal dayanışma, birincil ilişkiler, aile ve akraba bağlarının güçlü olması kentsel yaşam ile birlikte zayıflamakta ikincil ilişkiler ortaya çıkmakta, aile bağları, sosyal kontrol ve dayanışma zayıflamakta, alt gruplar oluşmakta ve böylece geleneksel toplumsal dayanışma ağları erimektedir. Bu koşullar içinde insanlar kendilerini bir topluluğa ait hissetmek, hedeflerine ve amaçlarına “Gönüllülük; gönlünün estiğinde değil, “O” ihtiyaç duyduğunda yanında olabilmektir.” ulaşmak için kendileri ile benzer çıkar ve düşünceleri olan kişiler ve/ya gruplarla birlikte olmaya başlamaktadır. Ünlü Fransız sosyolog E. Durkheim., toplumlarda organik dayanışmanın teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iş bölümü sonucunun yerini bireyler arasında davranış, kanaat, duygu benzerliği olan mekanik bir dayanışmaya bıraktığı görüşünü ileri sürer. Durkheim’e göre mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda bireyler düşünce ve ahlaksal açıdan homojendir. Toplumun üyeleri “ortak hedef” yönünde birbirine benzerler, aralarındaki bağlar kuvvetlidir. İnsanlar artık organik bir dayanışmanın kendilerine verdiği yakınlık ve güven duygusunu bulamamakta ve kendilerini yalnız hissetmektedirler. Bunun sonucunda da ortak amaç, hedef ve çıkarları olan gruplara yönelmekte, böylece gönüllü çalışmalar bütün olarak toplumun uyum içinde olmasına katkıda bulunmaktadır. Gelenek açısından baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayır yapma inancıyla şekil bulan “Vakıf” anlayışı, gönüllülük kavramıyla muhtaçlara yardım etmenin dünyadaki ilk örneği olmuştur. Daha sonra tüm dünya ülkelerinin gıpta ederek tanımladıkları bu gelenek Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. Dünyada, özellikle de batıda modern anlamda sivil toplum hareketi ve gönüllülük hareketlerine paralel olarak, Türkiye’de 1980’lerde çağdaş unsurları da içeren gönüllülük ve sivil toplum hareketleri ivme kazanmaya başlamıştır. Halen, gelenekten-geleceğe akan bu süreçte gönüllülük; ülke insanının ilgi, ihtiyaç, kültür ve medeniyetiyle harmanlanarak devam etmektedir. Ülkemizde de son yıllarda gerek kamuda gerekse özel sektör ve sivil toplum örgütlerinde insan kaynaklarının geliştirilmesi, gönüllü ve yarı gönüllülük çalışmaların- 17 gönüllülük anlayışı da bir hareketlilik eğilimi gözlenmektedir. Özellikle 1990’ların başında Türkiye’de sivil toplumun gelişiminin hız kazanması ile birlikte toplumdaki bireysel gönüllülük çalışmaları, organizasyonel düzeyde yürütülmeye başlamıştır. Farklı alanlarda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları yürütmekte oldukları faaliyetler kapsamında gönüllüleri organize edip, ihtiyaç duyulan alanlarda eğitim, sosyal haklar, çevre bilinci gibi konularda bilgilendirme ve yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Gönüllülüğün Farklı Tanımları Gönüllülük ile ilgili pek çok tanımlamayı literatürde görmekteyiz. Ancak bu konuda dünya çapında kapsamlı ve karşılaştırmalı çalışmalar oldukça sınırlıdır. Genellikle gönüllülük kavramı tanımlarında öne çıkan özellikler arasında bireyin sorunlu alanlarda bir toplumsal sorumluluk bağlamındaki çalışmalar içinde aktif olması anlatılmaktadır. Gönüllülük; insanları mutluluğa ulaştıran, geçmiş-bugün-gelecek çizgisinin devamını sağlayan, kapsamlı, güçlü ve önemli bir hizmet anlayışıdır. Gönüllülük, bir medeniyet göstergesi olarak; maddi ve manevi gücün, birlik ve beraberliğin sembolüdür. Gönüllülük, neredeyse insanlık tarihi kadar eski ama eskimeyen bir gerçeklik ve bir pratiktir. Bir başka ifadeyle gönüllülük; içinde yaşadığımız coğrafya için hem gelenek, hem güncellik ve hem de gelecektir. En yalın özelliğiyle yardımlaşmada şekil bulan gönüllülük dünya üzerinde her toplumda görülen bir olgudur. Bu durumu tanımlayan terimler ve gönüllülüğün ifade biçimleri kültürden kültüre ve dilden dile değişiklik gösterse de gönüllülüğü güdüleyen değerler ortak ve evrenseldir: Ancak, detaya inildiğinde ve günlük yaşamda karşılığı arandığında gönüllülüğün daha kapsamlı ve çok boyutlu olduğu görülmektedir. . 18 Örneğin gönüllülük; Çözümü başkasından beklemek değil, bireysel gücünü çözüm bulmak için kullanmaktır. Başkalarına örnek/ model olarak takdir ve övgü kazanmak, Belirli bir konuda yetki ve yetkinlik kazanmak, Başkasını mutlu etmenin en büyük mutluluk olduğunu fark etmektir. Kendisini ihtiyaç duyulan birisi olarak görmek, Güveni, dürüstlüğü ve paylaşmayı öğrenmek ve öğretmektir. Sosyal bir çevre ve konum edinmek, Karşılık beklemeden sevmektir. Ekip çalışmasının parçası olmak, Yolunda gitmeyen her şey için bireysel olarak yapılabilecek bir görev olduğunu bilmektir. Kendini geliştirmektir. Aidiyet duygusunu yaşamak, Toplum odaklı nedenler; Neden “Gönüllü” Olunur? İnsanlar, yaşadıkları toplumda bireysel veya kitlesel olarak birçok sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Çevreden sağlığa, afetlerden insani yardıma kadar geniş bir alanda ortaya çıkan bu gelişmeler duyarlı insanları bu alanlarda bir şeyler yapma ihtiyacına yöneltmektedir. Gönüllü olma gerekçeleri toplum yapısı ve kişisel özellikler doğrultusunda çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitliliği kişiler özelinde anlamak; iyi bir iletişim ve işbirliği içinde gönüllü hizmet sunumu ve alımındaki en önemli unsurlar içindedir. Gönüllülük, vermek kadar almaya da yönelik bir etkinliktir. Gönüllülük ile iletişim becerileri, organizasyon yeteneği, kendini keşfetme, karşılıklı öğrenme ve uzmanlık becerileri gelişmektedir. Gönüllü olma gerekçelerini kişi ve toplum odaklı nedenler olarak iki temel kategoride ele almak mümkündür. Örneğin; Kişi odaklı nedenler; Bir inanca bağlılığını göstermek, Hayatına değişiklik katmak, Başkalarına yardım ederek kendini iyi hissetmek, Sahip olduklarını paylaşmak, Bilgi, beceri ve deneyimleri paylaşmak, Kamu yararı faaliyetlere katkıda bulunmak, Toplumsal bir soruna çözüm bulmak, İnandığı ve güvendiği bir çalışmayı veya kuruluşu desteklemek, İnsan kaynağı ihtiyacına katkı vermek, Temsil ettiği kurumun/ toplumun/ grubun tanıtımına aracı olmaktır. Gönüllüler Neden Önemlidir? Kurumların/sivil toplum kuruluşlarının gönüllülerden destek alması başarı göstergesi olup, tanınırlıklarını artırır. Devlet ile toplum arasında köprü görevi görürler Devlet ile toplum arasında birer iletişim aracıdırlar. Mevcut hizmet ve çalışmaların toplum tarafından görülmesini sağlarlar. Yapılan çalışmaların başarısını artırırlar. Hizmetlerin sunum ve kullanımının daha etkili olmasını sağlarlar. Profesyonel olarak çalışan ekibe moral oluştururlar. İnsan kaynaklarının güçlendirilmesine katkı sağlarlar. Toplum kalkınmasındaki çalışmalarda katılım ve katkı kalkınmanın sürdürülebilirliğini sağlarlar. Gönüllülerin Yapması Gereken İşler Sahip olduğu bilgi birikimini, zamanını, fiziki gücünü sunabilecek durumda olan ve bunun karşılığında maddi beklentisi olmayan kişi olan gönüllülerin var olması ve kurumlar/sivil toplum örgütleri için çalışmaları kurumları güçlendiren süreçleri beraberinde getirmektedir. Toplumsal kalkınma için gönüllülerin kırılgan/hassas nüfus kesimlerine yönelik çalışmaların içinde bulunması, zamanını, bilgisini, birikimini ve enerjisini paylaşması son derece önemlidir. Sahip olduğu bilgi birikimini, zamanını, fiziki gücünü sunabilecek durumda olan ve bunun karşılığında maddi beklentisi olmayan kişi olan gönüllülerin var olması ve kurumlar/sivil toplum örgütleri için çalışmaları kurumları güçlendiren süreçleri beraberinde getirmektedir. Gönüllü çalışmanın esası olan sosyal ilişkiler, bireyin ve topluluğun refahı için kritik öneme sahiptir. Dahası, gönüllülük genelde yoksulluğun, marjinalleşmenin ve eşitsizliğin diğer biçimlerinin sonucu olan sosyal dışlanmayı azaltmaktadır. Aynı zamanda gönüllülük kadın, gençler, yaşlı, engelli, kent yoksulu, topraksız, az topraklılar gibi sıklıkla dışlanan nüfus gruplarının topluluğa dâhil olmasının da bir yoludur. Özellikle kırılgan/ hassas nüfus gruplarının topluma entegrasyonlarında gönüllülük ve gönüllü kişilerin önemli bir rolü bulunmaktadır. Gönüllü çalışmalara katılan bireyler, hem kendilerinin hem ailelerinin hem de içinde yaşadıkları sosyal çevrenin sahip olduğu tüm olanaklarının (bilgi, beceri, sosyal ağları ve lojistik vb.) toplumun yararına olan çeşitli alanlarda kullanabilme fırsatı bulabileceği gibi bu yolla yaşadıkları topluluğun ve-veya toplumun yaşamında söz sahibi olabilmektedirler. Herkesin her zaman bir diğeri için yapabileceği/ hatta sadece o kişinin yapabileceği çok ama çok güzel ve özel bir şey olabilir... 19 gönüllülük anlayışı Gönüllülerin Yapmaması Gereken İşler Gönüllülerin toplumsal sorunlara duyarlılığı ve toplumsal sorunlara yönelik çözüm önerileri bugünün ve geleceğin inşasına, toplumun tüm farklılık ve zenginliklerini keşfetmeye, bir arada ve birlikte yaşayabilme becerilerimizin gelişmesine büyük fırsat yaratmaktadır. Dolayısıyla gönüllüler, gönüllü çalışmayı plansız programsız, sorumluluk üstlenmeden, istendiği zaman vazgeçilecek bir lütuf olarak görmemelidir. Ancak kurumlar/sivil toplum kuruluşları da gönüllüleri istedikleri her şeyi yaptırabilecekleri ellerin altında ücretsiz işgücü olarak algılanmamalıdır. Böyle bir yaklaşım, gönüllünün kendisini mekanik bir araç gibi görmesine ve bir süre sonra toplumsal çalışmalardan uzaklaşmasına yol açabilmektedir. Gönüllüğün Önündeki Engeller Ülkemizde gönüllü çalışmalara katılımında toplumun en dinamik ve enerjisi en yüksek kesimini oluşturan gençlerin yanı sıra emekli olmuş belli bir alanda 20 birikimi olan ancak bunu kullanmayan/ kullanılmayan çok büyük potansiyel söz konusudur. Gönüllü katılımın önündeki engellerin başında; bireylerde oluşan gönüllülük algısının ağırlıklı olarak maddi yardım sağlama veya çıkar bekleme olarak oluşması, dolayısıyla insan kaynağı olarak gönüllü katılımın göz ardı edilmesi, bireylerin gönüllük faaliyetlerine nasıl ve nereden başlayacakları hakkında bilginin yetersizliği ve katkı sağlanabilecek alanlara yönlendirilmelerinin eksikliği gelmektedir. Ayrıca kamu ve sivil toplum örgütlerinin önündeki en önemli kısıtlayıcı faktörler arasında insan kaynaklarına ilişkin sorunlar ve sürdürebilir bir finansman sağlamada yetersizlik yer almaktadır. Gönüllülük Anlayışına Dayalı Bir Model: Toplum Kalkınmasında Gönül Elçileri Projesi Toplum Kalkınmasında Gönül Elçileri Projesi; Bakanlığımız tarafından Aralık 2012 yılı içinde Türkiye genelinde topumda gönüllülük kavramına yönelik farkındalığının geliştirilmesi, toplumsal kalkınmaya katkı sağlayacak gönüllü sayısının arttırılması, insan kaynağı ihtiyacının güçlendirilmesi ve gönüllü çalışmanın yaygınlaştırılması amacıyla başlatılmıştır. İki yıl devam edecek olan Gönül Elçileri Projesi farklı alt “Çocuk”, Kaliteli Yaşlanma ve Kuşaklar Arası Uyum”, “Engelli ve Hizmetlere Erişim”, “Aile ve Yoksulluk” ve “Kadın ve Güçlenme” gibi projelerden oluşmaktadır. İlk altı ay için “Çocuk” bileşeni kapsamında “Koruyucu Aile Hizmeti” yürütülmüştür. İkinci altı ay için Projenin ikinci bileşeni olan “Kadın ve Güçlenme” başlığı altında “Kadınlar İçin Mesleki Eğitim Projesi” yürütülmektedir. Bu çalışmada da görüldüğü gibi, gönüllü hizmetleri; sivil ve toplumsal yaşama katılım, yaşam becerilerinin gelişmesi, riskli davranışların önlenmesi, farklı kültürlere uyum sağlama, eğitim kazanımlarının geliştirilmesi, bireyin kendisine katkı açısından önemlidir. Diğer yandan bu hizmetler toplumu güçlendirme, birlik ve güveni destekleyerek barış ortamına katkı sağlama, hastalıkları önleme, alt yapıyı güç- Gönüllülük; emek vermektir, sorumluluktur ve empati kurabilmektir. lendirme, okur-yazarlık ve eğitim, çevreyi düzenleme gibi alanlara, ekip çalışmasına ve topluma katkısı açısından da ayrı bir değer taşımaktadır. Son Söz Köklü bir medeniyetin bize mirası olan “GÖNÜLLÜLÜK” veren elin alan elden üstün olduğu bir inancın eseridir . Dünyada kırsal alandan kentsel alana, her yaşta, her meslek grubunda, her ırkta, her dinde ve her sosyal katmandaki bireyler bir şekilde gönüllü çalışmalarının içinde yer almaktadır. Gönüllülük evrenseldir. Ekonomiye ve sosyal kalkınmaya çok büyük katkıları olan gönüllülük hiçbir zaman devlet hizmetlerinin yerini alacak bir şey değildir. Bize düşen ülkenin dört bir yanından gönüllü potansiyelini harekete geçirmek, gönüllüleri gündeme getirmek, daha ciddi bir biçimde ele alıp, hedeflere doğru yönelmek, daha fazla gönüllülük nasıl geliştirilir, daha fazla gönüllü nasıl seferber edilebilir gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktır. Kaynaklar Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2013). Toplum Kalkınmasında Gönül Elçileri Projesi Katılımcılık Ekseninde Bütünsel Değerlendirme Ara Raporu, (Hazırlayan; Türkmen A., Fazlıoğlu A.ve Keşir A.), Temmuz. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2012). Gönül Elçileri Çalışma Rehberi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2012). Gönül Elçileri El Kitabı, Ankara, Atauz. S. (1987). “Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kurumlara Eleştirel Bir Bakış” TODAi, Cilt 21, Sayı 2. Sf-99-104. BM, (2011) Dünyada Gönüllülüğün Durumu Raporu. 21 söyleşi / Cihan Aktaş Bir kısım kadınlar ucuz işçi olarak fabrika ve atölye yollarına düşerken, romantik şair ve düşünürlerin mısralarındaki ideal kadın, Rousseau’nun yarattığı yeni, korunaklı, ayrıcalıklara haiz site dairesine yerleşmeye devam ediyor. Erdemin koruyucusu olarak cinsi latifin varlığı bir tür modern haremde (sözde) güvence altındadır artık; elleri nasırlı işçi kadından yayılan itici imgeler karşısında kadın cinsi romantik muhayyelede bu şekilde kurtarma CİHAN AKTAŞ’LA SÖYLEŞİ Röportaj: Fatih ÇALMAZ Öykücü, romancı ve yazar Cihan Aktaş’la kadın istihdamını merkeze alan bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi bununla kalmadı. Kamusal alan, gelenek, kimlik ve sanat gibi alanların “kadın”la kesiştiği noktaları da içine alan uzun sayılabilecek bir konuşma ortaya çıktı. İlk olarak “Bacı’dan Bayan’a” isimli çalışmanızı baz alarak soracak olursak, kadının istihdam içerisinde yer alması için “bayan” olması bir modern dünya kuralı mıdır? “Bacı” olarak sadece sosyal sorumluluk meselelerinde ve gönüllülük zemininde mi yer alabilir? Bayan, hep söylerim, plastik bir ünvan. “Bayan”ın kullanımının bunca yaygınlaşmasına karşılık “bay”ın aynı ölçüde yaygınlaşmamış olması dikkate değer. Bu anlamda 22 operasyonlarına tabi kılınır. “bayan”, bir bakıma erkek aktörlerin etkili ve belirleyici olmadığı ölçüde yeni kamusallıkla ilgili. Bu kamusalı belirliyor ve bu kamusal tarafından biçimlendirilmeye de izin veriyor. Ne ölçüde kabul gördüğü ve misyonunu taşıdığı ayrı bir konu. Neticede bugün geniş muhafazakâr kesimlerin “bayan” unvanını iştiyakla kullandığını görüyoruz. Buna karşılık cemaate, mahalleye, özel alana ilişkin bir akrabalığı ya da toplumsal akrabalığı yansıtan “bacı” bir hayli seyrek kullanılmaya başlandı. Bu da taşra ve mütedeyyin kesimlerin kamusal alanda kadın meselesine, kadının istihda- mı konusuna kendi iç bağlamlarında çözümler, yeni imkânlar geliştirmekten uzak dururken hazırlıksız yakalanmasının göstergelerinden biri olarak okunabilir. Bu kullanımlar üzerinden toplumsal ilişkiler kadın-erkek ilişkilerindeki bağlam ve bakış açısı değişimi üzerine geniş okumalar yapabiliriz. Kitabıma ad olan yazıyı yazdığım 1998 yılı 28 Şubat’ı takip eden, mütedeyyin kesimlerin cemaatten kamusala bir açılım gerçekleştirdiği dönemdi ve “bacı” seslenişinin yerini hem titrek hem de hevesli bir benimsemeyle “bayan”ın aldığını, samimi ve saygılı seslenme dilinin yerini kuşku ve öteleme bildiren bir ses tonuna terk etmeye başladığını yaşamaya ve gözlemlemeye başlamıştım. Kadının istihdam alanında dezavantajlı olmasının en önemli nedenlerinden biri olan annelik mevzuu devletlerin pozitif ayrımcılık politikalarıyla çözülebilir mi? Bu konuda alınacak önlem ve sağlanacak katkıları salt kadına dönük “pozitif ayrımcılık” olarak açıklamamak gerektiğini düşünüyorum. Çocuk sonuçta hem ailenin hem de toplumun, çalışan kadın ve erkeğin çocuklarının güvenliği ve bakımı iş yerinin sorumluluğu altında olmalı. Bu konuda anneye seçenekler sunulabilir: Bebeğini izinli olarak evde mi büyütmek istiyor, yoksa iş yerinde ayrılan bir mekan sayesinde mesaisini sürdürebilir mi? Ayrıca anne dışarıda çalışmıyorsa, babanın iş yeri bu konuda ne gibi imkânlar sunuyor? “Anne” ve “bayan” olabilmek aynı anda mümkün müdür? Bu durum kadınların iki kat fazla emek sarf etmesine neden olur mu? Toplumsal/kamusal bir yüze sahiplik açısından “bayan” olmak, yani plastik ve renksiz bir kadın kimliğini benimsemek gerekmiyor. Bence bütün sorun nasıl bir kamusallık tasarladığımızda düğümleniyor. Çoklu karşılaşmalar alanını ne kadar istiyoruz acaba? Verili kamusal alan ve istihdam politikasının kadın veya erkekleri baskı altında tuttuğunu, kısıtladığını ve çalışma, eyleme potansiyellerini kuruttuğunu düşünüyorum. Tıpkı modern şehirlerin de kadınlar, bebekler ve yaşlılar düşünülmeden yapılandırıldığını düşündüğüm gibi… Bir medeniyet kaybının ardından içine düşülen boşlukta kadın varlığı hem hataların sebebi, hem de başarının görünen yüzü olmak zorunda sayıldı. Modern dünyada her şey değişirken kadının değişmezliği bir güven, bir direnme kaynağı olabilirdi sanki, ama diğer taraftan değişmez bir tutum içinde tanımlanan kadın da bu nedenle kayda değer, durumuna destek verme anlamını içeren özel bir saygı görmedi. Şimdiki şartlar altında toplumsal kabullere ve idealleştirmelere rağmen 23 söyleşi / Cihan Aktaş özel imtiyazlarla desteklenmemiş bir kadının hakiki varlığıyla –bedensel istismara izin vermeden- önyargı duvarlarını aşarak kamusal bir başarı göstermek için elbette karşı cinse ya da ayrıcalıklı hemcinslerine nispeten iki veya üç kat fazla emek sarf etmesi gerekiyor. Kadın görüntüsünün istihdam alanında hakim ideoloji ile beraber değişmesi, kadının iş yerinde sömürülmesi gerçeğini de değiştirdi mi? (özellikle medyadaki kadın alanında) Kadınları kısıtlayan ve engelleyen, bu nedenle de bazen iki kat emek sarfına, bazen emeğin gözükmemesine, bazen de yeteneğin kaybına sebep olan bazı hususları açabiliriz burada: Çalışma saatleri evdeki mutfak işleri ve çocuk bakımı alanında sorumlulukları dikkate alınmayacak şekilde erkek çalışanların durumlarına göre düzenlendiği için, kadınların ikili mesaisi zorlu bir tempoyu sürdürmek anlamına geliyor. Bu çifte mesai içinde ailenin tüketim alışkanlıklarını düzene sokmakta kadının sorumluluğunun ağırlığını da görmezden gelemeyiz. Marketlerdeki ürün bolluğu karşısında doğru seçimleri yapabilmek nasıl mümkün olacak? Mesela süt ürünlerine kostik gibi alerjik hastalıkların artmasını etkileyen bir katkı maddesinin katılması gayet tabii karşılanıyorken, mesai yorgunu anne evde bebeğine içireceği süt, yedireceği peynir konusunda kimden destek umacak? Kadına parçalı beden olarak bakan medya ve reklam sektörünün oluşturduğu baskı ve yaydığı ideal kadın imgeleri başlıbaşına ciddi bir mesele. Bu imgeler dolayımıyla kadınlar sadece iş yerlerinde değil, eşleriyle ilişkilerinde de varsayımsal bir “prezantabl” kadın olma beklentisiyle oldukları gibi değil, olmaları beklendiği gibi bir görüntü, hal ve tavır sergilemeye zorlanıyorlar. 24 “Çalışmak” kavramının modern insan için bir kimlik olduğunu kabul edersek, zamanımız için çalışmayan kadının sosyal taammüller açısından kimliksiz olduğunu ya da bunun sıkıntısını çektiğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söyleyebiliriz. Ev içi emeğinin görünmezliği gibi bir problem mevcut. Oysa bir kadının ev içinde yaptığı işler profesyonel kurumlara yönlendirildiğinde önemli bir maddi bedelle karşılaşıyoruz. Kaldı ki kurumsal hizmetlere dönük olarak her zaman mevcut bir tür şüpheden arındırılmış, canı gönülden gerçekleştirilen hizmetin kuru bir maddi karşılıkla açıklanamayacak bir önemi var. Buna karşılık kadının ev içi emeğinin görünmez kılınmasının modern zamanlara özgü bir mesele olduğunu da düşünmüyorum. “Kaşık düşmanı” şeklindeki deyim bu açıdan çok açıklayıcı. Yakın zamana kadar emek hareketlerinin başını çoğunlukla erkekler çekerken, tüketici hareketlerine asıl yön verenler ise her zaman kadınlar olmuştur. Sanayi kapitalizminin ve modern devletin sebep olduğu erkeklerle kadınlar arasındaki işbölümünün bir sonucudur bu. Klâsik iktisat, “değer üreten emeğe” vurguda bulunur hep. Bu bakışta ev içi emeği bir değer üretiyor olmaktan uzak sayılır. Kojin Karatani “Değer üreten emek” ile “değer üretmeyen emek” arasındaki ayrımın sanayi kapitalizmiyle başladığı ve tezlikle toplumsal cinsiyetin etkide bulunduğu bir hal aldığını hatırlatıyor. Sanırım kamusal destekli hizmetler konusunda duyulan memnuniyetsizliğe bağlı olarak, aşamalı bir şekilde, yeniden ailenin -genişleyerekkendine yetmeye çalışacağı bir yapıya evrilmek zorundayız. Bu da mimariden kadın erkek ilişkilerine, birçok konuda yeni bir bakış açısı edinmemizi gerektiriyor. Verili kamusal alan ve istihdam politikasının kadın veya erkekleri baskı altında tuttuğunu, kısıtladığını ve çalışma, eyleme potansiyellerini kuruttuğunu düşünüyorum. Tıpkı modern şehirlerin de kadınlar, bebekler ve yaşlılar düşünülmeden yapılandırıldığını düşündüğüm gibi… Kadının üretim alanındaki yerinin belirginleşmesi sizce neden bu kadar uzun sürdü ve gerçekten belirginleşti mi? Kadınların ucuz işçi olarak ev dışına çekilmeleri ve değeri konusunda emin olamadıkları gibi sıklıkla benimseyerek yaptıkları da söylenemeyecek işlere yönelmeleri, sanayi kapitalizminin emeği yeniden tanımlama iddiasıyla bütünleşir. Hiç masum olmayan sebeplerden söz ediyoruz. Kadın emeği, sanayi alanında iddiasız ama incelikli olana duyulan ihtiyaçla birlikte yeniden tanımlanıyor. Aynı akış içinde her zaman üretim merkezi olabilmiş ev çok geçmeden, sığınılan dört duvar arası mekâna dönüşmüştür, komşunun seslerine kapalılığı gerektirecek şekilde oluşan “özel hayat” anlayışının ihtiyaç duyduğu yeni bir mahremiyet kabulüyle… Gerçi Veblen’in “aylak sınıfı” evler içerik ve mânâ değişikliğine uğrasalar da bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir kısım kadınlar ucuz işçi olarak fabrika ve atölye yollarına düşerken, romantik şair ve düşünürlerin mısralarındaki ideal kadın, Rousseau’nun yarattığı yeni, korunaklı, ayrıcalıklara haiz site dairesine yerleşmeye devam ediyor. Erdemin koruyucusu olarak cinsi latifin varlığı bir tür modern haremde (sözde) güvence altındadır artık; elleri nasırlı işçi kadından yayılan itici imgeler karşısında kadın cinsi romantik muhayyelede bu şekilde kurtarma operasyonlarına tabi kılınır. Üretimi ürünün niteliğinden ayırt etmeyen duyarlıkta, ekmek parası için çalışılan iş bazen angaryaya dönüşse de, zihin hayal edilen üretim ya da faaliyetin ikliminde dolaşmayı sürdürür. Sonuçta birçok meslek sahibi kadın anne olduğunda iş hayatı üzerine yeniden düşünme gereği duyuyor, alan değiştiriyor veya evde çalışmasına izin verecek bir işe yöneliyor. İdeal olan elbette ki kadın ya da erkek her insanın kendi tabiatına uygun bir işte çalışması. “Neşeli üretkenlik” olarak tanımladığım ideal, gerçek hayata aktarılmadıkça sevmeden yaptığımız işler yüzünden hasta olmayı sürdüreceğiz. Bu alanda yapılan çalışmalarda öne sürülen “U-Biçimli Eğri Hipotezi”, kadın istihdamı bir dönemde inişe geçmişken ardından bir yükselme gösterdiğini var sayar. Tarımda makineleşme, kırsal yapıların çözülüşü, tarımsal olmayan üretimin yaygınlaşması, kadın alanındaki gelişmeler ve kültürel alandaki değişmeler bu eğrinin seyrini belirliyor. Kadınların istihdamı 1945’den sonra düzenlenmiş ekonomilerden neo-liberal küreselleşmeye içkin olan esnek üretim modellerine geçiş süreci, postendüstriyel toplumlarda istihdamın yapısında hizmet sektörünün aldığı yer, endüstriyel üretimin yeni sanayileşen ülkelere kayması gibi etkenler, kadınların ev dışı çalışmasına özel bir talebi artıran etkenler. Kadınlar giderek daha artan bir yoğunlukta eskiden evde yaptıkları işlerle istihdam alanında bir “çalışan”, bir “işçi” kimliğiyle yer alıyor. Ancak Türkiye’de kadın istihdamının tarım alanında düştüğü oranda sanayi ve hizmet sektörlerinde telafi edici bir yükselme yaşanmadığını da dile getiriyor Ayşe Buğra, “Akdeniz’de Kadın istihdamının Seyri”isimli çalışmanın giriş yazısında. iktidarlarla bütünleşerek kazandığı dokunulmazlık, eğitim ve iş hayatına sinmiş baskın erkeklik imajlarına dayalı değer ve yargıların, dil ve söylemlerin kadınların iş hayatında tutunabilmeleri sırasında cinsiyet farklılıklarını göz ardı etmeye, dahası silmeye zorlayan etkisi… Atıfta bulunduğum kitapta yer alan tespitlerden biri, kadın çalışanın “uysal” ve “itaatkâr” bulunması, bu yönleriyle de kolay işten çıkarılabilir sayılmasının genel istihdamdaki sürekli, tam zamanlı ve sosyal güvenlik çatısı sunan iş düzenini karıştırmış olması. İstihdamın belli bir aralığında bir kısır döngü vardır sanki: Krizler nedeniyle erkek işçinin ücreti azaltılırken kadın ailenin geçimi kaygısıyla çalışmaya mecbur kalır, bu katılım da erkek işçinin işveren tarafından çeşitli nedenlerle kolaylıkla göz ardı edilmesi için bir kaynak sunar. Bu yeni çalışma alanlarının kadınlar açısından sorunlu yönleri nelerdir acaba? Öncelikle niteliksiz eleman sayıldıkları için tercih ettikleri değil mecbur kaldıkları alanlarda, sevmedikleri işlerde çalışırken mutsuz olmaları bir yana, işten atılma korkusuyla gece gündüz huzursuz kılınmaları söz konusu. Kesintili işlere mecburiyet büyük bir baskı altında kalma anlamını taşıyor. Luce İrigaray’ın mevcut çalışma hayatında kadının konumuna getirdiği, aşağıda ifade edeceğim türde eleştirilerini ben de yazılarımda otuz yıldır sıklıkla dile getiriyorum: İş hayatını sürdürebilmek için kadın olmaktan kaynaklanan özelliklerinden vazgeçmeye zorlanmaları, çalışma saatlerinin kadınların evdeki mutfak işleri ve çocuk bakımı alanında sorumlulukları dikkate alınmayacak şekilde erkek çalışanların durumlarına göre düzenlenmesi, silah üretimi, giderek artan çevre kirliliği ve pazardaki yararsız ürün bolluğu konularında kadınların karar ve tercihlerine izin vermeyen bir üretim ağının siyasal Çalışan kadın sayısının artması, erkeğin evdeki sorumluluğunu arttırdı mı? Bu durum, erkeği feminenleştirir mi? Kuşkusuz kadın dışarıda veya evde artı bir çalışma gerçekleştiriyorsa, hayat arkadaşı olarak eşi de ona destek olmalı. Burada anahtar kelimeler insaf, hakkaniyet, merhamet, kadirşinaslık… Erkeğin evdeki işleri paylaşmakla feminenleşeceğini düşünmüyorum. Dünyanın en ünlü aşçıları erkek değil midir? İran’da evlere ve apartmanlara temizlik hizmeti veren şirketler evin ve apartmanın ortamına göre erkek eleman da gönderiyor. O erkek ev işi yaptığı için feminenleşiyor, diyebilir miyiz? Bence erkeğin evde iş yapmaktan kaçınmasındaki “o iş kadın işi” şeklindeki gerekçeyi iki şekilde açıklayabiliriz: İlk olarak, evin geçimini sağlayan erkeğin zamanı mesai zamanına bağımlı olduğu ve bir dinlenme zamanı talep ettiği için evdeki kadının zamanına göre daha değerli bulunur. İkinci olarak da bağlı sebeplerle evdeki iş, kamusal 25 söyleşi / Cihan Aktaş bir kıymet arzetmediği, böyle bir kıymetlendirmeye yorulmadığı için sanki daha önemsiz, sıradan, kolay görünür. Bence yine de önemli kelimemiz karşılıklı olarak “insaf”. Biri yorgun, diğeri daha az yorgun, biri meşgul, diğeri daha az meşgul olabilir. Biri diğerine göre daha öncelikli bir büro işi uzantısının sorumluluğunu taşıyabilir. Evlilik anlaşmaya değil uzlaşmaya dayalı bir kurumdur. Kadın istihdamının artması, edebiyat dünyasının karakterleri arasında daha fazla kadının yer almasını sağladı mı? Kadın yazarların kadın kahramanlar üzerinden yazdığı öykü ve romanlardaki kadın karakterlerin, genel edebiyat sahnesini etkileyip değiştirdiğinden söz edilebilir. Daha önce ağırlıklı olarak erkek yazarların tasvir ettiği kadınlar son tahlilde erkek duyarlığı ve bakış açısını yansıtıyorlardı. Kadın yazarların eserlerinde anlattığı kadın karakterlerinin giderek erkek yazarları da farklı görme biçimlerine sevk ettiği söylenebilir pekâlâ. Beri taraftan farklı alanlarda çalışan kadın oranı arttıkça bu katılımın edebi kurgulara yansıması da kaçınılmaz. Tecrübe alanları genişledikçe, bu tecrübeyi paylaşanlar hem doğrudan anlatımlarında bunları yansıtırlar hem de bu tecrübeyle ilgili bir hikayenin kahramanı olarak hesaba katılırlar. Çünkü kadın her zamankine göre daha belirgin ve göz ardı edilemeyecek ölçüde bir doktor bir işçi bir öğretmen bir aktivist Özbekistan’dan gelmiş bir bakıcı kadın olarak o kurgunun sahnelerine dahil oluyor. Tahsin Yücel’in “Yalan” isimli görkemli romanının insana enikonu Elias Canetti’nin Körleşme’deki kahramanı Kien’den esinlenilmiş gibi gelen yaşlı erkek kahramanı Yusuf’la genç köylü kadın Cemile arasındaki ilişki bana çok çarpıcı gelir. (Belki de bir esinlenmeden söz etmemek gerekir; filozofla bakıcı kadının buluşmasını yaygınlaştıran bir toplumsal örgüsü var gü- 26 nümüz dünyasının.) Bu kez “bakıcı kadın” ümmi bir bilge, bir türkü perisi olarak da görünür ve bilginin hayata karşı güçsüzleştirdiği erkeği duygusal zekası ve anaçlığıyla kuşatır. Çalışan kadınların artmasıyla birlikte yazın dünyasında daha güçlü kadın karakterlerin arttığını söyleyebilir miyiz? Edebiyatta güçlü kadın karakter dendiğimde aklıma önce Halide Edip Adıvar romanları gelir. Onun Rabia ve Kaya karakterlerini kamusal varoluş açısından önemli bulurum. Bu konuda su yüzüne çıkma şansı bulamamış ne çok isim vardır, kimbilir! Geçtiğimiz yüzyılın başında birçok kadın yazar ya erkek adıyla yazıyor ya da Ahmet Mithat Efendi misali bir “edebi kamu ağabeyi” vasıtasıyla yazarlığını kabullendirmenin yolunu arıyordu; bunu hatırlamak gerek. Bir çeşitlenme gerçekleştiğinde, güçlü karakterlerin ortaya çıkması da normal. Hiç olmazsa kadın konusunun daha önce yaşanmadığı kadar ağırlık kazandığı bir döneme girdiğimiz muhakkak. Erkekler tarafından yazılan kadın imgeleri gibi, erkek editörler tarafından görüldüğü kadarıyla yazar sayılabilen kadın algısı da, kadın yazarlar tarafından kaleme alınan anlatılar ve giderek daha güvenli bir dille yazmaya başlayan kadın yazarların oluşturduğu söylemlerle değişmeye başladı. Yazın alanında elbet gerçek kadın/kurgu kadın tartışması ayrıca irdelenmeye değer. Erkek yazarlar bazen hikayelerini kadın kahraman aracılığıyla anlatır ya da tersi olur. Mesela Afet Ilgaz’ın Ad Semud Medyen ve “Yol” romanlarındaki Ahmet bana kendi hidayet sürecini yansıttığı bir kahraman gibi gelmiştir. Sevgi Soysal, Latife Tekin, Emine Işınsu, İnci Aral, Ayfer Tunç, Fatma Barbarosoğlu gibi yazarlar güçlü kadın karakterler çizdiler romanlarında. Bunun yanında Mehmet Eroğlu, Tahsin Yücel, Mustafa Kutlu gibi erkek yazarlar da güçlü kadın karakterlere yer veriyor artık. Mesela Mustafa Kutlu’nun son romanı “Nur”un kahramanı Nur, bir erkek yazarın tasvir ettiği güçlü kadın karakter için önemli bir örnek. DİLİMİZ SİRETİMİZDİR Kamil YEŞİL Batı’da birden fazla dil kullanım becerisi kazanan kişilerin; alış verişte ayrı, siyasette ayrı, eşiyle özel duygularını paylaşmada apayrı bir dil kullandıkları söylenmektedir. Bu seçimde dil ile insan psikolojisi, duyguyu en iyi verecek ses ve kelime hazinesi gibi ögelerin etkisinden söz edilmektedir. Aynı dili konuşan insanların telaffuzlarından hareketle; onların sadece farklı coğrafyalardan değil, göçmen, kuzeyli, güneyli olup olmadığı da tespit edilmiştir. Demek ki dil, iletişim aracı olarak sadece anlamı (mesajı) değil; dile getirilemeyen gizli duyguları, sadece söyleneni değil söylenmek istenmeyeni ve hatta söylenemeyeni de ileten güçlü bir araçtır. Dil, iletişim aracı olarak sadece anlamı (mesajı) değil; dile getirilemeyen gizli duyguları, sadece söyleneni değil söylenmek istenmeyeni ve hatta söylenemeyeni de ileten güçlü bir araçtır. Bunu bazen konuşan kişi bazen de dinleyici fark eder, tek taraflı veya çift taraflı fark edilmediği de olur. Dilin yaptırım gücü ile insan psikolojisi arasındaki ilgi sadece modern zamanlara ait bir olgu değildir. Mesela, bizim kültür tarihimizin önemli bir ayağı olan Mevlevilik, dil kullanımı hakkında kendine has bir literatür geliştirmiştir ve bu, yüzyıllardır devam etmektedir. Bugün gerçek temsilcileri çok az bulunsa da konu ile ilgili dokümanlar bize yeterli bilgiyi vermektedir. İnsan ruhuna şekil vermekle dil arasında kurulan bu ilgi için birçok misal getirilebilir. Mesela, “ben”, gurur ve kibir ifadesi olarak şeytanı hatırlattığından, benlik davasına meydan verdiğinden, Mevleviler bu kelimenin yerine “biz” veya “fakir” ifadelerini kullanmışlardır. Biz, cemaatin içinde fani olmuş, denizde bir damlaya dönüşmüş, bencilliğini 27 dilimiz siretimizdir kaybetmiş bir dervişi işaret eder. Ben yok biz varız, ifadesi cemaat olmayı, aidiyet duygusunu anlatır. “Fakir”, de tevazu ifadesi olarak zıddından Gani olanı işaret eder ki o da Allah’tır. Söndürmek, yakmak gibi kötü manada da kullanılabilecek sözler terk edilmiş, mesela “mumu söndürmek” yerine “mumu dinlendirmek” tercih edilmiştir. “Işığı yakmak” ifadesinde “yakmak”, anlam bakımından ürkütücü, korku verici, menfi bir durumu ortaya koyar. Bunun yerine “ışığı uyandırmak” tabiri seçilmiştir. İnsan (derviş / Mevlevi) her an gaflete düşebilir, onun agâh olması gerekir ki bu da uyanık olmak, işin farkında olmak demektir. Lamba, mum gaflettedir, fitilini tutuşturursanız onu uyandırmış olursunuz. Işık kaynağının uyanması lazım ki hizmet edebilsin. Lambayı, mumu veya diğer ışık kaynaklarını uyandırdık. Bir zaman sonra bunların söndürülmesi gerekir ki insanlar uyuyabilsin. Ancak Mevlevi, ışığı söndürmez ve lamba, mum dinlendirilir. Mevlevilerde konuşma sırasında “benlik” ifadesi olan “yaparım, ederim” gibi birinci şahıslara ait ifadeler de kullanılmaz. Bunun yerine “yaparız, ederiz ” gibi cemi’ sığası kullanılır. Çünkü işi yapan bir kişi gibi görünse de o işin tamamlanmasında Allah’ın iradesi, yardımı, melekleri ve başka kulların katkıları vardır. Uyku, insan için bir ihtiyaçtır. Tabii olarak derviş veya ihvan da uyuyacaktır. Ancak cennette olmayan bir nimet olarak uyku aynı zamanda gafleti gösterir. Oysa insan ahireti düşünüp uyumamalı, haktan gafil olmamalıdır. Hz. Peygamber aleyhisselam “benim gözüm uyur ama kalbim uyumaz” diyerek farkını ifade etmiştir. Öyleyse Mevlevi de uyumamalıdır. Uykuda olan kişinin üzerinden kalem kaldırılmıştır. Uykuda olan kişinin ruhu yüce makamlara, ruhlar âlemine gitmiştir. Uyku (rüya) aynı zamanda vahiy şekillerinden biridir. Bun- 28 dan dolayı Mevlevi uyumaz ve vahdet deryasına dalar. Uyuyan kişi için “o Vahdet’te” ifadesi kullanılır. Mü’min uykuda iken bile O’nunla beraberdir. Uyuyan kimsenin yavaşça yatağına gidilir, yastığına hafifçe el vurulur ve “agah ol erenler” denir. Âgâh olmak,“Kendine gelmek, aklını başına almak,düşünmek,uykudan uyanmak”demektir. Lambayı, mumu veya diğer ışık kaynaklarını uyandırdık. Bir zaman sonra bunların söndürülmesi gerekir ki insanlar uyuyabilsin. Ancak Mevlevi, ışığı söndürmez ve Dergâha ihtiyacını karşılamak için birçok abdal, derviş, miskin, dilenci gelir. Kimin ihtiyaç sahibi olduğu kimin olmadığına bakılmaksızın bir nesne için gelen kişi boş çevrilmez. Ancak bazı zamanlar olur ki dergâhta sadaka, yardım olarak verilecek bir nesne bulunmaz. O zaman gelen kişiye “yok” denmez. Hem gerçek nimet verici olan Allah’ı hatırlatmak hem de ihtiyaçları daha zengin olarak karşılıksız karşılama makamı olarak Allah hatırlatılır ve “Hakta, hak vere” denilir. Bu ifadenin kaynağında Hz. Peygamberin tavrı vardır; çünkü o, isteyicilerin hiçbirini boş çevirmemiş, varsa mutlaka vermiş; yoksa vadetmiş, güzel sözle, güler yüzle miskini yolcu etmiştir. lamba, mum dinlendirilir. Hayatın en önemli gerçeği olarak ölüm, Mevlana Hz.leri için nasıl şeb-i arus ise Mevlevi için de sır olmaktır; bundan dolayı vefat eden ve toprağa verilen kişi için ”Hamuşanda sırladık” ifadesi kullanılır. Mevlevilikte ölünmez, susulur. Yeniden konuşana, ahiret âlemlerine ulaşılacak zamana kadar ‘emaneten’ susulmuş, daha sonra buluşulacak ve sonsuza kadar konuşulacak, ‘Hayy’ sahibi olunacaktır. Bundan dolayı kabristan “hamûşan”dır. Ölüler susarak konuşurlar. Zaten ölüm en büyük vaizdir. Kapıyı kapatılmaz, sırlanır. Mevlevilikte her şeyin canı vardır; bu yüzden Mevlevi, eline aldığı kitabı, fincanı, tesbihi, namaz kıldığı yeri öper. Bu öpüşe “görüşmek” denir. Dergâha veya eve gelen mihmanların ayakkabıları düzgün, birbirine denk bir tarzda içeriye doğru çevrilir. Böylece kişi içeri girdiği gibi yine içeridekilere arkasını dönmeden sağ ayağı ile dışarı çıkmış olur. Paşmak çevirmek denilen bu gelenek, birisinin bir kusuru yüzünden ayakkabılarının kapıya doğru çevrilmesinde de görülür. Dilde ve felsefede “menfilik / değilleme” yöntemi vardır ki filozofların bu belirlemesi çocuk terbiyesine de taşınmıştır. Üst bir bilinç kullanılması denilen bu yöntemde, “yok”, yoktur; “var değil” vardır. Yemek (aş), içecek bitmez “bitti” denmez, “bereketlendi” denir. “Bitirmek” yerine “tamamlamak” kelimesi, zihin programlaması, olgusallık ve dil açısından daha yerinde bir tanımdır. Dil üzerindeki bu bilgece tutum daha sonra halka da yansımıştır. Halk Mevlevi olmamasına rağmen, dil bakımından bu olumluluğu, müspet bakış açısını günlük hayat üzerinden yeni nesline taşımıştır. Yiyecek ve içecek “çok” değildir; “kâfi/yeterli”dir. “Ve” bağlacı bile kullanmaz Mevlevi, onun yerine “ ile”yi tercih eder. Çünkü birincisi ayırır, diğeri birleştirir. Bu tutum, sadece söz için değil, davranışlar için de geçerlidir. Mesela, bir çocuğa bir şey vermek istenildiğinde, avuç aşağıya bakar şekilde uzatmak yerine, verilecek olan nesne, avucun içine alınır, çocuk o nesneyi açık avuçtan alır. Yemek “pişirilmez” terbiye edilir, “yemeye gidilmez, gelinmez”; “lokma”ya katılmak vardır. “Ney” çalınmaz, üflenir, “saç-sakal” yerine “huy düzeltilir.” “Testide ne varsa dışına o sızar.” Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Sözün özü şu : Dilimiz hem siretimiz hem suretimizidr. 29 Futbolun Devi SÜLEYMAN SEBA Sezgin ÇEVİK Futbolda Süleyman Seba Sezonu Kıran kırana geçen bir mücadelenin son dakikalarıdır. Forvet, kendine atılan bir ara pasına doğru hareket eder, kaleciyle karşı karşıya kalması an meselesidir. Rakibin defansı, forveti engellemek için hamlesini yapar, forvet yerde kalır. Hakem hızlıca olay mahalline ulaşır. Defans oyuncusunu yerden kaldırır ve sorar: “Kaptan, müdahalen rakibe miydi?” “Evet” der defans oyuncusu, “durduramadım onu”. “Cezasını biliyorsun değil mi?” diye ekler hakem. “Maalesef hocam” der savunma oyuncusu ve formasını çıkarıp yedek ku- lübesine doğru hareket eder. Bu esnada hakem de kırmızı kartını çıkarır. Bize bugünün futbol izleyicilerine fantastik bir filmden alıntı gibi gelecek bu sahnenin kahramanları Beşiktaş kulübünün efsane kaptanlarından Vedat Okyar ve ülkemizin ilk FİFA kokartlı hakemi Doğan Babacan’dır. Saygıyı hak edenler her zaman insani ilişkilerinde asgari saygıyı esirgemeyenlerden çıkar. Bugün bile bu iki isim hakkında olumsuz söz söylemek insanlar için ar geliyorsa, bunun sebebi biraz da bu anekdotun satır aralarında gizlidir. Beşiktaş’ın güzel çocukları için liste koysak bu satırlara sığmaz elbette. Yine de (Baba Hakkı alınmasın ama) bir ismin yeri daha müstesnadır. 2014-2015 Türkiye Futbol Sezonuna ismi de verilen Süleyman Seba. Süleyman Seba, 5 Nisan 1926’da Sakarya’nın Hendek ilçesine bağlı Soğuksulu Köyünde doğar. Çerkez asıllı babası Rıza Seba, oğlunun çiftlik işleriyle uğraşmasını değil okumasını ve kendisini yetiştirmesini ister. Beş yaşında geldiği İstanbul’da, Akaretler’in arka sokaklarında tanışır fut- Saygıyı hak edenler her zaman insani ilişkilerinde asgari saygıyı esirgemeyenlerden çıkar. Bugün bile bu iki isim hakkında olumsuz söz söylemek insanlar için ar geliyorsa, bunun sebebi biraz da bu anekdotun satır aralarında gizlidir. 30 bolla. Bütün bir hayatı boyunca ne futbol ve Beşiktaş aşkı onu; ne de o, futbol ve Beşiktaş sevdasını hiç bırakmayacaktır. Gün gelecek, küçücük bir çocukken top koşturduğu caddeye Beşiktaş Jimnastik Kulübü adına tesisler kazandıracak ve küçük yaşta futbol topuyla tanışacağı caddeye kendi ismi verilecektir. 1954 yılında, kendi ifadesiyle mütevazı futbolculuk kariyerini menüsküs sebebiyle bırakmak zorunda kalana kadar, sekiz sene Beşiktaş forması altında ter döker ve toplam 44 gol kaydeder. Babasının isteğiyle Galatasaray Lisesi’ne yazılır, ancak iki yıl süren Galatasaraylı yılların ardından adıyla özdeşleşecek olan Kabataş Erkek Lisesinde öğrenimine devam eder. Boğazın serin sularına bakarak kaptan olmayı ve açık denizlerde uzun mesafeler kat etmeyi hayal eden genç Seba’nın planları, Kabataş Lisesi futbol takımına girmesiyle beraber değişir. Artık takım kaptanlığının hayallerini kurmaya başlayan Süleyman Seba’nın bu konuda önündeki tek engel ise, her konuda kendisini destekleyen babası olmuştur. Baba Rıza Seba oğlunun futbol oynamasını istememektedir. Babasının sözünü tutan Süleyman Seba kısa bir dönem futbol oynamaya ara verdiyse de, babasının erken ölümünün ardından Şeref Stadındaki takım arkadaşlarının arasına döner. bul şampiyonu olduğu o yılın hemen ardından Beşiktaş genç takımının kaptanı olur Süleyman Seba. Kaptanlığa atılan bu ilk adım etkisini hayatı boyunca devam ettirecek ve Süleyman Seba, Beşiktaş Kulübü’nün tartışılmaz liderliğine kadar yükselecektir. Genç Takımda geçirilen çok başarılı bir sezonun sonunda, önce B Takımında forma giyer ve hemen ardından 1946’da A Takımdaki yerini alır. Refik Osman Top yönetimindeki Beşiktaş A Takımının yenilmez armadasında kimler yoktur ki; Kalede Ethem Karpat, savunmada Vedii Tosuncuk, orta alanda Ömer Doğan, forvette Şükrü Gülesin, Sabri Gençsoy ve Hakkı Yeten... Futbolu, mütevazi olmayı, disiplini ve Beşiktaş sevgisini öğrenebileceği en doğru sporcuların arasındadır Seba. Aynı yıl Kabataş Erkek Lisesinden mezun olan Süleyman Seba, Mimar Sinan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümüne kaydını yaptırır. Ancak Beşiktaş’ın takım halinde bir aylığına ABD’ye çağrılması sonucunda, kulübün onun için fakülteden izin alamaması kaçınılmaz neticeyi beraberinde getirir: Süleyman Seba’nın eğitim hayatı sona ermiştir. Bir yandan eğitimine devam edip bir yandan da futbolculuğu sürdürmeye karar veren Seba, Kabataş’taki oyunuyla kısa sürede göz doldurur. Yöneticiler tarafından fark edilmesi uzun sürmez ve 1943 yılında Beşiktaş’ın genç takımında forma giymeye başlar. Siyah-beyazlıların İstan- 1947 yılında deniz tarafındaki kaleye doğru yapılan Beşiktaş hücumunda, soldan Faruk’un (Sağnak) ortasına ceza sahasının dışından vuruşuyla İsveç’in AIK takımına karşı kaydettiği gol, İnönü Stadında (o zamanki adıyla Dolmabahçe Stadı) atılan ilk gol olarak tarihe geçer. 1980’li yıllarda Milli İstihbarat Teşkilatı İstanbul Müdürlüğü yaptığı dönemde, Beşiktaş’ın kötü gidişi sonucu bu görevini bırakır ve tüm mesaisini Beşiktaş’a harcamaya başlar. 1967 – 1984 yılları arasında sadece bir kez şampiyon olabilen Beşiktaş’ta oluşan muhalefet grubunun adayı olarak başkanlığa aday olmaya karar verir. 1 Nisan 1984 günü Mehmet Üstünkaya ile girdiği başkanlık yarışı adeta kıran kırana geçer. Seba ve ekibi 488, Mehmet Üstünkaya ve arkadaşları 480 oy alırlar ve böylece on altı yıl boyunca sürecek olan Süleyman Seba dönemi başlamış olur. Türk sporunun ‘müteahhit kulüp başkanları’ dönemini yaşadığı bu yıllarda, sadece emekli maaşına sahip olan Süleyman Seba’nın Beşiktaş Başkanlığı görevini devralması, “parasız başkan olur mu?” itirazlarını da beraberinde getirir. Bir mali kongre sırasında “Keşke zengin bir insan olsaydım da Beşiktaş için çakılan milyonluk çivilerden bir kısmı- Bizzat kendisinin başarılara alıştırdığı Beşiktaş camiasının bir kısmının olumsuz tutumlarının da etkisiyle 2000 yılında yapılan kongrede Başkanlığa tekrar aday olmaz. Beşiktaş Başkanlığını bıraktığında kendisine verilen Onursal Başkanlık unvanını almamak için uzun süre direndiyse de, kulübü onu Onursal Başkan ilan eder. Beşiktaş tarihinin bir diğer Onursal Başkanı Hakkı Yeten ile aynı unvanı paylaşmayı doğru bulmamış, ‘ben kaptanıma bu haksızlığı yapamam’ demiştir uzun süre. Şeref Standından Şeref Tribününe 1957 yılında kongre üyesi olduğu Beşiktaş’ta arkadaşlarıyla birlikte kurduğu ‘idealist grup’, kısa sürede camianın en etkili ekiplerinden biri haline gelir. Ekibiyle birlikte yaptığı çalışmaların meyvelerini, ilk kez 1963 yılında Selahattin Akel’in oluşturduğu yönetim kurulu listesine girmesiyle toplamaya başlar. Daha sonra ise sırasıyla; 1964’te Hakkı Yeten, 1968’de Talat Asal, 1970’de Agasi Şen ve 1977’de Gazi Akınal’ın oluşturdukları yönetim kurullarında yönetici olarak görev yapar. 1979 yılında Beşiktaş Profesyonel Futbol Takımı Genel Koordinatörlüğüne getirilir. Çeşitli kademe ve görevlerde bulunan Süleyman Seba, bu dönemde çok önemli tecrübeler edinir. Bütün bu yıllar boyunca geleceğin ‘Büyük Beşiktaş’ı ilk önce Süleyman Seba’nın kafasında şekillenmiştir. 31 spor nı da kendi cebimden karşılayabilseydim” ifadesi hafızalara kazınmıştır. Yıllar sonra, bütçesiyle de Türkiye’nin en büyüklerinden biri haline getirdiği kulübünün düzenlediği ‘şampiyonluk piyangosu’ndan kalan parayla kendisine bir ‘makam aracı’ tahsis edilmesi fikrine karşı çıkar. Oysa ezeli rakiplerinin biraz da küçümsemek maksadıyla taktıkları lakapla “arabacılar takımı’ Beşiktaş’ın, tesis zengini Beşiktaş olma serüveni çoktan başlamıştır. Başkanlık görevine başladığında bir tek tapulu gayrimenkulü olmayan Beşiktaş’ın, Seba’nın görevi bıraktığı 2000 yılındaki toplam mal varlığı 125 milyon dolara ulaşır. 213 milyon lira olarak devraldığı Beşiktaş bütçesini haleflerine 30 trilyon olarak bırakır. Akaretler Kulüp Binasını, Beşiktaş Plazayı, Yeşilköy, Pendik, Çilekli ve Fulya Tesislerini, Ümraniye Tesislerinin arazisini başkanlığı döneminde kulübüne kazandırılır. Yıllarca usanmadan verdiği mücadele sonucunda İnönü Stadının kullanım hakkı Beşiktaş’ın olur ve adı Beşiktaş İnönü Stadı olarak değiştirilir. Büyük Başkan, Şeref Stadının sporculardan çok farelere ev sahipliği yapan soyunma odalarından aldığı Beşiktaş’ı, başkanlık yaptığı on altıncı yılın sonunda tesis bakımından Türkiye’nin en gelişkin kulübü yapar. Süleyman Seba’nın tesisleşme yönünde gösterdiği başarıları biraz da arka planda aynı unvanı paylaşmayı doğru bulmamış, ‘ben kaptanıma bu haksızlığı yapamam’ demiştir uzun süre. Görevi bıraktığı 2000 yılında, 97 yıllık şanlı bir maziye sahip olan Beşiktaş’ın 57 yılında, resmi olarak Süleyman Seba imzası bulunmaktadır. bırakan şey ise, Beşiktaş’ın sportif başarı anlamında da en parlak ve başarılı yıllarının mimarı olmasıdır. Gordon Milne yönetiminde Metin-Ali-Feyyaz’lı kadrosuyla kolej takımı havasını yakalayan Beşiktaş uzun yıllar ya şampiyon olmuş ya da ikincilikte kalmıştır. Başkanlığı süresinde Beşiktaş Futbol takımı; 5 Lig Şampiyonluğu, 4 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 Başbakanlık Kupası ve 6 TSYD kupası kazanır. 16 yıl boyunca başında bulunduğu Beşiktaş, her sene (yedi kez Şampiyon Kulüpler, dört kez Kupa Galipleri ve dört kez de Uefa Kupasında olmak üzere) Avrupa Kupalarına katılır. İmandan İmkan Yaratmak 16 yıl boyunca devam ettirdiği başkanlığıyla, Beşiktaş tarihinin en uzun süre başkanlığını yapan kişi olan Seba, “Beşiktaş için bir şey yapmak istiyorsanız kimsenin adamı olmayın” düsturuyla hareket etmiş ve hiçbir zaman kimsenin adamı olmamıştır. Bizzat kendisinin başarılara alıştırdığı Beşiktaş camiasının bir kısmının olumsuz tutumlarının da etkisiyle 2000 yılında yapılan kongrede Başkanlığa tekrar aday olmaz. Beşiktaş Başkanlığını bıraktığında kendisine verilen Onursal Başkanlık unvanını almamak için uzun süre direndiyse de, kulübü onu Onursal Başkan ilan eder. Beşiktaş tarihinin bir diğer Onursal Başkanı Hakkı Yeten ile 32 Mezara kadar sürecek bir Beşiktaş sevgisinin, adalet duygusunun, İstanbul beyefendiliğinin, azim, çalışkanlık ve istikrarın bir diğer ismi olmuştur Süleyman Seba. Beşiktaş’ı başarıdan başarıya koşturduğu 80li ve 90lı yıllar boyunca neredeyse halk ağzındaki deyimlerin bile başkarakteri haline gelir. Yaptıkları işte beğenilen insanlar; ‘Seba gibi başarılı’, ‘Seba gibi istikrarlı’, ‘Seba gibi dürüst’ tür artık. Hayatı boyunca ne manşetlere çıkma sevdası taşımış, ne başkanlığını yaptığı kulübü kendi ikbali için bir atlama tahtası olarak kullanmış, ne de Beşiktaş’ın dışında şahsi bir menfaati aklının ucundan geçirmiştir. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş olsa da, daima büyük Beşiktaş ailesinin reisi olarak kalplerde yer etmiştir Süleyman Seba. Beşiktaş ve spor sevgisini üzerlerinde bir kıyafet gibi taşıyanların değil, adeta vücutlarının bir parçası gibi hissedenlerin onursal başkanıdır. Veda konuşmasında “Bir kişiyi her zaman aldatabilirsiniz, her kişiyi bir zaman aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman aldatamazsınız. Ben hayatım boyunca kimseyi aldatmadım” diyen ‘Süleyman Seba’nın çizgisine inanmak, Türk sporunun geleceğine inanmak demektir. Maddi ‘imkan’ların desteğiyle marka değeri yaratmak, her yolu mubah sayarak geçici başarılar elde etmek, milyarlık bütçeler hazırlamak mümkündür ama bir Türk spor kültürü yaratmak, fair-playden ödün vermemek ve daimi başarılar elde etmek için Süleyman Seba’lara daima ihtiyacımız olacaktır. D O S Y A MADDE BAĞIMLILIĞI 33 dosya / madde bağımlılığı Fatma ÖZDOĞAN Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanı MADDE BAĞIMLIĞINI ÖNLEMEDE AİLEDE RİSK VE KORUMA FAKTÖRLERİ Türkiye’de özellikle son birkaç yılda popüler olan ve “yeni nesil” sentetik kannabinoid olarak adlandırılan bonzai kullanımının artması toplum sağlığına karşı özellikle gençler açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Madde kullanımı tüm dünyada hızla artarak çok önemli bir toplumsal sorun niteliği kazanmıştır. Yasa dışı madde kullanımının yaygın olduğu ülkelerde, madde bağımlılarının hem bireysel hem de toplumsal sorunlarının giderek artması yasal önlemler almayı zorunlu hale getirmiştir. Toplumların ve çağın vebası haline gelen madde bağımlılığı konusunda devletler gerek tedavi gerek önleme gerekse kolluk boyutunda güçlü tedbirler almaya devam etmektedir. Ancak bu alanda gerçekleştirilen çalışmaların ailelerin birer önleme temsilcisi olarak dikkate alınmadan yapılması tüm çalışmaların gücünü azaltacaktır. Bu nedenle bu çalışmada ailelerin birer önleme temsilcisi olarak hem risk hem de koruma görevini nasıl ve ne zaman yerine getirmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. 34 Madde Bağımlılığı Alanında Geliştirilen Kavram ve Tanımlar Yaygın kullanımda karşılaşılan bir kavram kargaşası söz konusudur. Halk arasında ve basın-yayın organlarında, hatta bazı bilimsel yayın ve kitaplarda madde bağımlılığı yerine “uyuşturucu bağımlılığı” teriminin kullanılması birbirinin aynı iki geçişkenli kavram gibi görünmektedir. Ancak bu karşılıklı aynı kullanımın oldukça önemli iki farklı açılımı olduğunu bilmek gereklidir. Birincisi, bağımlılık yapan maddeler, özellikle ilk denendikleri dönemde, doza bağımlı olarak, uyuşturucu değil uyarıcı etkilere sahiptir. Başlangıçta uyuşturucu değil de uyarıcı etkileri nedeni ile kötüye kullanılan ürünleri uyarıcı yerine uyuşturucu olarak tanımlamak bilimsel olarak yanlış bir yaklaşımdır. İkincisi, “Uyuşturucu bağımlılığı” terimi kokain ve amfetamin gibi uyarıcı maddelerin bağımlılık yapmayacağı izlenimini vermekte ve bu durum uyarıcı maddeleri deneme kararsızlığı içinde olan gençleri yanıltmak için kullanılmaktadır. “uyuşturucu bağımlılığı” terimi kokain ve amfetamin gibi uyarıcı maddelerin bağımlılık yapmayacağı izlenimini vermekte ve bu durum uyarıcı maddeleri deneme kararsızlığı içinde olan gençleri yanıltmak için kullanılmaktadır. Hem bilimsel terminolojiyi doğru kullanmak hem de gençleri korumak adına “uyuşturucu bağımlılığı” terimini terk ederek “madde kötüye kullanımı” veya “madde bağımlılığı”, “uyuşturucu maddeler” yerine de “bağımlılık yapan maddeler” terimlerini kullanmak çok daha doğru bir yaklaşımdır. Bir başka kavramsal ayrım ise “Maddeyi kötüye kullanma” ile “maddeye bağımlı olma” kavramlarında görülmektedir. Her madde kötüye kullanan bağımlı olmayabilir; ama her madde bağımlısı mutlaka maddeyi kötüye kullanmaktadır. Bu iki ayrı kavramsal ayrıştırma sonrasında madde bağımlılığının ne olduğu üzerine bir tanım yapılabilir. Bağımlılık genel anlamda bir nesneye, kişiye ya da bir varlığa duyulan önlenemez istek veya bir başka iradenin güdümü altına girme durumu olarak tanımlanabilir ve insanın ruhsal aktivitesi ile ilişkili patolojik bir davranışı yansıtır. Madde bağımlılığı ise bağımlılık kavramı çerçevesinde biraz daha detaylı bir tanıma muhtaçtır. Madde bağımlılığı, ilaç niteliğine sahip bir maddenin beyni etkilemesinden kaynaklanan, maddenin keyif verici etkilerini duyumsamak veya yokluğundan kaynaklanan huzursuzluktan sakınmak için, devamlı veya periyodik olarak madde alma arzusu ve bazı davranış bozukluklarıyla karakterize bir beyin hastalığı olarak tanımlanabilir. Bağımlılık, kişilerin beyinlerindeki ödül, motivasyon, hafıza ve karar verme mekanizmalarını etkileyen, bağımlı kişinin maddeyi kullanmaya karşı kontrol edilemez bir dürtüsellik içinde olmasına bağlı olarak kronik olarak daha kötüye giden bir hastalık olarak tanımlanabilir. Yapılan araştırmalar uyuşturucu kullanımı sonucunda kişilerde oluşan hızlı davranışsal sonuçlarda beynin nasıl bir rol oynadığı ve madde bağımlılığı ve yoksunluğu ile beyinsel süreçlerin nasıl bir etkileşim içinde olduğu konusuna ışık tutmaktadır. Madde bağımlılığı ergen, genç ve genç erişkinlerde sıklıkla görülen bir hastalıktır. Hastalığın görülme riskinin en yoğun olduğu yaş dönemi ergenliktir. Türkiye’de özellikle son birkaç yılda popüler olan ve “yeni nesil” sentetik kannabinoid olarak adlandırılan bonzai kullanımının artması toplum sağlığına karşı özellikle gençler açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Özellikle, gençler ve ergenler arasında yaygın olan bonzai, “Spice”, “Jamaika” ve “K2” gibi isimlerle, esrarın verdiği keyfi verme garantisiyle satılmaktadır. Bağımlılık yapan maddelerin kötüye kullanılmasına bağlı olarak dünyada dolaşan yıllık para 500 milyar Amerikan Doları’dır. Bu paranın neredeyse tamamı organize suç örgütlerinin kontrolündedir. Bu suç örgütleri gençler üzerinden tüm toplum sağlığını tehdit eden bu pazarın en önemli ve tehlikeli aktörleridir. Madde bağımlılığı ve kaçakçılığı ile mücadelede bu sorunun dinamiklerini arz- talep mantığı üzerinden değerlendirmeliyiz. Temeli arz-talep denklemine dayalı bir pazardan ibaret olan bu düşmanı yenmenin yollarından biri de talebi kontrol altına alarak, sistemin kendi kendini ticari açıdan yok etmeye zorlamaktır (Kalyoncu ve diğerleri, 2014). 35 dosya / madde bağımlılığı 2. Maddeyi alış sıklığının ve alınan madde miktarının abartılı ölçüde artması. 3. Madde alınmadığı zaman yoksunluk krizinin ortaya çıkması ve krizin madde alımı ile birlikte hafiflemesi veya tamamen kaybolması. 4. Madde kullanımını kontrol etmeye veya tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması. 5. Kişinin zamanını büyük ölçüde madde bulmaya ve stoklamaya yönelik faaliyetlere harcanması. Bağımlılık yapan maddelerin kötüye kullanılmasına bağlı olarak dünyada dolaşan yıllık para 500 milyar Amerikan Doları’dır. Bu paranın neredeyse tamamı organize suç örgütlerinin kontrolündedir. Madde Kötüye Kullanımı ve Madde Bağımlılığı Kriterleri Akıl Bozukluklarının Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, DSM) Amerikan Psikiyatri birliği Tarafından mental bozuklukların tanımlanması ve sınıflandırılması amacıyla yayınlanan kitapta madde kötüye kullanımı ve bağımlılığı ayrı parametreler olarak değerlendirilmiştir. DSM’e göre aşağıda belirtilen davranışların en az bir tanesinin 12 aylık bir süreç içinde tekrarlanması kişinin maddeyi kötüye kullandığı sonucuna götürmektedir : 1. İşte, okulda ya da evde alması beklenen başlıca sorumlulukları alamama ile sonuçlanan yineleyici bir biçimde madde kullanımı, madde temini için uğraş yüzünden önemli sosyal ve sorumluluk gerektiren aktivitelerden vazgeçmek veya bunları oldukça azaltmak. 36 2. Fiziksel olarak tehlikeli durumlarda yineleyici bir biçimde madde kullanım; fiziksel bir zarar görme veya başka birine zarar verme riskine rağmen (örneğin, trafikte araç kullanırken) madde almak. 3. Maddenin kullanılması veya taşınmasına bağlı bazı yasal problemler yaşamak (örneğin alkollü araç kullandığı için ceza alma veya illegal bir maddeyi taşıdığı için tutuklanma gibi). 4. Maddenin etkilerinin neden olduğu ya da alevlendirdiği, sürekli ya da yineleyici toplumsal ya da kişilerarası sorunlara karşın sürekli madde kullanımı. Madde bağımlısı olan bir kişi de benzer davranışları sergilemekle beraber yukarıdaki ölçütler bir kişinin mutlaka bağımlı olduğuna işaret etmez. Bu kriterlere bakıldığında her madde kötüye kullanan madde bağımlısıdır tanımını yapmak yanlış olabilir. DSM’ye göre aşağıda belirtilen kriterlerin tamamını veya bazılarını en az bir yıllık bir süreçte tekrarlanan bir davranış olarak sergileyen bir kişi “madde bağımlısı” kabul edilebilir: 1. Maddenin keyif verici etkisini duyumsayabilmek için dozun belirgin bir şekilde arttırılması veya aynı dozun yinelenerek alınması sırasında başlangıçtaki keyif verici etkinin duyumsanamaması (yani madde etkilerine “tolerans” gelişmesi). 6. Madde kullanımına bağlı olarak sosyal ve iş aktivitelerinin giderek azalması. 7.Kullanılan maddeye bağlı olarak fiziksel ve psikolojik arazların ortaya çıkması ve bunların kullanılan maddeden kaynaklandığını bile bile madde kullanımının sürdürülmesi. Ailesel Risk Faktörleri Ailenin zayıflayarak işlevlerini sürdüremez hale gelmesi, ailenin sorun çözme kabiliyetini kaybetmesi veaile birliği içinde çözülemeyen sorunların topluma yansımaları ilk etkilerini şüphesiz çocuk ve gençler üzerinde göstermektedir. Aileye özgü risk faktörleri, gençleri ilgilendiren bir dizi önemli toplumsal sorunla gençleri karşı karşıya bırakmaktadır. Şiddetin her alanda yaygınlaşmasından başta sigara, alkol ve uyuşturucu madde kullanımının artmasına kadar bir dolu sorun gençler için çözülmeyi beklemektedir. Aileyi “bireyin en yakın olduğu ve toplumsallaşma süreci içinde birey üzerinde en etkili olan toplumsal grup” olarak tanımlayabiliriz. Çocuk, ilk ve en yakın çevresi olan aileden oldukça yoğun bir biçimde etkilenir. Fiziksel, psikolojik gereksinimlerin yanında, aile ortamı çocuk için vazgeçilmez olan güvenlik ve sevgi gereksinimlerini de karşılar. Bu da çocuğun suça yönelmesini engeller. Bunun yanında aile ortamını oluşturan diğer bireylerin özellikle de anne ve babanın hem evliliğin getireceği sorumlulukları karşılayabilecek kadar olgun hem de çocuklar için birer model olabilecek yetkinlikte olması gerekir. Çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimini etkileyen, onu anti sosyal davranışlara iten en temel sebep, içine doğup büyüdüğü ailenin çocuk için gerekli olan bir takım görevlerini yerine getirememesidir. Ailenin temel görevlerinden biri olan kontrol etme görevinde eksiklik olması halinde çocukta görülebilecek sorunların neler olabileceği belirtilmektedir. Bununla birlikte ailenin bir diğer sorumluluk ve görev alanına giren destek olma işlevinde de sorunlar yaşandığında çocuk gelişim evrelerinde olumsuz durumlarla karşı karşıya gelmektedir. Bir başka önemli olan görev ise ailenin çocuklar için birer model olarak iyi örnekleri sunmasıdır. Eğer çocuk bu üç sorumluluk ve görev alanında bazı eksikliklerle karşı karşıya kalırsa bu durumda yanlış ve kötü bir takım davranışlara ve aktivitelere yönelmektedir. 1) Ailenin Kontrol Görevini Yerine Getirmemesi A. Aile Kuralları ve Yapısındaki Katılık: a. Kurallar daima dışarıdan gelir (cezalar): Ailede ebeveynler tarafından çocuğa sunulan bir kural olmadığı taktirde çocuk toplumda var olmasını sağlayacak tüm kuralları TV, arkadaş, öğretmen ve diğer üçüncü şahıslardan öğrenir. Dışarıdan aldığı bilgiler yanlış ya da doğru olarak çocuğun davranış ve tutumlarını belirler. b. Ne otokontrole ne de otonoma yardımcı olmaz: Kol kanat germe görevini üstlenirken aşırı korumacı, mükemmeliyetçi, hoşgörülü, agresif veya fazla otoriter portreler çizen anne ve babalar, çocuğa zarar verir. Anne şefkatini hissedemeyen çocuk suça eğilimli olur, saldırgan ve sinsice suç işleme eğilimine girer. c. Problemli ergenlik: Bebeklik döneminden başlayarak kurulan, sağlıklı, karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan tutarlı bir ilişkiyle yetişen gençlerde ergenlik dönemine ait karmaşa çok daha az yaşanır. Küçük yaşlarda çocuğa ne kadar çok zaman ayırır, duyarlı ve tutarlı davranırsanız ergenlik döneminde sorunla uğraşma olasılığı o kadar azalır. Bunların yapılmadığı koşullarda zor geçecek bir ergenlik dönemi ile baş etmeniz gerekecektir. B. Belirsiz Aile Yapısı ve Kuralları a. Aileden herhangi bir kontrol olmayışı ve çocuğa otokontrol verilmemesidir. Çocukluktaki her yanlış veya doğru etki ileride kendini bir davranış, bir söz, bir tepki ile bir bütün içerisinde kendini gösterecektir. Otoriter annelerin çocukları suça eğilimli, aşırı hoşgörülü annelerin çocukları doyumsuz ve mutsuz, kaygılı annelerin çocukları ise cesaretsiz ve içe dönük birey olarak yetişecektir. b. Referans model önerilmemesi kişiliğin oluşmasını etkilemektedir. C. Düşük Aile Birliği Zayıf aile bağı söz konusu ise, birlikte zaman geçirilmiyor, hobiler paylaşılmıyor, oyun oynanmıyor ise sorunların çözümü aile içinde aranmak yerine dışarıda (işte, hobilerde, gece hayatında, alkolde, evlilik dışı ilişkilerde) aranmaya başlanır. ŞEMA - 1 37 dosya / madde bağımlılığı 2) Ailenin Destek Olma Görevini Yerine Getirmemesi 3) Ailenin Model Alma İşlevini Yerine Getirmemesi A. Aşırı Koruma (Sadece Şefkatle Kuralsız Kontrol):Çok aşırı müdahaleci, çok aşırı koruyucu kollayıcı olma, çocuğun kendini ortaya koymasına izin vermeme, çocuğun yerine bazı görevleri üstlenme, ona olduğu yaştan daha küçükmüş gibi muamelede bulunma, sınırları aşırı gevşetme, aşırı şımartma, kuralsızlık gibi sonuçlarla karşı karşıya kalınmaktadır. A. Kötü Alışkanlıkların Varlığı ( Anne-Baba, Kardeşler de Görülebilir) veya Bunları Tolere Eden Davranış: Anne baba ya da kardeşlerden herhangi birinde var olan kötü alışkanlıklar çocuk tarafından model olarak algılandığında aynı davranışın tekrarlanması kaçınılmaz bir sonuçtur. Bazı durumlarda bir seferden çocuğun genel davranışlarına yansımayacağı düşünülen kötü davranışlar sergilemesi de bu davranış ya da tutumun alışkanlık ve bağımlı davranışa yönelmesi söz konusu olacaktır. B. Koruma Eksikliği, Fazla Aldırış Etmeme: Karar almayı, anlaşmazlıkları çözmeyi, sonuçları üstlenmeyi öğrenmeme durumunda kalan çocuklar yetiştirirseniz; Kabiliyet ve becerileri gelişmemiş, sosyal gelişimi yetersiz, devamlı talepkar, başkalarına bağımlı, beklenen olgunluğa ulaşamamış, sosyal çevresine adaptasyonda zorlanan, engellenmeye tahammülsüz olan bireyler büyütürsünüz. Çekingen, kararsız, başkaları tarafından yargılanma korkusu içinde bulunan, kendine güvensiz olan, kabiliyetleri ve becerileri olmasına karşın onları ortaya koyamayan bireyler yetişmektedir. B. Boş Zamanı Kullanım Biçimi: Çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına uygun etkinliklerde bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama katılma konusundaki gereksinimleri anne baba tarafından yönlendirilir. Eğer ebeveynler boş zamanın değerlendirilmesi konusunda çocuklarına model olamazlarsa o zaman çocuk boş zamanlarında hoş olmayan aktivitelere yönelebilir. C. Kötü Eğitim ve Aile Davranışlarında Tutarsızlıklar: Ebeveyn olarak asla unutmamız gereken ilkelerden biri de çocuğun aynası ailesidir. Aile ne kadar iyi ayna tutarsa çocuk o denli olumlu benlik geliştirir. D. İletişim ve Anlaşmazlıkları Çözme Biçimi: Birbirlerine karşı olan sevgi, şefkat ve merhamet duygularının yerini, öfke, saldırganlık, nefret, tahammülsüzlük ve incinmişlik duygularının aldığı bir ailede çocuk yara alır. Ailesel Koruma Faktörleri Aileyi ilgilendiren temelde beş alanda koruma faktörlerinden bahsetmek mümkündür. Bu temel faktörler şemada gösterilmektedir (ŞEMA-2). C. Aile İlişkilerinde Olumsuz Yaşanmışlıklar i. Ailenin sosyalleşme kapasitesinde düşme: Birlikte yapılan aktivitelerin sıklığı ve kalitesindeki düşüş çocuğun gelişiminde olumsuz katkı sağlayacaktır. ii. Olumsuz özdeğer: Çocuğa olumsuz yönde sunulan ve yapıştırılan etiketler çocuğun bu etiketlere sahip çıkmasına sebep olabilir. D. Duygu Yetersizliği, Ailesel Çatışma: Tartışmalar, iletişimsizlik, sevgi sözcüklerinin yokluğu, ilgisizlik gibi olumsuzluklar ailede çatışmaya ve duyguların yeterince beslenememesine yol açar. ŞEMA - 2 38 1) Aile Bağlılığı Yaratmak Aitlik duygusu, aile bağları ve güvenlikgibi kriterler çocukların ailede aile bağlılığı duygusunun oluşmasına ve bu yolla uyuşturucuya karşı korunmasına faydalı olan en önemli faktördür. A. Aitlik Duygusu ve Aile Bağlarının Oluşturulması: Çocuğa tam dikkat verilebilecek düzenli zaman ayrılması son derece kritik öneme sahiptir. Birlikte oyun oynamak, kitap okumak ve birlikte yürüyüşe çıkmak gibi özel zamanlar, anne baba ve çocuk arasında güvene ve sevgiye dayalı kuvvetli bağların kurulmasını sağlayacaktır. Çocukla konuşmak için özel zamanlar ayrılması, bu zamanların bölünmemesi sağlanmalıdır. Birlikte yürümek, sessiz bir yerde yemek yemek, sinemaya gitmek gibi konuşma ortamını kolayca sağlayacak faaliyetler son derece yapıcı aile ortamları yaratma ve aile bağlarının güçlenmesi açısından önemlidir. Gençler bağımsız olmayı isteseler de, onları uzun süre aile ve aile faaliyetleri içinde tutmak çok önemlidir. Gençler akşam yemeklerinde düzenli olarak bulunmalı, aile tatillerine katılmalı ve ailenin rutin hayatı içinde yer almalıdır. B. Güvenlik Duygusunun Geliştirilmesi: Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, tüm aile bireyleri için büyük önem taşır. Eğer çocuk ev içinde kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile olan bağlarını koparır. Çocuklara bu güven duygusu mutlaka aşılanmalıdır. Anneler hem öğretmen hem de iyi örnek olma bakımından önemli yer teşkil ederler. Çocuklar genellikle yetişkinlere güvenirler ve yetişkinlerin onlar için verdikleri kararların her zaman doğru olduklarına inanırlar. Çocukların güveneceği kişinin çok önemli olduğu anlatılmalı, insanların kendilerine söyledikleri şeylerin her zaman doğru olmadıkları gibi konularda çocuk bilinçlendirilmelidir. bulma, hayal kırıklığı ve güvensizlik kişiyi üzer ve yıpratır. Çocuğun güvenebileceği kişilerden oluşan “yardımcılar” listesi yapılarak, akrabaların, komşuların, yakın arkadaşların, öğretmenlerin, polis ve itfaiyenin telefon numaraları bu listeye yazılmalıdır. Yabancı kişiler tarafından rahatsız edilme veya evin anahtarını kaybetme gibi beklenmeyen olaylar olduğunda listede hangi kişileri arayacağı konusunda çocuklar bilgilendirilmelidir. Karı-koca kendi aralarındaki iletişime son derece dikkat etmelidir. Çocuk ya da genç anne ve babasının iletişimine ve ilişkisine bakarak mutlu ya da mutsuz olmayı, kendisiyle ve ötekiyle kuracağı ilişkiyi de bu yolla öğrenir. Yeteneklerini uygun şekilde değerlendirmeyi ve zorluklarla karşılaşma kapasitesine sahip olduğu hissini öğreterek çocukların özgüvenini eğitmekten işe başlanmalıdır. 2) Olumlu Sevgi Havası Yaratmak Aile bireylerinin birbirine ilgi ve saygı göstermesi; olumlu sevgi gösterilerinin varlığı; akıcı iletişim, farklı durumlara adapte olabilme kapasitesi gibi özellikler çerçevesinde oluşturulacak ailedeki sevginin varlığı çocukların madde bağımlılığından uzak durması için önemli bir başka faktördür. Sevgi eksikliği ve sevgiyi yaşamama, anlamama ve ifade edememe bağımlılık yapıcı maddelere yönelimi artıran önemli bir etkendir. Aile ortamından uzak kalan veya aile içi şiddet ve geçimsizlik gibi durumlarda ve bölünmüş ailelerin üyelerinde bağımlılık yapıcı maddeleri deneme oranlarının daha yüksek olması sevgiyi tanıma ve yaşamanın önemini ortaya koymaktadır. Sevginin yaşanabileceği en önemli ortam sağlıklı bir ailedir. A. Aile Bireylerinin Birbirine İlgi ve Saygı Göstermesi: Olumlu ilgi, çocuğu mutlu eder, kendine olan güvenini artırır. Öpme, kucaklama, okşama, sırtını sıvazlama, göz kırpma, takdir eden bir bakış, övme, teşekkür, iftihar ve hayranlık gibi olumlu ilgi gösterme şekilleri kişinin moraline gerçek bir katkıda bulunur. Olumsuz ilgi ise üzer ve yenik düşürür. Dayak, eleştiri, küçümseme, tepeden bakma ve gülünç B. Olumlu Sevgi Gösterilerinin Varlığının Sağlanması: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim aile içinde yerine getirilmezse çocuk her türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye çalışır. “Ben değerliyim” duygusunu aile içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz. Çocuğa değerli olduğu duygusu hissettirilmelidir. C. Farklı Durumlara Adapte Olabilme Kapasitesinin Geliştirilmesi: Kendisine güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler olmaları için çocuklara sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili çocuğun içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz önünde bulundurularak onların zor sorunları ile mücadele etmesine ve uğraşmasına fırsat tanınmalıdır. Karşılaştığı her zorluğa aşırı yardım eden anne olma rolünü üstlenilirse çocuklar sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz bireyler olarak yetişmesine yol açılır. 3) Bireysel Gelişim ve Grup Gelişiminde Doğru Adımlar Atmak Çocuk ve gençlerin bireysel gelişimlerinin üzerinde durulması, sonuçları itibariyle onları maddeden ve buna bağlı olarak gelişen bağımlılık karşısında koruyucu bir etken olarak görülebilir. Ailede ve okulda gençlerin ve özellikle ergenlerin kendilerini rahatça ifade edebileceği bir sistem madde bağımlılığının önlenmesi ve deneme riskinin azalması bakımından önemlidir. Ailede çocuklarla diyaloga açık olmak ve kendilerini rahatça ifade edebilmelerine olanak sağlamak bağımlılık 39 dosya / madde bağımlılığı yapıcı maddeleri deneme riskini düşüren önemli bir önlemdir. Onları diğer insanların onay ve izinlerine daha az bağımlı yaparak çocukların kişiliklerinin gelişimine yardımcı olacak çocukların hobi ve zevklerinin belirlenmesinde yardımcı olmalı ve onlarla boş zamanları paylaşmaya özen gösterilmelidir. Çocuğun kabiliyetlerinin keşfi ve geliştirmesi yönünde teşvik edilmesi gerekir. Yaşına uygun görevler verilmesi ve daha sonra başarısının takdir edilmesi önemlidir. Çocukların bazı konularda ve bazı zamanlarda başarısız olmaları normal karşılanıp bunların büyütülmemesi gerekir. Çocuğun başka çocuklarla kıyaslanması, başkalarının yanında onu küçük düşürmek gibi davranışlar kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyecektir Spor kulüplerine, tiyatro kulüplerine, sanat ve el hünerleri çalışmalarına, dans faaliyetlerine veya benzeri faaliyetlere katılması çocuğun yeni arkadaşlar edinebileceği ve zevk alabileceği bazı faaliyet- 40 lerde bulunması çok değerlidir. Mahalle toplantıları, spor olayları ve okul toplantıları bu tip tanışmalar için iyi yerlerdir. 4) Açık ve Esnek Sınırların Varlığını Çocuklarımıza Öğretmek Ailenin çocuklar açısından sınırları çizmiş olmalıdır. Ancak bu sınırlardaki açıklık ve esneklik son derece önemlidir. Baskı altında olma ve kendini yeterince ifade edememe gibi durumlarda yasadışı yollara yönelmenin yanı sıra bağımlılık yapıcı maddeleri deneme sıklığı da artmaktadır. Aile içinde sadece anne baba değil herkes sorumluluk duygusunu paylaşmalıdır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya meyilli bireyler yetiştirirler. Gelişimsel dönemi göz önüne alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluk alması sağlanmalıdır. Çocuğunu ev ödevleri, zaman sınırlamaları (TV seyretme gibi), gündüz ve hafta sonu dışarıda kalabileceği saatler gibi konulardaki ev sorumluluklarını ve diğer sorumluluk¬larını periyodik olarak gözden geçirilmelidir. Konulan kurallar çok mu ağır? Okul dışı faaliyet¬leri için başka neler yapılabilinir? Okul dışı faaliyetler ev ödevlerinden dolayı azaltılmalı veya değiştirilmeli mi? diye çocuk ile tartışarak uzlaşma sağlanmalıdır. Çocuğun gittiği yerlerin ebeveynler tarafından bilinmesi son derece önemlidir. Anne baba olarak çocuğun hangi arkadaşının evinde olduğu ve bu arkadaşının ailesi ve adres ve telefon gibi kimlik ve ulaşım bilgilerinin bilinmesi kritik öneme sahiptir. Çocuğun sinemaya gitmesi son derece doğaldır. Ancak hangi filmin oynadığı ve hangi sinemada olduğu bilinmelidir. Farklı bir arkadaşa gitmek veya başka bir sinemaya gitmek gibi son anda yapılan değişikliklere izin verilmemesi, bu konularda anneden, babadan veya daha önceden belirlenmiş bir büyükten mutlaka izin alınması sağlanmalıdır. Çocuktan nasıl bir davranış beklendiği mutlaka anlatılmalıdır. Diğer çocuklar ile iyi geçinebilmesi için adil olunması, oyuncakları paylaşma, doğruyu söyleme, başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davranma gibi ana kurallar öğretilmelidir. 5) Olumlu Sağlık Davranışlarını Geliştirmek Aile büyüklerinin sağlığa özen göstermeye yardımcı davranışları aktarmaları ve madde kullanımıyla ilgili uygunsuz davranışların öğretilmesi yoluyla çocukların madde bağımlılığına karşı korunması teşvik edilir. Sadece uyuşturucu kullanımı hakkında ikazda bulunmakla ve uyuşturucuların tehlikelerini anlatmakla uyuşturucu ile mücadelede yeterli tedbir alınabilmesi mümkün değildir. Çocuklara bir sağlık modeli oluşturulması ve davranış biçiminde önerilen bu modele uygun olmaya özen göstermelidir. Diş fırçalama, el yıkama, sağlıklı besinler alma, yeterli derecede uyuma ve dinlenme gibi insanları sağlıklı tutan şeyler hakkında konuşarak sağlığın önemi vurgulanmalıdır. Çocuğa neden vücudu için sağlıklı yiyeceklere ihtiyacı olduğu anlatılmalıdır. Onun her gün yediği faydalı yiyecekleri sayması sağlanmalı ve bu yiyeceklerin vücudu nasıl kuvvetli ve sağlıklı tuttuğu anlatılmalıdır. Çocuklar evin içinde bulunabilecek zehirli ve tehlikeli maddelere karşı uyarılmalıdır. Evdeki çamaşır suyu, mobilya cilası gibi maddelerin üzerinde çocuğun da okuyabileceği uyarı etiketleri bulunmaktadır. Çocuğa zarar verebilecek tüm maddeleri yiyecek maddelerinden ayrı ve çocuğun ulaşamayacağı bir yerde saklanmalıdır. İlaçların yanlış kullanıldığı takdirde nasıl zararlar verebileceği, ilaç kutularından hiç bir şekilde ilaç alınıp içilmemesi, ilacın sadece ebeveynlerin ya da daha önce belirlenecek diğer bir aile ferdinin veya bakıcı tarafından verildiğinde içilebileceği gibi konularda çocuklar bilgilendirilmelidir. Madde Tüketimini Önleme Temsilcileri Aileler Madde bağımlılığı ile mücadelede aileler önleme alanında bu mücadelenin en önemli aktivist ve temsilcileri olmalıdır. Ailelerin önleme temsilcileri olarak yapması beklenen davranış modelleri aşağıda maddeler halinde sunulmuştur. a) Çocuklarına bir sağlık modeli oluşturmak ve davranış biçiminde önerilen bu modele uygun olmak. b) Aile içinde dinamik katılım olarak diyalog kurmak. c) Yeteneklerini uygun şekilde değerlendirmeyi ve zorluklarla karşılaşma kapasitesine sahip olduğu hissini öğreterek çocuklarının özgüvenini eğitmek. d) Madde tüketimini olumlu bir şekilde reddetmek için becerilerin gelişmesinde işbirliği yapmak. e) Onları diğer insanların onay ve izinlerine daha az bağımlı yaparak çocukların kişiliklerini çalışmak. f) Küçüklüğünden itibaren çocuklarla birlikte anlaşmazlıkları çözme mekanizmaları üzerine çalışmak. g) Devamlılığına destek olarak çocuklarının eğitim sürecinde işbirliği yapmak. i) Aile içerisinde sosyal yardım ve kooperatif davranışları geliştirmek. j) Onlara toplumsal iletişim araçlarını ve reklamları eleştirel bir biçimde incelemeyi öğretmek. Sadece uyuşturucu kullanımı hakkında ikazda bulunmakla ve uyuşturucuların tehlikelerini anlatmakla uyuşturucu ile mücadelede yeterli tedbir alınabilmesi mümkün değildir. Hatta sadece bu şekilde hareketle yetinmek, kısmen aksi tesir de yapabilir. Etkili tedbir olarak, çocukların ve gençlerin ; “Uyuşturucuya Hayır!” diyebilecek duruma getirilmesi lazımdır. Bunun için kendilerine olan güvenlerinin arttırılması, güçlükleri yenebilmeleri ve kendilerini hayata hazırlamaları hususunda onlara her fırsatta yardımcı olunması gerekmektedir. Uyuşturucu kullanımının işaretleri olabilecek davranış şekillerini teşhis ederek, gecikmeden gerekli tedbirlerin alınması önemlidir. Bu görevlerin başarı ile yerine getirilmesi de rehberlik birimleri ve öğretmenler ile okul aile birliğinin devamlı işbirliği büyük fayda sağlayacaktır. Uyuşturucu bağımlıları, tıbbi tedaviye ve rehabilitasyona muhtaç olan hastalardır. Uyuşturucu kullanımı ne kadar erken fark edilirse, bağımlının kurtulma şansı o kadar yüksektir. Bunun için bağımlının anne ve babası ve kendisi derhal ilgili doktora başvurmalıdır. Tedaviyi yürüten doktor narkotik şube ile birlikte çalışır ve bağımlıya hiçbir şekilde ceza verilmez, tedavisi için gereken her türlü yardım yapılır. Son söz olarak, aile bağlarının güçlü ya da zayıf olması bağımlılığın ortaya çıkmasında veya devam etmesinde önemli bir faktör olarak karşımızda dururken bağımlılığı önleme amacıyla ailenin güçlendirilmesine yönelik her türlü faaliyet de ilgili kurumların gündeminde yer almalıdır. h) Çocuklarına hobi ve zevklerinin belirlenmesinde yardımcı olmak ve onlarla boş zamanlarını paylaşmak. 41 dosya / madde bağımlılığı Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü Aile Eğitimi ve Danışmanlık Hizmetleri Daire Başkanlığı MADDE KULLANIM RİSKİ VE MADDE KULLANIMINDAN KORUNMA Ulusal Uyuşturucu Eylem Planının “Uyuşturucu kullanımını önleyici faaliyetleri, toplumun farklı kesimleri içerecek şekilde yaygınlaştırmak, bu faaliyetlerin içerik ve uygulanmasında etkinlik ve verimliliği arttırmak” hedefi doğrultusunda Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğünce Aile Eğitim Programı (AEP) çerçevesinde ebeveynlere ve ergenlere yönelik yeni bir modül olarak konuya ilişkin uzmanlar ve akademisyenlerce (Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ ve ekibi tarafından), “Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma” kitabı hazırlanmış ve basılmıştır. “Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma” kitabımız, madde kullanım riski olan bireylerin ve ailelerinin; ayrıca ergen sahibi ailelerin; • Ergenlik dönemi ve bu dönemdeki değişimler, • Ergenlikte riskli davranışlar, • Sorun alanları ve yapılması gerekenler hakkında bilinçlenmelerine • Beraberinde uygun ebeveyn tutumlarını ve müdahale yöntemlerini uygulayacak yetkinliği kazanmalarına katkı sağlamaktadır. Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma kitabında yer alan önemli olduğu düşünülen bazı bölümler aşağıda yer almaktadır. • Madde kullanım süreçleri, • Madde kullanım riskini arttıracak etkenler, Gençlerin büyük çoğunluğu ilk olarak • Risk grubunda bulunanlara nasıl uygun müdahale edileceği, denedikleri uyuşturucu maddenin kendisinden • Kaymanın öncü sinyalleri, yaşça büyük ya da kendi yaşlarında bir • Baş etme yöntemleri ve kaymayı önleme teknikleri, • Kötüye kullanılan maddeler hakkında bilgilenmelerine 42 arkadaş tarafından verildiğini belirtmektedir. Ergenlik ve Madde Kullanımı Ergenlik dönemi, çocukluktan yetişkinliğe adım atılan bir geçiş dönemidir ve dinamik bir süreçtir. Sağlıklı bir geçiş için ergen biyopsikososyal birçok değişim ve bu değişimlerin beraberinde getirdiği sorunlarla baş edebilmelidir. Ergenlik dönemi, gençlerin riskli davranışları denemeye ve bunların olumsuz sonuçlarına maruz kalmaya çok daha fazla açık oldukları bir dönemdir. Sorunlarının içerisinde kendisini çaresiz hissettiği anda ergenlerin madde kullanım riski artmaktadır. 5.Kendini Kanıtlamak, Farklı Görünmek İçin: Ergen kendini kanıtlamak için madde kullanımına yönelmekte olup, madde kullanarak farklı ve değişik gözükmeyi, beğeni toplamayı amaçlamaktadır. Ergenlerde “Bana bir şey olmaz” düşüncesi baskın olduğundan uyuşturucu maddeleri çok daha kolay deneyebilmektedirler. Ergenlerin madde denemeleri birçok farklı nedene bağlı olabilir: 4.Sorunlarıyla Baş Etme Yöntemi Olarak: Günlük hayatın içerisinde sorunu olmayan, stres yaşamayan, kısacası hayatı güllük gülistanlık olan ergen yoktur. • Evde iken tek başına kalmaya başlamıştır. Odasının kapısını kilitleyip hiç dışarı çıkmak istemez. • Aile ile olan ilişkilerini mümkün olduğunca kısıtlı tutmaya başlar, evde daha az zaman geçirmek ister. Çünkü evde kaldığı zamanda ailesi ile çatışması olacaktır ve madde ya da sigara kullanamayacaktır. • Kendine olan bakımı azalmıştır. • Sinirlilik, gerginlik ve kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşanmaya başlar. Dalgınlık ve dikkatsizlik artar. 1.Merak: Ergenler en sık olarak maddenin yaratacağı etkiyi merak ettikleri için madde kullanmaya başlamaktadırlar. 3.Kişisel Yatkınlık: Alışılmış kurallara başkaldıran, duygusal olarak dalgalı olan ve çabuk parlayan ergenler çevrelerine uyum sağlamakta zorluk çekerler. • Arkadaşları ile birlikte dışarıda zaman geçirmeye başlar. • Her zamankinden fazla para harcamaya başlar. Ergenler Neden Uyuşturucu Madde Kullanır? 2.Arkadaş Baskısı: Ergen arkadaş ortamında yapılan ısrarlara dayanılamayabilir. Arkadaş grubu tarafından dışlanmak ve arkadaşlarından farklı olmak korkusuna merak da eklenince kullanım kaçınılmaz olmaktadır. Bu seviyede en kritik nokta kişinin “hayır” diyebilmesi olacaktır. Gençlerin büyük çoğunluğu ilk olarak denedikleri uyuşturucu maddenin kendisinden yaşça büyük ya da kendi yaşlarında bir arkadaş tarafından verildiğini veya bir grup arkadaş tarafından paylaşıldığını belirtmektedir. • Okula devamsızlık başlar. Genelde ailenin bu durumdan haberi olmaz. • Müzik zevkleri bile değişebilir. Dahil olduğu grubun dinlemiş olduğu arabesk, rock, rap, hip hop gibi müzikleri dinlemeye başlayabilir. Madde Kullanmaya Başlayınca Neler Değişir? • Uyuşturucu madde kullanmaya başlayan gençler öncelikle çevrelerini değiştirirler. • Eski arkadaşlıkların yerini yeni arkadaşlar alır. • Genellikle okul içerisinde maddeyi rahatlıkla bulabileceği kişilerle arkadaşlık etmeye başlar. • Duygusal olarak değişkendir. Kimi zaman neşeli, kimi zaman öfkeli ve huzursuz olabilir. • Daha önce okulda çok iyi başarı gösteren bir öğrenci iken başarısı düşük bir öğrenci haline gelmiş olabilir. Ergenlerde “Bana bir şey olmaz” düşüncesi baskın olduğundan uyuşturucu maddeleri çok daha kolay deneyebilmektedirler. 43 dosya / madde bağımlılığı Aileler Ne Yapmalı? Herkesin madde kullanım riski bulunmaktadır. Ancak bazı risk faktörleri madde kullanma olasılığını arttırmaktadır. Madde kullanma olasılığını arttıran riskler ve bu risklere yönelik yapılması ve yapılmaması gerekenler şunlardır: Arkadaş grubuna bağlı riskler Ne yapmalı ? Ne yapmamalı ? Madde kullanan arkadaşlarının olması Yeni sosyal alanlar oluşturmak Arkadaş grubuyla görüşmeyi yasaklamak Arkadaş grubunun madde kullanımını onaylayan kişiler olması Ergenle geçirilen kaliteli zamanı arttırmak (sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek, satranç oynamak, sohbet etmek) Arkadaşlarını kötülemek, aşağılamak Arkadaş grubuna bağlılık Arkadaşlarıyla görüşmeye devam ettiği için ergeni cezalandırmak Arkadaş grubuna alternatif olabilecek ortamlara sokmak (kurslar, hobi kulüpleri gibi) Aile içi iletişimi arttırmak ve aidiyet duygusunu hissettirmek Aileye bağlı riskler Ne yapmalı ? Ebeveynlerin tutarsız mesajlar vermesi İletişimi arttırmak için girişimlerde bulunmak Aile içi iletişimin zayıf olması (annenin evet dediğine babanın hayır demesi, ailede tek bir kişinin kural koyucu olması gibi) Aile içi belli kurallar koymak Ne yapmamalı ? Var olan sorunu görmezden gelmek İletişimi kopartmak Ailede kavga, çatışma ortamının olması Ebeveynlerin madde kullanımına dair düşünceleri Madde ya da alkol kullanımıyla ilgili sağlıklı bilgiler edinmesini sağlamak Ebeveynin çocuğun uç davranışlarına ya da madde kullanımına gösterdiği müsamaha Farkında olmadan yapılabilecek özendirici konuşmalardan kaçınmak Ebeveynin çocuğun yaşamı hakkında ilgisiz ve bilgisiz olması Tutarlı mesajlar vermek, anne - babanın, kurallar ve uygulanışları hakkında fikir birliğinin olması Aile içinde uygun olmayan disiplin yöntemleri ya da hiç disiplinin olmaması 44 “Ben değişmem, o değişsin” demek Çocuğun ilgi alanları hakkında bilgi sahibi olmak ve bu alanlarda kendisiyle ortak paylaşımlarda bulunmak Ergen çocuğunuzu suçlamamak, eleştirmemek, yargılamamak, öğüt vermemek Kuralların olmadığı bir ortam sunmak Özgür bırakmak adına hayatına hiç müdahale etmemek Kişiye bağlı riskler Kolay çelinebilirlik Ne yapmalı ? Özgüvenini artıracak küçük sorumluluklar vermek İçe kapanık olmak Kendi fikirlerini açıkça ifade edememek Olumsuz duygularla (kaygı, öfke, korku, yalnızlık, hayal kırıklığı, umutsuzluk vb) baş etmekte zorlanmak Pozitif yönlerini ve davranışlarını desteklemek Ne yapmamalı ? Suçlamak Kişiliğine yönelik eleştirilerde bulunmak Yaşıtlarıyla kıyaslamak Kendi yeterliliğini göstermesine yardımcı olmak Uygun olmayan ceza yöntemleri kullanmak Ailece birlikte geçirilen zamanları arttırmak Aile içinde bir birey olduğunu fark ettirmek Okul başarısızlığı, sınıf tekrarı, devamsızlık, sınıfta kalmak Dürtüsellik ve hiperaktivitenin varlığı Çocuğun geçmişte ya da şimdi evden kaçma, okuldan kaçma, yangın çıkarma, hayvanlara zarar verme vb. davranışlarının olması Alınacak kararlarda fikirlerini almak ve uygulamak Ev içi kuralların belirlenmesi ve kural ihlalisonucunda söylenen yaptırımların uygulanması Ergen çocuğunuzun size yakın olması/ yakınlık duyması adına onunla sohbet edebileceğiniz ortamlar yaratmak Profesyonel yardım almak Biyolojik riskler Aile üyelerinden birinin madde kullanımının olması Ne yapmalı ? Bu riskin olması diğer alanlardaki riski arttırdığı için diğer riskli alanlardaki iyileştirme bu alandaki riski de azaltacaktır. Ne yapmamalı ? Yanındayken kullanmamak Olumlu düşüncelerini paylaşmamak Kullanımını savunmamak Madde ve etkileri hakkında yanlış bilgilendirilmemek Toplumsal riskler Maddeye ulaşma olasılığı yüksek bir semtte oturmak Ne yapmalı ? Eğer ergende onaylarsa çevreyi değiştirmek Ne yapmamalı ? Bu riskin varlığını görmezden gelmek Ergenle geçirilen zamanı arttırmak Yaşamsal aktiviteleri arttırmak Destekleyici ortamlarda bulunması için teşvik etmek 45 dosya / madde bağımlılığı Madde deneyimi olan ergene yaklaşımda, sağlıklı ve yararlı olabilecek ebeveyn tutumları: Adım 1- Eşiniz İle Konuşun ve Mutlak Bir Fikir Birliğine Varın. • Bir suçlunun olmadığının kabullenilmesi ve en önemlisi eşlerin birbirlerini ve çocuklarını suçlamaması e Kararların ortak alınması ve ortak uygulanması • Aynı fikirde olunmadığı durumlarda bile bir takım olunduğunun unutulmaması ve çocukların yanında eşlerin birbirlerinin ifadelerini her zaman desteklemesi Adım 2- Aile Olarak Birbirinizle İletişim Halinde Olun. İyi bir dinleyici olmak, çocuğunuzun duygularını anlamak, olumlu geribildirimde bulunmak, açık ve net olmak, gerçekçi olmak, sorumluluğu paylaşmak cuğunuz madde kullanımı ile mücadele ederken o kadar güçlü olur. Tüm bu unsurlar çocuğunuzu koruyan birer halat olarak değerlendirilebilir. Adım 5- Ulaşılabilir Hedefler Belirleyin. Kişinin değişime yönelik yolculuğunda önemli olan hızı değildir. Çocuğumuzun madde ile mücadele ederken ilerlediği yolda beklentilerimiz gerçekçi olmalıdır. Önce küçük hedefler konmalı, küçük hedeflerde başarı sağlayarak yavaş yavaş ilerlenmelidir. Madde Kullanım Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma kitabı http://www.aep.gov.tr/ internet adresinin yayınlar bölümünde PDF formatında ve AEP uzaktan eğitim bölümünde ise AEP e-öğrenme platformu başlığı altında e-öğrenme formunda izlemeye imkân verecek şekilde yer almaktadır. Adım 3-Çocuğunuzu Destek Alması İçin Yönlendirin. Madde kullanımı mutlaka profesyonel destek alınmasını gerektiren bir durumdur. “Madde Kullanım Riski ve Madde Adım 4- Maddeye Karşı Koruyucu Halatlar Örün. olduğunuz derginin kapağının içinde bulunan Çocuğunuzu hayata bağlayan sağlıklı bir aile yaşantısı, okul hayatı, sosyal faaliyetler, çeşitli hobiler gibi unsurlar varsa ço- CD’de bulabilirsiniz. 46 Bağımlılığından Korunma” kitabını okumakta TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA MADDE BAĞIMLILIĞI BOYUTLARI Prof. Dr. Mustafa Necmi İLHAN Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı İçişleri Bakanlığı Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (TUBİM) Bilim Kurulu Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (EMCDDA) Ulusal Uzmanı Giriş Madde, uyuşturucu, bağımlılık gibi kavram ve tanımlar, sağlığa süreğen ve kalıcı biçimde zarar verici durumları ifade etmektedir. Ancak dünyada ülkeler arasında bu tanımlar ve kapsamlarındaki maddeler farklılaşabilmektedir. Ülkeler arasında madde kullanım boyutunun belirlenmesi ve izlenmesi için Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezince (EMCDDA) geliştirilmiş ve değişen ihtiyaçlara göre güncellenen ölçütler kullanılmaktadır. Bu ölçütler arasında, Genel Nüfus Araştırması Temel Ölçütü (GPS), Yüksek Riskli Madde Kullanımı Temel Ölçütü (HRDU), Tedavi Talep Ölçütü (TDI), Madde Bağlantılı Ölümler Ölçütü (DRD), Madde Kullanıcıları Arasında Mortalite Temel Ölçütü, Madde Bağlantılı Bulaşıcı Hastalıklar Temel Ölçütü (DRID) gibi tanımlar yer almaktadır. Ülkemizde bu ölçütler 2002 yılından bu yana her yıl İçişleri Bakanlığı Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (TUBİM) tarafından uluslararası standartlarda hesaplanarak EMCDDA’e gönderilmekte, 2006 yılından itibaren de yılsonunda yayınlanan Türkiye Uyuşturucu Raporu ile kamuoyu ve ilgililer ile paylaşılmaktadır. Bu yazıda ülkemizde epide- 47 dosya / madde bağımlılığı miyolojik yöntemlerle, saha araştırmalarından, tedavi merkezlerinden, adli kayıtlardan elde edilen Türkiye’yi temsil eden sayılar ile ülkemizdeki madde bağımlığı boyutu sunulacaktır. Genel Nüfusta Madde Kullanım Yaygınlığı Türkiye’de Sayın Başbakanımızın da ifade ettiği biçimde TUBİM tarafından yapılan ülkemize uyarlanmış ve Türkiye’yi temsil eden standart çalışma ile genel nüfusta yaşam boyu madde kullanım prevalansı (en az bir kez kullanmış olmak) % 2,7’dir. Bu sıklık yaklaşık 1.350.000 insanımızın en az bir kez madde kullandığını göstermektedir. Erkeklerde %3,5, kadınlarda %2,6 olan sıklık, 15-24 yaş grubunda %2,9, 25-44 yaş grubunda %2,8, 45-64 yaş grubunda %2,3’dür. Eğitim düzeyine göre ve yaşanılan yerin il/ilçe/kasaba olmasına göre madde kullanımı sıklığı değişmezken, medeni durum ve gelir düzeyine göre madde kullanımı değişmektedir. Bekarlarda %3,8 olan madde kullanım sıklığı, evlilerde%2,4’dür. En alt gelir grubunda olanlarda (500 TL ve altı) %5,6 olan madde kullanım sıklığı, bir üst grupta %2,2’dir, en üst gelir grubunda hafif artma eğiliminde olup %2,9’dur. Tütün ve Alkol kullananlarda madde kullanımı daha fazla görülmektedir. Son bir ay içerisinde tütün kullananlarda madde kullanımı %3,6, kullanmayanlarda %2,3; son bir ay içinde alkol kullananlarda madde kullanımı %6,0, kullanmayanlarda %2,3’dür. Türkiye’de en çok kullanılan uyuşturucu madde Esrar’dır, esrarı açık ara Ekstazi, Anabolik Steroidler izlemektedir. Esrar kullananların %76,8’i son 1 ay içinde esrar kullanmamıştır. Esrar kullananlar en çok kenevir bitkisinden esrarı elde etmekte (gonca, yonca, ot), en çok da tütüne karıştırarak kullanmaktadır. Esrar kullananların yarısından fazlası deneyip esrarı bırakabilirken, 1/5’i deneyip bırakamamıştır, bu kişiler ivedilikle yardım 48 Madde kullanım sıklığı erkeklerde %2,3 kızlarda %0,7’dir. Halen madde kullananların %42,1’si haftada 1 kez madde kullanmaktadır. İlk sırada açık ara esrar gelirken 2.sırada uçucular (gaz, uhu, 404) yer almaktadır. Her 5 kullanıcıdan biri çoklu madde kullanmaktadır. edilmesi gereken kişilerdir. Esrar kullananların %35,1’i esrarı bırakmayı istemektedir. Esrar en çok aile ve arkadaş çevresinden sağlanmakta, en çok bir arkadaşın evinde kullanılmaktadır. Sentetik kannabinoid olan Bonzai vb. isimler verilen maddenin son dönemde daha fazla kullanıldığı çeşitli mecralarda belirtilmektedir. Ancak kanıta dayalı olarak Bonzainin arttığını söyleyebilmek için toplumdaki kullanım sıklığının bilinmesi gerekir. Raporun yazıldığı 2014 Aralık ortası itibarı ile toplumu temsil eder özellikte bu maddenin kullanım sıklığının arttığını ortaya koyan araştırma yoktur. Bunun yanında son 3 yıldaki sentetik kannabinoid olay sayısı 166, 3401, 11.139, yakalanma miktarı 43, 434, 780 kg’dır. Bu sayılar sentetik kannabinoidlerin giderek önemli bir sorun olacağını düşündürmektedir. Okul Çocuklarında Madde Kullanım Yaygınlığı Türkiye’de yine Sayın Başbakanımızın da ifade ettiği biçimde TUBİM tarafından yapılan ülkemize uyarlanmış ve Türkiye’deki okul çocuklarını temsil eden standart ça- lışma ile okul çocuklarımızda yaşam boyu madde kullanım prevalansı (en az bir kez kullanmış olmak) % 1,5’dir. Maddeyi ilk kez kullanma yaşı ortancası 14,0’dür. Madde kullanım sıklığı erkeklerde %2,3, kızlarda %0,7’dir. Halen madde kullananların %42,1’si haftada 1 kez madde kullanmaktadır. İlk sırada açık ara esrar gelirken 2.sırada uçucular (gaz, uhu, 404) yer almaktadır. Her 5 kullanıcıdan biri çoklu madde kullanmaktadır. Madde en çok solunum, 2.sırada ağız yolu ile alınmaktadır. Tütün, Alkol ve Sakinleştirici İlaç kullananlarda madde kullanımı daha fazla görülmektedir. Son bir ay içerisinde tütün kullananlarda madde kullanımı %8,3, kullanmayanlarda %0,5; son bir ay içinde alkol kullananlarda madde kullanımı %9,7, kullanmayanlarda %0,8; son bir ay içinde sakinleştirici kullananlarda madde kullanımı %36,4, kullanmayanlarda %5,5’dir. Çocuklarda tütün ve alkolle birlikte, özellikle sakinleştirici kullanımının çokluğu ve madde kullanımı ile ilişkisi dikkat çekicidir. Ülke çapında gerek genel nüfusta, gerekse okullarda madde kullanım sıklığı için %1-%10 arasında kullanım sıklığını veren çalışmalar olmakla birlikte, Türkiye örneklemi ile yapılan çalışma ile il/ilçe/ okul bazında yapılan çalışmalar arasında fark çıkması beklenebilir. Madde kullanım konusunda yapılan araştırmaların tütün kullanımı gibi bağımlılık yapıcı maddeler ile ayrışan tarafları vardır, bu nedenle sorunu olduğundan fazla gösteren çalışmaların metodolojisi, epidemiyolojik prensiplere uygunluğu iyi değerlendirilmeli, toplumda kaygı yaratacak düzeyde panik oluşmasının önüne geçilmeli, ancak devlet tarafından belirli sıklıklar ile Türkiye örnekleminde, alanında uzman kişilerce yapılacak uygun metodolojiye sahip çalışmalar ile madde kullanım sıklığı belirlenmeli, uygulanan politikaların etkinliği değerlendirilmelidir. Tedavi Verileri ve Madde Bağlantılı Ölüm Verileri Türkiye’de 2011, 2012, 2013 yılları arasında yatarak tedavi olan kişi sayısı 5214, 5846, 8526’dır. Ayaktan tedavi olan kişi sayısı ise 155.099, 187.329 ve 249.763’dür. Tedaviye başvuranların artışı mevcut bağımlıların tedavisi ve rehabilitasyonu yönünden sevindirici iken, bağımlı sayısının artması nedeniyle de kaygı verici olmakla birlikte, daha çok başvurunun artışına bağlı olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Ayaktan tedavide son iki yılda tedaviye doğrudan başvurular, denetimli serbestliğe göre çok daha fazladır. Halen Türkiye’de 13 tanesi İstanbul, Ankara ve İzmir’de olmak üzere 29 adet Yataklı Bağımlılık Tedavi Merkezi bulunmaktadır. Madde bağlantılı ölümler son 5 yılda (2008-2013), 282, 298, 270, 365, 325 adetdir. Madde kullanımına bağlı doğrudan ve dolaylı ölümler yarı yarıyadır. Ölümler en çok İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana ve Gaziantep’de meydana gelmiştir. Dünyada ve Avrupada Madde Kullanım Boyutu Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç ofisine göre halen dünyada 315 milyona yakın kişi uyuşturucu madde kullanmaktadır. Tüm dünyada en çok kullanılan madde esrar’dır. Tedavi olan bağımlı sayısı en fazla Asya’da (1.630.000 kişi), en az Afrika’da (170.000 kişi) olup tedavi sayısı arasında 10 kat fark vardır. Damar içi madde kullanıcıları (eroin vb) 14 milyon kişidir ve bunların 1,6 milyonu HIV (+)’dir. Dünyada madde bağlantılı ölümlerde ilk sırada ABD (40.393 kişi) bulunmakta, daha sonra Rusya Federasyonu (7408 kişi), İran (3056 kişi) Kanada (2394 kişi), İngiltere (1785 kişi) yer almaktadır. Avrupada nüfusun %21,7’si (73,6 milyon kişi) esrar kullanmakta, 1,3 milyon kişi eroin gibi yüksek riskli uyuşturucuları kullanmaktadır. Okul çocuklarının %24’ü en az bir kez madde kullanmayı denemiştir ve halen %12’si madde kullanmaktadır. Esrar kullanımı %35,6 sıklık ile en çok Danimarka’da olup, sonra sırasıyla Fransa, İngiltere, Çekoslovakya ve İspanya gelmektedir. Okul çocuklarında ise %42,0 ile Çekoslovakya en sık esrar kullanılan ülke olup, sırasıyla Fransa, Hollanda, Slovakya ve İngiltere gelmektedir. 2013 yılında Opiat kullanan 174.345 kişi, esrar kullanan 106981 kişi 2013 yılında tedaviye başvurmuştur. Avrupada tedaviye başvuru sıklığının az olması dikkat çekicidir. Erken Uyarı Sistemi Ülkemizde uyuşturucu için TUBİM tarafından koordinasyonu yapılan Erken Uyarı Sistemi (EWS) bulunmaktadır. Sistemde Emniyet Genel Müdürlüğü, Kriminal Polis Laboratuvarı, Jandarma Genel Komutanlığı, Jandarma Kriminal Laboratuvarı, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığından gelen veriler TUBİM EWS grubu tarafından değerlendirilmektedir. Madde bağımlılığı riski oluşturacak mevcut ve yeni maddeler izlenmekte, riskli olanlar belirlenip Sağlık Bakanlığına iletilmekte ve Resmi Gazetede yayınlanan tanımlarla söz konusu maddeler yasaklanmaktadır. Yasal kısıtlılık altına alınan madde sayısı 2011’de 19, 2012’de13, 2013’de 60, 2014’de 180 adettir. Arz İle Mücadele Türkiye eroin yakalanmasında Avrupa’da açık ara birinci sırada, esrar yakalanmasında İspanya ile birlikte açık ara ilk sıralardadır. 2012 yılında 13,3 ton eroin, 152 ton esrar yakalanmıştır. Son dönem narkotimlerin de uyuşturucu yakalamada oldukça etkin olduğu gözlenmektedir. Uyuşturucu için detaylı fiyat verilmeyecek olup ülkemizde tek doz/seferlik maddeler özellikle esrar ve sentetik esrar tek haneli bedeller ile alınabilmektedir. Avrupa’da aynı doz için bedel 10 kata yakın daha fazladır. Ülkemizde geçtiğimiz yıl uyuşturucu bağlantılı 148.589 şüpheli kişi ve 99.121 olay kayda girmiştir. Dünyada madde bağlantılı ölümlerde ilk sırada ABD (40.393 kişi) bulunmakta, daha sonra Rusya Federasyonu (7408 kişi), İran (3056 kişi) Kanada (2394 kişi), İngiltere (1785 kişi) yer almaktadır. Mevcut Durumda Kolaylıklar ve Zorluklar Mevcut durumda Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Başbakanımızın da ifade ettiği gibi madde kullanımı konusunun Hükümetin en öncelikli konularından olması mücadelede en önemli kolaylıktır. Nitekim Yol Haritası ve Acil Eylem Planı güncellenmesi tamamlanmıştır. Hâlihazırda Politika Belgesi ve Eylem Planlarının var olması da hazırlığı kolaylaştırmaktadır. Bunun yanında toplumun tüm kesimlerinin mücadeleyi desteklemesi, başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere kamu kurumlarının mevcut altyapısı ve bu alanda hizmet veren gönüllü kuruluşların çokluğu oldukça önemli avantajlardır. Ancak ülkemizin uyuşturucu maddelerin Avrupaya geçiş rotası üzerinde olması, değişen madde trendleri, satıcıların farklı yollar bulması, gönüllü kuruluşların çokluğu ve mücadele etmek isteyenlerin niceliği artarken, niteliğin aynı oranda artmaması önemli zorluklardır. Bunun yanında en önemlisi çok fazla kurumun koordinasyonunun gerekmesidir. 49 dosya / madde bağımlılığı Tüm dünyada en çok kullanılan madde esrar’dır. Tedavi olan bağımlı sayısı en fazla Asya’da (1.630.000 kişi), en az Afrika’da (170.000 kişi) olup tedavi sayısı arasında 10 kat fark vardır. Damar içi madde kullanıcıları (eroin vb) 14 milyon kişidir ve bunların 1,6 milyonu HIV (+)’dir. Sonuç ve Öneriler Türkiye’de 2014 yıl sonu itibarı ile gelinen noktada “Uyuşturucu ile Mücadele Seferberliği” içinde olunduğu bilinmektedir. Bu kapsamda yönetsel olarak tek elden mücadelenin ve koordinasyonun sağlanabilmesi için Başbakanlığa bağlı, İçişleri Bakanlığınca altyapısı desteklenecek “Türkiye Madde Kullanımı Mücadele Kurumu” kurulmasının uygun olabileceği düşünülmektedir. İnsangücü yönünden, koruma ve önleme için standart / sertifikalı kişilerin çalışması, STK’ların denetlenmesi, alanda çalışacak kuruluşlara yeterlilik verilmesi; İzlem yönünden, risklerdeki değişim ve yeni risklerin belirlenmesi, arz, koruma, önleme, tedavi stratejilerinin etkinliğinin belirlenmiş epidemiyolojik ölçütlere göre performans değerlendirilmesi, yeni stratejiler geliştirilmesi; Kaynaklar 1. Türkiye Uyuşturucu Raporu, 2014. 2. Türkiye Uyuşturucu Raporu, 2013. 3. Sağlık Bakanlığı İstatistikleri, 2013. 4. UNODC Verileri, 2013 Kaynak yönünden, mücadele ve araştırma için kaynakların artırılmasının uygun olacağı düşünülmektedir. 50 5. Mustafa Necmi İlhan, Türkiye’de Genel Nüfusta Tütün, Alkol ve Madde Kullanımına Yönelik Tutum ve Davranış Araştırması Raporu, İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi Başkanlığı, 2012. 6. Mustafa Necmi İlhan, Türkiye’de Okullarda Tütün, Alkol ve Madde Kullanımına Yönelik Tutum ve Davranış Araştırması Raporu, İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi Başkanlığı, 2012. Prof. Dr. Zehra ARIKAN BAĞIMLILIKTA KORUMA ve ÖNLEME Önleme, insanların madde kullanmasını ve eğer kullandıysa bağımlı hale gelmesini engellemeye yönelik koruyucu sağlık hizmetlerine verilen addır. Bağımlılıkta önlemenin önemi büyüktür. Çünkü bağımlılık kronik bir beyin hastalığıdır. Bozukluk oluştuktan sonra ortaya çıkan bedensel duyarlılıklar kalıcı olup ancak bağımlı olunan maddeyi kullanmayarak kontrol edilir. Bu kontrol etmeyi kişinin istemesi gerekir. Çoğunlukla bağımlılar, beyindeki değişiklikler sonucu ortaya çıkan yoğun madde istekleri nedeni ile tedavi olmak istemezler bu nedenle: - Tedavisi oldukça güçtür - Yineleme oranı çok yüksektir. - Çoğunlukla iyileşme ve depreşme dönemleri ile seyreder. - Bağımlılığın topluma yansıyan olumsuz yanları çok büyüktür. (ekonomik, sosyal,biyolojik, ruhsal) Bu nedenlerden ötürü koruma ve önleme bağımlılıkta yapılması gereken önemli unsurlardır. Önleme programlarının öncelikli amacı koruyucu faktörleri arttırıp risk faktörlerini azaltmaktır. Yapılan çalışmalara göre koruyucu faktörler şunlardır: Orta ya da üst sosyoekonomik düzey Düşük işsizlik oranı İyi komşuluk ilişkileri Suç işleme oranının az olması Okulun gence kendini gerçekleştirmesi için olanaklar sunması Öğrenme, katılım ve sorumluluğu destekleyen okul ortamı Kaliteli sağlık hizmeti Sosyal hizmetin varlığı Öğrenmeyi destekleyen ebeveynler Dört çocuktan az olması Stresli yaşam olaylarının az sayıda olması Akraba ilişkilerinin güçlü olması Evlilik ilişkisinde düşük çatışma Akranlar arası münazaralar ve ebeveyn rolü oynama oyunları, çocukların madde kullanımı ile ilgili bilgi sahibi olmalarını ve kullanıma karşı tutum geliştirmelerini kolaylaştırır. 51 dosya / madde bağımlılığı Risk etmenleri ise: İkincil Koruma Önlemleri: Mad- Yoksulluk Gelir düzeyi düşük bir bölgede yaşamak İşsizlik Evdeki yaşam koşullarının uygun olmaması Suç oranının yüksek olması Ailede madde kullanan bireylerin varlığı Çocuk istismarı ve ihmalinin olması ve aile içi şiddet Aile içi stresin fazla olması - Geniş ve kalabalık aileler - Düşük eğitim düzeyine sahip ebeveynler - Parçalanmış, boşanmış aileler - Ebeveynlerden birinin kaybı - Baskıcı ve ilgisiz aile ya da aşırı koruyucu, kollayıcı aile - Aile içinde gencin özdeşim kurabileceği bir bireyin olmaması Koruma önleme programlarının amacı risk faktörlerini azaltıp koruyucu faktörleri artırmaktır. Mücadele programları: • Birincil koruma önlemleri • İkincil koruma önlemleri • Üçüncül koruma önlemleri olarak ayrılabilir. de bağımlılarının tedavi ve rehabilitasyonları yapılmaya çalışılır. Çünkü madde kullanan kişilerin başkalarına bunu bulaştırmaları çok kolaydır. Bu nedenle bağımlılık bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalıdır. Üçüncül Koruma Önlemleri: Madde bağımlısı olup tedavi kabul etmeyenleri, onların çevresindekileri ve tüm toplumu olası zararlardan korumaya yönelik programlardır. Programların özellikleri ise: 1. Sigara ve alkol gibi yasal olan maddelerin reşit olmadan kullanılması, esrar ve eroin gibi yasadışı maddelerin kullanımı, uçucu maddeler gibi yasal olarak satılan maddelerin kötüye kullanımı ve reçeteyle satılan ilaçların doktor tarafından verilmeden kullanılması gibi her çeşit madde kullanımına yönelik olmalıdır. 2. Önleme programları etkinliklerini arttırmak için, hedef aldıkları kitlenin yaş, cinsiyet ve ırk gibi özellikleri göz önünde bulundurarak hazırlanmalıdır. 3. Aileye yönelik önleme programları aile içi bağları güçlendirmeyi, ilişkileri geliştirmeyi ve ebeveynlik yetilerini kazandırmayı hedeflemelidir. 4. Önleme programları okul öncesi eğitim programları gibi tasarlanabilir. Böylelikle, madde kullanımı, agresif davranışlar, zayıf sosyal beceriler ve akademik başarısızlıklar gibi risk faktörlerinin önüne geçilebilir. Birincil Koruma Önlemleri: Madde kullanımı henüz başlamamış olanlara yönelik programlardır. Aile, okul, öğrenci odaklı çalışmalar olup daha çok eğitim programları şeklinde hazırlanır. Uyuşturucusuz bir yaşam biçimi için yerel, bölgesel, ulusal örgütlenmelere önem verilir. Ayrıca kendini ifade edbilen, yeterli, sağlıklı keyif alanları olan,sağlıklı karar verebilen ve hayır diyebilen bireyler yetiştirmek hedeflenir. 52 5. İlkokul çocukları için yapılan önleme programları akademik, sosyal ve duygusal öğrenme, iletişim,sosyal problem çözme yetisi, özdenetim üzerine yoğunlaşmalıdır. Bu programlar erken yaşta madde kullanımına başlama, erken yaşta agresif davranışlar, akademik başarısızlık, okuldan kaçma ve uyumsuzluk gibi risk faktörlerine yönelik uygulanmalıdır. 6. Orta öğretim öğrencileri için önleme programları akademik ve sosyal yetkinliği arttırma üzerine yoğunlaşmalıdır. Verilen eğitim; çalışma alışkanlıkları ve akademik destek, iletişim, akran İlişkileri, kendine güven ve dışa dönüklük, maddeye karşı koyabilme yetisi, madde karşıtı tutumların desteklenmesi, madde kullanımına karşı kişisel yetkinliğin güçlendirilmesi alanlarına odaklanmalıdır. 7. Önleme programlarının her toplumun ihtiyaçlarına, kültürel gereksinimlerine ve toplumsal normlarına uyarlanması gerekir. 8. Toplum programları okul, faaliyet kulüpleri, dini kurumlar ve medyayı da kapsayan geniş bir kesime hitap etmelidir. Bu programların etkin olabilmesi ve amaçlarına ulaşabilmesi için, her kesimde uygulanan programın içeriğinin benzer olması ve tutarlı olmaları çok önemlidir. 9. Tekrarlanan müdahalelerle birlikte uzun süreli olmalıdır. Uzun bir süre boyunca tekrarlanan bilgilendirmeler ve eğitimler amaçlanan önleme hedefine ulaşmayı kolaylaştırır. Araştırmalar, ilköğretimde başlayıp lisede devam etmeyen önleme programlarının istenilen etkinlikte olmadığını göstermiştir. 10. Önleme programları öğretmenlerin eğitimlerini de kapsamalıdır. Öğretmenlere, sınıf içi disiplinin kurulması, sınıfı yönlendirebilme becerileri ve başarılı ve olumlu davranışları olan öğrencileri takdir edebilme gibi yetiler kazandırılmalıdır. Eğitim alan öğretmenlerin öğrencileri daha başarılı, daha olumlu davranışları olan ve okulla bağları güçlü olan öğrencilerdir. 11. Önleme programları interaktif (etkileşimli) uygulandıklarında daha etkin olmaktadır. Örneğin akranlar arası münazaralar ve ebeveyn rolü oynama oyunları, çocukların madde kullanımı ile ilgili bilgi sahibi olmalarını ve kullanıma karşı tutum geliştirmelerini kolaylaştırır. 12. Önleme programları maliyet etkinliği olan programlardır. Araştırmalara göre; önleme için yatırılan her dolar, alkol ve diğer maddelerin tedavisi için 10 dolar kazanç sağlanmasına neden olmaktadır. Önleme çalışmasının başarısını etkileyen unsurlar; Süreklilik sağlanmadığı sürece bu çalışmaların başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Anlık etkinliklerin, kampanyaların başarılı olamadığı gösterilmiştir. • Gönüllü insanların bu çalışmalarda yer alması başarıyı artırmaktadır. • Toplumun katılımı ve işbirliği sağlanmalıdır. • Özendirmeden kaçınmak gerekir. Bilinçsizce yapılan birçok etkinlikte kişiler maddeye karşı özendirilebilmektedir. • Her kültüre uygun mesajların seçilmesi ve kullanılması gerekir. Böylece mesajların insanlara ulaşımı daha kolay olabilmektedir. Tüm toplumu sarabilecek tek bir mesaj bulmak imkansızdır. • Merak uyandırmamak gerekir. • Risk gruplarını oluşturan kişilerin (örneğin gençlerin) doğrudan etkinlikler içinde yer almasının sağlanması başarıyı artırmaktadır. En önemlisi bağımlılığın önlenebilen bir hastalık olduğu unutulmamalıdır. Önleme programlarının her toplumun ihtiyaçlarına, kültürel gereksinimlerine ve toplumsal normlarına uyarlanması gerekir.Toplum programları okul, faaliyet kulüpleri, dini kurumlar ve medyayı da kapsayan geniş bir kesime hitap etmelidir. 53 dosya / madde bağımlılığı BAĞIMLILIK ve HAYAT Bir hastalık mı yoksa bir düşkünlük mü? Bir mesele olarak bağımlılık, toplumsal yıkım demek aslında. Toplumun en küçük ve temel yapı taşını söküp atmakla başlıyor işe. Aileler çöküyor-çözülüyor. Ordan başlıyor ve çığ gibi büyüyor etkilediği ve kirlettiği alan. Doktorlar, psikologlar, sosyologlar; herkes bu toplumsal mesele için çalışıyor, çözüm arıyor. Peki ya meselenin ana kahramanları, Bağımlılar ve onların yakınlar? Onlar ne diyor? Prof. Dr. Zehra Arıkan, Dr. Eylem Doğan, Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ve Dr. Akif Usta eşliğinde onların hastalarının ve bu hastaların yakınlarının hayatının yanından geçtik. Adsız Alkolikler Derneği ve AMATEM’de tedavilerine devam eden bağımlıların birinci ağızdan hikayeleri… 54 Ahmet Bülent ALTUN İnsan, doğumundan itibaren hayatındaki bütün parçaları bir puzzle gibi günbegün tamamlarken, bağımlılıklar şiddetli bir sarsıntıyla hepsini Arafa saçıyor. Fiziksel, maddi ve manevi bulanık bir Araf nehrinde sürüklüyor hayatı ve bu nehir kişi bu illüzyonu fark etmedikçe asla bir denize bağlanmıyor. Sarmal hayatı düğüme eviriyor. Kanamalı bir yaşam parkuruna dönüyor her şey. Aile, arkadaş, eş, sevgili her şey suya karışıyor. Akın (Alkol Bağımlısı) Ben de içtiğim zamanlar alkol sorunumun olduğunun farkındaydım. Son 15 yıl bırakmak için büyük mücadele sarf ettim. Fakat hep başarısız kalmıştım 15 yıl boyunca. İçmek istemiyordum ama artık yaşamımı onsuz da yürütemiyordum. Yani ölmek için içiyordum, içmek için de ölüyordum. O kadar bir paradoks, çelişki içerisinde kıvranıyordum. Mehmet (Alkol Bağımlısı) Alkolü bırakalı 6 sene oldu. Alkolle 24 sene beraber yaşadım. Aynı karı-koca hayatı yaşar gibi. 24 saatin 21 saati içiyordum, kalan 3 saatlik kısmını da sızarak geçiriyordum, uyuyarak değil sızarak geçiriyordum. Daha sonra kalkıp, yanımda varsa yanımda, gecenin hangi yarısı olursa olsun, yanımda yoksa dışarıda, param yoksa ona buna yalvararak veya yalanlar söyleyerek, birilerinden para alarak alkolümü temin ediyordum. Hayrullah (Eroin Bağımlısı) Kafa yapsın diye değil yani. Kafası falan yoktu yani. Sonrası zaten bağımlılık olduktan sonra rahatsız ediyor, hasta oluyorsunuz yani. Bildiğin hasta oluyorsunuz. Bu sefer tedavi olmak için içiyorduk yani ayakta durabilmek için içiyorduk. Bunu almadığımız zaman ekmek yiyemiyorduk, su içemiyorduk, hiç bir şey yapamıyorduk, yataktan kalkamıyorduk. Ne zaman ki aldık o zaman normal insan oluyorduk. Alamadığın zaman bitiksin, ölü bir insansın. Prof. Dr. Nesrin Dilbaz Herhangi bir maddeye bağımlılıktan söz edebilmek için öncelikle o maddenin kullanılıyor olması gerekiyor. İkincisi kullanıl- madığı zamanlarda çok ciddi bir arama davranışı içerisine girilmesi gerekiyor. Üçüncüsü yine kullanılmadığında, kesildiğinde yoksunluk belirtileri oluşturması gerekiyor. Bir diğer özelliği, ilk başladığınızda oluşturan özelliği tekrar sağlayabilmek için gittikçe kullandığınız madde miktarının artıyor olması gerekiyor. Örneğin yarım kutu birayla başladıysanız daha sonra bunun bir küçük veya büyük rakıya kadar ulaşması gibi aynı etkiye ulaşması için. Biz buna tolerans diyoruz. Bir diğeri bağımlılık demek sabahtan akşama kadar bir şeyi kullanmak demek değil zaman zaman maddenin bırakılıp ama zaman zaman tekrar başlanmış olması gerekiyor. Yine bir diğer özellikte kullandığınız madde ve bu bağımlılığınız nedeniyle hem aile hayatınızın hem iş hem de sosyal hayatınızdaki işlevsellikte bir kaybınızın olması, yasayla ilgili sıkıntılar yaşayabilmeniz de yine ölçütler içerisinde olması gerekiyor. Bağımlı olmak, hasta olmak. Bir hastalık kadar hassas, bağımlılık kadar hoyrat. İnsanın doğasını yakıp yıkan bir arsız yangın. Öyle bir ateş ki bu sadece düştüğü yerdekileri değil etrafında ne varsa küle çeviriyor. İnsanı insan yapan bütün duygular yerle yeksan. Aşk, mutluluk, hüzün, sevgi, onur, vefa… Ve ardından sabretmekten yorulan dostların bir ömür aynı yastığa baş koyma sözü verdikleri hayat arkadaşlarının terk edişleri geliyor. Bağımlı olmak, ne var ne yoksa götürürken, yerine kocaman bir hiçlik bırakıyor. Nihayetinde hep yeniden hayatın bir parçası olması umudu var. Bir yandan rüzgarın hızını arttıran, diğer yandan koşmak için güç veren. Emin (Kumar Bağımlısı) 15-20 seneye yakındır kumar oynuyorum. Şu anda 42 yaşındayım, 20 seneye yakındır kumar oynuyorum. Hiçbir şey de kazanamadım, bütün her şeyimi kaybettim. Neredeyse ailemi kaybetmek üzereydim. Prof. Dr. Zehra Arıkan Kumar da bir patolojik davranış. Şöyle düşünün, bağımlılıktaki aynı şeyler kumarda da gelişiyor. Çünkü kişiler, orada da oynadıkları zaman bir şekilde heyecan duyuyorlar, kendilerini tatmin ediyorlar, rahatlıyorlar. Belki biraz para kazanıyorlar, belki kaybediyorlar ama o heyecan ön planda oluyor, o heyecanı yaşamak için kişiler kumar oynuyorlar. Zaman zaman kayıplar çok olduğu için, bunları telafi etmek için tekrar tekrar gidiyorlar. Ve bu tekrar tekrar gidişlerde bir dönem sonra ister kaybedilsin, ister kazanılsın yeter ki o heyecan yaşansın oluyor. Yani o heyecanı yaşamakta bir anlamda bağımlılık oluşturuyor. Çünkü orada da dopamin devreye giriyor. Bir madde yok ama bir davranış var, bir davranış biçimi var ve kişiyi etkiliyor. Bunun sonucunda kişi o yoğun heyecanı duymak için tekrar tekrar kumar oynamaya başlıyor. Tabi kumar genellikle kayıp üzerine kurulu bir şey, hiç bir zaman için kazanç olmuyor orada. O nedenle insanlar çok sıkıntı çekiyor- Bağımlılık demek sabahtan akşama kadar bir şeyi kullanmak demek değil zaman zaman maddenin bırakılıp ama zaman zaman tekrar başlanmış olması gerekiyor. 55 dosya / madde bağımlılığı lar. Borçları oluyor, aileyle ilgili sıkıntılar başlıyor, yaşam zorlaşıyor, işleriyle ilgili sıkıntılar başlıyor, saygınlıkları gidiyor ama buna rağmen tekrar tekrar yine kumar oynamaya başlıyorlar. Okan (Alkol Bağımlısı) Üniversite hayatımda alkolü artık gün aşırı almaya başlamıştım. İki akşamda bir, üç akşamda bir almaya başlamıştım ve artık tadı çok hoşuma gitmeye başlamıştı. 10 yıl gibi bir sürede alkol benim artık amacım olmaya başlamıştı. Yani alkolsüz bir hayatı düşünmüyordum. Hatta benim eşimden, çocuğumdan, ailemden önce geliyordu alkol. Yani yaşamamın amacı sadece içmekti. İçmek için yaşıyordum. Elvan (Bağımlı Yakını) Sadece nasıl ve ne kadar çok içebilirimi düşünüyor, ailesi hiç gözünde değil. O sadece ve sadece alkolü düşünüyor. Yoksunluğa girmemek için ne yapabilirim? Hatta ayrılık dönemimizde eşime sormuşlar “kızın mı? alkol mü?” diye, o 56 Yitip giden gençlik, büyüdükleri fark edilmeyen çocuklar, artık zevk vermeyen uğraşlar, yerini acıyarak bakan gözlere bırakan itibar. Bir bağımlı için kara deliğe dönüşür hayat. Karşısına ne çıkarsa sürükleyen ve hep daha fazlasını isteyen bir kara delik. alkol demiş. Hani sevmediğinden değil ama o an onun için ihtiyaç alkol. O an başka aklında hiçbir şey yok ne eş, ne çocuklar, ne iş, ne anne-baba hiçbir şey, sadece alkol. Bebeğim küçüktü, kızım küçüktü. Şu an 12 yaşında. Astım hastasıydı. Eşim onunla hiç ilgilenmiyordu çünkü yoktu. Yani vardı da yoktu. Kızım astım krizleri geçirirken ben hastane hastane dolaşıyordum o farkında değildi hiçbir şeyin. Anlatıyordum anlamıyordu, bağırıyordum olmuyordu, ağlıyordum olmuyordu. İçime atıyordum bu sefer. Psikolojik tedavi görmeye başladım. Dönem dönem her yolu denedim, susmayı, ağlamayı, bağırmayı, daha sonra da sesimi çok çok yükseltmeyi. En sonunda da artık bir şeyi kurtaramazsınız ya, umudunuz biter ya o hallere geldiğim zaman da işte kaçıp gitmeyi, ayrılmayı düşünüyordum. Ayrılık derken 5-6 ay kaçıp gidiyorum ama eşim kapıdan çıktığımız anda zaten pişmandı, bizim gitmemizi istemiyordu normalde ama tercih et dediğin zaman çocuğun-eşin mi? Hayır, içki diyebiliyordu. Sadece benim eşim değil bütün hepsi. Bu ağır hastalığın prangası hep daha çok kazanmak, daha mutlu olmak, daha çok zevk almak. Zincirlerden kurtulmak için çareyi kumar masası, alkol şişesi ya da uyuşturucuda aramak. Hep daha fazlası için hayatın kenarlarında gezinerek harcanan ömürler. Arafta toplananlar onlar. Hep bu son içkim, bu son oyunum, bu son elime alışım tesellileri zamanı hızlı akıtan. Bu arada kaybedilenler listesi her geçen gün uzar. Yitip giden gençlik, büyüdükleri fark edilmeyen çocuklar, artık zevk vermeyen uğraşlar, yerini acıyarak bakan gözlere bırakan itibar. Bir bağımlı için kara deliğe dönüşür hayat. Karşısına ne çıkarsa sürükleyen ve hep daha fazlasını isteyen bir kara delik. Dr. Eylem Doğan Zaten maddenin özelliklerinden biri de budur. Hastayı genellikle sosyal çevresinden, sosyal yaşamından uzaklaştırır, yalnızlaştırır. Sadece madde kullanmaktan zevk alır hale gelir. Dolayısıyla hayatta daha önce yaptığı ne varsa onları yavaş yavaş terk eder. Sosyal aktivitelerini, aile ilişkilerini, arkadaşlık ilişkilerini. Sadece madde kullanan hastalarla ilişkilerini devam ettirir, onlarla ilişkisi de zaten birlikte madde kullanmaktan ibarettir. pozisyonuna düştü kadıncağız. Neden? Çünkü işyerine telefon açardı “Hakan biraz geç gelecek”le başlayan yalanlar… Komşulara “Hakan bugün içmedi” demeyle başlayan yalanlar… Benim annemle babamla ilgili olarak, benim suçlarımı örtbas etmeyle ilgili olarak söylenen ufak tefek yalanlar neticesinde bir bakmışsınız ki o da bir şekilde hastalanmış. Aynur (Bağımlı Yakını) Bu bir aile hastalığı, ailece hastaydık artık. Alkolik yakını olmak toplumdan uzaklaşmak demek. Çünkü dostlarımızdan vazgeçiyoruz, arkadaşlarımızdan vazgeçiyoruz. Onların yanında sorun yaşamak istemiyoruz ve kendimizi bir şekilde izole ediyoruz. Kendi kendimizi dışlıyoruz. Bu da kendi içimizde yaşadığımız rahatsızlığı, hastalığı çoğaltıyor, çözümsüz oluyoruz, özgüven duygularımızı yitiriyoruz ve bir karmaşaya kapılıyoruz. Ece (Bağımlı Yakını) Zor, yani çok zor. Bir evlat olarak, bir kız evlat olarak daha zor. Çünkü bunu hep söylerim babalar kız çocuklarının en büyük kahramanlarıdır. Onlar için çok ulaşılmaz, erişilmez, mükemmel insanlardır ve onların hata yapması kız çocukları için çok zor. Karşınızda biri eriyor ve bu kişi sizin babanız ve hiçbir şekilde ona destek olamıyorsunuz. Alkolizm böyle bir şey. Kişi kendi kafasında bitirmediği sürece çevresindekiler hiç bir şekilde yardım edemiyorlar maalesef. Biz ne kadar çabalasak da yani bırakabilir, kendi elinde olan bir şey diyorduk hastalığı bilmeden önce. Bırakması uğrunda ne yapabiliriz acaba diye uğraşıyorduk ama daha sonrasında öğrendiğimize göre kendi kafasında bitirmediği sürece biz hiçbir şey yapamıyormuşuz. Giderek yalnızlaştıran, hissizleştiren, insanı kendi içinde dahi bir köşeye iten, kendi cumhuriyetini, arafın topraklarında kuran bağımlılık sadece insanın kendi iradesiyle derdest edeceği ve genel kanının aksine kesinlikle durdurulabilir bir hastalıktır. Doç. Dr. Nesrin Dilbaz Madde kullanıcılarının ya da alkol kullanıcılarının daha önce kullanmış olanları bir araya getirip kendi kendine yardım grupları oluşturuluyor dünyanın her yerinde. Bizim ülkemizde de AA dediğimiz adsız alkolikler, isimleri yok ama alkol bağımlısı olup tedavi olup alkolü bırakanların bir araya gelip diğer insanlara da yardımcı olmak üzere kurdukları bir grup. Oğuz (Alkol Bağımlısı) Ben her şeydim, kimse yoktu. Ben annemi de tanımadım, babamı da tanımadım, tanımazdım. Eşimi de tanımazdım, çocuğumu da tanımazdım. Yüz kere söz verdim içmeyeceğim diye 101 kere geri bozdum. Ben böyle bir insandım gerçekten. Yalan bin bir türlü vardı. En alçaktan takla atıyordum içki içebilmek için. Hakan (Alkol Bağımlısı) Ben evlendiğimde eşim 20 yaşındaydı. Çok enteresan bir hadisedir bu, eşim hiç yalan söylemeyi bilmezdi. Fakat benimle evlendikten sonra tamamen bir yalancı 57 dosya / madde bağımlılığı Mehmet (Alkol Bağımlısı) Dr. Akif Usta Hakan (Alkol Bağımlısı) Ankara da bulunan o AA grubuna gitmeye başladım. Her gün bir saat toplantı oluyordu orada. İlk günlerde çok büyük sıkıntılarını çektim. Fakat o AA toplantılarına gitmek benim günde bir saat sanki biten akümü şarj ediyordu ve tekrar yaşamıma devam ediyordum. Tabi alkolizm hakkında hastaneden bir çok bilgi aldım. Dediler ki sen alkoliksin, bu bir hastalıktır, senin bundan sonra içki alma şansın yok, elin kadehe gitmeyecek. Nasıl bir alerji hastalığı ya da şeker hastalığı varsa aynen onun gibi.Tekrar kadehe, içkiye dönersen 3-5 gün içinde hastaneye yattığın duruma geri dönersin dediler. Şimdi bağımlılar ayrı bir grup gibi değerlendiriliyor toplumda. Aslında toplum şu konuda bilinçlense; işte bağımlılık bir hastalıktır, hani bir diyabet, bir hiper tansiyon gibi bir hastalık gerçekten. Hasta sonuçta bir şekilde bulaşıyor alkole veya maddeye. Sıkıntısını gidermek amaçlı olsun, zevk amaçlı olsun bir şekilde bulaşıyor ama sonuçta bağımlılığa yatkın olduğu için maddeye veya alkole bağımlı oluyor ve hastada hayatının sonuna kadar bu devam ediyor. Yani toplumda bu noktada bilinçlense belki de ilginç bir toplum sınıfı olarak görülmez bağımlılar. Yani bir kanser hastası karşınıza geldiğinde vah vah, tüh tüh diyebiliyorsunuz ama alkol bağımlısıysa insan olur mu canım içmesin, iradesi yok mu deniyor. Halbuki bizim hastalığımızda irade kelimesinin hiçbir yeri yok. Bizler iradesiz insanlar falan değiliz. Eğer ben kendi adıma söylemem gerekirse ben iradesiz bir insan olsaydım iş yapamazdım, okul okuyamazdım, askerliğimi tamamlayamazdım. Bunlar hep iradeyle ilgili olan şeyler. Benim hastalığım istek hastalığı. İstek hastalığı olduğu için de bu işte iradeye hiç yer yok ve maalesef. Tedavisi olmadığı için de sadece durdurabiliyorum. Not: Bu yazı Araftakiler Belgesel serisinin Bağımlılık ve Hayat Bölümünden doğdu. Fotoğraflar temsili kullanılmıştır. 58 MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELEDE AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Sorumluluk Alanları Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır) İçişleri Bakanlığı - Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde faaliyetlerine devam eden Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı Daire Başkanlığı bünyesinde kurulan TUBİM (Türkiye Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi) Anayasa’nın 58. Maddesi’ne, 9. Kalkınma Planına ve 2013 Yılı Programına dayanarak, tüm ilgili kuruluşlarla işbirliği içinde “Ulusal Uyuşturucu Politika ve Strateji Belgesini (2013-2018)”; bu belgeye dayanarak da “Ulusal Uyuşturucu Eylem Planı’nı (2013-2015)” hazırlamıştır. Ulusal Uyuşturucu Eylem Planı (2013-2015) daha uzun vadeli bir plan olma özelliği taşıyan Ulusal Uyuşturucu Politika ve Strateji Belgesinin (2013-2018) uygulanmasına yönelik faaliyetleri içermektedir. Söz konusu belgelerde “Arz Azaltımı”, “Talep Azaltımı”, “Uluslararası İşbirliği”, “Bilgi Toplama-Araştırma-Değerlendirme” ve “Koordinasyon” şeklinde 5 temel başlık altında 5 temel amaç belirlenmiştir. TUBİM tarafından hazırlanmış olan bu belgelerde yer alan ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığını ilgilendiren amaç, hedefler ve faaliyetler Talep Azaltımı başlığı altında yer almaktadır. Söz konusu amaç ve bu amacın hedefleri ve faaliyetleri şu şekildedir: Faaliyet 8.5: Birinci basamakta görevli olan tüm hekimlere uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı, önleme, tanıma ve tedavi konularında eğitimler verilmesi (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü ve Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır) Talep Azaltımında amaç “Uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı ile mücadele kapsamında, risk ihtiyaç-uygunluk analizini doğru yaparak, toplumun her kesimine uygun bilgilendirme, eğitim ve rehberlik hizmetlerinin verilmesini ve farkındalığın arttırılmasını; uyuşturucu bağımlılığının tedavi ve rehabilitasyon sürecinin etkin olarak uygulanmasını ve geliştirilmesini; bu suretle uyuşturucu kullanımı, bağımlılığı ve uyuşturucu ile ilgili sağlık ve sosyal risklerde ölçülebilir bir azalmayı sağlamak” şeklinde belirlenmiştir. Bu amaca bağlı hedefler ve ilgili faaliyetler aşağıdaki şekildedir: Faaliyet 8.7: 7/24 esasına göre çalışacak ve uzmanların hizmet vereceği ücretsiz bir bilgi/danışma hattının kurulması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır) Hedef 9: Genel ve genç nüfusta uyuşturucu kullanım yaygınlığı araştırmaları yapmak Faaliyet 9.1: Genel ve genç nüfusta uyuşturucu kullanım yaygınlığı ve uyuşturucu bağımlılarının sosyal ihtiyaçlarını tespit etmeye yönelik araştırmalar yapılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır. Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından “Türkiye’de 14-19 Yaş Eğitime Devam Eden Öğrencilerde Bağımlılık Araştırması Çalışmaları” 2013 yılında başlatılmış olup, 2015 yılında alan araştırmasının yapılması planlanmaktadır.) Hedef 8: Uyuşturucu kullanımını önleyici faaliyetleri, toplumun farklı kesimlerini içerecek şekilde yaygınlaştırmak, bu faaliyetlerin içerik ve uygulanmasında etkinlik ve verimliliği arttırmak. Hedef 10: Ebeveynlerin bilgilerinin arttırılması amacıyla, aile eğitimi ve rehberliği uygulamalarını ülke genelinde yaygınlaştırmak Faaliyet 8.3: Uyuşturucu maddelerin zararları ve korunma yöntemleri ile ilgili olarak okullarda rehber öğretmenler tarafından uygulanmak üzere rehberlik programının hazırlanması (Aile ve Sosyal Faaliyet 10.3: Aile Eğitim Programı’na, uyuşturucu bağımlılığıyla ilgili ergen, yetişkin ve aile profillerinden oluşan yeni bir eğitim modülünün eklenmesi (Aile ve 59 dosya / madde bağımlılığı Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır. Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından “Madde Kullanımın Riski ve Madde Bağımlılığından Korunma” adlı eğitim kitabı hazırlanarak Aile Eğitimi Programına dâhil edilmiştir.) Hedef 13: Sokakta yaşayan ve/ veya çalıştırılan çocuklara yönelik alınacak tedbirleri arttırmak Faaliyet 13.1: Sokakta yaşayan ve/veya çalıştırılan çocuklara güvenli ve destekleyici bir ortam sağlanması, bu çocukların sağlık ve sosyal hizmetlerden yararlanma imkânlarının, yaşam kalitelerinin ve mesleki becerilerinin arttırılması ve kendilerine eğitim ve danışmanlık hizmetleri verilmesine yönelik çalışmalar yapılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü sorumlu kurumdur) Faaliyet 13.2: “Koruma Bakım ve Rehabilitasyon”, “Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon” ve “Çocuk ve Gençlik” Merkezlerinin sayılarının arttırılarak ülke çapında yaygınlaştırılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Hedef 17: Ülkemizdeki uyuşturucu bağımlılığı tedavisinin daha etkin bir hale getirilmesi ve uygulamada karşılaşılan bazı sorunların giderilmesi için, gerekli mevzuat değişikliklerini ve idari düzenlemeleri yapmak Faaliyet 17.5: 18 yaş altı uyuşturucu bağımlısı çocukların tedavilerinin zorunlu hale getirilmesi, 18 yaş üstü bağımlıların ise tedavi aşamalarının ne kadarının zorunlu olması gerektiği konularının bilim insanları ve ilgili uzmanlar arasında tartışılacağı çalışma toplantıları düzenlenmesi, bu toplantılarda alınacak kararlara göre gerekli çalışmaların yapılması(Aile ve 60 Sosyal Politikalar Bakanlığından Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Hedef 19: Rehabilitasyon ve sosyal bütünleşme programları oluşturmak ve uygulamak Faaliyet 19.1: Uyuşturucu madde bağımlılarının tıbbi tedavisi sonrasında rehabilitasyonu ve topluma yeniden kazandırılması amacıyla, rehabilitasyon hizmetlerinin/programlarının uygulanması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Faaliyet 19.2: Uyuşturucu bağımlılarının, tedavi sonrası topluma kazandırılması amacı ile İŞKUR tarafından Aktif İşgücü Hizmetlerinden yararlandırılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Hedef 20: Uyuşturucu madde kullanma nedeniyle denetimli serbestlik altına alınan yükümlülere yönelik, topluma yeniden kazandırma hizmetleri geliştirmek Faaliyet 20.1: Denetimli serbestlik altında bulunan uyuşturucu bağımlısı yükümlülere yönelik müdahale programlarının oluşturulması ve uygulanması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Faaliyet 20.2: Yükümlülerin boş zamanlarının yapılandırılmasına ve bağımlılıklarını azaltıcı faaliyetlerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Hedef 21: Uyuşturucu kullanma nedeniyle denetimli serbestlik altına alınan yükümlülerle çalışan personele gerekli eğitimleri vermek Faaliyet 21.1: Denetimli serbestlik personeline yönelik; eğitici kitaplarının oluşturulması, mesleki bilgi ve becerilerini arttırmaya yönelik eğitimlerin ve eğitici eğitimlerinin verilmesi (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Hedef 22: Ceza infaz kurumlarında “risk-ihtiyaç-uygunluk” modeli kapsamında uyuşturucu bağımlısı hükümlülere yönelik programlar geliştirmek ve yaygınlaştırmak Faaliyet 22.1: Ceza infaz kurumlarında yürütülen psiko-sosyal faaliyetler kapsamında uyuşturucu bağımlısı hükümlülerin ihtiyaçlarına uygun ve alternatif psiko-sosyal yardım programlarının geliştirilerek pilot uygulamalar yapılmasının sağlanması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır.) Faaliyet 22.3: Uyuşturucu bağımlısı hükümlülere yönelik grup çalışmasını içeren Sigara Alkol ve Madde Bağımlılığı (SAMBA) Müdahale Programının yaygınlaştırılması (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü icracı kurumlar arasındadır) Her ne kadar uyuşturucuyla mücadele konusunda kapsamlı bir strateji belgesi ve eylem planı ortaya konulmuş olsa da ülkemizde özellikle gençlerin arasında “bonzai” diye tabir edilen sentetik uyuşturucuların yaygınlaşması, kullanım yaşının düşmesi ve bu uyuşturucularla mücadelenin daha zor özellikler göstermesi üzerine uyuşturucuyla mücadele konusunda Bakanlar Kurulu nezdinde ve acil önlemler alınması zorunlu duruma gelmiştir. MADDE BAĞIMLILIĞINDA GÜNCEL VE ÖNEMLİ SORUN: SENTETİK UYUŞTURUCULAR Sentetik Kannabinoid (Bonzai) Sokak dilinde bonzai olarak bilinen ve bitkisel görünüm kazandırmak amacıyla çeşitli bitki kırıntılarına emdirilen diğer adı JWH-18 grubu sentetik kannabinoidler, esrar gibi yeşil renkli kırıntılardan oluşmaktadır. Sıvı halinde üretilen bu sentetik madde kurutulmuş bazı bitkilerin üzerine sprey şeklinde sıkıldıktan sonra pazarlanmakta ve yakılarak dumanı inhalasyon yoluyla kullanılmaktadır. Ecstacy, Captagon ve Metamfetamin gibi “sentetik uyuşturucular” arasında yer alan Bonzai (bir çeşit sentetik kannabinoid) 2011 yılında 2313 sayılı Uyuşturucu Maddelerin Murakabesi Hakkındaki Kanun kapsamına alınmıştır (TUBİM-Türkiye Uyuşturucu Raporu 2012; 2013). Türkiye’de “Bonzai” ya da “Jamaika” olarak adlandırılan sentetik kannabinoid içeren maddeler genel olarak, Avrupa’da “Spice”, ABD’de “K2” olarak adlandırılmaktadır. Moda uyuşturucular olarak bilinen bonzai gibi sentetik maddelerin üretilmesi, genelde var olan etken maddenin özel muameleler ve kimyasal yöntemlerle moleküler anlamda değişiklik yapılması neticesinde birtakım ara maddelerin de katılmasıyla yapılmaktadır. Bonzai gibi sentetik kannabinoidlerin popüler olmalarının nedenleri, marihuana benzeri etkilerinin olduğunun bilinmesi, kolay ulaşılabilmeleri ve rutin toksikolojik tarama yöntemleriyle kullanımının gösterilememesidir. Sentetik kannabinoid (bonzai vb.) içicilerinde ileri derecede paranoya, halüsinasyon, ajitasyon, gerginlik, yüksek kan basıncı ve ölüm deneyimleri gözlemlenmiştir. Bonzainin veya diğer adlarıyla The Dream (rüya) ve Bombay Blue (Bombay Mavisi) maddesini temin etme yöntemlerinden biri de yerli ve yabancı internet siteleridir. Çünkü bonzai internet sitelerinde tütsü tozu veya gübre olarak geçebilmektedir ve internet siteleri de bitkisel ürün gibi pazarlanmaktadır. Bonzai gibi sentetik kannabionidlerin internette ve “head shop” denilen dükkanlarda satılmaya başlanması ve bitkisel tütsü olarak sunulması ile birlikte, bu bitkisel karışımların içilmesiyle ortaya çıkan “kafa yapıcı” etki internette, özellikle de madde forumlarında tartışılmaya başlanmış, bu durum da bu maddenin popülerliğine büyük bir ivme kazandırmıştır. Türkiye’de uyuşturucu madde kapsamına dahil olan bonzai ilk olarak 2010 yılında yakalanmıştır. Bonzai, ülkemize çoğunlukla Avrupa, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Çin’den getirilmektedir. Bonzai ülkemizde son birkaç yıldır bulunmasına rağmen kullanımı hızla yaygınlaşmıştır. Literatürde yeni nesil uyuşturucular içerisinde yerini alan JHW kodları ile anılan ve bonzaiyi de içeren maddelerin ilk olarak 2008-2009 yıllarında Avrupa’da suiistimal edilmeye başlandığı tahmin edilmektedir. Literatüre göre steroid olmayan analjezik ilaç geliştirme amacıyla sentezlenen bu maddelerin, bu etkilerinin yanı sıra ve hatta daha fazla olarak halüsinojen etkiye sahip oldukları görülmüştür (Adli Tıp Kurumu-Yeni Nesil Psiko-Aktif Maddeler Sempozyumu, 2013). Bonzai’nin kullanımı ilk kez Almanya ve İspanya, daha sonra da Rusya ile Avustralya gibi ülkelerde saptanmıştır. Ortaya çıkması polis operasyonları ve bağımlılık tedavisi almak isteyen kişilerin beyanlarıyla gerçekleşmiştir. 2003 yılında Almanya’da, paketlerin üzerindeki etiketin içerik kısmında yer alan maddelerin dışında birçok kimyasal madde ihtiva ettiği saptanmıştır. JHW-018 (bonzai) ve HU-210 maddeleri 2008 yılında saptanan maddedelerdir ve 22 Ocak 2009’da bu maddeler Almanya’da yasaklanmıştır. Türkiye’de ise 2012 yılında 3.401 sentetik kannabinoid (bonzai vb.) olayı gerçekleşmiştir ve bu olaylarda 4.784 şüpheli yakalanmıştır. 2012 yılındaki olay sayısı 2011 yılına göre 19 kat artmıştır; şüpheli sayısında ise yaklaşık 57 kat artış gerçekleşmiştir. Hem olay sayısı hem de şüpheli sayısındaki bu artış bu maddenin ülkemizde yaygınlaştığını göstermektedir (TUBİM-Türkiye Uyuşturucu Raporu 2013). Moda uyuşturucular olarak bilinen bonzai gibi sentetik maddelerin üretilmesi, genelde var olan etken maddenin özel muameleler ve kimyasal yöntemlerle moleküler anlamda değişiklik yapılması neticesinde birtakım ara maddelerin katılmasıyla yapılmaktadır. Sentetik Kannabinoidlerle (bonzai vb.) Mücadelede Karşı Karşıya Kalınan Temel Sorunlar Sentetik kannaboidler denilen sentetik uyuşturucu türü son yıllarda ülkemizde de kolay temin edilebilirliği, yaygınlaşması ve insan metabolizmasına büyük zararlar vermesi nedeniyle oldukça önemli bir sorun haline gelmiş ve acil önlemler alınması zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu uyuşturucu türüyle mücadeleye dair önemli sorunlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir: • Sentetik kannbinoiderin sorun teşkil eden en önemli özelliği sürekli değişen bileşimleridir: uyuşturucu tacirleri bir maddenin yasa kapsamına alınmasını takiben aynı gruptan ve benzeri etki gösteren ve henüz yasa kapsamında olmayan başka maddeleri pazara sürmektedirler. Yani, yasal kısıtlamaların bir adım ötesinde olmak için maddelerde kimyasal değişiklikler yapılmaya devam etmektedir. • Pazarlaması internet ve kargodan kolaylıkla yapılabilmektedir. • Satışı yapılırken üzerlerinde “İnsanların tüketimi için değildir”, “tütsü” veya “sadece aromaterapi kullanımı için” gibi aldatıcı etiketlemeler vardır. • Yasa kapsamına alınabilmesi için Bakanlar Kurulu kararı gerekmektedir. 61 dosya / madde bağımlılığı • Ülkemiz uyuşturucu pazarında sentetik kannabinoid (bonzai vb.) etkili bir çok yeni madde için izlenen süreç maalesef aylar hatta yıllar almaktadır. • Laboratuvar tetkiklerde saptansa dahi yasa dışı bir durum olarak kabul edilememektedir. I. UYUŞTURUCU İLE MÜCADELE ŞURASI (28-29 KASIM 2014) Sentetik uyuşturucuların giderek yaygınlaşması ve madde bağımlılığı yaşının Türkiye’de gittikçe düşmesi Bakanlar Kurulunu bu konuda acil önlemler almaya itmiştir. Acilen alınacak önlemler üzerine hızlı bir planlama yapmak üzere başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere ilgili Bakanlıkların koordinasyonunda I. Uyuşturucu ile Mücadele Şurası 28-29 Kasım 2014 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Şura Ankara ATO Congressium’da, Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun katılımı ile başlamıştır. Şuranın ilk gününe Uyuşturucu ile Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı Başbakan Yardımcımız Sayın Bülent Arınç; Sağlık, Aile, Çalışma Ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Sn. Necdet Ünüvar ve Uyuşturucuyla Mücadele Acil Eylem Planı çalışmalarında görev alan Bakanlıkları temsilen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımız Sayın Ayşenur İslam, Sağlık Bakanı Sayın Mehmet Müezzinoğlu, İçişleri Bakanı Sayın Efkan Ala, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Faruk Çelik, Gümrük ve Ticaret Bakanı Sayın Nurettin Canikli, Gençlik ve Spor Bakanı Sayın Akif Çağatay Kılıç katılmıştır. İki gün süren Şurada 15 ayrı oturum başlığı yer almıştır ve söz konusu oturumlara Türkiye’nin farklı illerinde faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşlarından, sivil toplum kuruluşlarından, üniversitelerden ve yerel yönetimlerden yaklaşık olarak 600’ü aşkın temsilci katılım sağlamıştır. Söz konusu 15 oturumun başlıkları ve bu oturumlarda tartışılmış olan konular aşağıdaki şekildedir: 62 I. Uyuşturucuyla Mücadele Şurasında uzmanların ve kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcilerinin fikirleri doğrultusunda alınacak çok sayıda önlemler ve c. Gümrük Kapıları dışındaki sınırlarda güvenlik boyutu - Gümrük kapısı dışındaki sınırlarımız ve uyuşturucu kaçakçılığı - Yasadışı uyuşturucu ticareti çerçevesinde ülkemizin risk haritası, uyuşturucu güzergahları ve alınacak önlemler - Sınır aşan suçlarda ulusal ve uluslararası işbirliği mekanizmaları (veri ve istihbarat paylaşımı dahil) yürütülecek politika Oturum 3: Taleple Mücadelede, Topluma ve Bireye Yönelik Eğitim seçenekleri ortaya a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması konulmuştur. Oturum 1: Arz ile Mücadelede Genel Güvenlik a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Uyuşturucu suçlarında soruşturma boyutu c. Narkotim pilot uygulaması d. Narkoterör uygulaması e. Sokak satıcıları ile mücadele f. Yasa dışı kenevir ekimi ile mücadele g. İstihbarat ve veri paylaşımı konusunda işbirliğinin geliştirilmesi Oturum 2: Arz ile Mücadelede Sınır Güvenliği a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Gümrük kapılarında güvenlik boyutu - Sınır güvenliğinde modern teknolojinin kullanımı, güvenlik sistemleri - Sınır kapılarında önleyici tedbirler, teknoloji dışında sınır güvenliğinin temel unsurları (insan kaynakları, eğitim işbirliği, fiziksel alt yapı vb.) - Sınır kapılarımızda tüm kurumlarca yapılan kontroller ve işlem süreçleri - Ülkemizin hava, kara ve deniz sınırları bazında bölgesel kaçakçılık değerlendirmeleri b. Eğitim verilecek hedef kitleler (Öğrenciler, aileler, öğretmenler, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığından ilgili birimler, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, Gençlik Merkezleri, Gençlik Kampları, Narkotim Paydaşları, Belediyeler, STK’lar), eğitim materyalleri, eğitim yöntemleri, eğitimi verecek kurumların belirlenmesi ve eğitim sonuçlarının amaca katkısının ölçülmesi yöntem ve önerileri c. Eğiticilerin kriterlerinin belirlenmesi, yetkinliklerine göre seçilmesi, gerekiyor ise eğitici eğitimi verilmesi ve eğitim sürecinin izleme değerlendirmesinin yapılması üzerine yapılacak tartışmalar d. Uyuşturucu ile mücadelede görev alacak meslek gruplarının (Örneğin; psikolog, psikiyatri uzmanı, sosyal çalışmacı, PDR danışmanı, İŞKUR iş ve meslek danışmanları, pratisyen hekim, denetimli serbestlik görevlileri, narkotimler vb.) alması gereken eğitimler ve standartlarının tartışılması Oturum 4: Taleple Mücadelede Tedavi a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Tedavi basamaklarının ve algoritmalarının belirlenmesi (Birinci, ikinci, üçüncü basamak kamu ve özel tanı-tedavi merkezleri) c. Uyuşturucu bağımlılığı tanı ve tedavisinde kullanılan yöntemler (ilaçla tedavi, psiko-sosyal destek tedavileri, inanç temelli tedavi modelleri, vs.) Oturum 7: Uyuşturucu ile Mücadele İletişimi Oturum 8: Koordinasyon, İzleme ve Değerlendirme d. AMATEM/ÇEMATEM birimleri ile kadına yönelik; tıbbi rehabilitasyonun mevcut yapısını da içerecek şekilde organizasyon önerilerinin tartışılması a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Yaş gruplarına yönelik verilecek eğitimlerin ve bunlarla kurulacak iletişim yöntem, içerik ve stratejilerinin tartışılması b. Merkezi ve Yerel düzeyde yürütülecek uyuşturucu ile mücadele çalışmalarının koordinasyonunu sağlayacak yapı ve algoritmalar e. Madde Bağımlılığı Danışmanlığı Meslek Standardı (Eğitim, meslek grubu vs.) f. Rehabilitasyon süreci ile bağlantısının tartışılması g. Tanı ve doğrulama laboratuvarları h. Geri ödeme modellerinin tartışılması (ÇSGB çıkarılmasını öneriyor.) i. Tedavi hizmetlerinde sporun rolü Oturum 5: Taleple Mücadelede Sosyal Rehabilitasyon a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Kamu ve özelde, Yerel Yönetimler ve STK’larda sosyal rehabilitasyon mekanizması ve algoritmalarının belirlenmesi (Uzun süreli yataklı rehabilitasyon programları, yarı yol evleri, iş ve meslek danışmanlığı, mesleki eğitim, iş başı eğitimi, girişimcilik eğitimleri, işe yerleştirme, manevi destek hizmetleri vb.) c. Medyanın Rolünün tartışılması d. Kriz Yönetiminin tartışılması e. İdari-Hukuki Düzenlemelerin Medya Mecralarında Görünürlük Sağlanmasına yönelik faaliyetlerin tartışılması f. Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Medya Kampanyası Tasarımı: Geleneksel ve Yeni Medya Öğeleri(Yöntem, konu, dönemlerinin belirlenmesi) g. Topluma rol model olmuş kişilerin farkındalık oluşturmadaki görev ve sorumlulukları (Siyasetçiler, sporcular, sanatçılar, iş adamları, toplumu yönlendirebilecek meslek grubu mensupları gibi) c. İzleme ve değerlendirmeden sorumlu yapının belirlenerek çalışma usul ve esaslarının oluşturulması d. Uyuşturucu ile mücadele eylem planı izleme göstergelerinin belirlenmesi e. Mevcut durumu tespit etmeye yönelik araştırmaları (Gençlere, erişkinlere, özellikli meslek gruplarına vs.) yapacak mekanizmaların ve işbirliklerinin belirlenerek, standardize edilmiş saha araştırmalarının yapılma periyotlarının belirlenmesi c. Rehabilitasyon sürecinde ve sonrasında kişilerin topluma kazandırılması ve takibi d. Tedavi süreci ile bağlantısının tartışılması e. Tedavi programına dahil olmuş bağımlı kişilerin ailelerine yönelik eğitim programları f. Rehabilitasyonda sporun rolü Oturum 6: Uyuşturucuya Karşı Gençlik ve Spor, Politika ve Uygulamaları a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Uyuşturucu ile mücadelede gençlik ve spor politikaları c. Uyuşturucu ile mücadelede gençlik ve spor faaliyetleri d. Gençlik ve spor alanında uyuşturucu ile mücadele uygulama modelleri 63 dosya / madde bağımlılığı Oturum 9: Uyuşturucu Karar Destek Sistemi a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Arz ve Taleple Mücadele Boyutu dikkate alınarak, Uyuşturucu Karar Destek’e dâhil olacak kurumlar, erişim yetkileri ve veri güvenliği, bu kapsamda toplanacak verilerin belirlenmesi c. Kişisel verilerin korunma sınırlarının ve yöntemlerin tartışılması d. TÜİK’in rolünün belirlenmesi b. Bilimsel danışma kurullarının görev, yetki, çalışma konuları ve sorumluluklarının tartışılması Oturum 13: Uyuşturucu İle Mücadelenin Finansal Boyutu a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Uyuşturucudan elde edilen Gelirlerinin Aklanması c. Uyuşturucudan Elde Edilen Gelir Boyutu - Aklama Fiilini İşleyen Suçlu Profili Oturum 10: Uyuşturucu Erken Uyarı Sistemi a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Erken uyarı dünya örneklerinin tartışılması c. Yeni nesil psiko-aktif maddelerin tespitine yönelik jenerik sınıflandırma yönteminin tartışılması d. Mevcut Erken Uyarı Sisteminin geliştirilmesine yönelik önerilerin ve yeni dahil edilecek kurumların tartışılması - Ulusal ve Uluslararası Boyut - Elde edilen gelirin müsaderesi, Uyuşturucudan elde edilen gelirlerin aklanması ile mücadeleye ilişkin yasal altyapı ve ihtiyaçlar d. Uyuşturucu ile Mücadelede İhtiyaç Duyulan Finansal Kaynaklar, Uyuşturucu İle Mücadele Kullanılacak Kaynakların Geliştirilmesi ve bu kapsamda müsadereden elde edilen gelirin kullanımının tartışılması e. Okullarda ve çalışma hayatında madde kullanıcısı ve risk altındaki kişilerin erken tanısı ve yapılacak müdahalelerin tartışılması e. Arz ve Taleple Mücadele Eden Paydaşların Ödüllendirilmesi Mekanizması Oturum 11: Uyuşturucu İle Mücadele Danışma ve Destek Hattı b. Denetimli Serbestlik Mevzuatının gözden geçirilmesi a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması c. Denetimli Serbestlik Uygulamasında Mevcut Durumun Tartışılması b. Dünya örneklerinin tartışılması (ABD, İngiltere vs.) d. Denetimli serbestlik yurdışı uygulamalarının tartışılması c. Uyuşturucu İle Mücadele Danışma ve Destek Hattının; işleyişi, fonksiyonları ve yapılanması hakkında yapılacak tartışmalar d. Zaman kalması durumunda çalıştay ekibince önerilen konular Oturum 12: Bilimsel Danışma Kurullarının Oluşturulması a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması 64 Oturum 14: Denetimli Serbestlik a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması e. Denetimli Serbestlik Uygulamasının Geliştirilmesi f. Kullanıcı ve satıcılara yönelik yeni soruşturma, yargılama ve cezalandırma (açık cezaevi, doğrudan tedavi, yüksek güvenlikli tedavi merkezleri, vb.) modellerinin tartışılması g. Rehabilitasyon sonrası diğer kurumların desteğinin sağlanması h. Tedavi aşamasına ilişkin uygulamaların tartışılması i. Zorunlu tedavi müessesesinin tartışılması Oturum 15: Uyuşturucu İle Mücadelede Yerel Yönetimler ve STK’ların Rolü Çalıştayı a. Acil Eylem Planında (AEP) yer alan önerilerin tartışılması b. Yerel yönetimlerin bağımlılıkla mücadelede üstelenecekleri rollerin tartışılması c. STK’ların bağımlılıkla mücadelede üstlenecekleri rollerin tartışılması d. Vatandaşların üstleneceği rollerin tartışılması Yukarıdaki oturum konuları çerçevesinde gerçekleştirilen I. Uyuşturucuyla Mücadele Şurasında uzmanların ve kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcilerinin fikirleri doğrultusunda alınacak çok sayıda önlem ve yürütülecek politika seçeneği ortaya konulmuştur. Bu fikirler doğrultusunda kurumlar tarafından yürütülecek faaliyetler ve sorumluluk alanları belirlenmektedir. ÇOCUK DİLENCİLİĞİ VE AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ İHLAL Serpil PENEZ ŞAHİN Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Hukuk Müşaviri Unutulmamalıdır ki özellikle dilencilik gibi kolay yoldan para kazanmayı seçen çocuklara para vermek ya da onların sattığı çeşitli ürünleri satın almak onlara yarar değil aksine büyük zarar vermektedir. Çağımızda her şey değişime uğruyor, gelişimin getirdiği avantajlardan yararlanırken ne yazık ki bir takım zorlukları da beraberinde yaşıyoruz. Ruh ve beden sağlığımızı etkileyen stres ve insan ilişkilerinin bozulması baş edilmesi gereken en önemli zorluklardandır. İnsanın yaşadıklarının farkında olması, bir çıkışın olduğunu, yalnız olmadıklarını bilmesi ve hayatı bütün sıkıntılarına rağmen güzelleştirebileceklerini, daha huzurlu ve kaygıdan uzak bir yaşam, hayatın en önemli gayelerinden biri olduğu görülmektedir. Bakanlığımız tam bu noktada aldığı sorumluluğun bilincinde olarak hayata ve zorluklara kolaylık katmaya, bu konuda eksik olan yasal düzenlemeleri tamamlamaya ve insan onuruna yakışır daha yaşanılır bir dünya ve ülke oluşturmayı hedeflemektedir. Çocuk; cennet nimetlerinden… Cennet kokularından, gönlün meyvesi, ferahlık ve sevinç sarayına giriş anahtarı… Bu tanımlamalardan sonra; ülkemizin de içinde bulunduğu birçok ülkenin altına imza attığı ‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ gereğince çocukların çocukluklarını yaşamalarına engel oluşturabilecek her şey suç unsuru taşımaktadır. Kültürel yapımız gereği çocuklar hassas noktamızdır ve bizde çok özel bir yerleri vardır. Böyle olunca da çocuk dilencileri gördüğümüzde içimiz yanıyor ve yetişkin dilencilere nazaran onlara daha çok yardımcı olmaya çalışıyoruz. 65 çocuk dilenciliği Çocukların her türlü çocukluklarını yaşama dışında çeşitli zorlamalara (dilencilik, çalıştırılma, taciz vb.) maruz kalması hem hukuki açıdan suç hem de dini ve insani açıdan uygun değildir. Özellikle aileler ve toplum bu konuda bilinçlendirilmelidir. Çocuklara dilencilik yaptırılması suç teşkil eden bir olay olup bunun aileler tarafından yaptırılıyor olması durumun vahametini artırmaktadır. kişilik yapısı geliştirdiklerini, içine girdikleri beklenti ile toplum onlara bu yardımı yapmak zorunda olduğu duygusunu ve kendilerine para vermeyen ya da sattığı mendili almayanlara karşı saldırgan tavır sergileyebileceklerini, sürekli acındırma duygusu, birilerine bağımlı olma duygusunun da çocuklar üzerinde olumsuz etki yaratacağını, ekonomik durumu iyi olanlara karşı da kızgınlık ve öfke duyguları yaşayabileceklerini, kolay yoldan emek vermeden isteklerini elde etme eğilimi hazırcılığa alıştıracağından bu çocukların hayatlarına hedef koymada zorlanacaklarını ve hedeflerine ulaşmada emek vermeden kolay yoldan hakları olmayan şeyleri bile elde etme hakkını kendilerinde göreceklerini” belirtir ifadeler kullanmaktadırlar. Dilenen Çocuklar Nasıl Rehabilite Edilmeli? Küçük yaşta dilendirilen çocukların psikolojilerinde yaşanan bozulmaları değerlendiren psikologlar, “Kolay yoldan istediklerini elde etme eğilimi gösteren bir 66 Dilenen çocukların insanlar gibi devam pılması gerekenler; şanan eksiklikler ve hayatlarına normal edebilmesi için yaErken yaşlarda yatravmalar çocukla- rın ileriki yaşantılarına büyük ölçüde etki edeceğinden mutlaka rehabilite edilmeli ve psikolojik destek verilmelidir. Ayrıca ailelerin eğitilmesi çok önemlidir. Çocukların çocuk gibi yaşamalarının önemi konusunda ailelerin bilgilendirilmesi ve çocukluklarını yaşamalarının ruh sağlığı açısından önemi mutlaka vurgulanmalıdır. Hukuki açıdan değerlendirdiğimizde, gerekirse devletin aileden bu çocukları alarak koruma altına alması ve ebeveynleri işledikleri suç sebebiyle cezalandırması da gerekmektedir. Halkımızın kültürel alt yapısı gereği merhamet duygularının fazla oluşu ve yardımseverlik konularında hassas olmaları kolay yoldan para kazanma yolu olan dilenciliği teşvik etmektedir. Unutulmamalıdır ki özellikle dilencilik gibi kolay yoldan para kazanmayı seçen çocuklara para vermek ya da onların sattığı çeşitli ürünleri satın almak onlara yarar değil aksine büyük zarar vermektedir. Eğer halkımız bu konuda duyarlı davranırsa bu tür durumlar büyük ölçüde engellenmiş olacaktır. Kesinlikle dilencilere, özellikle de küçük yaştaki çocuklara yapılacak en büyük yardım onlara para vermemek ve sattıkları ürünleri almamaktır. Ancak bu sayede çocukları korumuş oluruz. .Bilinmelidir ki; bu çocuklara yardım etmek onları kolaya alıştırmaktan ve ömür boyu yaşamlarını olumsuz etkilemekten başka bir işe yaramaz. Bunun bir gelir kapısı olmadığını anlayan ve çocukları bu yolla kullananlar ancak bu sayede vazgeçeceklerdir. Çocukların bakımı ve eğitimleri önce ailelere ve bakımını üstelenen kişilere ve devlete aittir. Çocuk hakları sözleşmesinin 32.-36. ve 37. maddesine göre; devlet, çocuğun, ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma önlemini almak ve çocuğu her türlü sömürüye karşı korumaktır. Hiçbir çocuk işkence veya diğer zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve cezaya tabi tutulamaz. Çocuğun manevi ve ruhsal açıdan normalin dışında davranışlar sergilemesi söz konusu olduğunda özellikle çocuğun toplumdan kopmuş ve bu sebeple kişiliği topluma uygun gelişmiyorsa okuldan kaçıyorsa arkadaşları ile ilişki kuramıyorsa, suça yatkınsa çocuğun manen terk edildiği sonucuna varılır. na ortak oluyoruz demektir. Çünkü kişinin davranışları, sonuçları itibariyle şekillenir. Eğer sonucunda olumlu bir şey yaşanıyorsa o davranış tekrar edilir. Dolayısıyla biz dilenen kişiye para vererek onun emek harcayarak para kazanmak yerine dilenerek para kazanma davranışını pekiştirmiş oluyoruz. Bu sebeple bireylerin bu konuda duyarlı olmaları ve dilencilere kesinlikle para vermemeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki verdiğimiz paralar yüzünden bu çocukların sokaklardaki mahkûmiyetleri bir ömür devam edecek ve böylesi olumsuz olaylar yaşanmaya devam edecektir. Çocuklara dilencilik yaptırılması suç teşkil eden bir olay olup bunun aileler tarafından yaptırılıyor olması da bu durumu meşrulaştırmayacağı gibi aksine durumun vahametini artırmaktadır. Çünkü aile, kişinin çeşitli toplumsal kuralları öğrendiği ve kişinin topluma uyumunun sağlandığı sosyal bir kurumdur. Dolayısıyla dilencilik yaptırarak çocuklarına olumsuz davranışlar aşılayan bu tarz aileler çok daha büyük bir suç işlemektedir. Yasalar tek başına bu tür olumsuz olay- Dilenen Çocuk Gördüğümüzde ların önlenmesinde yeterli olmamaktadır Hukuki Açıdan Ne Yapmalıyız? Bu manada toplumda yaşayan bireylerin bu konudaki duyarlılığı çok önemlidir. I-Türk Ceza Kanunundaki Düzenleme Eğer dilenciliğin kötü bir davranış olduğunu benimsiyor ve sonrasında dilenen 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Aile bir kişiye para veriyorsak o kişinin suçu- hukukundan kaynaklanan yükümlülüğün ihlali başlığı altında yer alan 233. maddesinde : “Aile hukukundan doğan bakım, eğitim veya destek olma yükümlülüğünü yerine getirmeyen kişi, şikayet üzerine, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. …Velayet hakları kaldırılmış olsa da, itiyadi sarhoşluk, uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin kullanılması ya da onur kırıcı tavır ve hareketlerin sonucu maddi ve manevi özen noksanlığı nedeniyle çocuklarının ahlak, güvenlik ve sağlığını ağır şekilde tehlikeye sokan ana veya baba, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü yer almaktadır. Aile, içinde yaşadığımız toplumun temelini oluşturması bakımından toplumsal yaşamın önemli kurumlarından biridir. Toplumun sağlıklı bir biçimde gelişebilmesi, ilişkilerin huzur, barış ve güvenlik içinde yürütülebilmesi ancak aile kurumunun sağlam temellere oturtulması ile mümkün olabilir. Nitekim 1982 Anayasa67 çocuk dilenciliği sının Ailenin Korunması başlıklı 41’inci maddesindeki “Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gereken tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” düzenlemesi ile ailenin korunması bakımından devlete bir ödev öngörülmektedir. TCK 233.madde hükmü gereğince her ilgili şikayette bulunabilecektir. Bu suç sebebiyle açılan dava esnasında dilencilik yaptırılırken görülen çocuk hakkında her ilgili velayetin kaldırılması talebinde de bulunulabilir ve hakim re’sen de karar verebilir. II-Çocuk Koruma Kanunundaki Düzenleme Beden veya ruh bakımından kendini idare edemeyecek olan çocukları velisi tarafından dilencilik yaptırılırken yolda, cami önün- 68 de karşılaşan bir vatandaş bu durumu 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunun Kuruma başvuru başlıklı 6 ncı maddenin 1inci fıkrası hükmü gereği adlî ve idarî mercilere, kolluk görevlilerine, sağlık ve eğitim kuruluşlarına, sivil toplum kuruluşlarına, korunma ihtiyacı olan çocuğu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bildirmekle yükümlüdür. Çocuk ile çocuğun bakımından sorumlu kimseler çocuğun korunma altına alınması amacıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına başvurabilir. Aynı Kanunun Koruyucu ve destekleyici tedbir kararı alınması başlıklı 7nci maddesinin yedinci fıkrasında “Mahkeme, korunma ihtiyacı olan çocuk hakkında, koruyucu ve destekleyici tedbir kararının yanında 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre velayet, vesayet, kayyım, nafaka ve kişisel ilişki kurulması hususlarında da karar vermeye yetkilidir.” hükmü yer almaktadır. III- Türk Medeni Kanunundaki Düzenleme Velâyetin kaldırılması çocuğun korunması amacına yönelik olduğu için, ana ve babanın kusurlu olmaları şartı aranmamaktadır. Önemli olan velâyetten doğan yükümlülüklerin yeterli olarak yerine getirilmemesi, yetkilerin ve hakların gereği gibi, amacına uygun kullanılmamasıdır. Kusur ancak ana ve babanın çocuğun mallarını kullanmaya devam edip edemeyecekleri noktasında etkili olmaktadır. Çocuğun Korunması Medeni Kanunumuzda hakim tarafından “genel koruma önlemleri”, “çocuğun bir ailenin yanına veya kuruma yerleştirme önlemi” ve “velayetin kaldırılması” önlemleri alınır. Çocuk Hakları Sözleşmesinin 19/I. maddesinde; taraf devletlerin, çocuğun, ana ve babasının ya da onlardan yalnızca birinin, vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken, bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suiistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye, ırza geçme dahil her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alacakları belirtilmektedir. Türk Medeni Kanununun 346.maddesine göre çocuğun menfaati ve gelişmesi tehlikeye düştüğü takdirde, ana ve baba duruma çare bulamaz veya buna güçleri yetmezse hakim, çocuğun korunması için uygun önlemleri alır. Çocuğun yerleştirilmesi başlıklı 347.maddesine göre Çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesi tehlikede bulunur veya çocuk manen terk edilmiş hâlde kalırsa hâkim, çocuğu ana ve babadan alarak bir aile yanına veya bir kuruma yerleştirebilir. Çocuğun aile içinde kalması ailenin huzurunu onlardan katlanmaları beklenemeyecek derecede bozuyorsa ve durumun gereklerine göre başka çare de kalmamışsa, ana ve baba veya çocuğun istemi üzerine hâkim aynı önlemleri alabilir. Koruma önlemlerinin alınabilmesi herhangi bir ilgilinin başvurusu üzerine gerçekleşebileceği gibi, başvuru bulunmasa dahi hakim gerektiğinde re’sen hareket ederek gerekli önlemleri alabilir. Hakim Tür medeni Kanunu’nun 4.maddesindeki: “ Kanunun takdir yetkisi tanıdığı veya durumun gereklerini ya da haklı sebepleri göz önünde tutmayı emrettiği konularda hâkim, hukuka ve hakkaniyete göre karar verir.” Hüküm gereğince somut olayın özelliklerini de göz önünde tutarak gerekli önlemleri alabilecektir. Çocuğun menfaatinin ve gelişmesinin tehlikeye düşmesinde ana ve babanın kusuru aranmaz. Kusurlu olması, alınacak tedbirin niteliğini değiştirecektir. Çocuğun beslenme, sağlık, eğitim ihtiyaçlarının karşılanamaması, gereksiz ve amaçsız şekilde cezalandırılması, çocuğa karşı küçük düşürücü şekilde davranma, çocuğu uygun olmayan davranışlara zorlama gibi örnekler verilebilir. Çocukların yerleştirilmesi; çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesinin tehlikede bulunması süreklilik arz etmelidir. Çocuğun manen terk edilmiş olması ise çocuğun bedensel ve zihinsel gelişmesi açısından karşı karşıya bulunduğu tehlikeye ana ve babanın müdahale etmemesini ifade eder. Çocuğun manevi ve ruhsal açıdan normalin dışında davranışlar sergilemesi söz konusu olduğunda özellikle çocuğun toplumdan kopmuş ve bu sebeple kişiliği topluma uygun gelişmiyorsa okuldan kaçıyorsa arkadaşları ile ilişki kuramıyorsa, suça yatkınsa çocuğun manen terk edildiği sonucuna varılır. Türk Medeni Kanununun 347.maddesinin 2. Fıkrası uyarınca; diğer şartlar bulunmasa dahi çocuğun aile içinde kalması ailenin huzurunu onlardan katlanmaları beklenemeyecek derecede bozuyorsa ve durumun gereklerine göre başka çare de kalmamışsa, ana ve baba veya çocuğun istemi üzerine hâkim bir aile yanına veya bir kuruma yerleştirilmesine karar verir. Velâyet; küçüklerin, bazı durumlarda da ergin kısıtlı çocukların kişiliklerinin ve mallarının korumasıyla, onların temsili konusunda ana babanın sahip oldukları hak ve yükümlülüklerin tümünü ifade etmektedir. Velâyetin kaldırılması çocuğun korunması amacına yönelik olduğu için, ana ve babanın kusurlu olmaları şartı aranmamaktadır. Önemli olan velâyetten doğan yükümlülüklerin yeterli olarak yerine getirilmemesi, yetkilerin ve hakların gereği 69 çocuk dilenciliği gibi, amacına uygun kullanılmamasıdır. Kusur ancak ana ve babanın çocuğun mallarını kullanmaya devam edip edemeyecekleri noktasında etkili olmaktadır (MK.m.354). 1-Velâyet Görevinin Gereği Gibi Yerine Getirilememesi Velayetin Kaldırılmasının Şartları Velâyetin kaldırılması Türk Medeni Kanununun 348.maddesinde düzenlenmiş olup buna göre; “ Çocuğun korunmasına ilişkin diğer önlemlerden sonuç alınamaz ya da bu önlemlerin yetersiz olacağı önceden anlaşılırsa, hâkim aşağıdaki hâllerde velâyetin kaldırılmasına karar verir: 1. Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, başka bir yerde bulunması veya benzeri sebeplerden biriyle velayet görevini gereği gibi yerine getirememesi. 2. Ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması. Velâyet ana ve babanın her ikisinden kaldırılırsa çocuğa bir vasi atanır. Kararda aksi belirtilmedikçe, velâyetin kaldırılması mevcut ve doğacak bütün çocukları kapsar.” hükmü yer alır. 70 Velâyetin ana ve babadan alınması çok ağır bir önlem olduğu için, kaldırılması koşulları sınırlı olarak sayılmıştır. Birinci grupta ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, özürlü olması ve başka bir yerde bulunması gibi nedenlerle velâyet görevinin gereği gibi yerine getirilememesi halleri belirtildikten sonra, ikinci grupta ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması hali düzenlenmiştir. Belirtilen bu koşullardan başka bir sebeple velâyet hakkı ana ve babadan alınamayacaktır. Asıl olan çocuğun korunması ve çocuğun yüksek yararıdır. Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, özürlü olması veya başka yerde bulunmasıdır. Ancak ana ve babanın velâyet görevini gereği gibi yerine getirememesi halleri, bu sayılanlarla sınırlı tutulmamıştır. Medeni Kanunun 348/I. maddesindeki “veya benzeri sebeplerden biriyle” şeklindeki düzenleme, sayılanların sınırlı olmadığını göstermektedir. Bu bentte belirtilen sebeplerin ortak özelliği; velâyet görevinin gereği gibi yerine getirilmesini engelleyen ve belli bir süreklilik arz eden sebepler olmalarıdır. 2- Ana ve Babanın Çocuğa Yeterli İlgi Göstermemesi Medeni Kanunun 348. maddesinin 1. fıkrasının 2. bendinde, ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması halinde velâyetin kaldırılacağı belirtilmektedir. Ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi, onların ihmalî davrandıkları anlamına gelmektedir. İhmalî hareket ise ana ve babanın velâyetten doğan yükümlüklerini gereği gibi yapmamalarıdır. Yeterli ilgi göstermemenin bir sonraki aşaması, velâyet görevinin ağır biçimde savsaklanmasıdır. 3- Ana Ve Babanın Çocuğa Karşı Yükümlülüklerini Ağır Biçimde Savsaklaması Savsaklama hallerine şu örnekler verilebilir. Tehlikeli bir hastalığa yakalanmış olan çocuğa tedavi imkanının sağlanmaması, babanın, çocuklarının eğitimini olumsuz etkilemeye sebep olacak derecede sık sık yerleşim yeri değiştirmesi, ev haricinde yaşayan çocuğun sık sık kendi başına yer değiştirmesine ses çıkartılmaması, çocuğun bakım için verildiği yerin sürekli değiştirilmesi, çocuğun gelişimini etkileyecek derecede haysiyetsiz hayat sürme, ana ve baba arasındaki düşmanca davranış ve tutumlar, babanın bir daha dönmemek üzere evi terk etmesi, ananın hilekar, sinsi ve hafif meşrep davranışlarda bulunması, babanın alkolik olması ve istikrarsız hayat sürmesi, babanın kazancını kendisine sarf etmesi ve ailesini zaruret halinde bırakması gibi. Velâyet görevinin savsaklanması nedeniyle velâyetin kaldırılması için, diğer velâyetin kaldırılması sebeplerinden farklı olarak, ana ve babanın kusurlu olmaları gerekir. Ayrıca savsaklama eylemi süreklilik göstermelidir. Velâyetin Kaldırılması İçin Başvuracak Kişiler Çocuğun genel olarak korunmasında olduğu gibi, ana ve babasına karşı korunması da kamu düzenine ilişkin bir durumdur. Kanun koyucu da bu hususu göz önünde bulundurarak çocukla ilgili düzenlemelerde çocuğun yararını üstün tutmuştur. Çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişiminin tehlikede olduğunu gören “herkes” (çocuğun akrabaları, aile dostları, kolluk kuvvetleri, komşular) hâkimden çocuğun korunması için gerekli önlemlerin alınmasını talep edebilir. Hâkim talep üzerine harekete geçebileceği gibi, talep olmadan da çocuğun korunması gerektiği kanaatine varabilir. Bu durumda velâyetin kaldırılması konusunda talep olmaksızın re’sen karar verebilecektir. Durumun Değişmesi Halinde Alınan Önlemlerin Yeni Koşullara Uydurulması Durumun değişmesi halinde çocuğun korunmasına ilişkin önlemlerin yeni koşullara uydurulacağı belirtilmiştir (MK.m.351/I). Bu hükmün akabinde de; velayetin kaldırılmasını gerektiren sebeplerin ortadan kalkması halinde hakimin, resen veya ana ve babadan birinin talebi üzerine velayeti geri vereceği özel olarak düzenlenmiştir (MK.m.351/II). Cennet kokulu sevinç sarayına giriş anahtarlarımızı; daha iyi şartlarda, daha iyi bir gelecek için bedensel ve ruhsal anlamda sağlıklı bir şekilde yetiştirebilmek temennisiyle… Kesinlikle dilencilere, özellikle de küçük yaştaki çocuklara yapılacak en büyük yardım onlara para vermemek ve sattıkları ürünleri almamaktır. Ancak bu sayede çocukları korumuş oluruz. Bilinmelidir ki; bu çocuklara yardım etmek onları kolaya alıştırmaktan ve ömür boyu yaşamlarını olumsuz etkilemekten başka bir işe yaramaz. 71 OSMANLI’DA YETİM KARDEŞLİĞİ: Turgay ÇAVUŞOĞLU Elvan ATAMTÜRK Hüsamettin ÇETİN KÜLHANBEYLER İstanbul, fethinden itibaren Osmanlı Devleti’nin değişik eyaletlerinden gelen kişiler için çekim merkezi olmuştur. Şehir, gelen göçler ile sürekli büyümüş ve zaman zaman marjinal gruplar tarafından adeta istila edilmiştir. 17.yüzyıldan başlayarak, 19. yüzyıla kadar süren tarihsel süreçte İstanbul; külhanbeyler, dilenciler, kabadayılar, kopuklar olarak adlandırılan marjinal grupları barındırmıştır. Bu dönemdeki savaşlar, ekonomik sıkıntılar, ahlaki çöküntüler ve devletin çözüm arayışlarının eksikliği külhanbeyler sorununu yaratan etmenler arasında yer almıştır. Göçler sırasında yaşanan gayrimeşru ilişkiler nedeniyle doğumlar hızla artmış ve ortaya korunmaya muhtaç çocuklar sorunu ortaya çıkmıştır. Bunların yanı sıra iş bulmak 72 amacıyla İstanbul’a gelen genç nüfusun artması beraberinde işsizlik, barınma sorunu ve güvenlik sorununu getirmiştir. 11-15 yaş grubundaki gençler gündüzleri dilenerek veya günübirlik işlerde çalışarak yaşama tutunmaya çalışmışlar, akşamları ise soğuktan korunmak için çevrelerinde bulunan hamamların “külhanlarına” sığınmışlardır. Daha önce külhanlarda yaşayan ve ayni kaderi paylaşan külhanbeyler, yeni gelen yetimlere kucaklarını açmışlar, gelenek ve göreneklerini onlara usta çırak ilişkisiyle aktarmışlardır. Külhanbeyliği kurumu yetim ve kimsesiz çocukların hamam külhanlarını mesken tutmasıyla oluşmuş, kabul törenleriyle aralarındaki kardeşliği pekiştirmişlerdir. Kendine has giyimi ve argosu olan kül- İstanbul’da külhanbeylerin ilk barınağının Gedikpaşa Hamamı olduğu kabul edilmektedir. Daha sonra açılan Mahmutpaşa, Bayezit, İbrahimpaşa, Ayasofya, Çinili, Haseki, Tophane hamamlarında külhanbeyler yaşamlarını sürdürmüşlerdir. hanbeylerin yaşam öyküleri günümüze kadar uzanmıştır. Külhana Kabul ve Törenler İstanbul’da külhanbeylerin ilk barınağının Gedikpaşa Hamamı olduğu kabul edilmektedir. Daha sonra açılan Mahmutpaşa, Bayezit, İbrahimpaşa, Ayasofya, Çinili, Haseki, Tophane hamamlarında külhanbeyler yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu alanda ilk olan Gedikpaşa Hamamı destebaşı akademik bir tavır göstermiş, diğer hamamlarda çıkan olaylar ve tartışmalarla ilgili hakemlik görevini üstlenmiştir. Gedikpaşa Hamamı destebaşının verdiği kararlar tartışmasız kabul görmüştür. Külhana girebilmenin önde gelen koşullarından birisi anasız babasız olmaktır. Kardeşinin bulunmasında sakınca olmamasına karşın, aile bağlarının olmaması tercih edilmiştir. 11-15 yaş grubunda bulunan gençler, külhana kabulden önce sınavdan geçirilirdi. Külhana girmeye aday gencin eline bir torba verilir, yırtık, pırtık elbiseler giydirilir ve şeker, un, yağ ve pirinç toplamak üzere gönderilirdi. Torbayı dolduran gençler külhana döner ve külhanın en yaşlı bireyi olan “baba” ya malzemeleri teslim ederlerdi. Toplanan malzemeler ile hazırlanan pilav ve helvadan adayların payı ayrılır, külhancı ve külhanbeylere aday gençler ayakta durarak hizmet ederlerdi. Geleneksel külhan duası okunması sonrası üç parmak arasına alınan ekmekler tuza banılarak yenilir ve kardeşlik pekiştirilirdi. Külhanbeyler, Gazneli Mahmut döneminde yaşayan Layhar’ı manevi önderleri olarak kabul etmişler ve törenleri onun adına düzenlemişlerdir. Sınavın ikinci aşamasında, torbayı doldurarak getiren başarılı genç ve daha önce külhana kabul edilmiş bir başka gençle birlikte “Layhar’ın Kefeni” denilen gömleği giyerlerdi. Gömlekten iki baş ve her iki gencin birer kolları çıkardı. Külhancı, ocağın başına çöker; “Ey Layhar’ın çocukları! Burası baba ocağıdır. Senin, benim yoktur. Bu- rada herkes kardeştir.” diye devam eden kardeşlik, yardım ve dayanışmayı anlatan sözleri söylerdi. Daha sonra Layhar’ın ruhuna Fatiha okunur, gençler gece boyunca gömleğin içerisinde birlikte uyurlardı. Külhan Beylerde Yaşam Külhana kabul edilen çocuklar önce külhan dilini öğrenirler, külhan yaşamına uygun tutum ve davranışları usta çırak ilişkisi içerisinde öğrenirlerdi. Yaşları 10-14 arası olan Külhanbeyler günlük yaşamlarında dışarıya iki kişi çıkarlardı. Külhanbeyler gündüz yiyecek toplar akşamları 73 tarihten... külhana dönerler, Ocağın en son sakini gelince kapılar kapanır ve sofraya geçilir hep beraber yemek yenilirdi. Külhanbeylerin Yaşam Kuralları Külhan Dilinden Örnekler •Güç durumdaki küçük çocuk ve kadınlara yardım. astar etmek - beklemek Külhanbeyler on kişilik gruplara ayrılır ve her grup bir destebaşı tarafından yönetilirdi. Destebaşılar ise Koca destebaşına bağlanırlardı. Koca destebaşı hiyerarşik olarak külhanın en yetkin kişisi olup, külhanın düzenini sağlar ve akşamları külhanbeylere dışarıda nasıl davranılması gerektiği konusunda öğütler verirdi. •Hamallara yük indirme, bindirme sırasında yardım. Osmanlı’da yetim dayanışma ve kardeşliğinin güzel bir örneği olan külhanbeylik kurumu bu günkü sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar örneğinin ilk uygulamalarından birisi sayılabilir. Yetim ve kimsesi olmayan çocuklar, Külhan’ın en üst yöneticisi Külhancı Baba’nın kontrolünde günlük yaşam, yapılacak işler, tutum ve davranışlar, kurallar konusunda yetiştirilmişler; akşam eğlenceleri, kestane ve salep pişirilmesi gibi organizasyonlarla zamanlarını geçirmişlerdir. Hasta olan çocuklar ise Külhancı Baba’nın odasında yatırılarak bakılmışlardır. •İşi tıkırında olan dükkânlara musallat olmak. Külhanbeylik tarihsel süreç içerisinde bozulmalara uğramış, toplum tarafından dışlanan bir topluluk haline gelmiştir. Daha önce dilenmeyle elde edilen yiyecekler bir dönemde zor kullanmayla elde edilmeye çalışılmıştır. Dükkânların soyulmaya başlanması, haraç istenilmesi ve yol kesmeye varan davranışlar halkın tepkisini çekmiş, zaptiyeler külhanbeylerle mücadeleye başlamışlardır. Harbiye Nazırı Rıza Paşa 1846 yılında bir gece baskını ile İstanbul’da yaşayan 700’ü aşkın külhanbeyini toplatmıştır. 16 yaş üzerindekiler askere alınmış, 16 yaşından küçük olanlar Gülhane’de orduya ayakkabı diken Kalavrahane’ye götürülmüşlerdir. Orduya alınanlar arasında bulunan gençlerden birisi olan Rıza daha sonra mirliva (genaral) olmuş ve “Külhan Rıza” lakabıyla anılmıştır. 74 •Seyyar satıcılardan bir şey istenilmemelidir. •Lalalarıyla dolaşan ekâbir takımından para istediklerinde para vermezlerse, onlara sataşabilirler. •Yollardaki çamurları süpürmek. camcı - kurnaz çiroz - çelimsiz gaco - kadın hacamat - birisini bir kaç yerinden bıçaklamak hasbi geçmek - aldırmamak imanım - kardeşim kaparoz - rüşvet kapı tırmalamak - arsızlanmak Osmanlı’da yetim dayanışma ve kardeşliğinin güzel bir örneği olan külhanbeylik kurumu bu günkü sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar örneğinin ilk uygulamalarından birisi sayılabilir. keriz etmek - çirkefleşmek kuskunu koparmak - kaçmak mostar - fiyaka nargile - boşboğaz patburun - inzibat papaz uçurmak - eğlenmek pestil - sarhoş sipsi - sigara zifosa bulamak - kirletmek Sokakta çalışan/yaşayan çocuklar modelinin ilk örneklerinden biri olan Külhanbeyler, sosyal hizmet tarihinde önemli kilometre taşlarından birini oluşturmaktadır. Tarihsel sürec içerisinde, külhanbeyler yaşamı, konuşmaları, giyimleri farklılık yaratmış olup, zaman zaman toplum tarafından dışlanmışlardır. Külhanbeyler, tulumbacılar, kabadayılar, kopuklar Osmanlı toplumunda oluşan marjinal gruplar içerisinde yer almış, kendi içlerinde geçişler yaşamış zaman zaman da çatışmalar yaşamışlardır. Her grup kendilerinin bir araya geldikleri kahvelerde zaman geçirmişlerdir. Külhanbeyler ilginç yaşam tarzı, kardeşlik kültürü ve dayanışmaları ile araştırmacı ve yazarların dikkatini çekmiş, yaşantıları ile ilgili birçok şiir, anı, roman, opera gibi çalışmalar literatüre kazandırılmıştır. İlk önceleri yetim çocukları korumak kollamak amacıyla başlayan, yağmurlu havalarda sokakları süpüren, hamalların dinlenme sonrasını yüklerini kaldırarak yardım eden tavırlarıyla toplumdan aşırı tepki görmeyen külhanbeylik kurumu, daha sonra çalma, tehdit ve şiddete varan boyutuyla kendisini göstermiş ve asayiş kuvvetleriyle çatışmaya girmişlerdir. 18. yüzyıldan itibaren İstanbul’da halkı oldukça rahatsız eden, şehrin güvenliğini zedeleyen ve devleti bir hayli uğraştıran kesimlerin başında külhanbeyler gelmiştir. Halkın sürekli şikâyetlerinin artması üzerine, dönemin kolluk kuvvetleri konunun üzerine gitmiş, gerekli yasal düzenlemeler yapılarak, külhanbeyler bir dönem sonra İstanbul sokaklarından kaybolmuştur. 75 YEMEK PROGRAMLARI VE Özgür Sezer TOPAL YEMEK KÜLTÜRÜMÜZ “Yemeğe Doyduk İzlemeye Doyamadık” Türkiye, yemek programlarıyla 1990’larda daha çok içinde bir yemek bölümü de olan kadın programları vasıtasıyla tanıştı. Günümüzde ise yemek programları televizyon ekranlarının çok izlenenler listesinde en üst sıralarda. Ve her geçen gün izlenirliğini artırıyor. Her kanalın yemek programları olduğu gibi bağımsız yemek kanallarımız bile mevcut artık. Ekranlarda dört tür yemek programı var: Yarışma, yemek-sohbet, yemek-gezi ve lokanta tanıtımı. Yemek programlarının bu kadar popüler olmasının psikolojik ve sosyolojik nedenleri araştırılmaya muhtaç. Fakat inkâr edilemez olan yemek programlarıyla toplumumuzun bir bağ kurmuş olduğu gerçeğidir. Yemeğe düşkün bir millet olduğumuz söylenir. Tarihsel ve coğrafi zenginliğimiz, yemek kültürümüze de yansımıştır şüphesiz. Sofra adabımızdan, yemek pişirme yöntemlerimize kadar oldukça özgün bir kültürümüz olduğu söylenebilir. Peki yemek programlarının yemek kültürümüze katkısı nedir? Yemek kültürümüzün zenginliğini yansıtmaktalar mıdır? Türk mutfağının tanıtılması konusunda nasıl bir işleve sahiplerdir? İzleyicilerle kurduğu bağların yemeğe düşkünlüğümüzle bir münasebeti var mıdır? Yemek programları neden çok izleniyor? Sorular çoğaltılabilir. Yemek programlarının yapımcı ve sunucularıyla gerçekleştirdiğimiz soruşturma-söyleşiler bu tür sorulara bir giriş mahiyetini taşımaktadır. S.1 - Türkiye, yemek programlarıyla 90’larda içinde bir yemek bölümü de olan kadın programları vasıtasıyla tanıştı. Günümüzde ise yemek programları başlı başına üzerine tezler yazılabilecek kadar toplumsal hayatımızın içinde. Bu etkisine rağmen yemek programlarının hedef kitlesinin kadınlar -özellikle ev hanımları- olduğu söyleniyor. Size yansıdığı kadarıyla programınızın gerçekten tek izleyicisi kadınlar mı sahiden? Yoksa böyle bir algı mı var? S.2 -Yemek programları çok revaçta. Hatta televizyonların en popüler programları arasında. İşin -her iki anlamında da- mutfağında siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz ? S.3 - Yemek yemeye çok düşkün bir millet olduğumuz söylenir? Siz ne dersiniz? S.4 - Değişen dünya, hız, kadınların çalışma hayatında daha fazla yer alması vs. yemek kültürümüzü de ister istemez etkiliyor. Öte yandan beslenme alışkanlıklarımızın giderek değiştiği söyleniyor. Bu değişimin riskleri var mı? S.5 - Türk mutfağı gerçekten kırk haramilerin hazinesine mi benziyor. Biraz kayıp bir kültür gibi… Bu programlarla birlikte Türk mutfak kültürüne ilginin arttığı söylenebilir mi? S.6 - Türkiye genç nüfusun yoğun olduğu bir ülke ve gençler yemek kültürümüz konusunda yeterince bilgi sahibi değil. Bu konuda tarihsel olarak yemek kültürümüze karşı hoyrat davrandığımız bile söylenebilir. Hem ülke içinde hem ülke dışında yemek kültürümüzün geleceği hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? 76 ARDA TÜRKMEN Çok geniş bir mutfak kültürümüz var ve bu kültüre ait olan yemekler büyük porsiyonlarla pişirilir. Bunun dışında çok fazla soğuk-sıcak meze, şerbetli tatlı, sütlü tatlı gibi envai çeşit yemeğimiz var. C.6 - Ülke içinde artık neredeyse her üniversitede gastronomi bölümünün açılması ve bunun dışında birçok aşçılık akademisinin olması gençleri bu sektöre karşı daha ilgili ve bilgili kılıyor. Aynı zamanda o kadar lezzetli tariflerimiz var ki, hepsi vazgeçilmez… Yurt dışına yemek kültürümüzü tanıtmak adına ise öncelikle pazarlama politikamızı değiştirmemizde fayda var. İngiltere’de ne yemek kültürü ne de başka bir şey var ama dünyanın en ünlü şefi bir İngiliz ve en iyi restoranlar da İngiltere’de. Neden? Çünkü ülke politikası olarak çok doğru bir pazarlama stratejisi belirlemişler ve ellerinde olan olmayan her şeyi doğru pazarlayarak piyasada rakip tanımıyorlar. C.4 - Tabi ki riskleri var ancak Türk kadınları oldukça becerikli. Dışarıda çalışma hayatları olsa bile özellikle evde de çocuklar varsa yemek pişirmeye devam ediyorlar. Çok uzun uğraşlı tarifler olmasa da, kısa ve pratik tencere yemekleri sofralarımızda kendine yer buluyor. C.1 - Günümüzde hala kadın programlarının içinde yemek yapılıyor, yemek programı ve kadın programı biraz iç içe geçmiş durumda. Ancak son yıllarda sizinde dediğiniz gibi yemek programları çok ayrı bir yer edindi ekranlarda… Arda’nın Mutfağı izleyicileri kesinlikle sadece kadınlar değil. Yüksek bir yüzdeyle erkek izleyicimiz de var. Sosyal medyadan gelen yorumlardan ve geri dönüşlerden biz bunu çok net bir şekilde görebiliyoruz. Aslında bizi devamlı takip eden, çok sadık bir izleyici kitlemiz var, gün geçtikçe bu kitle daha da büyüyor ve daha büyük bir Arda’nın Mutfağı ailesi oluyoruz. C.5 - Evet, Türk mutfağı oldukça zengin ama şöyle bir sıkıntısı var, hiçbir tarifin ölçülü bir biçimde reçetelendirilmiş hali yok. Biz programda verdiğimiz her tarifi gerek gram hesabıyla, gerekse bardak, kaşık hesabıyla izleyicilerimizle paylaşıyoruz. Yemek kültürünün bir ülkenin vazgeçilmezleri arasında olduğunu düşünüyoruz. Biz ise elimizde olanı pazarlayamıyoruz. Şeflerimiz, dünyanın birçok yerinde karşımıza çıkamayacak lezzette yemekleri yapıyor ama bunu sadece biz biliyoruz. Dünyada yemek turizmi çok ileri seviyelerde, yemek kültürümüze sahip çıkmamızın Türkiye’nin yemek turizmine de katkıda bulunacağına inanıyorum. C.2 - Ben 5 sezondur ekranda yemek programı yapıyorum ve bu süreçte yaşanan gelişmeleri de içinde olduğum için takip edebiliyorum. Dünyada yaşanan krizle birlikte insanlar daha çok evlerinde yemek yemeye yöneldiler. Farklı kültürleri, farklı mutfakları merak etmeleri onların aynı zamanda farklı yemek programlarını izlemelerine de sebep oluyor. Çünkü hangi kültürden gelirseniz gelir, ortak payda “yemek”tir. C.3 - Türk aile kültüründe akşam yemeği kavramı vardır. Tüm aile bir araya gelir, baba beklenir ve aile sofrası kurulur. Bence bu alışkanlığımızı asla kaybetmemeliyiz. Arda’nın Mutfağı izleyicileri kesinlikle sadece kadınlar değil. Yüksek bir yüzdeyle erkek izleyicisi de var. 77 yemek kültürü TÜMAY ÖZTÜRK nokta görsellik. Farklı yemekler bilmek zorunda değilsiniz ancak bildiğiniz her lezzeti, farklı sunumlarla daha lezzetli görüntülere dönüştürebilirsiniz. Erittiğiniz bir çikolatayı kekin üzerine dökerkenki ekran görüntüsü... Kimin canını istetmez ki? Bu yüzden de yemek programları her zaman popüler kalmaya devam edecektir. C.1 - Dediğiniz gibi, eskiden yemek yapmak, sadece kadın programlarının içinde bir bölüm olarak sunuluyordu. Hatta içinde yemek bölümü olan programlar mutlaka daha çok izleniyordu ki hala da öyle. Şimdi ise bu durum ayrı bir sektöre dönüştü. Birçok yemek programı var. Hemen hemen her kanalda mevcut ancak izleyiciler ağırlıklı kadın olmasına rağmen ilgi gösterenler sadece kadınlar değil. Erkeklerin bunu gösterme şekli farklı. Yani erkekler (çoğunluğu), oturup bir yemek programını sürekli izlemiyor. Ancak eşine, ailesine, arkadaşlarına özel yemekler yapmak istiyorsa, ya da direk yemek yapmayı iyi bilmek istiyorsa, ya bu programları yapan aşçılarla irtibata geçiyor – ki günümüzde artık bu çok kolayya da direk bu işin eğitimini alıyor. Yemek programlarını ağırlıklı olarak kadınla izliyor olabilir ama aşçılık okullarında en çok erkekler var. Onlar mutfağa girdiklerinde, mutlak başarı istiyorlar. C.2 - Tüm dünyada bu durum böyle aslında. Hatta en çok satan ve en pahalı kitaplar, yemek kitaplarıdır. Çünkü, ekranda ne çeşit bir yemek yapılıyor olursa olsun, sizin o yemeği kendi mutfağınıza adapte edebilmeniz, yemeğin yapılışından alabileceğiniz teknikler var. Her zaman yaptığınız o en basit dediğiniz anne kekini, daha lezzetli ve güzel bir sunumla yapmayı kim istemez. Bu programlar, sadece tarif değil, güzel de bir görsel şölen veriyor. Ekrandan yemeğin tadı ve kokusu geçmediği için, etkileyici tek 78 C.3 - Bence evet yemek yemeğe düşkün bir milletiz çünkü yurdumuzun her yerinde farklı bir yemek kültürü var. Tatil için bile, yaşadığınız bir şehirden farklı bir yere gitmek istediğinizde, ilk bakılan şeylerden biri, o şehrin hangi yemeği ile meşhur olduğudur. Bu konuda da Türkiye çok zengin çünkü her şehirde, her yörede mutlaka çok güzel ve keşfedilecek çok farklı lezzetler var. C.4 - Aslında bu konuda ben de çok net değilim çünkü bir kısım çalışan kadın, gerçekten her zaman en pratik, en az yorularak yaptığı yemeği ailesiyle paylaşıyor. Bir kısım kadın da her şeye rağmen mutlaka sağlıklı beslenmeden yana olup, yoğurduna kadar evde yapıyor. Ancak şu bir gerçek ki, tabi ki çalışan kadının zamanını verimli ve iyi kullanabilmesi açısından, her zaman pratik ama lezzetli ve sunumu güzel yemekler daha popüler oluyor. Yani, annelerimizin elinden yediği- miz o lezzetli yaprak sarmaları, ev yapımı mantılar artık nesilden nesille aktarılamayacak gibi duruyor. Halbuki bu lezzetler bize özgü, bizde değerli. Bu yüzden de, ne kadar yoğun olursam olayım, küçükken nasıl annem yaprak sarması yaparken yaprakları parmaklarım büzüşene kadar bana açtırırdı, ben de kızıma aynısını yaptıracağım. Böyle olmalı ki, bu lezzetler kaybolmasın devam etsin, lezzeti ve kıymeti bilinsin. C.5 - Aslında kayıp bir kültür diyemeyiz. Ama kıymeti de çok bilinmiyor. Ancak son zamanlarda, yemek programlarının artması, bize özgü lezzetlerin sıklıkla ekranlarda yansıtılması, yöre yöre gezerek yemek kültürlerinin tanıtılması, Türk mutfak kültürüne ilgiyi de arttırıyor. Bu noktada, yemek programlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi doğru ve bilinçli ellerde ise... C.6 - Gelişen zaman, hayatımıza giren teknoloji, yaşam tarzlarımızdaki değişiklikler, doğal olarak damak tadımızı da değiştiriyor. Tarihte olduğu gibi, yemeklerin içine kuru meyveler katmak, etli bir yemeğe ayva doğrayarak lezzetlendirmek gibi kavramlar pek gençliğe uymuyor. Ancak, ben geleceğe çok umutsuz bakmıyorum. Ülkemizde, özellikle bu işin eğitimini almak isteyenler için birçok okul var. Bu okullara da ciddi talep var. Özellikle son yıllarda, yemek yapmak ve aşçılık çok popüler. Tüm dünyada öyle. Hatta ev hanımları bile kısa süreli kurslara giderek kendilerine yenilikler katmak, yaptıkları yemekleri daha doğru ve lezzetli yapmak istiyorlar. Zaten bu okullarda da amaç, yemek yapmayı öğretmek değil, neyi neden yaptığını anlatmak, mantığını vurgulamak. Geliştirmek size kalmış… Geriden gelen ciddi bir genç nüfus var ve onlar yaptıkları işlerde farklılık yaratmak, başarılı olmak istiyorlar. Bu yüzden de yemek kültürümüzün giderek yok olacağını değil, aksine daha çok yayılacağını düşünüyorum. D İLARA GÜDEN... katkısız ve doğal ürünlerle besleniyorlar. Yemeklerinden kuyruk yağı, tereyağı eksik olmuyor ve çoğunun hiçbir hastalığı yok. Öte yandan büyük şehirlerde iş temposu ve koşturmacanın artmasıyla insanlar bırakın sağlıklı beslenmeyi evde yemek yapmaya bile fırsat bulamıyorlar. Sonuç ise maalesef ufak yaşlardan itibaren başlayan kalp hastalıkları, obezite ve kanser oranlarındaki artış... C.1 - Bence son dönemde damak tadına düşkün erkekler de yemek programlarının izleyici kitlesi haline gelmiş durumda. Özellikle bizim programımız gibi gezi-yemek programlarını bayanlar farklı tarifler öğrenmek için izlerken erkeklerin çoğu da yeni lezzet durakları keşfetmek için zevkle izliyorlar. C.2 - Türkiye, yemek kültürü konusunda inanılmaz bir kültüre ve çeşitliliğe sahip. Aynı zamanda dünya mutfağına olan ilgimiz de gün geçtikçe artıyor. Artık insanlar doymak için değil keyif almak için yemek yiyorlar ve Türkiye’de bilinçli bir yemek tüketicisi toplumu oluşmuş durumda. Yemek programları da hem sağlıklı, hem lezzetli hem de farklı tarifleri izleyiciye sunduğu için popülerliklerini gün geçtikçe arttırarak revaçta olmaya devam ettireceklerdir. C.3 - Türkiye’nin bir çok bölgesini gezerken bu duruma çok fazla şahit olduk. Özellikle Gazianteplilerin bir sözü var ki durumu özetler sanırım: “Herkes yaşamak için yer biz yemek için yaşıyoruz.” Bizim bu kadar bereketli bir coğrafyada yaşayıp yemeğe düşkün olmamamız düşünülemez zaten. C.4 - İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerden uzaklaşıp farklı şehirlere gittiğimizde sokaklarda dinç bir şekilde koşturan yaşlıları görüyoruz. Çünkü onlar C.5 - Türk mutfak kültürünün tanıtılmasına çok etkimiz olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bu ülkenin Güney Doğusu kebap, Karadeniz Bölgesi hamsi, Ege Bölgesi ise zeytinyağlı ot yemekleri değil sadece… Binlerce yıllık geçmişi olan yaşadığımız bu topraklarda inanılmaz hikayeleri olan yüzlerce çeşit yemek var ve bunlar sadece günümüze kadar gelebilmiş olanlar. Biz de bu lezzetleri elimizden geldiğince herkese tanıtmaya çalışıyoruz. C.6 - Türkiye genç nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir ülke ve bu konuda yeterince bilgi sahibi değil. Bu konuda tarihsel olarak yemek kültürümüze karşı hoyrat davrandığımız bile söylenebilir. Hem ülke içinde hem ülke dışında yemek kültürümüzün geleceği hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? En çok üzüldüğüm konulardan biri bu. Gençlerin çoğu bu lezzetler yerine fast food beslenme tarzını tercih ediyor maalesef. Sadece büyük şehirlerde değil örneğin, gastronomik şehir diye anılan Hatay’da bile fast food restaurantlarının sayısı yöresel lezzetler sunan mekanların sayısına göre oldukça fazla. Öte yandan, biz bu ülkede bu lezzetlerin kıymetini bilmezken binlerce kilometre uzaktan gelen turistler Türk yemeklerinin en güzellerini tadıyorlar. Bu konuda biraz daha fazla çalışmalı ve kendi yemek kültürümüze sahip çıkmalıyız. Hem kendi içimizde hem de Dünyada Türk yemek kültürünün tanıtımı için daha fazla çalışmalıyız. Yoksa gelecek nesiller maalesef bu lezzetlerden çoğunun adını bile bilmeyecekler. Artık insanlar doymak için değil keyif almak için yemek yiyorlar ve Türkiye’de bilinçli bir yemek tüketicisi toplumu oluşmuş durumda… 79 KUŞLARA EV YAPMAK Mehmet Saim Değirmenci Bakın, biz Türkler ne kadar da ince bir milletmişiz, kuşlara bile ev yapmışız diyerek, günümüzde pek de karşılığı olmayan bir sahada kafa yorma- Kuşevleri bir nevi kuşların kervansaraylarıdır; gelip nın semeresi kafa yorgunluğu olarak mı kalacak- geçici konukları için kervansaraylar yapan bir uygarlık evlerine dair söyleyeceklerimizin bir temeli vardır tır yoksa anlamlı bir karşılık bulacak mıdır? Kuş konup uçucu kuşları için de kuş köşkleri kuş sarayları var olmasına da, bu temel kültür tarihçilerinin, yapmıştır. çevrebilimcilerin, kent tasarımcılarının ve mimar- mimariye özel ilgi duyanların işine yaradığı kadar, ların işine de yarayacak mıdır? Doğadaki her canlı gibi, kuşlar da kendi barınacakları yeri bulmakta 80 memesini başat kaygı edinen milletimizin tadır. Kuşlara yer kalmayan/bırakılma- bayındırlık anlayışına içinde kuş evlerinin yan devasa kentlerin hiçbir karakteristik de bulunduğu bir “yüksek”ten ne ölçü- özelliği bulunmamaktadır. Kuşevlerinden de bakılmıştır? Batı kültürünün görece bahsetmeden önce, dünyaya niye kon- hâkim olduğu günümüzde, batı kültürü- duğumuzun, dünyanın nasıl bir yurt/yuva nün hâkimiyetini sağlayan idari süreçlerin olduğunun, çevrenin ne anlama geldiği- bütün alanlarıyla geçmişi “virane/harabe” nin yeniden dile getirilmesi gerekecektir. olarak görmesi, genç kuşakların dünyaya söyleyecek özgün bir söze sahip olmala- Kuşlara Ev Yapmak… rını ne ölçüde engellemiştir? Bu gün kuş Yapay kuş cennetlerinden, nesli tüke- evlerinden birkaç meraklı dışında kim haberdardır? Gerçekten üstü küllenen, tahrip edilen o geçmiş geçmişte mi kalmıştır, yoksa alttan alta değişerek ve yozlaşarak yeni mecralar bulmuş mudur? Kentlerin dokuları tahrip edilse bile, konuştuğumuz dil, dinlediğimiz türkü, dualarımız, ilençlerimiz, farkında olmadan kullandığımız deyimlerin derin dünyası bize özgü bir kapı aralamaya, bir pencere açmaya yeterli olabilecek midir? Bu soruları daha da derinleştirerek artırmak mümkündür. Sorup sual etmek elbette önemlidir önemli olmasına da, bu soruların şikâyet ve yazıklanma vezninde olmaması, aksine, kültürel birikimin hatırlanmasına vesile olması gerekir. Kuşevlerini hatırlamak yalnızca bir mimari yapı olarak hatırlamak değildir. Bu minyatür yapıların kodları çözüldüğünde, Türklerin bilinen tarihlerinden başlayarak varlığa bakışları, İslam’ın varlık tasarımı, insanın ve diğer canlıların yeryüzündeki değeri, İslam şehirlerinin kuruluş mantığı, birlikte yaşama bilincinin alanları, ev, evin halleri, zorluk çekmezken, üstelik kentler canlılar için yaşanmaz hale gelmemişken, kuşlara ev yapmak bir merhamet göstergesi midir yoksa bu yapılar kuşları eve dâhil etmek anlamına mı gelmektedir? Eşyanın da bir “can”ı olduğunu, eşyayı rahatsız etmenin bile Tanrı’nın hatırını incittiğini varsayan bir kafa yapısının evren algısında kuşlar nerede durmakta, kuş evleri ne işe yaramaktadır? Ocağın yanmasını, dumanın tütmesini, hareketin görülmesini, hissedilmesini, özetle dünyanın viraneye dön- İslam mimarisinin ve sanatının neye tekabül ettiği gibi pek çok alanda da açılım sağlanmış olacaktır. Yoksa elbette kuşların terk ettiği günümüz kentlerinde bir mimari unsur olarak rastlanan, çoğu eskiden kalma kuş evlerinin bu günkü nesillerin zihninde söylediğimiz manada nen kuşlardan, çarpık ve insanı sindiren kentleşmeden, plastik ağaçlandırmadan, hayatımızdan çekilen çeşmelerden, susuzluktan, çevre kirlenmesinden, protest bir eylem olarak kalan çevrecilikten, hayvanat bahçelerinden, belgesellerden, safarilerden, geri dönüşümü olmayan çöp yığınlarından, petrokimya sanayinin dünyanın canına okumasından, hava, su, deniz ve toprak kirliliğinden; bütün bunlara karşı tutarsız ve teorik çözüm önerilerinden başımızı kaldırıp, çok değil yüz yıl öncesinin Osmanlı coğrafyasına baktığımızda; pek çok iyi şeyle birlikte şehirleri süsleyen bir yapıyla karşılarız… Bu, Türklerin dünya mimarisine kattığı akıl almaz incelikteki kuşevleridir ve doğrusu kuşlara ev yapmak yüzyıllardır süzülerek zenginleşe gelen bir medeniyet anlayışının mimaride taçlanmasından başka bir şey değildir. Akletme üzerine kurulu olan inançlar bütünü, Türk insanına başka hiçbir milletin aklına gelmeyen kuşlara ev yapma fikrini aklettirmiştir. Yapının özelliğine ve işlevine göre, binanın yüzeyine örme, kabartma, oyma, gibi muhtelif tekniklerle ve muhtelif malzemeden yapılan; her biri o binanın mütemmim cüzü niteliğindeki kuşevlerinin yegâne yapılma amacı hamiyet ve merhametle izah edilebilir… bir karşılık bulması söz konusu değildir. Kuşevlerinin coğrafyası, kuşkusuz Türk Bugün insanlar çok katlı sefer taslarında coğrafyasıdır. Babür Şah’ın devletinden yaşamakta, bırakın kuşları, komşularına (Pakistan/Lahor, Hindistan/Agra) Balkan- bile dikkat kesilmeye, zaman ayırmaya, lara, Selanik’e, Haskova’ya, Kavala’ya çevreyi fark etmeye “fırsat” bulamamak- uzanan coğrafyada, mimari renklilik ve 81 medeniyet “İş bu söze hak tanıktır Kuşevlerinin, evlerin yanında, ağılıklı ola- ğiştirmeyecektir. Zira, gerek yapılış şekli, rak cami, han, köprü, gibi kamunun ortak gerek yapıldığı yer ve gerekse yüklenen Bu can gövdede konuktur kullanımındaki binalara yapılması, bize anlam itibariyle “kuşları eve kondurmak/ bu hassasiyetin yalnızca “insanı yaşat evde konuk etmek” yalnızca bizim milleti- Bir gün ola uça gide ki devlet yaşasın” değil, “evreni yaşat ki mizin başarabildiği bir tecrübedir. Kuş kafesten uçmuş gibi” devlet yaşasın” felsefesinin de içkin olduğunu göstermektedir. Göçmeniyle göçmeyeniyle kuşlar için yapılan kuşevleri, yerleşik Türklerin haya- Türklerden başka kısmen Japon milletinin ta kattığı bir inceliktir. Ne var ki, bunda sayısal çoğunluk açısından Anadolu top- de kuşevleri yapması, kuşevi kültürünün Türklerin “halden anlama” durumu da rakları kuş evlerinin en güzel örneklerinin Türklere özgü bir mimari yapı ve bir bir- söz konusudur. Kuş evleri dediğimiz ya- sergilendiği coğrafya olmuştur. Bu kuş likte yaşama motifi olduğu gerçeğini de- pının Çin, Hint, Pers, Arap, Bizans, Mısır evleri içerisinde en güzeli ve en özeli ise kuşkusuz 18. yüzyılda İstanbul’da, kamu binalarına yapılan kuşevleridir. İstanbul başkentlerin başkentidir; kentlerin anasıdır ve kuşevlerinin gerek sayıca, gerekse çeşit olarak en fazla İstanbul’da bulunması yerleşik Türklerin dünya tasavvuruna dair önemli ipuçları vermektedir. Herkesin kullanımına açık, bu günkü terminolojiyle “kamusal” binalara kuşevi yapmaktan murat; kuşları gözetmek yanında; bu binaları kuşların da konaklamasına açarak bir nevi insanlardan tenha saatlerde bile onlara hayatiyet kazandırmaktır. 82 uygarlıklarını tanımış, onlardan bir şeyler Yunus Emre’nin “İş bu söze hak tanıktır/ Özetle, kuşlara ev yapmanın yalnızca alarak zenginleşmiş, üç kıtayı dolaştıktan Bu can gövdede konuktur/Bir gün ola kuşevi yapmak olarak okunmaması ge- sonra Anadolu’yu Türkiye yapmış olan uça gide/Kuş kafesten uçmuş gibi” di- rekir; kuşevleri; bize ait bir evren algısı- Türklerin bu uzun süren konma göçme zelerinde olduğu gibi; “can”ın gövdeye nın, bize özgü bir hayat tarzının imbikten hikâyelerinin incelikli bir semeresi olarak konduğunu, bir gün uçmak üzere kon- geçirilerek, alabildiğine bedii bir sunumla da okunması gerekir. Dünyayı göçülecek duğunu, doğrusu canın bir temsili bir kuş dünyanın yakasına takılmış akıl almaz bir “konak” olarak gören, ölüsüne göçtü olduğunu söyleyen idrak, elbette kuşları broşlardır. Tek farkı, en az güzelliği kadar diyen, göçenlerin ardından iyi konuşmayı da kendi canı gibi görecek onlara kendi muhtevasının da canlı olmasıdır. şiar edinen; göçmenin/uçmanın ve kon- yaşadığı mekânları yaşanılır kılma iradesi- manın, hayatın iki kanadı olduğunun ne ni gösterecektir. olduğunu iyi bilen bir toplum, dünya durdukça göçmeyecek bir zarafetin de altına imza atmıştır. Kuşevleri bir nevi kuşların kervansaraylarıdır; gelip geçici konukları için kervansaraylar yapan bir uygarlık konup uçucu kuşları için de kuş köşkleri kuş sarayları yapmıştır. İstanbul’da kuşevlerine en fazla hanlarda rastlanması ilginçtir. Garip olanların ücretsiz konakladığı, yedi iklimden gelen insanları güven içerisinde iaşelerinin, gündelik ihtiyaçlarının karşılandığı hanlar, bu evler sayesinde bir nevi “kuş hanı” olarak da işlev görmüştür. Asya, Avrupa ve Afrika’nın en fazla yer değiştiren milleti olan biz Türklerin göçmen kuşların halinden anlaması ilk bakışta Nasreddin Hoca nüktesini anımsatsa da, ortadaki evli/damlı durum düşmekle değil daha çok yücelmekle ve incelmekle alakalıdır. Kuşevleri, gerek biçim, gerek kullanılan malzeme, gerek yapıdaki konumları itibariyle tek düze değildir. Bu yönüyle de, İslam medeniyetinin değişime açık, iklim ve doğaya dönük yüzünü yansıtmaktadırlar. Kuşların yuvasını bozmayı “günah” sayan ve onları konuk eden bir uygarlığın anaç, hamiyet sahibi, yaşatmaktan, huzur vermekten yana tutumu, geleceğin dünyası için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir seçenek olarak durmaktadır. 83 Yoksa Annem Mehmet AYCI PEDAGOG MUYDU ? Lenf kanseriydi. Kanser olduğunu bilmiyordu. Doktorlar, hemşireler, bakıcılar, gidip gelen aile yakınları tembihlenmişti. Kan değerleri oldukça iyi çıkıyordu. Kanser kötü huylu olmasına karşın direniyordu. Ölür dedikleri süreden daha çok yaşadı. Dört yıl direndi. Ve sonunda öldü. Ölümüne yakın onu ziyaret ettim. Küçülmüştü. O kadar küçülmüştü ki, adeta şeker gibi bir yüzden ibaret kalmıştı. Kenarları oyalı, beyaz başörtüsü içinde bir yüz. O yüzde, ait olduğum milletin bütün çektiği acılar, kırılmalar, sevinçler, adanmışlıklar, dünya durdukça silinmeyecek bir anlama dönüşmüştü. Tansiyonum düşük diyorlar oğlum. Anne, yemeklerde tuzu severdin, tuz ye… Sanki şakanın sırasıydı. Oğlum yaram kötü herhalde… Değil anne, iyileşeceksin. Tırnak yok. Annemin tırnakları olmadı. Dişiyle, tırnağıyla inşa etti kendi hayatını… Dişsiz ve tırnaksız, kendi deyimiyle “bir at ile bir gölgeden savuştu(m)”… Belleği bir halk bilimi profesöründen daha zengindi. Ezberinde Farsak “Koca Ana”mdan, Avşar dedemden, onların aktardığı adlı adsız kişilerden, kendisinden yüzlerce sözlü kültür ürünü vardı; ben geç uyandım. Birkaç gece konuşturdum. 150’ye yakın metin derledim annemden… Ölümüne yakın onu ziyaret ettim dedim de… Az kalsın unutuyordum anlatacaklarımı… Düşükler 84 Düşünüyorum da, ailenin en yaramazı, en ele avuca sığmazı, en cinsi bana bile kızmazdı; hiç birimize çocuk gibi davranmadı… Oğlum, hani çocukluğunda ele avuca sığmayan, düz duvara tırmanan, otu çekse dünyayı da birlikte çekeceğine kör güvenle inanan oğlum yaramazlık yaptığında, Köroğlu’na, kızım, akıllı çocuk yaramaz olur, o bunları aklından yapıyor, kızma, diye nasihat veren, nasihati verirken sesinin tonunda zerrece didaktiklik barındırmayan, bunu bir yağmur damlasının düşmesi gibi, bir kuş uçuşu gibi, bir çiçeğin açması gibi doğal söyleyen annemdi. Evet, 12 çocuk doğurmuş ve büyütmüştü. Orta mektep okumak için ayrılan çocuklarının hasretiyle gözleri gövermişti. Sonra o çocuklar yuvadan uçtular. Bayramdan bayrama uğradılar. O kendi kişisel tarihine ağıtlı yeni sayfalar ekledi. Başka hasretli ağıtlarla birlikte içinde tuzlu denizler taşıyan dörtlükler söyledi. Bir de o yanı vardı. Ağıtlarda bile niteliği, yaşanmışlığı, sahte olanla kurgusal olanı fark ederdi. “Ne tatlı söylemiş” derdi, hem söyleyip hem gözlerinden üzüm tanesi gibi dökerken bir ağıdı… Düşünüyorum da, ailenin en yaramazı, en ele avuca sığmazı, en cinsi bana bile kızmazdı; hiç birimize çocuk gibi davranmadı… Büyük adam gibi davranırdı. Sürekli konuşurdu bizimle, hayır bizimle konuşmazdı, bizi konuştururdu. Anlattığı sözlü kültür ürünlerinden çocuk zihninde şekillenen yeni iklimler, yeni ülkeler anlattığımızda ha oğlum, e kızım diye teşvik eder, sürekli konuştururdu. “Ağaç” demezdi, o ağacın bir adı vardı, “kuş” demezdi, o kuşun bir adı vardı. İşte ölümüne yakın sorduğumda, çocuğu konuşturursan zekası açılır oğlum diyecekti. Beşikteki üç günlük bebeye bile büyük muamelesi yapar, büyük adamlara nasıl davranılırsa öyle davranır, göğsüne bastırırken, kalbinin yazmasıyla sarardı. Onu bilinci yerinde son gördüğümde, rüyasında ikiz çocuklar gördüğünden, birinin bir kolunda birinin diğer kolunda olduğundan, hiç renkli gözlü çocuğu olmadığından, çok istediğinden, doğurma gücü olsa yine doğuracağından, her birimizin farklı olduğundan, her birimizden ayrı bir tat aldığından bahsetti. Düşünüyorum da “modern pedagoji”nin bunca şeyden sonra, çocuklar için bir anne ne yapmalı dediği her şey “ümmi” olan annemde vardı. Her insanın yeryüzü için bir zenginlik olduğunu melekler söylemişti ona çünkü. Annem melekleri severdi. 85 EPİLEPSİ Umut ATAKUL Epilepsinin zor tarafı arada bir ortaya çıkan bir hastalık olmasıdır. Epilepsisi olan hastaların muayenesinde çoğu zaman bir şey bulunmaz ve çoğu zaman hastalar sağlıklı insanlardır! Kısaca epilepsi keşfedilmesi ve kabullenilmesi en zor hastalıklardan biridir. Zihnimiz, bilmediğimiz için korktuğumuz ve bu yüzden yok saydığımız yarım-yamalak-hastalıklı bilgilerle dolu. Sadece benim ya da sizin değil herkesin, sadece bu gün değil her gün. Bir kadın sokak ortasında, ortaçağda, Avrupa’da belki de bu gün kapitalizmin ve sözde demokrasinin merkezinde, yerde titreyerek nöbet geçirirken, onu izleyen kuşkulu gözler en iyi ihtimalle kadının içine şeytan girdiğini düşünüyordu. En kötü ihtimal ise kadının cadı olduğuna kanaat getirilmesiydi. Sonra; sonrası malum, hızlı bir engizisyon mahkemesi, acele bir çarmıh, bol çalı çırpı, yanan et kokusu tatmin olmuş kalabalık! Durum doğuda bu kadar korkunç olmasa da yine de acıklı, en iyi ihtimalle köyün delisi ya da içine cin girmiş bir zavallı. 86 Bu gün de gözle görülür semptomları nedeniyle dolandırıcıların sık kullandığı bir hastalık epilepsi. Yaya trafiğinin aktif olduğu bir cadde-sokak, yerde genç bir adam(kriz geçiriyor), etrafını saran endişeli topluluk, hüzün-korku-panik! Zihnimizdeki epilepsi bilgileri bunlar çoklukla. Ama epilepsi ne? Epilepsi, santral sinir sistemini etkileyen nörolojik bir hastalıktır. Beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı elektro-kimyasal boşalma yapmasından olur. Beyindeki sinir hücreleri elektrik akımıyla çalışır, en basit örnekleme bilgisayar olabilir. Epilepsili sistemde bir grup sinir hücresinin fazla elektriksel aktivitesi olur ve bu hücreler arada bir boşalma yapar, bu da hastanın davranışlarında geçici değişikliklere neden olur. Bu değişiklikler her zaman bilinen sara nöbeti şeklinde gerçekleşmez. Kısa süreli dalma şeklinde de olabilir. Hasta hiç yapmayacağı garip davranışları yapan bir insana da dönüşebilir. Şöyle ki; ortada yiyecek bir şey olmamasına rağmen ağzını şapırdatabilir, başını bir yöne çevirip dimdik bakabilir ya da toplum tarafından ayıp karşılanabilecek davranışları nöbet anında yapmaya başlayabilir, birden sesler duymaya başlayabilir, hayaller görmeye başlayabilir vs. Kısaca bilinen nöbetler dışında hasta sıklıkla epilepsi olduğunu anlamaz, tedaviyi yanlış uzmanlarda arar. Psikolog, psikiyatri ikinci yanlış adrestir, genelde ilki tüm nöbet türlerine derman olması beklenilen hocalardır. Epilepside başka bir sorun da arada bir ortaya çıkan bir hastalık olmasıdır. Epilepsisi olan hastaların muayenesinde çoğu zaman bir şey bulunmaz ve çoğu zaman hastalar sağlıklı insanlardır! Kısaca epilepsi keşfedilmesi ve kabullenilmesi en zor hastalıklardan biridir. 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinde Türkiye’nin en önemli ve başarılı epilepsi merkezlerinden biri var. Bu merkezin başında da Prof. Dr. Barış Baklan. Hastalığın en temel meselesi teşhisi olduğu için dünya standartlarında bir uyku merkezi oluşturmuş. Yukarıda bahsettiğim muayene sorunu, uyku takibi ile nerdeyse sıfırlanıyor. (Uyku takibi başka bir yazının konusu ama kısaca şöyle işliyor; hasta bir süre klinikte gözetim altında tutuluyor ve uyku sırasında beyin aktiviteleri izleniyor. Bir nöbet yakalandığında da teşhis konuluyor. Bu merkezde de asıl olan o nöbeti yakalamak ve kaydetmek. Çünkü hastalığı tanımlamanın tek yolu kriz ya da nöbeti yakalamak.) Uyku merkezi hastaneye büyük bir avantaj sağlamış doğal olarak. İşte bu yazı o merkezdeki hasta ve yakınlarının yaşadıklarını aktarmak için hazırlandı. Bir anne Saliha, kızının uykusunu izlerken gözleri dumanlı. Saliha Toprakdeviren-Hasta Yakını “Yapılan tetkikler sonucu epilepsi şüphesiyle bu işe başladık. İlk etapta tabi çok gücümüze gitti. Yani gücümüze gitti derken, benim çok gücüme gitti. Nelerin bizi beklediğini tahmin edebiliyordum. Çünkü ben severim araştırmayı. Beynindeki anokrati kitleden dolayı, bazı şeyleri internetten takip ettiğim için. Bizi iyi şeylerin beklemediğinin farkındaydım. İlk etapta ilaç başlanmadı. Önce bir nöbet şekillerine bakılıp, evde kamerayla bizim takip etmemiz istendi ama nöbet anında heyecanlandığınız için bunu yapamıyorsunuz. Doktorlarımız kendince çok haklı ama biz de aile olarak haklıyız. Çocuğunuza ne yapacağınızı bilmiyorsunuz ve o anda onu kameraya çekemiyorsunuz. Sizden istenilen çocuğunuzun faydasına ama ailenin o anda heyecandan yapamadığı bir şey. Şu anda burada kalmamızın ana nedeni, epilepsinin hangi türüyle karşı karşıya olunduğunun saptanması ve kullanılmakta olan ilaçların değişip değişmeyeceğine karar verilecek olması. Epilepsi bizim hayatımıza girdiğinden beri, ailemizin yaşantısı çok değişti. Kızımın sosyal yaşantısına odaklandık. İlk altı ay hiç kızımdan ayrı yatamadım. Her gece depremdeymiş gibi yatağı sallandı o krizlerle... Küçük kızım ilgisiz kaldı. Bunların dışında bir de çalışmak, işe gitmek zorundasınız. İşlerim etkilendi. Eşimle olan ilişkim etkilendi. Şimdi daha iyiyiz, toparladık. İnşallah bundan sonrası daha da iyi olacak. En kötüsü bir annenin evladında bunu yaşaması. Çünkü ne bileyim yani, bir annenin en son düşünebileceği şey çocuğu için. Hastalık olsun, belirli olumsuzluklar olsun hep kendim yaşayım aman onlara bir şey olmasın dersiniz. Ama maalesef bizim gibi birçok aile bunları yaşıyor. Ne yapıyoruz şimdi, ona hasta olduğunu hissettirmeden hayata bağlanmasını sağlıyoruz. Epilepsi çok mu kötü? Belki değildir ama aileleri çok fazla etkiliyor. Bir yere gideceği zaman yanında birinin olması gerekiyor. Yaz geldiğinde denize girmesi yasak. Ne bileyim bir balkonun kenarında oturması yasak. Camdan sarkıp bakması yasak. Kaldırımda bile on metre açıktan yürümesi gerekiyor. Çünkü bir kriz anında caddeye yakın olması çok kötü sonuçlar doğurabilir. Dışarıya çıktığında hep bunları düşünüyorsunuz.” Bilinen nöbetler dışında hasta sıklıkla epilepsi olduğunu anlamaz, tedaviyi yanlış uzmanlarda arar. Bir annenin titreyen nefesinden geçip başka bir anneye bırakıyorum kelimeleri. Bu kez anne hasta ve endişelenen yine çocuklar. Nilüfer Öztürk epilepsi hastası ve onu korkutmuyor endişe. Bir anne olarak merak edilmek özen gösterilmek hoşuna gidiyor. Belki de öyle varsayıyor, hastalığından kendini çocuklarının sevgi kalkanıyla koruyor. 87 sağlık Nilüfer Öztürk-Epilepsi Hastası “Hani bana bir şey olacak diye korkuyorlar. Hatta küçük kızım anne ne olur her şeyi ben yapayım sen bir şey yapma ama hasta olma diyor. Yani benden bir şey istemiyorlar şu anda, anne bir su getir, bir çay getir, ben yaparım anne, ikisi de kalkıyor. Tabi bu devirde de şimdi böyle kızlarınızın olması da bu hastalığın bana getirdiği artılar tabi ki de. Ama istemezdim. Ben her şeylerini yapsaydım, onlar bu sıkıntılara girmeselerdi. Çünkü büyük kızım sürekli mesaj atıyor: Nasılsın? İyi misin,? Nerdesin? diye. Çünkü doktorlar balkondan aşağı bakmayın, cama çıkmayın, arabayı yalnız kullanmayın dediler bana. O yüzden şimdi ilk defa yalnız bugün hastaneye geldim ve inanın sabahtan beri telefonum susmuyor. Sürekli, sürekli arıyorlar beni. Nefes alıyorum, hasta değilim, iyiyim ve çok iyiyim. Şu anda girdim, çıktım. Sürekli, dakika dakika rapor veriyorum.” Her hastalık kendi gerçekliğini oluşturuyor kaçınılmaz olarak. Epilepsi, hasta yakınları için en çok endişe demek. Kafalarındaki soru işaretleri ile yaşamak. Acaba nöbet geçirir mi? Acaba düştü mü? Acaba iyi mi? Acaba? Gözü ve aklı hep hastasında olan, anneler ve kızları değil sadece. Eşler de bu hastalığın mağdurları. Hüseyin Arga’nın kırk yılık eşi epilepsi hastası. Ağzını doldurarak şikayet edemiyor Hüseyin Amca. Yanında hasta karısı var çünkü, “sıkıntı yok” diyor en çok. Cümlelerindeki yılgınlığı böylece savuştururum diyor. 88 Hüseyin Arga-Hasta Yakını “Sıkıntı, yalnız bırakamama durumunda. E tabi uyumamasını tembihliyorum dışarı çıktığımda mesela. Emekliyiz biz, çalışmıyorum da, hiç bir iş yapmıyorum. Bu arada tabi, bir buçuk iki senedir bir şey yapmıyorum. Hep eşime bakıyorum. Sakın, aman uyuma, ben evde yokken sakın yatma diye tembihleyip çıkıyorum. Bu zorluğu var. Yani başka bir zorluğu yok. Tabi, acaba nöbet geçirecek mi endişesiyle yaşamak, gözünün hep arkanda olması dışında bir sıkıntısı yok.” Bir hastalığı yok saymak, sitemleri olabildiğince gizlemek her halde bu coğrafyaya yakıştığı var sayılan bir durum. Ya da sıkıntı yok demek. Anne Saliha itiraz ediyor buna, 2010’larda genç bir kızın, kızının epilepsi olmasının sıkıntılarını biliyor; Her hastalık kendi gerçekliğini oluşturuyor kaçınılmaz olarak. Epilepsi, hasta yakınları için en çok endişe demek. Saliha Toprakdeviren-Hasta Yakını “Şimdi ilk başta çevre sizden bir ürküyor. Neden ürküyor? Benim yanımda kriz geçirirse nasıl müdahale ederim? Arkadaşları bir eğlence yerine gidecekleri zaman soyutlayabiliyorlar. Düşünsenize eğlenmeye gidiyorsunuz, yanınızda böyle bir arkadaşınız kriz geçiriyor. Ortam dağıldığı gibi moral de bozuluyor. Muhakkak geri dönmek zorundasınız. Ama arkadaşınıza bu kaygılarınızı hissettirmemek adına bir yere giderken haber vermiyorsunuz. Bu bir dezavantaj. Onun dışında koca bir yaz dönemi arkadaşlarıyla denize gitti ama denizin kenarında oturdu. Hiç bir şekilde denize girmedi. Bir kere bizimle gitti. Baktığınızda rahatsızlandığını hissedebiliyorsunuz. Çünkü dalgalandığı zaman deniz, ayaklarının altından kaydığını söylüyor ve hemen çıkıyor, başı dönüyor. Onun için toplumdan soyutlanmış oluyorsunuz.” En basiti ya da en mühimi sıkıntının, topluma karışamamak, hep dışarıda kalmak. Kontrol edemediğin, istemediğin, beklenmeden gelen; ama senin bir parçan olan hastalığından utanmak. Gencecik bir üniversite öğrencisi, Emrullah Yıldız pırıl pırıl ve samimi. Dışarıda olmanın utanmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Emrullah Yıldız-Epilepsi Hastası “Ben lisedeyken yurtta kalıyordum, ailemin yanında değildim yani. Lise yurdunda kalıyordum, devlet yurdunda. Ve bu ataklar olduğunda arkadaşlarım endişeleniyordu. Ben kendimi de arkadaşlarımın önünde çok küçük düşmüş hissediyordum. Yani kendimi çok kötü hissediyordum. Oturup ağlayasım geliyordu yani. Ben kendimi hareket ettirmiyorum, vücudumu başka bir şey kontrol ediyor, yere düşüyorum yani istemsiz olarak. Arkadaşlarım bunu görüyor onlar endişeleniyor, ben onlardan utanıyorum rezil oldum diye. “ Geçmişten gelen, bilinen, tarih boyunca korkulan, kaçılan, utanılan, yok sayılan epilepsi yahut sara, hasta ve yakınlarını her gün, her saat, her an kuşku ve endişeyle yaşamaya mahkum bırakıyor. Diğerleri de bu semptomlarla karşılaşırlarsa, dost sohbetlerinde anlatılacak ilgi çekici bir mevzu olarak biriktiriyorlar. Kimileri hasta, kimleri o hastaların yakınları, kimileriyse hiçbir şeyin farkında değil. 89 Masal Ülkesi Türkiye Ayşe SEVİM Yazar Perilerin cirit attığı, şehzadelerin delikanlılık kokusunun tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği bir yer Miniatürk. Bu masal diyarına elimizi uzatıp size birkaç örnek sunalım ister misiniz? 90 Türkiye’nin ilk minyatür parkı olan Miniatürk, 02 Mayıs 2003 tarihinden itibaren ziyaretçilerine hizmet veriyor. Toplam 60.000 metrekare alan üzerine kurulan Miniatürk’te, 15.000 metrekare maket alanı, 40.000 metrekare yeşil ve açık alan, 3.500 metrekare kapalı alan, 2.000 metrekare havuz ve suyolu, 500 araçlık otopark yer almakta. bir büyükannenin torununa anlattığı bir masal mı olduğunu insan ciddi ciddi düşünebilir. Perilerin cirit attığı, şehzadelerin delikanlılık kokusunun tüttüğü, ibadethanelerin huzurla gözlerini size diktiği bir yer Miniatürk. Bu masal diyarına elimizi uzatıp size birkaç örnek sunalım ister misiniz? Ayasofya’dan Selimiye’ye, Rumeli Hisarı’ndan Galata Kulesi’ne, Safranbolu Evleri’nden Sümeli Manastırı’na, Kubbet-üs Sahra’dan Nemrut Dağı Kalıntıları’na dek pek çok kültür ve medeniyetin izlerinin bir araya geldiği parkta, bugün artık yerlerinde olmayan Artemis Tapınağı, Halikarnas Mozolesi, Ecyad Kalesi gibi eserler de yeniden canlandırılmışlar. Mesela Amasya Yalı Boyu Evleri. Miniatürk’de maketini göreceğiniz Yeşilırmak kıyısındaki bu evler, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında inşa edilmişler. İnşa edilmek yerine şöyle boylu boyunca Yeşilırmak’ın kıyısına uzanmışlar demek daha doğru olur. Anadolu sivil Türk mimarisinin güzel örnekleri olan bu evler insana kocaman bir aile hissini veriyor. Odalarında çocukların koşturduğu, penceresine elinde tespihi olan yaşlı bir büyükannenin yerleştiği, yer tahtalarının sabunlu su koktuğu, erkeklerin ağırbaşlı, kadınların maharetli olduğu kocaman bir aile. Aynı zamanda Anadolu’nun ilk prefabrik konutları olan Amasya Yalı Boyu Evleri gerçekten insanın gözlerine sunacağı kıymetli bir manzara. Miniatürk’deki eserlerin ışığı altında ülkemizin gerçek mi yoksa buruş buruş Şimdi Yeşilırmak’tan üzerinden atlayarak Bursa’ya gelin lütfen. Burada Minia- Türkiye ve Osmanlı coğrafyasından seçilmiş eserlerin 1/25 ölçekli maketlerinin yer aldığı Miniatürk’te, 59 eser İstanbul’dan, 55 eser Anadolu’dan 12 eser ise bugün Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı coğrafyasından olmak üzere126 maket eser sergilenmekte. türk’de maketini gördüğünüz Bursa Ulu camii sizi bekliyor. Bursa’nın en büyük camisi olan eser, 1400 yılında ibadete açılmış. Yıldırım Bayezid tarafından Niğbolu Zaferi sonrası, savaşın geliriyle halka armağan olarak inşa edilmiş. Güzel bir armağan. Bir halka, bir şehre verilebilecek İslam’a ait zarif bir parmak izi. Meşhur Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi, ömrü boyunca bu camide imamlık yapmış. Ceviz oyma minberi ve hat levhalarıyla ünlü olan camii Şimdi haritada biraz yukarı tırmanalım isterseniz. Sizi oldukça yükseğe çağırıyorum. Trabzon’daki Sümela Manastırı’na. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre 385 yılında Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler. Gördükleri rüyaya göre birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon’a gelmişler, orada karşılaşıp rüyaları birbirlerine anlatmışlar ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Sümela Manastırı bugünkü görünümünü 14. yüzyıl ortalarında yapılan eklemelerle almış. Manastırdaki kilise yaklaşık dört yüz metrekare büyüklüğünde ve mağaranın içine oyulmuş bir yapı biçiminde. Kale görünümündeki manastır vadiye yüz basamaklı 91 gezi dik ve dar bir merdivenle bağlı. Anlayacağınız bu ibadethane kendini kolayca muhatabına sunma taraftarı değil. Eteklerine ulaşmanız için önce yorulmanız gerekiyor. Basamakları çıktığınızda ise karşınıza tüm haşmetiyle dikiliyor. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın içindeki her katta tek sıra halinde, fresklerle süslü sekizer oda yer almakta. Sümela Manastırı’nın Miniatürk’deki maketinden da anlayacağınız üzere saygı duyulacak bir güzelliği var. Miniatürk’deki maketi de bir harika olan dünyanın sekizinci harikasına çağırıyoruz sizi. Gelebilecek misiniz? Çünkü burası da Sümela Manastırı gibi oldukça yüksek bir yerde. İslam dininin aksine diğer dinler özellikle de kutsal dinler arasına girmeyen inançlar Tanrı ve insan arasına kocaman mesafeler koyduğundan genelde ibadethaneler, tapınaklar, kutsal yerler yüksek bölgelerde bulunuyor. Ayaklarınızı biraz yoracağız anlayacağınız. Gerçi Adıyaman Kahta’da bulunan Nemrut Dağı’ndaki iki bin iki yüz altı metre yükseklikteki Kommagene Krallığı’na ait kalıntılara geldiğinizde yorulduğunuza değdiğini anlayacaksınız. Dünyanın sekizinci harikası olarak anılan kalıntılar, M.Ö. 80-M.S. 72 yılları arasına ait. Nemrut Dağı’ndaki Açıkhava tapınağının doğu setinde sekiz adet yontma taşlı, tahtların üzerine oturmuş, sekiz- on metre yüksekliğinde büyük tanrı heykelleriyle kopmuş baş heykelleri bulunmakta. Burada dolaşırken taş kesilmiş devlerin arasında yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Sanki bir felaket gerçekleşmiş ve tüm bu dev insan ve hayvanlar yüzlerindeki son ifadeyle taşlaşıvermişler. Damarlarından akan kan donmuş, etlerinin sıcaklığı taşın soğukluğuna dönüşmüş. Buradan sizi bir savaşa götüreceğiz. Bombaların, sürgülerin, kan kokusunun arasından yürüyeceğiz. Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam isimli kitabında 92 bir karakterini şöyle konuşturur: “.. Biliyor musun korkaklık da bulaşıcıdır, yiğitlikte. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu herkese ama savaş içinde oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, çünkü kolayca ölünüyor. Ölmek barış zamanında zor oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman. Bir de elde etmek istediğin şeyler söz konusu. Savaşırken bir şey elde edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanında bu yok işte..” Ölüm bu savaşta korkulacak bir şey değil. Çarçabuk göç ediyor Mehmetçikler. Çünkü ölümleriyle bir şey kazanıyorlar: Asla ölmemeyi, yani şehit olmayı. Hepsi körpecik delikanlı. Evet, Çanakkale Şehitler Anıtı’na bekliyoruz sizi. Çanakkale Şehitleri Anıtı Çanakkale’de, Morto Koyu önündeki Hisarlık Tepe üzerinde. Çanakkale’de şehit olan iki yüz elli bin askerin anısına yaptırılmış. Temeli 19 Nisan 1954 tarihinde atılan anıtın yapımı, altı buçuk yılda tamamlanmış. Anıt için 1944 yılında yapılan yarışmayı Mimar Doğan Erginbaş, İsmail Utkular ve Mühendis Ertuğrul Barla’nın projelendirdiği eser kazanmış. Açılışı 21 Ağustos 1960 tarihinde yapılan anıtın altında müze, yanında Mehmetçik Anıtı ve Türk Şehitliği bulunmakta. Henüz gitmeyenler için ihmal edilmemesi gereken bir yer Çanakkale. Bu gezi, gözlerinizden ve zihninizden çok kalbinize sunacağınız bir hediye olacak. Son olarak sizi bir gözyaşı mabedine çağırıyoruz. Eyüp Sultan Camii’ne. Cami Hz. Muhammet’in (sav) sancaktarı Ebu Eyyup El-Ensari’nin İstanbul kuşatması sırasında şehit düştüğü yere, İstanbul’un fatihi Sultan II. Mehmet tarafından yapılmış. Eyüp Sultan adına inşa edilen cami, aynı zamanda İstanbul’un ilk camisi olma özelliğini taşıyor. Zamanla harap hale gelince, minareler korunarak cami yıktırılmış ve Sultan III. Selim tarafından yeniden yaptırılmış. Günümüze ulaşan da, barok üslubunda yaptırılan bu camii. Tahta çıkan Osmanlı şehzadelerinin kılıç kuşanma törenleri burada yapılırmış. Şehzade padişahlığa geçişini önce Eyüp Sultan’a onaylatırmış yani. Eyüp Sultan Camii, manevi kimliğin simgeleri sayılan türbeleri ve tekkeleriyle birlikte kutsal bir ziyaretgah işlevi görmekte. Evlenenlerin, dileklerinin kabul edilmesi için gelenlerin ve de orayı sadece kokusundan ötürü sevenlerin mekanı bu camii. Türbeden çıkan teyzeciklerin ağlamaktan kızarmış gözlerinin kırış kırış kokusu, camiinin üzerinde uçuşan kuşların rüzgara kafa tutuşlarının kokusu, evden camiye gitmek için çıkarken cebine yolda çocuk görürsem veririm diye şeker atan dedelerin merhamet kokusu, insanın tüm günahlarının ama tüm günahlarının affedilebileceğinin kokusudur bu caminin duvarlarına sinen. 93 MÜTEVAZI ROLLERİN BÜYÜK OYUNCUSU AYŞEN GRUDA Ayşen Gruda 30 Kasım 1945’te İstanbul’da doğdu. Bazı yazılarda doğum tarihi 1946 olarak yazılmaktadır. Yeşilköy’de oturdukları yıllarda komşularının taklidini çıkartırken ailesi tarafından keşfedildi. Kardeşi Ayben Erman ve Ayten Erman da kendisi gibi oyuncu olmayı düşünüyorlardı, ancak yalnız o bu yolda yürüyebildi. Sanatçı olarak ekranlarımızda, televizyonlarımızda karşımıza çıkmasında yine kendisi gibi önemli bir sanatçının, Adile Naşit’in rolü oldu. Televizyon için yaptığı skeçlerden birinde canlandırdığı ‘Domates Güzeli Nahide Şerbet’ karakterinden sonra Ayşen Gruda’nın lakabı ‘Domates Güzeli’ olarak kaldı. Ünlü sunucu Korhan Abay ile ekrana gelen bu skeçler, yani kısa söyleşiler, o zamanın televizyon programlarında herkesin izlediği zaman diliminde yayına girerek izleyiciye bir gülümseme olanağı sağlıyordu. Onun kendisini eleştiren ama bir o kadar da kendine güven duyan fiziki özellikleri ile ruh halinin uyumu bu programlarda kendini gösterdi. Seyirci görkemi ve güzelliği ile kendini ezmeyen bu sanatçıyı kendi ailesinden, kendi mahallesinden biri sayarak izleme fırsatı buldu. Hayalleri ve olanakları arasında yaşadığı kurmacanın gülümseten yönünü onda buldu; onunla kendini aynı sahnede, aynı dünyada gördü. Elif Balcı Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğrencisi Dursun Ayan Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanı 94 Yaşam öyküsüne ilişkin verdiği bilgilerde bunu bir ölçüde yansıttığını görüyoruz: “Babam kara tren makinistiydi. Annemle Samsun’da tanışıp evlenmiş. Annem sanata düşkün bir kadındı, güzel bir sesi, iyi bir müzik kulağı vardı. Usul bilir, tangolar söylerdi.” Ayşen Gruda’yı daha sonraları televizyonda çokça izleyebildiğimiz filmlerde gördük. İlk olarak Hababam Sınıfı. Ayşen Gruda sinema ile tanışmasını şöyle anlatır: “Adile Naşit ile çok iyi arkadaştık, dosttuk. Anlayışlı, sohbeti tatlı bir kadındı. Aynı apartmanda altlı üstlü oturuyorduk. Tiyatroya, sinemaya beraber giderdik. O zamanlarda ekonomik sıkıntılarım vardı, bunları da ona anlatmıştım. Adile abla da Arzu Film’in ekibinde kalabalık filmlerde rol alıyordu. Ertem Eğilmez’e bahsetmiş benden. Çağırdı, sete gittim. On gün gittim, on beş gün gittim, ama hiç kimse bir şey söylemedi. Hangi rolü alacağımı da kaç para alacağımı da bilmiyordum. Meğer Ertem Abi uzaktan beni izliyor, kadroya uyum sağlar mıyım diye düşünüyormuş. Hababam Sınıf’ında bana küçük bir rol verdi. Öğrenciler liseler arası bilgi yarışmasına katılıyor, ben de sunucuyu canlandırıyordum. (ilk Hababam Sınıfı filmi) İki dakikalık bir roldü ama herkes beni tanıdı. Ertem abinin çekirdek kadrosuna girdim, hemen hemen bütün filmlerde oynadım.” Onun tiyatro çalışmalarını sinemadaki başarısı ile bir düşünmek de gerekebilir. Bir süre oyuncu ve yazar Yılmaz Gruda ile süren evliliği de bu bağlamda anlamlıdır. “Ankara Meydan Sahne’sinde Yılmaz Gruda ile tanıştım, evlendim. Kızım Elvan dünyaya gelince onu büyütmek için tiyatroya ara verdim. Eşimle İstanbul’a dönünce Deve Kuşu Kabare kadrosuna girdim.” Gruda’yı izleyici olarak yan rollerde daha çok görmüşüzdür, fakat o başrollerde oynamamasına rağmen oyunculuğundan her zaman söz ettirmeyi başarmıştır. Ayşen Gruda nasıl oldu da ufak rollerle kendinden söz ettirebildi. Bir röportajında “Ben Arzu Film ekolünden geliyorum bizde başrol, orta rol diye bir şey yoktu, ne rol verilirse onun hakkını vermeye çalışırdık. Bir de insanın yüzünün ekrana yakışması gerekiyor, karizmanız çok önemli.” Belki de hayatı gündelik boyutuyla mütevazı bir şekilde yaşaması onu seyirciye yaklaştırıyordu: “ Elvan okula gidene kadar çalıştım. Kariyerim boyunca basına hep mesafeli durdum. Aile hayatımı hep uzaklarda yaşadım. Onlar bu işi yapmadıkları için göz önünde değiller. Doğru olan da bu. Ben bazıları gibi çocuğu kızamık geçirince basın ordusunun karşısına geçmiyorum. Sadece işimi yapıyorum. Benim hayatım da normal insanlarınki gibi. Ev işleriyle ilgileniyorum, torunumla vakit geçiriyorum. Kızıma ve torunuma vakit ayırmaktan çok büyük zevk alıyorum.” Zamanla Ayşen Gruda bizim bir sesimiz, bir resmimiz oldu. Onun farklı rolleri oynama yeteneği ve bunu tv dizilerinde de sürdürebilmesi çok yönlü bir sanatçıyla Türk insanın farklı toplumsal katmanlarını, farklı yüzlerini buluşturabildi. Filmlerinde doğrudan doğruya aileye ilişkin bir öğretiyi dayatmasa da onu bazı filmlerinde bir aile üyesi olarak görürüz. Aile hayatını Bazen cadaloz, bazen evde kalmış kız kurusu, bazen gözü açık bir kadın, bazen de saf bir aile kızı olarak canlandırmıştır. Aileyi bugünün bağlamında olduğu kadar tarih bağlamındaki komedilerde de ifade eden filmlerde onu görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Sadık Şendil’in senaryolarında Ertem Eğilmez’in rejisörlüğünde aile ve toplum hayatının farklı buluşma kavşakları tüm hareketliliği ile karşımıza çıkmaktadır. Ayşen Gruda buralarda bize bizim hayatımızdan el sallamakta, bizim için oralarda bir rolü canlandırmaktadır. Sinema sanat ve toplum hayatının buluştuğu alanlardan konuya bakarsak, başka bir dille, sosyolojik açıdan düşünüldüğünde sinemanın ele aldığı senaryo kadar, bu 95 sinema senaryoların uzun yıllar toplum tarafından izlenilebilir olması da önemlidir. Bu sanat esirine sosyolojik anlamad bir ömür kazandırırken o eserleri ve bu eserlerde rol alanları, senaristlerini, yönetmenlerini de sinema tarihine taşımaktadır. Toplumumuzun hala bazı eski filmleri ilk defa vizyondaymış, ekrandaymış gibi izlemesinin sebebi senarist ve oyuncu gözlemlerinin önemi ve güncelliğini koruyan olgu ve olaylar dayanmasıdır. Filmlerini toplum hayatınınözünden seçebilenFilmler ve o hayatın kahramanlarını canlandıranlar bugün olduğu gibi gelecekte de yaşayacaktır. Ayşen Gruda’yı da sinema dünyasından bu satırlara taşıyan ana özellik bu olsa gerek. Satırlarımızı onun rol aldığı bazı filmlerin adını hatırlayarak sonlandıralım: Namuslu filminde Naciye, Çöpçüler Kralı filminde Hacer, Gırgıriye filminde Sevim, Davaro filminde Ayşo, Şekerpare filminde Peyker, Bizim Aile filminde Feride, Süt Kardeşler filminde Emine, Çiçek Abbas filminde, Şükriye ve Kaygısızlar dizisinde Sabriye rolü. Rol aldığı sinema ve dizi filmleri tarih sırasına göre hatırlarsak: Sinema filmleri Hababam Sınıfı (1974) Hanzo (1975) Bir Araya Gelemeyiz (1975) Bitirimler Sınıfı (1975) Delisin (1975) Tosun Paşa (1976) Süt Kardeşler (1976) Güngörmüşler (1976) Aile Şerefi (1976) Öyle Olsun (1976) Sarmaşdolaş (1977) Şaban Oğlu Şaban (1977) İbo İle Güllüşah (1977) Hababam Sınıfı Tatilde (1977) Gülen Gözler (1977) Çöpçüler Kralı (1977) Neşeli Günler (1978) Avanak Apti (1978) Doktor (1978) Şark Bülbülü (1979) Renkli Dünya (1980) Gırgıriyede Şenlik Var (1981) Gırgıriye (1981) Davaro (1981) Hababam Sınıfı Güle Güle (1981) Görgüsüzler (1982) Dolap Beygiri (1982) 96 Doktor Civanım (1982) Çiçek Abbas (1982) Şekerpare (1983) Gırgıriyede Büyük Seçim (1984) Ağa Bacı (1984) Şendul Şaban (1985) Fakir Milyoner (1985) Namuslu (1985) Uyanıklar Dünyası (1985) Aşık Oldum (1985) Seyyar Kamil (1987) Aile Pansiyonu (1987) Rumuz Sev Beni (1993) Hababam Sınıfı Merhaba (2004) Keloğlan Karaprens’e Karşı (2006) Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? (2006) İlk Aşk (2006) Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu (2006) Kağıt (2008) Pazarları Hiç Sevmem (2012) Rol Aldığı Televizyon Dizileri Seyahatname (1977) Ana (1992) Kaygısızlar (1994) Ana Kuzusu (1997) Evimiz Olacak mı? (1999) Sultan Makamı (2003) Güz Yangını (2005) Sen Misin Değil Misin (2005) İki Aile (2006) Fırtına (2006) Fessuphanallah (2007) Gece Gündüz (2008) Mert İle Gert (2008) Aile Reisi (2009) Zoraki Başkan (2009) Karışık Aile (2010) Leyla İle Mecnun (2012) Krem (2012) Rol Aldığı Tiyatrolar ve Müzikaller Mum Söndü Deve Kuşu Kabare Hababam Sınıfı Müzikali Yedi Kocalı Hürmüz Bizim Sınıf Papaz Kaçtı Hisseli Harikalar Kumpanyası Dün Gece Yolda Giderken Çok Tuhaf Bir Şey Oldu
© Copyright 2024 Paperzz