ISSN 2146-4006 Bozok Medical Journal Cilt: 4, Sayı: 2, Ağustos 2014 BOZOK TIP DERGİSİ Volume: 4, Number: 2, August 2014 Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayın Organıdır Official Journal of Bozok University Medical Faculty www. bozok.edu.tr BOZOK TIP DERGİSİ Cilt 4, Sayı 2, 2014 Tıp Fakültesi Adına Sahibi Prof. Dr. Namık DELİBAŞ Editör Prof. Dr. İlhan GÜNAYDIN Yardımcı Editörler Yrd. Doç. Dr. Ayşe Yeşim GÖÇMEN Yrd. Doç. Dr. Savaş SARIKAYA Yrd. Doç. Dr. Seyhan KARAÇAVUŞ Yrd. Doç. Dr. Tugay ATALAY Dergimiz Türkiye Atıf Dizini (Turkey Citation Index)'ne kayıtlıdır. Baskı - Cilt / Press and Binding BOZOK Gazt. ve Matb. Tic. San. A.Ş. A.Nohutlu Mah. Sakarya Cad. No: 10 Tel: (0354) 217 07 77 Faks: (0354) 212 22 33 Merkez / YOZGAT Yayın Türü / Type of Publication Yerel Süreli Yayın / Periodical Publication Basım Tarihi / Date of Publication Ağustos 2014 / August 2014 Tasarım - Dizgi / Desing - Editing Neşe KARABACAK BOZOK TIP DERGİSİ Cilt 04, Sayı 02, 2014 DANIŞMA KURULU ADAM MEHMET - Yozgat ALBAYRAK SEBAHATTİN - Yozgat AK HAKAN - Yozgat AKDEMIR ÜMİT ÖZGÜR- Ankara AKYOL LÜTFİ - Yozgat AKYÜZ YURDANUR - Yozgat ANLAR ÖMER - Rize ARIBAŞ ALPAY - Konya ARSLAN ERGİN -Yozgat ATALAY TUGAY - Yozgat AYPAR ÜLKÜ - Yozgat AYTEKİN FARUK ÖNDER - Yozgat BANLI OKTAY -Yozgat BAKIRTAŞ HASAN - Yozgat BALBALOĞLU ÖZLEM - Yozgat BAYHAN SERAY ASLAN - Yozgat BAYHAN HASAN ALİ - Yozgat BOLAT ESEF - Yozgat BÖREKCİ HASAN - Yozgat BÖREKCİ ELİF - Yozgat BÜYÜKBAŞ SADIK - Diyarbakır ÇAĞLAYAN EMEL KIYAK - Yozgat ÇAĞLAYAN KASIM - Yozgat ÇELİK BAHATTİN - Urfa ÇELİKBİLEK MEHMET - Yozgat ÇELİKBİLEK ASUMAN - Yozgat ÇÖLGEÇEN EMİNE - Yozgat DELİBAŞ NAMIK - Yozgat DELİBAŞI TUNCAY - Ankara DEMİRTÜRK FAZLI- Tokat EDE GHANİYA - Yozgat EDE HÜSEYİN - Yozgat EKİM HASAN - Yozgat ERBAY ALİ RIZA - Yozgat ERBAY AYŞE - Yozgat ERKOÇ M. FATİH - Yozgat GENCER ZELİHA - Yozgat GENCER MUZAFFER - Yozgat GÖÇMEN AYŞE YEŞİM - Yozgat GÜMÜŞLÜ SAADET - Antalya GÜNAYDIN İLHAN - Yozgat GÜL ALİ İRFAN - Yozgat GÜRDAL CANAN - Yozgat GÜRDAL MESUT - Yozgat HÜSREVŞAHİ HAŞİM - Yozgat İMAMOĞLU M. ABDURRAHİM - Yozgat İNTEPE YAVUZ SELİM - Yozgat KADER ÇİĞDEM - Yozgat KARA MUSTAFA - Yozgat KARAASLAN FATİH - Yozgat KARAÇAVUŞ SEYHAN - Yozgat KARAVELİOĞLU AFRA - Afyon KARAVELİOĞLU ERGÜN - Afyon KOKULU SERDAR - Afyon KORKMAZ MURAT - Yozgat KÜLAH BAHADIR - Yozgat MERMERKAYA MUSA UĞUR - Yozgat METİN BAYRAM - Yozgat OKUR AYLİN - Yozgat ÖZDEMİR TUĞBA - Yozgat ÖZKIRIŞ MAHMUT - Yozgat ÖZTÜRK HAYATİ - Sivas ÖZTÜRK KAHRAMAN - İstanbul ÖZTÜRK SÜREYYA - Yozgat ÖZKAN AKYÜZ ESRA - Yozgat POLAT MUHAMMET FEVZİ - Yozgat SARI KAMRAN - Yozgat SARIKAYA SAVAŞ - Yozgat SARIKÇIOĞLU LEVENT - Antalya SAYDAM LEVENT - Yozgat SEÇKİN SELDA - Yozgat SEÇKİN LEVENT - Yozgat SERİN HALİL İBRAHİM - Yozgat SİPAHİ MESUT - Yozgat SUHER MEHMET MURAT - Yozgat ŞAHİN SEVİNÇ - Yozgat TANIK SERHAT - Yozgat TANIK NERMİN - Yozgat UYAREL HÜSEYİN - Balıkesir ÜSTÜN YAPRAK - Yozgat YILMAZ NEZİHA - Yozgat YOLCU SADİYE - Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayın Organıdır. Yılda 3 kez, Nisan, Ağustos ve Aralık aylarında yayınlanır. Yazışma Adresi: Yrd. Doç. Dr. Seyhan Karaçavuş, Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp AD. Adnan Menderes Bulvarı No: 42, 66200 Yozgat. YASAL UYARI: Bu dergide yayımlanan içerik kullanımından doğabilecek sonuçlardan veya yanılgılardan yayınevi ve editörler sorumlu tutulamayacaklardır. İçeriklerde yer alan görüşler ve fikirler yayınevi ve editörlerin görüşlerini yansıtmaz. İÇİNDEKİLER ORJİNAL ÇALIŞMA 1.Küçük Boyuttaki Renal Pelvis Taşlarının Semi-Rijit Üreterorenoskopi ile Tedavisinin Etkinliği Kürşad Zengin, Nevzat Can Şener, Serhat Tanık, Sebahattin Albayrak, Mesut Gürdal 2. Transobturator Teyp Uygulamalarında Parite Sayısı,Geçirilmiş Vajinal Cerrahi ve Hemostati̇k Ajan Kullanımının Peroperatif Sonuçlar Üzerine Etkisi Ali Yavuzcan, Mete Çağlar, Gazi Yıldız, Yusuf Üstün, Raşit Altıntaş, Pınar Yıldız, Hüseyin Sert, 1-4 5-10 Serdar Dilbaz, Selahattin Kumru 3.Sağlıkta Dönüşüm Öncesi ve Sonrasında Gebe İzlemlerinin Karşılaştırılması Öner Aynıoğlu, Hatice Işık, Ahmet Şahbaz, Savaş Öz 4. Kronik Otitis Medialı Hastalarda Saptanan Nazal Patolojiler Kamran Sarı, Müge Özcan , Yavuz Fuat Yılmaz , Adnan Ünal 5. Acil Servise Bilinç Değişikliği ile Başvuran Geriatrik Hastalar 11-15 16-19 20-25 Gökhan Elçin, Sadiye Yolcu, Mücahit Kapçı, Vermi Değerli, Burak Gün, İsmet Parlak 6. Yozgat Bölgesinde Diferansiye Tiroid Kanseri Nedeniyle Takip Edilen Hastaların Klinik ve Demografik Özellikleri Seyhan Karaçavuş, Kasım Çağlayan, Sevinç Şahin, Mesut Sipahi, Ahmet Bal, Ergin Arslan, Selda Seçkin , 26-30 Murat Süher 7.Balgam Yayma Negatif, Klinik ve Radyolojik Olarak Akciğer Tüberkülozu Düşünülen Olgularda BAL’da Arb’nin Tanı Değeri Yavuz Selim İntepe, Murat Kıyık, Hüseyin Cem Tigin, Ayşin Durmaz, Kürşat Epöztürk, Sadettin Çıkrıkçıoğlu 8. Lenstar Optik Biyometrinin Farklı Katarakt Tiplerinde Performansının Değerlendirilmesi 31-36 37-40 Hasan Ali Bayhan, Seray Aslan Bayhan, Mehmet Adam, Ersin Muhafız, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal 9. Üçüncü Seviye Yoğun Bakım Ünitesinin İlk Yıl Değerlendirmesi 41-44 Mesut Sipahi, Esef Bolat, Çiğdem Ünal Kantekin, Süreyya Aydın Öztürk, Ergin Arslan, Uğur Ercan DERLEME 10. Lenfödemin Değerlendirilmesinde Radyonüklid Lenfosintigrafi 45-52 Seyhan Karaçavuş, Mustafa Kula, Ahmet Tutuş 11. Behçet Hastalığında Deri ve Mukoza Belirtileri Emine Çölgeçen, Kemal Özyurt, Murat Borlu 53-58 OLGU SUNUMU 12. Pankreasın İntraduktal Papiller Musinöz Neoplazileri: Olgular Eşliğinde Literatüre Genel Bakış 59-63 Mustafa Özsoy, Ahmet Bal , Bahadır Celep, Taner Özkeçeci, Emre Kacar, Yücel Gönül, Yüksek Arıkan 13. Nadir Görülen Bir Olgu: Strangule İndirek İnguinal Herni ve Erişkin İnmemiş Testis Birlikteliği 64-66 Hasan Börekci, Sebahattin Albayrak, Uğur Ercan, Muhammed Gömeç, Mesut Sipahi, Elif Börekçi, Faruk Önder Aytekin 14. Diferansiye Tiroid Karsinomalı Hastaların Takibinde Anti-Tg Antikor Düzeylerinin Önemi: 67-70 Olgu Sunumu Ebuzer Kalender, Umut Elboga, H.Deniz Demir, Mustafa Başıbüyük, Y. Zeki Çelen, Mustafa Yılmaz 15. Adolesan Bir Kızda Aksesuar Meme: Nadir Bir Aksiller Kitle Olgusu Mustafa Yaşar Özdamar, Faruk Atabey, Işın Soyuer 16. Tedaviye Dirençli İdiyopatik Şilotoraks Olgusu Ferdane Melike Duran, Hıdır Esme, Nuri Düzgün, Süleyman Emre Akı, Ercan Kurtipek 17. Yürüyemeyen On Dokuz Aylık Bir Hastada Düşünülmesi Gereken Bir Tanı: Sma Tip II Arzu Ekici, Cansu Kara, Özlem Özdemir, Aynur Küçükçongar, Hamide Melek 18. Akut Koroner Sendrom ve Hafif Sol Ventrikül Yetmezliği İle Başvuran Hastada Sol Sinüs Valsalvadan Köken Alan Sağ Koroner Arter Anomalisi Hüseyin Ede, Savaş Sarıkaya, İsa Ardahanlı, Mehmet Ali Derya, Ali Rıza Erbay 71-74 75-77 78-80 81-83 CONTENTS ORIGINAL ARTICLE 1.The Feasibility of Semi-rigid Ureterorenoscopy in Small Sized Renal Pelvic Stones Kürşad Zengin, Nevzat Can Şener, Serhat Tanık, Sebahattin Albayrak, Mesut Gürdal 2. The Effect of Parity, Previous Vaginal Surgery, and Use of Hemostatic Agent on Perioperative Results of Transobturator Tape Operations Ali Yavuzcan, Mete Çağlar, Gazi Yıldız, Yusuf Üstün, Raşit Altıntaş, Pınar Yıldız, Hüseyin Sert, 1-4 5-10 Serdar Dilbaz, Selahattin Kumru 3. Comparison of Antenatal Care Before and After Transformation in The Health-Care System Öner Aynıoğlu, Hatice Işık, Ahmet Şahbaz, Savaş Öz 4. Nasal Pathologies Encountered in Patients With Chronic Otitis Media Kamran Sarı, Müge Özcan , Yavuz Fuat Yılmaz , Adnan Ünal 5. Geriatric Patients With Altered Mental Status Admitted To The Emergency Service 11-15 16-19 20-25 Gökhan Elçin, Sadiye Yolcu, Mücahit Kapçı, Vermi Değerli, Burak Gün, İsmet Parlak 6. Clinical And Demographic Characteristics Of The Patients Followed Due To Differentiated Thyroid Carcinoma In Yozgat Region Seyhan Karaçavuş, Kasım Çağlayan, Sevinç Şahin, Mesut Sipahi, Ahmet Bal, Ergin Arslan, Selda Seçkin , 26-30 Murat Süher 7.Diagnostic Value of Acid Fast Bacilli at BAL in Patients who are Accepted as Clinically and Radiologically Active Tuberculosis with Negative Sputum Smear Yavuz Selim İntepe, Murat Kıyık, Hüseyin Cem Tigin, Ayşin Durmaz , Kürşat Epöztürk, Sadettin Çıkrıkçıoğlu 8. Evaluation of the Performance of Lenstar Optical Biometer in Different Cataract Types Hasan Ali Bayhan, Seray Aslan Bayhan, Mehmet Adam, Ersin Muhafız, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal 9. The First Year Review of Third-Level Intensive Care Unit Mesut Sipahi, Esef Bolat, Çiğdem Ünal Kantekin, Süreyya Aydın Öztürk, Ergin Arslan, Uğur Ercan 31-36 37-40 41-44 REVIEW 10. Radionuclide Lymphoscintigraphy in the Evaluation of Lymphedema 45-52 Seyhan Karaçavuş, Mustafa Kula, Ahmet Tutuş 11. Mucocutaneous Manifestations of Behcet’s Disease Emine Çölgeçen, Kemal Özyurt, Murat Borlu 53-58 CASE REPORT 12. Intraductal Papillary Mucinous Neoplasms of Pancreas: Overview of the Literature with Cases Mustafa Özsoy, Ahmet Bal , Bahadır Celep, Taner Özkeçeci, Emre Kacar, Yücel Gönül, Yüksek Arıkan 59-63 13. Combination Of Indirect Strangulated Inguinal Hernia and Adult Undescended Testis 64-66 Hasan Börekci, Sebahattin Albayrak, Uğur Ercan, Muhammed Gömeç, Mesut Sipahi, Elif Börekçi, Faruk Önder Aytekin 14. The Importance of anti-Tg Antibody Levels on the Follow-up of Patients with Differentiated 67-70 Thyroid Carcinoma: Case Report Ebuzer Kalender, Umut Elboga, H.Deniz Demir, Mustafa Basıbuyuk, Y. Zeki Çelen, Mustafa Yılmaz 15. Accessory Breast in an Adolescent Girl: A Rare Case of Axillary Mass Mustafa Yaşar Özdamar, Faruk Atabey, Işın Soyuer 16. Treatment-Resistant Case of Idiopatic Cylothorax Ferdane Melike Duran, Hıdır Esme, Nuri Düzgün, Süleyman Emre Akı, Ercan Kurtipek 17. Diagnosis Should Be Considered In a Nineteen Month-old Patient Who Could Not Walk : SMA Type II Arzu Ekici, Cansu Kara, Özlem Özdemir, Aynur Küçükçongar, Hamide Melek 18. Anomaly of Right Coronary Artery Arising from Left Sinus Valsalva in a Patient Applied with Acute Coronary Syndrome and Mild Left Ventricule Dysfunction Hüseyin Ede, Savaş Sarıkaya, İsa Ardahanlı, Mehmet Ali Derya, Ali Rıza Erbay 71-74 75-77 78-80 81-83 KÜÇÜK BOYUTTAKİ RENAL PELVİS TAŞLARININ SEMİRİJİT ÜRETERORENOSKOPİ İLE TEDAVİSİNİN ETKİNLİĞİ The Feasibility of Semi-rigid Ureterorenoscopy in Small Sized Renal Pelvic Stones Kürşad Zengin1, Nevzat Can Şener2, Serhat Tanık1, Sebahattin Albayrak1, Mesut Gürdal1 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Üroloji Anabilim Dalı, Yozgat Numune Eğitim ve Araştırma 2 Hastanesi, Üroloji Kliniği, Giriş: Bu çalışmada küçük boyutlu renal pelvik taşlarda semi-rijit üreterorenoskop (S-URS) ile vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma (Extracorporeal shock wave lithotripsy (ESWL)) başarısını retrospekti olarak kıyaslamayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Mart 2011 ile 2013 arasında 24 hastaya S-URS ile böbrek taşı tedavisi uygulandı. Kontrol grubu olarak benzer taş karakteristiğine sahip 33 ESWL hastası çalışmaya dahil edildi. Adana Bulgular: Ortalama yaş ve taş boyutu her iki grupta benzerdi. Başarı oranları Grup 1’de %91.7 iken, Grup 2’de %93.9 olarak bulundu (p=0.224). Grup 1’de postoperatif 1. günde %75 hastada hematüri izlenirken, Grup 2’de bu oran %3 idi (p=0.01). Sonuç: Her ne kadar S-URS ile uygun vakalarda ESWL’ye yakın başarı oranları yakalanmışsa da, hematüri S-URS grubunda daha çok görülmüştür. Kürşad Zengin, Yrd. Doç. Dr. Nevzat Can Şener, Uz. Dr. Serhat Tanık, Yrd. Doç. Dr. Sebahattin Albayrak, Yrd. Doç. Dr. Mesut Gürdal, Prof Dr. Anahtar kelimeler: Böbrek taşı; ESWL; Üreteroskopi ABSTRACT Introduction: In this retrospective study, we aimed to present the comparison of small-sized renal pelvis stones of patients whom were treated by either semi rigid ureteroscope (S-URS) or ESWL. Materials and Methods: Between March 2011 and 2013, 24 patients were treated with S-URS for renal pelvic stones. 33 patients treated by ESWL with similar parameters were included in the study as the control group. İletişim: Results: The mean age and size of stones were similar in both groups. The success rates were 91.7% in Group 1, and 93.9% in Group 2 (p=0.224). The hematuria rates in the postoperative first day were 75% in Group 1, and 3% in Group 2 (p=0.01). Yrd. Doç. Dr. Kürşad Zengin Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, Yozgat Conclusion: While the success rates were similar for both groups, the hematuria rate was higher in S-URS group. Tel: 0354 212 70 60 - 3720 e-mail: [email protected] Key words: Kidney calculi; ESWL; Ureteroscopy Geliş tarihi/Received:08.09.2013 Kabul tarihi/Accepted:19.10.2013 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):1-4 Bozok Med J 2014;4(2):1-4 1 ZENGİN ve ark. Böbrek Taşı ve Üreteroskopi Bozok Tıp Derg 2014;4(2):1-4 Bozok Med J 2014;4(2):1-4 INTRODUCTION Even thought there are many minimal invasive treatment methods for renal pelvis stones, such as Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy (ESWL), Percutaneous Nephrolithotripsy (PNL), Flexible Ureteroscopy (F-URS); open or laparoscopic surgery are other treatment options. For kidney stones <1 cm, ESWL is the first option of treatment, whereas PNL is the first option for kidney stones >2 cm (1). Endourology is the main treatment option for the stones in between. Especially F-URS is the main treatment focus in the non-invasive era. Semi-rigid ureteroscopy (S-URS) is the gold standard treatment for the whole ureter but it is mostly efficient and safe for lower 1/3 (2,3). Even though upper ureteral and pelvic stones may be treated by S-URS, the reported data is limited (4,5). In this study, we aimed to present the comparison of renal pelvis stones of patients whom were treated by either S-URS or ESWL. MATERIAL AND METHOD We retrospectively analyzed the files of 24 patients underwent S-URS for renal pelvis stones in our clinic between March 2011 and March 2013 (Group 1). We formed a group of 33 patients having the same demographics and stone size who were treated by SWL (Group 2) for a match pair analysis. All patients had preoperative intravenous urography and urinary ultrasound (USG). Patients in S-URS group were all treated in a single session. All patients had their stones fragmented by pneumatic lithotripsy (PNL) and removed by stone forceps. In SWL group, patients underwent at most 3 sessions of ESWL. Patients in both groups were evaluated with USG and computerized tomography in post operative third month for stone free status. 2 Patients having stones in other sites than renal pelvis, having a history of renal operation, having an anatomic anomaly such as ureteropelvic junction obstruction were excluded from the study. For statistical analysis, Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) for Mac 20 was used. To compare the values in groups, student’s t test was used. To test for the distribution of variables, Mann-Whitney U test was used. P values <0.05 was considered significant. RESULT Mean patient age for Group 1 was 51.75±13.52, and for Group 2 was 45.52±11.72 (p=0.076). Mean stone size was 14.3±5.9 mm and 13.3±3.6 mm for Groups 1 and 2 respectively (p=0.262). Gender and stone localization was similar for both groups. In Group 1, all 22 patients were stone free at three months (91.7%). In second group however, that rate was %93.9 (31 patients) (p=0.224). In Group 1, two patients with residual stones were treated with ESWL, and/or flexible URS. In Group 2, 2 patients with residual stones were only followed-up. In group 1, all patients were treated in a single session. In second group, patients underwent 1.8 ± 0.59 sessions of SWL by a mean frequency of 2.99 ± 0.219 khz and 2933.3 ± 230.6 joules of energy. Postoperative and post-ESWL hematuria was also compared between groups. In Group 1, hematuria was seen in 18 (75%) patients in the postoperative first day. In the second group hematuria was seen only in one patient (3%) in the post-procedural first day. Hematuria was ceased in the postoperative third day in all patients in Group 1, and in the second day in Group 2. The postoperative hematuria rates were statistically higher in Group 1 (p=0.01). Bozok Tıp Derg 2014;4(2):1-4 Bozok Med J 2014;4(2):1-4 ZENGİN ve ark. Böbrek Taşı ve Üreteroskopi DISCUSSION Our study reveals that S-URS could be efficient as ESWL for treatment of renal pelvic stones between 1 and 2 cm in selected patient population. The treatment of pelvis stones with URS is rare, most of the reports are on pediatric groups (6,7). In this study, we aimed to show that S-URS is a feasible method for treating renal pelvis stones on adult age group. It should be noted that in all patients in Group 1, the ureteropelvic anatomy gave the opportunity to access renal pelvic stone with semi-rigid ureterorenoscopy. It is not possible to reach renal pelvis in all patients with renal pelvic stones because of different ureteropelvic angles, ureteral length, and ureteropelvic junction diameter. SWL is one of the gold standard treatment methods for treating kidney stones. It has a success of as high as 95% (8,9). In our study, our success rate was 93.9% in SWL group. In our study, success rates of ESWL and S-URS have been found to have similar. Especially following successful fragmentation with S-URS, there is a high probability of stone-free state. Treating upper ureteral stones, there is a high success with S-URS (2). Similar to the outcomes of the literature, we have found 91.7% success rates with renal pelvis stones. In regard to complications, ESWL is a highly safe method for treating renal pelvis stones (10). Studies also emphasize the safety of URS even though there are not many publications concerning the treatment of the upper system (11). In our study, both interventions were found to be safe. The only difference seen in postoperative-procedural was hematuria, which was observed more frequently in S-URS group. European Urological Association recommends the usa ge of rigid/semi-rigid ureteroscopy in the whole ureter. The guideline also states higher risk of residual stones in the upper urinary system (3,12). Upper ureteral stones have the risk of stone migration to renal pelvis or calyces and therefore halting the procedure. In our study, we successfully reached to the renal pelvis and fragmented the stones with laser lithotripsy. There were no cases with stone migration. Our results emphasize that S-URS is as efficient as ESWL in treating renal pelvis stones. For treating kidney stones, flexible ureteroscopy is a more common device. The flexible instrument is highly successful in treating pelvic stones as well as calyceal stones (13). The high cost and vulnerability of this device makes it harder to acquire. The vulnerable points of this study are: its retrospective design and limited patient anatomical characteristics. Also we should note again that the operation with S-URS was only performed in patients with possible access to pelviceal system. CONCLUSION Even though the low patient population and its retrospective manner are the limitations of our study, we believe this study may be helpful for physicians to consider this traditional method on renal pelvic stones. REFERENCES 1. Miller NL, Lingeman JE. Management of kidney stones. BMJ. 2007; 334(7591): 468-72. 2. Elashry OM, Elgamasy AK, Sabaa MA, Abo-Elenien M, Omar MA, Eltatawy H, et al. Ureteroscopic management of lower ureteric calculi: a 15-year single-centre experience. Bju Int. 2008;102(8):1010–7. 3 ZENGİN ve ark. Böbrek Taşı ve Üreteroskopi 3. Fuganti PE, Pires S, Branco R, Porto J. Predictive factors for intraoperative complications in semirigid ureteroscopy: analysis of 1235 ballistic ureterolithotripsies. Urology 2008;72(4):770–4. 4. Sun X, Xia S, Lu J, Liu H, Han B, Li W. Treatment of large impacted proximal ureteral stones: randomized comparison of percutaneous antegrade ureterolithotripsy versus retrograde ureterolithotripsy. J Endourol. 2008; 22(5): 913–7. 5. Takazawa R, Kitayama S, Kobayashi S, Araki S, Waseda Y, Hyochi N, et al. Transurethral lithotripsy with rigid and flexible ureteroscopy for renal and ureteral stones: results of the first 100 procedures. Hinyokika Kiyo. 2011; 57(8): 411–6. 6. El-Anany FG, Hammouda HM, Maghraby HA, Elakkad MA. Retrograde ureteropyeloscopic holmium laser lithotripsy for large renal calculi. Bju Int. 2001; 88(9): 850–3. 7. Lesani OA, Palmer JS. Retrograde proximal rigid ureteroscopy and pyeloscopy in prepubertal children: safe and effective. J Urol. 2006; 176(4): 1570–3. 8. Argyropoulos AN, Tolley DA. Evaluation of outcome following lithotripsy. Curr Opin Urol. 2010; 20(2): 154–8. 9. Carpentier X, Meria P, Bensalah K, Chabannes E, Estrade V, Denis E, et al. Update for the management of kidney stones in 2013. Stone group comity of the French Association of Urology. Prog Urol. 2014; 24(5): 319-26. 10. Tan YM, Yip SK, Chong TW, Wong MYC, Cheng C, Foo KT. Clinical experience and results of ESWL treatment for 3,093 urinary calculi with the Storz Modulith SL 20 lithotripter at the Singapore general hospital. Scand. J Urol Nephrol. 2002; 36(5): 363–7. 11. Preminger GM, Tiselius HG, Assimos DG, Alken P, Buck C, Gallucci M, et al. EAU/AUA nephrolithiasis guideline panel. 2007 guideline for the management of ureteral calculi. J Urol. 2007; 178(6): 2418-34. 12. Tiselius H-G. How efficient is extracorporeal shockwave lithotripsy with modern lithotripters for removal of ureteral stones? J Endourol. 2008; 22(2): 249–55. 13. Skolarikos A, Alivizatos G, De La Rosette JJMCH. Percutaneous nephrolithotomy and its legacy. Eur Urol. 2005; 47(1): 22–8. 4 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):1-4 Bozok Med J 2014;4(2):1-4 TRANSOBTURATOR TEYP UYGULAMALARINDA PARİTE SAYISI,GEÇİRİLMİŞ VAJİNAL CERRAHİ VE HEMOSTATİK AJAN KULLANIMININ PEROPERATİF SONUÇLAR ÜZERİNE ETKİSİ The Effect of Parity, Previous Vaginal Surgery, and Use of Hemostatic Agent on Perioperative Results of Transobturator Tape Operations Ali Yavuzcan1, 2, Mete Çağlar2, Gazi Yıldız1, Yusuf Üstün2, Raşit Altıntaş3, Pınar Yıldız1, Hüseyin Sert1, Serdar Dilbaz2, Selahattin Kumru2 ÖZET Bucak Devlet Hastanesi Kadın 1 Hastalıkları ve Doğum Bölümü, Burdur Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Düzce Bucak Devlet Hastanesi Üroloji 3 Bölümü, Burdur Ali Yavuzcan, Yrd.Doç.Dr. Mete Çağlar, Yrd.Doç.Dr. Gazi Yıldız, Uzm. Dr. Yusuf Üstün, Prof. Dr. Raşit Altıntaş, Uzm. Dr. Pınar Yıldız, Uzm. Dr. Hüseyin Sert, Uzm. Dr. Serdar Dilbaz, Prof. Dr. Selahattin Kumru, Prof. Dr. İletişim: Dr. Ali Yavuzcan, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Düzce 81000 Konuralp/Düzce Tel: 0090 380 5421390 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:13.11.2013 Kabul tarihi/Accepted:06.02.2014 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5-10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 Amaç: Stress üriner inkontinans (SUİ) nedeniyle transobturator teyp (TOT) operasyonu yapılan hastalarda parite sayısı , geçirilmiş vajinal cerrahi öyküsü ve operasyon sırasında emilebilir hemostatik jelatin sünger kullanmanın operasyonun sonuçları üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Burdur Bucak Devlet Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde Ocak 2009 Kasım 2012 tarihleri arasında TOT yapılan toplam 53 hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastalara ait yaş , parite , gelişen komplikasyonlar , preoperatif ve postoperatif dönem arasındaki hemoglobin farkı (delta Hb) gibi bilgiler hasta dosyaları ve hastane kayıtlarından elde edilmiştir. Bulgular: Parite sayısı (p=0,241) ve geçirilmiş vajinal cerrahi (p=0,276) ile komplikasyon oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmemiştir. Operasyonda emilebilir hemostatik jelatin sünger koymanın istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde komplikasyon oranlarını arttırdığı saptanmıştır (p=0,043). Parite sayısı (p=0,712) , geçirilmiş vajinal cerrahi (p=1,00) ve emilebilir hemostatik jelatin sünger uygulamanın (p=0,694) çalışmamızda SÜİ’nin semptomatik olarak iyileşmesini istatistiksel olarak anlamlı şekilde etkilemediği gösterilmiştir. Delta Hb değeri çalışmamızda parite sayısı ile istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon göstermemektedir (p=0,161). Geçirilmiş vajinal cerrahinin (p=1,00) ve hemostatik jelatin sünger (p=0,327) kullanımının delta Hb üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi saptanmamıştır. Sonuç: Hemostatik jelatin sünger kullanımı TOT sonuçlarını olumlu yönde etkilememektedir. Operasyon başarısını arttıracak ve komplikasyon oranlarını düşürecek faktörlerin net olarak ortaya konabilmesi için daha geniş kapsamlı prospektif, randomize, kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar kelimeler: Postoperatif ; Stress üriner inkontinans; Sonuçlar; Transobturator teyp ABSTRACT Objective: We aimed to evaluate the parity,history of vaginal surgery, and use of absorbable hemostatic sponges during surgery for their impact on operation outcomes in patients undergoing transobturator tape (TOT) procedure for stress urinary incontinence (SUI). Methods: We retrospectively reviewed the medical records of 53 women,who underwent TOT procedure for SUI in the Department of Obstetrics and Gynecology in Bucak State Hospital,Burdur, between January 2009 and November 2012. All of the medical data including age, parity, complications, the difference in haemoglobin (Hb) levels measured before and after surgery (delta Hb) were retrieved from the patient charts and hospital records. Results: There was not a statistically significant relationship between number of parity (p=0,241) or history of vaginal surgery (p=0,276) and complication rates. The use of absorbable hemostatic sponges during surgery significantly increased the complication rates (p=0,043). There was no statistically significant relationship between the number of parity (p=0,712),history of vaginal surgery (p=1,00),the use of absorbable hemostatic sponges during surgery (p=0,694) and the treatment success of TOT procedure. Delta Hb did not correlate with parity (p=0,161) in our study. Both history of vaginal surgery (p=1,00) and the use of absorbable hemostatic sponges during surgery (p=0,327) did not have a statistically significant impact on delta Hb. Conclusion: The use of hemostatic gelatin sponge has no positive effect on TOT outcomes. Prospective, randomized, controlled studies on a larger number of patients are needed to clearly identify the factors that would raise the success rate and reduce the complication rate in TOT procedure. Key words: Post-operative; Outcomes; Stress urinary incontinence; Transobturator tape. 5 YAVUZCAN ve ark. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5-10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 Transobturator Teyp GİRİŞ Objektif değerlendirmeler ile gösterilebilen istemsiz idrar kaçırma durumu sosyal ve hijyenik problemlere neden oluyorsa üriner inkontinans (Üİ) tanısı almaktadır (1). Pelvik taban yetmezliği ve anatomik destek yetersizliğine bağlı olarak gelişen stress Üİ (SÜİ) 20 yaş üstü genç bayanlarda %20-30, orta yaşlarda %30-40, daha sonraki yaşlarda %30-50 oranında görülmektedir (2). SÜİ’ye neden olan temel mekanizma intravezikal basıncın üretral kapanma basıncını aşmasıdır. Vezikoüretral segmentin hipermobil hale gelmesi ile üretral kapanma basıncının yetersiz hale gelmektedir (3). SÜİ için risk faktörleri arasında parite, menopoz, sigara kullanımı , ırk , kronik konstipasyon, geçirilmiş jinekolojik cerrahi ,ileri yaş ve obesite sayılabilir (4). SUİ tanısı öncelikle hastanın öyküsü ve şikayetleri ile konmaktadır. Üriner Stress Test, üretral hipermobiliteyi gösteren Q Tip Testi ve günümüzde yararlılığı tartışılır hale gelen gelen ürodinamik değerlendirme SUİ tanısında kullanılan yardımcı testlerdir (5). SÜİ’nin cerrahi tedavisinde amaç üretranın anatomik pozisyonunun ve desteğinin düzeltilmesidir. Rehabilitasyondaki amaç ise pelvik taban kaslarının gücü arttırılarak üretral stabiliteyi sağlamaktır (6). Amerikan Üroloji Birliği tarafından retropubik suspansiyon ve midüretral sling operasyonlarının SUİ tedavisinde en etkili yöntemler olduğu belirtilmiştir (7). Günümüzde transobturator teyp (TOT) operasyonu gibi midürethüral sentetik sling uygulamaları SÜİ için en sık kullanılan cerrahi yöntem haline gelmiştir (8). Parite sayısı bir kadın hayatı boyunca maruz kaldığı östrojen miktarını temelde belirleyen faktördür. Östrojenler alt üriner sistem fizyolojisi ve fizyopatolojisinde önemli rol oynamaktadır (9). Geçirilmiş jinekolojik cerrahi öyküsünün operasyon sırasında cerrahi disseksiyon tekniğinin zorlaştırarak TOT operasyonlarının sonuçlarının etkileyebileceği öngörülmektedir. Ancak bu konu ile ilgili olarak yapılan çalışma sayısı sınırlıdır (10,11). Hemostatik jelatin süngerler süngerimsi yapıya sahip, jelatin bazlı steril materyallerdir. Uygulandığı bölgede kanama zamanını ciddi oranında kısaltmaktadır. He 6 mostatik emilebilir jelatin süngerlerin etkinlikleri ile ilgili olarak insan ve hayvan çalışmaları mevcuttur (12,13). Bu çalışmada SÜİ nedeniyle TOT yapılan hastalarda parite sayısı , geçirilmiş vajinal cerrahi öyküsü ve operasyon sırasında emilebilir hemostatik jelatin sünger kullanmanın operasyonun sonuçları üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEMLER Çalışmamızda Burdur Bucak Devlet Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde Ocak 2009 - Kasım 2012 tarihleri arasında SÜİ tanısıyla TOT işlemi uygulanan toplam 53 hasta retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastalara ait yaş , parite , gelişen komplikasyonlar , preoperatif ve postoperatif dönem arasındaki hemoglobin farkı (delta Hb) gibi bilgiler hasta dosyaları ve hastane kayıtlarından elde edilmiştir. İntraabdominal basınç artışı olan hallerde (öksürme,hapşırma,yük kaldırma,…vb) idrar kaçırdığını belirten ve bu şikayetinden dolayı en az 3 aydır rahatsızlık duyup tedavi olmak isteyen hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Mesane fonksiyonunu etkileyebilecek nörolojik hastalığı olanlar , mikst veya urge inkontinansı olanlar , aşırı aktif mesane semptomları bulunanlar daha önce SUİ tedavisi amaçlı operasyon öyküsü olanlar , intraabdominal basınç artışı olmaksızın idrar kaçıranlar ,normal pozisyonda ayakta dururken idrar kaçıran hastalar , noktüri (gecede ≥2 idrar yapma) bulunanlar , mobilizasyonu kısıtlı olanlar , pelvik radyoterapi alanlar , prospektüs bilgisi olarak üriner inkontinansa neden olabilecek ilaç alımı olanlar (Ca kanal blokeri, benzodiazepinler , diüretikler,…vb) , alkol/madde bağımlılığı olanlar , idrar yolu enfeksiyonu bulunanlar ve üriner isteme ait herhangi bir obstrüktif yada fonksiyonel hastalığı bulunan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Daha önce sistosel onarımı,sistorektosel onarımı yada sakrospinöz ligament fiksasyonu benzeri vajinal cerrahi geçiren hastalar vajinal cerrahi öykü pozitif olarak kabul edilmiştir. Hastalara Amerikan Kadın Sağlığı Birliği’nin önerdiği şekilde SUİ tanısı koymak için şu sorular sorulmuştur: Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5-10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 i) istemediğiniz halde idrar kaçırdığınız olur mu? ii) öksürdüğünüzde ,güldüğünüzde yada egzersiz yaptığınızda idrar kaçağı olur mu? iii) idrar kaçırdığınızdan dolayı ped yada bez kullanır mısınız? (14). Bu sorulara verilen pozitif yanıtlar üzerine hastalara jinekolojik muayene yapılmıştır. Hastaların tümünden operasyon öncesi yazılı onam formu alınmıştır. Ameliyat öncesi proflaksi amaçlı 1 gram sefazolin sodyum yapılmıştır. Ameliyat sonrası dönemde 24. saatte hastaların foley sondaları çekilmiştir. Cerrahi teknik Delorme’nin tanımladığı gibi dışarıdan içeriye olacak şekilde gerçekleştirilmiştir (15). Teyp olarak %100 monofilaman polipropilen makroporöz meş kullanılmıştır. Operasyon sırasında hastaların 25 tanesinde (%47,2) her iki tarafta disseke edilen vajinal mukoza ve puboservikal fasya arasında trokarın ilerletildiği bölgeye emilebilir hemostatik jelatin sünger yerleştirilmiştir. Mesane ve üretra travması, peroperatif 1000 ml. üstünde kanama ve postoperatif bacak ağrısı ve/ veya alt extremite mobilizasyon güçlüğü peroperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak değerlendirilmiştir. Preopaeratif olarak ölçülen Hb değeri (gr/dl) ile postoperatif 6. saatte ölçülen Hb. değeri (gr/dl) arasındaki fark delta Hb (gr/dl) olarak kabul edilmiştir. Hastalar sondaları çıkartıldıktan sonra serviste spontan miksiyon yapana kadar takip edilmiştir. Hasta taburcu edilmeden operasyon öncesi sorulan sorular ile sorgulanıp subjektif olarak kür elde edilip edilmediği değerlendirilmiştir (14). Hasta ile ameliyat sonrası 7. günde ve 30. günde görüşülerek Amerikan Kadın Sağlığı Birliği’nin önerdiği SUİ varlığına dair sorular tekrar sorulmuştur (14). Hastaneden taburcu olmadan , postoperatif 7. günde ve 30. günde yapılan değerlendirmelerde ameliyat öncesinde pozitif olarak yanıtladığı sorulara negatif yanıt veren ve operasyon sonrası tamamen “kuru” kaldığını belirten hastalarda tedavi başarılı olarak değerlendirilmiştir. Operasyon sonrası sorulan : i) istemediğiniz halde idrar kaçırdığınız olur mu? ii) öksürdüğünüzde ,güldüğünüzde yada egzersiz yaptığınızda idrar kaçağı olur mu? iii) idrar kaçırdığınızdan dolayı ped yada bez kullanır mısınız? sorularından herhangi birine “evet” yanıtı veren yada tamamen “kuruluk” his- YAVUZCAN ve ark. Transobturator Teyp setmeyen hastalarda operasyon başarısız olarak kabul edilmiştir. İstatistiksel Yöntem: Araştırma sonucu elde edilen veriler Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) 19.0 paket programından yararlanılarak, tanımlayıcı veriler için aritmetik ortalama, standart sapma gösterimi kullanılmış, verilerin tüm dağılımını göstermek amaçlı ise yüzdelik hesaplaması yapılmıştır. Başarı ve komplikasyonlara etkisi olabileceği düşünülen tüm değişkenler Pearson ki-kare (χ2) ve Fisher Exact test analiziyle değerlendirilmiştir. BULGULAR Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalamasının 43,38±10,99 yıl olarak saptanmıştır. Dört adet hasta (%7,5) daha önce sistosel nedeniyle vajinal cerrahi geçirmiştir , 49 adet hastada (%92,5) vajinal cerrahi öyküsü mevcut değildir. TOT operasyonunun subjektif başarı oranının % 86,8 ve komplikasyon oranı % 7,5 olarak tespit edilmiştir. Hastalara ait genel özellikler Tablo 1’de sunulmuştur. Çalışmamızda parite sayısı (p=0,241) ve geçirilmiş vajinal cerrahi (p=0,276) ile komplikasyon oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmemiştir. Ancak operasyon sahasına emilebilir hemostatik jelatin sünger koymanın istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde komplikasyon oranlarını arttırdığı saptanmıştır (p=0,043) (Tablo 2). Parite sayısı (p=0,712) , geçirilmiş vajinal cerrahi (p=1,00) ve emilebilir hemostatik jelatin sünger uygulamanın (p=0,694) çalışmamızda SÜİ’nin semptomatik olarak iyileşmesini istatistiksel olarak anlamlı şekilde etkilemediği gösterilmiştir (Tablo 3). Ameliyat sonrası dönemde ortaya çıkan Hb değişim miktarı olan delta Hb değeri çalışmamızda parite sayısı ile istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon göstermemektedir (p=0,161). Geçirilmiş vajinal cerrahinin (p=1,00) ve hemostatik jelatin sünger (p=0,327) kullanımının delta Hb üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi saptanmamıştır (Tablo 4). 7 YAVUZCAN ve ark. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5 10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 Transobturator Teyp Tablo 1. Hastalara ait genel özellikler. N(%) ortalama±standart sapmaMin.- Max. Yaş(yıl) 53(%100) 48,38+/-10,99 20-72 parite 53(%100) 2,87+/-1,0 1-5 Preop hb(gr/dl) 53(%100) 12,58+/-1,41 8,20-15,10 Postop hb(gr/dl) 53(%100) 12,28+/-1,43 8,10-15,10 Delta Hb(gr/dl) 53(%100) 0,32+/-0,30 0,00-1,30 Vajinal cerrahi öykü (+) 4(%100) • Sistosel onarımı 4(%100) Hemostatik Jelatin Sünger (+) 25(%47,2) Komplikasyon 4(%7,5) • bacak/kasık ağrısı 2(%3,8) • mesane yaralanması 2(%3,8) Semptomatik iyileşme(+) 46(%86,8) Tablo 2. Parite sayısı,vajinal cerrahi öykü ve hemostatik sünger kullanımının komplikasyon oranlarına etkisi. Komplikasyon(-) Komplikasyon(+)P değeri N=49 (% 92,5) N=4 (% 7,5) Parite sayısı α 2,92+/-1,01 2,25+/-0,5 0,241 Vajinal cerrahi öyküsü(-) 46 (% 93,8) 3 (% 75) 0,276 Vajinal cerrahi öyküsü(+) 3 (% 6,1)1 (% 25) Hemostatik Jelatin Sünger (-) 28 (% 57,1) 0 (% 0) 0,043 Hemostatik Jelatin Sünger (+) 21 (% 42,8) 4 (% 100) α ortalama ± standart sapma. Tablo 3. Parite sayısı,vajinal cerrahi öykü ve hemostatik sünger kullanımının tedavi oranlarına etkisi. Semptomatik tedavi(-) N=7 (% 13,2) Parite sayısı α 3,00+/-1,29 Vajinal cerrahi öyküsü(-) 7 (% 100) Vajinal cerrahi öyküsü(+) 0 (% 0) Hemostatik Jelatin Sünger (-) 3 (% 42,8) Hemostatik Jelatin Sünger (+) 4 (% 57,2) α ortalama ± standart sapma. Semptomatik tedavi(+) N=46 (% 86,6) 2,85+/-0,96 42 (% 91,3) 4 (% 8,6) 25 (% 54,3) 21 (% 45,6) P değeri 0,712 1,00 0,694 Tablo 4. Parite sayısı,vajinal cerrahi öykü ve hemostatik sünger kullanımının Delta Hb. değerine etkisi. Delta Hb (gr/dl) Vajinal cerrahi öyküsü(-)α 0,32+/-0,31 α Vajinal cerrahi öyküsü(+) 0,27+/-0,17 Hemostatik Jelatin Sünger (-)α 0,28+/-0,29 Hemostatik Jelatin Sünger(+)α 0,36+/-0,31 α ortalama ± standart sapma. 8 P değeri 1,00 0,327 YAVUZCAN ve ark. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5-10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 Transobturator Teyp TARTIŞMA TOT ameliyatından sonra hastanın SÜİ semptomlarının ortadan kalkması ve hastanın yaşam kalitesinin düzelmesi beklenmektedir. Bu nedenle TOT operasyonun başarısı birçok çalışmada değerlendirilmiştir (8,16). Tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi için bir çok parametre mevcuttur. Objektif kür , genelde öksürük stres testi ile inkontinansın olmaması olarak kabul edilmektedir (16). Amerikan Kadın Sağlığı Birliği’nin değerlendirme soruları hastanın günlük yaşamında SÜİ varlığını ve tedavi etkinlğini değerlendiren temel skalalardan birisidir (14) . Operasyon öncesi ve sonrası bu değerlendirmenin yapılması da tedavinin başarılı olup olmadığına dair hekimi bilgilendirmektedir . Delorme TOT sonrasında %98 kür oranı belirtmiştir (15). Geniş bir kapsamlı bir çalışmada ise %80,5 kür oranı saptanmıştır (17). Akıncı ve ark. objektif kür oranını %90,5 olarak bulmuştur (18). Bizim çalışmamızda TOT sonrasında hasta taburcu edilmeden , 7. günde ve 30. günde yapılan değerlendirmede 53 hastamızın 46 tanesinde (86,8%) başarı elde edilmiştir ve hastalarımız SÜİ şikayetlerinde tamamen iyileşme olduğunu bildirmişlerdir. Bu oran literatürdeki çalışmalar ile uyumluluk göstermektedir (8,17,18). Çalışmamıza göre SÜİ semptomlarının düzelmesi parite sayısı, geçirilmiş vajinal cerrahi ve emilebilir hemostatik jelatin sünger kullanımıdan etkilenmemektedir. Purnichescu ve ark. da bize benzer şekilde parite ve geçirilmiş jinekolojik cerrahinin TOT’un başarısını etkilemediğini bildirmiştir (11). TOT operasyonunda uzamış kanama, yara yeri enfeksiyonu, üriner retansiyon , mesh erozyonuna bağlı reoperasyon, bacak/kasık ağrısı gibi komplikasyonlar olabileceği daha önce yapılan çeşitli araştırmalarda gösterilmiştir (8,19). Bizim çalışmamızda da 2 (%3,8) hastamızda mesane yaralanması ve 2 (%3,8) hastamızda bacak ağrısı olmak üzere toplam 4 hastamızda komplikasyon saptanmıştır. Çalışmamaızda komplikasyon oranının parite ve geçirilmiş vajinal cerrahi ile değişmediği saptanmıştır. Ancak kanamanın kontrolü amacıyla emilebilir hemostatik jelatin sünger uygulamanın komplikasyonları anlamlı oranda arttırdığı tespit edilmiştir. Kang ve ark. tarafından ratlarda yara yerinde jelatin süngerin şidddetli inflamasyona yol açtığı belir- tilmiştir (13). Travmatize olmuş kemik dokularında hemostatik jelatin sünger defektif doku rejenerasyonuna neden olmaktadır (20). Çalışmamızda jelatin sünger dokuda hemostazı sağlarken inflamatuvar reaksiyonu arttırarak ve yara iyileşmesini olumsuz etkileyerek postperatif bacak ağrısı/kasık ağrısı şikayetlerini arttırdığı düşünülmektedir. Sivanesan ve ark. TOT operasyonunda ortalama kan kaybının 54 ml olduğunu göstermişlerdir (21). Bizim çalışmamızda da tüm hastaların ortalama delta Hb değeri 0,32+/-0,30 gr/dl olarak bulunmuştur. Delta Hb değeri üzerine parite,vajinal cerrahi öyküsü ve emilebilir hemostatik jelatin sünger uygulanmasının etkisinin olmadığı saptanmıştır. Parite sayısı kadının tüm hayatı boyunca maruz kaldığı östrojen miktarını etkilemektedir. Vajen epiteli östrojene duyarlıdır. Vajinal epitel proliferasyonu ve differansiasyonu östrojen reseptörleri (ER) aracılığı ile sağlanmaktadır (23). Ancak çalışmamızda parite sayısının TOT operasyonunun sonuçları üzerinde etkili olmadığı tespit edilmiştir. SONUÇ TOT operasyonu başarısı yüksek ve komplikasyon oranları düşük bir operasyondur. Hemostatik jelatin sünger kullanımı TOT sonuçlarını olumlu yönde etkilememektedir. Operasyon başarısını arttıracak ve komplikasyon oranlarını düşürecek faktörlerin net olarak ortaya konabilmesi için daha geniş kapsamlı prospektif, randomize, kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. KAYNAKLAR 1. Abrams P, Cardozo L, Fail M, Griffiths D, Rosier P, Ulmsten U, et al. The standardisation of terminology of lower urinary tract function: Report from the standardisation sub-committee of the international Continence Society. Neurourology and Urodynamics. 2002;21(2):167-78. 9 YAVUZCAN ve ark. Transobturator Teyp 2. Hunskaar S, Lose G, Sykes D, Voss S. The prevalence of urinary incontinence in women in four European countries. BJU Int. 2004;93(4):324-30. 3. Gill BC, Moore C, Damaser MS. Postpartum stress urinary incontinence: lessons from animal models. Expert Rev Obstet Gynecol. 2010;5(8):567-80. 4. Delancey JO. Why do women have stress urinary incontinence? Neurourol Urodyn. 2010;29(1):13-7. 5. Yılmaz SM, Bal MD, Beji NK, Yalçın Ö. Üriner İnkontinansın Tanı Ve Değerlendirme Sürecinde Uygulanan Klinik Testlerin Kanıt Temelli İncelenmesi. Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Dergisi. 2011;8 (2):153-63. 6. Mehdiyev M, İtil İM, Şendağ F, Akdemir A, Aşkar N. Stres İnkontinans Olgularının Cerrahi Tedavisinde Transvaginal Tape (TVT) ve Transobturator Tape (TOT) Uygulamalarının Etkinliğinin ve Yaşam Kalitesi Üzerine Etkilerinin Karşılaştırılması. Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Dergisi. 2010; 7 (2): 117- 24. 7. Dmochowski RR, Blaivas JM, Gormley EA, Juma S, Karram MM, Lightner DJ, et al. Female Stress Urinary Incontinence Update Panel of the American Urological Association Education and Research, Inc, Whetter LE. J Urol. 2010;183 (12):1906. 8. Dursun P, Bildaci TB, Zeyneloglu HB, Kuscu E, Ayhan A. Transobturator tape operation is more effective in premenopausal women than in postmenopausal women with stress incontinence. Korean J Urol. 2011 ;52 (6):612-5. 9. Gamé X, Rischmann P, Arnal JF, Malavaud B. Role of estrogens in lower urinary tract physiology and physiopathology. Prog Urol. 2013;23 (5):502-10. 10. Brito LG, Rodrigues HL, Carvalho MA, Magnani PS, Lopes AH, Sabino-de-Freitas MM. Comparison of the efficacy and safety of surgical procedures utilizing autologous fascial and transobturator slings in patients with stress urinary incontinence. J Reprod Med. 2013;58 (1):19-24. 11. Purnichescu V, Cheret-Benoist A, Eboué C, Von Theobald P. Surgical treatment for female stress urinary incontinence by transobturator tape (outside in). Study of 70 cases. J Gynecol Obstet Biol Reprod. 2007 ;36 (5):451-58. 12. Singh P, Mandhani A. Use of absorbable gelatin sponge as an adjunct to “totally tubeless percutaneous nephrolithotomy. Arch Esp Urol. 2009 ; 62 (5):423-9. 13. Kang BS, Na YC, Jin YW. Comparison of the wound healing effect of cellulose and gelatin: an in vivo study. Arch Plast Surg. 2012 ;39 (4):317-21. 14.Sampselle CM, Wyman JF, Thomas KK, Newman DK, Gray M, Dougherty M, et al. Continence for women: a test of AWHONN’s evidence-based protocol in clinical practice. 10 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):5-10 Bozok Med J 2014;4(2):5-10 Association of Women’s Health Obstetric and Neonatal Nurses. J Obstet Gynecol Neonatal Nurs. 2000;29(1):18-26. 15. Delorme E. Transobturator urethral suspension: miniinvasive procedure in the treatment of stress urinary incontinence in women. Prog Urol. 2001;11 (12):1306-13. 16. Zimmern PE. How do you define success in stress urinary incontinence treatment? Can Urol Assoc J. 2012;6 (2):127-8. 17. Costa P, Grise P, Droupy S, Monneins BF, Assenmacher C,Ballanger P, et al. Surgical treatment of female stress urinary incontinence with a transobturator tape (T.O.T.) Uratape: short term results of a prospective multicentric study.Eur Urol. 2004;46 (1):102-6. 18. Akıncı H. Kadınlarda Transobturator Vajinal Teyp Uygulaması: Kliniğimize Ait İlk Veriler. Yeni Tıp Dergisi. 2010;27 (2): 231-4. 19. Latthe PM, Patodi M, Constantine G. Transobturator tape procedure in stress urinary incontinence: UK experience of a district general hospital. J Obstet Gynaecol. 2007;27 (2): 177-80. 20. Petersen JK, Krogsgaard J, Nielsen KM, Nørgaard EB. A comparison between 2 absorbable hemostatic agents: gelatin sponge (Spongostan) and oxidized regenerated cellulose (Surgicel). Int J Oral Surg 1984;13 (3):406-10. 21. Sivanesan K, Fattah MA, Ramsay I. Transobturator tape as a day surgery procedure: a case control study. Int J Surg. 2007 ;5 (3):152-4. 22. Kajikawa MM, Jármy-Di Bella ZI, Focchi GR, Dornelas J, Girão MJ, Sartori MG. Role of estrogen receptor alpha on vaginal epithelialization of patients with Mayer-RokitanskyKuster-Hauser syndrome submitted to neovaginoplasty using oxidized regenerated cellulose. Int Urogynecol J. 2012;23 (4):467-72. SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM ÖNCESİ VE SONRASINDA GEBE İZLEMLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI Comparison of Antenatal Care Before and After Transformation in The Health-Care System Öner Aynıoğlu1,2, Hatice Işık2, Ahmet Şahbaz2, Savaş Öz3 ÖZET Kandıra Devlet Hastanesi, Kadın 1 Hastalıkları ve Doğum Bölümü, Kocaeli-Kandıra Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp 2 Fakültesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilimdalı, Zonguldak Kandıra İlçe Aile Hekimliği Merkezi, 3 Kocaeli Öner Aynıoğlu, Yrd.Doç.Dr. Hatice Işık, Yrd.Doç.Dr. Ahmet Şahbaz, Yrd. Doç. Dr. Savaş Öz, Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Öner Aynıoğlu Kandıra Devlet Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, Kocaeli-Kandıra Tel: 05302095042 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:18.11.2013 Kabul tarihi/Accepted:09.05.2014 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):11-5 Bozok Med J 2014;4(2):11-5 Amaç: Sağlıkta dönüşüm öncesi ve sonrasındaki değişim sürecinde aile hekimlerinin gebelik takibindeki etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Tanımlayıcı olan bu çalışma Kocaeli’nin Kandıra bölgesinde gerçekleştirildi. Sağlıkta dönüşüm öncesi (SDÖ) ve sağlıkta dönüşüm sonrası (SDS) birer doğum yapan 60 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların gebelik öncesi danışmanlık hizmeti, ilk başvuru zamanı, demir, multivitamin, folik asit tedavisi, kromozomal anomali tarama testleri, 2. trimester ultrasonografi taraması, oral glukoz tolerans testi ve kontrol geliş sayıları karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların yaş ortalaması 31’idi (25-38). Sağlıkta dönüşüm öncesi ile sonrasında gebelik öncesi danışmanlık hizmeti alım oranı, hastaların ilk başvurularına gelme dönemleri, zeka testi (ikili, üçlü, dörtlü test) yapılma oranları, fetal anomali taraması yaptıran hasta oranı, 50 veya 75 gram oral glukoz tolerans testi, folik asit kullanımı ve ultrasonografik kontrol sayısı karşılaştırılmış olup SDÖ’ye göre SDS’de istatistiksel olarak anlamlı artış olmuştur. Demir replasman, multivitamin destek tedavileri bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Sonuç: Sonuç olarak sağlıkta dönüşüm ile gebelik öncesi danışmanlık artma eğiliminde olup antenatal takipte kullanılan testler, destek tedaviler daha başarılı uygulamalar sağlamıştır. Devlet hastanelerinde donanım kalitesinin artması ve kolay muayene imkanı hastaların daha fazla başvurusunu sağlamış olup gebelikteki sorunları belirlemede yararlı olabileceği düşünülmektedir. Sağlıkta dönüşüm ile aile hekimlerinin gebelik öncesi ve gebelik boyunca verdikleri hizmet ile anne ve çocuk sağlığına sağladığı katkı belirgin gözlenmektedir. Anahtar kelimeler: Gebelik; Antenatal; Sağlık. ABSTRACT Aim: We aimed to evaluate the influences of family medicine pyhsicians during pregnancy follow-up before and after transformation in the health care system. Materials and Methods: This descriptive study was performed in Kandira, İzmit. Sixty women who had one pregancy before and one pregancy after the health-care system transformation were included in the study. Pregestational consulting service use, date of first visit, iron supplementation, muti vitamine supplementation, folic acid supplementation, chromosomal anomaly screening test results, 2nd trimester ultrasonography findings, oral-glucose tolerance test results and the number of visits during pregnancy were compared. Results: The mean age of the study group were 31 years (25-38). Compared to prior to health transformation process group, pre-gestational consulting service use, date of first visit, folic acid supplementation, chromosomal anomaly screening test results, 2nd trimester ultrasonography findings, oral-glucose tolerance test results and the number of visits during pregnancy were significantly increased after the transformation in the health-care system. No statistically significant difference was found i means of iron and multivitamin supplemantations. Conclusion: Followig the transformation in health-care system, pre-gestational consultation had a tendency to increase, screening tests and supplementations during pregnancy follow-up provided improvement in treatment protocols. It is believed that improved quality of equipments in public hospitals and easy access to medical care facilities provided increase in the number of hospital applications which also helped out finding the pregancy-related problems. Contribution of medical services provided by Family medicine physicians before and during pregnancy is more significant after the transformation in the health-care system. Key words: Pregnancy; Antenatal; Health. 11 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):11-5 Bozok Med J 2014;4(2):11-5 AYNIOĞLU ve ark. Sağlıkta Dönüşüm ve Gebelik Takibi GİRİŞ Anne adaylarının içinde bulundukları risklerinin belirlenmesi ve takiplerinin ona göre yapılması için prekonsepsiyonel dönemde ayrıntılı değerlendirilme yapılması önem taşımaktadır (1). Ancak anne adayları ülkemizde bu dönemde genellikle başvurmadıklarından gebeliklerinin ilk kontrolünde, durumları ve riskleri değerlendirilmektedir. Türkiye genelinde gebelerin yaklaşık %90’ı sağlık personelinden en az bir kez bakım almaktadır (2). Bu oran izlenimlerin niteliği ve sürekliliği hakkında bilgi vermemektedir. Antenatal dönemde takip ve bakım almamış gebelerin perinatal mortalite ve morbiditesinde artış olduğu bilinmektedir (1). Türkiye’de 2005 yılından itibaren aile hekimliği uygulamasına geçilmeye başlanmış olup belli bir takvim içinde kademeli olarak diğer illerin de geçişi sağlanmıştır(3). Gebe izlenimleri birinci basamak sağlık hizmetleri içerisinde öncelikle sağlık ocağı hekimleri, sağlıkta dönüşümden sonra da aile hekimlerinin sorumluluğunda yürütülmektedir. Hasta gerekli durumlarda özellikle küçük ilçelerde olduğu gibi aile sağlığı merkezleri ile entegre olmuş devlet hastanelerine yönlendirilmektedir. Sağlıkta dönüşümde aile hekimliği uygulaması sonrasında anne sağlığı ile ilgili hizmetlerin değerlendirilebilmesi için sağlıkta dönüşüm öncesi dönemindeki benzer hizmetlerle karşılaştırılmasına ihtiyaç vardır. Kandıra toplum sağlığı merkezleri sağlıkta dönüşüme tam anlamı ile 2010 yılında geçmiştir. Bu çalışma Kandıra ilçesinde, sağlıkta dönüşüm çerçevesinde aile hekimliği uygulamasına geçiş sonrasında toplum sağlığı merkezleri ile devlet hastanelerin işbirliği göz önüne alınarak devlet hastanelerinde gebe izlemlerinin, aile hekimliğine geçiş öncesindeki aynı amaçla toplanan verilerle karşılaştırma yapmak amacıyla yapılmıştır. GEREÇ VE YÖNTEMLER Çalışma grubumuzda 60 hasta değerlendirilmeye alındı. Bu hastalar Kandıra ilçesinde toplum sağlığı merkezi ve devlet hastanesine başvuran ve takipleri yapılmış hastalardı. Bu hastalar hem sağlıkta dönüşüm öncesi (SDÖ) hemde sağlıkta dönüşüm sonrası (SDS) birer doğum yapan multipar hastalar olup doğum defterinden seçildi. Bu hastaların doğum dosyalarındaki bilgileri değerlendirildi. Ulaşılamayan bilgiler hastaya ayrıntılı 12 bilgilendirilerek soruldu ve yanıtlar doğru olarak kabul edildi. Hastaların gebelik öncesi danışmanlık hizmeti, ilk başvuru zamanı, demir, multivitamin, folik asit tedavisi, zeka testleri, anomali taraması, oral glukoz tolerans testi ve kontrol geliş sayıları karşılaştırmada kullanılmıştır. İstatistiksel Analiz İstatistiksel analizler Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) 18.0 software (SPSS, Inc., Chicago, IL, USA) programı kullanılarak yapılmıştır. Sürekli değişkenler ortalama± standard deviasyon olarak ve kategorik veriler frekans ve yüzde olarak belirtildi. Karşılaştırmalar için McNemar testi kullanıldı. Bütün testler için p<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR Çalışmaya katılan hastaların yaş ortalaması 31 idi (2538). SDÖ hastaların gebelik öncesi danışmanlık hizmeti alım oranı %15 (n:9) iken danışmanlık hizmeti almama oranı %85 (n:51) idi (Tablo 1). SDS ise danışmanlık hizmeti alma oranı %38 (n:23) çıkmış olup istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Hastaların ilk başvurularına gelme dönemlerine bakıldığında SDÖ ilk tremester gelme oranı %62 (n:37), iki ve üçüncü tremesterda ise %38 (n:23)’di. SDS ilk tremester gelme oranı %92 (n:55), ikinci tremesterda ise %8 (n:5)’di. SDS lehine istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). SDÖ üçüncü tremesterda ilk defa gelen hasta sayısı 4 iken SDS’sı üçüncü tremesterda ilk başvuran yoktu (Tablo 1). Gebelik takiplerinde yapılan zeka testi(ikili, üçlü, dörtlü test) yapılma oranlarına bakıldığında SDÖ yaptırma oranı %45 (n:27) iken yaptırmama oranı %55(n:33) idi. SDS ise yaptırma oranı %77 (n:46) olup SDÖ’ye göre bu artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Fetal anomali taraması yaptıran hasta oranı SDÖ %27 (n:16) iken SDS bu oran artarak %82 (n:49) çıkmış ve istatistiksel olarak anlamlı artış olmuştur (p<0,001). Diyabet taraması için 50 veya 75 gram oral glukoz tolerans testi (OGTT) testi yaptıran hasta oranı SDÖ %33 (n:20) iken SDS bu oran artarak %88 (n:53) çıkmış ve istatistiksel olarak anlamlı artış olmuştur (p<0,001). Bozok Tıp Derg 2014;4(2):11-5 Bozok Med J 2014;4(2):11-5 Gebelik öncesi veya ilk 3 ay içerisinde folik asit kullanımı SDÖ %15 (n:9) iken SDS bu oran artarak %48 (n:29) çıkarak istatistiksel olarak anlamlı artış olmuştur (p<0,001). Demir replasman tedavisi SDÖ hastaların alım oranı %83 (n:50) almama oranı %17 (n:10) idi. SDS ise demir tedavi alma oranı %90 (n:54) çıkmış olup istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,424). Multivitamin destek tedavisi alım oranı SDÖ %80 (n:48) almama oranı AYNIOĞLU ve ark. Sağlıkta Dönüşüm ve Gebelik Takibi %20 (n:12) idi. SDS ise multivitamin alma oranı %87 (n:52) çıkmış olup istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,344). Gebelik dönemi boyunca kontrolleri ultrasonografi ile yapılmış olan hastaların ortalama kontrolleri değerlendirildiğinde SDÖ hastaların ortalama kontrol sayıları 5 iken bu oran SDS’sı 7’ye çıkmış olup istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,001) (Tablo 1). Tablo 1. SDÖ: Sağlıkta dönüşüm öncesi, SDS: Sağlıkta dönüşüm sonrası, tr: trimester, USG: Ultrasonografi SDÖ Gebelik öncesi danışmanlık Evet %15(n:9) Hayır %85(n:51) İlk başvuru zamanı 1tr. %62(n:37) 2,3tr. %38(n:23) Folik asit kullanımı Evet %15(n:9) Hayır %85(n:51) Demir kullanımı Evet %83(n:50) Hayır %17(n:10) Multivitamin kullanımı Evet %80(n:48) Hayır %20(n:12) Tarama testleri Evet %45(n:27) (2, 3, 4’lü test) Hayır %55(n:33) Anomali taraması Evet %27(n:16) Hayır %73(n:44) Oral glukoz tolerans testi Evet %33(n:20) (50,75 gram) Hayır %67(n:40) Kontrole gelme ortalaması Gebelik 5 (USG ile) süresince Minimum:2 Maximum:8 TARTIŞMA Anne adaylarının gebelik dönemlerini sağlıklı bir şekilde geçirip bebek sahip olmaları doğum öncesi bakımın ana prensibidir (4). Doğum öncesi anne gebelik süresince profesyonel bir ekip tarafından yakın takipe alınarak periyodik bakımı yapılmalıdır. Ebe, hemşire, hekim profesyonel ekibin üyeleridir (4,5). Anne adaylarının içinde SDS %38(n:23) %62(n:37) %92(n:55) %8(n:5) %48(n:29) %52(n:31) %90(n:54) %10(n:6) %87(n:52) %13(n:8) %77(n:46) %23(n:14) %82(n:49) %18(n:11) %88(n:53) %12(n:7) 7 Minimum:5 Maximum:9 P p=0,001 p<0,001 p<0,001 p=0,424 p=0,344 p=0,001 p<0,001 p<0,001 p<0,001 bulundukları risklerinin belirlenmesi ve takiplerinin ona göre yapılması için pre-konsepsiyonel dönemde ayrıntılı değerlendirilme yapılması önem taşımaktadır (1). Bizim çalışmamızda sağlıkta dönüşüm ile danışmanlık hizmetinin anlamlı derecede arttığı görülmüştür. Bu düzeye gelmesinde aile hekimlerinin, aile ziyaretleri yaparak bu ziyaretlerde gebelik öncesi danışmanlığın ve gebelik takiplerinin önemini vurgulamalarının payı büyüktür. 13 AYNIOĞLU ve ark. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):11-5 Bozok Med J 2014;4(2):11-5 Sağlıkta Dönüşüm ve Gebelik Takibi Yapılan bazı çalışmalarda sağlıkta dönüşüm sonrası sağlık hizmeti verilen kurumlara gebeliği için başvuran ve aile hekimliğince izlenen gebelik sayısında artmalar olduğu tespit edilmiştir (6). Bu durumun gebelikte risklerin belirlenmesi, komplikasyonlar ile yüzleşme, demir ve vitamin desteği verme ve ülke gelişimi için önemli olan anne-çocuk ölümlerini azaltma yönünden olumlu katkıları olacağı kanaati doğurmaktadır. Bizim çalışmamızda da görüldüğü gibi sağlıkta dönüşüm ile erken dönemde gebelik başvuruları, demir, folik asit ve vitamin kullanım oranları artmıştır. Bu da gebelikte risk faktörlerinin erken belirlenmesi sağlanmıştır. Ayrıca destek tedavileri kullanımının sağlıkta dönüşüm sonrası daha başarılı olduğunu göstermektedir. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA-2003) verilerine göre kentte yaşayanların %93’ü, kırsal kesimde yaşayanların %82’si gebelikleri sırasında ultrasonografi yaptırmışlardır (7). Devlet hastanelerinde yaygınlaşan kolay muayene olma imkanı, tarama testleri ve ultrasonografik görüntülemedeki yaygınlık, takipli gebelik sayısını artırmış olabilir. Hastaların belirgin bir şikayeti olmasa bile hastaneye sırf merak için bile gitmektedir. Gebelikte özellikle cinsiyet öğrenme isteği tekrarlayan ultrasonografi muayenelerine neden olmaktadır (4). Yapılan bir çalışmada kadınların çoğunun 20.gebelik haftası öncesinde yeterli sayıda ultrasonografik inceleme yaptırdığı tespit edilmiştir (8). Ayrıca ilk gebeliğini yaşayanlar multiparlara göre ;sezeryan ile doğum yapanlar da normal doğum yapanlara göre daha fazla sayıda ultrasonografik inceleme yaptırdığı tespit edilmiştir (8). Bunun nedeni ilk gebeliğini yaşayanların daha hassas davranmaları ile sezeryan olanların doktoru tarafından daha fazla ultrasonografik kontrollere çağrılması olabilir. Bazı çalışma gruplarının önerisi ile gebelik boyunca mutlaka hasta en az 3 kez ultrasonografi yaptırmalıdır. İmkan var ise bu sayı 5 ve üzerinde olması önerilmektedir (8,9). Ultrasonografi için ideal haftalar 12, 22, 34, 38’inci haftalar önerilmiştir (8). Bizim çalışmamızda ise sağlıkta dönüşüm ile ultrasonografili kontrollerde anlamlı artış saptanmıştır. Ortalama kontrol 5 iken 7’ye yükselmiştir. Bunun nedeni ultrasonografinin ülkede giderek yaygınlaşması ve hastaların şikayeti olmasa bile rahat bir şekilde muayene olmalarıdır. 14 Sağlıkta dönüşüm öncesi ile sonrası değerlendirildiğinde gebeliğini takip ettiren hastalar giderek artmaktadır (4). Aynı zamanda devlet hastanelerinde takipte kullanılan testlerin çalışılması yaygınlaştırılmıştır. Sağlıkta dönüşüm ile zeka testleri, anomali taraması ve OGTT testi anlamlı bir şekilde yapılma oranlarının artığı görülmektedir. Bunun nedeni olarak aile hekimlerinin toplumda yapmış olduğu sağlıkta farkındalığı artırmış olmaları, devlet hastanelerinde yaygınlaşan kolay muayene olma imkanı veya sağlık bakanlığının gebe izlem sayısının dördün altına inmemesi için almış olduğu performans kararları olabilir (4,10,11). Sağlık bakanlığının gebelikte kontrol sıklığını ve bu kontrollerde neler yapılması gerektiğini aile hekimliğinin performans kriterlerine alması, kontrolsüz gebeliklerin sisteme dahil olmasına katkı sağlarken, aile hekimlerinin performans kaybı korkusu olumsuz motivasyon kaybına neden olabilmektedir (10,12). Aile hekimleri hastalarının tarama testlerini yakın devlet hastanelerinde yaptıramasa bile ilde bulunan tersiyer merkezler ile iletişim kurarak hastaları yönlendirdiği tespit edilmiştir. SONUÇ Sonuç olarak sağlıkta dönüşüm ile gebelik öncesi danışmanlık artma eğiliminde olup antenatal takipte kullanılan testler, destek tedavilerin daha başarılı uygulamalarını da sağlamıştır. Devlet hastanelerinde donanım kalitesinin artması ve kolay muayene imkanı hastaların daha fazla başvurusunu sağlamış olup gebelikteki sorunları belirlemede yararlı olabileceği düşünülmektedir. Ancak bu imkânlar ile gereksiz tahliller, risksiz hasta grubu ile ilgilenme ve hasta bakım maliyetinde artış gözlenmektedir. Sağlıkta dönüşüm ile aile hekimlerinin gebelik öncesi ve gebelik boyunca verdikleri hizmet ile anne ve çocuk sağlığına verdiği katkı belirgin bir şekilde gözlenmektedir. Aile hekimlerinin bu hizmette en önemli sorunu ise gebelik izlenimi sırasında performansa dayalı cezalara maruz kalmalarıdır. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):11-5 Bozok Med J 2014;4(2):11-5 AYNIOĞLU ve ark. Sağlıkta Dönüşüm ve Gebelik Takibi KAYNAKLAR 1. Beksaç MS, Demir N, Koç A,Yüksel A. Antenatal takip ve bakım. Cengiz L. Obstetrik Maternal-Fetal Tıp ve Perinatoloji 1.Baskı, 2001:568-79. 2. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması, 2008. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü, Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı ve TÜBİTAK. Ankara, Türkiye; 2009. 3. Öztek Z. Türkiye’de sağlıkta dönüşüm programı ve aile hekimliği. Hacettepe Tıp Dergisi. 2009; 40(1):6-12. 4. Durduran Y, Bodur S, Çakıl E, Filiz E. Konya il merkezinde sağlıkta dönüşüm öncesi ve sonrası gebe ve bebek izlemleri. Dicle tıp dergisi. 2012; 39 (2): 227-33. 5. WHO. Antenatal care in developing countries: Promises, achievements and missed oppurtunities. An analyzes of trend, levels and differentials 1990-2001. Geneva: WHO Pub., 2003. 6. Bodur S, Genç A, Kara F. Konya ilinde toplumun temel sağlık konularındaki bilgi düzeyinin zaman içindeki değişimi (1998–2005). SÜ Fen Ed Fak Fen Dergisi. 2007;30(1):33-41. 7. Ergöçmen BA, Coskun Y. Doğum öncesi bakım ve doğuma yardım. Türkiye Nüfus ve Sağlık Arastırması Raporu TNSA2003:119-29. 8. Gülhan İ, Altunyurt S, Hacıali G, Gülhan S. İzmir konak 17 nolu AÇSAP merkezi bölgesindeki kadınların, gebelik takipleri sırasında ultrasonografi ile değerlendirilme sıklığı. Turkiye Klinikleri J Gynecol Obst. 2007;17(5):356-60. 9. Türk Perinatoloji Derneği Uygulama Kılavuzu, Gebenin El Kitabı. Perinatoloji Dergisi. 2006;14(2):101-16. 10. Sağlık Bakanlığı. Aile hekimliği uygulamasında performans hesaplama yöntemi. Ankara: Sürüm 2.1; 2007. 11. Nesanır N, Özcebe H. Düzce’de birinci basamak sağlık hizmetleri üzerine bir değerlendirme: Ölü doğum ve bebek ölümleri. Türk Ped Arşivi. 2011;46(1):55-62. 12. Uğurlu M, Eğici MT, Yıldırım O,Örnek M,Üstü Y. Aile hekimliği uygulamasında güncel problemler ve çözüm yolları-2.Ankara Medical Journal. 2012;12(1):4-10. 15 KRONİK OTİTİS MEDİALI HASTALARDA SAPTANAN NAZAL PATOLOJİLER Nasal Pathologies Encountered in Patients With Chronic Otitis Media Kamran Sarı1, Müge Özcan2 , Yavuz Fuat Yılmaz2 , Adnan Ünal2 ÖZET Bozok Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1 Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Ankara Numune Eğitim ve 2 Araştırma Hastanesi KBB Kliniği, Ankara Kamran Sarı, Yrd. Doç. Dr. Müge Özcan, Doç. Dr. Yavuz Fuat Yılmaz, Doç. Dr. Adnan Ünal, Prof. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Kamran Sarı Bozok Üniversitesi Tıp FakültesiKulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Tel: 0354 212 70 60 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:01.04.2014 Amaç: Bu çalışmada kronik otitis medialı (KOM) hastalarda nazal patolojiler araştırıldı. Gereç ve Yöntemler: Ocak 2007 ile Temmuz 2007 tarihleri arasında KOM tanısı olan 150 hasta (87 kadın, 63 erkek; ort. yaş 35.6; dağılım 7-78) ile kontrol grubu olan 100 hasta (57 kadın, 43 erkek; ort. yaş 43.9; dağılım 7-85) incelendi. KOM’lu hastalarda ve kontrol grubunda nazal patolojiler incelendi. Verilerin analizi SPSS 11,5 paket programında yapıldı. Bulgular: İncelenen 150 KOM’lu hastanın 73’ünde septum deviasyonu (%48.7) saptandı. 100 hastadan oluşan kontrol grubunda 28 (%28) hastada septum deviasyonu saptandı. Ayrıca KOM’lu hastalarda ve kontrol grubunda alt konka hipertrofisi, paradoks orta konka ve Waters filmleri karşılaştırıldı ama istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Sonuç: Yaptığımız bu çalışmada, KOM’lu hastalarda kontrol grubuna göre istatiksel olarak anlamlı oranlarda septum deviasyonu saptanması, bize KOM etyopatogenezinde bu patolojilerin rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Bu nedenle fizik muayene ile çok kolay tespit edilebilen bu patolojinin tedavisinde gecikilmemesi ve KOM’lu hastalarda eşlik eden septum deviasyonunun kulak operasyonundan önce tedavi edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: Kronik otitis media; Septum deviasyonu; Nazal patoloji. ABSTRACT Objective: Nasal pathologies encountered in patients with chronic otitis media were examined in the current study. Material and Methods: One hundred and fifty patients (87 females, 63 males; mean age 35.6 years; range 7-78 years) diagnosed with chronic otitis media between January 2007 and July 2007 and one hundred healthy controls (57 females, 43 males; mean age 43.9 years; range 7-85 years) were examined. The nasal pathologies in the two groups were examined. The data were analyzed using SPSS package program. Results: Nasal septal deviation was encountered in seventy-three (48.7%) patients with chronic otitis media, and in twenty-eight (28%) patients in the control group. The presence of inferior turbinate hypertrophy and paradoxical middle turbinate, and findings in Waters view radiographs of the patients with chronic otitis media and control subjects were also evaluated. There was no significant difference between the two groups in terms of the frequency of nasal pathologies. Conclusion: In our study, the significantly higher prevalence of septal deviation observed in patients with chronic otitis media compared to control group, suggests that nasal pathologies might play a role in the etiopathogenesis of chronic otitis media. We therefore postulate that treatment of such pathologies should not to be delayed considering that the condition is easy to diagnose on physical examination and accompanying septal deviation in patients with chronic otitis media should be treated before performing an ear surgery. Key words: Chronic otitis media; Septal deviation; Nasal pathology Kabul tarihi/Accepted:13.05.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):16-9 Bozok Med J 2014;4(2):16-9 16 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):16-9 Bozok Med J 2014;4(2):16-9 SARI ve ark. Kronik Otitis Medialı Hastalarda Saptanan Nazal Patolojiler INTRODUCTION Chronic otitis media (COM) has been known since prehistoric times (1). It has three main characteristics including a perforated tympanic membrane, intermittent suppurative ear discharge and hearing loss (1). Most inflammatory diseases of the middle ear are thought to be associated with inadequate ventilation of the middle ear caused by Eustachian tube dysfunction (2). Pathologic conditions of the nose, paranasal sinuses and rhinopharyx cause Eustachian dysfunction, and nasal obstruction is one of the factors impairing Eustachian function (3,4,5,6). In this study, we examined patients with chronic otitis media for the presence of nasal pathologies and we investigated the relationship between nasal pathologies and chronic otitis media. MATERIAL AND METHOD A hundred and fifty patients with COM, who presented with ear discharge and hearing loss between January 2007 and July 2007, were included in this study. All patients underwent otologic, anterior rhinoscopic and endoscopic nasal examination. Waters’ view radiographs of paranasal sinuses were obtained. Perforation of the tympanic membrane, middle ear mucosa and to a certain extent ossicles were examined in otologic examinations, and the nasal septum, turbinates and nasopharynx were examined in the anterior rhinoscopic and endoscopic nasal examinations. A hundred patients, who were admitted to any of the outpatient clinics other than ENT outpatient clinic with no middle ear pathology, were taken as the control group. The data were analyzed using SPSS 11.5 package program. Descriptive statistics were expressed as percentages for categorical variables. The Chi-Square and Fischer’s Exact tests were used for categorical comparisons. A p value of <0,05 was considered statistically significant. RESULTS Two hundred and fifty patients, 150 patients with COM and 100 control subjects were included in this study. The sex distribution and mean age in the groups are presented in (Table 1). Table 1. The distrubition of gender and age in patient and control group Patient Group Control Group Total Gender Men 63 43 106 Mean age Women 87 35,6 57 43,9 144 39,8 Of 150 patients in the study group, 90 (60%) had unilateral and 60 (40%) had bilateral COM. On anterior rhinoscopic and nasal endoscopic examinations, septal deviation was found in 48.6% (n=73) of patients with COM and in 28% of the patients in the control group (n=28) (Table 2). Table 2. The comparison of septal deviation ratio. Septal Deviation Right Ratio Left Patient 37 % 24,6 36 group Control 17 % 17 11 group Ratio % 24 Total 73 Ratio % 48,6 % 11 28 % 28 Septal deviation was significantly more prevalent in the study group compared to the control group (p= 0.004). Of the patients, 90 had unilateral and 60 had bilateral COM. Of the patients with COM, 53.6% (n=22) had ipsilateral septal deviation and 46.3% (n=19) had contralateral septal deviation. On anterior rhinoscopic and nasal endoscopic examinations, the prevalence of turbinate hypertrophy was found to be 34% in the study group (n=51) and 25% (n=25) in the control group. Although the prevalence of turbinate hypertrophy was higher in the study group, the difference was not statistically significant (p= 0,105). 17 SARI ve ark. Kronik Otitis Medialı Hastalarda Saptanan Nazal Patolojiler Bozok Tıp Derg 2014;4(2):16-9 Bozok Med J 2014;4(2):16-9 Paradoxical middle turbinate was determined in 10% (n=15) of the patients in the study group and 5% (n=5) of the patients in the control group. Although paradoxical turbinate was numerically higher in the study group, the difference between the groups was not significant (p=0,075). The findings in Waters’ view radiographs of the study and control groups are shown in (Table 3). When the two groups were compared, no significant difference was observed between the groups (p=0,046) other than mucosal thickening in maxillary sinuses. Mucosal thickening in maxillary sinuses was significantly more prevalent in the study group compared to control group (p=0,005) Table 3. The Waters graphy results and ratio in patient and control group. Finding Thickness in maxillary sinus Loss of aeration in maxillary sinus Hypoplasia in frontal sinus6 Loss of aeration in frontal sinus Patient group n 30 19 %4, 3 Ratio Control group n % 20 7 %12, 5 12 1 9 %1, 6 4 Ratio %7 % 12 %9 %4 DISCUSSION Chronic otitis media is an inflammatory disease of the middle ear, Eustachian tube and mastoid cell system, lasting for more than three months and unresponsive to medical therapies (1). In a study by Kim et al. on 2899 households, the prevalence of COM was found to be 2.19% (7). Most inflammatory diseases of the middle ear are thought to be associated with inadequate ventilation of the middle ear through the Eustachian tube. Pathologic conditions of nose, paranasal sinuses and rhinopharynx cause Eustachian dysfunction, and nasal obstruction impairs the functions of the Eustachian tube (3,4,5,6,8). When Eustachian tube is obstructed, the negative pressure in the middle ear leads to an increase in the capillary blood flow. Tympanic membrane retraction, transudation into the middle ear or in advanced forms, perforation can occur due to this vacuum effect (9). Van Cauwenberge et al. conducted a prospective study on 2059 healthy children and found a higher prevalence of Eustachian tube dysfunction among children with even minimal deviation compared to those witho- 18 ut septal deviation (10). Post-operative early and late measurements in some studies suggest that surgical correction of septal deviation improves tubal opening pressure at both sides (11,12,13,14). Septum supports nasal structures and has an important role in nasal physiology (14). The most common reason for nasal obstruction is nasal septal deviation (15,16). The incidence of septal deviation was found to be 40% in a study that used sinus computed tomography (17). Göçmen et al. examined nose and paranasal sinus pathologies in 52 patients diagnosed with adhesive otitis, pars tensa atelectasis or pars flaccida retraction pockets; the prevalences of septal deviation and concha bullosa were 52% and 29% in the study group, and 17% and 23% in the control group, respectively (18). In our study, the prevalence of septal deviation was higher in the study group compared to control group, and the difference was statistically significant (p= 0.004). In patients with COM, there was no relationship between the affected side and the localization side of septal deviation (P= 0,192). This finding suggests that the effects of septal deviation on Eustachian tube dysfunction are bilateral and not unilateral. Bozok Tıp Derg 2014;4(2):16-9 Bozok Med J 2014;4(2):16-9 Furthermore, we investigated the presence of inferior turbinate hypertrophy and paradoxical middle turbinate in both groups and, observed no significant difference between the groups. We also compared the findings on Waters’ view radiographs of the study and control group, and no significant difference was found between the groups other than mucosal thickening in maxillary sinuses. CONCLUSİON In this study, we could not find significant increases in the prevalence of turbinate hypertrophy and paradoxical middle turbinate in patients with COM compared to the control group. This finding suggests that there is no relationship between these pathologies and COM. However, the significantly higher prevalence of septal deviation found in patients with COM compared to the control group suggests that these pathologies might play a role in the etiopathogenesis of COM. We, therefore, postulate that treatment of such pathologies should not be delayed considering that the condition is easy to diagnose on physical examination and accompanying septal deviation in patients with COM should be treated before performing an ear surgery. KAYNAKLAR 1. Akyıldız N. Kulak hastalıkları ve mikrocerrahisi. In Akyıldız N, eds. Kulak Hastalıkları ve mikrocerrahisi. Vol. 1. Ankara: Bilimsel Tıp Yayınevi, 1998. p. 22-90. 2. Salvinelli F, Casale M, Greco F. Nasal surgery and Eustachian tube function: Effects on middle ear ventilation. Clin. Otolaryngol. Allied. 2005;30(5):409-13. 3. Farneti G, Denaro E. Rhino-pharingeal disease and tubal disease . Relations and influences. In Pirodda E, eds. Middle Ear Disease and Surgery Compositori. Vol. 2. Bologna: Lippincott Williams Wilkins, 1992. p. 199-204. 4. Gonzalez Garcia F, Garabal Garcia – Talavera J. A. The Toynbee’s phenomenon effect on the middle ear during nasal tamponade. An. Otorhinolaryngology. İbero Am. 1997;24(4):393- 400. 5. Lee CS, Paparella MM. Otitis media. In Goodhill V, eds: Ear diseases Deafness and Dizziness. Vol. 2. Philadelphia: Hagerstown, 1979. p. 526-46. SARIve ark. Kronik Otitis Medialı Hastalarda Saptanan Nazal Patolojiler 6. Hone S W, Moodley S, Donnelly M J. The effect of tonsillectomy on the Eustachian tube function. Clin. Otolaryngol. 1997;22(6):511-14. 7. Kim CS, Jubg HW, Yoo KY. Prevalance and risk factors of chronic otitis media in Korea: results of a nation-wide survey. Acta Otolaryngol. 1993;113(3):369-75. 8. Yücetürk A. V, Ünlü H.H, Filiz Ü, Yıldız T, Okumuş M. Kronik otitli hastalarda Östaki Tüpü fonksiyonlarının objektif metotla değerlendirilmesi ve normal kişilerle karşılaştırılması. K.B.B ve Baş Boyun Cerrahisi Dergisi.1996;4(2) :144-8. 9. Thorburn I B. The pathogenesis of chronic otitis media – A clinical study. Proc. Roy. Soc. Med. 1968;61(4):395-99. 10. Van Cauwenberge P. Derycke A. The relationship between nasal and middle ear pathology. Acta Otorhinolaryngol. Belg. 1983;37(6):830–41. 11. Deron P. Septal surgery and tubal function, early and late results. Rhinology. 1995;33(1):7-9. 12. Lim D J. Surfice active substance of the tubatympanum. A review. In O Passali eds. Nose and Eustachian tube. Vol. 1. Roma: CIC Ed, 1989. p. 109-23. 13. Tos M. Pathology of the Eustachian tube. Ann. Otol. Rhinol. Laryngol. 1985;43 (120):17-8. 14. Grote J. Middle ear effusion and sinusitis. J. Laryngology Otol. 1980;94(2):177-83. 15. Uygur K, Tuz M, Dogru H. The correlation between septal deviation and concha bullosa. Otolaryngol. Head Neck Surgery. 2003;129(1):33-6. 16. Akçalı Ç. Nazal septum hastalıkları. In Onur Çelik eds. Kulak Burun Boğaz Hastalıkları ve Baş Boyun Cerrahisi. 2. Baskı. İstanbul: Turgut yayıncılık, 2002. p. 435. 17. Arslan H, Aydinlioglu A, Bozkurt M. Anatomic variations of the paranasal sinuses: CT examination for endoscopic sinus surgery. Auris Nasus Larynx. 1999;26(1):39-48. 18. Gocmen H, Ceylan K, Arslan I, Kılıc R, Ozeri C, Samim E, Arslan N. Burun ve paranazal sinüs patolojilerinin timpanik membran retraksiyonları üzerinde etkisi var mıdır? Otoscope. 2004;(1):34-8. 19 ACİL SERVİSE BİLİNÇ DEĞİŞİKLİĞİ İLE BAŞVURAN GERİATRİK HASTALAR Geriatric Patients With Altered Mental Status Admitted to the Emergency Service Gökhan Elçin1, Sadiye Yolcu2, Mücahit Kapçı3, Vermi Değerli1, Burak Gün1, İsmet Parlak1 ÖZET Bozyaka Eğitim ve Araştırma 1 Hastanesi Acil Tıp Kliniği, İzmir Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2 Acil Tıp Anabilim Dalı, Yozgat Adnan Menderes Üniversitesi 3 Tıp Fakültesi, Acil Tıp Anabilim Dalı Aydın Gökhan Elçin, Uzm. Dr. Sadiye Yolcu, Yrd. Doç. Dr. Mücahit Kapçı, Yrd. Doç. Dr. Vermi Değerli, Uzm. Dr. Burak Gün, Uzm. Dr. İsmet Parlak, Doç. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Sadiye Yolcu Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Yozgat Tel: 05053596731 e-mail: [email protected] Amaç: Bu çalışmanın amacı bilinç değişikliği ile acil servise başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların bilinç bozukluğunun nedenlerine yönelik incelenmesi planlanmaktadır. Gereç ve Yöntemler: Çalışmamıza acil servisimize 65 yaş ve üstü bilinç değişikliği ile başvuran hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Tüm olguların demografik özellikleri, tıbbi durumları, vital bulguları ve ayrıntılı fizik muayene bulguları kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 104 hastadan 48’i erkek (%46,2), 56’sı kadındı (%53,8). Vakaların yaş ortalaması 77,3 idi. Hastaların 98’i (%94,2) acil servise yakını ile gelirken 5’i (%4,8) bakıcısı ile 1’i (%0,9) 112 ambulans personeli ile gelmişti. 67 (%64.4) hasta hastaneye yatırıldı. En sık konulan tanılar iskemik serebrovasküler hastalık (%16,3), pnömoni (%16,3) ve sepsis (%15,4) idi. Hastalara konulan tanılar ile mortalite ve yatış süresi arasında ilişki kurulamadı. Sonuç: Sonuç olarak acil servise bilinç bozukluğu ile gelen hastalarda tanıların geniş bir yelpazede olduğu ve şikayeti ani başlayan hastalara dikkat edilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Acil tıp hekimleri geriatrik hastalar hakkında daha fazla bilgi beceri kazanmalı ve yaşlı hasta bakımı için acil servislerin ihtiyaca yönelik düzenlenmesi gerekmektedir. Anahtar kelimeler: Bilinç bozukluğu; Acil servis; Geriyatri. ABSTRACT Objective: In this study, patients over age of 65 with altered mental status admitted to the emergency service were specifially investigated. Materials and Methods: In our study, charts of 104 patients admitted to our emergency service are retrospectively viewed. Demographic characteristics, medical conditions, vital signs, detailed physical examination of the patients were recorded. Results: Of 104 patients, 48 (46.2%) were male and 56 (53.8%) were female. Averaga age was 77.3±7. 98 (94.2%) of patients were brought to emergency department by relatives while 5 (4.8%) by caregiver and 1 (0.9%) by ambulance personnel. 67 (64.4%) patients were admitted to the hospital. Most common diagnoses were ischemic cerebrovascular disease (16.3%), pneumonia (16.3%) and sepsis (%15.4). There wasn’t a correlation between diagnoses with mortality and hospitalization time. Conclusion: As a result, for geriatric patients admitting consciousness disorders have a wide range of diagnoses, concern must be given to patients with sudden onset complaints. Emergency physicians need to learn more practice about geriatric patients and emergency services for the care of elderly patients have to be tailored to the needs. Key words: Consciousness Disorders; Emergency service; Geriatrics. Geliş tarihi/Received:20.12.2013 Kabul tarihi/Accepted:14.01.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 20 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 ELÇİN ve ark. Geriatrik Hastaların Acil Servis Başvuruları GİRİŞ BULGULAR Yaşlanma, canlı organizmaların, türe özel bir zaman süresinde, iç ve dış çevredeki değişikliklere uyum yeteneğinin azalması sonucu, homeostazisi sürdüremedikleri, birden fazla patolojinin ve onlara ait belirti ve bulguların sıklıkla birlikte bulunduğu yaşam dönemidir (1). Çalışmaya 104 hasta alındı. Hastaların 48’i erkek (%46,2), 56’sı kadındı (%53,8). Vakaların yaş ortalaması 77,3 ± 7 idi. Minimum yaş 65 maksimum yaş 96 idi. Hastaların 64’ü (%61,5) ambulans ile, 40’ı (%38,5) kendi imkanları ile acil servise başvurdu. Yaşlı ve bilinç değişikliği ile gelen hasta sayısı da her geçen gün artmaktadır. Bu hastalar acil servislerde daha fazla zaman geçirmekte, klinik prezentasyonlarıda atipik olduğundan daha fazla tetkik edilmektedirler (2,3). Literatürü incelediğimizde genel olarak 65 yaş üzeri hastaların acil servis başvurularının incelendiğini spesifik olarak bilinç bozukluğunun nedenlerine yönelik incelenmediğini gördük. Çalışmamızın özellikle bu bilimsel veri eksikliğini gidereceğini düşünmekteyiz. Tablo 1. Acil servise bilinç değişikliği ile başvuran hastalarda eşlik eden şikâyetlerin ve şikayetin başlama zamanı dağılımı GEREÇ VE YÖNTEM Çalışmamıza 1 Ağustos 2011 – 30 Eylül 2011 tarihleri arasında Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine başvuran 65 yaş üstü bilinç bozukluğu şikayeti ile gelen hastalar alındı. Tüm olguların yaş, cinsiyet, acile başvuru şikayetleri, anamnezi veren kişi, şikayetin başlama zamanı, hastanın mobil olma durumu, komorbid hastalıkları, kullandığı ilaçlar ve ilaçlarını düzenli alıp almadığı, vital bulguları, ayrıntılı fizik muayene bulguları kaydedildi. Tetkik sonrası hastaların aldığı tanı, istenen konsültasyonlar, hastanın nasıl sonuçlandığı kaydedildi. Ayrıca araştırma ile ilgili Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Planlama Kurulu’ndan onay alındı. Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 15.0 programı kullanıldı. Çalışma verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama, Standart sapma) yanı sıra niceliksel verilerin karşılaştırılmasında normal dağılım gösteren parametrelerin gruplar arası karşılaştırmalarında student t testi kullanıldı; normal dağılım göstermeyen parametrelerin gruplar arası karşılaştırmalarında ise Mann Whitney U test kullanıldı. Niteliksel verilerin karşılaştırılmasında ise Ki-Kare testi ve Fisher Exact Ki-Kare testi kullanıldı. Sonuçlar % 95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0,05 düzeyinde değerlendirildi. n Acile Geliş Şikayeti Nefes Almada Zorluk 19 Ateş 18 Yemek yememe 15 Bulantı-kusma 9 İshal 5 Kasılma 4 Göğüs ağrısı 4 Vücut yarısında güçsüzlük 4 Öksürük 3 Morarma 3 İdrar kaçırma 1 Boğaz ağrısı 1 Baş ağrısı 1 Karın ağrısı ve şişlik 1 Bel ağrısı 1 Şeker yüksekliği 1 Yan ağrısı 1 Ek şikayet yok 13 Toplam 104 Şikayetin başlama zamanı Aniden 54 0-6 saat önce 6 6-12 saat önce 3 12-24 saat önce 3 >24 saat önce 38 Toplam 104 Hastanın sonlanma durumu Servise yatış ve taburcu 41 Taburcu 19 Sevk 12 Serviste eksitus 12 Yoğun bakımda eksitus 10 Acilde eksitus 6 Yoğun bakım yatış ve taburcu 4 Toplam 104 % 18,3 17,3 14,4 8,6 4,8 3,8 3,8 3,8 2,9 2,9 0,9 0,9 0,9 0,9 0,9 0,9 0,9 12,5 100 51,9 5,8 2,9 2,9 36,5 100 39,42 18,27 11,54 11,54 9,62 5,77 3,85 100 21 ELÇİN ve ark. Geriatrik Hastaların Acil Servis Başvuruları Hastaların 98’i (%94) acil servise yakını ile gelirken, 5’i (%4,8) bakıcısı ile 1’i (%1) 112 ambulans personeli ile gelmişti. Bu hastaların 39’u (%37,5) mobil, 27’si (%26) immobil, 38’ i (%36,5) kısmi mobildi. Hastaların 42’si (%40,4) ilaçlarını düzenli kullanırken, 62’si (%59,6) düzensiz ya da hiç ilaç kullanmıyordu. Hastaların 44’ünün (%42,3) dil kuruluğu minimal iken, 34’ünde (% 32,7) orta derece dil kuruluğu, 26’sında (% 25,0) ileri derece dil kuruluğu mevcut idi .Cinsiyet ile acil servise başvuru şikâyeti arasında anlamlı ilişki kurulamadı (p>0,05). Aynı şekilde cinsiyet ile; beraberinde acile geldiği kişi, acile başvuru süresi, ilaçlarını düzenli kullanıp kullanmama (p>0,05), vital bulgular (p>0,05), acil serviste geçirilen süre (p>0,05), acil servisteki sonlanım şekli (p>0,05) arasında anlamlı ilişki kurulamadı. Bilinç değişikliği ile acil servise gelen hastalarda eşlik eden şikâyetleri, şikâyetlerin başlama zaman dilimi ve hastaların sonuçlanma şekillerinin dağılımı tablo 1’de gösterilmiştir. Hastaların 16’ sının (%15,4) bilinen kronik hastalığı yoktu. 88 hastanın (% 84,6) en az bir kronik hastalığı vardı. Hastalarımızın cinsiyet ile bilinen kronik hastalıklarından kalp yetmezliği ve KOAH arasında anlamlı ilişki ku- Bozok Tıp Derg 2014;4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 ruldu (p<0,05). Buna göre kalp yetmezliği en çok kadınlarda gözlenirken KOAH en çok erkeklerde gözleniyordu (p<0,05). Hastaların acil serviste aldıkları tanıların dağılımı tablo 2’de verilmiştir. Hastaların 29 (%27,9) tanesi dahiliye servisine yatırıldı. Hastalardan istenen konsültasyonların bölümlere göre dağılımı ve yatırıldıkları servisler Tablo 3’te verilmiştir. Yaş ile; acil servise geliş süresi (p>0,05), vital bulgular (p>0,05), sonlanım şekli (p>0,05) ve hastane içi mortalite (p>0,05) arasında anlamlı ilişki saptanamadı. Hastaları 65-80 ve 81 üstü olarak gruplandırdığımızda ise kronik hastalıkların ilk grupta daha fazla görüldüğünü saptadık(p<0,05). Şikâyeti aniden başlayan grubun acilde en fazla süre kalan grup olduğu saptandı. İstatistiksel olarak ispatlandı (p<0,05). Şikâyeti aniden başlayan grubun daha fazla hastanede kaldığı görüldü, istatistiksel olarak ispatlandı (p<0,05). Ancak şikâyeti aniden başlayan grup ile hastaların sonlanım şekli arasında anlamlı ilişki kurulamadı (p > 0,05). Hastane içi mortalite ile; cinsiyet, yaş, başvuru şikayeti, şikayetin başlama zamanı arasındaki ilişki araştırıldı, anlamlı ilişki kurulamadı (p>0,05) (Tablo 4). Tablo 2. Tanıların Dağılımı Tanı n (%) Tanı Serebrovasküler 25(24) Nefrolojik Hastalıklar hastalıklar Akut Böbrek Yetmezliği İskemik SVO 17 (16,3) Kronik Böbrek Yetmezliği Hemorajik SVO 5 (4,8) Elektrolit Bozukluğ Multiple Skleroz atak 1 (0,9) Endokrinolojik Hastalıklar Epilepsi 2 (1,9) Hiperosmolarnonketotik Pulmoner Hastalıklar 24 (23) koma Pnömoni 17 (16,3) Diabetik Ketoasidoz Koah alevlenme 3 (2,9) Hipoglisemi Pulmoner Emboli 2 (1,9) Enfeksiyon Hastalıkları Solunum yetmezliği 2 (1,9) Sepsis (tanı konamamış) Kardiyovasküler 14 (13,5) Onkolojik Hastalıklar Hastalıklar Malignite Akut Koroner Sendrom 4 (3,8) Gastrointestinal Aritmi 5 (4,8) Hastalıklar Kardiyak Senkop 2 (1,9) Hepatik Ensefalopati Hipotansif Atak 1 (0,9) Cerrahi Hastalıklar Pulmoner Ödem 2 (1,9) Mezenter İskemisi 22 n (%) 13 (%12,5) 3 (2,9) 3 (2,9) 7 (6,7) 8 (7,7) 1 (0,9) 2 (1,9) 5 (4,8) 15 (14,4) 15 (14,4) 3 (2,9) 3 (2,9) 1 (0,9) 1 (0,9) 1 (0,9) 1 (0,9) Bozok Tıp Derg 2014;4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 ELÇİN ve ark. Geriatrik Hastaların Acil Servis Başvuruları Tablo 3. İstenen Konsültasyonların Dağılımı Dahiliye Nöroloji Beyin cerrahi Göğüs hastalıkları Kardiyoloji Enfeksiyon hastalıkları Nefroloji Anestezi ve yoğun bakım Genel cerrahi Ortopedi Üroloji Kalp damar cerrahisi İstenen konsültasyonlar n % 52 50 35 33,6 7 6,7 9 8,6 7 6,7 16 15,4 6 5,8 10 9,6 4 3,8 1 0,9 1 0,9 1 0,9 Yatış yapılan bölüm n % 29 27,9 16 15,4 5 4,8 2 1,9 3 2,9 6 5,8 0 0 6 5,8 0 0 0 0 0 0 0 0 Tablo 4. Şikayetlerin Başlama Zamanı ile Hastane İçi Mortalite İlişkisi Acilde eks. n (%) Şikayet başlama Zamanı Aniden 2 (7,14) 0-6 saat 1 (3,57) 6-12 saat 0 12-24 saat 0 24 saat üstü 3 (10,71) Toplam n (%) 6 (21,42) Serviste eks n (%) Yoğun Bakımda eks n (%) Toplam n (%) 4 (14,28) 0 1 (3,57) 0 7 (25,0) 5 (17,85) 2 (7,14) 0 0 3 (10,71) 11 (39,3) 3 (10,7) 1 (3,8) 0 13 (46,4) 12 (42,85) 10 (35,7) 28 (100) TARTIŞMA Toplumdaki yaşlı oranının günden güne artmasına bağlı olarak acil servislere başvuran geriatrik hasta populasyonu da artış göstermektedir. Türkiye İstatistik Kurumunun 2010 tarihli verilerine göre yurdumuzdaki 65 yaş üstü nüfus oranı % 7,2’dir, İzmir’de yaşayan yaşlı nüfus oranı ise % 8,3’dür (4).Çalışmaya aldığımız hastaların 56’sı (%53,8) kadın, 48’i (% 46 ) erkekti. Şahin ve arkadaşlarının 2011 tarihli yaptığı çalışmada oran 7709 (% 50,3) kadın, 7630 (% 49,7) erkek olarak tespit edilmiş (2). Karadağ ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise kadınların oranı % 54,2, erkeklerin oranı ise % 45,8 olarak saptanmış. Bu oranlar bizim verilerimize yakın değerlerdi (3). Literatürü incelediğimizde; 65 yaş üzeri acil servise olan başvurular incelendiğinde, Ünsal ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada en sık kardiyovasküler (% 19,6) ve pulmoner (% 17,8) nedenler saptanmış (5). Ross ve arkadaşları acil servise başvuruda en çok şikâyetin % 24 oranı ile göğüs ağrısı olduğunu saptamış (6). Farklı olarak Hu ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada sonuçlarımızla uyumlu olarak serebrovasküler sistem kaynaklı şikâyetler ön planda saptanmış (7). 23 ELÇİN ve ark. Geriatrik Hastaların Acil Servis Başvuruları Bizim çalışmamızda bilinç değişikliği ile acil servis başvurusu yapan 65 yaş ve üstü hastalarda ateş, nefes almada zorluk, yemek yememe, bulantı-kusma gibi ek şikâyetlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Bilinç değişikliği olan geriatrik hastaların şikâyetlerinin çok geniş yelpazede olduğu çalışmamızda dikkat çekiciydi. Literatüre baktığımızda diğer çalışmalarda genel olarak 65 yaş ve üzeri hastaların acil servise başvuru şikayetlerinin incelendiğini ve spesifik olarak bilinç bozukluğunun nedenlerine yönelik incelenmediğini görüyoruz. Çalışmamızda başvuru şikâyetlerinin cinsiyetlere göre dağılımı ve ilişkisini de araştırdık, istatistiksel olarak anlamlı bulamadık. E. Mert’in 65 yaş üstü hastaları incelediği çalışmada malignite nedeni ile başvuruları daha çok erkeklerde, kaza–travma nedeni ile başvuruları da daha çok kadınlarda saptamış. Diğer nedenler arasında fark bulunamamış (8). Ünsal ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada kadınlarda hipertansiyon ve üst solunum yolu enfeksiyonu nedeni ile başvurunun daha sık; erkeklerde ise pulmoner kökenli hastalığın daha sık başvuru nedeni olduğu saptanmış (5). Castella ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise cinsiyetler arasında başvuru şikâyeti açısından anlamlı fark bulunamamış (90). Çalışmamızda hastalarımızın 88 (% 84)’inde en az bir bilinen kronik hastalık vardı. Erkeklerde % 87,5 oranında kadınlarda % 82,1 oranında kronik hastalık saptandı. Ancak istatistiksel olarak anlamlı ilişki kurulamadı. Hastalarımızda kronik hastalık olarak en fazla oranda hipertansiyon 43 (% 41,3) hastada ve diyabetes mellitus 31 (% 29,8) hastada görüldü. Bilinç bozukluğu ile başvuran geriatrik hastaların acil servis başvuruları, acil servisten hastaneye yatırılma oranlarının da yüksekliği dikkat çekicidir. Geriatrik hastaların yaşlanma ile oluşan fizyolojik değişikliklerinin yanında, eşlik eden kronik hastalıklarının olması, çoklu ilaç kullanımlarının olması mevcut durumlarının değerlendirmesini zorlaştırmaktadır. Bilinç bozukluğu ile başvuran geriatrik hastaların değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşımın gerekliliği aşikârdır (10). Çalışmamızda acil servisten istenen konsültasyonlar arasında en sık dahiliye kliniği (%50), 2. en sık nöroloji 24 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 kliniği (%33,6)’nden konsültasyon istenmiş olarak tespit edildi. Taymaz T.’nin çalışmasında ise en çok kardiyoloji (%22), nöroloji (%16), dâhiliye (%11) konsültasyonlarının istendiği saptanmış (11). Hastanemizde nöbet şartlarında kardiyoloji, göğüs hastalıkları, nefroloji klinikleri olmadığından bu klinikler için istenen konsültasyonlar da dâhiliye kliniğinden istenmektedir. Dolayısı ile sonuçlarımız benzerdi. Geriatrik hasta grubunun başvuru sayısının yüksek olduğu acil servislerde özellikle bilinç değişikliği ile başvuran yaşlı hastaların acil servislerde sonuçlandırılması için geçen sürenin kısalmasında, hastanede bulunan birçok kliniğin katkısı gerekmektedir. Demografik verilerden de görüldüğü gibi acil servislere her geçen gün bilinç değişikliği ile gelen yaşlı hasta başvurusu artmaktadır. Yaşlı hastalar acil servislerde daha fazla zaman geçirmekte ve klinik prezentasyonları da daha önce belirttiğimiz gibi atipik olduğundan daha fazla tetkik gerekmektedir. Bilinç değişikliği ile acil servise başvuran yaşlı hastalardan şikâyetleri aniden başlayanlar ile 24 saat ve üzerinde olanlara daha çok dikkat etmeli, şikâyetlerin çok geniş yelpazede olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Ateş, nefes almada zorluk, yemek yememe şikâyetleri olanlara özellikle dikkat etmeliyiz. Vital bulguların da çok farklı olduğu ancak ateş yüksekliği, TA düşüklüğü, nabız sayısının yüksekliğinin özellik arzettiğini unutmamalıyız. Bilinç değişikliği ile acil servise başvuran geriatrik hastalar elektrolit bozukluğu açısından mutlaka değerlendirilmeli, bilinç değişikliği yapan durumlardan birisi olarak elektrolit bozuklukları akıldan çıkarılmamalıdır. Yaşlanma ile birlikte beslenme alışkanlıklarının da değişebileceği, susama hissinin azalmasına bağlı su içmenin azalacağı akılda tutulmalı, bilinç değişikliği ile gelen yaşlı hastalarda mutlaka dil kuruluğuna da bakılmalıdır. Han ve arkadaşları yaşlı ve bilinç bozukluğu olan hastalarda enfeksiyonların deliryumu en çok presipite eden faktör olduğunu fakat mental durumunda akut değişiklik olan hastalarda bir çok eşlik eden faktör olabileceğini ve bu hastalarda acil değerlendirmenin altta yatan nedene odaklanarak yapılması gerektiğini bildirmişlerdir (12). Bozok Tıp Derg 2014;4(2):20-5 Bozok Med J 2014;4(2):20-5 ELÇİN ve ark. Geriatrik Hastaların Acil Servis Başvuruları SONUÇ Acil servis hekimleri geriatrik hastalar hakkında daha fazla bilgi ve beceri kazanmalı, yaşlı hasta bakımı için acil servisler ihtiyaca yönelik olarak düzenlenmelidir. Gerektiğinde hızlı davranmak hayat kurtarıcı olacaktır. Bu konuda acil servis hekimlerine büyük iş düşmektedir. KAYNAKLAR 1. Akan P, Erdinçler D, Tezcan V. Yaşlıda İlaç Kullanımı. Turkish J Geriatr. 1999;2(1):33-8. 2. Şahin S, Boydak B, Savaş S. Acil servise başvuran 65 yaş üzeri hastaların özellikleri. Acad Geriatr. 2011;3(1):41-6. 3. Karadağ B, Çat H, Öztürk AO. Acil servise başvuran hasta profili 3 yıllık inceleme. Acad Geriatr. 2010 ;2(3):176-85. 4. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Sonuçları. http://tuikapp.tuik.gov.tr/adnksdagitapp/adnks.zul. 5. Ünsal A, Çevik A, Metintaş M. Yaşlı hastaların acil servis başvuruları. Turkish J Geriatr. 2003; 6(3):83-8. 6. Ross MA,Compton S, Richarson D. The use of an emergency department observation unit for elderly patients. Ann Emerg Med. 2003; 41(5): 668-77. 7. Hu SC, Yen D, Yu YC. Elderly use of the ED in an Asian metropolis. Am J Emerg Med. 1999 ;17(1):95-9. 8. Mert E. Geriatrik hastaların acil servis kullanımı. Turkish Journal of Geriatrics. 2006;9(2):70-4. 9. Castella X, Mompart A, Perez G. Hospital utilization for acute problems of elderly. Catalonia, 1982-1990. Gac sanit. 1997;11(6):259-65. 10. Chen JC. Differences of disease Characteritics between genders in emergency department elderly of a community hospital in Taiwan. Changgeng Yi Xue Za Zhi. 2000;23(4):190-6. 11. Taymaz T. Acil polikliniğinden yatırılan geriatrik hastaların ayrıntılı irdelenmesi. Akademik Geriatri. 2010;2(3):167-75. 12. Han JH, Wilber ST. Altered mental status in older patients in the emergency department. Clin Geriatr Med. 2013;29(1):101-36. 25 YOZGAT BÖLGESİNDE DİFERANSİYE TİROİD KANSERİ NEDENİYLE TAKİP EDİLEN HASTALARIN KLİNİK VE DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ Clinical and Demographic Characteristics of the Patients Followed due to Differentiated Thyroid Carcinoma in Yozgat Region Seyhan Karaçavuş1, Kasım Çağlayan2, Sevinç Şahin3, Mesut Sipahi2, Ahmet Bal4, Ergin Arslan2, Selda Seçkin3 , Murat Süher5 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2 Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3 Patoloji Anabilim Dalı, Yozgat Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp 4 Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Afyon Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi 5 İç Hastalıkları Endokrinoloji Bilim Dalı, Yozgat Seyhan Karaçavuş, Yrd. Doç. Dr. Kasım Çağlayan, Doç. Dr. Sevinç Şahin, Yrd. Doç. Dr. Mesut Sipahi, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Bal, Yrd. Doç. Dr. Ergin Arslan, Yrd. Doç. Dr. Selda Seçkin, Prof. Dr. Murat Süher, Prof. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr Seyhan Karaçavus, Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Yozgat Tel: +90 505 267 82 09 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:03.12.2013 Kabul tarihi/Accepted:10.04.2014 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):26-30 Bozok Med J 2014;4(2):26-30 Amaç: Bu çalışmanın amacı, Yozgat bölgesindeki diferansiye tiroid karsinomlu (DTK) hastaların demografik ve klinik özelliklerini tespit etmektir. Gereç ve Yöntemler: 2011-2014 yılları arasında Bozok Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nde DTK tanısıyla takip edilen 62’si kadın, 13’ü erkek toplam 75 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların histopatolojik ve klinik özellikleri yaş, cinsiyet, tümör tipi ve metastaz açısından birbirleri ile karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 46.3±13.9 olup 16-79 yaş arasında dağılım göstermekteydi. Diferansiye tiroid karsinomunda kadın/erkek oranı 4,8/1 olarak bulundu. Ortalama tanı yaşı kadın hastalarda 45,2±14,2 iken erkek hastalarda 49.5±5.1 idi. Tümör tipleri içinde % 78,7 ile en yaygın papiller karsinom, ikinci sıklıkta % 13,3 ile papiller karsinom foliküler varyant, üçüncü sıklıkta % 5,3 ile folliküler karsinom tespit edilmiştir. Bununla birlikte uzak metastaz oranı folliküler karsinomda daha fazlaydı. Sonuç: Tüm DTK’lu hastalar içinde en yaygın görüleni papiller karsinomdu. Kadın hasta sayısı erkek hasta sayısından tüm kanser tiplerinde daha yüksekti. Papiller veya folliküler tiroid karsinomu ile tanı yaşı arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Uzak metastaz oranı folliküler karsinomda papiller karsinoma göre daha yüksek bulundu. Anahtar kelimeler: Tiroid kanseri; Demografik analiz; Takip. ABSTRACT Objective: The purpose of this study was to determine clinical and demographic characteristics of the patients with differentiated thyroid carcinoma (DTC) in Yozgat region. Materials and Methods: Seventy five patients, consisted of 62 females and 13 males, followed due to DTC between 2011 and 2014 in Bozok University Research and Practise Hospital were retrospectively evaluated. Their clinical and hystopathological characteristics were compared with each other for age, gender, tumor type and metastasis of the disease. Results: The mean age of patients was 46.3±13.9 years (range 16-79 years). The ratio of female to male was found 4,7/1 in DTC. The mean age of diagnosis was 45,2±14,2 for females, while 49.5±5.1 for males. Papillary carcinoma was determined as the most common type of tumor with 78,7 % , the second common type was papillary carcinoma follicular variant with 13,3 % , the thirth common type was follicular carcinoma with 5,3 % in all tumor types. However, distant metastasis ratio was more in follicular carcinoma. Conclusion: Papillary thyroid cancer was most common in all patients with DTC. In all types of DTC female patients were more than males. There was not any statistically significant difference between the mean age of diagnosis for follicular thyroid cancer and for papillary thyroid cancer. Distant metastasis ratio was found to be higher in follicular thyroid cancer than papillary thyroid cancer. Key words: Differentiated thyroid carcinoma; Demographic analysis; Follow-up. 26 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):26-30 Bozok Med J 2014;4(2):26-30 KARAÇAVUŞ ve ark. Yozgat Bölgesinde Diferansiye Tiroid Kanseri GİRİŞ Endokrin sistemin en sık görülen malign hastalığı Diferansiye Tiroid Karsinomudur (DTK) (1). İnsidansı, tüm dünyada son birkaç dekatta giderek artış göstermekte ve her yıl yaklaşık 7/100.000 kişiye DTK tanısı konmaktadır (2). Diferansiye tiroid karsinomuna kadınlarda erkeklerden yaklaşık 3 kat daha sık rastlanmakta olup görülme insidansı kadınlarda 9.1/ 100.00 iken erkeklerde 2.9/100.000’dur (3). Tanısal metodlardaki gelişmelerle birlikte insidental tiroid nodüllerinin kolayca saptanabilmesi, histopatolojik tanı koydurucu kriterlerdeki gelişmeler ve iyonize radyasyon maruziyetindeki artış bu görülme sıklığının nedenleri olarak gösterilmektedir. Tiroid bezi, tiroksin ve triiyodotironin sentezleyen foliküler hücreler, kalsitonin sekrete eden parafoliküler hücreler, bağ dokusu hücreleri ve bağışıklık sistemi hücrelerinden oluşur. Tiroid kanserlerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan DTK (papiller ve folliküler karsinomlar) ve anaplastik karsinoma folliküler hücrelerden gelişir (4). Diferansiye tiroid karsinomu genel olarak iyi prognozlu ve tedavi edilebilir bir hastalık olmakla birlikte yıllar içinde nüks, yakın ve uzak metastazlar gösterebilmektedir. Bu çalışmada amacımız, Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı’na başvuran DTK tanısı konmuş, radyoaktif iyot-131 (RAI) ile ablasyon tedavisi almış veya takipteki hastaları retrospektif olarak inceleyerek hastaların klinik ve demografik özelliklerini ortaya çıkarmaktır. GEREÇ VE YÖNTEMLER Retrospektif olarak yapılan bu araştırmaya Ocak 2011Mayıs 2014 yılları arasında Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı’nda takip edilen, RAI tedavisi alan DTK’lı hastalar dahil edilmiştir. Araştırmamızda veri elde etme aşamasında Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Nükleer Tıp, İç Hastalıkları, Genel Cerrahi ve Patoloji Anabilim Dalları, arşivlerindeki hasta dosyalarından faydalanılmıştır. Hastalar tanı anındaki yaş ve cinsiyetlerine göre gruplandırılmışlardır. Patoloji raporlarından elde edilen bilgiler doğrultusunda tümör tipi ve alt tipine göre papiller karsinom klasik tip, papiller karsinom folliküler tip, folliküler karsinom ve Hürthle hücreli karsinom ola- rak sınıflandırılmışlardır. Ayrıca damar invazyonu, lenf nodu metastazı, tek veya her iki lobda oluşu, tek veya çok odaklı oluşu ve tümör çapı gibi ulaşılabilen patolojik veriler de sunulmuştur. Takipte nüks, lokal veya uzak metastaz varlığını ekarte etmek amacıyla Tiroglobulin (Tg) ve Anti-Tiroglobulin (Anti-Tg) değerleri, ultrasonografi (USG), tanısal I-131 ile tüm vücut tarama sintigrafisi (I-131 TVT), tiroid sintigrafisi, kemik sintigrafisi ve bilgisayarlı tomografi (BT) gibi görüntüleme yöntemlerinden elde edilen bulgular dikkate alınmıştır. Elde edilen tüm verilerin SPSS 18.0 Software programı ile istatistiksel analizi yapılmıştır. Tümör tipi ve cinsiyet karşılaştırması gibi kategorik değişkenlerin değerlendirilmesi için ki-kare testi, iki grup ortalamalarını karşılaştırmak için Student-t test ve çoklu grup karşılaştırması için tek yönlü varyans analizi (ANOVA) kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak alınmıştır. SONUÇLAR İncelenen tüm grup içinde kadın hasta sayısı 62 (% 82,7) ve erkek hasta sayısı 13 (%17,3) olarak bulunmuştur. Hastaların tanı yaşları 16-79 yaş arasında dağılım göstermektedir. Ortalama tanı yaşı 46,5±13,9 olup kadın hastalarda 45,2±13,2; erkek hastalarda 49,5±5,1 olarak tespit edilmiştir. Diferansiye tiroid kanseri tanısı alan hastalar tümör tiplerine göre gruplandırıldığında tanı yaşı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır (p=0,692). Hastaların yaş gruplarına ve cinsiyetlerine göre dağılımı Tablo 1’de görülmektedir. Tablo 1. Hastaların yaş ve cinsiyetlerine göre dağılımı. Yaş 0-20 21-44 ≥45 Toplam Kadın (n,%) 2 (100) 25 (89,3) 37 (82,2) 62 (82,7) Erkek (n,%) 0 (0) 3 (10,7) 8 (17,8) 13(17,3) Toplam (n) 2 28 45 75 27 KARAÇAVUŞ ve ark. Yozgat Bölgesinde Diferansiye Tiroid Kanseri Bozok Tıp Derg 2014;4(2):26-30 Bozok Med J 2014;4(2):26-30 Hastalarımızda % 78,7 ile en yüksek oranda papiller karsinom klasik tip, 2. sıklıkta % 13,3 ile papiller karsinom folliküler varyant, 3. sıklıkta % 5,3 ile folliküler karsinom, 4. sıklıkta % 2,7 ile Hürthle hücreli karsinom tespit edilmiştir. Bu hastaların 33’ü (% 44) hastanemizde tanı almış; 42’si (% 56) daha önceden tiroid kanseri tanısı ve tedavisi almış olup halen kliniğimizde takip edilmektedir. Toplam hasta grubunda tiroid kanseri görülme oranı kadın hastalarda % 82,7; erkek hastalarda ise % 17,3 olarak gözlenmiştir (K/E=4,8/1). Kanser türlerine göre cinsiyet dağılımı Tablo 2’de görülmektedir. Tablo 2. Tümör tipleri ve cinsiyete göre hastaların dağılımı. Tümör tipi Papiller karsinom klasik tip Papiller karsinom folliküler tip Foliküler karsinom Hurthle hücreli karsinom Toplam Kadın (n,%) 49 (83,1) 8 (76,9) 3 (75) 2 (100) 62 (82,7) Erkek (n,%) 10 (16,9) 2 (23,1) 1 (25) 0 (0) 13 (17,3) Lenf nodu metastazı 16 hastada (% 21,6), vasküler invazyon (+)’liği 18 (% 24,3) hastada, kapsül invazyonu 12 (% 16,2) hastada saptanmıştır. Tek odakta tümör olan hasta sayısı 35 (% 47,3), multipl odakta tümör tespit edilen hasta sayısı 25 (% 33,3) olarak belirlenmiştir. Onbeş hastada ayrıntılı patolojik bilgiye ulaşılamamıştır. Ortalama tümör çapı papiller karsinomda 1,1± 0,6 cm (mikrokarsinomlu hastalarda 0,4 ± 0,2 cm; papiller karsinom klasik tipte 1,5± 0,5 cm); papiller karsinom folliküler varyantta 1,6 ± 1,3 cm; folliküler karsinomda 2,4 ± 1,1 cm ve Hürthle hücreli karsinomda 1,5 ± 0,2 cm olarak gözlenmiştir. Hastanemizde DTK’lı hastalara Toplam (n,%) 59 (78,7) 10 (13,3) 4 (5,3) 2 (2,7) 75 I-131 RAI tedavisi vermek için yeterli koşullar bulunmamaktadır. Sunulan veriler hastanemizde tanı alıp dış merkezde tedavi aldıktan sonra kliniğimizde takip edilen veya daha önceden tanı ve tedavi alıp da şu an kliniğimizde takip edilen hastalara aittir. Tanı sırasında ve takiplerde Tg değeri yüksekliği nedeniyle incelenen hastalarımızın 16’sında bölgesel lenf nodu metastazı (% 21,6); beşinde I-131 TVT ve akciğer tomografisi ile tespit edilen akciğer metastazı, ikisinde sintigrafi ve tomografi ile gözlenebilen kemik metastazı (uzak metastaz oranı % 9,5) görülmüştür. Tablo 3’te hastaların tümör tiplerine göre metastaz sayıları görülmektedir. Tablo 3. Hastaların tümör tiplerine göre metastaz durumları Tümör tipi Papiller karsinom klasik tip Papiller karsinom folliküler tip Folliküler karsinom Hurthle hücreli karsinom Toplam 28 Yok (n, %) 42 (71,2) 7 (70) 1 (25 1 (50) 51 (68,9) Bölgesel (n, %) 13 (22,1) 2 (20) 1 (25) 1 (50) 17 (22,7) Uzak (n, %) 4 (6,7) 1 (10) 2 (50) - 7 (9,3) Toplam (n, %) 59 (79,7) 10 (13,3) 4 (5,3) 2 (2,7) 75 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):26-30 Bozok Med J 2014;4(2):26-30 Hastalara verilen RAI dozu incelendiğinde ortalama 125 mCi olduğu görülmüştür. Papiller mikrokarsinomlu, 45 yaşın altında ve histopatolojik olarak lenfovasküler invazyon göstermeyen düşük riskli 15 hastamız I-131 RAI tedavisi verilmeden takip edilmektedir. En düşük verilen tedavi dozu 1110 MBq (30 mCi), en yüksek verilen doz ise akciğer ve kemik metastazları tespit edilmesi nedeniyle kümülatif olarak üç defada verilen 20350 MBq (550 mCi)’dir. Tedavi sonrası kliniğimizde halen takipte olan hastaların ortalama takip yılı 4,6 yıl (1-11 yıl) olarak tespit edilmiştir. TARTIŞMA Tiroid kanseri tanısı için hastanemizde, genellikle ultrasonografide tespit edilen malignite şüphesi olan nodüllerden öncelikle ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılmaktadır. Sonucu malignite veya malignite şüphesi ile gelen hastalar cerrahiye yönlendirilmektedir. Cerrahi yöntem olarak; nüks oranını düşürmek, teşhis ve tedavi amacıyla I-131 RAI kullanımını sağlamak ve izlemde duyarlı bir belirteç olan Tg, Anti-Tg değerlerinden yararlanabilmek için bilateral total tiroidektomi operasyonu tercih edilmektedir. Bizim hastalarımızın da bir kısmı daha önceden dış merkezde yapılmış olmakla birlikte 65’ine (% 86,7) bilateral total tiroidektomi (14 hastada beraberinde santral/ boyun diseksiyonu ), 9’una (% 12) bilateral subtotal tiroidektomi, birine (% 1,3) sağ lobektomi (daha sonra tamamlayıcı tiroidektomi operasyonu olan) yapılmıştır. Halen kliniğimizde I-131 RAI tedavisi verilemiyor olmakla birlikte hastanemizde tanı ve tedavi almış hastaların takipleri başarıyla yapılmaktadır. Literatürde DTK’nin kadın/erkek görülme oranı 2/1 ile 4/1 arasında değişmektedir (5, 6). Bu oran papiller ve folliküler karsinom için de benzerdir. Bizim çalışmamızda literatürde bildirilenlere yakın olmak üzere tüm diferansiye tiroid karsinomu tipleri için bu oran 4,8/1 olarak bulunmuştur. Diferansiye tiroid karsinomunun gerek papiller gerekse folliküler tipinin kadın hastalarda erkek hastalara göre 2 ile 4 kat daha sık görüldüğü bildirilmektedir (5). Çalışmamızda da tüm tümör tiplerinde kadın hasta sayısı erkek hasta sayısından 3-5 kat yüksek olarak saptanmıştır. KARAÇAVUŞ ve ark. Yozgat Bölgesinde Diferansiye Tiroid Kanseri Her yaşta görülebilmekle birlikte DTK’nın medyan tanı yaşı kadın hastalarda 40, erkek hastalarda 44 olarak bildirilmiştir (4). Burgess ve ark.’nın yaptkları çalışmada medyan tanı yaşı kadın hastalarda 41, erkek hastalarda 46 olarak bildirilmiştir (6). Bizim çalışmamızda hastalarımızın ortalama tanı yaşı literatür ile uyumlu olarak 46,5±13,9 bulunmuştur. Kadın hastalarda ortalama tanı yaşı 45,2±13,2 iken erkek hastalarda 49,5±5,1 olarak tespit edilmiştir. Literatürde papiller tiroid karsinomunun tanı yaşı 40-44, folliküler tiroid karsinomunun görülme yaşı ise 45-60 olarak bildirilmiştir (7-9). Leung ve ark. 1108 kişiyi kapsayan çalışmalarında 14 tall cell varyant papiller tiroid karsinomuna rastlamışlardır (10). Bu 14 hastanın ortalama tanı yaşını genel tiroid karsinomu tanı yaşından biraz daha ileri olmak üzere 53,7 olarak bulmuşlardır. Bizim çalışmamızda ise Elboğa ve ark’nın çalışmalarına benzer şekilde hastalarımızın papiller veya folliküler histolojik tipte tiroid karsinomu olmaları ile tanı yaşları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (11). Diferansiye tiroid karsinomu tipleri arasında papiller karsinom görülme oranı % 85, folliküler karsinom oranı % 15 bulunmuştur (7). Burgess ve ark. tüm tiroid kanseri tiplerini dahil ederek yaptıkları geniş ölçekli çalışmada, yeni tanı konan 9053 tiroid kanseri vakası içinde papiller tiroid karsinomu % 65,8, folliküler tiroid karsinomu % 17,8, meduller tiroid karsinomu % 4,6, anaplastik tiroid karsinomu % 1,3 ve diğer tiroid karsinomları % 10,6 oranında saptanmışlardır (6). Merhy ve ark. 2001 yılında DTK vakalarında yaptıkları çalışmada ise papiller karsinom oranını % 82, folliküler karsinom oranını % 11, Hürthle hücreli karsinom oranını ise % 7 olarak tespit etmişlerdir (5). Bizim çalışmamızda % 78,7 ile en yüksek oranda papiller karsinom klasik tip, 2. sıklıkta % 13,3 ile papiller karsinom folliküler varyant, 3. sıklıkta % 5,3 ile folliküler karsinom, 4. sıklıkta % 2,7 ile Hürthle hücreli karsinom tespit edilmiştir. Diferansiye tiroid karsinomları genellikle iyi seyirlidir. Ancak riskli hastalarda uzak metastazlara % 5-23 oranında rastlanmıştır (12-14). Bizim çalışmamızda bu oran % 9,5 olarak gözlenmiştir. 29 KARAÇAVUŞ ve ark. Yozgat Bölgesinde Diferansiye Tiroid Kanseri Folliküler tip karsinomlu hastalardaki uzak metastaz oranının (% 23,1), papiller karsinoma (% 15,4) göre daha fazla olduğu dikkati çekmektedir. Bu bulgular da literatür ile uyum göstermektedir. Diferansiye tiroid karsinomunda kullanılan standartlaşmış tedavi yaklaşımları tiroidektomi, I-131 RAI tedavisi ve levotiroksin ile süpresyon tedavisidir. Ampirik sabit doz uygulamasına göre ablasyon tedavisinde 30-100 mCi, lokal ilerlemiş tiroid karsinomunda 150-200 mCi, lenf nodu metastazlarında 100-175 mCi, uzak metastazlarda 200 mCi, milier – mikro nodüler akciğer metastazlarında 150 mCi verilmesi uygun bulunmuştur (15). Hasta grubumuzda düşük riskli papiller mikrokarsinomlu hastalar hariç diğer hastalarımıza bu protokol uygulanmaktadır. Bir hastamızda uzak metastazları bulunması nedeniyle ve muhtemelen gelişen dediferansiasyondan dolayı takrarlayan RAI tedavileri uygulanmıştır. Sonuç olarak, çalışma grubumuzda DTK’na, kadınlarda daha sık oranda rastlandığı saptanmıştır. Tanı yaşı açısından erkek ve kadın cinsiyet arasında ve tümör tipleri arasında anlamlı faklılık gözlenmemiştir. Folliküler tipte karsinomda uzak metastaz olasılığının papiller karsinoma göre daha yüksek olduğu izlenmiştir. İyi prognozlu bir kanser türü olan DTK, risk faktörleri de göz önünde bulundurularak yeterli şekilde tedavi edilmeli ve hastalar yakın takipte olmalıdırlar. KAYNAKLAR 1. Moeller LC, Führer D. Thyroid hormone, thyroid hormone receptors, and cancer: a clinical perspective. Endocr Relat Cancer. 2013;20(2):19-29. 2. Carling T, Udelsman R. Thyroid tumors. In: DeVita VT, Hellman S, Rosenberg SA., Cancer: Principles and Practice of Oncology. 7th Edition, Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins, 2005. p. 1502-19. 3. Jemal A, Bray F, Center MM, Ferlay J, Ward E, Forman D. Global cancer statistics. CA Cancer J Clin. 2011;61(2):69–90. 4. Starnes HF, Brooks DC, Pinkus GS, Brooks JR. Surgery for thyroid carcinoma. Cancer. 1985;55(6):1376-81. 5. Merhy J, Driscoll HK, Leidy JW, Chertow BS. Increasing 30 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):26-30 Bozok Med J 2014;4(2):26-30 incidence and characteristics of differentiated thyroid cancer in Huntington, West Virginia. Thyroid. 2001;11(11):1063-9. 6. Burgess JR. Temporal trends for thyroid carcinoma in Australia: an increasing incidence of papillary thyroid carcinoma (1982-1997). Thyroid. 2002;12(2):141-9. 7. Muro-Cacho CA, Ku NN. Tumors of the thyroid gland: histologic and cytologic features-part 1. Cancer Control. 2000;7(3):276-87. 8. Kumar V. Diseases of the endocrine system. In: Kumar V, Cotran R, Robbins SL., Basic Pathology, 5th edition, WB Saunders: Philadelphia, Pennsylvania. 1992. p. 643-80. 9. Franssila KO, Ackerman LV, Brown CL, Hedinger CE. Follicular carcinoma. Semin Diagn Pathol. 1985;2(2):101-22. 10. Leung AK, Chow SM, Law SC. Clinical features and outcome of the tall cell variant of papillary thyroid carcinoma. Laryngoscope. 2008;118(1):32-8. 11. Elboğa U, Doğan N, Kalender E, Çelen YZ, Yılmaz M, Demir HD, et al. Demographical analysis of the patients received radioiodine therapy for the differentiated thyroid carcinoma in our clinic. Gaziantep Med J. 2012; 18(1): 27-30. 12. Schlumberger M, Challeton C, De Vathaire F, Travagli JP, Gardet P, Lumbroso JD, et al. Radioactive iodine treatment and external radiotherapy for lung and bone metastases from thyroid carcinoma. J Nucl Med. 1996(2);37:598–605. 13. Zettinig G, Fueger BJ, Passler C, Kaserer K, Pirich C, Dudczak R, et al. Long-term follow-up of patients with bone metastases from differentiated thyroid carcinoma: surgery or conventional therapy? Clin Endocrinol (Oxf). 2002;56 (1):377–82. 14. Haq M, Harmer C. Differentiated thyroid carcinoma with distant metastases at presentation: prognostic factors and outcome. Clin Endocrinol (Oxf). 2005;63(1):87-93. 15. Sawka AM, Brierley JD, Ezzat S, Goldstein DP. Managing newly diagnosed thyroid cancer. CMAJ. 2014;186(4):269-75. BALGAM YAYMA NEGATİF, KLİNİK VE RADYOLOJİK OLARAK AKCİĞER TÜBERKÜLOZU DÜŞÜNÜLEN OLGULARDA BAL’DA ARB’NİN TANI DEĞERİ Diagnostic Value of Acid Fast Bacilli at BAL in Patients who are Accepted as Clinically and Radiologically Active Tuberculosis with Negative Sputum Smear Yavuz Selim İntepe1, Murat Kıyık2, Hüseyin Cem Tigin2, Ayşin Durmaz2 ,Kürşat Epöztürk3, Sadettin Çıkrıkçıoğlu2 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat 1 Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göğüs Hastalıkları Kliniği, İstanbul 2 Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Allerji ve İmmünoloji Kliniği, İstanbul 3 Yavuz Selim İntepe, Yrd.Doç.Dr. Murat Kıyık, Uzm. Dr. Hüseyin Cem Tigin, Uzm. Dr. Ayşin Durmaz, Uzm. Dr. Kürşat Epöztürk, Uzm. Dr. Sadettin Çıkrıkçıoğlu, Uzm. Dr. İletişim: Yrd. Doç Dr. Yavuz Selim İntepe Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Tel: 0354 212 70 60 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:21.12.2013 Kabul tarihi/Accepted:10.02.2014 Bozok Tıp Derg 2014;4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 Amaç: Tüberküloz (TB) tanısı balgam veya bronkoskopi meteryallerinde Mycobacterium tuberculosis saptanması ve radyoloji ile sağlanmaktadır. Ancak her zaman ve her hasta için bu mümkün olamamaktadır. Bu çalışmada klinik ve radyolojik olarak aktif akciğer tüberkülozu düşünülen ancak 3 tane balgam materyalinde Aside Rezistan Basil (ARB) yayma negatif bulunanlarda Bronkoalveoler Lavajda (BAL) ARB yayma ve kültür müspetliğinin, invaziv Fiberoptik bronkoskopi (FOB) işlemlerinin TB teşhisine olan katkılarını araştırdık. Gereç ve yöntemler: Klinik ve radyolojik olarak aktif ve/veya sekel akciğer TB’u düşünülen, 3 tane balgam yayması negatif olan toplam 89 hasta alındı. Kontrol grubu olarak TB düşünülmeyen fakat tanısal amaçlı bronkoskopi planlanan parankimde konsolidasyon ve/veya interstisyel tutulumu olan hastalar alındı. Bulgular: Vakalar tanı olarak 3 gruba ayrıldı:51 (%57,3) TB, 8 (%9) sekel TB ve 30 (%33,7) TB dışı (TBDG). Tanı, klinik ve radyolojik inceleme, transtorasik iğne aspirasyonu (TTİA), transbronşiyal biyopsi (TBB), transbronşiyal iğne aspirasyonudur (TBİA), BAL ve balgam kültür ile sağlandı. Sonuç: Çalışmamızda balgam çıkaramayan hastalarda indüksiyonla balgam kültürü bakmanın, yayma negatif olan olgularda bronkoskopi ile BAL kültürünün, uygun olgularda TBB veya TBİA’nın, ayrıca alınan materyallerin her iki kültür ortamına ekilmesinin de istatistikî olarak tanı değerini arttırdığı sonuçlarına varılmıştır. Anahtar kelimeler: Bronkoskopi; Bronkoalveolar lavaj; Tüberküloz. ABSTRACT Objective: The diagnosis of tuberculosis (TB) is achieved by using culture of Mycobacterium tuberculosis from sputum or bronchoscopy specimens and radiology. However can not always be ensured in each patient. In this study we investigated the contribution of acid-fast bacilli smear and culture positivity on TB diagnosis in bronchoalveolar lavage (BAL) and invasive procedures of fiberoptic bronchoscopy (FOB) in patients with three negative acid-fast bacilli smear in sputum that were suspected of clinically and radiologically active tuberculosis. Materials and Methods: 89 patients whom were suspected of clinically and radiologically active and/or sequelae tuberculosis with three negative sputum smear were included in the study. As the control group patients that were scheduled for bronchoscopy with consolidation or interstitial pattern at parenchyma but not presumed to be tuberculosis were included. Results: Patients are divided to 3 groups based on diagnosis: 51 (%57,3) tuberculosis, 8 (%9) sequelae tuberculosis and 30 (%33,7) nontuberculosis. Diagnosis was achieved by clinical and radiological evaluation, transthorasic needle aspiration (TTİA), transbronchial biopsi (TBB), transbronchial needle aspiration (TBİA), BAL and sputum culture. Conclusion: In our study we found that investigation of sputum culture by induction in smear negative cases, as well inoculation of each specimen to 2 different culture medium, significantly increase the diagnostic value of BAL cultures obtained by bronchoscopy, TBB or TBIA, in patients who can not produce sputum. Key words: Bronchoscopy; Bronchoalveolar lavage; Tuberculosis. 31 İNTEPE ve ark. Tüberkülozda Aside Rezistan Basil Tanısı Bozok Tıp Derg 2014,4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 GİRİŞ Geliştirilen tanı yöntemleri, antitüberküloz ilaçlar ve tedavi rejimlerine karşın dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri tüberküloz basili ile enfekte olup tüberküloz nedeni ile yılda yaklaşık 2 milyon kişi ölmektedir (1). TB tanısı için basilin gösterilmesi, kültürde üretilmesi veya histopatolojik olarak tüberküloza özgü yapının gösterilmesi gerekmektedir. Konvansiyonel TB tanısı balgam yayma mikroskopisi, kültürde mycobacterium saptanması ve akciğer radyolojisine dayanmaktadır. Ancak her zaman ve her hasta için bu mümkün olamamaktadır. Etkenin izole edilememesi, pulmoner semptomların yokluğu, atipik radyolojik bulgular, yaşlılar ve çocuklarda balgam çıkarmada problem olması, inceleyen kişiye bağlı olarak preparatların iyi değerlendirilememesi, kültürde üremenin uzun süre alması, bazı vakalarda tanısal materyal elde etmek için invaziv girişimlere gerek duyulması ve yeni kullanıma giren tekniklerin duyarlılık ve özgüllüğünün istenen düzeyde olmaması, çelişkili labaratuar bilgileri gibi sebebler tüberkülozun yanlış ve gecikmiş tanısından sorumlu olmaktadır (2,3). Bu çalışmada klinik ve radyolojik olarak aktif akciğer tüberkülozu düşünülen ancak 3 tane balgam materyalinde ARB yayma negatif bulunan hastalarda (balgam çıkaramayan hastalara balgam indüksiyonu yapılarak) BAL’da ARB yayma ve kültür müspetliğinin, Transbronşial biyopsi (TBB) ve tanı için gerekli olan diğer tüm invaziv fiberoptik bronkoskopi (FOB) işlemlerin TB teşhisine olan katkılarını araştırdık. GEREÇ VE YÖNTEMLER Ocak 2007-Haziran 2008 tarihleri arasında Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 1. Göğüs Hastalıkları Kliniği’nde, prospektif randomize bir çalışmada klinik ve radyolojik olarak aktif ve/veya sekel akciğer TB’u düşünülen, 3 tane balgam yayması negatif olan toplam 89 hasta çalışmaya dahil edildi. ARB’si müspet hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Kontrol grubu olarak TB düşünülmeyen fakat tanısal amaçlı bronkoskopi planlanan parankimde konsalidasyon ve/veya interstisyel tutulumu olan hastalar alındı. Tüm hastalar, semptomatoloji yönünden sorgulandı, ayrıntılı fizik muayene yapıldı. İki yönlü direkt akci- 32 ğer grafileri ve gereğinde Bilgisayarlı Toraks Tomografileri çekildi. Klinik ve radyolojik bulgular sınıflandırılarak kaydedildi. Hastaların tümünün tam kan sayımı biyokimyasal analizleri yapıldı, EKG’ leri çekildi. Rutin olarak, sol önkol iç yüzüne, 5TU (Tuberkulin Unitesi) standart PPD ile tuberkulin cilt testi uygulandı. Balgam çıkarabilen hastaların balgamlarında 3 kez direkt ve yayma yöntemleriyle Asido-rezistan basil arandı ve aynı anda balgamdan Lowenstein-Jensen besiyerine ekim yapılarak Mycobacterium tuberculosis kültürü çalışmasına başlandı. Balgam çıkaramayan hastalara European Respiratory Society (ERS) ve American Thoracic Society (ATS) tarafından belirlenen standard balgam indüksiyonu protokolu ile indüklenmiş balgam elde edilerek balgamda direkt ve yayma yontemleriyle Asido-rezistan basil arandı. İşlem yapılmadan önce her hastaya salbutamol inhaler 2 puff uygulandı. 10 cc %3 ‘lük Hipertonik NaCl Ultrasonik Nebulizatör ile 20 dakika boyunca uygulandı. Hastanın işlem öncesi, başladıktan 10 dakika sonra ve işlem bitiminde FEV1, pulse Oksimetre ile Oksijen düzeyi ve Kliniği (wheezing) kontrol edildi. Balgam ARB’si negatif olan ön tanısı TB, sekel TB ve TB dışı grup (TBDG) hastalara FOB uygulandı. İşlem öncesi, hastalara, yapılacak işlem hakkında ayrıntılı bilgi verildi ve yazılı izin alındı. Radyolojik olarak infiltrasyonun yoğun olduğu, aktivite alanı düşünülen segmetten BAL materyali alındı. FOB sonunda tüm hastalardan postbronkoskopik balgamları alınarak, direkt ve yayma yöntemleri ile ARB arandı ve Mycobacterium tuberculosis üretmek amacıyla kültüre ekildi. Balgam indüksiyonuyla yaymada ARB pozitif olan hastalara 4’lü anti-TB tedavi başlandı ve hepsinde kültür pozitifliği ile tanı doğrulandı. Balgam yayması negatif olan TB ön tanılı hastalar FOB sonrası takibinde BAL ve PBB ARB yayma, TBB ve yapılan diğer girişimsel işlemlerin sonuçlarıyla değerlendirildi. Sekel TB hastalar yayma ve kültür negatiflikleriyle inaktiflikleri gösterildi ve klinik takibe alındı. TBDG hastalar ise hastalıklarıyla ilgili uygun tedavi verilerek klinik takibe alındı. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 İNTEPE ve ark. Tüberkülozda Aside Rezistan Basil Tanısı Tüm istatiksel analizler ‘ SPSS for Windows ‘(SP-SPSS versiyon 11.5 ) kullanılarak değerlendirildi. Eğer verilerin farkları normal dağılıma uygunluk göstermez ise bağımsız gruplarda t testi yerine parametrik olmayan mann-whitney H testi çoklu guruplarda kruskal-wallis H testi kullanıldı. Tüm testlerde p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Çalışmamızda 83 hastaya BAL yapıldı ve D/T ve Kültürde ARB bakıldı. Hiçbir hastanın BAL D/T yaymasında ARB saptanmadı. Son tanısı TB olan 45 hastanın 27’sinde BAL kültürü pozitif tespit edildi. BAL kültürün sensitivitesi %60 iken spesifitesi %100 idi. Tablo 3’te TB’li hastalarda BAL kültür, TBB, TBİA, balgam kültür, TTİA ve PBB kültür sonuçları gösterilmektedir. BULGULAR Tablo 2. TB tanısı alan hastaların tanı yöntemleri Hastalardan 58’i (%65.2) erkek ve 31’i (%34.8) kadın idi. Ortalama yaş 35.8 (19-71 yaş arası) idi. Çalışmamızda vakaları son tanı olarak 3 gruba ayırdık; 51(%57,3) hasta TB, 8 (%9) hasta sekel TB ve 30 (%33,7) hasta TB dışı grup (TBDG) (12 sarkoidoz, 8 pnömoni, 5 interstisyel akciğer hastalığı, 4 akciğer Ca, 1 plörit) olarak kabul edildi. Bu üç grup hastada ortalama yaş sırasıyla 30.6 (19-56 yaş arası), 39.7 (31-44 yaş arası) ve 43.7 (20-71 yaş arası) idi. Tüm hastalara PPD uygulandı, 35 (%39,3) hastada PPD negatif iken 54 (%60,7) hastada PPD pozitifti. Toplam 51 TB hastasının 48’inde PPD pozitifti. Sekel TB’lu 6 hastada PPD pozitifken, TBDG olan 30 hastanınsa tamamında PPD negatifti (tablo 1). Tanı Yöntemi Klinik ve radyolojik TTİA TBB TBİA BAL kültürü Balgam kültürü Tablo 1. Gruplara göre PPD sonuçları Gruplar PPD (+) (%) PPD (-) (%) Tüberküloz 48- (%94,1) 3- (%5,9) Sekel Tüberküloz 6- (%75) 2 – (%25) Tüberküloz 0- (%0) 30- (%100) dışı grup 89 hastadan 6’sına balgam indüksiyonu yapıldı. Bu 6 hastanın tümünde balgam yaymada ARB pozitif saptandı ve ileri işleme alınmadı. 6 hastanın (%100) balgam yayma pozitifliği Kültür pozitifliği ile desteklendi. Kalan 45 TB tanısı alan hastada tanı yöntemleri; Klinik ve radyolojik değerlendirme, TTİA, TBB, TBİA, BAL ve balgam kültür ile sağlandı (Tablo 2). N 11 1 4 3 10 16 % 24,4 2,2 8,8 6,7 22,3 35.6 Çalışmamızda 75 olguya TBB (%90,3) yapıldı. Son tanısı TB olan ve TBB yapılan 44 hastanın 4’ünde (%9.09) histopatolojik olarak TB tanı elde edildi. Mediastinal lenfadenomegalisi (LAM) olan17 olguya Wang İA yapıldı Wang İA yapılan hastalardan son tanısı TB olan 4 hastanın 3’ünde WANG İA pozitif tespit edildi. TBDG dan 13 hastaya WANG İA yapıldı ve bu hastaların hepsinin son tanısı sarkoidozdu. Bunlardan 6 tanesinde WANG İA ile histopatolojik tanı elde edildi. Çalışmamıza alınan hastaların balgam indüksiyonuyla Balgam ARB’i pozitif gelen 6 hastanın dışında 83 hastadan balgam ARB gönderildi. TB kabul edilen 45 hastanın 18’i pozitif iken, 27 hastanın negatifti. Balgam kültürü sensitivitesi %40 iken spesifitesi %100 idi. Toplam 12 hastaya TTİA yapıldı; bu hastaların 4’ü akciğer ca, 4’ü aktif TB, 2’si Pnömoni, 3’ü sekel TB olarak kabul edildi. Çalışmamıza alınan 89 hastanın 83’üne FOB yapıldı, hepsinden işlem sonunda PBB gönderildi ve 83 hasta da bakılan PBB D/T ARB negatifti. PBB da bakılan son tanısı TB olan 45 hasta’nın 14’ünde PPB ARB kültürü pozitifti. PBB kültürün sensitivitesi %31,2 spesifitesi %100 idi. 33 İNTEPE ve ark. Tüberkülozda Aside Rezistan Basil Tanısı Çalışmamızda balgam, BAL ve PBB örnekleri hem LJ besiyerine hem de MGIT besiyerine ekildi. Her üç örnek içinde MGIT veya LJ besiyerinde kültür pozitifliği birbirleriyle kıyaslandığında istatiksel olarak anlamlılık göstermezken, ikisinin bir arada kullanılması tek başına MGIT veya LJ kullanılmasına göre istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur (tablo 4). Tablo 3. TB’li hastalarda BAL kültür, TBB, TBİA, balgam kültür, TTİA ve PBB kültür sonuçları BAL KÜLTÜR Pozitif Negatif TBB Pozitif Negatif TBİA Pozitif Negatif Balgam Kültür Pozitif Negatif TTİA Pozitif Negatif PBB Kültür Pozitif Negatif N 27 18 % 60 40 4 40 9.09 90.91 3 1 75 25 18 27 40 60 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 Tablo 5. Örneklerde MGİT ve LJ besiyerlerinde ortalama üreme günleri Materyal BAL PBB BALGAM LJ MGIT P 29,53±5,06 19,14±4,79 0,0000 30,33±7,63 18,75±3,36 0,0000 29,11±7,83 19,07 ±3,75 0,0000 TARTIŞMA Günümüzde TB tanısında balgam yayma mikroskopisi en sık kullanılan yöntemdir. Ancak Tüberkülozun bügün için bilinen tek kesin tanı yöntemi, gastrik lavaj, bronşiyal yıkama, BAL veya akciğer dokusu gibi örneklerde, Mycobacterium tuberculosis’in kültürde üretilmesidir. Yayma negatif hastalarda anti-TB tedavisi kültür sonuçları belli oluncaya kadar gecikmektedir. Bu da hastaya yaklaşık 2 ay gibi başlangıç tedavisi süresine malolmaktadır. Dolayısıyla balgam çıkaramayan veya yayması negatif olan hasta grubunun tanısı koymak klinisyenler için zorlu ve uzun bir süreçtir. Yayma negatif TB hastalarında bronkoskopinin ve TBB, TBİA gibi girişimsel işlemlerin kültür sonuçlarını bek1 25 lemeden yapılması gerektiğini bildiren birçok çalışma 3 75 mevcuttur. Çetinkaya ve ark (4) yaptığı çalışmada toraks BT’sinde intratorasik LAM’ı olan 29 hastaya TBİA yapıl14 31,1 mıştır. TBİA ile 23 hastada yeterli lenf dokusu materyali 31 68,8 elde edilmiş ve bunların 20’sinde tanıya ulaşılmıştır. 10 TB hastasının tamamında ve 8 sarkoidoz hastasının 7’sinde Tablo 4. Materyallere göre LJ ve MGIT kültürlerinde TB tanıya ulaşılmıştır. Sonuç olabasilinin gösterilmesi rak özellikle TB ve sarkoidoz Materyal LJ- (p) MGIT-(p) İKİSİ DE (+) İKİSİDE (-) ön tanılı hastalarda, toraks BAL 6 – (0,43) 12 - (0,22) 9- (0,000) 18 BT’sinde intratorasik LAM BALGAM 5 – (0,6) 9 - (0,4) 4 – (0,000) 27 olan hastalarda diğer invaziv işlemlerden önce TBİA uyPBB 2- (0,54) 7 – (0,32) 5 - (0,000) 31 gulanması gerektiğini belirtmişlerdir. Baran ve ark (5) da Her üç örnek için aynı zamanda LJ ve MGIT’de Myc benzer şekilde toraks BT’de intratorasik LAM olan 11 TB Tbc’in kültürde üreme günleri karşılaştırıldı. Her üç ör- hastasının 5 ‘inde TBİA ile tanıya ulaşmışlardır. nek için de MGIT’de LJ’ne göre Myc Tbc istatiksel olarak daha kısa sürede ürediği gösterilmiştir (Tablo 5). 34 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 Çalışmamızda toraks BT’sinde mediastinal LAM olan ve/veya endobronşiyal TB ile uyumlu görünümü olan 4 hastaya TBİA yapılmış ve 3’ünde histopatolojik olarak sonuca ulaşılmıştır. Lee ve ark (6) retrospektif olarak değerlendirdikleri 121 hastada endobronşiyal TB hastalarında TBİA’ nın anlamlı düzeyde tanıya katkı sağladığı gösterilmiştir. Chang ve ark (7) 25 TB hastasında FOB tanıya katkısını araştırmışlar ve TBİA yaptıkları 16 hastanın 12’sinde histopatolojik olarak tanıya ulaşmışlardır. Biz de toraks BT’sinde mediastinal LAM’ı olan ve/veya FOB’da endobronşiyal TB görünümü olan hastalarda TBİA’nın tanıya anlamlı katkı sağlayacağını düşünüyoruz. Willcox ve ark (8) miliyer TB’lu hastalarda TBB’nin tanıya katkısını araştırmışlar ve 41 hastanın 31’inde TBB ile tanıya ulaşmışlardır. Çalışmalarının neticesinde miliyer TB tanısında TBB tanıya anlamlı katkı sağladığını ve FOB’un tanı için mutlak gerekli bir işlem olduğunu belirtmişlerdir. Çalışmamızda TB tanısı konan 45 hastanın 44’üne TBB yapılmış ve 4’ünde TB tanısına ulaşılmıştır. TB’un kesin tanısı Myc Tbc’in kültür de izolasyonunu gerektirmektedir. Ancak mikobakteriler genel olarak yavaş üreyen mikroorganizmalar olduğundan bu basilin teşhisi oldukça uzun zaman almaktadır. LJ gibi katı besiyerlerinde gözle görülebilinir koloniler oluşturabilmeleri için haftalar geçmesi gerekmektedir. Bu yüzden etkenin izolasyonunu artıracak ve kültürde gösterilme süresini kısaltacak tüm yeni besiyerlerin kullanıma girmesi çok önemlidir. Son yıllarda MGIT, BACTEC gibi sıvı besiyerlerinin kullanımı artmıştır. Atış ve ark (9) TB düşünülen 42 olgudan alınan 126 balgam örneğini MGIT ve LJ kültür ortamlarına ayrı ayrı ekerek karşılaştırmışlardır. MGİT yöntemiyle hem izolasyon oranında hem de ortalama üreme süresi bakımından anlamlı fark saptanmıştır. Çalışmalarının sonucunda MGİT yöntemini Myc Tbc gösterilmesinde hızlı sonuç veren güvenilir bir yöntem olduğu ve rutin kullanıma girmesinin yararlı olacağını belirtmişlerdir. Benzer şekilde Rivera ve ark (10) 172 balgam materyalini hem MGİT hem de LJ’e ekmişler ve MGİT ile %99,2’ye varan bir izolasyon oranı ve ortalama 14,2 gün daha erken üreme tespit etmişlerdir. MGİT’i hızlı ve ucuz bir izolasyon sistemi olarak tanımlamışlar- İNTEPE ve ark. Tüberkülozda Aside Rezistan Basil Tanısı dır. Çalışmamızda balgam, BAL ve PBB materyallerinin hepsi hem LJ hem de MGIT kültür besiyerlerine ekilmiştir. Çalışmamızda balgam, BAL, PBB örneklerinde tek başına MGIT veya LJ besiyerlerinin kullanılması istatiksel olarak anlamlı bulunmazken; her üç materyal içinde her iki kültür besiyerinin birlikte kullanılması tek başına MGIT veya LJ kullanılmasına göre ileri derecede anlamlı bulunmuştur (p<0,005). Bu durum da literatür de ki diğer çalışmalarla uyumlu bulunmuştur. Bizim çalışmamızda da her üç materyal içinde MGIT ile LJ besiyerine göre Myc Tbc daha erken sürede kültürde üretilmiştir. BAL, balgam ve PBB için de ileri derecede anlamlı saptanmıştır (p<0,005). Parry ve ark (11) yaptığı çalışmada 82 hastanın 73’ünde indüksiyonla balgam elde edip bu hastaların 18’inde (%19) balgam yaymada ARB pozitifliği saptadılar. Toubes ve ark (12) hem balgam indüksiyonunun TB tanısına katkısını hem de indüksiyonda 2 farklı tekniğin kıyaslamasını yaptılar. Balgam indüksiyonu ile 94 hastanın 89’undan (%95,6) balgam örneği alınırken, Ultrasonik nebulizatör 86 hastada (%93,4) yeterli materyal sağlarken Venturi tip yüz maskesi nebulizasyonuyla 66 hastada (%71) balgam elde edilmiş. İki yöntem arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0.001). Aktif TB tanısı alan 43 hastanın 39’unda tanı balgam indüksiyonuyla elde edilen materyalin incelenmesi ile konulmuş. Çalışmalarının sonucunda ultrasonik nebulizasyon ile balgam indüksiyonunu iyi tolere edilen, düşük maliyetli ve kolay uygulanabilir yöntem olarak belitmişler, balgam çıkaramayan ve/veya balgam yayması negatif olan hastalara bronkoskopi öncesi uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir. Mc Williams ve ark (13) balgam indüksiyonuyla bronkoskopinin TB tanısındaki başarısını karşılaştırdılar. Tüm testleri tamamlayan 129 hastadan, 27’sinde (%21) örneklerde negatif yayma ve kültür pozitifliği saptanmış; 14’ü (%52) bronkoskopide ve 26’sı (%96) balgam indüksiyonuyla sağlanmıştır (p<0.005). 35 İNTEPE ve ark. Tüberkülozda Aside Rezistan Basil Tanısı Bronkoskopiyle sadece 1 hastada kültür pozitifliği saptanırken, sadece balgam indüksiyonuyla 13 hastada kültür pozitifliği gösterilmiştir. 13 hastada her iki yöntemlede alınan kültür örnekleri pozitif olarak saptanmıştır. Çalışmamızda balgam çıkaramayan 6 hastaya standardize edilmiş metodla balgam indüksiyonu yapıldı ve 6’sı da balgam çıkartarak, yaymalarında ARB saptanıp, FOB ve/veya diğer girişimsel işlemler uygulanmadan antitüberküloz tedavi başlandı. SONUÇLAR Balgam çıkaramayan veya balgam yayması negatif olan hastalara öncelikle ve mutlaka standardize edilmiş balgam indüksiyonunun yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu işlem kolay, ucuz, basit ve güvenilirdir. Klinik ve radyolojik olarak TB düşünülen ancak indüksiyon sonrası da olsa yayması negatif olan hastalara bronkoskopi yaparak kültür için selektif BAL toplamanın tanıya anlamlı katkı sağlayacağını düşünüyoruz. Hastanın kliniğine göre TBB, TBİA gibi işlemler yapılmalı, kültür de Myc Tbc üretmek için BAL mutlaka yapılmalı, yapılamıyorsa PBB alınmalısının gerekli olduğunu düşünüyoruz. Literatürdeki diğer yayınlar gibi biz de alınan materyallerin hem MGIT hem de LJ gibi iki farklı kültür besiyerine ekilmesinin tanıya anlamlı katkı sağlayacağını düşünüyoruz. KAYNAKLAR 1. Dye C, Scheele S, Dolın P. Global Burden of Tuberculosis: Estimated İncidence, prevelance, and mortality by country. JAMA. 1999;282(7):677-86. 2. Kılıçaslan Z. Dünyada ve Türkiye’de TB Epidemiyolojisi ve Kontrolü. İnfeksiyon Hastalıkları serisi, Tüberküloz, Bilimsel Tıp Yayınları. 2001;4(1):5-13. 3. Vander Kuyp F. The microbiology of the mycobacteria. In: Fıshman P ed. Pulmonary Diseases and disorders. International ed. United states, New York: McGraww Hill Company, 1998. p.2441-5. 4. Çetinkaya E, Yıldız P, Kadakal F, Tekin A, Soysal F, Elibol S, et al. Tranbronchial needle aspiration in the diagnosis of intrathoracic lymphadenopathy. Respiration. 2002;69(4):335-8. 5. Baran R, Tor M, Tahaoğlu K, Ozvaran K, Kir A, Kizkin O, et al. Intrathoracic tuberculous lymphadenopathy: clinical and 36 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):31-6 Bozok Med J 2014;4(2):31-6 bronchoscopic features in 17 adults without parenchymal lesions. Thorax. 1996;51(1):87-9. 6. Lee Hee Jung, Sung Song Park, Endobronchial Tuberculosis, clinical and bronchoscopic findings in 121 patients. Chest. 1992;102(4):990-4. 7. Chang SC, Lee PY, Perng RP. Clinical role of bronchoscopy in adults with intrathoracic tuberculous lymphadenopathy. Chest. 1988;93(2):314-7. 8. Willcox PA, Potgieter PD, Bateman ED, Benatar SR. Rapid diagnosis of sputum negative miliary tuberculosis using the flexible fibreoptic bronchoscope. Thorax. 1986; 41(9):681-4. 9. Atış S, Öztürk C, Tümkaya M. Mycobacterium tuberculosis izolasyonunda MGIT ve Lowenstein Jensen yöntemlerinin karşılaştırılması. Solunum. 2001;3(4):286-90. 10. Rivera AB, Tupasi TE, Grimaldo ER. Rapid and improved recovery rate of mycobacterium tuberculosis in mycobacteria growth indicator tube combined with solid lowenstein jensen medium İnt J Tuberc Lung Dis. 1997;1(5):454-9. 11. Parry CM, Kamoto O, Harries AD, Wirima JJ, Nyirenda CM, Nyangulu DS, et al. The use of sputum induction for establishing a diagnosis in patients with suspected pulmonary tuberculosis in Malawi. Tuber Lung Dis. 1995;76(1):72-6. 12. Toubes ME, Blanco M, Barbeyto L, Gayoso P, Iglesias P, Castro-Paz A, et al. Comparison of two techniques of sputum induction in the diagnosis of pulmonary tuberculosis. Int J Tuberc Lung Dis. 2005;9(1):56-60. 13. McWilliams T, Wells AU, Harrison AC, Lindstrom S, Cameron RJ, Foskin E. Induced sputum and bronchoscopy in the diagnosis of pulmonary tuberculosis. Thorax. 2002;57(12):1010-4. LENSTAR OPTİK BİYOMETRİNİN FARKLI KATARAKT TİPLERİNDE PERFORMANSININ DEĞERLENDİRİLMESİ Evaluation of the Performance of Lenstar Optical Biometer in Different Cataract Types Hasan Ali Bayhan, Seray Aslan Bayhan, Mehmet Adam, Ersin Muhafız, Şükran Bekdemir, Canan Gürdal ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Hasan Ali Bayhan, Yrd. Doç. Dr. Amaç: Lenstar göze temas gerektirmeyen ve kullanımı oldukça kolay olan nisbeten yeni bir optik biyometridir. Ancak cihaz ile tüm katarakt hastalarından ölçüm almak mümkün olmamaktadır. Bu çalışmanın amacı Lenstar ile ölçüm alınamayan katarakt tiplerini belirlemek ve ölçüm alınabilen hastalarda cihazın hedef refraksiyondan sapmasını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmaya Bozok Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesinde katarakt ameliyatı olan ardışık 339 hastanın 398 gözü dahil edildi. Hastaların detaylı oftalmolojik muayenelerinin ardından katarakt tipleri kaydedildi. Tüm olgularda göz içi lens gücünün hesaplanması için öncelikli olarak Lenstar ile biyometri yapıldı, ölçüm alınamayanlarda ultrasonik biyometri kullanıldı. Ameliyat sonrası 1. ayda hedef refraksiyondan sapma hesaplandı. Bulgular: Olguların 157’si kadın, 182’si erkekti ve yaş ortalaması 66,94±11,37 idi. Lenstar ile gözlerin 136 tanesinde (%34,1) ölçüm alınamadı. Ölçüm alınamayan gözlerin %54,4’ünün (n=74) katarakt tipi matür, hipermür ve rubra iken, %22,7’si (n=31) yoğun arka subkapsüler katarakt, %17,6’sı (n=24) yoğun nükleer katarakt ve %5,1’i (n=7) arka polar katarakt tipine sahipti. Ölçüm alınamayan kişilerin ameliyat öncesi görme düzeyi 108 gözde (%79,4) 0,05 ve altında iken, 85 gözde (%62,5) el hareketi-1 metreden parmak sayma seviyesindeydi. Lenstar optik biyometri ile hedef refraksiyondan sapma miktarı -0,23±0,45 D idi. Sonuç: Lenstar optik biyometri ile ölçüm alınamayanlar, özellikle matür ve yoğun arkasubkapsüler kataraktı olan ve görme düzeyi oldukça düşük hastalardır. Ölçüm alınabilen gözlerde ise refraktif sonuçlar mükemmele yakındır. Anahtar kelimeler: Göz içi Lens; Lenstar; Katarakt; Oküler refraksiyon. Seray Aslan Bayhan, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Adam, Yrd. Doç. Dr. Ersin Muhafız, Dr. Şükran Bekdemir, Dr. Canan Gürdal, Prof. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Hasan Ali Bayhan Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Tel: 505 272 92 25 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:23.12.2013 Kabul tarihi/Accepted:26.01.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):37-40 Bozok Med J 2014;4(2):37-40 ABSTRACT Objective: Lenstar is a comparatively new optical biometer which is very easy to handle and do not necessitate eye contact. However, it is not possible to perform measurements in all cataractous patients with this device. The aim of this study is to determine the cataract types those are unmeasurable with Lenstar and to assess the deviation from target refraction in patients that Lenstar could perform measurement. Material and Methods: Three hundred ninety eight eyes of 339 patients who underwent cataract surgery successively at Bozok University Research and Practice Hospital were included in this study. After the complete ophthalmological examination, cataract types of the patients were recorded. To calculate the intraocular lens power, Lenstar was used primarily in all cases, whereas ultrasonic biometer was used in unmeasurable cases with Lenstar. Deviation from target refraction was calculated one month after the surgery. Results: There were 157 women and 182 men and mean age of the patients was 66.94±11.37 years. Measurement could not be performed with Lenstar in 136 eyes (34.1%). Eyes with measurement failure had mature, hypermature and rubra cataract in 54.4% (n=74), dense nuclear cataract in 17.6% (n=24) and posterior subcapsular cataract in 5.1% (n=7). One hundred eight (79.4%) eyes with measurement failure had visual acuity of 0.05 or less, whereas 85 of them (62.5%) had visual acuity between hand motion to 1 meter finger count. The deviation from target refraction with Lenstar optical biometer was -0.23±0.45 D. Conclusion: The patients unmeasurable with Lenstar were the ones having especially mature and dense posterior subcapsular cataract and low visual acuity. Refractive outcomes in eyes measurable by Lenstar were excellent. Keywords: Intraocular Lens; Lenstar; Cataract; Ocular refraction. 37 BAYHAN ve ark. Lenstar Optik Biyometrinin Değerlendirilmesi Bozok Tıp Derg 2014,4(2):37-40 Bozok Med J 2014;4(2):37-40 GİRİŞ Günümüzde refraktif bir cerrahi haline de gelen katarakt cerrahisi sonrası hasta memnuniyetinin tam olması için doğru oküler biyometri yapılması oldukça önemlidir. Oküler biyometri cihazları ultrasonik ve optik temelli teknikler kullanmaktadırlar (1). Ultrasonik biyometri uzun yıllardır göz içi lens (GİL) gücü hesaplaması için gereken aksiyel uzunluk (AU), ön kamara derinliği (ÖKD) gibi biyometrik ölçümlerde altın standart metod olarak kabul edilmektedir. Ancak ultrasonik biyometri ile korneaya yapılan indentasyon ve probu kornea merkezine yerleştirme problemleri nedeniyle ölçümde değişiklikler ve hatalar olabilmektedir (2). Günümüzde artık daha kolay kullanımları ve daha iyi rezolüsyonda AU ölçümleri yapabilmeleri nedeniyle non-kontakt metodlar daha yaygın kullanım kazanmıştır (3). Lenstar LS 900 (Haag-Streit AG, Switzerland) katarakt ve refraktif cerrahi prosedürler için geliştirilmiş optik düşük koherens reflektometri prensibiyle çalışan bir optik biyometri cihazıdır. Cihaz göze temas gerektirmeden, tek bir çekimle AU, merkezi kornea kalınlığı, ÖKD, aköz derinlik, lens kalınlığı ve retina kalınlığını da içeren tüm gözün biyometrik verilerini vermektedir. Çalışmalarda Lenstar ile alınan ölçümlerin tekrarlanabilirliğinin yüksek olduğu bildirilmiştir (1,3,4). Göze temas gerektirmemesi, tek çekimle bir çok biyometrik parametreyi vermesi ve ölçüm yapan kişiye bağımlı olmaması gibi avantajları olsa da Lenstar ile tüm katarakt hastalarından ölçüm almak mümkün olmamaktadır. Bu çalışmanın amacı Lenstar ile ölçüm alınamayan katarakt tiplerini belirlemek ve ölçüm alınabilen hastalarda cihazın hedef refraksiyondan sapmasını değerlendirmektir. GEREÇ VE YÖNTEMLER Bu geriye dönük çalışmaya Bozok Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Göz Bölümünde katarakt ameliyatı olan 339 hastanın 398 gözü dahil edildi. Araştırma öncesi Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik kuruldan onay alındı. Tüm araştırma Helsinki deklarasyonu kurallarına uygun şekilde yürütüldü. Hastaların katarakt ameliyatı takip kayıtlarından en iyi düzeltilmiş görme keskinliği, ön segment muayenesi, detaylı fundus muayenesi, göz içi basıncı ölçü 38 münü kapsayan detaylı oftalmolojik muayeneleri elde edildi. Hastaların detaylı oftalmolojik muayenelerinin ardından katarakt tipleri kaydedildi. Tüm olgularda GİL hesaplanması için öncelikli olarak Lenstar LS 900 (HaagStreit AG, Switzerland) ile biyometri yapıldı, ölçüm alınamayanlarda ultrasonik biyometri (Quantel Medikal, USA) kullanıldı. Ameliyat sonrası 1. ayda hedef refraksiyondan sapma hesaplandı. Lenstar ile tüm ölçümler her hastada 5 kez tekrarlandı ve GİL gücünün hesaplanması için bu ölçümlerin ortalaması kullanıldı. Tüm gözlere peribulber anestezi altında İnfiniti (Alcon Laboratories, Inc., Fort Worth, TX, USA) cihazı ile 2,8 veya 2,2 mm ana kesiden komplikasyonsuz fakoemülsifikasyon cerrahisi ve katlanabilir Acriva UD 613 göz içi lensi (VSY Biotechnology, İstanbul, Türkiye) implantasyonu uygulandı. Optik Düşük Koherens Reflektometri ( Lenstar LS 900) Lenstar biyometrisi optik düşük koherens reflektometri prensibiyle çalışmaktadır, göz içindeki mesafeleri ölçmek için optik koherens tomografiye benzer bir teknoloji kullanır. Bu teknolojide ışık dalgalarının koherens süperpozisyonu oluşmaktadır. Cihaz AU, merkezi kornea kalınlığı , ÖKD, aköz derinliği, lens kalınlığı ve retinal kalınlık ölçümleri için 820 nm süperluminesant diod lazer kullanmaktadır. Cihaz tek seferde yeniden düzenleme yapmadan 16 ardışık ölçüm almaktadır ve bunların ortalaması verilmektedir. BULGULAR Olguların 157’si kadın, 182’si erkekti ve yaş ortalaması 66,94±11,37 yıl idi. Lenstar ile gözlerin 136 tanesinde (%34,1) ölçüm alınamadı. Ölçüm alınamayan gözlerin 74’ünün (%54,4) katarakt tipi matür, hipermür ve rubra iken, 31 tanesi (%22,7) yoğun arka subkapsüler katarakt, 24 tanesi (%17,6) yoğun nükleer katarakt ve 7 tanesi (%5.1) arka polar katarakt tipine sahipti. Ölçüm alınamayan kişilerin ameliyat öncesi görme düzeyi 108 gözde (%79,4) 0,05 ve altında iken, 85 gözde (%62,5) el hareketi-1 metreden parmak sayma seviyesindeydi. Lenstar optik biyometri ile hedef refraksiyondan sapma miktarı -0,23±0,45 D idi(Tablo1). Bozok Tıp Derg 2014,4(2):37-40 Bozok Med J 2014;4(2):37-40 BAYHAN ve ark. Lenstar Optik Biyometrinin Değerlendirilmesi Tablo 1. Lenstar ile değerlendirilen tüm hasta grubunun ve ölçüm alınamayan olguların genel özellikleri. Cinsiyet (kadın/erkek) 157/182 Yaş (yıl) 66,94±11,37 Ölçüm alınamayan göz sayısı /oranı 136 / %34,1 Lenstar ile hedef refraksiyondan sapma miktarı (D) -0,23±0,45 Ölçüm alınamayan olgular Katarakt tipi (oranı) 74 (%54,4) matür, hipermür ve rubra, 31 (%22,7) yoğun arka subkapsüler katarakt, 24 (%17,6) yoğun nükleer katarakt, 7 (%5.1) arka polar katarakt Ameliyat öncesi görme düzeyi 108 gözde (%79,4) 0,05 ve altında, 85 gözde (%62,5) el hareketi-1 metreden parmak sayma TARTIŞMA Ameliyat sonrası hedef refraksiyona ulaşmada en önemli faktör ameliyat öncesi yapılan oküler biyometridir. Ultrasonik biyometri ile yapılan çalışmalarda ameliyat sonrası refraktif hataların en sık nedeni olarak (%54) AU ölçüm hataları gösterilmiştir (5). Koherens interferometri prensibiyle çalışan optik biyometriler göze temas etmezler, böylece korneanın erozyon ve enfeksiyon riskini azaltırlar, ayrıca pupil dilatasyonu ve lokal anestezi gereksinimleri de yoktur. Daha önceki çalışmalarda optik biyometrinin AU ve diğer biyometrik parametrelerin ölçümünde doğruluk ve rezolüsyonunun ultrasonik biyometriden daha iyi olduğu gösterilmiştir (6-8). Buna rağmen optik biyometri ile her zaman ölçüm alınamamaktadır, bu nedenle optik biyometri tüm vakalarda ultrasonik biyometrinin yerini alamamaktadır. Bu çalışmada Lenstar optik biyometrisinin hastaların ne kadarında ölçüm yapabildiği ve hangi katarakt tiplerinde başarısız olduğu araştırılmıştır. Optik biyometriler ile ölçüm alınamaması uygulama esnasındaki sıkıntılara, (örn. hastanın başına pozisyon verme problemi veya hastanın başındaki tremor) veya fiksasyona engel olan oküler hastalıklara (örn. makula dejenerasyonu) bağlı olarak meydana gelebilir. Ancak özellikle hastanın kataraktının tipi ve sertliği optik biometrilerde ölçüm başarısızlığına yol açmaktadır (9). Çalışmamızda Lenstar ile ölçüm alınamayan hastaların yaklaşık olarak yarısının (%54,4) matür, hipermür ve rubra katarakt tipine sahip olduğu görüldü. Çalışmamızdaki sonuca benzer şekilde Freeman ve ark. da IOLMaster optik biyometri cihazının matür kataraktların hiçbirinde ölçüm alamadığını bildirmişlerdir (10). Tehrani ve ark. IOLMaster ile yaptıkları çalışmalarında hastaların yaklaşık olarak %27’sinde ölçüm alamadıklarını bildirmişlerdir. Ölçüm alamadıkları olgularda bunun nedenini yoğun katarakt ve düşük görme keskinliği olarak belirtmişlerdir. Düşük görme keskinliğinin fiksasyonu bozarak ölçüm alınmasını engellediği bildirilmiştir (9). Mylonas ve ark. Lenstar ve IOLMaster optik biometri cihazları ile katarakt hastalarının yaklaşık %10’da ölçüm alınamadığını ve ölçüm alınamayan hastaların LOCS III’e göre grade 4 ve üstü arkasubkapsüler katarakt tipine sahip olduklarını bildirmişlerdir (11). Bizim çalışmamızda ölçüm alınamayan hasta oranı bir miktar daha yüksek idi (%34.1). Aradaki farkın Mylonas ve ark. çalışmasına matür kataraktların dahil edilmemiş olmasından ve ülkemiz koşullarında hastaların kataraktları daha sert iken doktora başvurmalarından kaynaklandığını düşünmekteyiz. 39 BAYHAN ve ark. Lenstar Optik Biyometrinin Değerlendirilmesi Çalışmamızda Lenstar optik biyometri ile hedef refraksiyondan sapma miktarı -0,23±0,45 D idi ve bu değer daha önceki IOLMaster ve ultrasonik biyometri verileriyle kıyaslanabilir seviyede idi (12). Lenstar optik biyometri ile ölçüm alınamayanlar, özellikle matür ve yoğun arkasubkapsüler kataraktı olan ve görme düzeyi oldukça düşük hastalardır. Ölçüm alınabilen gözlerde ise refraktif sonuçlar mükemmele yakındır. Lenstar optik biyometrisinin kullanıcıdan bağımsız, doğru ve tekrarlanabilir sonuçlar vermesine, temas gerektirmemesine rağmen, hastaların tamamında ultrasonik biyometrinin yerini alamamaktadır. Cihaz özellikle sert kataraktlarda ölçüm alamamakta ve ultrasonik biyometriye gereksinim olmaktadır. KAYNAKLAR 1. Rohrer K, Frueh BE, Wälti R, Clemetson IA,Tappeiner C,Goldblum D. Comparison and evaluation of ocular biometry using a new noncontact optical low-coherence reflectometer. Ophthalmology. 2009; 116(11):2087-92. 2. Solomon OD. Corneal indentation during ultrasonic pachymetry. Cornea. 1999;18(2):214-5. 3. Cruysberg LP, Doors M, Verbakel F, Berendschot TT, De Brabander J, Nuijts RM. Evaluation of the Lenstar LS 900 non-contact biometer. Br J Ophthalmol. 2010;94(1):106-10. 4. Shammas HJ, Hoffer KJ. Repeatability and reproducibility of biometry and keratometry measurements using a noncontact optical low-coherence reflectometer and keratometer. Am J Ophthalmol. 2012;153(1):55-61. 5. Olsen T. Sources of error in intraocular lens power calculation. J Cataract Refract Surg. 1992;18(2):125-9. 6. Findl O, Drexler W, Menapace R, Heinzl H, Hitzenberger CK, Fercher AF. Improved prediction of intraocular lens power using partial coherence interferometry. J Cataract Refract Surg. 2001;27(6):861-7. 7. Drexler W, Findl O, Menapace R, Rainer G, Vass C, Hitzenberger CK, et al. Partial coherence interferometry: a novel approach to biometry in cataract surgery. Am J Ophthalmol. 1998;126(4):524-34. 8. Oruçoğlu F. Ön segment parametrelerinin yaş gruplarına göre dağılımı. Turkiye Klinikleri J Ophthalmol. 2013;22(2):96101. 9. Tehrani M, Krummenauer F, Blom E, Dick HB. Evaluation of the practicality of optical biometry and applanation 40 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):37-40 Bozok Med J 2014;4(2):37-40 ultrasound in 253 eyes. J Cataract Refract Surg. 2003;29(4):741-6. 10. Freeman G, Pesudovs K. The impact of cataract severity on measurement acquisation with the IOLMaster. Acta Ophthalmol Scand. 2005;83(4):439-42. 11. Mylonas G, Sacu S, Buehl W, Ritter M, Georgopoulos M, Schmidt-Erfurth U. Performance of three biometry devices in patients with different grades of age-related cataract. Acta Ophthalmol. 2011;89(3):237-41. 12. Landers J, Goggin M. Comparison of refractive outcomes using immersion ultrasound biometry and IOLMaster biometry. Clin Experiment Ophthalmol. 2009;37(6):566-9. ÜÇÜNCÜ SEVİYE YOĞUN BAKIM ÜNİTESİNİN İLK YIL DEĞERLENDİRMESİ The First Year Review of Third-Level Intensive Care Unit Mesut Sipahi1, Esef Bolat2, Çiğdem Ünal Kantekin2, Süreyya Aydın Öztürk2, Ergin Arslan1, Uğur Ercan1 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Genel Cerrahi Anabilim Dalı Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2 Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Yozgat Mesut Sipahi, Yrd. Doç. Dr. Esef Bolat, Yrd. Doç. Dr. Çiğdem Ünal Kantekin, Yrd. Doç. Dr. Süreyya Aydın Öztürk, Yrd. Doç. Dr. Amaç: Yeni açılmış olan yoğun bakım ünitelerinde elde edilen sonuçlar, uzun süredir hizmet veren ünitelerden farklı olabilir. Mortalite sonuçlarını değerlendirmek için çeşitli yöntemler geliştirilmiş olup bunlardan biri de APACHE II (Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II) skorlama sistemidir. Çalışmamızda yoğun bakımımızın ilk yıl sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntemler: Ocak-Aralık 2013 tarihleri arasında 3. Seviye ve genel yoğun bakım olarak hizmet veren ünitemizde takip edilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, yatış nedeni, yoğun bakımda kalış süreleri kaydedildi. APACHE II skorlarına göre 0-9, 1019, 20-29, 30-39 ve 40 üzeri şeklinde 5 gruba ayrıldı. Her grubun beklenen ve gerçekleşen mortalite oranları kıyaslandı. Bulgular: 218 hastadan 1 günden fazla yoğun bakımda kalan 183’ü değerlendirmeye alındı. Yaş ortalaması 63, 111’i erkek ve 72’si kadındı. Ortalama yatış süresi 8.75 gün idi. Tüm hastalarda APACHE II ortalaması 16.36, beklenen mortalite % 29.92, gözlenen mortalite % 27.33’tü. Standardize edilmiş mortalite oranı (SMO) 0.91’di. Gruplarda ise gözlenen mortalite; APACHE II skorlamasında beklenene göre 0-9, 10-19 gruplarında düşük, 30-39 ve 40 üzeri gruplarında yüksek bulundu. 2029 grubunda ise fark yoktu. Anahtar Kelimeler: Yoğun Bakım; Mortalite; APACHE II. Ergin Arslan, Yrd. Doç. Dr. Uğur Ercan, Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Mesut Sipahi Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Yozgat Tel: 0354 212 70 60 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:14.03.2014 Kabul tarihi/Accepted:09.05.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):41-44 Bozok Med J 2014;4(2):41-44 SUMMARY Objective: The results obtained in the newly opened intensive care unit may be different from serving a long time. Several methods have been developed to predict mortality such as APACHE II (Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II) scoring system. In our study, we aimed to evaluate the first year results of our intensive care unit. Mateials and Methods: Between January to December 2013, patients who are in our third level general intensive care unit were retrospectively evaluated. Ages, sexes, causes of hospitalization, lengths of stay in the intensive care unit of patients were enrolled. According to the APACHE II score, patients were divided into 5 groups as 0-9, 10-19, 20-29, 30-39, 40 and over. The expected and actual mortality rates of each group were compared. Results: 183 of 218 patients who stayed more than 1 day in the intensive care were evaluated. There were 111 male and 72 female patients and their mean age was 63. Average length of stay was 8.75 days. All patient’s mean APACHE II score was 16.36, mean predicting mortality was % 29.92, actual mortality was % 27.33. The standardized mortality ratio was (SMR) 0.91. In divided groups according to APACHE II; real mortality was lower than expected mortality in 0-9 and 1019 groups, higher than 30-39 and 40 over groups. Whereas there was no difference in the 20-29 group. Key Words: Intensive care unit; Mortality; APACHE II. 41 SİPAHİ ve ark. Yoğun Bakım Bozok Tıp Derg 2014,4(2):41-4 Bozok Med J 2014;4(2):41-4 GİRİŞ Yoğun bakımlar, hayatı tehdit eden organ yetmezliği bulunan hastaların takip edildikleri, gerektiğinde yaşam destek cihazlarının kullanıldığı, organ ve sistem yetersizliklerinde farmakolojik metotları uygulayan eğitimli personellerin hizmet verdiği birimlerdir (1). Yeni açılan yoğun bakımlarda personel eğitimi, hastanede bulunan diğer bölümlerle iletişim ve koordinasyon sağlanması, hasta bakım ve tedavi prensiplerinin belirlenmesi zorlu ve zaman alıcı bir süreçtir. Bu sebeplerden dolayı yeni açılmış olan yoğun bakım ünitelerinde elde edilen sonuçlar, uzun süredir hizmet veren ünitelerden farklı olabilir. Sonuçları değerlendirmek için çeşitli yöntemler geliştirilmiş olup bunlardan biri de 12 fizyolojik değişkenin ilk 24 saatteki en kötü değerleri, yaş ve kronik hastalık durumu göz önüne alınarak yapılan APACHE II (Acute Physiology and Chronic Health Evaluation II) skorlama sistemidir (2). Çalışmamızda yoğun bakımımızın 1 yıllık sonuçlarının değerlendirilmesi ve literatür eşliğinde tartışılması amaçlandı. len 12 olmak üzere toplam 35 hasta dışlandıktan sonra 183 hasta değerlendirmeye alındı. Hastaların yaş ortalaması 63 ve yaş aralığı 16-90 arasındaydı. Hastaların 111’i erkek ve 72’si kadındı. Hastanemiz servis ve ameliyathaneden 69 hasta, dış merkezden 114 hasta kabul edildi. 133 hasta tedavilerinin ardından servise devredildi (% 62.77). APACHE II ortalaması 16,36, beklenen mortalite oranı % 29.92, gözlenen mortalite % 27.33 (50 hasta) idi (P:0.998). Gözlenen mortalite oranının beklenen mortalite oranına bölünmesi ile hesaplanan standart mortalite oranı (SMO) 0.91’di (3,4). Hastalar yoğun bakımda en az 2, en fazla 77 gün takip edildi. Ortalama yatış süresi 8.75 idi (std: 11.41). Yatış sebebi, hastalık grupları değerlendirildiğinde en fazla üç grubun kardiyovasküler sistem hastalıkları (46 hasta), nörolojik sistem hastalıkları (30 hasta) ve solunum sistemi hastalıklarının (22 hasta) olduğu görüldü (Tablo 1). GEREÇ VE YÖNTEMLER Hastalık Grubu Kardiyovasküler Sistem Nörolojik sistem Solunum Sistemi Gastrointestinal Sistem Postoperatif Gözlem Enfeksiyon Hastalıkları Onkolojik Hastalıklar Travma İntoksikasyon Endokrin Sistem Allejik Hastalıklar Toplam Çalışmamızda, 3. Seviye ve genel yoğun bakım olarak hizmet veren ünitemizde, hasta kabulüne başlanılan 01.01.2013 ile 31.12.2013 tarihleri arasında takip edilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Acil servisi bulunmayan hastanemizde, hastalar servislerden, ameliyathaneden ve dış merkezlerden sevk olarak yoğun bakım ünitemize kabul edildiler. İlk 24 saat içerisinde exitus olan ve yoğun bakımımızdan sevk edilen hastalar değerlendirme dışı bırakıldı. Hastaların yaş, cinsiyet, hastalık grupları, yoğun bakımda kalış süreleri, yapılan invaziv girişimler, yoğun bakımdan çıkış durumları kaydedildi. APACHE II (Acute Physiology and Chronic Health Evaluation) skorlarına göre 0-9, 10-19, 20-29, 30-39 ve 40 üzeri şeklinde 5 gruba ayrıldı. Her bir hastanın beklenen mortalite oranları kaydedildi. Her bir grubun beklenen mortalite oranları ortalaması hesaplandı. Gözlenen ve beklenen mortalite oranları grup içinde t-testi ile değerlendirildi. BULGULAR Belirtilen tarihler arasında yoğun bakımımıza toplam 218 hasta kabul edildi. İlk 24 saat içerisinde servise devredilen 12, exitus olan 11 ve yoğun bakımdan sevk edi- 42 Tablo 1. Yoğun bakım hasta grupları. N (%) 46 (25,1) 30 (16,4) 22 (12) 21 (11,5) 20 (10,9) 13 (7,1) 10 (5,5) 9 (4,9) 7 (3,8) 3 (1,6) 2 (1,1) 183 (100) Mekanik ventilasyon uygulanan 66 hastanın ortalama ventilasyon süresi 8.6 gün idi. 5 hastaya enteral beslenme amacıyla PEG (perkutan endoskopik gastrostomi) açıldı. 54 hastaya santral venöz kateter yerleştirildi. 11 hastaya perkutan trakeostomi açıldı. 3 hastaya hemodiafiltrasyon uygulandı. APACHE II skorlamasına göre beklenen ve gözlenen mortalite oranları değerlendirildiğinde 0-9, 10-19 gruplarında gözlenen mortalite istatistiksel olarak anlamlı düşük (p< 0.001), 30-39 ve 40 üzeri gruplarında anlamlı yüksek bulundu (p< 0.001 ve p< 0.01). Bozok Tıp Derg 2014,4(2):41-4 Bozok Med J 2014;4(2):41-4 20-29 grubunda beklenen ve gözlenen mortalite arasında anlamlı fark izlenmedi (p=0.978) (şekil 1). Şekil 1. Apache II skorlamasına göre beklenen ve gözlenen mortalite oranları. TARTIŞMA Yeni açılan yoğun bakımlarda her ne kadar teknik donanım şartları uygun olsa da bölümler arası koordinasyon, çalışan yardımcı personelin uyumu, adaptasyon süreci ve tecrübesi, yoğun bakım disiplinlerinin oluşturulması konularında zorluklar yaşanabilmektedir. Bu zorlukların hızla çözümlenmesi doğru hasta bakımı kalitesi için gereklidir. Çalışmamızda yeni açılmış olan 3. Seviye yoğun bakımımızda 1 yıl içerisinde tedavi edilen hastalar APACHE II skorlama sistemine göre beklenen mortalite oranları ile değerlendirildi. Yoğun bakımların kendi öz değerlendirmelerini yapabilmeleri açısından bir çok değerlendirme sistemi bulunmaktadır. APACHE skorlaması yoğun bakım ünitelerinde mortalite hızının belirlenmesi ve tedavi etkinliğinin değerlendirilmesinde kullanılan sistemlerden biridir. 1985 yılında Knaus ve arkadaşlarının skorlamayı daha kullanılabilir fizyolojik değerler ile modifiye etmesinden sonra APACHE II kulanılmaktadır (1). En yaygın kullanılan hastalık şiddeti değerlendirme skalaları APACHE, MPM (mortality probability model), ve SAPS’dır (5). Farklı ülkelerde farklı değerlendirme modelleri tercih edilmektedir. Amerika ve İngiltere’de en fazla kullanılan model APACHE’dir (5). APACHE II skorlamasına göre beklenen mortalite oranı, bir çok çalışmada gözlenen mortalite oranları ile uyumlu bulunmuş ve kullanılabilir bir skorlama olduğu söylenmiştir SİPAHİ ve ark. Yoğun Bakım (6,7). Hastalık şiddeti skorlarının mortalite oranını yakın tahmin edebilmelerine rağmen mortaliteyi etkileyen diğer faktörler de bulunmaktadır. Mesai sonrası ve hafta sonu yoğun bakıma kabul edilen hastaların mortalite oranları farklılık gösterebilmektedir (8). Bununla birlikte değerlendirme modellerinin geliştirildiği, yoğun bakımlarda gelişmiş şartları bulunan ülkelerin sonuçları, aynı koşullarda yoğun bakımlara sahip olmayan ülkelerdeki sonuçlarla farklılık gösterebilmektedir (9). APACHE II, 12 fizyolojik değişkeni, yoğun bakımdaki ilk 24 saate ait en kötü değerleri ile yaş ve kronik hastalık durumunun değerlendirmesi ile hesaplanır. Fizyolojik değişkenler; ortalama arter basıncı, kalp atım hızı, solunum sayısı, vücut ısısı, serum sodyum, potasyum ve kreatinin değerleri, arteriel kan pH’sı, alveoler arteryel oksijen gradienti, hematokrit, lökosit sayısı ve Glasgow koma skorudur. Yoğun bakımlarda gözlenen mortalite hızları ile hasta fizyolojik değerlendirme skalalarının öngördüğü mortalite hızları sık sık karşılaştırılmalıdır. Bu karşılaştırma yoğun bakım çalışma koşulları, tedavi etkinliği gibi konularda öz değerlendirme imkanı verebilir. SMO, yoğun bakım performansının bir göstergesidir (4). Bu oranın 1’den fazla büyük olması mortalite oranımızın standart beklentilerden büyük olduğu anlamına gelmektedir. Yoğun bakım personel çalışma şartları, personel eğitimleri, enfeksiyon kontrol çalışmalarının etkinleştirilmesi, gerekli teknik donanımın sağlanası gibi yöntemlerle SMO, 1’e yakın ve veya altında tutulmaya çalışılmalıdır. Çalışmamızda SMO 0,91 olarak literatür ile uyumlu idi. APACHE II skorlamasına göre 0-10 ve 10-20 arasında beklenen mortalite oranı, yoğun bakımımızda gözlenenden yüksekti. Bunun nedeni sadece yoğun bakımımızın değil ayrıca hastanemizin de yeni açılmış olmasından kaynaklanabilir. Hastanemizde bir çok branşta doktor, hemşire ve diğer sağlık personeli görevlerine 0-3 yıl içerisinde başlamışlardı. Çalışma süresi içerisinde aynı zamanda çoğu A grubu ameliyatlar hastanemizde ilk defa yapıldı.Bu hastaların takibinde yoğun bakımın kullanılmasında endikasyonun geniş tutulduğunu düşünüyoruz. APACHE II skoru 30-39 ve 40 üzeri gruplarında anlamlı yüksek bulundu (p< 0.001 ve p< 0.01). Yine APACHE II skorları arttıkça dışmerkezden kabul edilen hasta oranının artığı gözlenmektedir (şekil 2). 43 SİPAHİ ve ark. Yoğun Bakım Uysal ve arkadaşları yaptıkları çalışmada dış merkezden yoğun bakıma kabul edilen hastaların yatış sürelerinin, aynı fizyolojik özelliklere sahip hastalardan daha uzun olduğunu belirtmektedirler (10). Bu sonucun, dış merkezden kabul edilen hastalarda organ fonksiyonlarını destekleyici tedavilerin geç başlanmasından kaynaklanabileceğini düşünmüşlerdir. Ayrıca Markgraf ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada acil cerrahi gerektiren hastaların hastaneler arası transfer sırasında uygun cerrahiye 4 gün geçikme ile ulaşabildikleri bildirilmiştir (11). Dış merkezde kabul edilen hastalarda gözlenen mortalite oranı %35,1 iken hastanemizden kabul edilen hastaların mortalitesi %14.5 idi. Dış merkezden kabul edilen hastaların APACHE II ortalaması da yüksekti (17.69-14.17). APACHE II ye göre 40 ve üzeri skor alan hastalarda beklenen mortalite oranına göre anlamlı yüksek bulundu (p< 0.01). Bu grupta mortalite oranımız %100 idi fakat yalnız 4 hasta mevcuttu. Bu grupta anlamlı şekilde yüksek mortalite oranını grup hasta sayısı azlığına bağlıyoruz. Bunun dışında anlamlı fark izlenmedi. Şekil 2. Gruplardaki kabul yerine göre hasta sayıları. SONUÇ Gözlenen mortalite oranının beklenen mortalite oranına bölünmesi ile SMO hesaplanmakta yoğun bakım performansının bir göstergesi olarak kullanılmaktadır. Çalışmamızda SMO=0.91 olarak literatür ile uyumluydu. 30-39 ve 40 üstü gruplarında gözlenen mortalitenin beklenen mortaliteden anlamlı yüksek bulunmasının sebebi; bu iki grubun %78.3’ün dış merkezlerden sevk 44 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):41-4 Bozok Med J 2014;4(2):41-4 edilmiş çoğu kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanmış yaşlı hastalardan (yaş ortalaması 71.6) oluşması ve hasta sayısının az olmasına bağlı olduğunu düşünmekteyiz. 30-39 grubunda 19, 40 üstü grubunda ise sadece 4 hasta bulunmaktaydı. Sonuç ünitemiz mortalite sonuçlarının literatür ile uyumlu olduğu kanaatindeyiz. KAYNAKLAR 1. Knaus WA, Draper EA, Wagner DP, et al. APACHE II: A severity of disease classification system. Crit Care Med. 1985;13(10):818-29. 2. Zweig MH, Campbell G. Receiver-operating characteristic (ROC) plots: A fundamental evaluation tool in clinical medicine. Clin Chem. 1993;39(4):561-77. 3. Ulus F, Günal Sazak H, Tunç M, et al. APACHE II Skorlama Sistemi Solunumsal Yoğun Bakım Ünitesinde Mortalite Hızını Belirlemede Başarılı mıdır? Solunum Hastalıkları. 2006;17(4):167-71. 4. Hariharan S, Moseley HS, Kumar AY. Outcome evaluation in a surgical intensive care unit in Barbados. Anesthesia. 2002;57(5):434-41. 5. Breslow MJ, Badawi O. Severity scoring in the critically ill: part 1: interpretation and accuracy of outcome prediction scoring systems. Chest.2012;141(1):245–52. 6. Wunsch H, Rowan KM, Angus DC. International comparisons in critical care: a necessity and challenge. Curr Opin Crit Care. 2007;13(6):725-31. 7. Beck DH, Smith GB, Taylor BL. The impact of low-risk intensive care unit admissions on mortality probabilities by SAPS II, APACHE II and APACHE III. Anaesthesia. 2002;57(1):21-26. 8. Cavallazzi R, Marik PE, Hirani A et al. Association Between Time of admission to the ICU and Mortality:A Systematic Review and Metaanalysis. Chest. 2010;138(1):68–75. 9. Glance LG, Osler TM, Dick A. Rating the quality of intensive care units: Is it a function of the intensive care unit scoring system? Crit Care Med. 2002;30(9):1976-82. 10. Uysal N, Gündoğdu N,Börekçi Ş, et al. Üçüncü basamak merkezde dahili yoğun bakım hastalarının prognozu. Yoğun Bakım Derg. 2010;1(8):1-5. 11. Markgraf R, Deutschinoff G, Pientka L, et al. Comparison of Acute Physiology and Chronic Health Evaluations II and III and Simplified Acute Physiology Score II: A prospective cohort study evaluating these methods to predict outcome in a German interdisciplinary intensive care unit. Crit Care Med. 2000;28(1):26-33. LENFÖDEMİN DEĞERLENDİRİLMESİNDE RADYONÜKLİD LENFOSİNTİGRAFİ Radionuclide Lymphoscintigraphy in the Evaluation of Lymphedema Seyhan Karaçavuş1, Mustafa Kula2, Ahmet Tutuş2 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Yozgat Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2 Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Kayseri Seyhan Karaçavuş, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kula, Prof. Dr. Lenfödem, lenf sıvısını taşıyan lenf kanalları ile lenf düğümlerinin doğuştan ya da sonradan hasara uğramasına bağlı olarak lenfatik transportta meydana gelen yetmezlik sonucu gelişen ödemle karakterize, kronik, ilerleyici, sıklıkla geç tanı alan bir hastalıktır. Lenfatik yetmezlik sonucu cilt ve ciltaltı dokuda proteinden zengin sıvının aşırı birikimi mevcuttur. Klinik tanı dışında lenfatik akım ve drenaj yerleri lenfosintigrafi ile değerlendirilebilir. Lenfatik görüntüleme, ekstremitede meydana gelen şişliğin etyolojisinin belirlenmesinde ve tedavi başarısını öngörmede önemli rol oynayabilir. Lenfosintigrafi, lenfatik sistemin temel fonksiyonlarından biri olan, büyük moleküllerin interstisyel mesafeden vasküler kompartmana geri taşınması esasına dayanır. Tc-99m ile bağlı protein veya kolloid gibi radyoaktif bir madde interstisyel mesafeye enjekte edildiğinde, bu madde ilk olarak lenfatik kanallara, sonra bölgesel lenf nodlarına geçer ve gama kamera ile görüntüleme yapılarak lenfatik yollar ve fonksiyonun değerlendirmesi sağlanabilir. Bu nedenle lenfosintigrafinin, lenfödemin tanısında ve lenfatik sistemin görüntülenmesinde temel yöntem olduğu düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Lenfosintigrafi; Lenfödem; Radyonüklid. Ahmet Tutuş, Prof. Dr. ABSTRACT Lymphedema is a chronic debilitating progressive disease characterized with edema, that results from impaired lymphatic transport caused by injury to the lymphatics, seconder or congenital abnormality and is frequently misdiagnosed. It consists of excess protein-rich interstitial fluid within the skin and subcutaneous tissue resulting from lymphatic dysfunction. Besides clinical diagnosis, lymphatic flow and sites of lymph drainage can readily be evaluated with lymphoscintigraphy. Lymphatic imaging can play a pivotal role in defining the etiology of extremity swelling and in predicting the success of common therapies. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Seyhan Karaçavuş, Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Yozgat Tel: +90 505 267 82 09 e-mail: [email protected] Lymphoscintigraphy relies on one of the essential functions of the lymphatic system that is to transport large molecules from the interstitial space back to the vascular compartment. If a large molecule such as a protein or colloid with a radioactive label e.g., Tc-99m is injected into the interstitial space, its transport through the initial lymphatics, the collectors and region lymph nodes, can be followed using the gamma camera to detect the radioactivity which provides a picture of lymphatic function and pathways. So, lymphoscintigraphy is widely considered to be the main investigation to establish the diagnosis of lymphedema and visualize peripheral lymphatics. Key Words: Lymphoscintigraphy; Lymphedema; Radionuclide. Geliş tarihi/Received:07.10.2013 Kabul tarihi/Accepted:02.11.2013 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 45 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 GİRİŞ Lenfödem, interstisyel mesafede proteinden zengin lenf sıvısının artan akümülasyonuyla seyreden, daha çok kol, bacak ve gövdede ödeme (şişlik) neden olan kronik enflamatuar süreç ve fibrozisisin eşlik ettiği, doğru teşhis edildiğinde etkin tedavisi mümkün, kronik-debilizan bir hastalıktır (1). Lenf sıvısını taşıyan lenf kanalları ile lenf düğümlerinin doğuştan ya da sonradan hasara uğramasına bağlı olarak lenfatik transportta meydana gelen yetmezlik sonucu gelişir. Prevalansı 1/2500 olup venöz yetmezliğin eşlik ettiği vakalar ile birlikte dünyada yaklaşık 300 milyon vaka bulunmaktadır (2). Radyoaktif maddelerin enjeksiyonu ve sonrasında gama kamera ile görüntülenmesi, 1950’lerden beri lenfatik sistem hastalıklarının tanısında kullanılmaktadır (3). Lenfödem patofizyolojisinin anlaşılmasında ve tedavisinin planlamasında lenfosintigrafi, kullanımı yaygın , güvenilir ve noninvaziv bir yöntemdir (4). Lenfatik sistem Lenfatik sistem hem dolaşım hem de immun sistemin bir parçasıdır ve lenfatik kanallar (lenfatik damarlar), lenfoid hücreler ve organize lenfoid dokulardan (lenf nodları, dalak, timus, barsaklardaki Peyer plakları, karaciğer ve akciğerlerdeki lenfoid dokular ve kemik iliğinin bir kısmı) oluşur (5). Lenfatikler, lenfatik sistemin görevini serebrospinal sıvının üstlendiği santral sinir sistemi hariç, vücudun heryerinde bulunurlar ve deri, barsaklar ve akciğerler gibi yerlerde dış çevre ile direk bağlantılıdırlar. Bu dağılım, muhtemelen, yabancı maddelere ve enfeksiyöz ajanlara karşı lenfatiklerin koruyucu rolünü göstermektedir. Barsaklardan yağın emilimi, lipidleri karaciğere taşıyan lenfatik sistem sayesinde olur. Lenfatik sistem, hücresel artıkları, metabolik fazla ürünleri ve sıvı fazlalıklarını da sistemik dolaşıma taşır (5). Subklavian venlere günlük boşalan lenf sıvısı yaklaşık 2-4 litredir ve 75-200 gram protein taşır. Ekstremitelerde lenfatik sistem, deri ve derialtı dokudan lenfatik sıvıyı toplayan yüzeyel sistem ve kas, kemik ve derin kan damarları gibi fasiya altı yapılardan drenaj alan derin sistemden oluşur. Lenfatik sistem ve kan damarları paralel seyrederler. Alt ekstremitenin yüzeyel ve derin sistemleri pelviste birleşirken, üst ekstremiteninkiler aksillada birleşir. Alt ve üst ekstremite drenaj sistemleri birbiri ile popliteal ve inguinal lenf nodları ile bağımlıdır. Lenfatik obstruksiyon esnasında derinin lenfatik drenajı derin sisteme olur (6). Yüzeyel ve derin sistemin drenaj 46 oranları belirgin şekilde farklıdır. Normalde, derin sistem, yüzeyel sistemden daha yavaştır ve daha az lenf sıvısı taşır. Lenfatik sistem hastalıkları Lenfödem, dört patolojik özellik ile karakterizedir: Aşırı protein birikimi, ödem, kronik inflamasyon ve fibrozis (5). Sebebi multifaktöriyel olmakla birlikte genellikle sekonder nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Etyoloji: -Primer lenfödem: Lenfatik sistemin embriyolojik gelişim bozukluğu (aplazi, hipoplazi, hiperplazi, lenfanjiektazi), vasküler endotelyal growth faktör 3’ün mutasyonu (Milroy Hastalığı) gibi genetik hastalıklar sonucu meydana gelebilir (7). Hastalığın ortaya çıkma yaşına göre primer lenfödem 3’e ayrılır: 1. Konjenital (doğumla birlikte) 2. Prekoks (erken, 1-35 yaş arası ortaya çıkan) 3. Tarda (geç, 35 yaşından sonra ortaya çıkan) -Sekonder lenfödem: Lenfatik akımın sonradan oluşan bir sebepten dolayı (kanser, cerrahi, travma, enfeksiyon, radyoterapi vb.) azalması sonucu gelişir (8). Etyolojisi ne olursa olsun, lenfödem genellikle ekstremitede yavaş olarak ilerleyen ödem şeklinde ortaya çıkar. Başlangıçta ödem yumuşak ve gode bırakan tarzdadır. Fakat aylar sonra deri kalınlaşır, sert şişlik meydana gelir ve gode bırakmaz (1). Bu aşamada kutanöz lenfatikler fonksiyon görmez, lokal immun cevap bozulur ve sonrasında derin dokulara ilerleyen bir ödem gelişir, beraberinde tekrarlayan deri enfeksiyonları (lenfanjit) oluşabilir (1). Eğer lenfödem tedavi edilmezse, ciddi fonksiyonel ve fizyolojik kaybın görüldüğü kronik lenfödem tablosu gelişir (9). Ödemi azaltmaya yönelik erken tanı ve tedavi, fonksiyon kaybını en aza indirmek için gereklidir. Tanı: Lenfödem tanısı çoğunlukla anamnez ve fizik muayene ile mümkün olmakla birlikte lenfatik sistem hastalıklarının tanısında görüntüleme yöntemleri olarak lenfosintigrafi ve lenfanjiografi kullanılmaktadır (4, 10). Resim 1’de sağ alt ekstremitesinde lenfödem tanısı ile takip edilen bir hasta görülmektedir. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 Resim 1. Sağ alt ekstremitesinde lenfödem gelişen hasta. Lenfosintigrafi Lenfosintigrafi, lenfödem tanısında ve ciddiyetini belirlemede doğru ve güvenilir bir yöntemdir. Seçilen radyoaktif maddenin hastaya basit bir şekilde intradermal veya subkutan enjeksiyonunu takiben gama kamera ile görüntülenmesi esasına dayanır. Bu tetkikin uygulanması sırasında radyofarmasötik seçimi, görüntüleme zamanı ve hasta aktivitesi gibi teknik ayrıntılara dikkat edilmelidir. Kullanılan radyofarmasötikler: Bölgesel lenf nodlarında radyoaktif kolloidlerin birikimi ilk olarak, kolloidal altının (Au198) subkutan enjeksiyonuyla Walker tarafından gözlemlenmiştir (11). Kolloidal Au198 ’ın önemli bir kısmı β bozunumu gösterir. Subkutan enjeksiyonundan sonra enjeksiyon yerinde dozun önemli bir kısmı kaldığından dolayı, enjeksiyon yerindeki radyasyon yükü, uygulanan dozu sınırlandırmıştır ve daha uygun ajanlar aranmasına sebep olmuştur (12). Au198’ın yerini Tc-99m ile bağlı ajanlar almıştır. Tc-99m antimon sülfid kolloid, Tc-99m renyum sulfur kolloid, Tc-99m nanokolloid ve Tc-99m human serum albumin (HSA) klinik kullanımdaki ajanlardır (13-15). Lenfosintigrafide en yaygın kullanılan ajanlardan biri olan filtrelenmiş Tc-99m sulfur kolloid (partikül boyutu <100 nm), oldukça güvenilir özelliklere sahiptir ve klinik değeri gösterilmiştir (16). 0.1 µm filtre kullanılarak, sül- KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi für kolloidin boyutu <50 nm’ye indirilir. Bu filtrelenmiş koloidin özellikleri antimon trisülfid koloide benzerdir. Ajanın birkaç dezavantajı vardır; enjeksiyon yerinden çok az emilir (<% 5), subkutan uygulamada enjeksiyon yerinden yavaş taşınır, intradermal uygulamada ise hızlı taşınır, sıklıkla kutanöz lenfatikler 1 dk içinde görülür. β radyasyonu olmasa bile, Tc-99m’den kaynaklanan konversiyon elektronları, her bir enjeksiyon yerinde uygulanan volüme bağlı olarak 92.5 MBq doz için, 1-5 rad radyasyon dozuyla sonuçlanır. Yavaş geçişten dolayı, görüntüleme uzun zaman alır. Tc-99m sulfür kolloid kiti içinde asidik pH’ın stabil kalması gereklidir. Bu pH, enjeksiyon yerinde hastanın yanma hissetmesine sebep olur. Enjeksiyon anındaki bu rahatsızlığı minimalize etmek için, bazı araştırmacılar lokal anestezik içeren deri kremleri veya enjeksiyonda lidokain kullanmaktadırlar. Albumin mikrokolloidin boyut dağılımı elverişlidir (% 95’i <80 nm) ve kolay bağlanır (14). Enjeksiyon yerinden hızla temizlenir, kantitatif çalışmalar için uygundur ve enjeksiyonu ağrısızdır. Bu nedenle, Tc-99m albumin mikrokolloid, kantitatif çalışmalar için Tc-99m sülfür koloide tercih edilir. Tc-99m HSA, Tc-99m dekstran, Tc-99m human immunglobulin gibi nonkolloidal ajanlar literatürde rapor edilmiştir (17, 18). Tc-99m HSA’nın daha hızlı emilimi, daha kısa süreli çalışma zamanı ve lenfatik kanalların daha iyi görüntülenmesini sağlar ve kantitatif analizler için daha elverişli olabilir (15). Günümüzde en sık kullanılan ajan 99mTcnanocolloid’dir. Koloidal ajanlar ve boyutları Tablo 1’de özetlenmiştir. Teknik olarak bakıldığında, daha iyi radyofarmasötiklere ihtiyaç vardır. Enjeksiyon yerinden hızla temizlenen ve lenf nodlarında belirgin olarak lokalize olan ajanlar, işlemin değerini artıracaktır. Alternatif olarak, Tc-99m Anneksin-V tavşanlarda deneysel çalışmalarda test edilmiştir (19). Bu ajan küçük bir protein olduğu, enjeksiyon yerinden çabuk temizlendiği, bununla birlikte lenf nodlarında lokalize de olduğu ve lenf nodlarında lenfositler tarafından apopitozise uğradığı için seçilmiştir. Böyle bir ajan, işlemi kısaltacak ve parsiyel lenfatik obstruksiyonlu hastalarda kantitatif veri elde edilebilme imkanı sağlayacaktır. 47 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 Tablo 1. Lenfosintigrafi çalışmasında kullanılan radyofarmasötikler Radyofarmasötik 198 Au-colloid 99m Tc-Rhenium colloid (TCK-1) 99m Tc-Rhenium colloid (TCK-17) 99m Tc-Antimony sulfur colloid 99m Tc-sulfur colloid 99m Tc-Filtered sulfur colloid 99m Tc-stannous sulfur colloid 99m Tc-Albumin microcolloid 99m Tc-Microaggregated albumin 99m Tc-nanocolloid Boyut 5 nm; 9-15 nm 10-40 nm; 50-500 nm 50-200 nm; 45 nm; 3-15 nm 2-15 nm;40 nm 100-1000 nm 38 nm 20-60 nm <80 nm 10 nm 30-100 nm Subkutan, İntradermal ve Subfasiyal Enjeksiyon Hem subkutan hem intradermal enjeksiyon, ekstremitelerin yüzeyel lenfatiklerinin rutin görüntüleme çalışmalarında kullanılırlar. Weissleder Tc-99m HSA mikrokolloidin, intradermal enjeksiyonu ajanın kan damarları tarafından önemli tutulumuna sebep olduğundan dolayı, subkutan enjeksiyonunu önermektedir (20). Tc99m albumin mikrokolloidin subdermal ve intradermal enjeksiyonlarını karşılaştıran, Mostbeck ve Partsch’a göre, subkutan enjeksiyonlar daha güvenilir sonuçlar vermektedir (21). Nonkolloidal ajanların (Tc-99m HSA) intradermal enjeksiyonu, hızlı lenfatik taşınma, değerlendirmenin hızlı yapılması ve lenfatik akımın daha iyi kantifikasyonunu sağlamaktadır (20). Kolloidal veya diğer nonkolloidal ajanların intradermal uygulanması, HSA’ daki gibi etkili olmayabilir. Mevcut veriler, optimal enjeksiyon şeklinin kullanılan ajana bağlı olarak değişebileceğini ve kolloidal ajanlar için subkutan enjeksiyonun uygun olduğunu desteklemektedir, fakat bir kısmı da intradermal enjeksiyonu önermektedir (20, 21). Ekstremite ödeminin farklı nedenlerini ayırt edebilmek için iki kısımlı (epifasiyal + subfasiyal) lenfosintigrafi tercih edilebilir (22, 23). Enjeksiyon, intramuskuler, lateral retromalleolar bölgede subfasiyal veya ayak tabanı ve avuç içinde aponevrotik alanlara yapılabilir (22). Enjeksiyon yerleri özellikle belirgin lenfödemli hastalarda iyotlu solusyon veya alkolle temizlenerek hazırlanmalı dır. Dört enjeksiyon yerinin her birine (el ve ayakların ilk ve ikinci parmakları ile üçüncü ve dördüncü parmakla- 48 rı arası web mesafesine) 0.05-0.1 ml’de 9.25 MBq doz, 26 guaj iğne kullanılarak uygulanır. Genellikle enjeksiyon her iki ekstremiteye yapılır (tek taraflı lenfödemde kontrol amacıyla). Görüntüleme Görüntüleme, alt veya üst ekstremitelerin web mesafesine radyoaktif ajan enjeksiyonundan hemen sonra dinamik görüntülerin alınmasıyla başlar; daha sonra 10. dk, 1-2. saat ve 4-6. saatte tüm vücut tarama görüntüleri alınır (Şekil 1). Lenfosintigrafi çalışması çift dedektörlü gama kamera cihazında, yüksek rezolüsyonlu paralel hol kolimatör kullanılarak, 140 keV fotopik, % 20 pencerede, tarama hızı 10 cm/dk olacak şekilde tüm vücut tarama modunda yapılmalıdır. Anatomik bölgeleri tanımlayabilmek için tercihen transmisyon görüntüleme de yapılabilir.Lenfatik disfonksiyon kriterleri, ana lenfatik kanallara radyoaktivite geçişinde gecikme veya yokluk, lenfatik akımda gecikme, bölgesel lenf nodlarının asimetrisi veya izlenmemesi ve dermal backflowun varlığıdır. Lenfatik kanalların asimetrik gözlenmesi, kollateral lenfatik kanallar, vasküler yapıların kesintiye uğraması ve derin lenfatik sistem lenf nodlarının (popliteal vb.) izlenmesi gibi ek bulgular da olabilir (Şekil 2)(24, 25). Lenfatik hastalıkların tanısında kantitatif analiz lenfosintigrafinin sensitivite ve spesifitesini artırabilir (20). Skorlama sistemleri sınırdaki vakalarda ayırıcı tanıda yardımcı olabilir. Tablo 2’de Lee ve Bergan tarafından tanımlanan lenfosintigrafik evreleme görülmektedir (26). Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi Şekil 1. Alt ekstremite lenfosintigrafi çalışması dinamik ve statik görüntüler. Şekil 2. Sol alt ekstremitesinde lenfödem olan hastaya ait lenfosintigrafi çalışması. Tablo 2. Lenfosintigrafik bulgulara göre evreleme (Lee ve Bergan) Evre Bulgular Evre I AL (+), DB (-) Evre IIa AL (+), sınırlı DB (+) IIb AL (+), belirgin DB (++) Evre IIIa AL (-), belirgin KOL (++), DB (+ değişken) IIIb AL (-), sınırlı KOL (+), sınırlı DB (+) IIIc AL (-), sınırlı KOL (+), belirgin DB (++) Evre IV AL (-), KOL (-), DB (±) AL: Ana lenfatik kanal, DB: Dermal backflow, KOL: Kollateral Stres lenfosintigrafi Lenfosintigrafi, lenfatik akımı artıran ısı değişiklikleri, fiziksel egzersiz veya farmakolojik ajan uygulanmasından sonra yapılabilir. Stres lenfosintigrafi sensitiviteyi arttırdığı ve lenfatik akım kantifikasyonuna fayda sağladığı için çoğu otör tarafından tavsiye edilse de bu uygulama yaygın olarak kullanılmamaktadır (15, 27). Alt ekstremitelerde, stres manevraları yürüme, ayakta durma, parmak masajı, yürüme bandı ve bisiklet egzersizini içermektedir (28, 29). Üst ekstremitede, kauçuk top sıkma, aletle el egzersizleri veya masaj önerilmektedir (27). Masaj, egzersiz ve ayakta durma enjeksiyon yerinden radyoaktif ajan taşınımını artırır. Hasta, 20 dk stres akiviteleri (yürüme, masaj veya top sıkma) yapar ve tekrar görüntüleme yapılır. Nodların görünümünde belirgin bir değişiklik veya ajanın temizlenmesi uygulamaya cevap olarak tanımlanır. Dinlenme ve stres görüntüleme yapmak, sadece dinlenme görüntülemesi yapmaktan daha faydalı veriler sağlar. Sonuç olarak, fiziksel stres uygulamasının, lenfatiklerin rutin değerlendirmesinin bir parçası olduğu düşünülmelidir. Kantitatif lenfosintigrafi Lenfatik akımın kantifikasyonu, lenfatik yetmezliğin tanısında daha sensitif bir uygulama olabilir (30). Bölgesel lenf nodlarında akümüle olan radyoaktif ajanın kantifikasyonu tercih edilir. Enjeksiyon yerinden temizlenme, hasta ve sağlıklı kişileri ayırt edemeyebilir (31). Enjeksiyon yerinden temizlenme HSA kullanılan çalışmalarda tercih edilir (17). 49 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi Weissleder farklı evrelerde lenfödem olan 308 ekstremitede yaptığı kalitatif ve kantitatif lenfosintigrafi çalışmasında, kalitatif yorumla ekstremitelerin %70’inde lenfödemi doğru olarak tespit ederken, kantitatif çalışma 308 çalışmanın hepsinde anormal lenfatik fonksiyon tespit etti. Kalitatif yorumla tespit edilemeyenlerin tümü ılımlı lenfödemli, evre I vakalardı (20). Nonkolloidal ajanların enjeksiyon yerinden temizlenmesi, hem kapillerlere emilim hem de lenfatiklerin içine taşınma yoluyla çift mekanizma ile olmaktadır. Sonuç olarak, bu ajanların kullanımında yorum için kolloidal ajanlarda kullanılandan daha farklı yorum kriterleri gereklidir (21, 32). Lenfosintigrafinin klinik kullanım alanları - Etyolojik sebebi tespit amacıyla: Sadece alt ekstremitesinde primer lenfödem olan hastalarda, radyoaktif madde enjeksiyonundan sonra bölgesel lenf nodlarında geç tutulum görülmektedir; periferik veya sekonder lenfödemde nodlardaki tutulum yaklaşık olarak normaldir (4). -Ekstremite ödeminin ayırıcı tanısı: Ekstremite ödeminin nonlenfatik nedenlerinden lenfatik patolojileri ayırmada lenfosintigrafi objektif bir yöntemdir. Kronik venöz yetmezlik, lipödem gibi ekstremite ödemine neden olan durumlarda ayırıcı tanıda kullanılır (33, 34). Bu gibi hastalıklarda genelde normal lenfosintigrafi bulguları gözlenir. -Lenfödemde terapötik girişimlerin sonuçlarının değerlendirilmesi: Kalitatif ve kantitatif lenfosintigrafi, lenfödem için terapötik girişimlerin, mikrocerrahi, liposuction, manuel lenfatik drenaj, pnömatik kompresyon, hipertermi ve farmakolojik girişimlerden sonraki değişikliklerin değerlendirilmesinde yaygın olarak kullanılmaktadır (35-37). Slavin ve arkdş. doku nakli sonrası rejenerasyonu lenfosintigrafi ile değerlendirdikleri çalışmada hem kalitatif hem de kantitatif lenfosintigrafi kullanmışlardır (38). -Lenfödem tedavisinin sonucunu öngörme: Postmastektomi sonrası lenfödem gelişen hastalarda yapılan çalışmalarda, manuel lenfatik drenaj tedavisi sonrası sonucun, tedavi öncesindeki lenfatik fonksiyon yetmezliğinin derecesi ile korele olduğunu bulunmuştur (39). Şekil 3’te meme cerrahisi sonrası lenfödem gelişen bir hastaya ait lenfosintigrafi çalışması görülmektedir. 50 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 Şekil 3. Sağ üst ekstremitesinde lenfödem gelişen bir hastaya ait lenfosintigrafi çalışması. -Lenfödem gelişimi için risk değerlendirmesi: Lenfosintigrafi ekstremite lenfödemi gelişme riski yüksek olan hastaları tanımlayabilmektedir. Bu hastaların erken dönemde tanımlanması, lenfödem riskini en aza indirmek için önleyici özel uygulamalar yapılasına imkan tanır. Baulieu ve arkdş. tibia fraktürü olan ve cerrahi tedavi uygulanan 32 hastayı inceledikleri çalışmalarında lenfosintigrafide inguinal lenf nodu görülmesinin gecikmesini, postoperatif ödem gelişimini belirleyebilen bir parametre olarak değerlendirmişlerdir (40). SONUÇ Lenfatik akım ve lenf sıvısının drenaj yerleri lenfosintigrafi ile kolaylıkla değerlendirilebilir. Bu nedenle lenfatik görüntüleme, ekstremite ödeminin etyolojisini belirlemede, ayırıcı tanısını yapmada ve uygulanan tedavinin başarısını tahmin etmede önemli rol oynayan güvenilir, noninvaziv bir yöntemdir. Lenfosintigrafi çalışmasını yorumlamak için objektif kriterler geliştirmek ve kullanmak, işlemin standardizasyonunu sağlamak adına önemlidir. Bunun yanında, Lenfödem merkezlerinin yaygınlaşması, lenfatik görüntülemenin daha yaygın yapılmasını ve hastalığın tanı ve tedavisinin daha etkin yapılmasını sağlayacaktır. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi KAYNAKLAR 1. Szuba A, Rockson SG. Lymphedema: anatomy, physiology and pathogenesis. Vasc Med. 1997;2(4):321–6. 2. Campisi C. Global incidence of tropical and non-tropical lymphoedemas. Int Angiol. 1999;18(1):3–5. 3. Szuba A, Shin WS, Strauss HW, Rockson S. The third circulation: radionuclide lymphoscintigraphy in the evaluation of lymphedema. J Nucl Med. 2003;44(1):43-57. 4. Rijke AM, Croft BY, Johnson RA, de Jongste AB, Camps JA. Lymphoscintigraphy and lymphedema of the lower extremities. J Nucl Med. 1990;31(6):990–8. 5. Olszewski WL. Lymphatics, lymph and lymphoid cells: an integrated immune system. Eur Surg Res. 1986; 18 (1):26470. 6. Brautigam P, Foldi E, Schaiper I, Krause T, Vanscheidt W, Moser E. Analysis of lymphatic drainage in various forms of leg edema using two compartment lymphoscintigraphy. Lymphology. 1998;31(2):43–55. 7. Irrthum A, Karkkainen MJ, Devriendt K, Alitalo K, Vikkula M. Congenital hereditary lymphedema caused by a mutation that inactivates VEGFR3 tyrosine kinase. Am J Hum Genet. 2000;67(2):295–301. 8. Oremus M, Dayes I, Walker K, Raina P. Systematic review: conservative treatments for secondary lymphedema. BMC Cancer. 2012;4(12):6. doi:10.1186/1471-2407-12-6. 9. Casley-Smith JR. Alterations of untreated lymphedema and its grades over time. Lymphology. 1995;28(4):174–85. 10. Lu Q, Delproposto Z, Hu A, Tran C, Liu N, Li Y, et al. MR lymphography of lymphatic vessels in lower extremity with gynecologic oncology-related lymphedema. PLoS One. 2012;7(11):e50319. doi: 10.1371/ 0050319. 11. Walker LA. Localisation of radioactive colloids in lymph nodes. J Lab Clin Med. 1950;36 (3):440-9. 12. Kazem I, Antoniades J, Brady LW, Faust DS, Croll MN, Lightfoot D. Clinical evaluation of lymph node scanning utilizing colloidal gold 198. Radiology. 1968;90(5):905–11. 13. Nagai K, Ito Y, Otsuka N, Muranaka A, Kaji T, Terashima H, et al. Clinical usefulness on accumulation of 99mTc-rhenium colloid in lymph nodes [in Japanese]. Radioisotopes. 1980;29(11):549–51. 14. Nagai K, Ito Y, Otsuka N, Muranaka A. Deposition of small 99mTc-labelled colloids in bone marrow and lymph nodes. Eur J Nucl Med. 1982;7(2):66–70. 15. Ogawa Y, Hayashi K. 99mTc-DTPA-HSA lymphoscintigraphy in lymphedema of the lower extremities: diagnostic significance of dynamic study and muscular exercise [in Japanese]. Kaku Igaku. 1999;36(1):31–6. 16. Hung JC, Wiseman GA, Wahner HW, Mullan BP, Taggart TR, Dunn WL. Filtered technetium-99m-sulfur colloid evaluated for lymphoscintigraphy. J Nucl Med. 1995;36(10):1895–1901. 17. Ohtake E, Matsui K. Lymphoscintigraphy in patients with lymphedema: a new approach using intradermal injections of technetium-99m human serum albumin. Clin Nucl Med. 1986;11(7):474–8. 18. Henze E, Schelbert HR, Collins JD, Najafi A, Barrio JR, Bennett LR. Lymphoscintigraphy with Tc-99m-labeled dextran. J Nucl Med. 1982;23(10):923–9. 19. Poulsen RH1, Rasmussen JT, Ejlersen JA, Flø C, Falborg L, Heegaard CW, et al. Pharmacokinetics of the phosphatidylserine tracers 99mTc-lactadherin and 99mTc-annexin V in pigs. EJNMMI Res. 2013;3(1):15. doi: 10.1186/2191-219X-3-15. 20. Weissleder H, Weissleder R. Lymphedema: evaluation of qualitative and quantitative lymphoscintigraphy in 238 patients. Radiology. 1988;167(3):729–35. 21. Mostbeck A, Partsch H. Isotope lymphography: possibilities and limits in evaluation of lymph transport [in German]. Wien Med Wochenschr. 1999;149(2-4):87–91. 22. Hannequin P, Clement C, Liehn JC, Ehrard P, Nicaise H, Valeyre J. Superficial and deep lymphoscintigraphic findings before and after femoro popliteal bypass. Eur J Nucl Med. 1988;14(3):141–6. 23. Brautigam P, Foldi E, Schaiper I, Krause T, Vanscheidt W, Moser E. Analysis of lymphatic drainage in various forms of leg edema using two compartment lymphoscintigraphy. Lymphology. 1998;31(2):43–55. 24. Burnand KM, Glass DM, Sundaraiya S, Mortimer PS, Peters AM. Popliteal node visualization during standard pedal lymphoscintigraphy for a swollen limb indicates impaired lymph drainage. AJR Am J Roentgenol. 2011;197(6):1443-8. 25. Kandeel AA, Ahmed Younes J, Mohamed Zaher A. Significance of popliteal lymph nodes visualization during radionuclide lymphoscintigraphy for lower limb lymphedema. Indian J Nucl Med. 2013;28(3):134-7. 26. Lee BB, Bergan JJ. New clinical and laboratory staging systems to improve management of chronic lymphedema. Lymphology. 2005;38(3):122–9. 27. Kleinhans E, Baumeister RG, Hahn D, Siuda S, Bull U, Moser E. Evaluation of transport kinetics in lymphoscintigraphy: follow-up study in patients with transplanted lymphatic vessels. Eur J Nucl Med. 1985;10(78):349–52. 51 KARAÇAVUŞ ve ark. Lenfödem Tanısında Lenfosintigrafi 28. Partsch H, Mostbeck A, Leitner G. Experimental studies on the efficacy of pressure wave massage (Lymphapress) in lymphedema [in German]. Z Lymphol. 1981;5(1):35–9. 29. Olszewski WL, Engeset A, Sokolowski J. Lymph flow and protein in the normal male leg during lying, getting up, and walking. Lymphology. 1977;10(3):178–83. 30. Carena M, Campini R, Zelaschi G, Rossi G, Aprile C, Paroni G. Quantitative lymphoscintigraphy. Eur J Nucl Med. 1988;14(2):88–92. 31. Williams WH, Witte CL, Witte MH, McNeill GC. Radionuclide lymphangioscintigraphy in the evaluation of peripheral lymphedema. Clin Nucl Med. 2000;25(6):451–64. 32. Nawaz K, Hamad M, Sadek S, Awdeh M, Higazi E, Eklof B, et al. Lymphscintigraphy in peripheral lymphedema using technetium-labelled human serum albumin: normal and abnormal patterns. Lymphology. 1985;18(4):181–6. 33. Ter SE, Alavi A, Kim CK, Merli G. Lymphoscintigraphy: a reliable test for the diagnosis of lymphedema. Clin Nucl Med. 1993;18(8):646–54. 34. Shin BW, Sim YJ, Jeong HJ, Kim GC. Lipedema, a rare disease. Ann Rehabil Med. 2011;35(6):922-7. doi: 10.5535/2011.35.6.922. 35. Brorson H, Svensson H, Norrgren K, Thorsson O. Liposuction reduces arm lymphedema without significantly altering the already impaired lymph transport. Lymphology. 1998;31(4):156–72. 36. Leduc O, Bourgeois P, Leduc A. Manual lymphatic drainage: scintigraphic demonstration of its efficacy on colloidal protein reabsorption. In: Partsch H, ed. Progress in Lymphology. Amsterdam, The Netherlands: Elsevier Science;1988:551–4. 37. Francois A, Richaud C, Bouchet JY, Franco A, Comet M. Does medical treatment of lymphedema act by increasing lymph flow?. Vasa. 1989;18 (1):281–6. 38. Slavin SA, Upton J, Kaplan WD, Van den Abbeele AD. An investigation of lymphatic function following free-tissue transfer. Plast Reconstr Surg. 1997;99(3):730–43. 39. Szuba A, Strauss HW, Sirsikar S, Rockson S. Prognostic value of quantitative radionuclide lymphoscintigraphy in breast cancer-related lymphedema of the upper extremity. Nucl Med Commun. 2002;23(12):1171-5. 40. Baulieu F, Itti R, Taieb W, Richard G, Martinat H, Barsotti J. Lymphoscintigraphy: a predictive test of post-traumatic lymphedema of the lower limbs [in French]. Rev Chir Orthop Reparatrice Appar Mot. 1985;71(5):327–32. 52 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):45-52 Bozok Med J 2014;4(2):45-52 BEHÇET HASTALIĞINDA DERİ VE MUKOZA BELİRTİLERİ Mucocutaneous Manifestations of Behcet’s Disease Emine Çölgeçen1, Kemal Özyurt2, Murat Borlu3 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Dermatoloji Ana Bilim Dalı, Yozgat Kayseri Eğitim ve Araştırma 2 Hastanesi Dermatoloji Kliniği, Kayseri Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3 Dermatoloji Ana Bilim Dalı, Kayseri Emine Çölgeçen, Yrd. Doç. Dr. Behçet hastalığı rekürren oral ve genital ülserler, oküler ve kutanöz lezyonlar, artrit ve vasküler tutulum ile karakterize kesin nedeni bilinmeyen multisistem inflamatuar bir hastalıktır. Tekrarlayıcı nitelikteki oral ve genital ülserler, eritema nodozum benzeri lezyonlar ve papülopüstüler lezyonlar başta olmak üzere çeşitli deri ve mukoza bulguları gösteren hastalığın tanısında da bu bulguların kritik önemi bulunmaktadır. Ayrıca, Behçet hastalığındaki mukokutanöz bulguların diğer ciddi organ tutulumlarına göre prognostik belirleyici özellikleri olmamasına karşın, hastaların yaşam kalitesini etkiledikleri açıktır. Bu derlemede Behçet hastalığının deri ve mukoza belirtileri anlatılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Behçet hastalığı; Mukokutanöz lezyonlar; Deri. ABSTRACT Kemal Özyurt, Uzm. Dr. Murat Borlu, Prof. Dr. Behcet’s disease is a multi-system inflammatory disorder of unknown origin, characterized by recurrent oral and genital ulcerations, ocular and cutaneous lesions, arthritis and vascular disease. Various mucocutaneous manifestations consisting mainly of recurrent oral and genital ulcerations, erythema nodosum like lesions and papulopustular lesios constitute the hallmark of Behcet’s disease and diagnostic criteria rely heavily on these symptoms. In addition, although the mucocutaneous manifestations are not one of the main prognostic determinants in Behcet’s disease, they seem to impair the quality of life of the patients. In this review, mucocutaneous symptoms of Behcet’s disease are outlined. Key Words: Behcet’s disease; Mucocutaneous lesions;Skin. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Emine Çölgeçen Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı 66000 Yozgat Tel: 0354 212 70 60-3118 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:11.11.2013 Kabul tarihi/Accepted:09.05.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 53 ÇÖLGEÇEN ve ark. Behçette Deri ve Mukoza Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 GİRİŞ Hulusi Behçet tarafından tekrarlayan oral aftöz ülserler, genital ülserler ve üveitle karakterize üçlü semptom bileşeninden oluşan bir tablo olarak tanımlanan Behçet hastalığı (BH) (1), mukokutan ve göz tutulumu dışında eklemler, pulmoner, gastrointestinal, ürogenital, kardiyak, damar ve sinir sistemlerinin de tutulabildiği, temel patolojisi vaskülit olan kronik sistemik bir inflamatuar hastalık olarak kabul edilmektedir (2-7). Yapılan tüm araştırmalara rağmen etyolojisi hala bilinmemektedir. Ancak bu araştırmalarda hastalığın patogenezi ile ilgili önemli ipuçları elde edilmiş, doğal ve adaptif immünitenin bu süreçte birlikte rol oynadığı ile ilgili güçlü deliller ortaya çıkarılmıştır. Bu yönü ile ele alındığında BH ile otoimmün ve otoinflamatuar hastalıklar arasında ortak immünolojik mekanizmalar olduğu görülmüş, bu durumun klinik bulgulara da yansıdığı anlaşılmıştır. Diğer taraftan patogenezindeki bu zenginlik, BH’nın otoinflamatuar hastalıklar ya da karışık grup immünolojik hastalıklar başlığı altında sınıflandırılmasına neden olmuştur (8,9). BH için patognomonik laboratuar bulguları olmadığından tanı öykü ve tipik klinik bulgulara dayanmaktadır. Tanısal amaçla ortaya konulan değişik tanı kriterlerin den en fazla tercih edileni 1990 yılında tanımlanmış olan, temel kriterleri mukokutanöz bulguların oluşturduğu Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu (10) kriterleridir (Tablo 1). Genellikle yaşamın ikinci on yılının sonlarına doğru başlayan hastalık, en sık olarak 2040 yaşları arasında görülmektedir (6,7). İlk bulgunun ortaya çıkması ile tanı konulması arasındaki süre özellikle mukokutanöz tutulumu olanlarda 3 yılın üzerindedir (11). Olguların yaklaşık %2-3’ünde hastalık çocukluk döneminde başlamaktadır (6). Kadın erkek dağılımı ile ilgili sonuçlar değişkendir. Akdeniz ülkelerinde erkeklerde daha sık olduğu bildirilmekle birlikte, kadın erkek oranı aynı olan bildiriler de bulunmaktadır (12). Türkiye’nin farklı bölgelerinde yapılan prevalans çalışmalarında 2-42/10.000 arasında değişen oranlar bildirilmiştir (13-17). BH, erkeklerde ve erken başlangıç yaşı gösterenlerde daha şiddetli bir klinik seyir izlemektedir (18). Papülopüstüler lezyonlar ile göz, vasküler, nörolojik ve pulmoner sistemlerin tutulumunun erkeklerde, genital ülser ve eritema nodozumun ise kadınlarda daha sık görüldüğü bildirilmiştir (19). Pediatrik olgularda ise klinik özellikler erişkinlerle benzerlik göstermektedir (20). Mukokutanöz bulgular BH tanı kriterleri arasında en önemlileridir ve hastalığın erken tanısı için değerlidirler. Tablo1. Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu tanı kriterleri*(10). Tekrarlayan oral ülserler 1 yıl içinde en az 3 kez tekrarlayan, doktor veya hasta tarafından gözlenen minör, major veya herpetiform ülser Yukarıdaki kritere ek olarak aşağıdaki kriterlerden en az ikisi Tekrarlayan genital ülser Hasta veya hekim tarafından gözlenen genital ülser veya skar oluşumu Göz lezyonları Anterior, posterior üveit, retinal vaskülit Deri lezyonları Eritema nodozum, psödofollikülit, papülopüstüler lezyonlar veya akneiform nodüller Paterji testi pozitifliği 24. ve 48 saatte oluşan papülopüstüler lezyonlar *Bulgular herhengi başka bir klinik açıklama yoksa anlamlıdır. 54 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 ÇÖLGEÇEN ve ark. Behçette Deri ve Mukoza ORAL ÜLSERLER BH’nın en karakteristik lezyonunu oluşturan ve tüm hastalarda gözlenen oral ülserler olguların %86’sında ilk bulgu olarak ortaya çıkarlar. Ağrılı ve yineleyici özellikteki bu lezyonlar morfolojik olarak rekürren aftöz stomatite benzemekle birlikte, daha yaygın ve sık tekrarlayıcı bir klinik gösterirler. Genellikle dil, dudak, ve yanak mukozasının keratinizasyon göstermeyen bölgelerine, daha az sıklıkta da uvula, farinks gibi ağız posterior alanlarına yerleşirler; değişik çaplarda gözlenmeleri önemli özellikleridir. Ülserler oval-yuvarlak şekilli, çevresinde hiperemik inflamatuvar bir halo olan, grimsi beyaz tabanlı bir görünüm sergilerler. Lokal travmalar yeni lezyonların gelişimini tetikleyebilir. Ayrıca yılda en az 3 kez yineleme özelliği gösteren oral ülserler, BH tanısı için olmazsa olmaz kriteri oluştururlar (2,5,6,21,22). Oral ülserler çaplarına göre üç grupta sınıflandırılır. Çapları 1cm’den küçük olan (2-6 mm) ve 1-2 haftada sikatris bırakmadan iyileşen, tek veya çok sayıda gözlenen yüzeysel erode alanları olan minör aftöz ülserler hastalığın seyrinde en sık görülen lezyonlardır. Çapları 1 cm’den büyük, derin yerleşimli major aftöz ülserler, 2-6 hafta veya daha uzun sürede genellikle sikatris ile iyileşirler. Küçük (2-3 mm) çaplı, sayıları 100’e ulaşan ve birbirleriyle birleşme eğilimindeki herpetiform aftöz ülserler en az görülen oral lezyonlardır; sikatris bırakmadan kısa sürede iyileşirler (2,3,6). BH’da oral ülserlerin ayırıcı tanısında rekürren aftöz stomatit nedenleri, travmatik ülserler, enfeksiyon ve ilaçlara bağlı oluşan ülserler, hematolojik hastalıklar, Reiter sendromu, gastrointestinal hastalıklar, pemfigus vulgaris, eroziv liken planus, eritema multiforme düşünülmelidir (23). GENİTAL ÜLSERLER BH’nin başlıca bulgularından olan genital ülserler olguların %60-90’ında gözlenir (7,19). Başlangıç bulgusu olarak ortaya çıkmaları nadirdir. Genellikle papül veya püstül olarak başlayıp hızla ülser şekline dönüşürler; ödemli bir sınırı olan, tabanı sarı fibrinle kaplı bir yitim alanı niteliğindedir. Ağrılı ve yineleyici özellikteki lez- yonlar en sık skrotum ve vulvada yerleşmekle birlikte erkeklerde inguinal bölge, pubis ve perine; kadınlarda ise labiumlar, serviks ve vajen lokalizasyonunda da gözlenebilirler. Ayrıca perianal yerleşim de görülebilmektedir. Kadınlarda genital ülserler erkeklerden daha büyük çaplı olabilir; vajinal ülserasyonlar sonrası mesane ve üretral fistüller, idrar yapmada zorluk, disparoni ve yürüme sorunları görülebilir. Genital ülserler yaklaşık 10-30 günde genellikle sikatris bırakarak iyileşirler. Sikatris varlığının tanı için önemi vurgulanmaktadır (2,3,6,7). BH’da görülen genital ülserlerin ayırıcı tanısında enfeksiyöz nedenler, ilaçlar, eroziv liken planus, büllü hastalıklar dışlanmalıdır (23). PAPÜLOPÜSTÜLER LEZYONLAR Sık izlenen deri bulguları arasında yer alan papülopüstüler lezyonlar eritemli zeminde follikülit veya akne benzeri lezyonlarla karakterize olup, papül halinde başlayan lezyonlar 24-48 saatte püstüle dönüşürler (24). Papülopüstüler lezyonlar genellikle farklı deri alanlarında eş zamanlı bulunurlar. En sık lokalizasyonları sırt, yüz ve göğüs ön yüzdür. Sırtta izlenen papül ve püstüller genellikle akneye benzer ve klinik olarak akne vulgaristen ayrılamayabilirler. Diğer tip papüller ekstremitelerde izlenirler ve 2-4 günde merkezinde steril püstüller oluşur. Püstülün çevresinde ise genellikle eritemli halo bulunur (6). Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu psödofollikülit, papülopüstüler lezyonlar ve akneiform lezyonların duyarlılığını %70, özgüllüğünü ise %76 olarak bildirmiştir (25). ERİTEMA NODOZUM BENZERİ LEZYONLAR BH’da %47.6-55.3 oranlarında görülen eritema nodozum benzeri lezyonlar, klinik olarak ağrılı, kırmızı-mor renkli nodüllerle karakterizedirler (11,21,26). Daha çok kadınlarda ve alt ekstremitelerde görülmekle birlikte kollar, boyun ve yüzde de gözlenebilirler.Sayı olarak değişkenlik gösterirler; ortalama 2-3 hafta içinde ülserasyon göstermeden pigmentasyon bırakarak iyileşirler (2,3,6,7). 55 ÇÖLGEÇEN ve ark. Behçette Deri ve Mukoza Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 Klinik olarak klasik eritema nodozumdan ayırt edilemeyen bu lezyonlarda histopatolojik olarak nötrofilik vasküler bir reaksiyon veya vaskülit izlenir (27). Yine vaskülit yanında septal veya lobüler pannikülit, yağ nekrozu ve mikroapse oluşumu gibi ikincil bulgular da bildirilmiştir (28). tir. Çoğunlukla hücresel immünitenin patogenezde rol oynadığı düşünülür. Paterji testinin pozitiflik oranları %6-71 arasında değişmektedir. Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerinde yüksek pozitiflik, Uzak Doğu ülkelerinde göreceli olarak düşük pozitiflik, Batı ülkelerinde oldukça düşük pozitiflik oranları bildirilmektedir (2,25,31). YÜZEYEL TROMBOFLEBİT SWEET SENDROMU BENZERİ LEZYONLAR BH’da vasküler tutulum sıklıkla venöz tutulum şeklinde olup hastaların 1/3’ünde görülür. Vasküler komplikasyonlar içinde tromboflebit en sık tutulum şeklidir. Tromboflebit hastaların %10-37 kadarında izlenir (29,30). Genellikle büyük safen vende izlenen yüzeysel tromboflebitler palpabıl ağrılı subkutan nodüller veya ip şeklinde sert kızarıklık şeklinde klinik görüntü veren lezyonlardır. Proksimalden distale yayılma eğiliminde olan bu lezyonlar BH tanı kriterleri içinde yer almamaktadırlar. Gezici olmaya eğilimli olan yüzeysel gezici tromboflebit tabloları genellikle erkekte izlenir (6,31). Behçet hastalarında deri bulgusu olarak Sweet benzeri lezyonların görülmesinin yanında bazı olgularda Sweet sendromu ve BH beraberliği de görülmektedir (33-35). Her iki hastalığın da etyolojisi henüz netleşmemiş olmakla beraber, herpes simplex virüs tip 1’in benzer olarak patogenezlerinde rolü olabileceği düşünülmektedir (36). Yapılan genetik çalışmalarda ise hastalıklardan sorumlu HLA tiplerinin farklı olduğu görülmüştür (37). Sweet sendromu tanısı konulamayan Behçet hastalarında görülen Sweet sendromu benzeri lezyonlar ise Behçet selüliti olarak tanımlanabilir. Eritematöz, ödematöz, ağrılı lezyonlar şeklinde izlenir. Sıklıkla alt ekstremitelerde olmak üzere nadir olarak üst ekstremite ve yüzde gözlenebilir. Lezyondan alınan biyopsiler Sweet sendromunda görülen nötrofilik infiltrasyondan farklı olarak vaskülit ile uyumludur. enfeksiyona sekonder selülit ve yüzeyel tromboflebit ile ayrımını yapmak önemlidir (38). EKSTRAGENİTAL ÜLSER Behçet hastalarının yaklaşık %3’ünde görülmektedir. Klinik olarak tekrarlayıcıdırlar ve sikatris ile iyileşirler. Genellikle yerleşim yeri; meme, bacak, aksilla, ayaklarda interdigital bölge, inguinal bölge ve boyundur. Bu lezyonlar BH’nin en karakteristik ve spesifik lezyonlarından kabul edilmektedir (31,32). PATERJİ TESTİ Çoğu BH’da tespit edilen paterji fenomeni minör kutanöz travmaya hiperreaktif cevap olarak tanımlanır. Paterji testi steril koşullar altında ön kol fleksör yüzüne uygulanır. Testin 20 G enjektör iğnesi ile ve en az iki ayrı noktaya pikür yapılarak uygulanması önerilmektedir. Reaksiyonun gelişebilmesi için pikürün dermise kadar inecek derinlikte ve 45 derecelik açıyla uygulanması gerekmektedir. Behçet hastalarında palpasyonla hissedilebilen ve genellikle eritemli bir halo ile çevrili 1-2 mm çaplı bir papül oluşur. Bu lezyon papül olarak kalabileceği gibi 1-5 mm’lik püstüle dönüşebilir. Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu paterji testinin duyarlılığını %58, özgüllüğünü ise %90 olarak bildirmiş56 PYODERMA GANGRENOZUM Pyoderma gangrenozum ve BH paterji pozitifliği, histolojik olarak nötrofilik vasküler reaksiyon göstermesi ile klinik ve histolojik olarak benzer özellikler gösterirler. Literatürde BH’na eşlik eden püstüler, ülseratif, büllöz ve vejetatif pyoderma gangrenozum formları bildirilmiştir (39,40). DİĞER DERİ BULGULARI Eritema induratum benzeri lezyonlar Behçet hastalarında nadir olarak gözlenen kırmızı, mavi, endüre, subkutan nodüllerdir. Süpüratif pannikülit oldukça nadir gözlenen ateş ve nodüller ile karakterizedir. Bu nodüller fistüle olarak direne olur ve yerlerinde skar bırakarak iyileşirler (38). Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 Staz ülserleri Behçet hastalarında kronik venöz yetmezliğe bağlı olarak sıklıkla alt ektremitede gözlenir. Hastalarda bu ülserelerin vaskülit ve pyoderma gangrenozumdan ayrımının yapılması önemlidir (41). BH ve Raynoud Fenomeni birlikteliği Önder ve ark. tarafından gösterilmiştir (42). Behçet hastalarında sık gözlenen deri bulgularının yanında eritema multiforme, büllöz nekrotizan vaskülit, pernio benzeri lezyonlar, lupus birlikteliği literatürde olgu sunumları şeklinde yer almaktadır (43). Sonuç olarak mukokutanöz bulguların BH’nda hem tanı koydurucu hem de en sık rastlanan bulgular olduğu ve hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde etkiledikleri görülmektedir. Erken dönemde tanı koydurucu olan bu bulguların iyi bilinmesi hastalığın seyri sırasında ortaya çıkabilecek komplikasyonların önlenmesinde büyük önem taşımaktadırlar. KAYNAKLAR 1. Behçet H. Uber rezidivierende, aphthose, dürch ein Virus verursachte Geshwure am Munde, am Auge und an den Genitalien. Dermatologische Wochenschrift. 1937;36(1):1152-7. 2. Alpsoy E. Behçet hastalığının deri ve mukoza belirtileri. Türkderm. 2003;37(2):92-9. 3. Onder M, Gürer MA. The multiple faces of Behçet’s disease and its aetiological factors. J Eur Acad Dermatol Venereol. 2001;15(2):126-36. 4. Bang D. Clinical spectrum of Behçet’s disease. J Dermatol. 2001;28(11):610-3. 5. Lee LA. Behçet disease. Semin Cutan Med Surg. 2001;20(1):53-7. 6. Saylan T, Mat C, Fresko I, Melikoğlu M. Behçet’s disease in the Middle East. Clin Dermatol. 1999;17(2):209-23. 7. Sakane T, Takeno M, Suzuki N, Inaba G. Behçet’s disease. N Engl J Med. 1999;341(17):1284-91. 8. Hedayatfar A. Behçet’s Disease: Autoimmune or autoinflammatory? J Ophthalmic Vis Res. 2013;8(3):291-3. 9. Muşabak U. Otoinflamatuar bir hastalık olarak Behçet hastalığı. Turkiye Klinikleri J Dermatol-Special Topics. 2011;4(4):32-44. 10. International Study Group for Behçet’s Disease. Criteria for diagnosis of Behçet’s disease. Lancet. 1990;335(8697):1078-80. ÇÖLGEÇEN ve ark. Behçette Deri ve Mukoza 11. Alpsoy E, Donmez L, Bacanli A, Apaydin C, Butun B. Review of the chronology of clinical manifestations in 60 patients with Behçet’s disease. Dermatology. 2003;207(4):354-6. 12. Önder M, Gürer MA. Ülkemizde Behçet hastalığı epidemiyolojisi. Turkiye Klinikleri J Int Med Sci. 2007;3(9):4-7. 13. Demirhindi O, Yazıcı H, Binyıldız P, Dayıoğlu N, Tüzün Y, Altaç M, et al. Silivri Fener Köyü ve yöresinde Behçet Hastalığı sıklığı ve bu hastalığın toplum içinde taranmasında kullanılabilecek bir yöntem. Cerrahpaşa Tıp Fak Derg. 1981;12(1):509-14. 14. Yurdakul S, Günaydın İ, Tüzün Y, Tankurt N, Pazarlı H, Özyazgan Y, et al. The prevalence of Behcet’s syndrome in a rural area in northern Turkey. The Journal of Rheumatology. 1988;15(5):820-2. 15. Idil A, Gürler A, Boyvat A, Caliskan D, Ozdemir O, Isik A, et al. The prevalence of Behçet’s disease above the age of 10 years. The results of a pilot study conducted at the Park Primary Health Care Center in Ankara, Turkey. Ophthalmic Epidemiology. 2002;9(5):325-31. 16. Azizlerli G, Köse AA, Sarica R, Gül A, Tutkun IT, Kulaç M, et al. Prevalence of Behçet’s disease in Istanbul, Turkey. International Journal of Dermatology. 2003;42(10):803-6. 17. Cakir N, Dervis E, Benian O, Pamuk ON, Sonmezates N, Rahimoglu R, et al. Prevalence of Behçet’s disease in rural western Turkey: a preliminary report. Clinical and Experimental Rheumatology. 2004;22(34):53-5. 18. Yazici H, Tüzün Y, Pazarli H, Yurdakul S, Ozyazgan Y, Ozdoğan H, et al. Influence of age of onset and patient’s sex on the prevalence and severity of manifestations of Behçet’s syndrome. Ann Rheum Dis. 1984;43(6):783-9. 19. Tursen U, Gurler A, Boyvat A. Evaluation of clinical findings according to sex in 2313 Turkish patients with Behçet’s disease. Int J Dermatol. 2003;42(5):346-51. 20. Borlu M, Ukşal U, Ferahbaş A, Evereklioglu C. Clinical features of Behçet’s disease in children. Int J Dermatol. 2006;45(6):713-6. 21. Bang D, Yoon KH, Chung HG, Choi EH, Lee ES, Lee S. Epidemiological and clinical features of Behçet’s disease in Korea. Yonsei Med J. 1997;38(6):428-36. 22. Magro CM, Crowson AN. Cutaneous manifestations of Behçet’s disease. Int J Dermatol. 1995;34(3):159-65. 23. Bulur I, Önder M. Behçet hastalığında deri bulguları. Turkiye Klinikleri J Dermatol. 2011;4(4):4-9. 24. Alpsoy E, Aktekin M, Er H, Durusoy C, Yilmaz E. A randomized, controlled and blinded study of papulopustular lesions in Turkish Behçet’s patients. Int J Dermatol. 1998;37(11):839-42. 57 ÇÖLGEÇEN ve ark. Behçette Deri ve Mukoza 25. International Study Group for Behçet’s Disease. Evaluation of diagnostic (‘classification‘) criteria in Behçet’s disease-towards internationally agreed criteria. Br J Dermatol. 1992;31(5):299-308. 26. Hamuryudan V. Behçet hastalığı. Turkiye Klinikleri J Int Med Sci. 2005;1(25):1-72. 27. Ghate JV, Jorizzo JL. Behçet’s disease and complex aphthosis. J Am Acad Dermatol. 1999;40(1):1-18. 28. Kim B, LeBoit PE. Histopathologic features of erythema nodosum--like lesions in Behçet disease: a comparison with erythema nodosum focusing on the role of vasculitis. Am J Dermatopathol. 2000;22(5):379-90. 29. Thomas I, Helmold ME, Nychay S. Behçet’s disease presenting as superior vena cava syndrome. J Am Acad Dermatol. 1992;26(5 Pt 2):863-5. 30. Kuzu MA, Ozaslan C, Köksoy C, Gürler A, Tüzüner A. Vascular involvement in Behçet’s disease: 8-year audit. World J Surg. 1994;18(6):948-54. 31. Lee ES, Bang D, Lee S. Dermatologic manifestation of Behçet’s disease. Yonsei Med J. 1997;38(6):380-9. 32. Azizlerli G, Ozarmağan G, Ovül C, Sarica R, Mustafa SO. A new kind of skin lesion in Behçet’s disease: extragenital ulcerations. Acta Derm Venereol. 1992;72(4):286. 33. Hassikou H, Tabache F, Baaj M, Safi S, Hadri L. Sweet’s syndrome in Behçet’s disease. Joint Bone Spine. 2007;74(5):495-6. 34. Wu F, Luo X, Yuan G. Sweet’s syndrome representing a flare of Behçet’s disease. Clin Exp Rheumatol. 2009;27(2 Suppl 53):88-90. 35. Karadoğan SK, Başkan EB, Alkan G, Saricaoğlu H, Tunali S. Generalized Sweet syndrome lesions associated with Behçet disease: a true association or simply co-morbidity? Am J Clin Dermatol. 2009;10(5):331-5. 36. Lee MS, Barnetson RS. Sweet’s syndrome associated with Behçet’s disease. Australas J Dermatol. 1996;37(2):99101. 37. Mizoguchi M, Chikakane K, Goh K, Asahina Y, Masuda K. Acute febrile neutrophilic dermatosis (Sweet’s syndrome) in Behçet’s disease. Br J Dermatol. 1987;116(5):727-34. 38. Davatchi F, Shahram F, Chams-Davatchi C, Shams H, Nadji A, Akhlaghi M, et al. Behcet’s disease: From East to West. Clin Rheumatol. 2010;29(8):823-33. 39. Kim JW, Park JH, Lee D, Hwang SW, Park SW. Vegetative pyoderma gangrenosum in Behçet’s disease. Acta Derm Venereol. 2007;87(4):365-7. 40. Nakamura T, Yagi H, Kurachi K, Suzuki S, Konno H. Intestinal Behcet’s disease with pyoderma gangrenosum: A case report. World J Gastroenterol. 2006;12(6):979-81. 58 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):53-8 Bozok Med J 2014;4(2):53-8 41. Calamia KT, Schirmer M, Melikoglu M. Major vessel involvement in Behçet’s disease: An update. Curr Opin Rheumatol. 2011;23(1):24-31. 42. Onder M, Ozden MG, Aksakal AB, Akçali D, Babacan A, Atasever T. Raynaud phenomenon and Behçet disease: diagnosis with technetium Tc 99m methylene diphosphonate bone scan and treatment with continuous sympathetic block. Arch Dermatol. 2002;138(5):698-9. 43. Kerkeni N(1), Zaraa I, Ayachi J, El Euch D, Mokni M, Ben Osman A. Behçet’s disease: A profile of mucocutaneous features. Acta Dermatovenerol Alp Panonica Adriat. 2010;19(2):11-5. PANKREASIN INTRADUKTAL PAPİLLER MUSİNÖZ NEOPLAZİLERİ: OLGULAR EŞLİĞİNDE LİTERATÜRE GENEL BAKIŞ Intraductal Papillary Mucinous Neoplasms of Pancreas: Overview of the Literature with Cases Mustafa Özsoy1, Ahmet Bal1 , Bahadır Celep1, Taner Özkeçeci1, Emre Kacar2, Yücel Gönül3, Yüksek Arıkan1 ÖZET Afyon Kocatepe Üniversitesi, 1 Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Afyon Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2 Radyoloji Anabilim Dalı, Afyon Afyon Kocatepe Üniversitesi, 3 Anatomi Anabilim Dalı, Afyon İlk kez Morohoshi tarafından tanımlanan intraduktal papiller müsinöz neoplasmlar pankreasın neoplastik kistik kitleleri içerisinde gerek klinik gerekse tanı koymadaki zorluklar nedeniyle ayrı öneme sahiptir. 39 yaşında kadın hasta, karın ağrısı ve sarılık şikâyeti nedeniyle başvurdu. Karın tomografisinde pankreas baş lokalizasyonda 4 cm çapında tümoral kitle saptandı. Endoskopik retrograd kolanjiopankreatikografide yoğun musin sekresyonu görüldü. Cerrahi piyesin histopatolojik incelemesi sonucunda malign İPMN tanısı konularak adjuvan kemoterapi uygulandı. 66 yaşında erkek hasta, sarılık nedeniyle tetkik edildi. Biyokimyasal verilerinin incelenmesinde total bilirubin: 5 mg/ dl, aspartat aminotransferaz enzimi: 350 U/L saptandı. Pozitron emisyon tomografisinde pankreas başı lokalizasyonunda hipermetabolik kitlenin dışında ek odağa rastlanmadı. Cerrahi spesmenin histopatolojik incelemesinde epitelde yüksek dereceli displazi saptandı. İPMN düşünülen olgular premalign kabul edilip vakit kaybetmeden cerrahi rezeksiyon uygulanmalıdır. İPMN’lerde nadiren nüks ve metastaz bildirilse de rezeksiyon sonrası prognozları oldukça iyidir. Mustafa Özsoy, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Bal, Yrd. Doç. Dr. Bahadır Celep, Yrd. Doç. Dr. Taner Özkeçeci, Yrd. Doç. Dr. Emre Kacar, Yrd. Doç. Dr. Yücel Gönül, Yrd. Doç. Dr. Yüksel Arıkan, Prof. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZSOY Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi,Genel Cerrahi Kliniği, 03000 Afyon / Türkiye Ahmet Necdet Sezer Uygulama ve Araştırma Hastanesi, 2. Kat Genel Cerrahi Kliniği Tel: +900 272 – 246 33 33 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:07.07.2013 Kabul tarihi/Accepted:11.12.2013 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):59-63 Bozok Med J 2014;4(2):59-63 Anahtar kelimeler: Psödokist; Kanser; Pankreas. ABSTRACT Intraductal papillary mucinous neoplasm defined by Morohoshi for the first time, have great importance in neoplastic cystic masses of the pancreas due to the difficulties in diagnosis and clinical trials. 39 years old female patient was admitted to the emergency department with complaints of abdominal pain and jaundice. The tumoral mass approximately 4 cm diameter in pancreatic head localization was found in abdominal tomography. Mucin secretion was detected in endoscopic retrograde cholangiopancreatography. In surgical piece histopathological examination, malignant IPMN was diagnosed and patient underwent adjuvant chemotherapy. A 66 years old, male patient was admitted with jaundice. There were no features on physical examination and also total bilirubin: 5 mg/dl, aspartate aminotransferase enzyme: 350 U/L were determineted respectively. Only a hypermetabolic focus group was observed in the head of pancreas in positron emission tomography. In histopathological examination of the surgical piece, high grade dysplasia was observed in epithelia. Surgical resection should be accepted for IPMN without delay. Although the recurrence and metastasis in IPMN have been indicated, the prognosis of after resection is pretty good. Keywords: Pseudocysts; Cancer; Pancreas. 59 ÖZSOY ve ark. Pankreasın Intraduktal Papiller Musinöz Neoplazileri Bozok Tıp Derg 2014,4(2):59-63 Bozok Med J 2014;4(2):59-63 GİRİŞ Günümüzde deneyimli merkezlerdeki pankreatik rezeksiyonların yaklaşık %10-%20’sini oluşturan pankreasın kistik kitleleri halen bilinmezliğini korumaktadır. Geçen 20 yıllık süre içerisinde görüntüleme yöntemlerindeki ilerlemeler doğrultusunda insidental pankreas kitlelerine rastlanma oranları gittikçe artmıştır (1,2). Pankreatik psödokistler, pankreasın kistik lezyonlarının dörtte üçünü oluşturmaktadır. Geriye kalan %25’lik kısmını ise neoplastik kistik kitler oluşturmaktadır. En bilinenlerini sıra ile saymak gerekirse seröz kistik neoplasmlar, müsinöz kistik neoplasmlar ile intraduktal papiller müsinöz neoplasmlardır (IPMN) (3). İlk kez Morohoshi tarafından irdelenmesine rağmen detaylı tanımlanması Ohhashi tarafından yapılmıştır (4). IPMN’ler bol miktarda müsin sekrete eden kanserlerdir. Düşük dereceli displaziler grubunda olmakla birlikte %16,4 oranında atipik displaziye ve vakaların %3,4’ünde de malign dejenerasyona rastlanmaktadır (5). Bu makalede tıkanma sarılığı ile başvuran pankreas kanseri düşünülerek opere edilen ve histopatolojik incelemeleri doğrultusunda IPMN tanısı konan iki olgunun literatür verileri eşliğinde incelenmesi ve hepatobiliyer cerrahi ile ilgilenen genel cerrahlara ek bilgilerinin verilmesi amaçlanmıştır. OLGU SUNUMU Olgu 1: 39 yaşında kadın hasta, karın ağrısı ve sarılık şikâyeti nedeniyle acil servise başvurdu. Fizik muayenede derin palpasyon ile sağ üst kadranda hassasiyet dışında patolojiye rastlanmadı. Laboratuar incelemelerinde 14000/ml lökositoz (N: 4,50-11,00 K/mm3 ), total bilirubin 5 mg/dl (N: 0,1-1 mg/dL), direkt bilirubin 3 mg/dl (N: 0,1-0,3 mg/dL), amilaz 1000 U/L (N: 60180 U/L) ve CA 19–9: 66,66 U/ml (N:< 37 U/ml) olarak saptandı. Yardımcı görüntüleme araçlarından karın ultrasonografisinde safra yollarında genişleme, ödemli pankreas ve pankreas çevresinde yaygın sıvı saptandı. Karın tomografisinde ise akut pankreatit ile uyumlu bulguların yanı sıra pankreas baş lokalizasyonda yaklaşık 4 cm çapında tümoral kitle saptandı (Resim 1). Biliyer tıkanıklığı gidermek amacıyla endoskopik retrograd kolanjiopankreatikografi (ERCP) uygulandı. ERCP’de distal koledokta maligniteyi düşündürecek tıkanıklık ve yoğun müsin sekresyonu görüldü (Resim 2). Biliyer stent ile sarılık tablosu gerileyen hasta pankreas kanseri ön tanısıyla operasyona alındı. Karın içi eksplorasyonda pankreas başında yaklaşık 5 cm çapında sert tümöral kitle ve çölyak aksta ilerlemiş lenf nodları saptandı. Pilor koruyucu pankreatikoduodenektomi operasyonu uygulandı. Postoperatif majör cerrahi sorunu olmayan hasta şifa ile taburcu edildi. Cerrahi spesmenin incelenmesi sonucunda tümör çapı 4 cm idi. Tümörün ana kanalı ve yan dallarını tuttuğu gözlendi. İmmunohistokimyasal olarak EMA (epitelyal membran antijen), m-CEA (mitokondrial-karsinoembriyonik antijen), Fascin (+) olarak saptanmıştır. Cerrahi sınırlarda tümoral lezyona rastlanmamakla birlikte disseke edilen 30 lenf nodunun ikisinde metastaza rastlandı. Cerrahi piyesin histopatolojik incelemesi sonucunda malign İPMN tanısı konularak adjuvan kemoterapi uygulanan hasta takibin 36 ayındadır ve herhangi bir nüks veya metastaz saptanmamıştır. Resim 1. Akut pankreatit tablosu geriledikten sonra kontrol karın tomografisinde pankreas başında kistik tümöral kitle (ok) görülmektedir. (A) Kistik kitle safra yollarında obstrüksiyonuna (ok) neden olmuştur. (B) 60 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):59-63 Bozok Med J 2014;4(2):59-63 ÖZSOY ve ark. Pankreasın Intraduktal Papiller Musinöz Neoplazileri hiç birinde tümoral lezyona rastlanmadı. Maligniteye rastlanmayan olgu borderline İPMN olarak kabul edildi. Adjuvan tedaviye gerek duyulmayan olgu takibin 18. ayındadır ve herhangi bir nüks veya metastaz saptanmamıştır. Resim 2. ERCP’de pankreastaki kitlenin safra yollarına basısına bağlı koledok dilatasyonu görülmektedir. Olgu 2: 66 yaşında erkek hasta, sarılık ve yakın zamanda ciddi kilo kaybı nedeniyle tetkik edildi. Fizik muayenesinde özelliğe rastlanmayan olgunun biyokimyasal verilerinin incelenmesinde total bilirubin: 5 mg/dl (N: 0,1-1 mg/dL), aspartat aminotransferaz enzimi: 350 U/L (N: 10-50 U/L) ve alanin aminotransferaz: 300 U/L (N:10-60 U/L), CA 19-9: 45 U/ml (N: < 37 U/ml) saptandı. Karın ultrasonografisinde safra kesesi hidropik ve lümeninde safra çamuru gözlendi. Karın magnetik rezonans görüntülemesinde (MRG) pankreas unsinat bileşkede yaklaşık 25 mm çapında tümoral kitle ile safra ve ana pankreatik kanalında dilatasyon saptandı. (Resim 3) Doppler ultrasonografisinde vaskuler invazyona rastlanmadı. Uzak organ metastazının varlığının tespiti için elde edilen pozitron emisyon tomografisinde (PET) pankreas başı lokalizasyonundaki hipermetabolik kitlenin dışında ek odağa rastlanmadı. (Resim 4) Safra drenajı için yapılan ERCP’ de pankreas kanalı içerisinden müsinoz akıntının varlığı saptandı. Pankreas kanseri ön tanısıyla ameliyata alınan hastada pankreas başında kitleye, koledok dilatasyonuna ve ikterik görünümlü karaciğer saptandı. Pankreatikoduodenektomi operasyonu uygulanan hasta majör cerrahi sorunla karşılaşmadan taburcu edildi. Cerrahi spesmenin histopatolojik incelemesinde tümör çapı 25 mm ve epitelde yüksek dereceli displazi saptandı. İmmunohistokimyasal olarak EMA, m-CEA, Fascin (+), sitokeratin 20 fokal (+) gözlendi. Tüm cerrahi sınırlar negatif olmakla birlikte disseke edilen 22 lenf nodunun Resim 3. MRG’da pankreas başı lokalizasyonunda kistik kitle ve pankreas kanal dilatasyonu (ok) görülmektedir. Resim 4. PET’de pankreas başında aktivite tutulumu (ok) gözlenmektedir. 61 ÖZSOY ve ark. Pankreasın Intraduktal Papiller Musinöz Neoplazileri Bozok Tıp Derg 2014,4(2):59-63 Bozok Med J 2014;4(2):59-63 TARTIŞMA Pankreas lokalizasyonlu kistik kitlelerin tarihçesi modern cerrahinin kurucularından Becourt’a kadar uzanmasına rağmen kistlerin patolojik klasifikasyonu ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru yapılabilmiştir. Compagno ve Oertel pankreas kistlerinin patolojik klasifikasyonunun temelini atan araştırmacılardandır. Günümüzde pankreas kistleri iki ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlar sırası ile neoplastik ve neoplastik olmayan pankreas kistik kitleleridir. Nonneoplastik pankreas kistik kitlelerinin başını pankreatik psödokistler çekmektedir. Buna karşın en bilinen neoplastik pankreas kistik kitleleri ise seröz kistik neoplaziler, müsinöz kistik neoplaziler ve intraduktal papiller kistik neoplazilerdir. Neoplastik kistik kitlelerin içerisinde IPMN yeni tanımlanan klinik antitedir (6,7). İPMN’ler pankreas kanalının ana ve yan dallarından kaynaklanan papiller uzanım gösteren, bol miktarda müsin salgılayan neoplasmlardır. Pankreasın tüm kistik neoplasmların dörtte birini oluşturmaktadırlar. Erkeklerde daha sık görülmekle birlikte ortalama görülme yaşı 65 dır. Vakaların %75’inde pankreasın basında yerleşim göstermektedir. Geriye kalan %25’lik kısımda ise kuyruk ve gövdede yerleşim göstermektedir. Ancak nadir de olsa tüm pankreasın tutulduğu olgular da bulunmaktadır. Spesifik bir klinik bulguya sahip değildir. Hastalar genellikle akut, rekürren veya kronik pankreatit bulguları ile başvururlar ve pankreatit nedeniyle tetkik edilirken rastlantısal olarak saptanırlar (9,10). Yardımcı tanı araçlarından görüntüleme yöntemleri tanının akla gelmesini sağlamakla birlikte asıl tanı ameliyat materyalinin histopatolojik incelemesi ile konmaktadır. Karın ultrasonografisinde genellikle safra yolları tıkanıklığa sekonder intrahepatik safra yollarında dilatasyonu dışında ek bulgu vermez. Karın tomografisinde ise pankreas baş lokalizasyonda ana safra yollarında basıya neden olmuş, iyi sınırlı kistik kitleler şeklinde bulgular saptanmaktadır. ERCP esnasında pankreas kanalından müsin deşarjı veya manyetik rezonans kolanjiopankreatikografide müsin birikimi veya nodüler alanlar nedeniyle dolma defektleri ve yer yer dilatasyon alanları gözlenmektedir (11). IPMN ile ayırıcı tanıya gidilmesi gereken baslıca hasta 62 lıklar pankreatik psödokist, müsinöz kistik neoplaziler ve pankreas kanseridir. Kist içeriğinde amilazın negatif, müsinin pozitif olması ile psödokistten ayrılır. Pankreas baş lokalizasyonu, kistin küçük olması ve pankreatik kanalda genişleme ile de müsinöz kistik neoplasmlardan ayrılır. Klinik seyri, intraduktal yerleşim göstermesi, radyolojik tanı kriterleri ve iyi prognoza sahip olmaları nedeniyle klasik pankreas adenokarsinomlarından ayrılmaktadır (8). Pankreas adenokarsinomları karın tomografisinde solid kitleler oluşturur iken İPMN kistik kitleler oluşturur. İPMN’de tanı sıklıkla karın tomografisinde düzgün sınırlı kistik kitleler ile ERCP’de duktal anormalliklerin görülmesi ve intraduktal biyopsi veya sitolojik örnek alımı ile konmaktadır (12). Makroskopik olarak IPMN’ler ana kanal veya dallarında kistik dilatasyonlar şeklinde görülürler. Bazı olgularda solid pankreas kitleleri şeklinde bulgularda verebilirler. Müsin yoğunluğuna bağlı parlak, jelâtinsi görünüme kadar gidebilmektedirler. IPMN’lerde en çok korkulan unsur %5 oranında görülen malign dejenerasyondur (7, 8, 13). IPMN’ler benign, borderline ve malign olabilirler. Müsinöz kistik neoplasmlarda malignite potansiyeli %8-36 iken; İPMN’lerde %36-53 arasında değişmektedir. Malignite gelişiminden başlıca sorumlu tutulan unsur ise tümör supressor gen olan K-ras geninde mutasyondur. Kistin 3 cm’in üstünde olması, intramural lezyon varlığı, pankreatik kanal dilatasyonu malignite lehine bulgulardır (14). Cerrahi tedavi seçenekleri çok değişkendir. Lokal eksizyondan multiorgan rezeksiyonunda dâhil olduğu pankreatikoduodenektomilere kadar gidebilmektedirler. İPMN’ler duktal sistem içerisinde yayıldığı için cerrahi sınırın intakt olması önemlidir (15). Olgularımız incelendiğinde ilk olgu klasik presentasyona uygun şekilde akut pankreatit tablosu ile başvurmuş iken ikinci olgu farklı olarak tıkanma ikteri tablosu ile başvurmuştur. İlginç olan diğer bir nokta ise ilk olgunun görülme yaşıdır. Klasik presentasyondan farklı olarak oldukça erken yaşta tanı konulmuştur. İkinci olgu ise literatür verilerine uymaktadır. Her iki olguda kesin tanı histopatolojik bulgular ışığında konulmuştur. Görüntüleme yöntemlerinden ve ERCP’den elde edilen bulgular sadece ön tanıda yardımcı olmuştur. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):59-63 Bozok Med J 2014;4(2):59-63 Ameliyat gözleminde beklenenin aksine her iki olguda solid pankreas kanserini taklit eden sert yer kaplayan kitle saptanmıştır. Bu nedenle her iki olguda da cerrahi tedavi seçeneği olarak lokal eksizyondan ziyade pankreatikoduodenektomi tercih edilmiştir. Erken yaşta ve daha büyük tümör boyutu ile saptanan ilk olgunun ameliyat materyalinin histopatolojik incelemesinde malign dejenerasyon ve lenf nodu metastazı saptanmışken diğer olgu benign olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle pankreas başında kistik kitle imajı ile başvuran genç yaş grubundaki hastalarda her daim malignite olasılığının akılda tutulması gerektiğini düşünmekteyiz. SONUÇ Pankreasın kistik neoplazileri içerisinde İPMN ayrı öneme sahiptir. Özellikle orta yaşlarda ve erkeklerde sık görülmektedir. Ayırıcı tanıda pankreatik psödokist, müsinöz kistik neoplaziler ve pankreas kanseri göz önüne alınmalıdır. Tanı da karın tomografisi ve ERCP bulguları rol oynasa da kesin tanı histopatolojik bulgulara dayanılarak konulmaktadır. İPMN düşünülen olgular premalign kabul edilip vakit kaybetmeden cerrahi rezeksiyon uygulanmalıdır. İPMN’lerde nadiren nüks ve metastaz bildirilse de rezeksiyon sonrası prognozları oldukça iyidir. KAYNAKLAR 1. Longnecker DS. Intraductal papillary-mucinous tumors of the pancreas. Arch Pathol Lab Med. 1995;119(3):197–8. 2. Warshaw Al, Compton CC, Lewandrowski K, Cardenosa G, Mueller PR. Cystic tumors of the pancreas. New clinical, radiologic, and pathologic observations in 67 patients. Ann Surg. 1990;212(4):432– 43. 3. Kloppel G, Kosmahl M. Cystic lesions and neoplasms of the pancreas. The features are becoming clearer. Pancreatology. 2002;1(6):648-55. 4. Morohoshi T, Kanda M, Asanuma K, Klöppel G. Intraductal papiliary neoplasm of the pancreas: a clinicopathologic study of six patients. Cancer. 1989;64(6):1329-35. 5. Fernandez-Del Castillo C, Targarona J, Thayer SP, Rattner DW, Brugge WR, Warshaw AL. Incidental pancreatic cysts: clinicopathologic characteristics and comparison with symptomatic patients. Arch Surg. 2003;138(4):427–33. ÖZSOY ve ark. Pankreasın Intraduktal Papiller Musinöz Neoplazileri 6. Solmaz A, Cingi A, Yeğen C. Pankreasın müsinöz kistik neoplazisinde multiorgan rezeksiyonu: olgu sunumu. Marmara Medical Journal. 2008;21(3);265-8. 7. Sohn TA, Yeo CJ, Cameron Jl, Hruban RH, Fukushima N, Campbell KA, et al. Intraductal papillary mucinous neoplasms of the pancreas: an updated experience. Ann Surg. 2004;239 (6): 788–97. 8. Azar C, Van De Stadt J, Rickaert F, Deviere M, Baize M, Klöppel G, et al. İntraductal papillary mucinous tumours of the pancreas. Clinical and therapeutic issues in 32 patients. Gut. 1996:39(3):457-64. 9. Tada M, Omata M, Ohto M. Ras gene mutations in intraductal papillary neoplasms of the pancreas. Analysis of five cases. Cancer. 1991;67(3):634–7. 10. Moskaluk CA, Hruban Rh, Kern SE. P16 and k-ras gene mutations in the intraductal precursors of human pancreatic adenocarcinoma. Cancer Res. 1997;57(11):2140–3. 11. Scott J, Martin I, Redhead D, Hammond P, Garden O.J, Mucinous cystic neoplasms of the pancreas:ımaging and diagnostic difficulties. Clin Radiol. 2000;55(3):187-92. 12. Khalid, A, Brugge, W. ACG practice guidelines for the diagnosis and management of neoplastic pancreatic cysts. Am J Gastroenterol. 2007; 102(10):23-39. 13. Kosmahl M, Pauser U, Peters K, Sipos B, Lüttges J, Kremer B, et al. Cystic neoplasms of the pancreas and tumorlike lesions with cystic features: review of 418 cases and a classification proposal. Virchows Arch. 2004;445(2): 168-78. 14. Wiesenauer CA, Schmidt CM, Cummings OW, Yiannoutsos CT, Howard TJ, Wiebke EA, et al. Preoperative predictors of malignancy in pancreatic intraductal papillary mucinous neoplasms. Arch Surg. 2003;138(6): 610–7. 15. Goh BK. Pancreatic cysts: a proposed management algorithm based on current evidence. Am J Surg. 2007; 193 (6): 749-55. 63 NADİR GÖRÜLEN BİR OLGU: STRANGULE İNDİREK İNGUİNAL HERNİ VE ERİŞKİN İNMEMİŞ TESTİS BİRLİKTELİĞİ Combination of Indirect Strangulated Inguinal Hernia and Adult Undescended Testis Hasan Börekci1, Sebahattin Albayrak2, Uğur Ercan1, Muhammed Gömeç1, Mesut Sipahi1, Elif Börekçi3, Faruk Önder Aytekin1 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2 Üroloji Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3 İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Yozgat Kasık fıtıkları tüm fıtıkların % 80 gibi büyük çoğunluğunu oluşturur. ( % 50’si indirekt inguinal, %25’i direkt inguinal ve % 5’i femoral ). Kasık fıtıklarının en önemli komplikasyonları inkarserasyon (fıtık sıkışması) ve strangülasyon (fıtık boğulması) olarak sayılabilir. Kasık fıtığı ve inmemiş testis birlikteliği sık karşılaşılan bir durum olup genelde çocuk yaşta karşılaşılarak birlikte onarım yapılır. Erişkin strangüle herni ve inmemiş testis birlikteliği ise sık görülmez. Bu yazıda erişkin strangüle ingüinal herni ile aynı taraf inmemiş testis birlikteliği bir olgu ile sunulmaktadır. Karşı testis sağlamsa post pubertel dönemde kötü fertilite potansiyeli ve kanser riskinde artış nedeniyle 50 yaşına kadar orşiektomi iyi bir seçenek olarak değerlendirilebilir diğer taraftan 50 yaşından sonra veya operatif risk taşıyan hastalarda düşük kanser riski nedeniyle takip iyi bir seçenektir. Eğer başka bir sebeple 50 yaşından sonra müdahale edilecekse testise de gerekli müdahale yapılması hastanın da onayı ile düşünülebilir. Anahtar kelimeler: Herni; İngüinal; Fertilite. Hasan Börekci, Yrd. Doç. Dr. Sebahattin Albayrak, Yrd. Doç. Uğur Ercan, Dr. Muhammed Gömeç, Dr. Mesut Sipahi, Yrd. Doç. Dr. Elif Börekçi, Yrd. Doç. Dr. Faruk Önder Aytekin, Prof. Dr. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Hasan Börekci Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Uygulama Hastanesi, Üroloji Ana Bilim Dalı, Adnan menderes bulvarı No:42 66000 Yozgat Tel: 0354 212 70 60 ABSTRACT Inguinal hernias constitute of the majority such as 80% of all hernias (50% of indirect inguinal, 25% of direct inguinal and femoral 5%). The most important complications of inguinal hernia may be considered as incarceration (hernia jam) and strangulation (hernia strangulation). Inguinal hernia and undescended testis is frequently encountered in association and usually repaired in childhood. Strangulated hernia and undescended testis is not common in adults. In this paper we report a strangulated hernia associated with undescended testis . If contralateral testis is intact, orchiectomy should be considered as a good option until the age of 50 because of an increased risk of testicular cancer and poor fertility potential with post-pubertel period. On the other hand, after 50 years old or patients with high operative risk, follow-up is a good option duo to the low risk of cancer. If operation needed for another reason over 50 years old, interfere to the testis should be considered with the consent of the patient Keywords: Hernia; Inguinal; Fertility. e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:11.02.2014 Kabul tarihi/Accepted:09.05.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):63-5 Bozok Med J 2014;4(2):63-5 64 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):64-6 Bozok Med J 2014;4(2):64-6 BÖREKCİ ve ark. Strangule Indirek Inguinal Herni ve Erişkin Inmemiş Testis GİRİŞ Kasık fıtığı sıklığı yaklaşık olarak % 3-8 dir (1). Fıtıkların % 75-85’i erkeklerde görülmektedir. Kasık fıtıkları tüm fıtıkların % 80 gibi büyük çoğunluğunu oluşturur (% 50’si indirekt inguinal, %25’i direkt inguinal, % 5’i femoral). Fıtıkların oluşmasında, transvers kas aponevrozu ve transvers fasyadaki defektin önemli rol oynadığı saptanmıştır. Hastalar genellikle kasık bölgelerinde şişlik (öksürme, hapşırma ve ıkınmalarla artan) ve ağrı şikâyetleriyle başvururlar. Tamirde amaç, fasya transversalisin gerginliğine yol açmayacak şekilde fıtığın düzeltilmesidir. Kasık fıtığının tek tedavisi cerrahidir. Fıtıklaşan doku çeşitli yöntemlerle tamir edilerek desteklenmektedir (1, 2). Kasık fıtıklarının en önemli komplikasyonları inkarserasyon (fıtık sıkışması) ve strangülasyon (fıtık boğulması) olarak sayılabilir. Fıtıkların komplike olma oranı tam olarak bilinememekle birlikte klasik bir bilgi olarak %5 olarak tahmin edilmektedir (3). Kriptorşidizm terimi skrotumda olmayan testis ya da testisler için kullanılır. Kriptorşid testisler ya yoktur ya da inmemiştir. Dayanç ve ark. yaptıkları bir çalışmada skrotal orşiyopeksi esnasında inmemiş testisli 204 çocuğun 72’sinde (%35.3) inguinal herni belirlemiş ve eş zamanlı onarmışlardır(4). şinde ve soygeçmişinde özellik yoktu. Hastanın yapılan fizik muayenesinde genel durumu orta şuur açıktı. Nabız:104/dk ve TA:140/90 olarak ölçüldü. Ateşi yoktu. Karın muayenesinde sağ inguinal bölgede strangüle inguinal herni saptandı. Karın hafif distandü görünümdeydi. Herni üzerinde renk değişikliği izlenmedi. Karında defans ve rebaund tespit edilmedi. Herni muayenesinde herninin redükte olmadığı ve ağrılı olduğu tespit edildi. Rutin kan testlerinde WBC:13.000 olması dışında anormallik yoktu. Radyolojik tetkiklerde ayakta direkt karın grafisinde özellik yoktu. Batın USG de batın içi serbest sıvı olmadığı, inguinal bölgede herniye ince barsak anslarının olduğu, barsak anslarının duvar kalınlığının doğal ve peristaltik hareketlerin mevcut olduğu rapor edildi. Hastada redüksiyon denendi ancak başarılı olunamadığı için cerrahi tedaviye karar verildi. Hasta inmemiş testise müdahale istemedi. Daha sonra klasik inguinal herni insizyonu yapıldı ve strangüle indirekt inguinal herniye ulaşıldı. Herniye olmuş barsak anslarının yanında hastanın testisine rastlandı (Resim). Hastaya herni onarımı yapıldı ve testisi olduğu yerde bırakıldı. Hastada peroperatif ve postoperatif dönemde herhangi bir komplikasyon oluşmadı ve postoperatif 2. gün taburcu edildi. Hasta postoperatif 7.gün kontrole çağrıldı, herhangi bir komplikasyon tespit edilmedi ve sütürleri alındı. Erişkin strangüle herni ve inmemiş testis birlikteliği sık görülmez. Bu yazıda erişkin strangüle ingüinal herni ile aynı taraf inmemiş testis birlikteliği saptana bir olgu sunulmuştur. OLGU 57 yaşında erkek hasta sağ kasığında şişlik, ağrı, bulantı ve kusma şikayetleri nedeni ile acil servise başvurdu. Hasta bu şişliğin yaklaşık 12 yıldır olduğunu, şişliğin ıkınmak ve öksürmek ile arttığını doğuştan sağ testisinin olmadığını bildiğini ama önemsemediğini belirtti. Bu şişliği kendisinin eliyle içeri itebildiğini ancak son 10 saattir bu şişliği içeri itemediğini, ağrısının artması ve bulantı-kusma şikâyetlerinin de başlaması nedeniyle acil servise başvurduğunu söyledi. Hastanın özgeçmi- Resim. Strangüle ingüinal herni ile birlikte tespit edilen inmemiş testis 65 BÖREKCİ ve ark. Strangule Indirek Inguinal Herni ve Erişkin Inmemiş Testis TARTIŞMA Kasık fıtıkları tüm fıtıkların % 80 gibi büyük çoğunluğunu oluşturur. Fıtıkların % 75-85’i erkeklerde görülmektedir (1,2). Kasık fıtığı ve inmemiş testis birlikteliği sık karşılaşılan bir durum olup genelde çocuk yaşta karşılaşılarak birlikte onarım yapılır. Erişkin strangüle herni ve inmemiş testis birlikteliği sık görülmez. Gallegos ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada kasık fıtıklarının inkarserasyon riski ilk 3 ay içerisinde % 2.8 iken 2. yılın sonunda bu oran % 4.5 olarak tahmin edilmiştir (5). Karşı testis sağlamsa post pubertel dönemde kötü fertilite potansiyeli ve kanser riskinde artış nedeniyle 50 yaşına kadar orşiektomi iyi bir seçenek olarak değerlendirilebilir ancak 50 yaşından sonra veya operatif risk taşıyan hastalarda düşük kanser riski nedeniyle takip iyi bir seçenektir (6). Yukarıda sunumu yapılan 57 yaşındaki hastada preop inmemiş testis öyküsü bilinmesine ve hastaya gerekli müdahale anlatılmasına rağmen hasta testise herhangi bir müdahale istememiş ve testise müdahale edilmemiştir. 50 yaş üstü inmemiş testisler için takip iyi bir seçenek olmasına rağmen eğer başka bir sebeple müdahale edilecekse testise de gerekli müdahale yapılması hastanın da onayı ile düşünülebilir. KAYNAKLAR 1. Kingsnort AN, Gray MR, Nott DM. Prospective ve randomized trial comparing the shouldice rechnique and aplication darn of inguinal hernia. Br J Surg. 1992; 79(10):1068-70. 2. Sayek İ. Temel Cerrahi II, Güneş Kitabevi, Ankara. 1996; Bölüm 13, sf 1442. 3. Andrews NJ. Presentation and outcome of strangulated external hernia in a district general hospital. Br J Surg. 1981; 68(5):329-32. 4. Dayanç M, Kibar Y, Irkılata HC, Korğalı E, Örs AÖ. [Scrotal Orchıopexy Results Of Inguınal Hernıa Repaır Assocıated Wıth Cryptorchıdısm]. Türk Üroloji Dergisi. 2007; 33(2):181-4. 5. Gallegos NC, Dawson J, Jarvis M, Hobsley M. Risk of strangulation in groin hernias. Br J Surg. 1991;78(10):1171. 6. Wood HM, Elder JS. Cryptorchidism and testicular cancer: separating fact from fiction. J Urol. 2009; 181(2): 452-61. 66 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):64-6 Bozok Med J 2014;4(2):64-6 DİFERANSİYE TİROİD KARSİNOMALI HASTALARIN TAKİBİNDE ANTİ-TG ANTİKOR DÜZEYLERİNİN ÖNEMİ: OLGU SUNUMU The Importance of anti-Tg Antibody Levels on the Followup of Patients with Differentiated Thyroid Carcinoma: Case Report Ebuzer Kalender, Umut Elboga, H.Deniz Demir, Mustafa Basıbuyuk, Y. Zeki Çelen, Mustafa Yılmaz ÖZET Gaziantep Üniversitesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Gaziantep Ebuzer Kalender, Yrd. Doç. Dr. Umut Elboga, Uzm. Dr. H.Deniz Demir, Uzm. Dr. Mustafa Başıbüyük, Dr. Y. Zeki Çelen, Prof. Dr. Mustafa Yılmaz, Prof. Dr. Diferansiye tiroid karsinomlu (DTK) hastalarda antitiroglobulin (anti-Tg) antikor varlığında tiroglobulin (Tg) ölçümlerinin güvenilirliği azalmaktadır. Anti-Tg varlığında Tg değerleri genellikle hatalı olarak düşük ölçülebilmektedir. Birçok çalışmada anti-Tg seviyelerindeki sebat ya da artışın kalıcı ve tekrarlayıcı hastalık için önemli bir risk faktörü olduğu rapor edilmiştir. Bazı çalışmalarda ise normal sınırlarda Tg seviyelerine sahip DTK’lı hastalarda pozitif anti-Tg seviyelerinin tümör belirteci olarak kullanılabileceği rapor edilmiştir. Otuz iki yaşındaki papiller tiroid karsinomlu kadın hasta totale yakın tiroidektomi sonrası remmant ablasyonu için nükleer tıp kliniğine yönlendirildi. Operasyondan sonra hastaya remnant ablasyonu için 100 mCi 131I ile verildi. Ablasyon tedavisinden yaklaşık 6 ay sonra tedavi cevaplarının değerlendirilmesi amacıyla radyoiyot tarama planlandı. Taramadan hemen önce hastanın uyarılmış Tg ve anti-Tg değerlerine bakıldı. Hastanın Tg değeri ölçülemeyecek kadar düşük, anti-Tg değeri 238 U/ml idi. Tanısal taramada tiroid yatağında postop/ post-ablatif bakiye tiroid dokuları ile uyumlu görünümler izlendi. Sonuç olarak DTK’lı hastalarda normal sınırlarda Tg varlığında pozitif anti-Tg değerlerinin tümör belirteci olarak kullanılabileceğini, ayrıca pozitif anti-Tg seviyesi ile negatif radyoiyot taramanın FDG PET-BT görüntüleme için endikasyon olabileceğini düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: Kanser; Tiroid; Anti-tiroglobulin ABSTRACT İletişim: Dr. Umut Elboga, Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Şahinbey Hastanesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı Gaziantep Tel: + 0342.360 60 60 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:08.09.2013 Kabul tarihiAccepted:12.10.2013 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):67-70 Bozok Med J 2014;4(2):67-70 The reliability of thyroglobulin (Tg) measurements in patients with diffrentiated thyroid carcinoma (DTC) is decreased by the presence of anti-Tg antibodies (TgAb). In the presence of Tg Ab, levels of Tg can be usually mistakenly low. Most studies have reported that the persistence or a rising trend in Tg Ab concentrations is a significant risk factor for persistent and recurrent disease. Some studies reported that positive Tg Ab levels can be used as a tumor marker in DTC patients with undetectable Tg levels. Thirty-two year-old female patient with papillary thyroid carcinoma referred to nuclear medicine clinic for remmant ablation after near-total thyroidectomy. After surgery 100 mCi 131I was given to patient for remmant ablation. To control the ablation treatment efficacy, diagnostic whole body scan (DWBS) was planned approximately 6 months later. Just before DWBS, Tg and Tg Ab levels were measured, simultaneously with TSH. On DWBS, postop/ postablative thyroid remmants were seen on the thyroid bed. In conclusion we think that positive Tg Ab level can be used as a surrogate tumor marker in the presence of undetectable Tg level in patients with DTC. Also we think that positive Tg Ab and negative radioiodine scan may be an indication for FDG PET-CT scan. Keywords: Cancer; Thyroid; Anti-thyroglobulin 67 KALENDER ve ark. Diferansiye Tiroid Karsinomu Bozok Tıp Derg 2014,4(2):67-70 Bozok Med J 2014;4(2):67-70 INTRODUCTION Thyroglobulin (Tg) is the main serum tumor marker of differentiated thyroid carcinoma (DTC), which is more sensitive than imaging methods especially when measured in high thyroid stimulating hormone (TSH) levels (1-3). But sensitivity of this marker is limited in some situations. The presence of anti-Tg antibodies (TgAb) is one of the most important reason of this limitation. The reliability of Tg measurements in patients with DTC is decreased by the presence of TgAbs in serum. TgAb leads wrong interpretation of Tg level (4, 5). In the presence of TgAb, levels of Tg can be usually mistakenly low. For this reason all specimens sent for Tg testing should also include a TgAb measurement. Some studies reported that positive TgAb levels can be used as a tumor marker in DTC patients who have undetectable Tg levels (6-12).The aim of this study is to show the importance of TgAb on the follow-up of patients with DTC. and normal range of test for TgAb is 0-4 U/ml. After TSH stimulation, 5 mCi I-131 was given orally to patient and 2 days later, DWBS was performed. On DWBS, postop/ postablative thyroid remmants were seen on the thyroid bed. CASE REPORT Thirty-two year-old female patient whose pathological examination has been reported as classical variant of papillary thyroid cancer after near-total thyroidectomy, referred to nuclear medicine clinic for postsurgical remmant ablation with radioiodine. Approximately 6 weeks after surgery 100 mCi I-131 was given orally in capsule form to patient for remmant ablation. A posttreatment whole body scan (PWBS) was performed 5-10 days after ablative 131I treatment (AIT) to patient. On PWBS thyroid remnants were present in the neck and there was no foci of pathologic radioiodine uptake outside the thyroid bed. After AIT levothyroxine suppression therapy was given to patient and controls were made in periodic intervals. To control the AIT efficacy, diagnostic whole body scan (DWBS) was planned approximately 6 months later while the patients were off hormonal therapy. Three weeks before undergoing DWBS, patients stopped taking triiodothyronine, and followed a low-iodine diet during that period. Just before DWBS, Tg and TgAb levels were measured, simultaneously with TSH. While patient had undetectable Tg level, TgAb level was 238 U/ml. Tg and TgAb levels were measured using immunoradiometric analyzer that uses paramagnetic microparticles and chemiluminescent detection technology. Lower detection limit of test for Tg is 0.2 ng/ml 68 Figure 1. A posttreatment whole body scan (PWBS) (A) and diagnostic whole body scan (DWBS) (B) of patient. On DWBS of the the patient who had undetectable Tg and positive TgAb levels, residual thyroid tissue was observed in both thyroid lobe which is more pronounced in the right. DISCUSSION TgAb interference is the most important problem affecting serum Tg measurement (13). TgAb is detected in approximately 20% of patients with DTC, compared with the 10% incidence reported for the general population (12, 14) and is usually of IgG1, IgG3 or IgG4 subtypes (15). Anti-Tg antibody concentrations of DTC patients typically fall to undetectable levels in a median of 3 years after removing the antigenic stimulus of Tg by succesfull treatment (16, 17). The detection of circulating TgAb is very important because even very low TgAb concentrations can affect the Tg measurements (5, 8, 14). Bozok Tıp Derg 2014,4(2):67-70 Bozok Med J 2014;4(2):67-70 TgAb secretion can be so sensitive to changes in the mass of Tg-producing tissue, so that TgAb measurements can be monitored as a surrogate tumor marker for DTC patients (6-12). Most studies have reported that the persistence or a rising trend in TgAb concentrations of DTC patients after treatment is a significant risk factor for persistent and recurrent disease (5, 7, 8, 10). Chung et al. concluded that persistently elevated TgAb levels can be a useful marker for recurrent or persistent DTC in patients with undetectable serum Tg results (7). They found that 25 (49 %) of 51 patients who had undetectable Tg level with positive TgAb, were confirmed with recurrence and the recurrence rate of TgAb-positive patients was higher than TgAb-negative patients. Kim et al. think that a change in Tg Ab concentration during the early postoperative period may be a prognostic indicator of recurrence in patients with undetectable Tg and positive TgAb levels (10). In their study, patients who became TgAb-negative or showed more than a 50% decrease in Tg Ab over the 6 to 12 months after radioiodine treatment had a recurrence less than 1% during follow-up. Whereas, 19% of patients whose TgAb decreased less than 50% and also the 37% whose Tg Ab concentrations increased, were diagnosed with recurrences. Rubello et al. showed that 5 of 19 patients whose TgAb levels were elevated on the follow-up, showed disease progression(11). In our study, positive DWBS was seen in a patient who had positive TgAb and undetectable Tg levels. In conclusion we think that positive TgAb level can be used as a surrogate tumor marker in the presence of undetectable Tg level in patients with DTC. On the follow-up of DTC patients, TgAb should be measured with Tg. Also we think that positive TgAb and negative radioiodine scan may be an indication for FDG PET-BT scan. REFERENCES 1.Ozata M, Suzuki S, Miyamoto T, Liu RT, Fierro-Renoy F, DeGroot LJ. Serum thyroglobulin in the follow-up of patients with treated differentiated thyroid cancer. J Clin Endocrinol Metab. 1994;79(1):98-105. KALENDER ve ark. Diferansiye Tiroid Karsinomu 2. Schlumberger M, Baudin E. Serum thyroglobulin determination in the follow-up of patients with differentiated thyroid carcinoma. Eur J Endocrinol. 1998; 138(3): 249-52. 3. Mazzaferri EL, Robbins RJ, Spencer CA, , Braverman LE, Pacini F, Wartofsky Let al. A consensus report of the role of serum thyroglobulin as a monitoring method for lowrisk patients with papillary thyroid carcinoma. J Clin Endocrinol Metab. 2003;88(4):1433-41. 4. Mariotti S, Barbesino G, Caturegli P. Assay of thyroglobulin in serum with thyroglobulin autoantibodies: an unobtainable goal? J Clin Endocrinol Metab. 1995;80(2):468-72. 5. Spencer CA, Takeuchi M, Kazarosyan M, Wang CC, Guttler RB, Singer PA, et al. Serum thyroglobulin autoantibodies: Prevalence, influence on serum thyroglobulin measurement, and prognostic significance in patients with differentiated thyroid carcinoma. J Clin Endocrinol Metab. 1998;83(4):1121-7. 6. Cooper DS, Doherty GM, Haugen BR, Kloos RT, Lee SL, Mandel SJ, et al. Revised American Thyroid Association management guidelines for patients with thyroid nodules and differentiated thyroid cancer. Thyroid. 2009;19(11):1167–214. 7. Chung JK, Park YJ, Kim TY, So Y, Kim SK, Park DJ, et al. Clinical significance of elevated level of serum antithyroglobulin antibody in patients with differentiated thyroid cancer after thyroid ablation. Clin Endocrinol (Oxf). 2002; 57(2):215–21. 8. Seo JH, Lee SW, Ahn BC, Lee J. Recurrence detection in differentiated thyroid cancer patients with elevated serum level of antithyroglobulin antibody: special emphasis on using (18)F-FDG PET/CT. Clin Endocrinol (Oxf). 2010;72(4):558–63. 9. Ros´ario PW, Maia FF, Fagundes TA, Vasconcelos FP, Cardoso LD, Purisch S. Antithyroglobulin antibodies in patients with differentiated thyroid carcinoma: methods of detection, interference with serum thyroglobulin measurement and clinical significance. Arq Bras Endocrinol Metabol. 2004;48(4):487–92. 10. Kim WG, Yoon JH, Kim WB, Kim TY, Kim EY, Kim JM, et al. Change of serum antithyroglobulin antibody levels is useful for prediction of clinical recurrence in thyroglobulinnegative patients with differentiated thyroid carcinoma. J Clin Endocrinol Metab. 2008;93(12):4683–9. 69 KALENDER ve ark. Diferansiye Tiroid Karsinomu 11. Rubello D, Casara D, Girelli ME, Piccolo M, Busnardo B. Clinical meaning of circulating antithyroglobulin antibodies in differentiated thyroid cancer: a prospective study. J Nucl Med. 1992;33(8):1478-80. 12. Kim ES, Lim DJ, Baek KH, Lee JM, Kim MK, Kwon HS, et al. Thyroglobulin antibody is associated with increased cancer risk in thyroid nodules. Thyroid. 2010;20(8):885–9. 13. Schaadt B, Feldt-Rasmussen U, Rasmusson B, Tørring H, Foder B, Jørgensen K, et al. Assessment of influence of thyroglobulin (Tg) autoantibodies and other interfering factors on the use of serum Tg as tumour marker in differentiated thyroid carcinoma. Thyroid. 1995;5(3):165– 70. 14. Spencer C, Petrovic I, Fatemi S. Current thyroglobulin autoantibody (TgAb) assays often fail to detect interfering TgAb that can result in the reporting of falsely low/ undetectable serum Tg IMA values for patients with differentiated thyroid cancer. J Clin Endocrinol Metab. 2011;96(5):1283–91. 15. Caturegli P, Kuppers RC, Mariotti S, Burek CL, Pinchera A, Ladenson PW, et al. IgG subclass distribution of thyroglobulin antibodies in patients with thyroid disease. Clin Exp Immunol. 1994;98(3):464–9. 16. Grebe SK. Thyroglobulin autoantibodies, thyroid nodules, and new insights into some old questions. Thyroid. 2010;20(7):841–2. 17. Chiovato L, Latrofa F, Braverman LE, Pacini F, Capezzone M, Masserini L, et al. Disappearance of humoral thyroid autoimmunity after complete removal of thyroid antigens. Ann Intern Med. 2003;139(5):346–51. 70 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):67-70 Bozok Med J 2014;4(2):67-70 ADOLESAN BIR KIZDA AKSESUAR MEME: NADİR BİR AKSİLLER KİTLE OLGUSU Accessory Breast in an Adolescent Girl: A Rare Case of Axillary Mass Mustafa Yaşar Özdamar1, Faruk Atabey2, Işın Soyuer3 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Yozgat Özel Modern Dünya Hastanesi 2 Radyoloji Bölümü, Kayseri Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3 Adolesan kızlarda aksesuar meme görülmesi nadir bir durumdur. Aksesuar meme dokusu, fonksiyonel olarak normal meme dokusu ile benzerdir ve benzer değşikliklerle beningn veya malin hastalıklara maruz kalabilir. Çalışmamızda 12 yaşında sağ aksillasında yumuşak kitlesi olan bir kız hastayı sunduk. Ayrıca, böyle bir hasta için tedavi seçimini irdeledik. Muayenede sağ aksillada yaklaşık 5 cm ve ultrasonografide yaklaşık 1 cm’lik şüpheli kitle tespit ettik. Eksizyonel biopside aksesuar meme dokusu ve fibrokistik hastalık saptandı. Sonuç olarak; aksesuar meme dokusunun, adolesan kızlardaki aksiller kitlede, ayırıcı tanı ve uygun tedavi açısından akılda bulundurulması vurgulandı. Patoloji Anabilim Dalı, Kayseri Anahtar kelimeler: Meme bozukluklar; Adolesan, Kızlar. ABSTRACT Mustafa Yaşar Özdamar, Yrd.Doç.Dr. Faruk Atabey, Uzm. Dr. Işın Soyuer, Prof. Dr. Accessory breast is a rare condition seen in adolescent girls. Accessory breast tissue is functionally analogous to normal mammary gland and it can be exposed to the same alterations or diseases which are benign or malignant. We presented here a 12 -years- old girl with a soft mass in her right axilla in our case. Furthermore, we investigated the selection of treatment for such a patient. We detected a nearly 5 cm mass in right axilla on physical examination and a nearly 1 cm suspicious mass on ultrasonographic examination. It was revealed accessory breast tissue and fibrocystic disease in exicisional biopsy. As a result, It was emphasized that accessory breast tissue should be kept in mind for the axillary mass of adolescent girls in terms of a differential diagnosis and treated properly. Keywords: Breast disorders; Adolescent, Girls. İletişim: Mustafa Yaşar Özdamar Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi. Adnan Menderes Bulvarı. No:44 Yozgat Tel: 506 2418001 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:08.02.2014 Kabul tarihi/Accepted:25.04.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):71-4 Bozok Med J 2014;4(2):71-4 71 ÖZDAMAR ve ark. Aksesuar Meme Bozok Tıp Derg 2014,4(2):71-4 Bozok Med J 2014;4(2):71-4 GİRİŞ Aksesuar meme dokusu inguinal bölge ile aksilla arasındaki pirimitif embriyonik süt çizgisi boyunca olan bir bölgede bulunur. Normal embriyonik gelişimden rezidü olarak kalan bu doku, tüm kadın ve erkek populasyonun %2-6’ sında bulunur. Embriyonik meme dokusu, süt çizgisindeki toraksta olan kısmı hariç oblitere olur. Böylece toraksta bir areola ile meme başı oluşur (1-4). Polimasti, genellikle areola ve meme başı olmadan aksesuar meme olarak oluşur (5). Kadın hastalarda aksesuar memenin farkedilmesi genellikle emzirme ve hamilelik dönemlerinde olur. Adolesan kızlarda ise menarş ile birlikte başalayan ve menstrüel sikluslarda belirginleşen aksesuar meme bölgesinde ağrı ,şişlik gibi şikayetlerle ortaya çıkar (6). Literatürde, yüz bölgesi dahil olmak üzere ekstra yerleşimli posterior boyun, göğüs, kalça, vulva, kalça, omuz, posterior-lateral uyluk, perine ve sırt orta hattınta meme dokusu tespit edilmiş ve ektopik yada aksesuar(aberran) meme olarak isimlendirilmiştir. Aksesuar meme embriyopatogenezinde süt çizgisinin yanlış yerleşimi suçlanmıştır. Aksesuar meme tanıda belirsizlik, patolojik endişe, kozmetik engelin kaldırılması gibi sebepler yoksa tedavi gerektirmeyebilir (7). Literatürdeki olgularda hastaların çoğu kozmetik nedenlerden dolayı aksesuar memenin çıkarılmasını istemiştir (8,9). Literatürde aksesuar memenin klinik olarak yanlış teşhisler aldığıda görülmüştür: lipoma, sebase kisti, lenfadenit ve lenfatik malformasyon gibi (10,11). Bizim olgumuzda ultrasonografi ile tam tanınamasa da, aksiller bir kitle endikasyon dahilinde, cerrahi olarak başarılı şekilde tedavi edildi. Çıkarılan kitlenin histopatolojisinde memenin fibrokistik hastalığı ile uyumlu meme dokusu olduğu tespit edildi. Resim1. Sağ aksiller ektopik meme dokusnun pre operatif görünümü OLGU SUNUMU 12 yaşında bir kız hasta, çocuk cerrahisi polikliniğimize sağ aksiller bölgede son günlerde giderek artan şişlik, hareketle koltuk altında ağrı şikayeti ile başvurdu. Bu şişlik, bir yıl önce menarş ile artmaya ve hastanın günlük aktivitelerini de kısıtlamaya başlamış. Menstruasyon dönemlerinde şişlikte artma olmuyormuş. Hastanın fizik muayenesinde sağ aksillada sınırları belli olmayan, yumuşak, palpasyonda ağrısız, yaklaşık 5 cm lik kitle vardı (Resim 1). 72 Resim 2. Post operatif aksillanın görünümü Bozok Tıp Derg 2014,4(2):71-4 Bozok Med J 2014;4(2):71-4 ÖZDAMAR ve ark. Aksesuar Meme tanın estetik görünüm kaygısı ve hareket kısıtlılığını kaldırmak için tanı ve tedavi amaçlı total eksizyonel biopsi yapıldı Eksizyonda, yaklaşık 4 cm’lik kitle etrafındaki bir miktar yağlı dokuda eksize edildi ve eksizyon sonrası cilt anatomik yapıya uygun olarak kapatıldı (Resim 2). Kitlenin speysmen hazırlığında fiksasyon sonrası yağlı doku ve kitle ayırımı barizdi (Resim3). Kitlenin histopatolojik incelemesinde, fibrokistik hastalıkla uyumlu aksesuar meme dokusu sonucu elde edildi: Kesitlerde meme dokusu ile birlikte yoğunluğu artmış,hücreden fakir hiyalinize bağ doku alanlar içerisinde, lümenleri iki sıra epitelle döşeli duktuslar görülmekteydi (Resim 4). Hastanın 1 yıllık periyodik takiplerinde nüks, hareket kısıtlılığı yada estetik bir probleme rastlanmadı. TARTIŞMA Resim 3. Speysmenin fiksasyon sonrası görünümü ve boyutu Hastanın bilateral meme muayenesi normaldi. Ultrasonografide bilateral memeler normalken, sağ aksillada sınırları tam ayırdedilemeyen, kistik olmayan, klinik bilgi ışığında meme dokusu ile uyumlu olabilecek 1 cm lik bir doku tarifi vardı. Hastanın kitle muayenesinde, areola yada meme başına benzeyen bir yapı yoktu. Has- Resim 4. H&E İle, 5x100 büyütmede histopatolojik görünüm. Embriyonik dönemin 5. haftasında simetrik olarak epidermisden kalınlaşıp band şeklinde aksilladan kasık bölgesine doğru meme çizgisi denilen oluşum meydana gelir. 16. gebelik haftasında bu çizginin toraks kısmı mezenşime doğru invajine olur, diğer kısımlar atrofiye olur, epitelial tomurcuklardan dallanmalar meydana gelir. Laktofer kanallar küçük bir epitel çukura açılır ve doğum sonrası meme başına doğru gelişim devam eder. Meme çizgisi bu şekilde atrofiye olmazsa, en sık aksillada olmasına rağmen meme çizgisi boyunca aksilladan kasığa kadar herhangi bir yerde aksesuar meme ve/veya meme başı dokusu oluşur (1, 12). Aksesuar meme dokusunda; normal meme dokusunda görülebilen fibroadenom, fibrokistik hastalık (13), filloides tümör (14), paget hastalığı (15), mastit (10), apseler ve meme kanseri (16) gibi hastalıklar görülebilir. Literatürde lenfatik malformasyon veya lipoma gibi yanlış teşhis ve tedavi alan vakalarda vardır (10,11). Aksesuar meme dokusu, özellikle ter bezlerine yakınsa yanlış tanı alması yaygındır (17). Aksesuar meme dokusunun tanısı, genellikle gebelik yada menstrüel sikluslerle siklik değişiklik gösteren kitlenin şüphe üzerine mamografi çekilmesi, iğne biopsisi yapılması veya cerrahi biopsi sonucu tanınmasıyla konulur (18). 73 ÖZDAMAR ve ark. Aksesuar Meme Aksesuar meme dokusundaki şişlik, ağrı, doku irritasyonunda artış ve süt salgılanması, hormonal stimülasyonun arttığı menarş, gebelik ve emzirme durumlarında belirginleşir (19). Literatürde aksesuar meme vakaları genelde erişkin yaşlarda olup (13-16) menarştan hemen sonra olan vakalar daha nadirdir. Bizim vakamızda 12 yaşında sağ koltuk altında kitle ile müracat eden, menarşdan sonra bir yıl içinde kitleye bağlı hareket kısıtlılığı ve terlemeyle artan ağrıları olan bir hasta idi. Olgumuza yapılan ultrasonografide literatür vakalarında olduğu gibi artmış ekotekstür ve doku kalılaşması (2,20) dışında, klinik şüphemiz olan aksesuar memeyi tam destekleyecek açık bir sonuç yoktu. Semptomatik aksiller aksesuar meme dokusunda tedavi seçimi total cerrahi eksizyondur (2,19, 20). Bizde hastamızda hareket kısıtlılığı yapan ve zaman zaman ağrıya neden olan bir aksiller kitleyi total olarak çevresinedeki sağlam doku ile birlikte, aksesuar meme şüphesiyle eksize ettik, histopatolojik sonuçlada kesin tanıyı koyduk. Ayrıca, olgumuzda tespit edilen aksesuar meme dokusundaki fibrokistik hastalık (13); aksesuar memede nadiren tespit edilen bir patolojidir. Sonuç olarak; pubertal dönemde, menarşla birlikte semptomatik hale gelen aksiller bölge ve süt çizgisi hattındaki kitlelerde, hastanın yanlış tanı ve tedaviye maruz kalmaması için, aksesuar meme dokusu ayırıcı tanıda düşünülmelidir ve tedavisi eksizyonel biopsi olmalıdır. KAYNAKLAR 1. Harris JR, Lippman ME, Morrow M, OsborneCK. Diseases of the breast, 2nd ed. Philadelphia, PA: Lippincott Williams & Wilkins; 2000: 1–14. 2. Jordan K, Laumann A, Conrad S, Medenica M. Axillary mass in a 20-year-old woman: diagnosis axillary accessory breast tissue. Arch Dermatol. 2001;137(10): 1367–72. 3. Scanlan KA, Propeck PA. Accessory breast tissue in an unusual location. AJR. 1996;166(2): 339–40. 4. Lopes G, DeCesare T, Ghurani G, Vincek V, Jorda M, Glück S, Silva O. Primary ectopic breast cancer presenting as a vulvar mass. Clin Breast Cancer. 2006;7(3): 278-9. 74 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):71-4 Bozok Med J 2014;4(2):71-4 5. Senatore G, Zanotti S, Cambrini P, Montroni I, Pellegrini A, Montanari E, Santini D,Taffurelli M. Ectopic breast fibroadenoma. G Chir. 2010; 31(3): 96-9. 6. Wang JJ, Yeung L, Taur CP, Sy LB, Chou TY, Leu FJ. Axillary supernumerary breast in a female adolescent: report of one case. Acta Paediatr Taiwan. 2005;46(4): 235-8. 7. Leung W, Heaton JPW, Morales A. An uncommon urologic presentation of a supernumerary breast. Urology. 1997;50(2): 122-4. 8. Alghamdi H. Accessory breasts: When to excise? Breast J. 2005;11(2): 155-7. 9. Down S, Barr L, Baildam AD, Bundred N. Management of accessory breast tissue in the axilla. Br J Sur. 2003;90(10): 1213-4. 10. DeCholnoky T. Accessory breast tissue in the axilla. NY State J Med. 1951;51(1): 2245-8. 11. Greer KE. Accessory axillary breast tissue. Arch Dermatol. 1974;109(1): 88-9. 12. Sadler TW. Langman’s Medical Embryology. 8th ed. Philadelphia, Pa: Lippincott Williams&Wilkins. 2000; 408–10. 13. Hassim AM. Bilateral fibroadenoma in supernumerary breasts of the vulva. J Obstet Gynaecol Br Commonw. 1969;76(3): 275–7. 14. Saleh HA, Klein LH. Cystosarcoma phyllodes arising synchronously in right breast and bilateral axillary ectopic breast tissue. Arch Pathol Lab Med. 1990;114(6): 624–6. 15. Kao GF, Graham JH, Helwig EB. Paget’s disease of the ectopic breast with the underlying intraductal carcinoma: report of a case. J Cutan Pathol. 1986;13(1): 59–66. 16. Caceres M, Shih J, Eckert M, Gardner R. Metaplastic carcinoma in an ectopic breast. South Med J. 2002;95(4): 462–66. 17. Gutermuth J, Audring H, Voit C, Haas N. Primary carcinoma of ectopic axillary breast tissue. J Eur Acad Dermatol Venereol. 2006;20(2): 217-21. 18. Giron GL, Friedman I, Feldman S. Lobular carcinoma in ectopic axillary breast tissue. Am Surg. 2004;70(4): 312-5. 19. Lesavoy MA, Gomez-Garcia A, Nejdl R, Yospur G, Syiau TJ, Chang P. Axillary breast tissue: clinical presentation and surgical treatment. Ann Plast Surg. 1995;35(4): 356–60. 20. Kilic A, Kilic A, Emsen IM. Accessory axillarybreast tissue. Ann Plast Surg. 2001;46(6) :657. YÜRÜYEMEYEN ON DOKUZ AYLIK BİR HASTADA DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN BİR TANI: SMA TİP II A Diagnosis Which Should Be Considered in a Nineteen Month-old Patient Who Could Not Walk : SMA Type II Arzu Ekici1, Cansu Kara2, Özlem Özdemir1, Aynur Küçükçongar3, Hamide Melek4 ÖZET Bursa Şevket Yılmaz Eğitim ve 1 Araştırma Hastanesi, Çocuk Nörolojisi Kliniği, Bursa Bursa Şevket Yılmaz Eğitim ve 2 Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Bursa Spinal muskuler atrofi (SMA) proksimal kasları tutan, ilerleyici güçsüzlük ve kas atrofisi ile giden nöromuskuler bir hastalıktır. Spinal muskuler atrofi Tip I kolaylıkla tanı konulabilirken, SMA Tip II ve III gözden kaçabilmektedir. SMA Tip II 7-18 aylık dönemde başlar ve daha yavaş seyirlidir. Beşinci kromozomun uzun kolundaki SMN (survival motor neuron) genindeki delesyondan kaynaklanmaktadır. Bu çocuklar genellikle yürüme güçlüğü ile başvururlar. Tedavisi henüz mümkün olmayan bu hastalıkta amaç hastaların yaşam kalitesini arttırmaktır. Ailelere prenatal genetik danışmanlık sağlamak önemlidir. Bu yazıda SMA Tip II tanısı konulan on dokuz aylık olgu sunularak, yürüyememe şikayeti ile getirilen hastalarda SMA Tip II’nin akılda tutulması gerektiği vurgulanmak istendi. Bursa Şevket Yılmaz Eğitim ve 3 Araştırma Hastanesi, Çocuk Beslenme ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği, Bursa Anahtar kelimeler: Spinal muskuler atrofi; SMA Tip II; SMN geni ABSTRACT Bursa Şevket Yılmaz Eğitim ve 3 Araştırma Hastanesi, Çocuk Kardiolojisi Kliniği, Bursa Arzu Ekici, Uzm. Dr. Cansu Kara, Uzm. Dr. Özlem Özdemir, Uzm. Dr. Aynur Küçükçongar, Uzm. Dr. Hamide Melek, Uzm. Dr. Spinal muscular atrophy (SMA) is a neuromuscular disease ,which holding the proximal muscles, and leading to progressive weakness and muscle atrophy. Spinal muscular atrophy Type I can easily be diagnosed, but SMA type II and III can be easily missed. Spinal muscular atrophy Type II begins at 7-18 month period and progresses more slowly. It was due to deletion of the long arm of the fifth chromosome SMN (survival motor neuron) gene. These children often present with inability to walk. Treatment of this disease is not yet possible and it is purposed to improve the quality of the patients’ life. It is important to ensure prenatal genetic counseling to the families. In this article we presented a nineteen month-old patient with SMA Type II, and wanted to emphasize that SMA Type II should be kept in mind at patients who was admitted with inability to walk. Keywords: Spinal muscular atrophy; SMA Type II; SMN gene İletişim: Dr. Arzu Ekici Akarbaşı Mah. Şehit Zeynel Toköz Sok. Önçağ Park Sitesi C Blok/6 Eskişehir Tel: +90 222 232 14 54 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:14.08.2013 Kabul tarihiAccepted:30.12.2013 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):75-7 Bozok Med J 2014;4(2):75-7 75 EKİCİ ve ark. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):75-7 Bozok Med J 2014;4(2):75-7 Spinal Musküler Atrofi GİRİŞ TARTIŞMA Spinal muskuler atrofi (SMA) spinal kord ön boynuz hücreleri ve beyin sapı motor nükleuslarının dejeneresyonu sonucu oluşan, proksimal kasları tutan, ilerleyici güçsüzlük ve kas atrofisi ile giden nöromuskuler bir hastalıktır. Esas olarak otozomal resesif geçiş gösterirken, otozomal dominant veya X’e bağlı resesif geçiş de gösterebilmektedir. Beşinci kromozomun uzun kolundaki SMN (survival motor neuron) genindeki delesyondan kaynaklanmaktadır (1). Çocukluk çağında 3 tip SMA görülmektedir. Doğumun ilk 6 ayında görülen ve en ağır tipi olan SMA Tip I (Werding-Hoffmann hastalığı) de hastalar genellikle ilk 2 yılda kaybedilir. Tip I’e göre daha hafif ve daha yavaş seyirli SMA Tip II 7-18 aylık dönemde başlarken, SMA Tip III (Kugelberg-Welander Hastalığı) ise 2 yaştan sonra başlamaktadır. Bu çocuklar genellikle yürüyememe veya yürüme güçlüğü ile başvururlar (2). Bu yazıda yürüyememe şikayeti ile getirilen ve SMA Tip II tanısı konulan olgu sunuldu. Çocukluk çağında Duchenne Muskuler Distrofi’den sonra SMA en sık görülen nöromuskuler hastalıktır. Hastalığın insidansı 1/6.000 ile 1/10.000 arasında değişmektedir. Taşıyıcılık sıklığı ise 1/40’tır (1). Kas güçsüzlüğü, hipotoni, derin tendon reflekslerindeki azalma ve kas fasikülasyonları, ilerleyen dönemlerde skolyoz, sık akciğer enfeksiyonları görülmektedir. Zayıflık proksimal kaslarda daha belirgindir ve alt ekstremiteler daha çok etkilenmektedir (3). Bu hastaların yüz kasları ve diyafram genellikle korunmuştur. Duyusal fonksiyonları ise normaldir (1). Olgumuzda da olduğu gibi hastalar aileleri tarafından bebeklik ya da çocukluk dönemindeki motor gelişimin geriliği ile fark edilir (4). Bu hastalarda kreatinfosfokinaz seviyesi genellikle normaldir. Elektromyografide ise istirahatte fasikülasyonlar ve fibrilasyonlar görülebilmektedir. Histolojik incelemede spinal kord ön boynuz hücrelerinin harabiyeti söz konusudur. Kas biyopsisinde bazı kas liflerinde karakteristik atrofi görülürken bazı alanlarda normal hatta hipertrofik lifler de görülebilmektedir (2,5). Kesin tanı genetik inceleme ile konur. Bu hastaların %95’inde SMN geninde ekzon 7 ve 8’de delesyon bulunur (5). Olgumuzun genetik analizinde SMN ekzon 7 ve SMN ekzon 8 homozigot delesyon saptandı. Fizik tedavi programına alındı. OLGU SUNUMU On dokuz aylık erkek hasta yürüyememe şikayeti ile getirildi. Öyküsünden 24 yaşında annenin birinci gebeliğinden miadında sezeryan ile 3350 gram doğduğu, doğumda herhangi bir sorun yaşanmadığı, 3 aylık iken başını dik tuttuğu, 8 aylık iken desteksiz oturduğu, yaklaşık 30 kelimesinin olduğu, 9 aylık iken akut bronşit nedeniyle hastaneye yatırıldığı öğrenildi. Anne ve baba arasında akrabalık yoktu. Ailenin tek çocuğu idi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı 11.500 gr (<25-50P), boyu 81 cm (<25-50P), baş çevresi 47 cm (25P) ölçüldü. Nörolojik muayenesinde sosyal iletişimi iyiydi. Alt ekstremitelerde kas tonusu azalmış ve derin tendon refleksleri hipoaktif idi. Babinski ve klonus negatifti. Boyun kontrolü vardı. Desteksiz oturabiliyordu ancak aksiyel hipotonisi mevcuttu. Yürüyemiyordu. Diğer sistem muayenesi doğaldı. Laboratuar incelemesinde; tam kan sayımı, biyokimyasal değerleri, kreatin fosfokinaz, tiroid fonksiyon testi, idrar ve kan aminoasitleri, amonyak, laktat, piruvat düzeyleri normal idi. Beyin manyetik rezonans görüntülemesinde (MRG) patolojik bulgu saptanmadı. Genetik analizinde SMN ekzon 7 ve SMN ekzon 8 homozigot delesyon saptandı. Ekokardiyografisi normaldi. SMA Tip II tanısı konulan hasta fizik tedavi programına alındı. 76 Bazı deneysel çalışmalar mevcuttur. SMN2 geni tarafından yapılan proteini arttırmak için histon deasetilaz inhibitörleri kullanılmıştır (6). Tirotiropin releasing hormonun spinal ön boynuz hücrelerinde nörotropik etkili olduğu ve çeşitli büyüme faktörlerinin nöronal destek sağladığı düşünülmektedir (2,7). Ancak etkin bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. Bu hastalıkta amaç hastaların yaşam kalitesini arttırmak ve kontraktür gelişimini önlemektir (8). İmmobilizasyona sekonder gelişen obezite, osteoporoz, emboli, konstipasyon gibi problemler görülebilmektedir. Hastalarda ileri dönemde solunum desteği ihtiyacı olmaktadır (2). Ailelere prenatal genetik danışmanlık sağlamak önemlidir (9). Sonuç olarak SMA Tip I kolaylıkla tanı konulabilirken, SMA Tip II ve III gözden kaçabilmektedir. Bu yazıda yürüyememe şikayeti ile başvuran hastalarda SMA Tip II tanısının da akılda tutulması gerektiği vurgulanmak istendi. Bozok Tıp Derg 2014,4(2):75-7 Bozok Med J 2014;4(2):75-7 EKİCİ ve ark. Spinal Musküler Atrofi KAYNAKLAR 1. Talbot K. Progressive Spinal Musculer Atrophy. J Inher Metab Dis. 1999;22(4):545-54. 2. Strober JB, Tennekoon GI. Progressive Musculer Atrophies. J Child Neurol. 1999;14(11):691-5. 3. Kroksmark AK, Beckung E, Tiulinius M. Muscle strenght and motor function in children and adolescents with spinal muscular atrophy II and III. European J Pediatr Neurol. 2001; 5(5): 191-8. 4. McDonald CM. Neuromuscular diseases. In: Molnar GE; Alexander MA. eds. Pediatric Rehabilitation, Philadelphia, Hanley&Belfus, 1999;39(5):419-20. 5. Talbot K, Davies KE. Spinal muscular atrophy. Semin Neurol. 2001;21(2):189-97. 6. Chang JG, Hsieh-Li HM, Jong YJ, Wang NM, Tsai CH, Li H. Treatment of spinal muscular atrophy by sodium butyrate. Natl Acad Sci USA. 2001;14-98(17):9808-13. 7. Takeuchi Y, Miyanomae Y, Komatsu H, et al. Efficacy of thytotropin releasing hormone in the treatment of spinal muscular atrophy. J Child Neurol. 1994;9(3):287-9. 8. Cunha MC, Oliveira AS, Labronici RH, Gabbai AA. Spinal muuscular atrophy II and III. Evaluation of 150 patients with physiotherapy and hydrotherapy in a swimming pool. Arq Neuropsiquatr. 1996; 54(3):402-6. 9. Raymond FL. Spinal muscular atrophy of childhood:genetics. Dev Med Child Neurol. 1997;39(6):41920. 77 AKUT KORONER SENDROM VE HAFİF SOL VENTRİKÜL YETMEZLİĞİ İLE BAŞVURAN HASTADA SOL SİNÜS VALSALVADAN KÖKEN ALAN SAĞ KORONER ARTER ANOMALİSİ Anomaly of Right Coronary Artery Arising from Left Sinus Valsalva in a Patient Applied with Acute Coronary Syndrome and Mild Left Ventricule Dysfunction Hüseyin Ede, Savaş Sarıkaya, İsa Ardahanlı, Mehmet Ali Derya, Ali Rıza Erbay ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1 Kardiyoloji Anabilim Dalı, Yozgat Koroner arter anomalileri, neden olabildikleri göğüs ağrısı, nefes darlığı, miyokard iskemisi, kalp yetmezliği, ventriküler aritmi ve ani kardiyak ölüm nedeniyle ayırıcı tanıda dikkate alınması gereken klinik durumlardır. Karşı sinüs valsalvadan köken alan sağ koroner arter anomalisi oldukça nadir görülen, koroner anjiyografi sırasında standart kateterle ve manipülasyonla sağ koroner ostiyumun kanüle edilememesi durumunda şüphelenilmesi gereken bir koroner anomalidir. Burada, akut koroner sendrom kliniği ile başvuran, sol ventrikül sistolik disfonksiyonu olan hastada sol sinüs valsalva görüntülemesi ile tanı konulan bir sol sinüs valsalvadan köken alan sağ koroner arter anomalisi olgusunu sunuyoruz. Anahtar kelimeler: Koroner arter; Anomali; Anjiyografi. ABSTRACT Hüseyin Ede, Yrd. Doç. Dr. Savaş Sarıkaya, Yrd. Doç. Dr. İsa Ardahanlı, Uzm. Dr. Mehmet Ali Derya, Uzm. Dr. Ali Rıza Erbay, Prof. Dr. Coronary artery anomalies are the clinical conditions which should be considered in differential diagnosis since they can be reason of chest pain, dyspnea, myocardial ischemia, heart failure, ventriculary arrhytmia and sudden cardiac death. Right coronary artery arising from contralateral sinüs valsalva is a type of coronary anomaly and should be suspected during coronary angiography if right coronary ostium can not be cannulated with standard catheters and manipulations. In this case, we report a patient with an anomaly of right coronary artery arising from left sinüs valsalva, who applied with acute coronary syndrome and left ventricule systolic dysfunction and was diagnosed via imaging of left sinüs valsalva. Keywords: Coronary Artery; Anomaly; Angiography. İletişim: Yrd. Doç. Dr. Hüseyin EDE Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Yozgat, Tel: 0505 671 11 04 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:16.05.2013 Kabul tarihiAccepted:15.10.2013 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):78-80 Bozok Med J 2014;4(2):78-80 78 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):78-80 Bozok Med J 2014;4(2):78-80 EDE ve ark. Sağ Koroner Arter Anomalisi GİRİŞ Koroner arter anomalileri, neden olabildikleri göğüs ağrısı, nefes darlığı, miyokard iskemisi, kalp yetmezliği, ventriküler aritmi ve ani kardiyak ölüm nedeniyle ayırıcı tanıda dikkate alınması gereken klinik durumlardır. Koroner anomali sıklığı, değişik serilerde %0,3-1,3 arasında değişmektedir (1, 2). Sol sinüs valsalvadan köken alan sağ koroner arter (SSVRCA) anomalisi sıklığı ise değişik serilerde %0,1-0,2 arasında değişmektedir (3). SSVRCA’ların sol aortik sinüsten çıkıp pulmoner arter ve aorta arasından normal yerine geçmiş tipleri ani kardiyak ölüm ile ilişkili olup tedavi gerektirir. Diagnostik koroner anjiyografi sırasında standart sağ Judkins kateterle kanülasyonun yapılamadığı durumlarda SSVRCA akla gelmelidir. Aortografi bu açıdan oldukça faydalıdır. Burada, akut koroner sendrom kliniği ile başvuran, sol ventrikül sistolik disfonksiyonu olan hastada sol sinüs valsalva görüntülemesi ile tanı konulan bir SSVRCA olgusunu sunuyoruz. OLGU Acil servise üç saattir devam eden göğüs ağrısı ve nefes darlığı şikayeti ile başvuran 54 yaşında kadın hastaya yapılan kardiyak enzim takiplerinde troponin I pozitifliği, ekokardiyografide segmenter duvar hareket bozukluğu ve başvuru EKG’sinde ST-T değişikliklerinin olması nedeniyle akut koroner sendrom ön tanısıyla kliniğimize kabul edildi. Hastada hipertansiyon dışında aterosklerotik kalp hastalığı için risk faktörü yoktu. Hastanın fizik muayenesinde obezite dışında önemli bulgu yoktu, kan basıncı 120/80 mmHg idi. EKG’de sinüs ritmi, 68/dk, V2-V5 derivasyonalrında 1 mm ST elevasyonu, V2-V5, I, aVL derivasyonlarında T negatifliği mevcuttu. Kan tetkiklerinde Hb:13,8 gr/dl, Cr:0,72 gr/dl, TSH: 0,902 uIU/ ml, troponin I: sırasıyla 0,024 ve 0,035 ng/ml (referans aralığı 0-0,013 ng/ml) idi. Hastaya yapılan ekokardiyografide Sol ventrikül (LV) diyastol sonu çapı:4,8 cm LV sistol sonu çapı:3,4 cm interventriküler septum diyastolik kalınlığı: 1,6 cm, arka duvar diyastolik kalınlığı:1,3 cm LV ejeksiyon fraksiyonu: %45 Aort çapı:2,9 cm sol atriyum çapı: 4,0 cm, apikal ve anterior duvarlar hipokinetik olarak saptandı. Hastaya başvurusunun birinci saatinde sağ femoral Şekil 1. RAO pozisyonunda sol sinüs valsalvadan köken alan sağ koroner arter ve sol ana koroner arter görüntüsü bölgeden perkütan yolla selektif koroner anjiyografi yapıldı. JL4 Judkins diagnostik kateter ile sol rior inen arterlerde lezyon saptanmadı. JR4 Judkins diagnostik kateter ile sağ koroner ostiyum kanüle edilmeye çalışıldı fakat başarılı olunamadı. Hastada koroner anomali olabileceği düşünülerek JR4 Judkins kateter yoluyla sağ anterior oblik pozisyonda, sinüs valsalva seviyesinden 10 cc opak bolus şeklinde verilerek sol sinüs valsalva görüntülemesi yapıldı (Şekil 1). Yapılan işlem sonrası sağ koroner ostiyumun sol sinüs valsalvadan köken aldığı saptandı. Sağ koroner lümeni, sol sinüs valsalva görüntülemesi sonrası net olarak görüntülenip normal olarak değerlendirildiğinden sağ koroner ostiyum kanülasyonu yapılmadı ve işleme son verildi. Hastada aorta ve pulmoner arter arasından atriyoventriküler sulkusa geçen SSVRCA düşünüldü ve koroner bilgisayarlı tomografik anjiyografi planlandı, fakat hasta yapılacak işlemleri kabul etmediğinden vazgeçildi. Takibinde sorunu olmayan ve şikayetleri gerileyen hasta medikal tedavi önerileriyle taburcu edildi. 79 EDE ve ark. Sağ Koroner Arter Anomalisi Bozok Tıp Derg 2014,4(1):78-80 Bozok Med J 2014;4(1):78-80 TARTIŞMA Koroner anomaliler, nadiren görülen fakat miyokard iskemisi, ventriküler aritmi, kalp yetmezliği ve ani kardiyak ölüm gibi ciddi sonuçları olabilen klinik durumlardır (3). Koroner anomaliler; koroner arter çıkış ve gidiş anomalileri (sol ana koroner arter yokluğu, uygun sinüs valsalvadan anormal çıkış, normal koroner sinüs dışından anormal çıkış, karşı koroner sinüsten çıkış gibi), koroner arterlerin kendi anatomileri ile ilgili anomaliler (konjenital osteal stenoz, atrezi, hipoplazi, miyakardiyal köprüleşme, arter sayısının fazla veya eksik olması gibi), koroner arter sonlanma anomalileri (koroner arter fistülleri gibi) şeklinde olabilir (4). Burada sunulan vaka, koroner arter çıkış anomalisi olup oldukça nadir görülür. Sol sinüs valsalvadan çıkan sağ koroner arter bu anomalisinde, sağ koroner arter büyük sıklıkla pulmoner arter ve aorta arasından seyreder. Bu durum koroner kan akımını bozduğundan koroner iskemiye yol açabilir. Ani kardiyak ölüm, miyokard iskemisi ve sol ventrikül yetmezliğine neden olabilir. Dolaysıyla tanısı ve uygun biçimde tedavisi önemlidir. Bu vakada, hasta kliniğe akut koroner sendrom ve sol ventrikül yetmezliği ile başvurmuştur. SSVRCA tanısı güç olup koroner arter hastalığı için risk faktörü olmayan hastalarda koroner anjiyografi sırasında standart teknikle koroner ostiyumların kanule edilememesi durumunda şüphelenilmelidir. Hipertansiyon dışında aterosklerotik kalp hastalığı için major risk faktörleri mevcut olmayan bu vakada koroner anjiyografi sırasında sağ koroner arter ostiyumu JR4 diagnositik kateterle kanüle edilememiş, sol sinüs valsalva opak maddeyle doldurulunca koroner çıkış anomalisi olduğu saptanmıştır. Literatürde, SSVRCA’lı vakalarda sağ koroner arter görüntülemesi için JL4 Judkins diagnostik kateterin kıvrımlarının manuel olarak modifiye edilip kullanıldığı veya diagnostik amaçlı kılavuz kateterin kullanıldığı bildirilmiştir (5, 6). Biz ise sağ koroner arteri görüntülemek için sol sinüs valsalva görüntülemesi yolunu kullandık. Ani kardiyak ölüm ile ilişkili olabilen SSVRCA’sinde koroner arterin çıkış sonrası seyrini saptamak tedavi yöntemini belirlemek açısından önemlidir. Koroner arter seyrinin, anjiyografi ile belirlenemediği durumlarda günümüzde koroner anjiyografiye yakın sonuçlar verebilen koroner tomografik anjiyografi kullanılabilir (7). Tomografik anjiyografi, özellikle tipik kardiyak semptomları olan koroner 80 arter hastalığı risk faktörü olmayan genç hastalarda tanı amaçlı da kullanılabilir. Sonuç olarak sol sinüs valsalvadan köken alan sağ koroner arter oldukça nadir görülen bir durum olup ani kardiyak ölüm, miyokard iskemisi ve sol ventrikül yetmezliğine yol açabilir. Aterosklerotik koroner arter hastalığı için birden fazla risk faktörü olmayan hastalarda kalp yetmezliği ve miyokard iskemisi bulguları varlığında ayırıcı tanı için yapılan diagnostik koroner anjiyografide sağ koroner ostiyumun standart kateterle kanüle edilememesi durumunda SSVRCA varlığından şüphelenilmelidir. KAYNAKLAR 1. Yamanaka O, Hobbs RE. Coronary artery anomalies in 126,595 patients undergoing coronary arteriography. Cathet Cardiovasc Diagn. 1990;21(1):28-40. 2. Click RL, Holmes DR Jr, Vlietstra RE, Kosinski AS, Kronmal RA. Anomalous coronary arteries: location, degree of atherosclerosis and effect on survival--a report from the Coronary Artery Surgery Study. J Am Coll Cardiol. 1989;13(3):531-7. 3. Peñalver et al. Anomalous aortic origin of coronary arteries from the opposite sinus: A critical appraisal of risk. BMC Cardiovascular Disorders. 2012;12(1):83 4. Sohrabi B, Habibzadeh A, Abbasov E. The incidence and pattern of coronary artery anomalies in the north-west of iran: a coronary arteriographic study. Korean Circ J. 2012;42(11):753-60. 5. Ramanathan PK, Redfern R. Use of GuideLiner Catheter for Anomalous Right Coronary Artery Angiography and Intervention, J Invasive Cardiol. 2013;25(1):20-2 6. Akgün T, Tanboğa IH, Oduncu V, Kurt M, Cimen AO, Bitigen A. Reshaping the left Judkins catheter for a right coronary angiogram in the anomalous aortic origin of the right coronary: killing two birds with one left Judkins. Turk Kardiyol Dern Ars. 2012;40(6):513-7. 7. Opolski MP, Pregowski J, Kruk M, Witkowski A, Kwiecinska S, Lubienska E, Demkow M, Hryniewiecki T, Michalek P, Ruzyllo W, Kepka C. Prevalence and Characteristics of Coronary Anomalies Originating from the Opposite Sinus of Valsalva in 8,522 Patients Referred for Coronary Computed Tomography Angiography. Am J Cardiol. 2013;111 (9):1361-7. KARIN DUVARI ENDOMETRİOZİSİ: OLGU SUNUMU Abdominal Wall Endometriosis; A Case Report Ergin Arslan1, Sevinç Şahin2, Emel Kıyak Çağlayan3,Halil İbrahim Serin4, Kasım Çağlayan1, Faruk Önder Aytekin1, Selda Seçkin2 ÖZET Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi 1 Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Patoloji Anabilim Dalı, Yozgat Endometriozis fonksiyonel endometrial dokunun uterin kavite dışında yerleşmesidir. Daha sık pelvik bölgede görülür fakat bazen karın duvarı, barsaklar, abdominal skarlarda da bulunabilir. Kliniğimizde karın duvarında kitle nedeni ile opere edilen ve endometriozis tanısı alan 30 yaşındaki hastayı sunuyoruz. Anahtar kelimeler: Karın duvarı; Endometriozis; Tanı Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi ABSTRACT 4 Radyoloji Anabilim Dalı, Yozgat Ergin Arslan, Yrd. Doç. Dr. Endometriosis is the presence of functional endometrial tissue outside the uterine cavity. It occurs most often in the pelvic area but sometimes it is detected in the abdominal wall, intestine and abdominal scars. Here, we present 30 years old patient who was operated for the mass in the abdominal wall at our clinic and diagnosed as endometriosis. Sevinç Şahin, Yrd. Doç. Dr. Emel Kıyak Çağlayan, Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim Serin, Yrd. Doç. Dr. Keywords: Abdominal wall; Endometriosis; Diagnosis Kasım Çağlayan, Doç. Dr. Faruk Önder Aytekin, Prof. Dr. Selda Seçkin, Prof. Dr. İletişim: Dr. Ergin Arslan Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Yozgat Tel: 0354 212 62 01 e-mail: [email protected] Geliş tarihi/Received:24.10.2013 Kabul tarihi/Accepted:25.04.2014 Bozok Tıp Derg 2014,4(2):81-3 Bozok Med J 2014;4(2):81-3 81 ARSLAN ve ark. Karın Duvarı Endometriozisi Bozok Tıp Derg 2014,4(2):81-3 Bozok Med J 2014;4(2):81-3 GİRİŞ Endometriozis fonksiyonel endometrial dokunun uterin kavite dışında yerleşmesidir. Dismenore, disparoni, kronik pelvik ağrı ve infertiliteye neden olabilir. En sık olarak pelviste (overler, periton, uterosakral ligamanlar, douglas ve rektovaginal septum) bulunur. Pelvis dışı endometriozis nadir olmakla birlikte vücudun birçok dokusunda ve hemen hemen her organda bulunabilir. Rektus abdominalis kasına yerleşen endometriozis ise çok nadir görülmektedir (1). Sıklıkla cerrahi öyküsü bulunan olgular menstruasyon sırasında ağrı ile büyüyen abdominal kitle ile başvurur. Bu vaka sunumunda sezaryen öyküsü olan ve eski sezaryen insizyonundan ilişkisiz rektus abdominalis kasında lokalize endometriozis olgusunu irdeledik. OLGU SUNUMU Otuz yaşında kadın hasta phannenstiel kesi skarının 4 cm yukarısında, orta hatta ağrılı kitle şikayeti ile başvurdu. Altı yıl önce sezaryen ile doğum yapmış olan hastanın öyküsünden kitleyi 4 aydır fark ettiğini, kitlenin zamanla büyüdüğünü ve kitle üzerindeki ağrının menstruasyon ile ilişkili olduğunu öğrendik. Fizik muayenede göbeğin yaklaşık 4 cm altında ve orta hattan 2 cm uzaklıkta 4x3x2 cm büyüklüğünde kitle palpe edildi. Hastanın jinekolojik muayenesinde uterus ve overler doğal saptandı. Yüzeyel ultrasonografide 36x33x15 mm Resim1. Ultrasonografik incelemede rektus fasiası altında yaklaış 36x33x15 mm boyutlarında heterojen görünümlü solid kitle izlenmektedir. 82 ölçülerinde rektus fasiası altında lokalize heterojen görümlü solid kitle izlendi (Resim-1). Magnetik rezonans görüntüleme incelemesinde rektus kası içerisinde lokalize 11x7 mm boyutlarında T1A serilerde izo-hafif hipointens, T2A serilerde hiperintens nodüler lezyon saptandı (Resim-2). Hastanın öyküsü, klinik muayene ve görüntüleme yöntemlerinden elde edilen bulgular sonucunda endometriozis ön tanısı ile kitlenin eksizyonu planlandı. Genel anestezi altında göbek altı median insizyonla kitleye ulaşıldı. Peroperatif orta hat sağ tarafta rektus kası ve arka kılıfını içeren, sınırları düzensiz 5x4 cm lik kitle tespit edildi. Kitle çevresinde yaklaşık 1 cm lik sağlam doku ile birlikte total olarak eksize edildi ve operasyon sonlandırıldı. Hasta ameliyat sonrası ikinci günde şifa ile taburcu edildi. Makroskopik olarak, operasyon materyali 7x5.5x3 cm ölçülerinde kahverenkli düzensiz doku parçası idi. Kesitlerinde yaklaşık 3.5 cm çapında nispeten düzgün sınırlı kanama odakları içeren beyaz renkli alan görüldü. Mikroskopik olarak kesitlerde yoğun kollojenize fibröz bağ dokuda endometrial glandlar ve stromal hücreler görüldü. Endometrial glandların bir kısmı genişleyip kistik hal almıştı ve lümenleri kanla dolu idi. Çevrede gruplar halinde histiyositler de izlendi ve olguya endometriozis tanısı kondu (Resim-3). Histopatolojik tanının endometriozis olması üzerine hastaya günlük 3mg Drospirenone/ 00.3 mg Ethinyl Estradiol başlandı. Hastanın 3 ay sonraki kontrollerinde şikayetlerinin gerilediği görüldü. Resim 2. Magnetik Rezonans T2 fazı incelemesinde rektus kasında lokalize hiperintens nodüler lezyon izlenmektedir. Resim 3. Fibrokollajenize stromada bazısı genişlemiş, kanla dolu endometrial glandlar ile çevrelerde stromal hücreler ile histiyositler(H&EX40) Bozok Tıp Derg 2014,4(2):81-3 Bozok Med J 2014;4(2):81-3 ARSLAN ve ark. Karın Duvarı Endometriozisi TARTIŞMA Endometriozis ilk olarak 1885’ de Von Recklinghausen ve Villar tarafından umblikal bölgede tanımlanmıştır (2). Fonksiyonel endometrial dokunun uterus dışında bulunması olarak tanımlanan endometriozis, şikayeti olmayan doğurganlık çağındaki kadınlarda %2’den %22’e değişen oranlarda görülmektedir (3). Bu oranlar dismenoreli kadınlarda %40 dan %60’a, infertil kadınlarda %20’den %30’a değişen oranlara yükselmektedir (4). Semptomların şiddeti ve tanı koyma olasılığı yaşın ilerlemesiyle artar. Endometriozis görülme insidansı yaklaşık kırk yaş civarında zirveye ulaşır. Pelvis dışı endometriozisin bir alt tipi olan karın duvarı endometriozis olguları ise tüm eksternal endometriozis olgularının %4’ünü oluşturmaktadır. Abdominal duvar endometriozisi esas olarak insizyon skarında ve umblikusda nadiren ise inguinal kanal ve rektus abdominalis kasında görülür (1). Abdominal endometriozisli hastalar bizim olgumuzda olduğu gibi özellikle menstruasyonla şiddetlenen ağrılı kitle ile başvurur. Fizik muayene ile kitle rahatlıkla lokalize edilir. Abdominal duvar endometriozisi, sezaryen gibi operasyonlardan sonra %0.1 oranında görülür (5). Bizim olgumuzda da altı yıl önce sezaryen ile doğum öyküsü bulunmaktadır. Rektus kasında primer endometriozis oluşumu en kolay vasküler yayılım teorisi ile açıklanabilir. Bu teoriye göre endometrial hücreler kan damarları veya lenfatik sistemle ekstragenital bölgelere ulaşarak, endometriotik odakların oluşmasına neden olmaktadır. Bizim olgumuzda her ne kadar sezaryen öyküsü olsa da, lezyonun insizyon yerinden ilişkisiz ve uzakta olması nedeniyle endometriozis spontan gelişmiş olarak kabul edilebilir. Özellikle cerrahinin uygulandığı alanlarda (sezaryen skarı, epizyotomi skarı, histerektomi sonrası vajinal kaf) gelişen en-dometriozis vakalarında daha çok mekanik yayılım, endometrium hücrelerinin transplantasyonu sorumlu tutulmaktadır (6). Ayırıcı tanıda abse, lipom, hematom, sebase kist, desmoid tümör, primer ve metastatik kanser gibi tanılar öncelikle düşünülmelidir. Kitlenin değerlendirilmesinde ultrasonografi ve MRG önerilen tanı yöntemleridir. Kitle ultrasonografide kistik, solid, polikistik ve karışık tipte görülebileceği için endometriozis tanısı koymada spesifik değildir. Bizim olgumuzda da kitle içinde hemoraji odaklarını göstermesi nedeniyle MR endometriozis tanısına yaklaşımda daha üstündür (7). Ancak kesin teşhis histopatolojik inceleme ile konur. Doku örneklemesi ince iğne biyopsisi veya olgumuza uyguladığımız total ekzisyonel biyopsi ile yapılabilir. Bu yöntemle hem teşhis ve hem de tedavi gerçekleşir. Rekürrensin önlenmesi için tam bir eksizyon yapılmalıdır. Agarwal ve Fong’un 10 hastalık abdominal duvar endometriozis serisinde vakaların altısında (%60) cerrahi öykü tarif edilirken, dört vakada spontan gelişen (inguinal kanal, umblikusda ve rektus abdominis) endometriozis tespit edilmiştir. Bu on hastaya total eksizyon uygulanmış ve hastalar postoperatif bir aydan üç yıla kadar uzanan sürelerde izlenmiştir. İzlem sonrası sonuçlara göre total eksizyonun küratif bir tedavi olduğu bildirilmiştir (8). Sonuç olarak; batın ön duvarı kitlelerinin değerlendirilmesinde endometriozis tanısı akılda tutulmalı ve ultrasonografi ve MRG incelemeleri ile bu tanı güçlenirse teşhis ve tedavi için total eksizyon uygulanmalıdır. KAYNAKLAR 1. Blanco RG, Lanco RG, Parithivel VS, et al. Abdominal wall endometrioma. Am J Surg. 2003;185(6):596–8. 2. Michowitz M., Baratz M., Stavorovsky M., Endometriosis of the umbilicus, Dermatologica. 1983, 167(6):326–30. 3. Eskenazi B, Warner ML. Epidemiology of endometriosis. Obstet Gynecol Clin North Am. 1997;24(2):235–58. 4. Waller KG, Lindsay P, Curtis P, Shaw RW. The prevalence of endometriosis in women with infertile partners. Eur J Obstet Gynecol Reprod Biol. 1993;48(2):135–9. 5. Khoo JJ. Scar endometriosis presenting as an acute abdomen: A case report. Aust NZ J Obstet Gynaecol. 2003;43(2):164–5. 6. Güneş M, Kayıkçıoğlu F, Öztürkoğlu E, Haberal A. Incisional endometriosis after caesarean section, episiotomy and other gynecologic procedures. J Obstet Gynaecol Res. 2005;31(5):471–5. 7. Balleyguier C, Chapron C, Chopin N, Helenon O, Menu Y. Abdominal wall and surgical scar endometriosis results of magnetic resonance imaging. Gynecol Obstet Invest. 2003;55(4):220-4. 8. Agarwal A, Fong YF. Cutaneous endometriosis. Singapore Med J. 2008;49(9):704-7. 83 BOZOK TIP DERGİSİ Yayın hakkı devir ve çıkar çatışması beyan formu Makale Adı: Makale Numarası: Bu form ile yazar(lar) bildirir ki: 1. Yayın hakları yazının sınırsız olarak basılmasını, çoğaltılmasını ve dağıtılmasını ve mikrofilm, elektronik form (offline, online) veya başka benzer reprodüksiyonlarını kapsamaktadır. 2. Ben (biz) makale ile ilgili herhangi bir konuda ortaya çıkabilecek herhangi bir çıkar çatışması veya ilişkisi olduğu durumlarda, makale yayınlanmadan önce Bozok Tıp Dergisi editörünü bilgilendirmeyi taahhüt ediyorum(z). Bu ilişki ilaç firmaları, biyomedikal alet üreticileri veya ürün veya hizmetleri makalede geçen konular ile ilgili olabilecek veya çalışmayı destekleyen diğer kuruluşları kapsamaktadır. 3. Yazar(lar) makaleyi herhangi bir dağıtım amacı ile herhangi bir şekilde çoğaltmak istediğinde Bozok Tıp Dergisi’nden izin almak zorundadır. 4. Biz aşağıda isim ve imzaları bulunan yazarlar, Bozok Tıp Dergisi’nde yayınlanmak üzere gönderdiğimiz yazımızın original olduğunu; eşzamanlı olarak herhangi bir başka dergiye değerlendirilmek üzere sunulmadığını; daha önce yayınlanmadığını; gerekli görülen düzeltmelerle birlikte her türlü yayın hakkımızı, yazı yayına kabul edildiği taktirde “Bozok Tıp Dergisi”ne devrettiğimizi kabul ederiz. Katkıda bulunanlar: Çalışmanın düşünülmesi ve planlanması: Verilerin elde edilmesi: Verilerin analizi ve yorumlanması: Yazının kaleme alınması: Eleştirel gözden geçirme: İstatistiksel değerlendirme: Makaledeki Sırasıyla Yazarın Adı Soyadı İmza Tarih 1. 2. 3. 4. 5. 6. Bozok Tıp Dergisi BOZOK MEDICAL JOURNAL Copyright transfer and conflict of interest statement Article Title: Manuscript Number: With this form all author(s) certify and accept that: 1. The copyright covers unlimited rights to publish, reproduce and distribute the article in any form of reproduction including microfilm electronic form (online, offline) and any other forms. 2. We grant to inform the editor of the Bozok Medical Journal about real or apparent conflict(s) of interest that may have a direct bearing on the subject matter of the article before the article is published. This pertains to relationships with pharmaceutical companies, biomedical device manufacturers or other corporation whose products or services may be related to the subject matter of the article or who have sponsored the study. 3. Author(s) must obtain permission from the Bozok Medical Journal to reproduce the article in any medium for distribution purposes. 4. The author(s) undersigned hereby declare that the manuscript submitted for publication in the Bozok Medical Journal is original; has not previously been published elsewhere nor is it under consideration by any other journal; and agree to transfer all copyright ownership to the “Bozok Medical Journal” effective upon acceptance of the manuscript for publication with all necessary revisions In the order that they appear in the manuscript Author Contributions: Study conception and design: Acquisition of data: Analysis and interpretation of data: Drafting of manuscript: Critical revision: Statistical Analysis: Author Name Surname Sign Date 1. 2. 3. 4. 5. 6. Bozok Medical Journal Yazarlara Bilgi Bozok Tıp Dergisi, Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin resmi yayın organıdır ve yılda üç sayı yayımlanır. Derginin yazı dili Türkçe ve İngilizcedir. Tıbbın her dalı ile ilgili olabilecek klinik ve deneysel çalışmalara dayalı original araştırma yazıları, derlemeler, orijinal olgu sunumları, editöre mektuplar, orijinal görüntüler, toplantı, haber ve duyurular dergide yayımlanır. Genel Bilgiler Yayımlanmak için gönderilen makalelerin daha önce başka bir yerde yayımlanmamış veya yayımlanmak üzere gönderilmemiş olması gerekir. Eğer makalede daha önce yayımlanmış; alıntı yazı, tablo, resim vs. mevcut ise makale yazarı, yayın hakkı sahibi ve yazarlarından yazılı izin almak ve bunu makalede belirtmek zorundadır. Dergi, yayımlanan makalelerin bilimsel ve etik kurallar çerçevesinde hazırlanmış olması ve ticari kaygılarda olmaması şartını gözetmektedir. Makalelerin bilimsel ve etik kurallara uygunluğu yazarların sorumluluğundadır. Makalenin değerlendirilmesi aşamasında, yayın kurulunun gerek görmesi halinde, makale ile ilgili araştırma verilerinin ve/veya etik kurul onayı belgesinin sunulması yazarlardan talep edilebilir. Dergiye gönderilen makale biçimsel esaslara uygun ise, editör ve en az iki danışmanın incelemesinden geçip, gerek görüldüğü takdirde, istenen değişiklikler yazarlarca yapıldıktan sonra yayımlanır. Gönderilmiş olan makalelerdeki yazım ve dilbilgisi hataları, makalenin içeriğine dokunmadan, editorial komitemiz tarafından düzeltilmektedir. Makalelerin değerlendirilmeye alınabilmesi için, ‘Telif Hakkı’, ‘Potansiyel Çıkar Çatışması Beyanı’ ve klinik araştırmalarda ‘Etik Kurul Onayı’ nın bir kopyası makale gönderimi ile eşzamanlı olarak, e-mail ([email protected]) yada faks yoluyla (+90 354 214 06 12) Yrd. Doç. Dr. Seyhan Karaçavuş, yardımcı editor dikkatine gönderilmelidir. Bu formları içermeyen yazılar değerlendirilmeye alınmayacaktır. Yayınlanmak üzere kabul edilen yazıların her türlü yayın hakkı dergiyi yayımlayan kuruma aittir. Yazılardaki düşünce ve öneriler tamamen yazarların sorumluğundadır ve yazarlara gönderdikleri yazıları karşılığında herhangi bir ücret ödenmez. Yazım Kuralları • Yazılar çift aralıklı, yazı boyutu 12 punto olmalı, kenarlardan 2,5 cm boşluk bırakılarak, standart A4 sayfasına, Microsoft Office Word belgesi veya rich text format olarak hazırlanmalıdır. • Her bölüm yeni bir sayfadan başlamalıdır. • Yazılar başlık sayfasından başlanarak numaralanmalı, sayfa numaraları sağ alt köşeye yazılmalıdır. • Kapak sayfasında; yazının başlığı (Türkçe ve İngilizce), sayfa başlarında kullanılacak 40 karakteri aşmayan kısa başlık, en az 3 ve en çok 6 anahtar sözcük, tüm yazarların ad-soyadları, akademik ünvanları, kurumları, iş telefonu-GSM, e-posta ve yazışma adresleri bulunmalıdır. Ayrıca yazının hazırlanması için alınmış herhangi bir destek ya da bağış varsa belirtilmelidir. • Özetler; Türkçe ve İngilizce olarak yazının çeşidine uygun olarak hazırlanmalıdır. • Anahtar kelimeler; en az 3 en çok 6 olmak üzere Türkçe ve İngilizce yazılmalıdır. Kelimeler birbirlerinden noktalı virgül (;) ile ayrılmalıdır. İngilizce kelimeler Index Medicus taki Medical Subjects Headings listesine uygun olmalıdır (Bkz: www.nlm.nih.gov/mesh/MBrowser.html). Türkçe anahtar kelimeler Türkiye Bilim Terimleri (TBT)’ne uygun olarak verilmelidir (Bkz: www.bilimterimleri.com). • Şekil, resim, tablo ve grafiklerin metin içinde geçtiği yerler ilgili cümlenin sonunda belirtilmeli; sırayla numaralanmalı ve yazıdan ayrı olarak sunulmalıdır. Şekil, resim, tablo ve grafiklerin açıklamaları makale sonuna eklenmelidir. Kullanılan kısaltmalar şekil, resim, tablo ve grafiklerin altındaki açıklamada belirtilmelidir. Görseller EPS, TIFF, JPG ve PDF formatında gönderilmeli ve fotograflar 300 dpi ve vektörel çizimler ise 600 dpi çözünürlükte olmalıdır. • Teşekkür kısmında; çıkar çatışması, finansal destek, bağış ve diğer bütün editöryal (istatistiksel analiz, İngilizce/Türkçe değerlendirme) ve/ veya teknik yardım varsa, metnin sonunda sunulmalıdır. • Yazının sonundaki kaynak listesi kaynakların yazıdaki geliş sıralarına göre hazırlanmalıdır. Kaynak yazımı için kullanılan format Index Medicus’a uygun olmalıdır. (Bkz: www.icmje.org). Kaynaklar yazıda, ilgili cümle sonunda parantez içine alınarak belirtilmelidir. Kaynak numaraları birbirini takip ediyorsa başlangıç ve bitiş sayıları arasına kısa çizgi konur. Kaynaktaki yazar sayısı 6 veya daha az ise tüm yazarlar belirtilmeli; 6’dan fazla ise, sadece ilk 6 isim yazılmalı ve diğerleri et al şeklinde gösterilmelidir. Kongre bildirileri, kişisel deneyimler, basılmamış yayınlar, tezler ve internet adresleri kaynak olarak gösterilemez. On-line yayınlar için; DOI tek kabul edilebilir on-line referanstır. • Kaynak seçiminin ulusal yayınlardan yapılması tavsiye edilmektedir. Kaynakların yazımı için örnekler (Lütfen noktalama işaretlerine dikkat ediniz): • Makale için; Yazar(lar)ın soyad(lar)ı ve isim(ler)inin başharf(ler)i, makale ismi, dergi ismi, yıl, cilt, sayı, sayfa no’su belirtilmelidir. *Rempel D, Dahin L, Lundborg G. Pathophysiology of nevre compression syndromes: response of peripheral nerves to loading. J Bone Joint Surg. 1999;81(11):1600-10. •Kitap için; Yazar(lar)ın soyad(lar)ı ve isim(ler)inin başharf(ler)i, bölüm başlığı, editörün(lerin) ismi, kitap ismi, kaçıncı baskı olduğu, şehir, yayınevi, yıl ve sayfalar belirtilmelidir. *Kozin SH, Bishop AT, Cooney WP. Tendinitis of the wrist. In Cooney WP, Linscheid RL, Dobins JH, eds. The wrist: diagnosis and operative treatment. Vol. 2. St. Louis: Mosby, 1998. p. 1181-96. Bozok Tıp Dergisi • Digital Object Identifier (DOI): *Zhang M, Holman CD, Price SD, Sanfilippo FM, Preen DB, Bulsara MK. Comorbidity and repeat admission to hospital for adverse drug reactions in older adults: retrospective cohort study. BMJ. 2009 Jan 7;338:a2752. doi: 10.1136/bmj.a2752. • Diğer kaynak türleri için, Bkz. “ICMJE Uniform Requirements for Manuscripts Submitted to Biomedical Journals: Sample References”. Yazı çeşitleri Orijinal araştırmalar: Prospektif veya retrospektif, tıbbın tüm alanları ile ilgili her türlü deneysel ve klinik çalışmalardır. İçerik: -Özet; Türkçe ve İngilizce olarak, ortalama 200-250 kelime olacak şekilde; amaç, gereç ve yöntemler, bulgular ve sonuç bölümlerinden oluşmalıdır. - Giriş -Gereç ve yöntemler -Bulgular -Tartışma / sonuç -Teşekkür -Kaynaklar *Makalenin tamamı, yaklaşık 5000 sözcükten uzun olmamalı, şekil ve tablo sayısı altıyı geçmemeli, kaynaklar 40’ı aşmamalıdır. Klinik Derlemeler: Doğrudan veya davet edilen yazarlar tarafından hazırlanır. Tıbbi özellik gösteren her türlü konu için son tıp literatürünü de içine alacak şekilde hazırlanmalıdır. Yazarın o konu ile ilgili basılmış yayınlarının olması özellikle tercih nedenidir.İçeriği; - Özet (Ortalama 200-250 kelime, bölümsüz, Türkçe ve İngilizce) - Konu ile ilgili başlıklar - Kaynaklar *Derleme 5000 sözcüğü aşmamalı, şekil ve tablo en fazla 4, kaynak sayısı en fazla 100 olmalıdır. Kısa bildiriler: -2000 sözcüğü aşmamalı, şekil ve tablo en fazla 2, kaynak sayısı en fazla 20 olmalıdır. Olgu Sunumu: Nadir görülen, tanı ve tedavide farklılık gösteren makalelerdir. Yeterli sayıda fotoğraflarla ve şemalarla desteklenmiş olmalıdır. İçerik: -Özet (ortalama 100-150 kelime; bölümsüz; Türkçe ve İngilizce) - Giriş - Olgu Sunumu - Tartışma - Kaynaklar Editöre mektup Son bir yıl içinde dergide yayınlanmış makalelere yanıt olarak gönderilir. Yazı hakkında okuyucuların farklı görüş, deneyim ve sorularını içerir. İçerik: - Başlık ve özet bölümleri yoktur -Mektuplar en fazla 500 kelimelik yazılardır, kaynak sayısı 5 ile sınırlıdır, şekil ve tablo içermez. - Hangi makaleye (sayı, tarih verilerek) ithaf olunduğu belirtilmeli ve sonunda yazarın ismi, kurumu, adresi bulunmalıdır. -Mektuba cevap, editör veya makalenin yazar(lar)ı tarafından, yine dergide yayımlanarak verilir. Kontrol Listesi Makale aşağıda gösterildiği gibi ayrı dosyalar halinde hazırlanmalıdır: 1.Başvuru Mektubu 2.Başlık sayfası 3.Özet 4.Ana metin (makale metni, teşekkür, kaynaklar, tablolar ve şekil başlıkları) 5.Şekiller 6.Yayın Hakları Devir Formu *Yazım kurallarına göre hazırlanan makaleler [email protected] adresine gönderilmelidir. Diğer yazışmalar için posta adresi aşağıdaki gibidir: Yrd. Doç. Dr. Seyhan Karaçavuş Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp AD, Adnan Menderes Bulvarı , No:42, 66200 Yozgat/TÜRKİYE Bozok Tıp Dergisi Instructions For Authors Bozok Medical Journal is an official publication of Bozok University, School of Medicine and is published three times a year. Official languages of the journal are Turkish and English. Concerning all aspects of medicine, the journal invites submission of original articles based on clinical and laboratory studies, review articles, original case reports, letters to the editor, meetings, news and announcements of congresses. General Information Articles are accepted for publication on the condition that they are original, are not under consideration by another journal, or have not been previously published. Direct quotations, tables, or illustrations that have appeared in copyrighted material must be accompanied by written permission for their use from the copyright owner and authors. The Journal commit to rigorous peer review, and stipulates freedom from commercial influence, and promotion of the highest ethical and scientific standards in published articles. It is the authors’ responsibility to prepare a manuscript that meets scientific criterias and ethical criterias. During the evaluation of the manuscript, the research data and/or ethics committee approval form can be requested from the authors if it’s required by the editorial board. All articles are subject to review by the editors and at least two referees. Acceptance is based on significance, and originality of the material submitted. If the article is accepted for publication, it may be subject to editorial revisions to aid clarity and understanding without changing the data presented. The publisher owns the copyright of all published articles. The authors are responsible for the statements and opinions expressed in the published material and are not paid by any means for their manuscripts. A copyright release form signed by all authors, a copy of conflict of interest and a copy of the approval of ethics committee must be posted simultaneously with the manuscript to the following address: e-mail ([email protected]. tr) or by fax (+90 354 214 06 12) to Seyhan KARAÇAVUŞ, the Associate Editor. Submissions received without these forms (copyright, conflict of interest and approval of ethics committee) cannot be sent out for review. The publisher owns the copyright of all published articles. Statements and opinions expressed in the published material herein are those of the author(s). Manuscript writers are not paid by any means for their manuscripts. Editorial Policies • Text should be double spaced with 2,5 cm margins on both sides of a standard A4 page, using 12-point font. Manuscripts should be written with Microsoft Office Word document or rich text format. • Each section should start on a separate page. • The pages should be numbered consecutively, beginning with the title page and the page numbers should be placed in the lower right corner of each page. • The title page should be organized as follows: Full title of the article, both in Turkish and English, all author’s full names with academic degrees, and names of departments and institutions, short title of not more than 40 characters for page headings, at least 3 and maximum 6 key words, corresponding author’s e-mail, postal address, telephone and fax numbers, any grants or fellowships supporting the writing of the manuscript. • Abstracts should written Turkish and English according to categories of articles. • Key words should be minimally 3 and maximum 6, and should written Turkish and English. The words should be separated by semicolon (;), from each other. English key words should be appropriate to “Medical Subject Headings (MESH)” (Look: www.nlm.nih.gov/mesh/MBrowser.html). Turkish key words should be appropriate to “Türkiye Bilim Terimleri (TBT)” (Look: www.bilimterimleri.com). • All figures, pictures, tables and graphics should be cited at the end of the relevant sentence and numbered consecutively and kept separately from the main text. Explanations about figures, pictures, tables and graphics must be placed at the end of the article. All abbrevations used, must be listed in explanation which will be placed at the bottom of each figure, picture, table and graphic. Submit your figures as EPS, TIFF, JPG or PDF files, use 300 dpi resolution for pictures and 600 dpi resolution for line art. • In acknowldgements section; conflict of interest, financial support, grants, and all other editorial (statistical analysis, language editing) and/or technical asistance if present, must be presented at the end of the text. • The list of the references at the end of the paper should be given according to their first appearance in the text. Journal abbreviations should conform to the style used in the Cumulated Index Medicus (please look at: www.icmje.org). Citations in the text should be identified by numbers in brackets at the end of the relevant sentence. If reference numbers follow each other, the hyphen is placed between the starting and ending numbers. All authors should be listed if six or fewer, otherwise list the first six and add the et al. Declarations, personal experiments, unpublished papers, thesis can not be given as reference. Format for on-line-only publications; DOI is the only acceptable on-line reference. • Choosing references from national magazines is recommend. Examples for writing references (please give attention to punctuation): • Format for journal articles; iinitials of author’s names and surnames, titles of article, journal name, date, volume, number, and inclusive pages, must be indicated. * Rempel D, Dahin L, Lundborg G. Pathophysiology of nevre compression syndromes: response of peripheral nerves to loading. J Bone Joint Surg. 1999;81(11):1600-10. • Format for books; initials of author’s names and surnames, chapter title, editor’s name, book title, edition, city, publisher, date and pages. * Kozin SH, Bishop AT, Cooney WP. Tendinitis of the wrist. In Cooney WP, Linscheid RL, Dobins JH, eds. The wrist: diagnosis and operative treatment. Vol. 2. St. Louis: Mosby, 1998: 1181-96. Bozok Tıp Dergisi • Article with a Digital Object Identifier (DOI): *Zhang M, Holman CD, Price SD, Sanfilippo FM, Preen DB, Bulsara MK. Comorbidity and repeat admission to hospital for adverse drug reactions in older adults: retrospective cohort study. BMJ. 2009 Jan 7;338:a2752. doi: 10.1136/bmj.a2752. • For other reference style, please refer to “ICMJE Uniform Requirements for Manuscripts Submitted to Biomedical Journals: Sample References”. CATEGORIES OF ARTICLES Original Research Articles: Original prospective or retrospective studies of basic or clinical investigations in areas relevant to medicine. Content: - Abstract (200-250 words; the structured abstract contain the following sections: Objective, material and methods, results, conclusion; both in Turkish and English) - Introduction - Material and Methods - Results - Discussion/ Conclusion - Acknowledgements - References *Original articles should be no longer than 5000 words and should include no more than 6 figures / tables and 40 references. Review Articles The authors may be invited to write or may submit a review article. Reviews including the latest medical literature may be prepared on all medical topics. Authors who have published materials on the topic are preferred. Content: - Abstract (200-250 words; without structural divisions; both in Turkish and English) - Titles on related topics - References * These manuscripts should be no longer than 5000 words and include no more than 4 figures and tables and 100 references. Short Communications It should be no longer than 2000 words and include no more than 2 figures and tables and 20 references. Case Reports Brief descriptions of a previously undocumented disease process, a unique unreported manifestation or treatment of a known disease process, or unique unreported complications of treatment regimens. They should include an adequate number of photos and figures. Content: - Abstract (average 100-150 words; without structural divisions; both in Turkish and English) - Introduction - Case report - Discussion - References Letters to the Editor These are the letters that include different views, experiments and questions of the readers about the manuscripts that were published in this journal in the recent year. Content: - There’s no title, abstract, any figures or tables - It should be no more that 500 words, the number of references should not exceed 5. - Submitted letters should include a note indicating the attribution to an article (with the number and date) and the name, affiliation and address of the author(s) at the end. - The answer to the letter is given by the editor or the author(s) of the manuscript and is published in the journal. Checklist The manuscript should be prepared as separate files in the following order: 1. Cover Letter 2. Title Page 3. Abstract 4. Main Text (text, acknowledgments, references, tables, and figure legends) 5. Figures 6. Copyright Form Manuscripts should be prepared according to the instructions to authors and submitted online to the [email protected] Address for correspondence: Seyhan Karaçavuş, Assist. Prof. Bozok University, School of Medicine Department of Nuclear Medicine Adnan Menderes Street, Nr: 42, 66200 Yozgat/TURKEY Bozok Tıp Dergisi
© Copyright 2024 Paperzz