aile dostu ALIŞVERİŞ VE YAŞAM KÜLTÜRÜ DERGİSİ Sayı 98 SONBAHAR 2014 FİYATI 1,5 TL 1 Kurban Bayramınız Kutlu Olsun Anadolu’nun Erdemli, Basiretli ve Kadim “Kardeş”ler Yurdu: TÜRK TARİHİNDE İLME VERİLEN ÖNEM SELÇUKLU MEDRESELERİ Bir imparatorluk sanatı Çini CAHİDE SULTAN’IN BİRBİRİNDEN LEZİZ YEMEK TARİFLERİYLE YİNE DOPDOLU! “Ahilik Ocağı” Bir Türk Geleneği “TÜRK KAHVESI” Çağımızın En Yok Edici Hastalığı İSRAF Sofralarımızın Sonbahar Telaşı KIŞ HAZIRLIKLARI 2 4 içindekiler 98 Sayı 18 SOFRALARIMIZIN SONBAHAR TELAŞI “KIŞ HAZIRLIKLARI” SONBAHAR 2014 İmtiyaz Sahibi Yeşilimsi Yayıncılık Ltd. Şti. Adına Tekin Güner DERYA KUZUSU BUNLAR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tekin Güner 52 Editör Gülsün Kurt Öney Sanat Danışmanı R. Yeşim Güner YAPIM GREENS DESIGN Yayın Kurulu Aydoğan Yüce, Ayşe Esra Atlı Hasan Güvercinci, Hakan Başbuğ, Salih Yılmaz, Lider Anaç, Yıldız Liva, TÜRK TARİHİNDE İLME VERİLEN ÖNEM SELÇUKLU MEDRESELERİ Yönetim Yeri Hoşdere Cad. Reşat Nuri Sok. 2/5 Y. Ayrancı / ANKARA Tel: 0312 468 52 22 Fax: 0312 468 52 24 Baskı Dumat Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Bahçekapı Mah. 2477. Sok. No: 6 Şaşmaz/ ANKARA Tel: 0312 278 82 00 Baskı Tarihi 12.09.2014 Aylık yerel süreli yayındır. ISSN 1306-1739 ailedostu@adese. com. tr ailedostu@greenstasarim. com Reklam Rezervasyon Halil Arslanpınar halil. arslanpinar@adese. com. tr 34 KURBAN BAYRAMI 92 26 UNESCO KÜLTÜR MİRASI LİSTESİNDE TÜRK KAHVESİ 42 ÜZÜMÜN ENFES SUNUMU PEKMEZ 82 AFRİKA’NIN VENEDİK’İ BENİN 5 içindekiler Gülsün KURT ÖNEY Elimize bir kağıt ve bir sürü boya kalemi verseler, herhalde çoğumuz sarıdan turuncuya bol geçişli, yarısı yerde, yarısı ağaç dallarında duran bol yapraklı, dallardan gökyüzünü ara ara gördüğümüz bol kasvetli bir yol çizeriz. Hayat Bilgisi kitaplarımızda her yıl karşımıza çıkan resimden aklımızda kaldığı kadarıyla. Ve bu çoğunluğa katılmayan diğer birkaç kişi de yine aynı resmi çizerler belki bizim gibi. Ama bir farkla: çoğumuz boşluğu çizer, onlar huzuru… Sessizce bir köşeden, akıp giden sokağı, akıp giden hayatı izleyen örgülü saçlı, çilli bir kız çocuğu gibi sonbahar. Yüzünün şekli baktığı yüzlerin ruh haline bürünen; siz ağlarsanız ağlayıp, siz mutluysanız gülen bir kız çocuğu… Saçlarının her bir teli umutla örülmüş, yüzündeki her bir mimik itina ile seçilmiş, gözlerinde kendi aksimizi gördüğümüz ama illa “sıkıntılıdır” dendiğinden midir nedir bütün gülümsemelerimizi tereddütle gizlediğimiz sakin bir çocuk gibi yani. Yani Sonbahar biz öyle dedik diye bu kadar kederli… Oysa hiç de değişmez bir şey aslında. Yine vardır kuşlar, yine öterler. Güneş eskisi kadar sık olmasa da yine parlar. Ve çok ince bir tezatla aslında hayatımızdaki bir çok güzel şey Sonbaharda başlar ya da artar. Mesela en çok Sonbaharda yeni bir işe başlanır. Düğünler hep yaz sonudur da evliliğin en güzel ayları yine Sonbaharınkilere rastlar. Hatta her ne kadar tam tersi gibi düşünülse de okullar açılır Sonbaharda ve üzerimizdeki o yaygın rehavet kalkar. Yani ne kadar sıkıcı olduğunu söylersek söyleyelim aslında bizi hayata yeniden bu hazan mevsimi katar. Öyleyse gelin bu Sonbaharı her senekinden farklı karşılayalım. Yepyeni umutlar edinelim kendimize. Her sabaha içimizdeki huzurun enerjisi ile başlayalım. Hiç söylemediğimiz kadar “günaydın” diyelim insanlara. Bu sonbahar hüzün şarkıları dinlemeyelim. Bir solukta söyleniveren türkülerimiz de var bizim. Gözlerimizin içini güldürebilen dostlarımız var sonra. Bir de sahip olduklarımıza, olacaklarımıza, nefes alışımıza şükür etmeyi unutmayacağımız yeni günlerimiz… Kısacası bu sonbahar örgülü saçlı, çilli kız çocuğu bir köşeden izlemesin hayat sokağını… Bir yerinden giriversin o da bu keyifli zaman oyununa… 6 bizden haberler ADESE BÜYÜMEYE DEVAM EDİYOR ULUSAL PERAKENDE ZİNCİRİ ADESE, KONYA’NIN HIZLA GELİŞEN BÖLGELERİNDEN OLAN KARATAY’DA AKABE VE BOLU’DA YENİÇAĞA MAĞAZALARINI MÜŞTERİLERİNİN HİZMETİNE SUNDU. Yeni mağaza açılışlarına tüm hızıyla devam eden Adese, geçtiğimiz ay iki mağazanın daha açılışını gerçekleştirdi. Adese, Konya’nın hızla gelişen bölgelerinden olan Karatay’da Akabe mağazasını müşterilerinin hizmetine sundu. Akabe mağazasının ardından Bolu’nun Yeniçağa ilçesindeki ilk mağazasını açan Adese’nin Bolu’daki mağaza sayısı yediye yükselirken, toplam mağaza sayısı ise 137’ye ulaştı. Akabe Adese Adese, her mağazasında olduğu gibi Akabe mağazasında da farklılaşarak; unlu ma- muller reyonunda sıcak ve günlük üretilen ürünleri müşterilerinin beğenisine sunuyor. Akabe Adese; 4 kasa ve 25 personeliyle gıdadan temizliğe, manavdan unlu mamullere, konfeksiyondan ayakkabıya kadar 10 bin çeşit ürünüyle hizmet veriyor. Bolu Yeniçağa Bolu Yeniçağa’da ilk mağazasını açan Adese; gıdadan temizliğe, manavdan unlu mamullere, konfeksiyondan ayakkabıya kadar 5 bin farklı ürün çeşidi ile Yeniçağalılara 365 gün kaliteli ve hesaplı alışverişin keyfini yaşatacak. Yatırımlar Devam Edecek Adese’nin yeni mağazalar açarak büyüme konusundaki isteklerini ortaya koyduklarını belirten Adese Genel Müdürü Sıtkı Erben; “Biz, büyüme planlarımızı Konya’nın merkezde olduğu dairesel bir hat içinde gerçekleştiriyoruz. Konya’da ve Bolu’da açtığımız bu iki mağaza, büyüme stratejimiz çerçevesinde attığımız bir adımdı. Akabe Adese ile Yeniçağa Adese mağazalarımızın açılışıyla birlikte şube sayımızı 137’ye yükselttik. Yeni yapacağımız açılışlarla birlikte mağaza sayımızı daha da artırmak istiyoruz. ” dedi. ADESE’DE HEDİYE ŞÖLENİ ADESE’NİN, ŞÖLEN’LE BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİ KAMPANYANIN HEDİYELERİ KULESİTE ADESE’DE YAPILAN ÇEKİLİŞLE SAHİPLERİNİ BULDU. İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, Şölen’le birlikte düzenlediği kampanyanın çekilişini gerçekleştirdi. Adese ve Adesem’lerden 12 Mayıs-30 Haziran tarihleri arasında Adese Kart ile Biscolata ve Luppo Sandviçlerden 3 TL ve katlarında alışveriş yapan herkes hediye çekilişine katılmaya hak kazanırken Konya 5. Noter gözetiminde gerçekleştirilen çekilişle hediye kazanan 579 kişi belli oldu. Kulesite Adese’de gerçekleştirilen çekilişte iPhone 5C cep telefonunu Konya’dan Ali Bakırtaş kazanırken 3 iPad Mini’yi ise Konya’dan Alpaslan Peker, Fatma Akay ve Bolu’dan Hediye Kılınç kazandı. Çekilişte ayrıca 500 kişi Biscolata hediye paketi ve 75 kişi de kişisel bakım ürünlerinden oluşan hediye paketinin sahibi oldu. Çekilişte konuşan Adese yöneticileri Şölen’le birlikte gerçekleştirdikleri hediye kampanyasının büyük ilgi gördüğünü belirttiler. Adese olarak alışveriş yapmaya gelen müşterilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak ürün çeşitliliğinin yanı sıra alışverişi kazanca dönüştüren fırsatlar sunduklarını da dile getiren Adese yöneticileri hediye kazanan müşterilerini de tebrik ettiler. 8 ADESE BİR KEZ DAHA TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜKLERİ ARASINDA BRANDFİNANCE’IN HER YIL GERÇEKLEŞTİRDİĞİ “TÜRKİYE’NİN EN DEĞERLİ MARKALARI” ARAŞTIRMASINDA İLK 100’DE YER ALAN ADESE, FORTUNE 500 TÜRKİYE LİSTESİNDE TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 216. ŞİRKETİ OLURKEN, CAPİTAL’İN GERÇEKLEŞTİRDİĞİ “TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 500 ÖZEL ŞİRKETİ” ARAŞTIRMASINDA İSE 293. SIRADA YER ALDI. Sahip olduğu tüm varlık ve değerleriyle perakende sektöründe öncü olmak hedefiyle çalışmalarını sürdüren Adese, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl yine Türkiye’nin en değerli ilk 100 markası arasına girdi. Dünya çapında gerçekleştirdiği araştırmalarla tanınan uluslararası marka değerlendirme kuruluşu BrandFinance, ‘Türkiye’nin En Değerli Markaları’ araştırmasının bu yıl sekizincisini gerçekleştirdi. Adese, 25 milyon dolar marka değeri ile 90. sıradan listeye girmeyi başararak, bir kez daha Konya’nın en değerli markası oldu. Fortune dergisi tarafından yapılan, Türkiye’nin en büyük, en kârlı, en hızlı büyüyen ve en yüksek istihdamını sağlayan şirketlerinin yer aldığı ‘Fortune Türkiye 500’ listesi de açıklandı. Dünyanın en prestijli iş ve ekonomi dergisi Fortune’un araştırma sonuçlarına göre Adese, Türkiye’nin en büyük 216. şirketi olarak listede yer aldı. Adese, önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da Türkiye’nin en büyük şirketleri arasına girmeyi başardı. Yine dünyanın en önemli iş ve ekonomi dergileri arasında gösterilen Capital’in gerçekleştirdiği “Türkiye’nin En Büyük 500 Özel Şirketi” araştırmasında ise 293. sırada yer alan Adese, geçtiğimiz yıllardaki başarını bu yıl da devam ettirdi. BrandFinance’ın “Türkiye’nin En Değerli Markaları” arasında yer almamız bunun bir göstergesi. Biz, Adese olarak güçlü finansal yapımız, sahip olduğumuz profesyonel insan kaynağı ve yeni yatırımlarımızla birlikte perakende sektöründeki konumumuzu güçlendirmeye ve kurumsal hedeflerimizi ileriye taşımaya devam edeceğiz. ” dedi. Konya, Afyonkarahisar, Aksaray, Karaman, Ankara, Bolu, Mersin ve Isparta olmak üzere Türkiye’nin 8 şehrinde hizmet verdiklerini belirten Adese Genel Müdürü Sıtkı Erben: “Adese, kurulduğu 1991 yılından bu yana sağlam ve emin adımlarla perakende sektöründeki büyümesini sürdürüyor. Hem Fortune 500 Türkiye listesinde hem Capital’in “Türkiye’nin En Büyük 500 Özel Şirketi” araştırmasında hem de KNORR TÜRKİYE ŞEFİ MUTFAKTAKİ SIRLARINI ADESE MÜŞTERİLERİYLE PAYLAŞTI KNORR TÜRKİYE ŞEFİ HAZER AMANİ, KULESİTE ADESE’DE MÜŞTERİLERLE BİR ARAYA GELDİ. MUTFAKTAKİ SIRLARINI ADESE MÜŞTERİLERİYLE PAYLAŞAN AMANİ, ARDINDAN ADESE’NİN KASAP REYONUNDA ÇALIŞANLARLA BULUŞARAK DENEYİMLERİNİ AKTARDI. İttifak Holding’in ulusal perakende markası Adese, Knorr Türkiye Şefi Hazer Amani’yi Adese müşterileriyle bir araya getirdi. Kulesite Adese mağazasında müşterileriyle lezzet dolu bir sohbet gerçekleştiren Amani, yemek yapmaktan büyük keyif aldığını söyledi. Lezzetli yemeği elde etmenin inceliklerini katılımcılarla paylaşan Hazer Amani, keyifli dakikaların yaşandığı sohbette Türk ve Dünya mutfağından en lezzetli yemek tariflerini Adese müşterileriyle paylaştı. Hazer Amani’den Adese Personeline Eğitim Personeline yaptığı eğitim yatırımlarıyla çalışanlarının mesleki gelişimlerinde süreklilik amaçlayan Adese, çalışanlarına yönelik gerçekleştirdiği eğitimlere bir yenisini daha ekledi. Keyifli bir ortamda gerçekleşen eğitimde, Hazer Amani Adese personeline eti marine etmenin ve daha lezzetli hale getirmenin püf noktalarını anlattı. Adese çalışanları ile Hazer Amani, et ve yöresel yemekler hakkında fikir alışverişinde bulundular. Adese personelinin et hakkındaki bilgisi karşısında memnuniyetini dile getiren Amani ayrıca Konya’nın yöresel lezzetleri, pişirme yöntemleri ve kullanılan malzemeler hakkında bilgi almayı da ihmal etmedi. Hazar Amani Hakkında ODTÜ Sosyoloji bölümünden mezun olan Hazer Amani, okulu bitirdikten sonra, mutfağa olan tutkusunun peşinden giderek Güney Afrika’da Cape Town’da aşçılık eğitim aldı. Burada dünyanın en prestijli şeflik diploması olarak kabul edilen Le Cordon Blue Grand Diplôme’yi alarak 2009 senesinde Türkiye’ye dönen Amani, 2013 yılında Knorr Türkiye Şefi olarak çalışmaya başladı. 10 bizden haberler NİJERYA HEYETİNDEN SELVA GIDA VE İMAŞ MAKİNE’YE ZİYARET İTTİFAK HOLDİNG ŞİRKETLERİNDEN SELVA GIDA VE İMAŞ MAKİNE, MÜSİAD KONYA ŞUBESİ’NİN EV SAHİPLİĞİNİ YAPTIĞI İŞ GEZİSİ KAPSAMINDA NİJERYA’LI İŞADAMLARI VE BÜROKRATLARI AĞIRLADI. Müsiad Konya Şubesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve aralarında Nijerya Federal Cumhuriyeti IMO River Valisi OKORACHA, Genel Kurmay Başkanı, Bakanlar Kurulu Üyeleri, Ticaret Odası Başkanı’nın da bulunduğu 160 kişilik heyetin Konya’da gerçekleştirdiği iş gezisinin ilk durakları, Selva Gıda ve İmaş Makine oldu. Sağlık, Gıda, Makine, PVC, Alüminyum, Tarım ve Mobilya sektörlerinde faaliyet gösteren firmaların katıldığı iş gezisi kapsamında Selva Gıda ve İmaş Makine’ye konuk olan Nijerya’lı işadamları, Selva Gıda’da İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Korkmaz tarafından karşılandı. Öğle yemeği ikramının ardından gerçekleşen ikili görüşmelerde Nijerya heyetine İmaş Makine ve Selva Gıda’nın faaliyetleri anlatıldı. Nijerya’ya 12 yıldır ihracat yapıyoruz Afrika kıtasına yoğun ihracatları olduğunu belirten Mehmet Ali Korkmaz, heyetin ziya- retinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Korkmaz, “İttifak grubu olarak Nijerya ile geçmişten bu yana ticari ilişkilerimiz söz konusu. Geçtiğimiz dönemde İmaş ile Nijerya’nın Aba şehrinde grubumuzun inşaat firması Seha’nın çelik konstrüksiyonunu inşa ettiği 600 tonluk değirmeni devreye almıştık. Yine Selva Gıda ile bölgeye makarna ve kuskus ihracatı yapıyoruz. Yaklaşık 12 yıldır faaliyet gösterdiğimiz bölgede güçlü bir pazar payına sahibiz. Hatta Selva, Nijerya’ya ihracat yapan makarna markaları arasında lider durumda. Bu ticari ilişkilerimizi daha da geliştirip güçlendirmeyi arzuluyoruz” dedi. Heyetle yaptıkları ön görüşmelerin gayet olumlu geçtiğini ifade eden Korkmaz, Müsiad’ın himayesinde gerçekleştirilen bu ziyaretin Konya iş dünyası adına da önemli bir gelişme olduğuna değindi. retlerinde ağrılıklı olarak gıda ve makine sektörlerinde faaliyet gösteren Nijeryalı firmalar ile görüşmeler yapıldı. İttifak Holding ve Nijerya heyeti, karşılıklı olarak organizasyondan duydukları memnuniyeti dile getirdiler. İmaş Makine ve Selva Gıda fabrika ziya- MİNİ COOPER’LAR SAHİPLERİNE TESLİM EDİLDİ KONYA’NIN ALIŞVERİŞ VE YAŞAM MERKEZİ KULESİTE’NİN DÜZENLEMİŞ OLDUĞU ALIŞVERİŞ VE EĞLENCE FESTİVALİ’NİN BÜYÜK ÖDÜLÜ 3 ADET MİNİ COOPER COUNTRYMAN, KULESİTE’DE YAPILAN TÖRENLE YENİ SAHİPLERİ; HACER GÖKÇEN ÖZDEMİR, RABİA BATU VE AHMET ÇALIŞIR’A TESLİM EDİLDİ. Kulesite’nin 19 Nisan-22 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirdiği Alışveriş ve Eğlence Fesitavali kapsamında, 100 TL ve katları alışveriş fişleriyle çekilişe katılan ve kazanan talihli Kulesite ziyaretçileri festival ödülü olan 3 adet Mini Cooper Countryman’a kavuştu. Kulesite etkinlik alanında gerçekleştirilen törenle araçlarını teslim alan; Hacer Gökçen Özdemir, Rabia Batu ve Ahmet Çalışır ’ın mutluluğu görülmeye değerdi. Heyecanlı oldukları da gözlenen talihliler; kampanya süresince emeği geçen herkese teşekkür ederken, kampanyanın kendileri adına unutulmayacak bir anı olacağını da dile getirdi. Festival süresince çekiliş kampanyasının yanı sıra ünlü sanatçıları ağırlayan, özel etkinliklere ve sergilere ev sahipliği yapan Kulesite, ziyaretçilerine hoşça vakit geçirebileceği alışveriş ve festival deneyimi yaşattı. Çekiliş kampanyası hakkında konuşan Kulesite Alışveriş Merkezi Müdürü Mustafa Totan; ‘’Alışveriş ve Eğlence Festivali’nin büyük ödülü olan 3 adet Mini Cooper Countryman’ı sahiplerine teslim ettik. İlerleyen süreçlerde yapacağımız kampanya ve etkinliklerle Konya halkının sosyal değerlerine katkıda bulunmak için çalışmaya devam edeceğiz. Festivale yoğun ilgi gösteren ziyaretçilerimize teşekkür ediyor, talihli ziyaretçilerimizi de tebrik ediyorum’’ dedi. 12 En Bereketli Hayır Aşı “Aşure” KÜÇÜCÜK ÇOCUKLARKEN BİZE İFADE ETTİĞİ TEK ŞEY HER EVİN MUTFAĞINDAN YÜKSELEN MİS GİBİ KOKULAR VE SINIRSIZ TATLI YEME GÜNÜ OLSA DA ZAMANLA ASLINDA NE KADAR ULVİ BİR ANANENİN PARÇALARI OLDUĞUMUZU ÖĞRENMEK BİZE ASIL MANEVİ HAZZI TATTIRAN YEGANE HİS. 13 Aşure günü deyince çoğumuzun aklına ilk gelen şey bu hayırlı günde Hz. Nuh’un yaşadıkları ve o günün mecburiyetinde hazırlanan yemek gelir. Oysa Aşure yani Muharrem ayının 10. günü İslam alemi için bir çok hayırlı olayın da yaşandığı kutlu bir gündür. Aşure” Arapçada “10” manasına gelen “aşara” kelimesinden türemiştir. Öyle ki hali hazırda Muharrem ayının 10. günü kuru fasulyeden nohuta, üzümden yarmaya yöreye göre değişiklik gösterse de ne kadar çeşit varsa akla gelen atılır bir kazana ve başlar kaynamaya… Her kapı çalınışında başka bir komşudan gelir üzeri süslenmiş aşure tabağı. Hiç boş çevrilmez taa Hz. Nuh’tan bu yana… İslam inancına göre bu günde; z Hz. Adem’in tövbesi kabul edilmiş, z Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşinden kurtulmuş, z Hz. Yakub oğlu Yusuf’a kavuşmuş, z Hz. Musa ve İsrail oğulları Firavunun zulmünden kurtulmuş, z Eyyüb peygamberin hastalıkları geçip iyileşmiş, z İdris peygamber diri olarak göğe yükseltilmiş, z İsa peygamber doğmuş ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmiştir. Bu mucizelerle ilgili Kur’an’da bir ifade bulunmamakla beraber bu olayların hepsi Müslümanlar için önemli mucizelerdir. Aşure Gününü kıymetli kılan bir diğer şey ise “Aşure orucu”dur. İslam dininden önce de Aşure günü tutulduğu bilinen bu oruç biz Müslümanlara sünnettir. İslam dininin yeni doğmaya başladığı zamanlarda henüz Ramazan orucu bize farz kılınmamışken vacip olan Aşure orucu tutmaktı. O akşam oruçlarını bu çorbayla yani aşure ile açarlar. İşte o vakitten sonra da bu hayırlı aşure geleneği bozulmadan bu güne kadar gelir. Aşure gününün hayrını anlayıp bugün yapılan ibadetin ve duanın ne kadar kıymetli olduğunu bize çocukluğumuzdan başlayarak öğreten bu hayırlı aşa gelecek olursak. Aslında aşure pişirmek bir ibadet değil, gelenek. Hz. Nuh’tan bu yana süregelmiş ve o günü hiç unutmamamızı sağlamış çok anlamlı bir gelenek hem de. Küçücük çocuklarken bize ifade ettiği tek şey her evin mutfağından yükselen mis gibi kokular ve sınırsız tatlı yeme günü olsa da zamanla aslında ne kadar ulvi bir ananenin parçaları olduğumuzu öğrenmek bize asıl manevi hazzı tattıran yegane his. Ve meraklı gözlerle sorulmuş “Aşure nasıl ortaya çıkmış?” sorusuna, her evden verilen aynı cevap: Aşurenin hikâyesinden bu kadar bahsetmişken aşurenin tarifine de kısaca yer vermeden olmaz elbette. Hz. Nuh zamanında insanoğlunun çok fazla sapkınlığa kapılması ve hiçbir şeyden ders veya feyz almaması neticesinde Yüce Allah insanoğlunu büyük bir tufanla cezalandırır. Ancak canlı soyunun devam etmesi için de Nuh peygambere çok büyük bir gemi yapılmasını emreder. Gemi tamamlandıktan sonra her türlü hayvandan bir dişi bir erkek olmak üzere ikişer tane, temiz sayılan bazı hayvanlardan da yedişer tane alıp gemiye binmelerini ister. Hayatta kalabilmeleri için de yanlarına alabildikleri kadar yiyecek almalarını söyler. Bütün hazırlıklar bittikten sonra 40 gün 40 gece süren bir tufan başlar. Dünya sular altında kalır. Tufan sona erdiğinde yeryüzünde başka hiç canlı kalmamıştır. Hz. Nuh, gemisindekilerle birlikte tekrar karaya çıkar. Artık dünyadaki canlı nesli bu geminin yolcularından devam edecektir. Nuh Peygamber ve yanındakiler kurtulmalarına şükretmek için o gün şükür orucu tutarlar. O gün gemideki tüm hayvanlar da oruçtur. Hz. Nuh herkesin elinde ne kadar yiyecek kaldıysa hepsini ister. Çok az fasulye, çok az buğday, vs derken zaten elde kalan yiyecekler ancak bir tencereyi dolduracak kadardır. Hal böyle olunca da hepsini bir tencerede birleştirip 7 farklı türün bir arada olduğu çorbamsı bir yemek çıkar ortaya. Aşure: Malzemeler : 2 su bardağı Selva Aşurelik Buğday 1 su bardağı Nohut 1 su bardağı Kuru fasulye 1 su bardağı kuru Üzüm 1 su bardağı İncir 1 su bardağı kuru Kayısı 1/2 su bardağı fıstık 4 su bardağı Şeker 1 yemek kaşığı karanfil 10 - 15 su bardağı Su Üzeri için: 1 su bardağı kuş üzümü Çekilmiş ceviz içi, Antep fıstığı Tarçın, nar taneleri Hazırlanışı: Buğday, fasulye, nohut ve üzümü yıkayıp ayrı kaplarda bir gece önceden ıslatın. Ertesi gün buğdayı süzüp büyük bir çelik tencereye alın. 15 su bardağı su ekleyip kaynatın. Üzerinde biriken köpüğü bir kevgirle alıp tencerenin kapağını kapatın ve 30 dakika kaynatın. Fasulye ve nohutu süzüp ayrı kaplarda haşlayın. Buğday taneleri iyice yumuşayıncaya kadar yaklaşık 4. 5 saat kısık ateşte arasıra karıştırarak pişirin. Buğdayın suyu un çorbası kıvamına gelmek üzereyken nohut ve kuru fasulyeyi ekleyin. İyice kaynatın. Ardından sırasıyla fıstık, kuru üzüm, karanfil ve dörde bölünmüş kuru kayısıyı ilave edip karıştırın. Birkaç taşım kaynatın. Son olarak şekeri ekleyip 5-10 dakika kaynattıktan sonra incirleri katın ve bir taşım kaynatıp, ateşten alın. Aşure piştikten sonra sıcakken kaselere boşaltın. Soğuyunca üzerini ceviz içi, Antep fıstığı, kuş üzümü, tarçın ve nar taneleri ile süsleyerek servis yapın. İsteğe bağlı olarak gülsuyu da serpebilirsiniz. 14 Cahide Sultan’dan Özel Tarifler www. cahidejibek. com ŞEFTALİ KEBABI (6 Kişilik) Malzemeler 1 adet kuzu gömleği 600 gr karışık kuzu ve dana kıyma 1 adet kuru soğan Yarım demet maydanoz 1. 5 tatlı kaşığı karabiber 1 yemek kaşığı toz kırmızı biber 1 çay kaşığı kimyon 1 yemek kaşığı galeta ve bayat ekmek içi Hazırlanışı Soğanı, maydanozu ince doğrayıp, baharatlarla beraber kıymaya ekleyin. 10 dakika kadar yoğurun ve irice köfteler hazırlayın. Kuzu gömleğini, yumuşaması ve gerçek boyutuna ulaşması için 1 saat önceden yoğurt mayalama sıcaklığındaki suya koyun. Gömlekten 7-8 cm eninde uzunca şeritler kesin. Köftelerden birini şeritin ucuna koyup bir kez dolayacak şekilde, gömleğe sarın. Bıçakla gömleğin fazlasını, köftenin hemen dibinden kesin. Kalan köfteleri de bu şekilde sarın. Elinizle düzelterek bir tepsiye yerleştirin. Köfteler, üstü kapalı olarak bir gece buzdolabında beklerse çok daha iyi olur. Köfteleri bir fırın tepsisine dizip önceden ısıtılmış 200 derecelik fırında 30-35 dakika kadar pişirin. Üzerleri nar gibi kızarınca fırından alın. Pişen köfteleri sotelenmiş sebzelerle beraber servis edin. Afiyet şifa olsun. Not: Ben bu köfteyi iki kez yaptım. İlkini tavada, ikincisini fırında yaptım. Fırında yapılan çok daha güzel oluyor. Tavada yaparken, gömleklerin bir kısmı köfteden ayrılabiliyor. 15 SEBZELİ KURBAN KAVURMASI (Su eklemeden) (6 Kişilik) MALZEMELER 1 kg et için 200 gr iç yağı veya kuyruk yağı 4 adet yeşil biber 2 adet domates rendesi Tuz Hazırlanışı Öncelikle ısıtılmış yayvan bir tencereye etleri alıp ağzını kapatın.Kendi kendisine sulanmasını bekleyin. Suyunu salan etin üste çıkan köpüklerini alın.Bir kere karıştırıp yeniden ağzını kapatın. Bu esnada içinde soyulmuş küçük bir soğanı bütün olarak ekleyin. Kendi saldığı suyu çekene kadar pişirmeye devam edin. Bu işlemi çabuklaştırmak için etleri düdüklü tencerede pişirebilirsiniz. Diğer tarafta iç yağını küçük küçük doğrayın ve kızartın. Kakırdak denilen kavrulmuş yağları alıp,eriyen kısmı pişen etin üzerine dökün. Biberleri küçük küçük doğrayıp ete ilave edin. 5 dakika pişirdikten sonra, rendelenmiş domatesleri ekleyin. Domates rendesi pişip, suyunu çekince yemeği ateşten alın. NOT: Kuyruk yağı çabuk donmaz, fakat iç yağı çok çabuk donar. Kuyruk yağının kokusu sizi rahatsız etmiyorsa tercih etmenizi öneririm. Eğer kavurma için zeytinyağı kullanmak isterseniz, yağı en başta ekleyebilirsiniz. 16 SEMİZOTU ÇORBASI (8 Kişilik) Malzemeler 1 bağ semizotu 1 adet orta boy soğan 2. 5 su bardağı yoğurt 1. 5 yemek kaşığı un 1 yumurta sarısı 1 yemek kaşığı tereyağı 3-4 yemek kaşığı zeytinyağı Toz kırmızıbiber Yeterince su (Tercihen, et veya tavuk suyu) Hazırlanışı Soğanı yemeklik doğrayıp biraz yağla sararana kadar soteleyin. Yıkanıp ince doğranmış semizotunu ekleyip biraz daha soteleyin. Üzerine 5 bardak kadar sıcak su koyup kaynamaya bırakın. 3-4 dakika piştikten sonra, ayrı bir yerde çırptığınız yumurta sarısı, yoğurt ve unu ekleyip yeniden kaynayana kadar karıştırın. Kaynamaya başlayınca tuzunu atıp altını kapatın. Diğer tarafta tereyağı ve kalan yağı kızdırın. Tozbiberi ekleyin ve yağı çorbanın üzerine gezdirin. FINDIK LAHMACUN (8 Kişilik) Malzemeler Hamuru için Hamur malzemeleri: 2 su bardağı su 1. 5 tatlı kaşığı instant maya 1 yemek kaşığı zeytinyağı 1 tatlı kaşığı pekmez veya şeker 4. 5 veya 5 su bardağı kadar tam buğday unu 1 tatlı kaşığı tuz Harç malzemeleri 300 gr orta yağlı kıyma Hazırlanışı Hamur malzemeleriyle poğaça hamurundan daha sert bir hamur elde edin. Üzerini örtüp ılık bir yerde mayalanmaya bırakın. Lahmacun içini hazırlayın. Kış mevsimi ise domates yerine biraz su ilave ederek harcı yumuşatın. Rahat sürülebilen bir harcınız olmalı. Mayalanan hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alıp, unlu zeminde çay tabağı büyüklüğünde açın. Lahmacun harcından 1 yemek kaşığı üzerine koyup yayın. Bütün hamura aynı işlemi uygulayın. Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine fındık lahmacunları dizin. 250 derecelik önceden ısıtılmış fırında kenarları hafif kızarana kadar pişirin. 2 büyük soğan 4 diş sarımsak yarım demet maydanoz 2 adet domates 3-4 adet yeşil biber 1 yemek kaşığı biber salçası 1 küçük çay bardağı zeytinyağı 1 tatlı kaşığı karabiber Kimyon ve tuz 17 BULGURLU ROKA SALATASI (8 Kişilik) MALZEMELER 1 küçük çay bardağı pilavlık bulgur 1 orta boy kırmızı pancar 1 demet roka 3 dal taze soğan 1 çay kaşığı kimyon Yarım limon suyu veya 1 yemek kaşığı nar ekşisi Tuz, zeytinyağı Hazırlanışı Pancarı küçük küpler halinde doğrayıp tencereye alın. Üzerine bulguru ve üç çay bardağı kaynar suyu ilave edin. Tuzunu ekleyip kapağını kapatın. Kısık ateşte suyunu çekene kadar pişirin. Ilıdığında; kimyon, limonsuyu ve zeytinyağını ekleyip karıştırın Son olarak taze soğan ve rokayı doğrayıp ilave edin. Bekletmeden servis edin. Afiyet şifa olsun. REZENELİ KURABİYE (10 Kişilik) Malzemeler 120 gr tereyağı 1 çay bardağı zeytinyağı 1 buçuk çay bardağı toz şeker 1 adet yumurta 2 yemek kaşığı yoğurt ( katı yoğurt) 2 yemek kaşığı pekmez 3 su bardağından biraz eksik beyaz un 1 su bardağı tam buğday unu 2 yemek kaşığı öğütülmüş rezene 2 yemek kaşığı susam Hazırlanışı Oda ısısında yumuşamış tereyağını ve şekeri, kabartma tozu eklenmiş unla beraber karıştırın. Sıvı yağ, yumurta, yoğurt ve pekmezi ekleyip yoğurun. Son olarak susam, rezene, çörekotunu ekleyip yeniden yoğurun. Hamuru hafif unlanmış bir zeminde veya yağlı kağıt üzerinde merdaneyle yarım cm kalınlığında açıp kurabiye kalıplarıyla kesin. Yağlanmamış tepsiye dizip, önceden ısıtılmış 160 derecelik fırında hafif kızarana kadar pişirin. Afiyet şifa olsun. 1 tatlı kaşığı çörek otu 1 çay kaşığı kabartma tozu 18 ÇİÇEK TATLI (8 KİŞİLİK) MALZEMELER Malzemeler 125 gr tereyağı 1 küçük çay bardağı zeytinyağı 1 yumurta (Sarısı ayrılacak) 1 yemek kaşığı yoğurt Yarım çay bardağı toz şeker 1 büyük çay bardağı hindistan cevizi 2 yemek kaşığı irmik 2,5 veya 3 su bardağı un (Un çeşidine göre miktar değişebilir) 1 çay kaşığı kabartma tozu Bir fiske tuz Şerbeti için 2. 5 su bardağı şeker 3 su bardağı su Yarım küçük limon Soğuk tereyağını 2 su bardağı unla beraber robotta çekin (Çok yumuşamış veya erimiş olmayacak). Robotunuz yoksa yağı bıçakla ince ince doğrayıp una ekleyin. Una yedirene kadar yoğurun. Yoğurt, şeker, yumurta akı, tuz zeytinyağı, irmik ve hindistan cevizini ekleyip karıştırın. Kabartma tozunu ekleyin. Kalan unu yavaş yavaş dökerek hamura yedirin. Hamur yumuşak olmalı, yoksa şekil vermekte zorlanırsınız. Hamuru un serptiğiniz zeminin üzerinde merdaneyle yarım cm kalınlığında açın. Çiçek kalıp veya bir çay bardağı yardımıyla keserek daireler elde edin. Bu dairelerin yarısının orta kısmını bir sürpriz yumurta kabı yardımıyla keserek simit şekli verin. Bir düz şekil bir ortası boş şekil olacak şekilde hamuru üst üste dizip içi boş yuvalar elde edin. Üzerine elinizle hafifçe bastırın. Üst kısma yumurta sarısı sürüp 170 derecelik önceden ısınmış fırında nar gibi olana kadar kızartın. Diğer tarafta şerbeti hazırlayın: Şeker, su ve limonu tencereye koyup kaynamaya bırakın. Kaynamaya başladıktan sonra 20 dakika daha kaynatıp altını kapatın. Soğuk tatlıların üzerine, sıcak şerbeti döküp en az 3 saat bekletin. Tatlı bekledikçe güzelleşir. Tatlıları servis ederken içine dövülmüş ceviz, fındık, fıstık koyabilir. Kremayla da süsleyebilirsiniz. Afiyet şifa olsun. NOT: Tatlının içini çekmesi için düşük ısıda iyice kızarması lazım. Yoksa şerbet dökülünce hamurlaşabilir. 19 20 Sofralarımızın Sonbahar Telaşı “Kış Hazırlıkları” Mutfağınız daha bereketli, soğuk kış günleriniz daha sıcak olsun diye hazırlanır kışlıklar… Tıpkı gardrobunuzdaki değişim gibi sofralarınızda da bir devir teslim başlar yazdan kışa dönerken… Hazırlayan: Fatma AÇIK 21 Kaynadıkça bütün evi dolduran mis gibi tarhana kokusu, daha pişmeden yemek için sabırsızlanmaya başladığınız kuru dolmalar, kahvaltı sofralarınızın lezzetine lezzet katan kurutulmuş domatesler, kışın en enerji dolu kavanozları: reçeller… Tarhanalar, erişteler, yufkalar, sebze ve meyve kurutmaları, kavurmalar, pastırmalar, sucuklar, salçalar, reçeller, turşular… Hani eskiden bütün mahalle toplanıp her gün başka bir ev için imece usulü yapılan hazırlıklar… Kışın ne pişireceğim telaşından kurtaran hazır menüler yani. Biz de size bu konuda biraz yardımcı olalım ve bu sene kış hazırlıklarını beraber yapalım istedik. Ve sizin için mutfakların en elzem menülerinden bir derleme hazırladık. Hadi başlayalım. Her yöreye göre değişen ama her değişik hali de başka güzel olan efsane bir tattır tarhana. Sütlüsü, yoğurtlusu, acılısı, baharatlısı vs. daha sayarken bile tadını damağımızda hissettiriverir. Hele ki kaynayan tencerenin dumanını alıp da pişmesine sabretmek nasıl bir zordur. Bir de o tencerenin içine sarımsak eklenmişse işte o zaman dayanılmaz hale gelir bu bekleme süresi. İşte bu iştah açıcı çorbanın soframıza gelen kadar geçirdiği uzun serüven gerçekten de hayranlık uyandırıcı bir sabır işi. En geleneksel ev tarhanası: Malzemeler aşağıya doğru sıralanınca biraz fazlaymış gibi görünse de aslında bu işin güzelliği orada. Ne kadar çok malzeme o kadar çok lezzet. Malzemeler: 1 kg ev yapımı yoğurt 1 demet maydanoz 1 demet nane 1 demet dereotu 900 gr kırmızı biber Deniz tuzu 800 gr domates 750 gr kadar soğan 9 diş sarımsak Karabiber, pul biber 200 gr keçi peyniri (ekşi tarhana seviyorsanız) 4 yemek kaşığı domates salçası Yaklaşık 3 - 4 kg un Malzemelerinizi hazırlarken en çok dikkat etmeniz gereken şey genel olarak sizin mutfağınızın damak tadı. Eğer acı sizin için vazgeçilmezse pul biber istediğiniz ölçüde arttırılabilir. Ya da sarımsağın diş sayısı sizin yorumunuza göre farklılık gösterilebilir. Gelelim bu harika kışlığımızın hazırlanmasına. Öncelikle güzelce yıkayıp kabuklarını soyduğumuz malzemelerimizin hepsini mutfak robotundan geçiriyoruz. Sonra elde ettiğimiz karışıma yoğurdu da ekliyoruz. Yoğurtla da homojen bir biçimde karıştığından emin olduktan sonra azar azar unumuzdan ilave ediyoruz. Bu un ekleme işi ortalama 4 gün sürüyor. Bütün unumuzu 4 güne denk gelecek şekilde sabah ve akşam olmak üzere biraz biraz ekleyip yoğuruyoruz. 5. gün sabah hamur kıvamlı bu harika karışımdan çok büyük olmayan bezeler alıp elimizle bazlama gibi inceltiyoruz ve ince bir çarşaf veya yağlı kağıdın üzerine diziyoruz. Kurutma süremiz o an havanın durumuna göre değişeceği için belirleyici olan durum bu küçük tarhana bazlamalarının kenarlarının kurumaya başladığını görmek. Bu zamana kadar gün içinde sürekli çevirerek kurutuyoruz. Kuruduktan sonra tekrar robottan geçiriyoruz. Sıra son aşama olan eleme aşaması. Tabir yerindeyse defalarca elekten geçiriyoruz. Çünkü tarhana eledikçe küçülüyor. Vee bitti. Kışın hemen hemen her hafta sofralarımızda görmekten keyif aldığımız en ana yemeği hazır işte. Afiyetle… Gelelim mutfağın en bereketli, en marifetlisine erişteye. Gerçekten de öyle değil mi? Kullanılan yemek çeşidi o kadar fazladır ki eriştenin saymak hakikaten mümkün değil. Ama hemen her yöre mutfağında çorbası, makarnası, pilavı, etlisi, tavuklusu hatta balıklısı yapılır. Üstelik de hazırlanışı bir o kadar kolaydır. Hadi şu ev yapımı enfes lezzet kaynağının yapılışına bir göz atalım. Ev eriştesi: Malzemeler: 500 gr un 4 yumurta 1 çorba kaşığı zeytinyağı 1 çay bardağı su (dilerseniz yarısını süt olarak da koyabilirsiniz) tuz Hamuru açarken de biraz una ihtiyacınız olacak. Görüyorsunuz ya bütün malzeme bu kadarcık. Hazırlanması da en az bu kadar kolay. Unumuzu eledikten sonra yoğurma kabına koyuyoruz. Ortasını havuz gibi açıp yumurtaları, zeytinyağını, suyu ve tuzu ekleyip yoğuruyoruz. Sonra elde ettiğimiz hamuru bir kaba koyup üzerine nemli bez örtüp yarım saat bekletiyoruz. Süre sonunda hamurumuzu eşit 4 parçaya ayırıp her bir parçayı 2mm incelinceye kadar açıyoruz. Açtığımız yufkaların üzerine yapışmaması için un serpip rulo olacak gibi 3 parmak kadar sarıyo- 22 Tıpkı patlıcanda olduğu gibi domateste de temel kural doğru domates seçimi. ruz. Sonra da ince ince kesmeye başlıyoruz. Aslında kesme işlemi tamamen sizin erişteyi nasıl kullanacağınıza bağlı. Pilavlık olacaksa şehriye boyutunda, makarna olacaksa spagetti şeklinde veya çorba yapacaksanız küçük düğmeler halinde yapabilirsiniz kesiminizi. Sonra yapışmaması için biraz elinizle dağıtıp bez bir keseye koyarak kışa kadar sağlıkla muhafaza edebilirsiniz. Eee bu kadar hamur işi olur da sebze olmaz mı kış masalarında? Hem de ne güzel olur. Hani şöyle bol nar ekşisiyle tatlandırılmış bir kuru patlıcan dolması mesela veya kuş üzümlü, bulgurlu bir harçla doldurulmuş harika bir kuru biber. Bir de kabak var tabii. Bol dere otlu, yumuşacık etli kabak dolması… İşte kışın durgun sofralarını renklendirecek birbirinden keyifli kuru sebzelerimiz. Üstelik de hem kolay hem ekonomik. Patlıcan- Biber- Kabak Kurutma: Patlıcan kurutmaya başlamanın ilk ve en önemli adımı doğru patlıcanları seçmek. Çünkü bu işlem için özellikle küçük boy patlıcanlar tercih edilmelidir. E tabii bir de yerli olursa tadından yenmez. Özenle seçtiğimiz patlıcanları güzelce yıkayıp sap kısmından ayırıyoruz. Sonra ortadan ikiye bölüp içlerini çok da ince olmayacak şekilde oyuyoruz. Dikkat işlemi biten her bir patlıcanı daha önceden hazırladığımız tuzlu suya atıyoruz. Bütün patlıcanlar bittikten sonra sudan çıkarıp kuruladığımız patlıcanlarımızı bildiğiniz yorgan iğnesiyle yorgan ipine diziyoruz ve ardından pence- remize ya da balkonumuza gururla asıyoruz. Sonra bir de bakmışsınız ortalama bir haftada patlıcanlarınız kurumuş bile. İşte bu kadar. Aslında kabak ve biber için de hazırlanma aşaması pek farklı değil. Her ikisinin de içini çıkarıp aynı yöntemle ipe diziveriyoruz. Kuruma süreleri biraz farklılık gösterebilir. Sık sık kontrol etmek lazım. Domates de Kurutalım mı? Çanakkale domatesi olarak bilinen küçük, sivri ve etli domatesler bu iş için biçilmiş kaftan. Yine güzelce yıkadığımız domatesleri dörde bölüyoruz. (Ortalama 2,5 kilo domates için yarım avuç kadar kaya tuzuna ihtiyacımız olacak bu arada. ) Böldüğümüz domateslerimizi tuzlayıp iyice karıştırıyoruz ve 2,5 saat kadar bekletiyoruz. Paniklemeyin sakın çünkü geri geldiğinizde domateslerinizin oldukça sulanmış olduğunu göreceksiniz. Bu beklediğimiz hatta istediğimiz bir sonuç. Sularından arındırdığımız domateslerimizi geniş bir tepsiye kesilen yerleri üste gelecek şekilde diziyoruz. 5 ile 7 gün arasında kurutma işlemimiz sona erecek. Ama bu süreçte en dikkat edilmesi gereken şey domatesin ara ara bıraktığı suyunu almak. Vee domatesler kışa hazır. Bez bir torbanın içinde tencereyle buluşacakları günü bekleyebilirler artık. Kışın öğle ve akşam menüleri neredeyse hazır. Peki ya sabah kahvaltısı? İşte size bunun için de harika bir mevsim reçeli: Ayva! Kışın Reçeli Ayva Reçeli: Malzemeler: 1 kg ayva 1 kg şeker 1 çay kaşığı tereyağı (bu püf noktası kısmı) yarım limon suyu 3-4 adet karanfil Ayva çekirdekleri Ayvalarımızı yıkayıp soymakla başlayalım işe. Sonra da sevdiğimiz kalınlığa göre dilimleyelim (ama çok da kalın olmasın). Şekerimizi üzerine ekleyip bir gece de bekletirsek ertesi sabah harika bir kokuyla uyanacağınızı garanti ediyorum. Tenceredeki bu müthiş ayvalara tereyağını (kaynarken köpürmesin diye), karanfilleri ve ayva çekirdeğini de atıp ocağa koyalım. Kıvamı koyulaşana kadar kaynatalım. Ocaktan almadan birkaç dakika önce limonumuzu da ekleyip bir taşım kaynattık mı tamamdır. Reçelimiz hazır. Birazını tadına bakmak için ayırdıktan sonra (ne yapmışız bir görmek lazım) sıcakken cam kavanoza koyup ağzını kapatın ve ters çevirin. Soğuyuncaya kadar böyle kalsın. Bu konserve etkisi yaratacak ve mis kokulu ayva reçelimiz kışa kadar bozulmadan saklanacak. Size bir şey söyleyeyim mi? Bence bu kış çoook lezzetli olacak. 24 Sonbaharın Şifalı Yiyecekleri EEE BOŞUNA DEMEMİŞ ATALARIMIZ TURP İÇİN: “EĞER YİYEMİYORSAN, SENEDE BİR KEZ OLSUN TARLASINDAN GEÇECEKSİN. O BİLE YETER. ” Nar, üzüm, incir, armut, börülce, bamya barbunya… Sonbahar aylarıyla beraber tencerelerimizdeki yerlerini sırasıyla alacak olan bu lezzetli yiyeceklerin bize sundukları sadece değişik tatları değil. Sonbaharın bu çeşit çeşit sebze ve meyveleri barındırdıkları vitaminlerle de sağlığımıza hizmet etmeye hazır. NAR Bu sağlık depolarının başında gelen meyve elbette nar. Her bir tanesinin hatta kabuğundan çiçeğine kadar her bir zerresinin ayrı bir hastalığa karşı koruyuculuğu var neredeyse. Bu hastalıkların başında da kalp rahatsızlıkları geliyor. Çünkü narın damar tıkanıklıklarını geriletme özelliği bulunuyor. 2010 yılında Columbia Üniversitesi Kardiyoloji bölümünde yapılan bir çalışmada da, nar suyunun damar tıkanıklığını önleyici özelliği saptanmış. Ayrıca ´ACE´ denilen enzimi engelleyerek tansiyon düşürücü bir etki de yapıyor. Bu kıymetli meyvenin kabuğu alkaloit, tanen ve glikozitler içeriyor. Bu sayede de ishal kesici ve kurt düşürücü özelliğe sahip bulunuyor. Nar kabuğunun ekstresi ise güçlü bir virüs ve mikrop öldürücü özelliği sahip. Potasyum ve demir minerali ile C vitamini açısından da çok zengin bir meyve nar. B1, B2 vitaminleri ile kalsiyum ve fosfor minerallerini de bünyesinde bulundurmakta. Ve narın halk arasında da yaygınca bilinen en önemli özelliklerinden biri ise kansere karşı koruyucu pek çok güçlü bileşik içeriyor olması. Yapılan araştırmalarda nar suyunun cilt kanserine ve erkeklerde prostat kanserine karşı koruyucu etkisinin görüldüğü saptanmıştır. ÜZÜM Çekirdeklisi, çekirdeksizi, ince kabuklusu, kalın kabuklusu, iri tanelisi, küçük tanelisi, siyahı, beyazı derken onlarca farklı türe sahip belki de tek meyvedir üzüm. İzmir’in “çekirdeksizi” de Torosların “Adana Beyazı” da başka bir kokuda başka bir aromadadır. Kısacası hemen hemen herkesin damak zevkine uygun bir üzün çeşidi bulmak mümkündür yani. İyi ki de öyledir aslında. Çünkü üzümün vücudumuza faydalarını düşündüğümüzde üzüm sevmeyen birinin vay haline. Besin değerleri bakımından oldukça zengindir bu tadı hoş sonbahar meyvesi. Bol miktarda B vitamini ile C vitamini içeren üzüm, E vitamini ile potasyum, kalsiyum, sodyum, fosfor, demir, magnezyum ve kükürt minerallerini de içinde barındırır. Tıpkı nar gibi üzümün de çekirdeğinden, suyuna kadar her hali ayrı bir hastalığa şifadır. Bir kere hepimizin ilk aklına gelen şey var tabii: kan yapar. Vücutta biriken zararlı maddelerin dışarı atılmasını sağlar. Böbreklerdeki kum ve taşları düşürmede yardımcı olur. Kuru üzüm damar sertliği ve yüksek tansiyona karşı faydalıdır. Güçlü bir antioksidan olan üzüm, kansere karşı koruyucudur. Kalbi kuvvetlendirir. Cilt güzelliğini sağlar. Şişmanlıkta faydalıdır. Bedeni ve zihni gücü artırır. Unutkanlığa karşı faydalıdır. Hamilelerin mide bulantısını önler. Sinirleri yatıştırır. Yorgunluğu giderir. Ayrıca kabızlığa da birebirdir. Gelelim çekirdeğine. Hani bir dönem oldukça popüler olan üzüm çekirdeği furyasını hatırlamayanımız yoktur eminim. İşte o dönemden sonra çıktığı hızla inişe geçen bu popülariteyi hatırlamakta fayda var. Çünkü üzüm çekirdeğini düzenli kullandığınızda elde edeceğiniz inanın birçok tedavi yöntemini geride bırakabilir. Siyah üzüm çekirdeği ve kabuğu bağışıklık sistemini güçlendirir. İçinde bulunan bor minerali beyin 25 İzmir’in “çekirdeksizi”, Toroslar’ın “ Adana Beyazı”, “Cardinal”i, Yalova’nın “Yalova incisi”… Üzümün vücudumuza faydalarını düşündüğümüzde üzüm sevmeyenin vay haline. fonksiyonlarını arttırmaya yarar. Üzüm çekirdeği histamin salgısını azaltıcı özelliğiyle alerjiyi önleyici etkiye sahiptir. Üzüm çekirdeğinin bağ dokusunu güçlendirici, cildi daha sıkı ve elastiki yapıcı etkisi vardır. BROKOLİ Sonbaharın en güzel müjdecilerinden biridir brokoli. Manav tezgahlarında kendine muhakkak bir yer edinen bu küçük ağaççıklar bulundukları konumu hakkıyla hak ediyor aslında. Beta karoten açısından bir depo görevi üstlenen brokoli hayat dolu yeşil rengiyle bize sağlık vermek için çırpınan bir hekim gibi adeta. Beta-karoten vücut içinde bulunan serbest radikallere karşı önemli bir görev üstlenir. Bu sayede önemli hastalıklara karşı koruma sağlar. Önemli bir antioksidandır. Brokoli ayrıca içinde bol miktarda C vitamini, folik asit, potasyum, selenyum ve kalsiyum bulunmaktadır. Brokoli önemli bir lif kaynağı besin olarak da bilinir. Brokoli hakkında keşfedilmiş en önemli bilgi, kanserle savaşta çok güçlü bir nefer görevi üstleniyor olmasıdır. Yapılan araş- tırmalar brokolinin kadınlarda özellikle meme kanserine karşı önemli bir koruma sağladığı ve meme kanseri olan kadınlarda yaşam süresini uzattığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca bütün diyet menüleri için de fazlasıyla yardımcı olan bu sonbaharın hafif lezzeti, saçlarınızdaki kurumayı önler ve daha sağlıklı olmalarını sağlar. de de bir çok yiyeceğe nazaran daha yardımcı olduğu görülmüştür. Kara lahananın kısa vadede hissetmenizi sağlayacağı en güzel şey ise vücudunuza yaydığı zindelik olacaktır. Fakat önemli bir noktayı atlamamak gerekir ki guatr rahatsızlığı bulunanlar bu besinden uzak durmalıdır. BÜRÜKSEL LAHANASI TURP Mevsimin en şirin sebzesi muhakkak ki budur. Eee ne demişler her şeyin küçüğü. Bu küçük lahanacıklar salatalarınızı süslerken bir yandan da size boylarından büyük faydalar sağlamakta. Turp, sonbahar sebzeleri arasında belki de en fazla tüketilenidir. Salatalara rendelenir. Dilimlenip limonlanır. Soyulup kabuğuyla sofralar süslenir… Ama elbette ki vücudumuzdaki yeri bunlardan çok daha fazladır. Çok yüksek oranda demir minerali ile folik asit içerdiğinden kansızlığı ve doğum yapacak kadınların “omurganın bir yanının açık olması” hastalığına yakalanmış çocuk doğurma riskini en aza indiriyor. Ayrıca C, E ile A vitamini gibi antioksidan maddeleri yüksek oranda içerdiğinden kalp hastalıklarına yakalanma ihtimalini düşürür, kalp krizi geçirme riskini azaltır ve katarakt hastalığına yakalanmamanız için de elinden geleni yapar. KARA LAHANA Özellikle Karadeniz yöresi yemeklerinde duymaya aşina olduğumuz bu deva dolu sebzeyi aslında mevsiminde hemen her manavda bulmak mümkün. Üstelik hepimizin tahmin ettiğinin aksine kullanım alanı da bir hayli geniş. Bir birinden değişik ve enfes yemek ve salata tarifiyle sıra dışı bir tat yakalamak da mümkün. Ama elbette bu tadın yanında size sunduğu sağlığı da göz ardı etmemek lazım. Müthiş bir idrar sökücü olan kara lahana bağırsakta bulunan kurtları düşürmekte de bir hayli etkilidir. Mide ülserinin tedavisin- C vitamini, kalsiyum, potasyum ve demir kaynağı turp, cildi güzelleştiriyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Mide ve bağırsağı çalıştıran, sindirimi kolaylaştıran, öksürüğe, romatizmaya ve damar sertliğine iyi geldiği yaygın olarak bilinen turp, kabızlığı gidermede de büyük yardımcı. Ve kırmızı turp. En büyük özelliği içeriğindeki antioksidan etki olan turpun bu renkli hali, turpa rengini veren maddenin içeriğinden dolayı beyaz turptan daha fazla bulunuyor. Turpun antioksidan etkisi, vücutta kanser hücrelerinin oluşumunu engelliyor. Özellikle akciğer ve kalınbağırsak kanserlerinde oldukça etkin. Eee boşuna dememiş atalarımız turp için: “Eğer yiyemiyorsan, senede bir kez olsun tarlasından geçeceksin. O bile yeter. ” Turp ile ilgili tek uyarı ise vücuttaki iyot miktarını azalttığı için çok turp tüketenlerin iyotlu tuz kullanımına özen göstermeleri gerekliliği. 26 reyondakiler Adese Halı Şampuanı & Tül Beyazlatıcı Adese, yeni ürünleri Halı Şampuanı ve Tül Beyazlatıcı’yı tüketicilerin beğeneisine sundu. 1 Lt’lik ambalajı ile Adese reyonlarında yerini alan Adese halı şampuanıyla halılarınız ve koltuklarınız pırıl pırıl olurken siz de lekesiz temizliğin mutluluğunu yaşayacaksınız. Halı temizliğinde kolay ve hijyenik temizlik sağlayan Adese Halı Şampuanını koltuk yüzeylerinin temizliğinde de kullanabilirsiniz. Adese’nin bir diğer yeni ürünü Tül Beyazlatıcı Toz ise temizlikteki yeni yardımcınız olacak. Çamaşır suyu içermeyen Adese Tül Toz’un özel köpüren sihirli formülü sayesinde tüm tül perde ve çamaşırlarınızı yıpratmadan bembeyaz yapabilirsiniz. Biscolata Veni Çikolata sektörünün en yenilikçi markalarından biri olan Biscolata, şimdi de yeni üyesi Veni ile ürün portföyünü zenginleştiriyor. Veni, 2 kat gofret yaprağı arasına yerleştirilmiş eşsiz çikolata ve fındık kremasıyla gofert sevenlere muhteşem bir lezzet sunuyor. 24 küçük parçadan oluşan gofretiyle damak tadınızı büyülemeye hazırlanan Veni, aileniz ve arkadaşlarınızla birlikte keyifle tüketebileceğiz leziz bir atıştırmalık. Dr. Oetker Şekerpare Dr. Oetker, Türk damak tadına uygun Geleneksel Lezzetler serisine bir yeni ürün daha ekledi. 410 gr. ’lık (24 adet) ambalajında tüketicilerin beğenisine sunulan Dr. Oetker Şekerpare, bayramlar, özel günler ve yemek sonrası tatlı sunumları için ideal bir ürün. Lezzet tutkunlarına pratik hazırlama kolaylığı sunan Dr. Oetker şekerpare ile misafirlerinize ve ailenize keyifli bir tatlı ziyafeti sunabilirsiniz. Uludağ Orman Meyveleri Türkiye’nin en büyük içecek markalarından biri olan Uludağ’ın lezzet ailesinin yeni üyesi Uludağ Orman Meyveleri, tadıyla sizi bambaşka bir dünyaya götürecek. Karadut ve orman meyvelerinin karışımından oluşan ve ‘Sen de iç havan değişsin’ sloganıyla raflardaki yerini alan Uludağ Orman Meyveleri keyifli anlarınızın vazgeçilmezi olabilir. 27 28 Unesco Kültür Mirası Listesinde Bir Türk Geleneği “Türk Kahvesi” Gerçekten sarayda yayılmasını Hürrem Sultan’a mı borçludur bilinmez ama adının tüm dünyada “Türk Kahvesi” olarak duyulmasını Osmanlı’ya borçlu olduğu kesin. Hazırlayan: Arzu EROL 29 Bayram ziyaretlerinin, kız istemenin ve misafir ağırlamanın olmazsa olmazıdır kahve. En içten sohbetlerin eşi, öğleden sonra komşuluklarının bahanesidir. Ağır misafire saygı ifadesi, kahvehane kültürünün temelidir. Bize kahve denildiğinde ilk aklımıza gelen, “Kahve altı” na yediğimiz o birkaç sabah lokmamıza adını veren, akşam üstlerini keyif anlarına çeviren çok eski bir Türk geleneği Türk Kahvesi… Hal böyle olunca bu kadar köklü bir değeri elbette Unesco hemen fark etti ve 2013 yılında geleneksel kahvemiz ‘Somut olmayan kültürler mirası’ listesine girdi. Kahvenin anavatanı aslen Etiyopya’nın güneyindeki Kaffa’dır. Bir rivayete göre şimdilerde dünyanın dört bir yanında birbirinden çok farklı sunumlarla hazırlanan kahveyi bundan yüzyıllar evvel bir koyun çobanı keşfetmiş. Keçilerinin yedikleri şeylerden sonra ilginç bir enerjiyle dolduğunu gören çoban takip etmeye başlamış hayvanlarını ve görmüş ki bu ilginç çekirdekli bitkiyi yani şimdinin kahve çekirdeklerini yedikten sonra değişmeye başlamış hareketleri. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı’nın Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından saraya getirilen kahve 16. yüzyıla damgasını vurmuş. Gerçekten sarayda yayılmasını Hürrem Sultan’a mı borçludur bilinmez ama Türkler arasında hızla yayılan ve gelişen kahvenin bu içim tarzı dünyaya Osmanlı’dan yayıldığı için de adına Türk Kahvesi denmiş taa o zamandan bu zamana. O zamanlar çiğ olarak satın alınan kahve, kavrulduktan sonra dibeklerde dövülerek veya el değirmeninde çekilerek inceltilirmiş. Kahvenin toplu olarak çekilip öğütülmesi ve bu hazır olarak satışa sunulmasının tarihi oldukça yeni sayılır aslında, 1800’lü yılların sonunda. Bayram ziyaretlerinin, kız istemenin ve misafir ağırlamanın olmazsa olmazıdır kahve. En içten sohbetlerin eşi, öğleden sonra komşuluklarının bahanesidir. Ağır misafire saygı ifadesi, kahvehane kültürünün temelidir. Bize kahve dendi mi önce aklımıza Türk Kahvesi gelir. Sorular hep aynı sorulur: “Türk kahvesi mi, normal kahve mi?” Yani bizim için keyfiyle, neşesiyle, hatırıyla, saygısıyla bir yaşam tarzı, bir kültür kanıtıdır kahve yani Türk Kahvesi… Tüm bu sebeplerden dolayı da çok şaşırtıcı olmadığı gibi aslında geç bile kalınmış bir durumdur kahvemizin UNESCO Dünya Somut Olmayan Kültürler Listesi’ne girmesi. Yine de geç de olsa dünyanın keşfettiği bu kültür Türk geleneklerinin dünya çapında duyulmasına ve ebedileşmesine olanak sağlamıştır. Hemen hemen her Türk’ün bir kahve tiryakisi olduğunu varsayarsak ki öyledir, bu tada oldukça keskinleşmiş damaklara kahve hazırlamak da bir o kadar incelik ister. Çünkü alınan o ilk yudumdan sonra içenin yüzündeki o ifadenin tonu çok kıymetlidir ikram eden için. Öyle ya maharet işidir bu iş, sabır işidir. Kısık ateşte on beş-yirmi 30 Bizim memlekette nerede olursanız olun kahve isterseniz bir bardak suyla beraber Türk kahvesi gelir. O yüzden sorular hep aynı sorulur: “Türk kahvesi mi, normal kahve mi?” Yani bize kahve dendi mi doğal olarak ilk aklımıza gelendir Türk Kahvesi … dakika ağır ağır pişirilmesi makbuldür. Elbette ki en hora geçeni kömür ateşinde, bakır cezvede hazırlamaktır lakin bu eşsiz keyif maalesef çağdaş yaşamın bizden alıp götürdüklerindendir. Esasen sabırla pişen bu bir eşi daha olmayan tada şeker koyulmazmış evvelden. Şeker veya lokum ikram edilirmiş yanında. Şimdilerde bu durumda da biraz kolayına kaçmışız galiba: Bir kaşık kahve bir kaşık şeker… Kahve geleneğinin en vazgeçilmezlerinden biri de beraberindeki su ikramıdır. Ağızda, varsa, başka tatları gidererek damağımızı bu enfes tada hazırlamak için kahvemizi yudumlamadan önce birkaç yudum su yaşayacağımız keyfi katmerlendirir. Bir kahvenin gerçekten özenerek yapılıp yapılmadığının en büyük göstergesi ise köpüğüdür. Koyu altın renkli, hoş görünümlü bu köpük yapanın sabrını gösterir aslında. Pişmeye başlayan kahvenin üzerinde oluşan köpük kaşık kaşık alınarak fincana koyulur. Sonra cezve tekrar ocağa koyulur ve biraz daha pişirildikten sonra fincana ilave edilir. Öyle alelacele yapılan kahvenin köpüğü çıkmaz yüzüne. Ama tabi teknoloji burada da mertliği bozuyor ve elektrikli kahve makineleri bir avazda köpürtüveriyor kahvemizi. Zamanın en büyük tasarruf ma- teryali olduğu günümüzde belki de böylesi en iyisi, bilinmez ki… Manevi değeri bizim için bu kadar kuvvetli olan kahvenin sağlık açısından da değeri bir hayli tartışılmıştır. Hatta son yıllarda her gün düzenli içildiğinde kalp krizini önlediğini savunan profesörler ve araştırmalar bir hayli konuşulmuştur. Bu gerçekten de böyle midir henüz kanıtlanmış değil ama tüm dünyaca kabul edilmiş bir takım olumlu etkileri kesindir. Kahvenin içinde bulunan kafein maddesi sinir sistemini uyarıp zihinsel aktiviteyi güçlendirir. Enerji verir ve uyuşukluğu ortadan kaldırır. Aynı zamanda kafein güçlü bir idrar söktürücüdür. Bu sebepten böbrekleri yormaması için öncesi veya sonrasında bir bardak su içmek faydalıdır. Üzerine bu kadar çok anlam yüklenmiş bu küçük fincanın kırk yıllık bir hatra sahip olması tesadüf değil belli ki. Sevincimize, endişemize, kederimize, ümidimize eşlik eden bu dayanılmaz kokulu kıymet cezvesi umalım ki hep kaynasın evlerimizde. Değerin bu en güzel ve en kısa anlatılma yolu hep olsun gülümsememizde… Hadi öyleyse şöyle bol köpüklü bol keyifli bir kahve armağan edin kendinize… 31 32 OKULA YENİ BAŞLAYACAK ÇOCUKLAR İÇİN NELERE DİKKAT EDİLMELİ Zekâ doğuştan getirdiğimiz bir potansiyeldir. 6 yaşında da 16 yaşında da zekâ değişmeyecektir. En büyük yardım, doğru okula yönlendirme konusunda olmalıdır. 33 İlköğretim yaşı gelen her çocuk ilköğretime hazır değildir. Bu sene de okul vakti geldi. Hazırlık telaşı, yeni başlayanlar için adaptasyon endişeleri başladı. Bu sıkıntıları minimum seviyeye indirebilmek için neler yapılmalı? Çocuğu okula yeni başlayacak olan her velinin ortak sorusu bu. Endişelerinize ve akılınıza takılan benzer soruların yanıtı için uzman bir isme, Uzman Psikolog Çağla Tuğba DÖRTLÜOĞLU’na danıştık. z İlköğretim yaşı gelen her çocuk ilköğretime hazır demek midir? Okul olgunluğu denen önemli bir olgudan bahsetmek gerekiyor. Okula başlamanın resmi kriteri yaştır. Kanunlara göre, yedi yaşından gün alan çocuklar okula gitmeye hazırdırlar. Fakat, sadece yaş bir çocuğun okula gidebilecek olgunlukta olduğunu gösterebilir mi? Hem fiziksel hem de psiko-pedogojik açıdan bakıldığında her çocuk yaşları aynı olsa bile eşit şekilde gelişmiş olmayabilir. Bu nedenle ilkokula başlama konusunda çocuğun okul olgunluğuna ulaşıp ulaşmadığı tespit edilmelidir. z Bir çocuğun ilköğretime hazır olup olmadığı hangi segmentlere göre değerlendiriliyor? Birçok anne ve baba çocuğun ilköğretime hazır olup olmama durumunu zekâ kapasitesi ile özdeşleştiriyor bu ne kadar doğru? Genel olarak okul olgunluğuna sahip olduğu düşünülen çocuğun durumu aşağıdaki hususlar ışığında değerlendirilmelidir: z Sağlık ve fiziksel gelişim z Duygusal gelişim ve sosyal beceri z Öğrenme yaklaşımları z İletişim becerileri z Bilişsel durum ve genel bilgi durumu Okul olgunluğu için bilişsel yeterlilikten bahsedilebilir ancak zekâ doğuştan getirdiğimiz bir potansiyeldir. Dolayısıyla 6 yaşında da 16 yaşında da zekâ değişmeyeceği için bu konuda kriter olarak almak doğru değil. Sadece doğru okula yönlendirme konusunda yardımcı olabilir. Örneğin zihinsel engelli yetersizlik söz konusu ise özel eğitim alması için yönlendirme yapılabilir. z Her çocuğun gelişim düzeyi aynı mı? İlköğretim yaşı gelen çocukların olgunluk düzeyi nasıl ölçülüyor? Her çocuğun gelişim düzeyi aynı değil. Her çocuk farklı genetik yapıdan, farklı kültürel yapıdan geliyor, aynı şartlarla yetiştirilmiyor. Çocukların okul olgunluk düzeyi, okul olgunluğu denen testlerle ölçülüyor. Ancak bu testler ince motor, bilişsel durum ve genel bilgi konusunda bilgi veriyor. Ayrıca fiziksel gelişimine ve sağlık durumuna da bakmak lazım. Her çocuğun ilköğretime başlamadan önce işitme testi yaptırması ve göz doktoruna muayene olması gerekiyor. z İlköğretim yaşı gelen bir çocuğun “hazır olmaması” durumunda ailelere ne önerilir? Eğer çocuk ilköğretim yaşına gelmiş ve hazır değilse; hazırlık sınıfını tekrar etmesi faydalı olacaktır. Ayrıca eksik olduğu alanların belirlenmesi ve bireyselleştirilmiş bir eğitim programı hazırlanarak çocuğa uygulanıp yaşıtları seviyesine getirilmesi gerekiyor. Bu kararın verilmesi konusunda aile-öğretmen ve uzmanın ortak bir şekilde karar alması faydalı olacaktır. z İlköğretime hazır olmadığı belirlenen bir çocuğa genellikle anaokulunun tekrarı öneriliyor. Bu durumunun avantajları nedir? İleri dönemde çocuk üzerinde olumsuz etkileri olabilir mi? Ben de aynı şeyi öneriyorum. Ama her çocuğa değil. Bazı çocuklar destekle ilköğretime başlayabiliyorlar. Aile açısından bir yıl kaybediyormuş gibi görünüyor ama geleceği için bir yıldan fazlasını kazanıyorsunuz aslında. Bir kere çocuğun özgüven gelişimi için oldukça faydalı. Çünkü yeterli olgunluğa erişmeden ilköğretime başlarsa geride kalıyor ve akademik başarısızlık benlik saygısını, özgüvenini yitirmesine neden olabiliyor. Bu durum her çocuk için önerilmediği için, çocuğu iyi tanıyan öğretmen-uzman ve aile işbirliği ile verilecek bir karar olduğundan uzun vadeli olumsuz etkileri olacağını düşünmüyorum. 34 Okul seçiminde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, binanın güzelliği ve sosyal faaliyetlerden ziyade öğretmenin doğru seçilmesi. z Okul seçiminde veliler nelere dikkat etmeli? Okul ve öğretmen seçiminde dikkat edilmesi gereken noktalar neler? Çocuğunuz 5 yıl boyunca seçtiğiniz öğretmenle eğitim görecek. Veli-öğretmen iletişimine açık bir öğretmen mi, alandaki tecrübesi nasıl bunlar önemli kriterler. Ayrıca okullarda pek çok emekliliği bekleyen öğretmen var ki ben bu öğretmenlere çocukların verilmesi taraftarı değilim. Çünkü eğitiminin yarısında öğretmen değişimi yaşasınlar istemiyorum. O yüzden öğretmenin emeklilik ve tayin durumuna da dikkat etmek gerekiyor. Öğretmenin hangi materyalleri kullandığı, nasıl bir eğitim yöntemi izlediği, görsel öğrenmeye önem verip vermediği de dikkat edilmesi gereken diğer hususlardan. Bir diğer önemli nokta da öğretmenin kişisel hırsları için çocukların çocuk olmasına izin verip vermiyor oluşu. Konuyu açmak gerekirse; bazı öğretmenler okul içindeki konumları ve performansları için çocuklara oldukça yükleniyorlar. İlköğretim ilk seviyedeki çocukların, hala çocuk oldukları gerçeğini unutuyorlar. Bu çocuklar anaokulu gibi rahat bir ortamdan ilköğretime başlıyorlar. O yüzden biraz daha esnek olmaları gerekiyor öğretmenlerin. Sanırım bu konuda en güzel soruyu yuvadaki bir öğrencim annesine sormuş: “Annecim büyük okulunda da oyuncak günü olacak mı?” Bu cümleden de anlaşılacağı gibi adaptasyon ve uyum konusunda daha toleranslı ve esneyebilen bir öğretmen tercih nedeniniz olmalı. Bunların dışında okul idaresinin iletişimi konusunda bilgi sahibi olmak gerekiyor. Öğretmen ve idare dışında, okulun çocuğun evine yakın olması da tercih nedeni. Çünkü çocuklar küçük yaşlarda erken kalkarak tüm günü yollarda geçiriyorlar. O yüzden de eve geldiklerinde ödev yapacak halleri kalmıyor. Öğretmen, idare kriterleri sağlandıktan sonra da sosyal faaliyetleri araştırarak çocuğunuz için doğru okula karar verme sürecini tamamlayabilirsiniz. Türkiye şartlarında devlet okullarında dikkat edilmesi zor olsa da bir diğer önemli nokta ise; sınıf mevcudu. Eğer şartlarınız uygunsa sınıf mevcudu çok kalabalık olmayan bir sınıfta çocuğunuzun eğitim görmesini sağlayın. z “Doğru okul, doğru öğretmen” olguları ne kadar gerçek? Bu olguların çocuğun öğrenim yaşamı üzerindeki etkileri nedir? Doğru okul ve doğru öğretmen, geleceğinizi etkileyen olgular. Uzun vadeli ders çalışma becerilerini ve okulu algılayış biçimini öğretmenler etkiliyor. Eğer travmatik olgular üzerinden değerlendirme yapılırsa çocukların pek çocuğunda ilkokuldaki öğretmenleriyle ilgili sorunlar göze çarpıyor. O yüzden doğru öğretmenin seçilmesi uzun vadeli akademik başarısına da olumlu olarak yansıyor. Her çocuk değişime çok kolay uyum sağlayamayabilir. Bu yüzden doğru okul ve öğretmen seçmek çok önemli. Eğer seçiminiz sizi sıkıntıya uğratıyorsa ve değiştirmeye karar veriyorsanız, bu durum çocuğunuzu olumsuz bir şekilde etkileyebilir. z İlköğretim kararı aşamasındaki velilere ne söylenebilir? Bütün ailelere bol şans ve sabır diliyorum. Zor bir süreç sizleri bekliyor. Okul değil, öğretmen seçmenizi öneriyorum. O okuldaki eski velilerle iletişime geçip bilgi alabilirsiniz, okul idaresinden objektif bilgi alma şansınız her zaman olmayabilir. Öğretmenin beklentileri konusunda dikkatli olabilirsiniz. Öğretmenin kriteri; çocuğun başarılı olması mı yoksa hem başarılı hem de mutlu ve huzurlu bir çocuk olması mı? Eğer daha detaylı bilgi isteniyorsa da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan da okulla ilgili bilgi almak mümkün. Eğitim serüveninizde çocuğunuzla iyi yolculuklar dilerim. 36 DERYA KUZUSU BUNLAR Balık sezonu bütün çeşitliliği ve lezzetiyle bu sene de açıldı. Kırmızı tezgahların bu nazlı gelinleri bu sezon da bütün çeyizlerini serdi önümüze. Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY 37 Balık pişirirken hiç de hoş olmayan bir koku kaplar evi. Bunu önlemek için tavanın içine birkaç defne yaprağı atın. Palamuttan lüfere, dilden sardalyaya kadar onlarca çeşit sofralarımızda yerlerini almak için sıradalar adeta. Hal böyle olunca da bir başka şenlendi elbette balık pazarları. “Canlı canlı bunlar” “Almayanı yenge de eve almıyor” diye atılan naralar duymayana da duyuruyor sezonun açıldığını. Kokusuyla ruhumuza, tadıyla midemize şenlik bu harika deniz nimetleri. Üstelik öyle “deyip” geçerseniz de darılırlar hani. Haksız da sayılmazlar. Hem etle hem sebzeyle hazırlayabileceğiniz bir çok menüyü balıkla da yapmanız mümkün çünkü. Buğulamasından tuzlamasına, kızartmasından ızgarasına, konservesinden kurutmasına kadar diğer rakiplerinin sunduğu bütün lezzetleri de sunuyor üstelik size. Başka bir açıdan bakmak gerekirse aslında hanımlar için de en kolay misafir ağırlama yemeği değil midir balık? Bir balık bir salata sofrayı adeta bir ziyafet alanına çevirmeye yeter de artar çünkü. Hele bir de üzerine şöyle bol irmikli bir tatlınız varsa o yemek yılın yemeği olmaya bile aday olabilir. Masalarımızı bu kadar renklendirmeyi başaran balığın tezgahlara gelene kadar renkli de bir serüveni vardır aslına bakarsanız. Mesela hemen her cins balığın farklı bir yakalanış tekniği var. Serpme yöntemi, çaparisi derken en klasik yöntem olan oltaya gelene kadar onlarca farklı yolu var. Ama elbette uygun koşullarda ve kurallara uygun yapıldıktan sonra bizim için önemli olan nasıl yakalandığı değil nasıl yendiği ve içinde hangi vitamin ve mineralleri barındırdığı. Bütün bunların yanında tabii ki balık yemenin birinci adımı taze balık seçiminden geçer. Peki nasıl anlaşılır balığın taze olup olmadığı diye soracak olursanız aslında o kadar da zor değil bunu anlamak. Tek yapmanız gereken dikkatli incelemek. Taze balığın; derisinin parlak ve canlı olması, gözlerinin bombeli, solungaçlarının parlak, karın zarı çevresindeki etin mavimsi ve parlak olması gerekir. Ayrıca, taze balığın eti sıkı, iç organları parlak kırmızı, solungaçlarında ise deniz yosunu kokusu olur. Eğer balığın derisinin rengi soluk, gözleri çukurlaşmış, rengi sararmış, eti gevşek ve üzerinde ekşi bir koku geliyorsa burnunuza aldığınız balık bayat demektir. Peki balıkların en tazelerini seçtiniz ve alıp getirdiniz. Ama öyle bir pişirme yöntemi seçmelisiniz ki balığın tazeliğinin hakkını verebilin. Ne çok kuru olsun ne de çiğ kalsın. Tabakta değil ağızda dağılsın mesela. İşte bunlar için de çok kolay püf noktaları var elbette. Izgara balık pişirirken: Eğer tercihiniz ızgaradan yana olacaksa büyük ve yağlı balık seçmenizde fayda var. Bu sayede balık sizin yüzünüzü kara çıkarmayacaktır. Ancak bu büyük balıkları pişirirken de bazı şeylere dikkat etmeniz sizi gecenin şefi haline dönüştürebilir. Bu yöntemde ızgara biraz ısıtılmış ve hafifçe yağlanmış olmalı, ateş pek yakından gelme- melidir. Odun ateşinin alevi iyice sönmüş olmalıdır. Aksi takdirde balıklar kolayca yanar. Balıklar yağlı oldukları mevsimlerde ızgara yapılmalıdır. 200 grama kadar ağırlığı olanlar bütün, diğerleri ise dilimlenerek ızgara yapılmalıdır. İri balıklar bütün olarak ızgara yapılırken, iyi pişmeleri için yan tarafları sivri ve keskin bir bıçakla iki-üç yerinden derince ve sonuna kadar kesmeden çizilmelidir. Balıkları, hoş kokulu ve lezzetli olmaları için ızgaraya koymadan yarım saat önce, limon suyu, zeytinyağı toz defne ye karabiber gibi Koku sağlayıcı bir karışıma bulayıp bekletmek yerinde olur. Kızartma: Bu yöntem lezzetinden dolayı en fazla tercih edilen pişirme yolu. Ama kulağa ne kadar kolay gelse de ilk etapta aslında biraz daha özen ister diğerlerine nazaran. Ama bu dikkatin karşılını alacağınızda tecrübeyle kesindir. Dilimlenmiş, filetolara ayrılmış büyük balıklar ya da bütün olarak temizlenmiş küçük balıklar oldukça bol yağ içinde kızartılmalıdır. Kızartmanızı, mısırözü veya ay çiçek yağı gibi bitkisel yağlarla yapmanız daha doğru olacaktır. Kızartma kabının derin ve kızaracak parçaları alacak kadar geniş olması gerekir. Kızartılacak balık tuzlanıp, hafifçe una bulandıktan sonra kızgın yağa atılır. İyi bir kızartma yapabilmek ve güzel bir renk oluşturmak içinse size küçük bir sır: balıkları süte batırdıktan sonra unlamalı ve fazla unları silkelemelisiniz. 38 Haftada en az iki defa balık tüketmek sağlığımız için oldukça yararlıdır. Diğer bir yöntem ise köpürtülmüş yumurtaya batırdıktan sonra kızartmaktır. Bir diğer leziz yol ise kızartma bulamacıdır: Bir çanağa unu koyup azar azar karıştırarak su ekleyin. Tuz, zeytinyağı ve yumurta sarısını koyarak iyice karıştırın. Kullanacağınız zaman önceden ayrılmış olan yumurta akını kar haline getirip karışıma katın. Balığa tuz ve biber ekip bulamaca batırın, kızgın kızartma yağında üçer dakika her iki tarafını kızartın. Malzemesine gelince: 2 kahve fincanı un, 1 çay bardağı süt, 1 çorba kaşığı zeytinyağı, 1 adet yumurta, 1 fiske tuz kullanın. Buğulama: Balığı hafif tüketmek isteyenler için en güzel alternatif ise buğulama. Bu diğerlerine göre biraz daha lezzetsiz olacakmış gibi gelse de kulağa doğru yöntemle çoğu kez farklı lezzet arayanların tercihi olabilir. Tencerede ve hafif ateş üzerinde yapılır buğulama. Bu işlem için uygun olan ızgaralı balık tenceresidir. Buradaki önemli noktalardan ilki pişirme süresinde tencere kapağının hiç açılmaması gerektiğidir. Haşlama ile pişirilen bütün balıklar buğulama olarak da pişirilebilir. Ayrıca biraz tereyağı da balıkların üzerine konursa daha lezzetli ve kokulu olur. Pişirme süresi 15-20 dakika arasında değişir. Fileto balıklar, yumuşak etli beyaz balıklar (lüfer, mercan, kırlangıç, levrek, kefal, barbunya, tekir, dil, pisi, kalkan) bi- raz tereyağı, kabuğu soyulmuş limon, bir küçük defne yaprağı serpiştirilerek, hafifçe tuzlanıp tencerenin kapağı sıkıca kapatılır, hafif ateşte, kendi buharında pişirilir. Harlı ateşten kaçınılmalıdır. Hamsi, sardalya, uskumru gibi siyah etli balıklar da buğulama yapılabilir. Ancak, buğulama için yumuşak etli, beyaz, fileto olmaya elverişli balıklar tercih edilmelidir. Uzmanlar haftada en az 2 öğün haşlama balık tüketmenin daha iyi bir kalp ve damar sağlığı için gerekli olduğunu belirtmektedir. Çünkü balık kolesterolü düşürmeye yardımcı olur, tansiyonu azaltarak kalp krizi gibi kalp hastalıklarına yakalanma riskini düşürür. Çok iyi bir protein kaynağı olan balık vitamin ve mineral yönünden zengin olduğu için genel sağlığa katkıda bulunur. Adı geçtiğinde bile kokusu burnumuzdan şöyle bir geçiveren bu denizlerin lezzetli ikramı tadının yanında saymakla bitmeyecek faydalar da sunar bize. Hepimizin bildiği omega 3 ise bunlardan sadece biri. Omega 3 yağ asitleri vücut için gerekli olmasına karşın vücut tarafından üretilmez ve mutlaka besin yoluyla alınmalıdır. Omega 3 yönünden zengin balık türleri arasında somon, uskumru, sardalye ve ton balığını sayabiliriz. Ayrıca alabalık, morina balığı, levrek, istiridye, yengeç, karides gibi balıklar ve deniz canlıları iyi birer omega 3 kaynağıdır Balıkla çok güçlü protein kaynaklarıdır. Farklı balık türlerinin içerdiği vitaminler ve mineraller değişiklik göstermekle birlikte genellikle B6 vitamini, B12 vitamini, E vitamini, niasin ve riboflavin içerirler. Ve elbette balığın çeşidine göre de içerdiği vitaminler farklılık göstermektedir. Örneğin ; Hamside: A vitamini, E vitamini, tiamin, riboflavin, niasin, B6 vitamini, folat, B12 vitamini. Ton Balığında: B6 vitamini, niasin, B12 vitamini, E vitamini, A vitamini, tiamin, riboflavin. Uskumruda: C vitamini, A vitamini, tiamin, riboflavin, B12 vitamini, B6 vitamini, niasin, folat bolca bulunmaktadır. Kırmızı kan hücresi üretimi için gerekli olan B12 vitamini yönünden zengin balık aynı zamanda sinir hücrelerinin korunması ve DNA üretimine de yardımcı oluyor. Vücut tarafından üretilmeyen ve çoğunlukla gıdalar yoluyla alınan B12 vitamini en çok sardalye, ringa balığı, uskumru, morina balığı, somon balığı ve alabalık gibi balık türlerinde bulunuyor. Hal böyle olunca da haftada en az iki kez balık tüketmek zorunlu hale geliyor sağlığımız için. Hele ki balık sezonu da açılmışken bunu yapmak çok da zor olmasa gerek. Bol balıklı ve bol sağlık günler… 40 Anadolu’nun Erdemli, Basiretli ve Kadim “Kardeş”ler Yurdu: “Ahilik Ocağı” Ahiler, akşama kadar çalışarak kazandıklarını reislerine getirirlerdi. Bu paralarla yiyecek içecek alınır, misafirler ağırlanırdı. Hazırlayan: Ezgi ERDEM 41 Ahilik ahlakının dört önemli ilkesi vardı: Güçlü ve üstün durumdayken affetmek, öfkeliyken yumuşak davranmak, düşmana iyilik etmek, kendisi muhtaç iken başkasına vermek… Ahi kelimesi, birebir karşılık olarak “kardeş” anlamına gelmektedir. Anadolu Selçukluyla beraber Türk- İslam dünyasında hızla yer edinen ve Anadolu’da köylere kadar yayılarak Anadolu’nun daha kısa sürede Türkleşip İslamlaşmasını sağlayan bu teşkilat, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı Veli’nin önerisiyle kurulmuş bir esnaf birliğidir. Bu sebepledir ki Ahilik Teşkilatına üye olabilmek için esnaf olmak şartı vardı. Ancak sadece esnaf olmakla da iş bitmiyor, teşkilat üyelerinin taşımak zorunda olduğu bir takım meziyetlere de sahip olmak gerekiyordu. Çünkü Ahilik; sanat, ticaret ve mesleğin, olgun kişilik, ahlak ve doğruluğun iç içe geçmiş yeni bir yapılanma hali idi. Yani, Ahi diye anılan kişi kesin olarak bir sanat, ticaret ya da meslek sahibi olmakla birlikte olgun, ahlaklı, merhametli, iyiliksever ve her işinde, her davranışında dürüst ve güvenilir olmalı idi. Anadolu Selçuklu’da ticaretin ve eğitimin hızla ilerlemesinin başlıca sebebidir Ahilik. Eğitim ve öğretim kavramının birlikte kullanılıyor olmasının ise yegane sebebidir. Çünkü eğitimsiz öğretim ve öğrenim olmadan da eğitimin tamamlanamayacağı düşüncesi hakimdir. Küçük yaşta Ahilik yolculuğuna yamaklık eğitimiyle başlayan çocuklar usta olana kadar uzun, verimli ve sabır gerektiren bir süreçten geçerlerdi. Sanatkar olmak için yamak- çırak-kalfausta hiyerarşisi düzenli bir şekilde yürütülür ve erdemli, olgun, mütevazı ve dürüst bir usta olana dek sürerdi. Bu eğitim Ahi babalarınca yaptırılan “zaviyelerde” verilirdi. Ahiliğin üyeleri için kesin ve oldukça anlamlı kuralları vardır. Ahi olan kişi 3 şeyi hep açık ve yine 3 şeyi de hep bağlı tutmalıdır: 1- Ahinin eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için. 2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da ondan bir şey istemeye gelenler için. 3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek yedirmek, açları doyurmak için. 1- Gözü bağlı olmalı: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak için. 2- Beli bağlı olmalı: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için. 3- Dili bağlı olmalı: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, dedikodu yapmamak için. Ahiliğin kaynağı olarak kabul edilen “fütüvvet”, genç, cömert, yiğit anlamına gelen “feta” kelimesinden türemiştir. Fütüvvetin birebir tanımı ise dünya ve ahirette halkı, nefsine tercih etmek, cömertçe vermek, başkasını rahatsız etmemek, şikâyet ve sızlanmayı terk etmek, haramlardan uzak- laşmak ve ahlâkî değerlere sahip olmak olarak açıklanmakta. Fütüvvet kavramı, “herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım ve iyilik etmek, başkalarını kendine tercih edip onların menfaatini kendi menfaatinden üstün tutmak, toplumun ve fertlerin mutluluğu ve kurtuluşu için kendini feda etmek” gibi farklı ancak birbirine yakın anlamlar içermektedir. Fetâ”nın konukseverliği ve eli açıklığı sonuna kadar, yani kendisinin hiçbir şeyi kalmayıncaya kadar sürer. Fütüvvet ehli, arkadaşları uğruna canını feda eder. İşte bu yüzden konukseverliğin, yiğitlik ve fedakârlığın en yüksek mertebesine de fütüvvet denirdi. Fütüvvet ehli, arkadaşları uğruna canını feda ederdi. İşte bu yüzden de misafirperverliğin, yiğitlik, cömertliğin ve fedakârlığın en yüksek mertebesine de fütüvvet denirdi. 42 Ne çok yüksek fiyata mal satabilirlerdi ne de esnafın zarar etmesine neden olacak fiyata. İşin özünde bu narh kesme uygulaması hem halkın alım gücü gözetilerek hem de esnafın sürekliliği değerlendirilerek yapılırdı. Gıpta ile bakılan bu ahlaki anlayış elbette ki ticaret için de aynı özenle sürdürülürdü. Bu ticari ahlak, eşsiz ve eşit bir disiplin anlayışını da beraberinde getiriyordu elbette. Mesela Ahiler, asla bozuk veya sakat mal satamazlardı. Satanlar kesinlikle meslekten men edilirdi. Şartsız koşulsuz ve sürekli işleyen bir oto- kontrol sistemi vardı. Düzenli olarak narh kesilir yani fiyat belirlenirdi. Ne çok yüksek fiyata mal satabilirlerdi ne de esnafın zarar etmesine neden olacak fiyata. İşin özünde bu narh kesme uygulaması hem halkın alım gücü gözetilerek hem de esnafın sürekliliği değerlendirilerek yapılırdı. Dükkanlar genellikle “bedesten” veya “arasta” adı verilen çarşılarda olurdu. Ahiler Arastadaki dua kubbesi altında toplanır, hem dua hem de işlerini doğru ve dürüst yapıp kimseyi kandırmayacaklarına dair yemin ederlerdi. Bu dualardan sonra da “besmeleyle” açarlardı dükkanlarını. Bazı kaynaklarda bu dualarla ilgili örnekler de verilmiştir: “Yine İstanbul Kapalı Çarşı’sındaki yeni Bedestenin her sabah açılışında, Duacı Efendi, esnafı etrafına toplayarak duadan sonra “Ey cemaat-ı Müslimin, tavcılık yapılmayacak, kefilsiz mal satılmayacak, mal kapatılmayacak...” şeklinde nasihat ederdi. Her sabah dükkanlar açıldıktan sonra hayır dua ile yapılan ilk siftahın dükkanın bereketini arttıracağına inanılırdı. Birbirlerini muhakkak surette gözeten Ahiler, kendileri siftah yaptıktan sonra eğer hala siftah yapmamış bir esnaf var ise dükkana gelen müşteriye mal satmaz ve o esnafın dükkanına gönderirlerdi. Oluşturdukları sadakat ve güven ortamı o kadar güçlüydü ki namaz vakitlerinde camiye giden esnaf dükkanını kilitlemez hatta kapısını bile kapatmazdı. Ahiliğin bu insanı hayrete düşüren dürüst ve adil terazisini ne de güzel anlatmış aslında o günlerden bu günlere düşen şu dörtlük: “Her seherde besmeleyle açılır dükkanımız Hazreti Selman Pak’tır pirimiz, üstadımız Lafla dükkan açılmaz boş yere etme telaş Selman-ı Pak da gelse parasız olmaz tıraş” Ahilikten evvel Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin elinde olan ticaret, neredeyse bir devlet gibi yapılanmış bu kuruluş sayesinde ticari hayatta Türklerin ve Müslümanların da bir hayli yer edinmesini sağlamıştır. Ahiliğin bu hızlı yayılış ve kabul görüşünde elbette temelde benimsedikleri “insan odaklı hizmet” anlayışı yatmaktadır. Osmanlı’da Ahilik ile yakınlaşma İmparatorluğun kurucusu Osman Gazi’nin Ahilerden Şeyh Edebali’nin kızıyla evlenmesiyle başladı. Bu izdivaçla beraber Ahilik Birliğinin de desteğini alan Osmanlı daha hızlı gelişmeye ve ilerlemeye devam etti. İlerleyen zamanlarda Osmanlı’da “Lonca” teşkilatına dönüşen Ahiliğin bir takım kesin kurallarında da değişiklik oldu. Mesela daha evvelden sadece Müslüman es- nafın üye olabildiği teşkilata Lonca ile beraber farklı dinlerden esnaflar da kabul edildi. Gün be gün toprakları genişleyen Osmanlı’nın çok farklı millet ve dinden insanı aynı imparatorluk altında birleştirmesi bu gelişmenin ilk sıradaki nedeniydi muhakkak. Ve bir süre sonra da bu şekilde din ayrımı gözetilmeksizin kurulan teşkilatlar da “gedik” adıyla çağrılmaya başlandı. Ve zaman içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ve dağılma süreci Lonca teşkilatını da oldukça olumsuz yönde etkiledi. Ve ortalama 700 yıllık bir “ahlak birliği” olan Ahilik, 1912 senesinde resmen sona erdi. Ahiler, Arastadaki dua kubbesi altında toplanır, hem dua hem de işlerini doğru ve dürüst yapıp kimseyi kandırmayacaklarına dair yemin ederlerdi. Bu dualardan sonra da “besmeleyle” açarlardı dükkanlarını. 43 44 Üzümün enfes sunumu Pekmez Bir tek pekmezde değil bütün işlerimizi böyle yaparız biz; çalarız, söyleriz, oynarız, güleriz… Hem eğlenir hem çalışır ellerimiz… Hazırlayan: Sitem KAYNAR 45 İlla Ki Karışacak Odunun Kokusu Üzümün Kokusuna. Karışacak Ki İşte O Kokunun Adı Pekmez Olacak… Bağ bozumu zamanı geldi… Üzümlerde inceden bir değişim telaşı… Sofralar sabırsız… Mevsim bu harikulade dönüşüm için hazır… Odun ateşi harlandı… Özel topraklar bulunup getirildi… O kendini hemen belli ediveren duman kokusu dillendi işte… Üzümün pekmez hikâyesi başladı… Yöreden yöreye hatta şehirden şehre değişiyor bu hikâye ülkemizde. Tabii bu değişken hikâye sanayileşme seviyesine ulaşmış pekmezin hikâyesi değil. Onun öyküsü her yerde her fabrikada aynı. Bizim hikâyemiz organik pekmezin yani orijinal pekmezin hikâyesi. Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Konur köyüne düşerse yolunuz bir gün siz de bu başkalaşıma birebir ve tam da anlattığımız şekliyle tanık olabilirsiniz. Hele bir de Fatma teyze’yi buldunuz mu işte tam orada yerine oturmuş olur bu gözlem zevki. Fatma teyze emekli bir hemşire aslında. Türkiye’nin bir çok farklı şehrinde bir çok farklı ikliminde çalışmış ama herkes gibi onda da memleket özlemi ağır basınca hele bir de emekli olunca temelli dönmüş baba ocağına. Tıpkı çocukluğunda ve gençliğinde olduğu gibi, tıpkı o zamanlar annelerinin yaptığı gibi şimdi de kendisi yapıyor bütün bu yazlık-kışlık işlerini. Yani bulgurunu, tarhanasını, eriştesini, pekmezini… Bizim Fatma teyzeye misafirliğimiz pek de tesadüf değil. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi biz buraya bu çağdaş Anadolu kadınından çok güzel bir hikâye dinlemeye geldik aslında. Emeğin, alın terinin ve imecenin hikâyesini… Pekmezin hikâyesini… Güzel bir misafirperverlik örneğinin hemen ardından çok vakit kaybetmeden geçiyor Fatma teyze işinin başına. Bu keyifli ve tatlı yolculukta bizimle tanıştırdığı ilk çalışma arkadaşının adı “şıhrana”. “Yöreye göre değişiklik gösterebilir isimler ama işlevi her yerde aynıdır” diyor Fatma teyze. Taş- tan örülmüş ve kenarları betonla sıvanmış ve özel olarak bu iş için yapılmış küçük bir havuz aslında şıhrana. Tıpkı havuzlardaki gibi de suyu tahliye etmeye yarayan bir oluğu var alt tarafında. Bakmayın adının söylenmesinin bu kadar zor olduğuna bu filmin başrol oyuncusu bu şıhrana. Çünkü her şey onun etrafında dönecek anladığımız kadarıyla. Fatma teyze üzüm konusunda oldukça mütevazı. “ Burada yetişen bütün üzümlerden olur diyor pekmez. İlla şu olacak diye bir şart yok. Başka yerlerde vardır belki bu ayrım ama bizim burada yok. Bizim için özel olması gereken topraktır. ” diyor. Elinde tuttuğu bir nevi yumuşak kaya parçası aslında. Biz şaşkınlıkla neyin bu toprağı özel yaptığını soruyoruz o da anlatıyor sabırla: “ Özel olarak getirtilir bu toprak. Biz adına ‘pekmez toprağı’ deriz. Pekmeze o üzümden ayrı tadını veren budur işte. Bakın kokusundan anlayacaksınız siz de. Toprak önce, keserin geniş kısmıyla güzelce dövülerek inceltilir. Olabildiğince incelmesi iyidir. Sonra biz toprağı ufalarken yakıp hazır ettiğimiz ateşin üzerine bir sac koyarız. Sacın içine de toprağı. Bu ateşte toprağı bir güzel kuruturuz. Eğer toprağı kurutmadan atarsanız pekmezin içine attığınızda çökmez toprak. Çamur olur pekmeziniz. ” Şaşkınlığımız Fatma Teyze’nin her cümlesinde artıyor biraz daha. “Nasıl yani?” diyoruz. “Toprak mı atıyorsunuz pekmeze?” Gülüyor bize ve tekrar başlıyor anlatmaya ve bizi biraz daha şaşırtmaya. “ Bu toprak olmazsa pekmez olmaz. İçine atıyoruz diye toprak yiyor değiliz elbette. Üzüm, pekmeze dönüşünceye kadar zaman zaman alacağız bu toprağı içinden. ” Şıhrananın başına geçti Fatma teyze. “Topladığımız üzümleri atarız içine. Üzümlerin üzerine kurutup soğuttuğumuz pekmez toprağını atarız. Sonra temiz, plastik çizmelerimizi giyip biz de gireriz şıhrananın içine. Artık şarkı türküyle mi olur, şaka şamatayla mı, başlarız üzümleri çiğnemeye. Aslında en güzeli tepsi çalıp oynatmak. ” Biz şaşkın şaşkın anlamaya çalışırken söylediklerini o kahkahalarla gülüyor, hem aklına gelen neşeye hem bizim halimize. Anlamadığımızı anlıyor tereddütlü gülümsemelerimizden. Hepimizin bildiği hani şu klasik alüminyum tepsiyi çıkarıveriyor yanından. “ Bunu böyle ters çevirir tıpkı darbuka gibi çalarız. Çalarken de boş durmayız hem söyler hem oynarız. Yoksa çok uzun sürer bütün bu işler. Bunaltır, yorar. Bir tek pekmezde değil bütün işlerimizi böyle yaparız biz; çalarız, söyleriz, oynarız, güleriz… Hem eğlenir hem çalışır ellerimiz. ” Şiir gibi anlatıyor. Biz de ninni gibi dinliyoruz. Bu çiğneme işlemi üzümler suyundan, kabuğundan ve çekirdeğinden tamamen ayrılana kadar sürüyor. Küçük havuzun gider deliğine sokuşturulmuş bol yapraklı ağaç dallarından meydana getirilmiş doğal süzgeç, üzüm suyunun çekirdeklerinden ve kabuklarından ayrılarak giderden akmasını sağlıyor. Bu süzgeçten suyun aktığı, içine kova konan yerin de özel bir adı var: Kurna. Üzüm bütün suyunu cömertçe bırakıyor. Bu durum hazırlanmış bütün üzümler görevlerini tamamlayana kadar sürüyor. Büyükçe bir kazanda toplanan üzüm suyu nazlı nazlı kaynatılıyor . Bir iki taşım kaynatıldıktan sonra beş, altı saat veya bütün bir gece bekletiliyor. Bu işlemin adı: Çökertme. Çünkü gerçekten de çiğnemeye başlamadan önce üzerine attığımız toprağın çökmesi için yapılıyor. “Sabır” diyor Fatma teyze. “Hangi iş olursa olsun. İster beş saat sürsün ister beş gün. Ne kadar sabırlı olursanız o kadar güzel, o kadar verimli olur sonucu. Pekmez de böyle işte. “Ertesi sabah dibindeki toprak bırakılacak şekilde süzülür kaynamış üzüm suyu. Süzdüğünüz bu suyu da yine yöreye has “tava” dediğimiz altı yuvarlak büyük bir 46 da olsun diye özenle kırılmış gibi duran bir odun yığınının yanına doğru götürüyor bizi. “Her bir ayrıntı başka bir tat katar pekmeze. Odun da öyle. Odun ateşinde pişen pekmezin tadıyla öyle ocak ateşinde pişenin tadı bir olmaz. İlla ki karışacak odunun kokusu üzümün kokusuna. Karışacak ki işte o kokunun adı pekmez olacak” . Odunların içimizi yakan kokusunu soluyarak ilerliyoruz . Şimdiki durağımız fırın. Ama öyle bildiğiniz fırınlardan değil. Biraz biraz tandır fırınını andıran ama görevsel olarak ondan çok farklı, kuyu gibi bir fırın. Elbette ki sadece bu iş için özel olarak yapılmış. Ağzının genişliği, derinliği hep belli bir nizam çerçevesinde. Bu nizamı belirleyen ise biraz önce süzdüğümüz pekmezleri içine doldurmak üzere tanıştığımız tava. Şıhrana, Kurna, Çoğlu, Odun ateşi, Tava… Bütün bu kelimeler birer birer anlamlanıp girmişler pekmez fırınına… Hep beraber bir efsaneyi meydana getirmek için en doğal yolla… kazana doldururuz. İşte asıl pekmez olma aşaması burada başlar. ” Fatma teyze bunları anlatırken bir taraftan da boş durmuyor. Küçük bir tepecik oluşturacak kadar fazla ve neredeyse aynı boy- “Önce tava boşken oturtulur fırının ağzına. Doldurursanız oturtmanın imkânı yok. Bütün köy gelse kaldıramaz ağırlığından. Tavayı oturttuktan sonra fırınla tavanın arasında boşluk kalmasın diye tavanın etrafı bir güzel sıvanır çamurla. Hem kaynarken kolay olur böyle hem de yanan odunun parçacıkları uçuşup düşmez içine. Gerçi odunlar fırının dibinde yanıyor ama olsun. Biz alırız önlemimizi. Sıvama da bitince doldururuz üzüm suyunu tavanın içine ve başlar pişmeye. ” Pekmezin son raundu bu. Yine sabırla beklenen kaynama süreci, kaynama sırasına girmiş tüm pekmez bitene kadar yerine yenisi koyularak devam ediyor. Bu arada gözümüze Teyzemizin elindeki ilginç malzeme takılıyor. Artık öğrendik eminiz ki bu da pekmezin olmazsa olmazlarından. Ama bu diğerlerinden bir hayli ilginç. “Baktınız değil mi gene ne getirdi bu kadın diye? Bunun adına “çoğlu” derler. Öyle kendi haline bırakmayız pekmezi kaynarken. Emeksiz yemek olmaz. İşte bununla savura savura kaynatırız. O hep bildiğiniz pekmez kıvamını alıncaya kadar savuracaksınız bununla yoksa tutmaz . ” “Çoğlu” denilen şey uzun saplı, delikli ve neredeyse üç litrelik bir kepçe. Savurma işleminin bir amacı da pekmezin içinde kalmış olabilecek varsa üzüm kabuklarını veya yapraklarını temizleyebilmek. Bütün kaynatma işlemi bittikten sonra yine kocaman ama bu sefer deliksiz bir kepçeyle boşaltılıyor pekmez başka bir kaba. Bu iş yeni yerinde de biraz soğuyana kadar yani beş, altı dakika savruluyor çoğlu ile. Kısacası yerine alıştırılıyor. Fatma teyzenin elinde gördüğümüz son ilginç şey diye düşünüyoruz elinde tuttuğu tülbent için. Artık sona geldik dediğimizde bile bizde yeniden merak uyandırmayı başarıyor bu yerinde duramayan kıpır kıpır kadın. “Tülbent mecbur” diyor. “Soğuyana kadar üzerini örteceğiz bununla. İçine pislik gitmesin diye. Şimdi siz diyeceksiniz ki neden bir tepsiyle falan örtmüyorsun. Örtmüyoruz çünkü terlememesi lazım. Hava alması lazım. O yüzden en güzeli tülbent. ” Tülbent de yine büyük bir titizlikle örtülüyor üzerine. “Şimdi?” diye bakıyoruz yüzüne teyzemizin. Bu sefer de o bizim yüzümüze bakıyor şaşkınca. “Bitti. ” diyor. “Afiyet ola. ” Uzun, maceralı, yorucu ama bir o kadar da keyifli, eğlenceli ve lezzetli bir başkalaşım hikâyesi pekmezinki. Sabrın, emeğin ve hazzın hikâyesi… Üzümün başarı hikâyesi… 47 Bir imparatorluk sanatı “Çini” Tarihi ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılara kadar dayanan eşsiz emek eserleri “çiniler”. Tarifsiz renkleri ve büyük hünerlerle meydana getirilmiş mimari süslemeleriyle adeta bizi alıp o zamanlara götürüyor. Hazırlayan: Masal GÜMÜŞ 49 Mimaride olduğu kadar kap-kacak, süs eşyası, vazo gibi birçok eşyada da hayat bulmuş. Osmanlı’da en çok kullanılan süsleme sanatlarından biri haline gelmiş zamanla. Bugün ise varlığı unutulmamış olmakla beraber bizzat uygulayanı azalmış maalesef. İşte bu duruma inat çini sanatını öğretmeye, öğrenmeye kısacası yaşatmaya azmetmiş insanlar tanıdık biz… İşte bu ender insanlardan biri Nurhan YILMAZ. Yoğun çalışma temposunun arasında bize de vakit ayırdı ve sımsıcak, çini mavisi yanıtlar verdi sorularımıza. Aile Dostu: Çini deyince genellikle ilk akla gelen birbirinden renkli ve canlı objeler. Ama muhakkak ki bundan çok daha fazlası. Nedir çini? Nurhan YILMAZ: Çini ilk başta kolaymış gibi geliyor dediğiniz gibi. Eline fırçayı alıp kontur (tahrir) çekmeye başladığında zor olduğunu görüyor. Hemen yapılamayacağını, bir eğitimden geçmesi gerektiğini anlıyor kişi. Çini nedir? Çini toprağın pişirilip şekillendirildikten sonra tabak, vazo, sürahi gibi eşyaların üretilmesine denir. Üretilen objelerin sanatçıların zevkine ve hayal dünyasına uygun renklerde boyanıp ortaya çıkmasıdır. Aile Dostu: İlk bakışta sanki çok kolaymış gibi görünüyor ama tam tersine meşakkatli bir süreç. Zor olduğunu görüp vazgeçen öğrencileriniz oluyor mu? Var mı böyle ilginç anılarınız? Nurhan YILMAZ: Tabii ki çini ilk başta kolay gibi geliyor fakat zorlukları da oluyor. Vazgeçenler de oluyor. Bazen de inatla ben bu işi yapacağım deyip üstüne gidenler de oluyor tabi. Şunu söyleyebilirim ki bizler Belmek’te yetişkin eğitimi verdiğimiz için her yaşta öğrencimiz oluyor. Bir öğrencim hakkında şunu söyleyebilirim: yaptığı çininin çok güzel olmadığını bildiği halde sırası gelince o kadar mutlu oluyor ki “bu benim için çok değerli bunu ben yaptım deyip” gösteriyor sevincini . Onunla birlikte bende mutlu oluyorum. Aile Dostu: Peki tarihi nedir çininin? Ne kadar eskidir? Köken olarak bir Türk sanatı mıdır? Nurhan YILMAZ: Çini ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar’a kadar dayanan bir tarihe sahiptir. Bin yılı aşkın bir tarihe. Osmanlı döneminde çini sanatı oldukça ilerlemiştir. İznik’te çini daha çok gelişmiş fakat sonra Kütahya şehri hepsini geride bırakmış. Bence geleneksel Türk el sanatlarının en kıymetlilerinden biridir çini. Aile Dostu: Bu işin bir okulu var elbette değil mi? Akademik olarak bu eğitimi alabilmek için hangi bölümü bitirmek lazım. Hangi okuldan mezunsunuz mesela? Ve yeterli buluyor musunuz ülkemizde bu alandaki eğitimi? Nurhan YILMAZ: Evet okulları var. Ben Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Çini Bölümü mezunuyum. İznik’te İstanbul’da Çanakkale’de Isparta’da çini bölümleri vardır. Bitirenler tabi ki bir sanat öğrenmiş oluyorlar. Kendi işyerlerini de açabilirler. Elbette yeterli değil ama artık çinide oldukça ilerleme var aslında. Artık kime sorsanız az çok çiniyle ilgili bilgisi var bu da güzel bir şey çini adına. Aile Dostu: Burada ders veriyorsunuz. Öğrencilerinizin yaklaşımı nasıl? İlgi yoğun mu ya da herkes sabredip sonuna kadar götürebiliyor mu? Nurhan YILMAZ: Öğrencilerimin yaklaşımları çok güzel çini hakkında araştırmalar yapıyorlar, bilgi ediniyorlar. Bazı öğrenciler daha başında bırakıyor. Bu da onların tercihi tabi ki. Aile Dostu: Sergiler açıyorsunuz zannederim kurum olarak. Sadece öğretmenlerin çalışmaları mı yoksa öğrencilerin çalışmaları da var mı? 50 Çini üzerine çalışmak çiniyi bence çok sevmekle başlar Nurhan YILMAZ: Evet sergiler açıyoruz sergilerde daha çok öğrencilerin yaptıklarını sergiliyoruz. Bir sene boyunca yaptıkları eserlerini sergide görmeleri onları da mutlu ediyor. Aile Dostu: Sizin kursunuzu bitirdikten sonra devam edip çiniyi meslek haline getirenler oldu mu hiç? Mesela bunun üzerine dükkan veya tezgah açan? Anlatır mısınız hikâyesini? Nurhan YILMAZ: Benim kursumu bitirip dükkan açanlar oldu hala da devam ettiriyorlar. Aile Dostu: Birçok boyutta fırça ve boyalar görüyorum burada. Bir de şu üzerine kurşunkalemle çizilmiş ince kağıtlar var (muhakkak teknik bir adı vardır kusuruma bakmayın) anlatır mısınız bize neler yapıyorsunuz bunlarla? Ham olarak malzemeyi nereden alıyorsunuz mesela? Baştan sona oluşum hikâyesini anlatabilir misiniz bize? Nurhan YILMAZ: Çini için önce bir objeye sonrada delinmiş desenlere ihtiyacımız oluyor. Kalemle çizilmiş ince kağıtlar dediğiniz bizim delinmiş desenlerimiz. Örnek olarak tabak üzerinden çini nasıl yapılır anlatmaya çalışayım: Tabak önce zımpara yapılır sonra tozlardan temizlemek için nemli süngerle siliyoruz sonra uygun tabak desenini ayarlıyoruz kömür tozu yardımı ile deseni tabağa aktarıyoruz. Sonra da fırça yardımı ile kontur dediğimiz işlemi yapıyoruz. Kontur işlemi bitince zevkimize göre renklendirme yapıyoruz sonra da sırlanmaya hazır hale geliyor sırlandıktan sonrada evlerimizde en güzel köşelerde yerlerini alıyorlar. Aile Dostu: Oluşum sürecine bakacak olursak bu pek de evde hobi olarak yapılabilecek bir şey değil öyle değil mi? Nurhan YILMAZ: Evde çininin her malzemesi bulunmayabilir. Fakat günümüzde çini sanatındaki gelişmeyle beraber çini evde de yapılabilecek duruma gelmiş oldu. Aslında çini gerçekten çok dinlendirici bir sanat. İstediğin tasarımı istediğin gibi renklendirme yapabiliyorsun. Yani özgürce sanatını konuşturabiliyorsun. Aile Dostu: Sadece belediyeler bünyesinde mi var çini eğitimi, özel kurslar veya kurstan sonra çalışmalarını devam ettirebilecekleri yerler var mı insanların? Nurhan YILMAZ: Sadece Belmekler yok, özel kurslar da var. İsteyenler kurs bittikten sonra devam ettirmek isterlerse özel kurslara da devam edebilirler. Aile Dostu: Ne kadardır öğrenme süresi? Nurhan YILMAZ: Öğrenme süresi kişiye göre değişiyor. Bazı öğrenciler hemen öğreniyor bazıları daha geç. Tıpkı ilkokul gibi kimisi daha önce okur kimisi daha sonra okur. Aile Dostu: Başka hangi sanatlarla birlikte kullanılabilir çini? Nurhan YILMAZ: Geleneksel Türk el sanatları kendi aralarında bir bütünlük oluşturuyor. Tezhip, hat, katı ebru minyatür ve çini birbirleriyle bir bütün. Birbirlerini tamamlıyorlar. Aile Dostu: Daha çok hangi yaş grubu tercih ediyor? Nurhan YILMAZ: Belmek kursları yetişkin eğitimi olduğu için genelde emekli bayanlar ve ev hanımları tercih ediyor. Bazen genç öğrencilerimiz de olabiliyor tabii ki. Aile Dostu: Tarihteki büyük örnekleri nelerdir? Mesela tarihteki en eski çini ürünü nedir, hangisidir? Yine bu işin duayenleri kimlerdir geçmişte veya günümüzde? Nurhan YILMAZ: Çini eski dönemlerde genelde cami süslemelerinde kullanılmış. O zamanlardan kalan İznik Yeşil Cami, Bursa Yeşil Cami gibi örnekleri verebiliriz. Sanatçı olarak ise Baba Nakkaş bu işin üstadı. Günümüzde ise Mehmet Koçer, İsmail Yiğit gibi sanatçılarımız var bu işi layıkıyla yapan. Aile Dostu: Bir de Çini sanatı ile tanınmış illerimiz var değil mi? Nurhan YILMAZ: Çiniyle ünlenmiş illerimiz var elbette. Osmanlı döneminde İznik. Günümüzde ise hepimizin bildiği üzere Kütahya, İznik’in önüne geçmiş durumda. 51 52 SONBAHAR DEPRESYONU Psikolog Serap DUYGULU Genellikle depresyon belirtileriyle aynı belirtileri veren bir duygu durum bozukluğudur ve mevsimsel depresyon olarak da bilinir. Sonbaharın gelmesiyle birlikte başlar ve yaz başına kadar sürer. Mevsim değişikliğine bağlı olarak saç dökülmeleri, iştahsızlık, mide problemleri, baş ağrısı gibi bazı rahatsızlıklarla birlikte görülebilir ve genellikle her yıl aynı dönemlerde tekrar eder. Cinsel istekte azalma, sıkıntı ve çaresizlik duygusu, neşesiz ve sinirli bir ruh hali, uykusuzluk çekme ya da yoğun olarak uyuma isteği, sabahları yorgun ve bitkin uyanma, hareketlerde yavaşlama, geçmişe dönük pişmanlık ve suçluluk duyguları depresyon belirtileridir ve özellikle sonbahar aylarında bu belirtilere daha sık rastlanmaktadır. Depresyon tanısıyla tedavi edilenlerin % 65’ini sonbahar depresyonu yaşayanlar oluşturmaktadır. Bu bakımdan tüm depresyon vakaları içinde en sık görülen türüdür. Normal depresyonda karşılaşılan temel belirtiler bahar depresyonu için de geçerlidir. O nedenle; mutsuzluk, sürekli bir hüzün hali, halsizlik, isteksizlik, uyku düzeninde ve süresinde değişiklikler, belirgin olarak kilo alma ya da kilo kaybı, ölüm düşünceleri, değersizlik hissi, aşırı duygusallık, dikkat dağınıklığı, unutkanlık, huzursuzluk gibi belirtiler görüldüğünde bahar depresyonu düşünülmelidir ve bir uzman yardımı alınmalıdır. Sonbahar Depresyonunun Sebepleri Nelerdir? Bu konuda değişik görüşler öne sürülmekteyse de iki ayrı sebep üzerinde durulmaktadır. Bunlardan ilki, sonbaharın ve kışın gelişiyle birlikte azalan güneş ışığının hormonları ve uykuyu düzenleyen biyolojik saatin bozulmasına neden olduğudur. İkinci sebep olarak ise yine güneş ışığının azalması nedeniyle beyindeki kimyasal maddelerin salgılanmasında sorunlar oluştuğu ve bu sorunların kişiyi depresyona açık hale getirdiği öne sürülmektedir. Her iki halde de yeterli güneş ışığına çıkmanın sorunu çözümlediği düşünülmektedir. Bu durumda sonbahar depresyonu’na Biyolojik ve Psikolojik sebepler olarak iki ayrı pencereden bakmak mümkündür. Biyolojik Sebepler Bahar ve yaz mevsimiyle beraber güneş ışınları dünyaya dik açıyla gelir ve gözlerimiz yoluyla vücudumuzda kimyasal enerjiye çevrilir. 53 Mevsimsel depresyon tedavisinde son yıllarda uygulanmaya başlayan ışık tedavisi de bir seçenektir. Bu yöntemde amaç, beynin eksikliğini hissettiği güneş ışığının dışarıdan verilmesi yoluyla hormon salınımlarını yeniden düzenlemektir. İlaç ve terapilere ek olarak bir diğer tedavi seçeneği alternatif tıp olarak bilinen bitkisel karışımlardır. Örneğin kantaron otunun depresyonun etkilerini azalttığı öne sürülmektedir. Bu işlemler sırasında da mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin üretimi artar. Aynı şekilde beynimizde bulunan epifiz bezi de melatonin üretiminden sorumludur ve bu hormon karanlık, ışıksız ve kasvetli ortamlarda yoğun olarak üretilir ve uyku hormonu olarak da bilinir. Gözlerimiz ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirebildiğinden bu hormonların üretimini direk etkileyen bir işlev görmektedir. Bundan dolayı sonbaharda güneş ışıklarının zayıflaması mutluluk hormonunun salgılanmasını azaltıp, uyku hormonunun üretimini artırdığı için beyin kimyasının değişmesine ve buna bağlı olarak da depresyona yol açmaktadır. Mevsimsel depresyon, sonbaharın gelmesiyle başlar ve kışın da görülebilir. Ancak yazın yoğun güneş ışığına alışan insan vücudu, sonbaharın gelmesiyle birlikte birden bire azalan güneş ışığının yokluğuna uyum gösterme konusunda sıkıntılar yaşamakta ve bu sebeplere bağlı olarak sonbahar depresyonu daha sık görülmektedir. Psikolojik Sebepler Psikolojik sebepler içinde en bilineni sonbaharın insanları hüzünlendirdiğidir. Özellikle gençler için yaz aşkları ve ışıltılı günlerin sonu anlamına gelir. Yaprakların kuruyup sarardığı günlerin ardından kasvetli kış günlerinin ve soğuk havaların geleceğini bilmek, kapalı yerlerde kalmak zorunda olmak, denizin, güneşin ve yazın hareketli günlerinin biteceğini düşünmek depresif ruh halini tetiklemektedir. Aynı şekilde yaşlı insanlar mevsimsel değişikliklerden daha yoğun olarak etkilenmektedirler. Özellikle sonbahar ve kış aylarının zaten duygusal bir yapıda olan yaşlıları daha hassas ve kırılgan hale getirdiği, bundan dolayı yaşı ilerlemiş insanlarda depresyonun daha ağır seyredebileceği unutulmamalıdır. Tüm bunların dışında bir de genetik olarak depresyona yatkınlık varsa sonbahar depresyonu için ortam hazırlanmış demektir. Sonbahar Depresyonunun Belirtileri Belirtiler, bilinen depresyon belirtileriyle hemen hemen aynıdır. z Mutsuz, isteksiz ve umutsuz olma hali. z Uyku bozuklukları; uykusuzluk ya da aşırı uykulu olmak. z Kendini suçlu hissetme ve değersizlik duygusu. z Dikkat eksiklikleri, odaklanamama. z Aşırı kilo alma ya da kilo kaybı. z Sinirlilik, gerginlik. z Sürekli bir üzgünlük hali. z Yorgunluk, halsiz ve bitkin olma durumu. z Kaygı bozuklukları. z Ölüm ve intihar düşünceleri ve intihara yönelme. Depresyon ciddi bir duygu durum bozukluğudur ve zamanında doğru müdahale edilerek tedavi edilmezse sonuçları olumsuz olabilir. Özellikle ağır depresyon durumlarında kişinin intihara eğilimi olacağı ve bu yönde bir davranışa gireceği bilinmelidir. Tedavi yöntemleri Tedavi depresyon tedavisiyle aynı olacaktır. İlaçlı tedavi ve terapiler yoluyla tedavi edilebilir. Mevsimsel depresyonda ek olarak son yıllarda uygulanmaya başlayan ışık tedavisi de uygulanmaktadır. Tedavi de ilaç ve psikoterapi aynı anda uygulandığında daha olumlu ve çabuk sonuç alınmaktadır. İlaçlı tedavi üç aydan başla- yan ve duruma göre 1. 5 yıl ile 2 yıl sürebilen bir döneme yayılabilir. Uygulanan tedavide kalıcı ve doğru sonuçlar alabilmek açısından kararlı olmak ve tedaviyi yarım bırakmamak en önemli kuraldır. Daha önce depresyon yaşamış kişilerin tekrar bu sorunu yaşama ihtimalleri diğer insanlara göre daha fazladır. Depresyonun tekrarlama riski olduğu unutulmamalıdır. Ancak bu her depresyon geçiren kişinin tekrar depresyon geçireceği anlamına gelmez. Bu açıdan tedavide uzman hekimin ve terapistin önerilerine uymak, tedavi aşamalarını dikkatle takip etmek önemlidir. Yine de tedavi yöntemlerini belirlerken mutlaka uzman doktor ve terapistlerden bilgi almak ve onların önerilerine göre bir yol belirlemek gerekir. Mevsimsel depresyonu tetikleyen sonbahar ve kış aylarının geçeceği yeniden bahar ve yaz mevsimlerinin geleceği de unutulmamalıdır. Kısacası bu geçici bir dönemdir ve mevsim geçişleri tüm doğanın dengesinin yeniden kurulduğu bir yaşam döngüsüdür. Yaşanılan sıkıntılar her insan için geçerlidir ve biraz sabır ve doğru yöntemlerle aşılması mümkündür. 54 TÜRK TARİHİNDE İLME VERİLEN ÖNEM SELÇUKLU MEDRESELERİ Selçuklu’nun ilk medresesi 1046 yılında Nişabur’da kurulmuş. Göz ardı edilmeyecek tek şey dendiğinde ise kapı hep aynı isme çıkıyor : bu eğitim kurumlarını var eden büyük devlet ve ilim adamı Nizamülmülk. Nizamülmülk’ün kurmuş olduğu bu devlet teşkilatı, kendisinden sonra gelen Türk - İslâm devletleri için çok önemli birer örnek oluşturmuş. Hazırlayan: Neşe ŞEN İnce Minare (Konya) 55 Süleymaniye Medresesi (İstanbul) Selçuklulardan önce özel eğitim kurumu olarak hizmet veren medreseler Selçuklularla beraber devlet okulu halini almıştır. Bu okullara üniversite kimliğini de ilk kez Selçuklu kazandırmış, bu kimlik mimari tarza da yansımış ve üniversite kampüsünün ilk örnekleri de böylelikle Selçuklu’ya mal olmuştur. Türk tarihi boyunca ilim ve bilim çok büyük bir öneme sahip olmuştur. Bunun en güzel örneklerinin başında gelir Selçuklular. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Veziri Nizamülmülk’ün 1068’de Bağdat’ta açmış olduğu “Nizamiye Medresesi” Türk yükseköğretim tarihinde yükseköğretim kurumu olarak önemli bir kurumdur. Gazali, Nişabur Medresesi’nde öğrenim gördükten sonra Bağdat’ta açılan “Nizamiye Medresesi” nde 1091-1095 yılları arasında “müderrislik” yapmıştır. 1040 yılında Gazneliler ile meşhur Dandanakan Savaşı’ndan galip çıkarak Horasan Bölgesinde kuruldu Büyük Selçuklu Devleti. Böylece halifelik makamının koruyuculuğu görevi de Gaznelilerden kendilerine geçmiş oldu. Anadolu’yu yavaş yavaş keşfetmeye başlamaları ise 1048’de Bizans ile yaptıkları Pasinler Savaşı’ndan hemen sonra. Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük katkısı olan Selçuklular’ın bu yolda önünü açan olay ise hepimizin bildiği gibi Malazgirt Zaferi. Bu galibiyetin en önemli sonucu ise Türkiye tarihinin başlaması kuşkusuz. Büyük Selçuklu’nun en önemli ve yenilikçi hükümdarı olarak bilinen Melikşah’ın dönemi, her alanda yapılan gelişme çalışmalarıyla devletin de en parlak devri olmuştur. Bu devrin bu kadar parlak olmasının temel nedenlerinin başında eğitim geliyor. Özellikle Melikşah döneminin ünlü veziri Nizamülmülk’ün eğitim alanındaki çalışmaları bu büyük devletin bu konudaki ciddiyetini anlamak için yeterli. Ancak elbette eğitim ile ilgili ilk çalışmalar hemen devletin kuruluş döneminde Tuğrul Bey’in hanlığı zamanında başlamış. Selçuklu’nun ilk medresesi 1046 yılında Nişabur’da kurulmuş. Göz ardı edilmeyecek tek şey dendiğinde ise kapı hep aynı isme çıkıyor: Bu eğitim kurumlarını var eden büyük devlet ve ilim adamı Nizamülmülk. Nizamülmülk’ün kurmuş olduğu bu devlet teşkilatı, kendisinden sonra gelen Türk-İslâm devletleri için de çok önemli birer örnek oluşturmuş. Bu kıymetli ilim insanı aynı zamanda bu medreselerde öğretmenlik de yapmış. Medreselerin temel anlayışı, güçlü bir din eğitiminin yanında, İslâm hukuku anlayışına uygun eğitilmiş güvenilir ve yetenekli yöneticileri yetiştirmektir. Temel siyaset felsefesinin “hoşgörüye ” dayalı olması daha evvel ülkeyi terk etmiş birçok küskün bilim adamının da geri dönmesini sağlamış. Medreselerin bütün dünyaca kabul edilen en önemli özelliği ise hemen hemen hepsinin üniversite yapılanmasında olması. Bağdat, Musul, Basra, Nişabur, Belh, He- 56 Çifte Minareli Medrese (Erzurum) 57 Şifahiye Medresesi (Sivas) Nizamiye medreseleri, “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu doğrultudaki çalışmalardan biri de medreselerde yatılı eğitim ve burs uygulaması idi. Bu burs ve yatılı eğitim giderleri medresenin vakfı tarafından karşılanırdı. rat, İsfahan, Merv, Amul, Rey ve Tuş gibi bir çok kentte kurulan bu köklü eğitim kurumlarının en bilineni ve özel bir yere sahip olanı elbette ki Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’dir. Medreseyi özel kılan nedenlerden biri de siyasi ve bölücü din anlayışıyla mücadele eden dönemin ünlü ilim adamı Gazali’nin, Nişabur Medresesi’de öğrenim gördükten sonra Bağdat’ta açılan “Nizamiye Medresesi” nde “müderrislik” yapmış olmasıdır. Muhakkak ki üniversite denkliğindeki bu eğitim yuvalarının kuruluşunda rol oynayan bir takım temel nedenler ve amaçlar vardı. Bu amaçların başında da; z Yönetimde görev alması için memur yetiştirmek z din adamı yetiştirmek z ufku açık devlet adamları yetiştirmek z burslu eğitim sistemi ile ekonomik durumu okumaya elverişli olmayan çocuklara olanak sunmak geliyordu. Nizamülmülk’ün bilhassa üzerinde durduğu bir diğer konu ise eğitimde fırsat eşitliği idi. Muhahhak ki daha önce de eğitim veren buna benzer eğitim kurumları vardı. İlk medreseler Türkistan’da Karahanlılar tarafından kuruldu. Gazneliler ve Samanoğulları tarafından da son halinine getirildi. Selçukluları kendinden öncekilerden ayıran en önemli fark ise hemen hepsinin resmi birer devlet okulu olmalarıydı. Elbette bu okullara üniversite kimliğini de ilk kez Selçuklular kazandırmıştı. Bu kimlik mimari tarza da yansımış ve üniversite kampüsünün ilk örnekleri de böylelikle Selçuklu’ya mal olmuştu. Nizamiye medreselerinde okutulan dersler ağırlıkla din, hukuk ve dil alanındaydı. Her ne kadar Gazali şiddetle karşı çıkmış olsa da Nizamiye medreselerinde felsefe ve mantık dersleri de okutulmuştu. Farsça ilk kez bu kurumlar tarafından eğitim dillerinden biri haline getirildi. Arapça ise İslâm aleminin yeni ve ortak öğretim dili oldu. Eğitim sisteminde adeta bir öncü ve rehber olan Nizamiye medreseleri artık İslâm dünyasının geleneksel öğretim metodu haline gelmişti. Bu medreselerin ne kadar sağlam ve köklü bir temel üzerine kurulmuş olduğunun en güzel kanıtı ise halen kullanılmakta olan ders geçme ve 58 İnce Minareli Medrese (Konya) İlk medreseler camilere ve mescitlere bağlı, onların yanında ya da içinde öğretime ayrılmış özel yerlerdi. Daha sonra Selçuklu sultanları kendi adlarına olduğu kadar eşlerinin adına da çoğu tıp alanında öğrenim veren medreseler inşa ettirdiler. kredili sistemin başlangıcı olan, bu medreselerdeki ders geçme sistemidir. Yine bu kurumların günümüz eğitim sistemine bir diğer katkısı da daimi statüde öğretim elemanı yetiştirme ve bunlar arasında bir yükselme sistemi oluşturmasıdır. Günümüz üniversitelerinin mezuniyet belgesi yani diplomasının Selçuklulardaki adı “icazetname” idi. Aslında gerçekten de Ömer Hayyam, İbn-i Sina gibi önemli ilim ve bilim adamlarının sayıca ve bilgice ulaştıkları mertebelere bakılacak olursa Selçuklulardaki eğitim anlayışının Avrupa’ya ve tüm dünyaya nasıl ışık tuttuğunu anlamak için yeterli olur sanırım. Genel olarak Selçuklulara bakacak olursak Anadolu’da bıraktıkları bu eşsiz öğrenim kurumlarından eğitime verdikleri kıymeti anlamak mümkün. Bunların başında gelmekte olan Anadolu Selçuklu’nun ilk külliyesinin de içinde bulunduğu, Kayseri’de I. Alaaddin Keykubat’ın eşi Hunad Hatun tarafından yaptırılan Kayseri Hunat Hatun Medresesidir. Selçuklular dönemine ait bir diğer önemli kurum da Karatay Medresesidir. Karatay Medresesi, Sultan II. İzzeddin Keykavus Devrinde yaptırılmış ve Osmanlı döneminde de aktif olarak eğitim vermeye devam etmiştir. Medrese, Selçuklular Devrinde hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere “Kapalı Medrese” tarzında yaptırılmıştır. Selçuklu devri taş işçiliğini bütün güzelliği ile görmek mümkün olan bu medresede kapısının diğer yüzeylerine seçme ayet ve hadisler kabartma olarak işlenmiştir. Bu medreseler içinde yine en göze çarpanlarda biri de İnce Minare’dir. Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus Devrinde Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis ilmi öğretilmek üzere yaptırılmıştır. Darü-l Hadis olarak da bilinen medrese, Selçuklu Devrinin avlusu kapalı medreseleri grubundadır. Doğusunda yer alan taçapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasında yer alır. Kubbe kasnağında kûfi yazı ile “El-Mülkü-Lillah” “Ayet’el Kürsi” yazılıdır. Yine Selçuklu’dan sonra Osmanlı tarafından da kullanılmaya devam edilen bir diğer medrese ise Sırçalı medresedir. Konya’nın göz bebeği olan bu tarihi mekan da II. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Bedreddin Muslih tarafından yaptırılmıştır. Selçuklular döneminin belki de en güzel görseline sahip olan eğitim kurumu ise Kırşehir il merkezinde yer alan ve halk arasında minaresindeki yeşil çinilerden dolayı “Cıncıklı Camii” olarak bilinen Kırşehir Cacabey Medresesi’dir. Selçuklular döneminde Kırşehir Emiri Nurettin Cibrilbin Cacabey tarafından yapılmıştır. Döneminde astronomi yüksekokulu olarak hizmet vermiştir. Taç kapısının hemen solunda da Cacabey’in yattığı türbe bulunmaktadır. Selçuklu’da tıp ilmine verilen önemin en göz ünündeki örneklerinden biri de Sivas’taki Şifaiye Medresesidir. Bu medrese Anadolu’daki Selçuklu hastanelerinin en büyük olanıdır. 59 www.selva.com.tr www.facebook.com/selva www.twitter.com/selvamakarna www.selva.com.tr/saglikliyasam 60 Çağımızın En Yok Edici Hastalığı “İsraf” Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz! Çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez. (A’râf Suresi 7/31) 61 Maalesef yemeyip kuruttuğumuz ekmeklerden tutun da boşa akıttığımız suya hatta kıymet bilmez bir şekilde harcadığımız zamanımıza kadar öyle çok ki müsrifçe ve hoyratça çöpe attıklarımız. Kaynakları gittikçe tükenen dünyanın en büyük tehdidi… İsraf… Muhakkak ki israf denilince ilk gözümüzün önünde canlanan resim bayatlamış veya küflenmiş ekmeklerin çöp kutularının yanındaki görüntüsüdür. Biraz olsun vicdanımızı rahatlatmak adına “kedi, köpek yesin sevaptır” diyerek, kendimizi de kandırarak umarsızca bir poşetle bırakıverdiğimiz en temel nimet yani. Dost sohbetlerinde sıkça dilimize dolanan hani şu dünyanın açlıktan ölen insanlarının olduğu ülkelerini o an aklımıza pek de getirmeden ama üzüntü seanslarımızda “ah elimizden gelen bişey olsa” diye hayıflandığımız ama aklımıza ısrarla yaptığımız israfı getirmediğimiz “insanlık!” hali… Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de günde 6 milyon, yılda 2,1 milyar ekmek israf ediliyor. Bu israfın yıllık ekonomik boyutunun da 1,5 milyar liraya yakın olduğu söyleniyor. Türkiye’de her gün israf edilen 6 milyon ekmekle yaklaşık 6 milyon kişinin bir günlük ekmek ihtiyacının karşılanabileceğini vurguluyor bakanlık. Bu maddi kayıpla 3 çocuklu 104 bin ailenin geçinebileceğini ise özellikle vurgularken ekmek israfı nedeniyle yıllık kaybımızın, ihracatında dünya birincisi olduğumuz un ihraç gelirimize eşit olduğunu bizzat duyuruyor Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı’mız. z Tıraş olurken, diş fırçalarken kapatılan musluklardan kişi başına yılda 12 ton. İlgili bakanlık bu konu ile ilgili oldukça kapsamlı kampanyalar yapıyor. Amaç ekmek tüketimini ihtiyaç seviyesine düşürüp fazladan alınan ekmeğin çöpe gitmesini engellemek. Ama elbette çözüm bireysel başarıyla mümkün. z Bulaşıkları makinede yıkamaya teşvik bir çoğumuzu kuşkulandırdığı üzere makine veya deterjan firmalarının reklamı için değil aslında. Çünkü aksini yapıp elde yıkamaya kalktığınızda haybeye kullandığınız su bir yıl için tam 40 ton. İsrafın şekle bürünüp karşımıza çıktığı bir diğer değerli madde de su elbette. Sırf keyif olsun diye fazladan kaldığımız banyo, elimizi yıkarken veya dişimizi fırçalarken haddinden fazla açıp üstüne üstlük de kullanmadığımız zamanlarda kapatmadığımız musluk… Şöyle bir öz eleştiri yapmaya kalksak aslında “fazladan su harcamıyoruzdur ki biz, hem olsa olsa birkaç dakikadır yani”. Aslında doğru, çünkü bize göre gereksiz değil o an kullanılan suyun yeri. Oysa o birkaç dakika bakın ne kadar değerli. z Boş yere çektiğiniz tuvaletin sifonunun sizden yıllık su götürüsü kişi başına 4 ton. z Evdeki önemsemediğiniz bozuk musluğun size yıllık maliyeti ise 1 ton. Bütün bunlar sıradan bir günlük yaşam gününde ilk aklımıza gelenler sadece. z Dişinizi fırçalarken veya traş olurken aralarda kapatmadığınız su bir yılda 12 ton ediyor. Üç tarafımızın denizlerle çevrili olması, veya şırıl şırıl akan derelerimiz maalesef “kullanılabilen su” miktarı göz önüne alındığında yeterli olmuyor ülkemiz için. Öyle ki inanmak istemesek de Türkiye, bu bağlamda dünya listesinin çok alt sıralarında. Bundaki en önemli pay da hızlı sanayileşme ve nüfus artışı. O yüzden bunu önlemek de o “fazlalaşan” nüfusa düşüyor işte. z “Çok iyi geldi” diye bir dakikacık fazladan kaldığınız banyonun su israfı yılda 18 ton. Çağımızın en büyük israfı: Zaman! işlerimizin bir türlü yetişmediğini, kendimizi geliş- 62 tirmek için fırsat bulamadığımızı, hatta dinlenmeye bile zamanımız olmadığını yakınıp durduğumuz yarım saatlik telefon görüşmeleri var ya işte onlar mesela. Ya da “yarın yine işler yetişmeyecek” diye televizyon karşısında stresle ve boş boş oturduğumuz vakitler var ya bi de onlar. Ne kadar da çoğaltılabilir örnekler. Ne yazık ki. Zamanın kıymetini madden anlatmanın en kısa şeklini söylemiş Benjamin Franklin : “Vakit nakittir. ” Aslında günümüzde nakitten çok daha fazlasıdır vakit. Düşünsenize hızla geçip giden vaktin içinde nakitle sahip olamayacağımız veya geri getiremeyeceği- miz şeyler yok mudur? Gençliğimiz gibi… Çalışmanın, zamanı doğru kullanmanın önemini anlatan en güzel cümle ise elbette Peygamber efendimiz tarafından söylenmiştir: “İki günü eşit olan zarardadır. ” Zamanın kıymetini oldukça vurucu bir dille anlatan Basralı alim Hasan Basri Hazretlerinin yaşadığı küçük bir an bize belki en kısa ve keskin yoldan gösterir işlerimizin doğrusunu: Hasan Basri Hazretleri katıldığı bir toplantıda “- Ben demiş, öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin nakitlerinizi harcamaktan çekindiğinizden daha fazla vakitlerini harcamaktan çekiniyorlardı. Yani ya okuyorlardı ya da yazıyorlardı. Ya da ibadetle meşgul oluyorlardı. Tek dakikalık vakitlerini dahi boşa harcamıyorlardı. ” Sayfalara sığmaz bir derya adeta bu israf “meselesi”. Üstelik de en acı tarafı ilacının kendi içinde olması… Yani derdin de dermanın da insandan geçiyor olması… 63 64 ERKAN ŞAMCI Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY Eskiden ilginç televizyon reklamları vardı. Özellikle temizlik maddeleri ile ilgili olanlar. Evin hanımı neşe içinde yenen akşam yemeğinden sonra yorgun argın mutfağa girer ve üst üste yığılmış bir bulaşık ve ocağın her yanını sarmış bir yağ tabakasıyla karşılaşırdı. Tam mutsuz bir şekilde işe girişecekken birden bire süper kahraman kılıklı bir adam ortaya çıkar ve muhakkak elinde tuttuğu yeni bir yağ sökücü deterjan olurdu. Bu yeni temizlik maddesinin özelliklerini bir çırpıda anlatır, dağ gibi bulaşık göz açıp kapatıncaya kadar biter ve reklam filmi evin hanımı mutlu mesut kahvesini yudumlarken sona ererdi. İşte bu sefer ev işlerinin arasında bunalmış hanımların birden bire karşısına çıkan süper kahraman alışılagelmiş olanlardan bir hayli farklı. Çünkü bu sefer bırakın yeni bir deterjan getirmeyi hanımın elindekini de alıyor. Yerine de yüzde yüz zararsız ve doğal formüller veriyor. İşte bu süper kahramanın adı: Erkan ŞAMCI “Dezenfekte!” ettiğini düşünerek kullandığımız o mis kokulu temizlik maddelerinin aslında sadece mikropları değil bizi de yok ettiğini söylüyor ünlü ziraatçı. Bu konuyla ilgili yapılan yanlış bilgilendirmeye de bir hayli tepkili üstelik. İşte temizlik yaptığımızı zannederken aslında nasıl bir kabusa sürüklendiğimizi konuştuk Sayın Erkan ŞAMCI ile. Aldığımız yanıtlar gerçekten ilginçti. 65 Bizler her birimiz insanız ama sayısal değerlendirecek olursak aslında bakteriyiz. Her birimizin vücudunda on trilyon insan hücresi var. Aile Dostu: Merhaba Erkan Bey. Aslında hepimiz tanıyoruz sizi ama bir kez de sizin ağzınızdan dinlemek isteriz. Erkan ŞAMCI: Ben bir ziraatçıyım ama şehirdeki bir ziraatçıyım. Tarlalarda, bahçelerde ya da hayvancılıkla uğraşan diğer meslektaşlarımın dışında ben şehirde özellikle İstanbul’da bir metropolde ziraatçılık yapıyorum. Bir taraftan da mesleki kariyerimin içerisinde entomoloji, toksikoloji, farmokoloji disiplinlerini de katarak, bunlarla ilgili eczacılık fakültesinden de dersler alarak ekolojik yaşam uzmanlığı gibi böyle bir üst format edindim. A. D. : Peki neden bu kadar çaba? Tam olarak neydi amacınız? Erkan ŞAMCI: Bundaki temel amacım da şu idi: Şehirlerde özellikle anneleri ve çocukları doğal hayatın pratikleri ile buluşturmak, o beton yığınlarının asfalt yığınlarının içerisinde kalmış, zamanının yüzde doksanından fazlasını betonların arasında geçiren bu insanları doğal bazı objelerle buluşturabilmek. Mesleğimin ve sorumluluğumun temel amacı bu benim. Hayatımızda kimsenin yargılamadığı, hayatı kolaylaştırdığı için kayıtsız şartsız hayatlarımıza soktuğumuz, hatta para vererek soktuğumuz bir sürü zehir. Çocuklarımızı zehirleyen, annelerimizi zehirleyen bir sürü yanlış gıdalar. Bütün bunlara bir şekilde insanların dikkatini çekmekti benim amacım. A. D. : Bu doğrultuda oldukça sık görme fırsatımız oldu televizyonlarda. Bir hayli dikkatini çekti bu konu insanların değil mi? Erkan ŞAMCI: Sağ olsunlar televizyonlar da bu önemli misyonun farkına vardılar ve ekranlarını bana açtılar uzun senelerden beri. Bu bakımdan geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin hemen tüm televizyonlarında program yapma şansım oldu. Böylelikle de en azından insanların bazı farkındalıkları olmasına gayret ettim. Çok şükür de oldu. A. D. : Bu konu ile ilgili insanlarda bir kıpırdanma, bir hareketlenme oldu değil mi? Erkan ŞAMCI: Artık insanlar bazı şeyleri sorgular hale geldi. Hayatımızın içerisinde insandan başka hiçbir dünyada canlı yok ki evini zehirle yapsın. Yani günümüzdeki bu modern binalar insan yaşamı için hiç elverişli olmayan, insanı hasta eden, kendileri de hasta olan binalar. Bilimde hasta bina sendromu diye bir şey vardır. Lejyoner hastalığı denir buna da. Şimdi buradan yola çıkarak başta evlerimiz bizi hasta ediyor. Hele de evimizde titiz bir annemiz varsa o bayağı kasıtlı olarak, ağır olarak bizi hasta ediyor. Ve bunu da “ben titizim ben temizim” üst başlığı altında televizyonlarda gördüğü bir sürü ürünün faydalı olduğu zannıyla yapıyor. A. D. : Aynen öyle. Hepimiz daha iyi temizlemek daha çok dezenfekte etmek adına kullanıyoruz bu ürünleri. Oysa siz faydalı olduğunu zannediyor diyorsunuz. Yani fayda etmiyor mu? Temiz olmuyor mu evlerimiz? Erkan ŞAMCI: İnsanlara tuvaletlerinin içerisinden öcüler böcüler, bakteri orduları yaşıyor intibaları veriyorlar bu reklamlarla. İşte ondan sonra da falanca çamaşır suyunu dökünce o kötülüklerden kurtulduklarını zannediyorlar. Oysa ki asıl ve gerçek kötülük o kullanılan malzemelerde. Bunu şöyle açıklayayım: Bizler her birimiz insanız ama sayısal değerlendirecek olursak aslında bakteriyiz. Her birimizin vücudunda on trilyon insan hücresi var. Buna karşılık ağırlık olarak tam bir buçuk kilogram, adet olarak da yüz trilyon bakteriden oluşuruz. Bu bakterilerimiz olmasa bizim yaşama şansımız hiç yok. Şimdi günümüzde maalesef anti bakteriyel ürünler insan hayatına sokuldu. Hijyen kavramı insanların hayatına sokuldu, sanki iyi bir şeymiş gibi. Kulağa hoş geliyor tabii hijyen, mikropsuz ortam. Halbuki öyle bir ortam, insanların yaşayacağı bir ortam değildir. Yani anti bakteriyel ürün eğer biz de sayısal olarak bakteriysek anti insan ürünler demektir. Nitekim o anti bakteriyel ürünler yüzünden günümüzde insanlar bu hijyen takıntısına sahip oldular. Dolayısıyla da bu ürünleri üreten firmaların bağımlısı oldular. Bu tıpkı sokaktaki çocukları uyuşturucuya alıştırıp bağımlı yaptıktan sonra ömür boyu onların parasını almaya teşebbüs eden tacirlerden hiç ama hiçbir farkı yoktur. Daha da tehlikelisidir bu. Ama bunu öyle masum, öyle doktorlarla reklamlar yaparak yaptılar ki hiç birimiz farkına varmadan her birimizin evinde bir titiz, hassas, temiz anne oluştu ve bu anneler bizi kasıtsız olarak öldürmeye çabalıyorlar. Çok da gayretliler. A. D. : Yani diyorsunuz ki yıllardır temizlik adı altında bilmeden zehirlendik öyle mi? Erkan ŞAMCI: Tabii. Şimdi annelerimiz sabahtan kalkar kalkmaz bizim hayatımıza giren şampuanlar, parfümler, kozmetik malzemeleri, bulaşık ve çamaşırımızı yıkadığımız deterjanlar, ağzımıza aldığımız o diş macunları, vs. hepsi toplam bir sinerji yaratıyor. Ne evimizde teneffüs edilebilecek sağlıklı bir hava kaldı, ne sağlıklı bir giysi kaldı. Çünkü giysilerimizin yapım aşamasında kullanılanlar da kimyasal ürünler. A. D. : Siz bu konuda gerçekten oldukça dolu ve tepkilisiniz. Üstelik de haklısınız. Erkan ŞAMCI: Hal böyle olunca birilerin bu konuda uyarılar yapması, insanları uyarması, bizim paramızı alarak bizleri hasta eden ürünlere dikkatini çekmesi lazım. Şimdi dediğim gibi buradaki en büyük sıkıntı hijyen takıntısıdır. Hijyen normal koşullarda, normal insanların ya da yaşam ortamının, evin bir sorunu değildir. Hijyen sadece ameliyathanelerin sorunudur. Orda insanların vücudu açılır, vücudumuzu koruyan derinin koruması kalktığı için ortamda gerçekten hiçbir mikrop, virüs, bakteri, mantarın olmaması lazım. Dolayısıyla hijyen ihtiyacı vardır. Eğer öğlen mutfak masanızda açık kalp ameliyatı yapmayacaksanız hiçbir ev kadınının hijyenle işi olmaması lazım. Bu hijyen ürünleri vücudumuzda bizleri koruyan tüm bakterileri de öldürdüğü için bizi yaşama karşı savunmasız bırakıyorlar. Yani korkutulduğumuz şeyler aslında sağlığımız için gerekli olan şeyler. Ama ne yazık ki herkes o ürünlerin koca koca büyük firmalar tarafından satılması hatta çoğunun eczane ortamında satılması insanlara bir güven veriyor. Yani denilen şudur: “Bu ürünler zararlı olsaydı devlet satışına izin 66 Erkeklerin başında saç kalmadı ve çocukları olmuyor çünkü spermleri geçtiğimi kırk seneye göre yüzde yetmiş beş azalmış durumda. vermezdi. Ya da eczanelerde satılmazdı. ” Gibisinden insanların içlerini ferahlattıkları düşünceler var. Oysa bilmedikleri şey şudur: Bu tarz ürünler devletin denetiminde üretilmezler bunları üreten firmalar sadece beyan etmekle yükümlüdür. Yani ben şu diş macununu yapıyorum der bir dilekçe verir ve yapar. Bunun içerisine çocuklar için kullandığı madde aynı zamanda bir fare zehridir. İçerik olarak baktığımızda da içerisine tatlandırıcı katılmış deterjandan başka hiç bir şey değildir. A. D. : Yani şimdi çocuklarımızı veya kendimizi daha sağlıklı yapmaya çalışırken aslında zehirliyoruz öyle mi? Erkan ŞAMCI: Elbette. Yani bir anne çocuğuna” hadi çocuğum dişini fırçala” dediğinde aslında “hadi çocuğum git zehirlen, git biraz deterjan ye” demekle aynı şeyi söylemiş olur. Ya da çocuğun odasına sinek zehirlerini sıkıp “çocuğum odanı ilaçladım, sinek ilacı sıktım” diyerek zehrin adını üreticiler ilaç koyduğu müddetçe bunları kullanan insanların içi rahat edecektir. “Ben odayı ilaçladım” diyecektir. Ya da “ben böcek ilacı kullandım” diyerek bütün apartmanın toplu olarak profesyonel zehir kullanan, bence katil, firmalar tarafından evin, apartmanın, oturan yüzlerce insanın zehirlenmesi, bunun adına da böcek ilacı yaptırdık denmesi kadar insanoğluna yapılmış büyük bir katliam yoktur. A. D. : Peki kullanılan bu sizin tabirinizle zehirlerin insanda bıraktığı sonuç nedir? Ya da başka bir deyişle aslında biz bu sonuçları nedenini başka şeyler zannederek yaşıyor muyuz yoksa? Erkan ŞAMCI: Muhakkak ki öyle. Bütün bunların neticesinde solunum yetmezliği, astımlar, alerjik durumlar, annelerin ellerindeki egzamalar, bütün baş ağrıları, kanser gibi olayların hepsini toplamında tuttuğunda aslında kadına yapılan en büyük şiddetin, kadının böyle bir hijyen takıntısıyla eline çamaşır sularının, deterjanların ve bütün bu kimyasalların hatta kozmetiklerin verilmesiyle ortaya çıktığıdır. Kadınlar, şiddeti kendilerinin para vererek gönüllü olarak aldıkları ürünlerde aramaları lazım. Çünkü son elli senede hayatımıza sokulan seksen beş bin kalem kimyasal maddenin bizim hayatımızı kolaylaştırdığını düşünüyorken, işte kozmetiğimizden, temizliğimizde, gıdalarımızın içine koruyucu adıyla sokulmuş ya da genleriyle oynanmış gıdalar hayatımıza sokuluyorken gerçekten asıl şiddet, çocuklarımızı kendi ellerimizle zehirlediğimiz bu ürünlerdedir. Asıl şiddet diş macunundadır, asıl şiddetin en büyüğü çamaşır suyundadır, o kullandığımız çamaşır - bulaşık deterjanındadır. Yani işte bir damlasıyla üç yüz beş yüz tabak yıkıyoruz diyen firmanın yaptığıdır kadına şiddet. Çünkü en çok bu ürünlerle muhatap olan ve bu ürünleri çocuklarının hayatına sokan, o anne şefkatiyle, anne korumacılığıyla eline yanlış ürün verilmiş olan annedir. İlk önce onları bilinçlendirirsek bir parça bu hijyen takıntısından vazgeçirebilirsek sorunu halledebiliriz biraz. A. D. : Peki nasıl olacak bu? Her hangi bir temizleyici olmadan mı yapacağız temizliğimizi? Erkan ŞAMCI: Hayır tabii ki. Bütün bu ürünlerin hepsinin de doğal alternatifleri vardır. Basit alternatifleri vardır. Aslında her zaman söylediğimiz gibi ekolojik yaşam ekonomik bir yaşamdır. Aslında sağlıklı bir yaşamdır. Bu tarz çok basit ürünlerle hayatımızı tertemiz edebilecekken çok ağır kimyasallarla temizlediğimizde aslında görülür kirleri yok ederken evimizi kimyasal olarak zehirleriz. A. D. : Bir de biraz evvel konuşmanızın arasında “oturduğumuz binalar evler bile bizi hasta ediyor” dediniz. Bunu biraz açabilir misiniz? Erkan ŞAMCI: Şimdi şöyle, yeni yapılan binaların camları bile açılmamaktadır, dışarıdan da kullanılan inşaat kimyasalları içeriye beş - on sene zehir verebiliyor. Kullandığımız eşyalardaki mobilya cilaları da çok uzun seneler ortamı zehirliyor. Yer döşemelerinde kullanılan laminant parkelerin içinde formandezit gibi ağır bir zehir vardır. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi evlerimizde ısı tasarrufu sağlayacağız diye binalarda mantolama, çift camlı binalar vesaire yapılırken sadece enerji tasarrufuna dikkat edilir, o evin yeterli hava alması engellenir. Bir de evlerimizde yemeklerimizi doğal gazla pişirmiyor muyuz? Peki o gazlar nereye gidiyor? Evin içine yayılıyor. Evin içine bir tane sinek girdi diye evin her tarafına sinek zehirleri sıkıyoruz, efendim güzel koksun diye her üç dakikada fıs fıs diye evin içine güzel koku veren ama o güzel kokunun kamuflajı altında evimizi zehirleyip solunum yollarımızı tıkayan o zahirleri de kattık mı kattık. İşte bütün bunlara karşın şehir hayatındaki insanların hala ayakta kalabil- melerine gerçekten çok şaşırıyorum. Ama şu da kesin ki artık kadınlar dokuz ay on günde doğuramıyorlar, o kadar süre içinde bebekler bekleyemiyor. Yedi aylık, sekiz aylık doğuyor çocuklar. Kadınlar artık normal doğum yapamıyorlar, anatomileri bile bozuldu. Vücut şekilleri bozuldu. Hepsi ameliyathanelerde karınları yarılarak, o doğal süreci hiçbir şekilde yaşayamadan sezaryenle çocukları oluyor. Erkeklerin başında saç kalmadı ve çocukları olmuyor çünkü spermleri geçtiğimiz kırk seneye göre yüzde yetmiş beş azalmış durumda. Şimdi bütün bu çerçeveden baktığımızda hayatımıza soktuğumuz bu masum gibi görünen kimyasalların verdiği tahribatın en büyük savaşlarda bile olmadığını görebiliriz. Bizler, para vererek bu zehirleri aldığımız müddetçe, onları mahsup ettiğimiz müddetçe televizyon reklamlarında gördüğümüz her şeyi sorgusuz sualsiz hayatımıza kattığımız müddetçe bundan sonrası çok daha kötü olacaktır. İşte, ben bir bahçıvan tulumu giyip, boynuma bir fular takıp böyle bir üniforma dahilindeyim ya çünkü bazı işler ciddi işlerdir. Polislik, jandarmalık, askerlik gibidir. İşte, gerektiğinde kanal kanal gezerek gerektiğinde radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde sürekli olarak insanları bu konuda uyarmak gibi mesleki ve insani bir sorumluluğumu yerine getirmeye çalışıyorum. Ümit ediyorum ki hassas annelerin bazı şeylerin farkına vararak doğal yaşam pratiklerini uygulamaları, vermeleri ve öğretmeleri hepimize farklı güç katacaktır. Çünkü bu konuda annelerin o koruyucu gücüne, enerjisine ihtiyacımız var. A. D. : Zannediyorum bu konularla ilgili yayınlarınız da var değil mi? Erkan ŞAMCI: Çıkmış olan “ Ekolojik Temizliğin Kitabı “ diye bir kitabım var piyasada. Bu yaz sonuna doğru da “Ev Kadınının Altın Kitabı” adı altında bir kitabım çıkacak. Yine çocuklar için bir ekoloji kitabı yazıyorum. Onlara doğayı sevdirecek, doğayla buluşturacak bir kitap yazıyorum. Çünkü çocuklarımız artık hiç ağaca çıkmadan büyüyor, hiç toprağa basmadan büyüyor. Küçük çocuklar artık çileği falan fabrikada yapılıyor zannediyorlar. Topraktan, doğadan, ağaçtan haberleri bile yok. Hepsi yazık yavrularım android gibi oldular, uzaylı gibi oldular ekranların başında. Çünkü evden alıyor bir servis onları okula götürüyor, kreşe götürüyor, tekrar kapıdan alıp eve getiriyor. Yani çocuğun doğadan, topraktan, mahalleden, top koşturmaktan haberi yok. A. D. : Erkan Bey bir de güneş sorunu var. İnsanlar korkuyor artık güneşten değil mi? Doğru mu bu, ne yapmak lazım? Erkan ŞAMCI: Çok önemli evet bu da. Çünkü insanları güneşten korkutmaya başladılar. İşte “güneş zararlıdır, bilmem kaç 67 Bilimsel hiçbir yapısı olmayan titanyum oksit, çinko oksitleri vücudumuza sürüp bunlar güneşten korur, güneş zararlıdır falan diyorlarsa, bunlar bizi yakında yer altına sürüp toprağın altında yaşatacaklar. faktör koruyucular sürün çocuklarınıza da sürün, başka türlü güneşe çıkmayın “ gibi bir aymazlık var. Güneş düşman değildir. Güneşten korunmanın yolu kimyasalları vücudumuza sürmek değil beyaz bir t-shirt ve şapka giymek ve güneşin tam tepede olduğu saatlerde güneşe çıkmamaktır. O bakımdan güneşten korunan çocukların gelişmesi, büyümesi, kemiklerinin sağlam olması, ağzında diş olması ya da hanım efendilerin yaşlandığında dik durması güneşsiz ortamda mümkün değil. Hepsi “S” şeklinde iki büklüm olmaya mahkumdur. Bu güneş koruyucuları sürüp D vitaminini aktive ederek vücudumuza verdiği enerjiden de yoksun olursak zaten elimizde bir şey kalmaz. Zaten bütün bunları yapanlar ve söyleyenler hepsi maalesef ilaç sanayinin kuklalarından başka hiçbir şey değildir. Bilimsel hiçbir yapısı olmayan titanyum oksit, çinko oksitleri vücudumuza sürüp bunlar güneşten korur, güneş zararlıdır falan diyorlarsa, bunlar bizi yakında yer altına sürüp toprağın altında yaşatacaklar. Ama maalesef ki para bilimsel faşizmi ortaya getiriyor. Bütün bunları söyleyenlere baktığımızda profesör ünvanı altında söylediklerini gördüğümüzde onlara inanıyoruz ama bilmiyoruz ki onlar ilaç sanayinin kuklalarından başka hiçbir şey değildirler. Sadece parayı aldıkları kişilere hizmet ederler. Söylediklerinin önemi yoktur çünkü zaten bu işten de anlamazlar. Bu güneş konusu beni gerçekten çok üzen bir konudur. Eskiden bir laf vardı: Güneş dışarda olduğu müddetçe çocuk evde olmayacak diye. Çünkü sokakta oynaması o çocuğun sağlıklı olmasının yegane sebebidir. Evlerin içinde böyle kimyasalları soluya soluya böyle obez olan bir sürü tosuncuklarımız oldu. Allah yardımcısı olsun o çocukların çünkü dünyadan bihaberler. A. D. : Bir de sizin söylemiş olduğunuz çok güzel bir cümle var bununla da ilgili bize bir şeyler söyleyebilir misiniz: “Yemek yemeye niyet etmek. ” Erkan ŞAMCI: Aaa evet çok önemlidir bu da. Bakın şöyledir: Yemek yemenin organik ve ekolojik olması çok önemlidir. Ama yemek yemenin de bir organik tarafı vardır. Yani yemeği ayakta fast food tarzı hızlı bir şekilde, yemeğe bile bakmadan, ya televizyon seyrederek ya bilgisayar başında yediğinizde yediğiniz yemeklerin faydasından istifade edemezsiniz. Bu bakımdan yemeğinizle göz göze gelip yemek yemeye niyet ettim demek şudur: Beyninizde, mideniz için gerekli olan sindirim enzimlerinin oluşmasını sağlamaktır. Siz o niyetle baktığınızda ağzınız sulanmaya başlar, tükürük enzimleriniz çıkmaya başlar. Çünkü yemek yiyeceksinizdir onun için vücudunuzda da bazı enzimler ortaya çıkmalıdır. Farkına vararak yani niyet ederek yemeye başladığınızda bu enzimler çıktığında bu yiyeceklerin bütün vitaminin emilimini sağlarsınız. Mide asitleri yerli yerine geldiği için, niyet edildiği için her hangi bir hazım sorunu yaşamazsınız çünkü mide onu bekliyordur. Şimdi dikkat edin şöyle bir şey vardır: Bir insan arkadan vurulur ise ölür. Önden vurulduğunda ise yaşama şansı çok fazladır. Neden biliyor musunuz? Darbenin geldiğini ya da herhangi bir tehlikenin geldiğini görürseniz vücut ona göre tedbirini alır. Yani vücut kendini korumaya programlıdır. O bakımdan yemek dahi yerken, ekolojik yemek, niyet etmek, ona bakmak, göz göze gelmek ve ondan sonra lokmayı ağzınıza alıp yeterince çiğnemek, yavaş yavaş yutmak, onun lezzetini, tadını ve aynı zamanda da vitaminlerini almak demektir. Hatta kilo almamanın, ne yerseniz yiyin kilo almamanın tek koşulu budur. 68 ERKAN ŞAMCI’dan DOĞAL VE ZARARSIZ FORMÜLLER • Parkeleri silerken : Suyun içine arap sabunu koymanız yeterli. Eğer ‘illa da hijyen’ diyerek bu konuda takıntınız var ise bir yemek kaşığı boraks da ilave edebilirsiniz. Çünkü boraks bir ameliyathaneyi bile dezenfekte edebilecek güçte, en doğal dezenfektandır. Asla zehirli değildir. • Kireç çözücüler yerine: Çaydanlık, su ısıtıcıların içine bir tutum limon tuzu koyup kaynatabilirsiniz. Kirecin hızla çözüldüğünü görüp şaşıracaksınız. Sirke de aynı işlevi görüyor. Ayrıca sirkeli su kaynatılan evde kötü kokular yok olur, havadaki zararlı mikroplar ölür. Özellikle bulaşıcı hastalık yaşanan evlerde sirkeli su kaynatmakta fayda var. • Oda spreyi ve aynı zamanda sinek kovan sprey: ...Bunun yerine pencerelere sinek teli yaptırmak ve bir fısfısın içine su ve 50-60 damla limon yağı koyarak odaya sıkmak zehirsiz çözümdür. • Güzel kokulu farklı bir sprey tarifi: Taze nane, kekik, limon kabuğu, karanfil, biberiye, soğuk su, hepsini kapalı bir kapta her gün bir kaç kez çalkalayarak 30-40 gün bekletin, sprey şişesine süzüp kullanın • Fareler için: Ceviz kadar pamuk alınır ve elde yuvarlanarak küçük bir top yapılır. Bunun üstüne30-40 damla nane yağı dökülür ve farelerin olabilecekleri yerlere konur. Nane kokusunu duyan fareler orayı terk eder... • Oryantal hamam böceği için: Çok dayanıklı ve en uzun yaşayan canlılar arasındadır. Hafızaları iyidir. Ev sahibiyle yabancıları dahi ayırt edebilirler. Genelde geceleri herkes uyuduktan sonra çıkarlar. 2 ay açlığa, 10 gün de susuzluğa dayanabilirler. Kafaları koptuktan sonra bile 10 gün yaşarlar. Başı koptuğu için değil, su içemedikleri için ölürler. Defne yaprağı, okaliptüs, sarımsak, nane yaprağını, karbonatı, sirke ve limonu hiç sevmezler. Bunlardan bir ya da birkaçını böceklerin çıktığı yerlere koyabilirsiniz. Bir de onlar için tuzak yem hazırlayabilirsiniz. Haşlanmış patatesin içine yumurta sarısı (iki yiyeceği de çok seviyorlar) bir miktar da boraks koyup hamur hâline getirin. Minik minik toplar yaparak böceklerin genelde çıktığı yerlere koyun. Boraks onların ölmesini veya ortamlarından uzaklaşmalarını sağlayacaktır. Onlarla mücadele etmediğinizde ise bir çift böcek 1 yılda 200 bin adede ulaşır. Yaptığınız mamanın başka hiçbir canlıya zararı yoktur. Boraks toksik (zehirli) bir madde değildir. • Karıncalar için: Karınca için ise şöyle diyelim. Karıncalar açıkta yiyecek ve su buldukları evlere giderler. Kırıntılar onlar için yemek daveti etkisi yapar. Buna dikkat edilirse ve eve girdikleri yere toz kireç ile bir çizgi çizilirse sorun barışçı yoldan çözülür. 69 70 SONBAHAR ZAMANI RENGÂRENK AKSESUARLAR ZAMANI HADİ BAKALIM ŞİMDİ RENGARENK YELEKLER, TRENÇKOTLAR, ŞALLAR ZAMANI… SADECE BİR T-SHİRT İLE GEÇİRDİĞİMİZ, AKSESUARDAN FAKİR YAZ AYLARI GİTTİ NİHAYET. ARTIK SONBAHARIN HAZAN SARISINI CAPCANLI RENKLERLE HAREKETLENDİRME ZAMANI. ŞİMDİ BAHARIN AKSESUAR ZAMANI… 71 Şık giyinmenin belki de en kolay olduğu mevsimdir sonbahar. Sade bir bluzu hareketlendirdiğiniz bir fular birden sizi günün en şıkı haline dönüştürebilir. Ya da elbisenizin üzerine dağınıkça atıverdiğiniz bir şal, rengarenk bir neşeye sokabilir sizi. Mevsimin kararsız havalarında sıcak soğuk dengesini kurmanızda şöyle tarz bir trençkot da başrolü oynayabilir belki. Bütün bunlara bir de bu sezonun modası olan desen ve renkleri de eklediniz mi bir moda fenomenine dönüşmeniz işten bile değil. Öyleyse hadi bakalım bu sene bize nasıl enteresan bir çeşit cümbüşü sunmuş. Sonra mı? Sonra karar sizin. Metalik Renkler 2014 ilkbahar modasından kalma metalik renk ile derinin birleşimi, 2014 sonbaharında da oldukça etkili olacak gibi. Ünlü modacıların bu sezon için hazırladıkları özellikle ceket tasarımlarının başında metalik renkli deri ceketler geliyor. Özellikle metalik altınlara dikkat. Elbiselerin Savaşı Elbette her mevsim olduğu gibi bu mevsim de elbisesiz düşünülemez. Şıklığın en büyük kurtarıcısı olan elbiseler bu sonbaharda iki farklı ve zıt tarzda çıkıyor karşımıza. Bir tarafta yerlere kadar uzun triko veya örme elbiseler var. Rahat giyinmekten hoşlanan, konforuna düşkün hanımların gözdesi olmaya aday bu elbiselerde hakim renk pastel tonlar. Ringin öbür tarafında ise 1960’ların romantizmini iliklerinize kadar hissetmenizi sağlayacak kol boyu uzun, etek boyu biraz kısa tek parça elbiseler var. Rakibinin aksine oldukça canlı renklere sahip bu elbiseleri ise lace-up çizme ve botlar ile kombinlerseniz harika bir görünüme erişebilirsiniz. Sokakta Neler Oluyor? Bu sonbahar, sokak modasında da bir hayli iddialı. Bu sene skinny denim jean parçalar pastel tonlardaki trençkotlar ile kombinlenecek. Sokak modasının bu yıl ki mevsim aksesuarları çizmeler. Renkleri ise, pastel mavi ve yeşil tonları olacak. İlla ki dikkat çekici bir etki istiyorsanız da yılan derisi desenli pastel mavi veya yeşil tonda bir çizme bunun için biçilmiş kaftan. Veee Kurtarıcı Aksesuarlar! Genel olarak mevsim modasına bir göz attık ve bu sonbaharın trendleri ile ilgili biraz fikrimiz var artık. Ve görüyoruz ki iş yine başa düştü. Görünüşümüze biraz değişiklik, tarzımıza biraz değişiklik katmak için kolları sıvama vakti. Rengârenk Kolyeler Eğer kıyafet seçiminiz elbise veya bluzda pastel renklerden yana olduysa işte sizin kurtarıcınız capcanlı parçalarla bezenmiş hatta renk renk taşlı kolyeler. İster uzun ister kısa kıyafetiniz hangisini kaldırıyorsa onu seçebilirsiniz. Ama dikkat etmeniz gereken en önemli nokta bu görsel olarak bir şöleni çağrıştıran kolyelerinizle beraber sallantılı ve hareketli küpelerden kaçınmalısınız. Yoksa bu sizi ayaklı bir takı tezgahı gibi gösterebilir. Aman dikkat! Uzun ve Geniş Şallar Şalda da tıpkı takılarınızda olduğu gibi zıtlığı yakalamanız önemli. Malum modada zıtlıkların hakimiyetini yaşıyoruz kaç sezondur. Pastele karşı canlı renk uygulaması şallarda da şart. Darmadağınık şöyle tek omzunuzdan bırakıvereceğiniz büyükçe bir şal basit bir elbiseyi bile bir moda şaheserine dönüştürebilir. Hele ki şalınızın renginde kullanacağınız bir küpe veya bileklik bu şıklığı katmerleyebilir. Yüzük İnce ve Önemli Bir Detaydır Bir kıyafeti tek başına bile kurtarabilecek enerjiye sahip tek aksesuardır bence yüzük. Basit ve tek renk bir bluz bile doğru seçilmiş bir yüzükle harikulade görünebilir. Ama yüzük seçimini belirleyen şey tek başına kıyafetiniz değildir elbette. İşte ellerinizin yapısına göre bu seçimde dikkat etmeniz gerekenler. Güçlü ellere sahipseniz orta boylu yüzükler kullanmalısınız. Parmaklarınız kısaysa, takacağınız yüzüğün taşının uzunlamasına ve çok göze batmayan bir renkte olmasına özen göstermelisiniz. Böylece eliniz daha uzun görünebilir. Parmaklarınız inceyse ebatları büyük, tamamlayıcı tarzda yüzükleri tercih etmeniz faydanıza olacaktır. 72 Bir Çift Küpe Bazen Her Şeydir Her halükarda şık olup bu durumu riske atmak istemeyenler için elbette bir çift küçük inci küpenin başarısını çoğu zaman bir başka tarzın yakalaması çok zordur. Ama bu inci de öyle her durumda kullanılmaz ki. Özeldir vesselam. Bu sebepten biraz daha yenilikçi bişeyler denemenin belki de tam zamanıdır. Küpe seçiminin önemi bütün dikkati yüzünüze toplamasından gelir. Bu sebepten de doğru tercih güzelliğini açısından vazgeçilmezdir. Hani şu dolabınızda üç sezondur durup duran siyah elbiseyi kurtaracak bir çift zümrüt yeşil mesela. Ama tabii ki bu küpe seçimi dediğimiz şey de renk kadar öncelikli detaylar gizler. O zaman kısaca bir göz atalım. Mesela eğer zarif bir yüzünüz varsa seçeceğiniz küpe de en az sizin kadar zarif olmalıdır. Yuvarlak bir yüz yapısına sahipseniz sizin için en uygun olan küçük küpelerdir. Ancak her yuvarlak hatlı yüz, kulak takısını kaldırmayabilir. Bunu öğrenmenin tek yolu ise denemeniz. Yüzünüz inceyse uzun, sarkık takılardan kaçınmalısınız. Yoksa bunlar yüzünüzün daha da uzun görünmesine neden olur ki bunu hiç birimiz istemeyiz. Ve İşte Aksesuarın Baş Tacı: Fular Ne giymiş olursanız olun, tabii bir gece elbisesi değilse giydiğiniz, fular mütemadiyen kullanabileceğiniz nadir aksesuarlardan biridir. İster işe giderken, ister spora giderken, ya da isterseniz arkadaşlarınızla buluşmaya giderken nerede olursa olsun bir fular muhakkak size eşlik edebilir. Bu da sizi bambaşka bir havada gösterebilir. Yürüyüşe, koşuya veya platese gidiyor olun saçlarınıza bağlayacağınız bir fular hem spor bir şıklık yakalamanıza hem de spor boyunca saçlarınızın sizi rahatsız etmesini engellemeye yardımcı olacak. Bununla ilgili fular bağlama modellerine internetten de ulaşabilirsiniz üstelik. Saçta fular uygulamasının bir diğer yolu da romantik tarz. 1970’lerdeki Türk filmlerinden fırlamış masum bir romantizm peşindeyseniz eğer bu tam da size göre. Üç parmak kalınlığında katlayıp kaküllerinizin hemen gerisinden bağlayıvereceğiniz bir fular sizi hem daha enerjik gösterecek hem de daha genç. Denemekte fayda var. Haftanın son günleri artık ve kıyafet seçmek için enerjiniz bitmiş durumda. Ama öte yandan herkesin belleğine iyice yerleştirdiğiniz “şık kadın” imajınız da zedelensin istemiyorsunuz. Öyleyse küçük bir fular bu günün kahramanı olabilir. Mesela gri pantolonunuzun üzerine giyeceğiniz siyah t-shirtün vasatlığından sizi kurtarmak için kırmızı-lacivert-beyaz desenli bir fular sizi taptaze bir görüntüye bürüyebilir ya da beyaz gömleğinizin yakalarının altından geçirip uzatıvereceğiniz uzun sarıbeyaz bir fular da bi bakmışsınız tam da günün içeriğine uygun olmuş. Gelelim hafta sonu şıklığına. Arkadaşlarla gidilecek bir sabah kahvaltısında beyaz bluzunuzun üzerine iki kez doladığınız capcanlı renkte bir fular sizi günün gözdesi yapabilir. Ya da öğleden sonra buluşması için tercih ettiğiniz şu çiçekli elbisenizin üzerine incecik, pastel tonlarda bir fular elbisenin çocuk tarafını ortadan kaldırmaya birebir olabilir. İstediğiniz her kıyafeti sanki özel olarak tasarlanmış bir kombine dönüştürmek aslında bu kadar basit. Önemli olan doğru renge doğru fular. Yani şık olmak için öyle bir dolap dolusu elbiseye ihtiyacınız yok. Değişik renk ve ebatlarda alacağınız fularlar sizin için yeter de artar bile. Üstelik de her bütçeye göre. Hadi bakalım bu sene aksesuarlar sonbahar çok daha keyifli geçsin diye… 73 74 GEÇMİŞİN MOBİLYADAKİ YANSIMASI COUNTRY MOBİLYA COUNTRY, YENİ NESİL MOBİLYA TASARIMINDA FARKLI TARZLAR SUNUYOR. 75 Country tarzı, hem içinizi ısıtacak hem de ortamda bir eskiye gitme, yaşanmışlık duygusunu net bir şekilde yaşatacaktır. İster Avrupa, ister Amerika, ister Japonya... Son dönemlerde kapılarını açan uluslararası mobilya fuarlarında gözlemlenen en çarpıcı trend yetmişli yılların tasarımlarına dönüş oldu. Akıl karıştırıcı tasarımlar, çok canlı ve çarpıcı renkler bu yeni akımın en belirgin nitelikleri. Yeni nesil mobilyaların dikkat çeken bir diğer özelliği de çok amaçlı olmaları. Artık mobilyaların asıl kullanım amaçlarının yanı sıra farklı ve dikkat çekici özelliklere de sahip olmaları gerekiyor. Tabi son dönemlerin gözde dekorasyon tarzlarından birisi de “Country” denilen dekorasyon modeli. Country yöresel evlerin ve eskiyi anımsatan tarzların bulundurulduğu dekorasyon modelidir. Bu ortamlar sıcak ve huzur dolu olmakla birlikte kişilerin üzerinde eskiyi anımsatan bir durumu vardır. Amerikan, İngiliz ve Fransız usulü en çok bilinen Country tarzlarıdır. Kıvrımlı mobilyalar üzerine ince motiflerle işlenmiş dekorlar ve açık renklerden oluşan uyum son derece görülmeye değerdir. Hem içinizi açarken hem de ortamda bir eskiye gitme, yaşanmışlık duygusunu içerdekilere net bir şekilde yaşatacağından emin olabilirsiniz. Country Mobilya trendini mobilya sektörü- nün önde gelen isimlerinden Timuçin Çınar ile konuştuk. “Country Mobilya” denildiğinde nasıl bir mobilya çeşidini zihnimizde canlandırmalıyız? 12 yıldır biz özellikle Country Mobilya üreticisiyiz. Country Mobilya’da son 15 yıldır ülkemizde üretim başlatılmış fakat son 4 yıl öncesine kadar henüz geliştirilmemiş. Country mobilya açıkçası Masif Mobilya’dır. Nihayetinde ülkemizde Masif Mobilya ve Country üreticisi toplam 4 veya 5 firmayız. Masif ve Country tüketicisi belli adresleri tespit edip ulaşabiliyor nihayetinde üreticisine. Fakat tüketicilerde Country Mobilya’nın ne olduğunu bilmeden bir tüketim başladı. Hızlı bir tüketim başladı. Bu nedenle birçok atölye sözde Country Mobilya üretimine gitti. Bu da tabi tarzla alakalı bir çelişki yarattı toplumda. En nihayetinde dediğim gibi Masif Mobilya, Country’nin özüdür. Country tarzda mobilya alırken nelere dikkat etmeliyiz? Country son 100 yıldır Fransa’da “Provincial” dediğimiz bölgede çok benimsenip özellikle beyaz renklerde tercih edilip gü- nümüze kadar taşınmıştır. Ağaç kalitesini, boya kalitesini ve satış sonrası desteği alabilecekleri firmaları tercih etmek zorundalar. Ağacın fırınlanması gibi teknik açıdan detaylara dikkat etmeleri gerekli olduğu için firma, ürünün kullanım kılavuzunda ve etiketinde masif mobilyanın hangi ortamlarda, hangi şartlarda kullanılabileceği yönünde hem bilgi hem de garanti sunması gerekiyor. Şöyle ki yüzde yüz masif üretiliyor. Özellikle Kanada’dan getirilen Huşu ağacını tercih etmekteyiz. Bunun yanı sıra yine çamgillerden olan ladin ağacı tercih edilmekte. Fakat nihai tüketici masif mobilya aldığı düşüncesiyle çok uygun fiyata kaplama ürünler de alabiliyor. Bu, çok ciddi sıkıntılara neden oluyor. Peki, neye dikkat etmeleri lazım? Her şeyden önce ürün aldıkları firmaları doğru tespit ve tercih etmeliler. Tüketiciye ağacın kendisinin olduğunu hissettirmek yani sunmak gerekiyor. Fakat tüketici ağaç aldım düşüncesiyle kaplama ürün alabiliyor. Bu da yine son olarak markaya olan güvenle alakalıdır. Bunu göz ardı etmemeleri gerekiyor. 76 Kıvrımlı mobilyalar üzerine ince motiflerle işlenmiş dekorlar ve açık renklerden oluşan uyum son derece görülmeye değerdir. Hangi dönemde alınması lazım Country mobilyanın? Geçtiğimiz yıla kadar Country Mobilya tercihi özellikle ekim ve mart ayları arasında tercih ediliyordu. Özellikle ağustos, eylül ve mart ayları arasında, 50 yaş üstü insanların tatil dönüşlerinde evlerini tadilat ve dekorasyon anlamında yenileme isteği belirleyici oluyordu. Fakat yavaş yavaş topluma inmeye başladı bu tarz. Son iki yıldır genç nesil dediğimiz genç tüketiciler de artık “provincial” ve “lükens” tarzı ürünleri benimseyip kabullendiler. Onlar da tercih etmeye başlayınca tabi biraz da halk tabiriyle düğün sezonu dediğimiz özellikle mayıs-ağustos ayları arasında çok fazla tercih edilmeye başlandı. Peki, kumaşa da dikkat etmek gerekir mi? Eskiden standart mobilya satıcıları, stan- dart apartman daireleri vardı. İnsanlar geliyordu, 1 yatak odası 1 yemek odası alıp çıkıyordu. Fakat son 3-5 yıldır inşaat ve yapılanmaya dair işler artık mimari destekli projeye taşındı. Oraya da gelmek zorunluluğunu hissettik. Biz de bu anlamda kendi bünyemizde mimari destekler verip projeli çalışmalar yapmaktayız. Dekorasyon en güzel tercih fakat “dekoru bir yere danışalım” gibi bir şey çıktı artık sektörümüzde. Çünkü her imalatçı “Ben bunu yapıyorum, ben bunun kumaşını seçiyorum mantığıyla” yanlış Country ve Masif Mobilyayı insanlara alternatifsiz olarak sunabiliyorlar. Country Mobilyanın ömrü ne kadardır? Evladiyeliktir. Ama biz bunu satarken de tüketiciyi bilgilendirmek zorundayız. En nihayetinde Masif ağaçtır. Biz her ne kadar mükemmelini yapma gayretini gösterirsek gösterelim % 5 oranında sorunlarla karşı- laşabiliyoruz. Ama kullanım dışında ağacın çalışması bizim hatamız ise zaten 5 yıla yakın bir garanti belgesi vardır; o süre içerisinde biz tüm tedariğini sağlıyoruz, önlemini alıyoruz. Yeniliyoruz yeri gelirse. Country Mobilya’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Yeni oluşturulacak isimlerle yeni oluşturulacak konseptlerle söz konusu tarzı çok daha farklı bir şekilde lanse etme şansına sahibiz. Çünkü üretim her noktada yeniliğe açık bir nokta. Bu noktada umarım önümüzdeki yıllarda Country ve Masif Mobilya daha iyi yerlere gelecek ama içinde bulunmuş olduğumuz süreçte yine hakkettiği noktada değil ne yazık ki. 77 78 BİR ZAMANLARIN NAMLI, BUGÜNÜN SESSİZ ŞEHRİ NİĞDE SELÇUKLU’NUN BU KIYMETLİ ŞEHRİ NEREDEYSE DÜZENLİ BİR ŞEKİLDE BİRBİRİNDEN HARİKA TARİHİ YAPILARLA ÖRÜLMÜŞ. ÜSTELİK ŞEHİR DE BAŞKA BİR ÇOK YERDE OLANIN AKSİNE BU TARİH KOKUSUNUN İÇİNE OTURTULMUŞ. Hazırlayan: Çağlar ÖNEY Nigde kalesinden şehir manzarası 79 Su Kemerleri Şehir merkezinde dolaşırken bir de bakıyorsunuz ki adım attığınız yer sizi taa o zamanlara, Sultan Alaaddin Keykubat döneminin tam ortasına götürmüş bile çoktan. İç Anadolu ile Akdeniz’in arasında kalmış bu kendi küçük tarihi büyük kültür şehri, tarihler ve devletler boyunca Anadolu’ya hakim olmuş, bir çok medeniyetin de göz bebeği olmuş. Hemen birkaç saat uzağındaki “ Göreme’nin” gölgesinde kalmış sanılsa da eşsiz tarihi güzellikleriyle pek de altta kalmaz aslında… Niğde’ye hak ettiği değeri en fazla veren ve bunu da bıraktığı eserlerle adeta ispatlayan Selçuklular olmuş. Niğde, Selçuklu devri Türk eserleri bakımından Konya, Kayseri ve Sivas’tan sonra en zengin il olma özelliğine sahip. Şehir merkezi uzun bir caddenin etrafında ilerliyor desek pek de yanlış olmaz. Gelişimi neredeyse günden güne bile fark edilen bu küçük Anadolu şehri oldukça büyük de bir üniversiteye sahip. Bu yüzden de her adımda bir üniversiteli gençle karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik de bu şehri gerçekten seven gençlerle. Konuştuğumuz her genç aynı şeyi söylüyor bize Niğde için: “İlk geldiğimizde biraz tuhaf geldi, küçük geldi. Ama sonra buradan ayrılamaz olduk. Hatta okul bittikten sonra buraya yerleşen çok arkadaşımız var. ” Haksız sayılmazlar çünkü henüz caddeyi ikinci turlamanızda bile garip bir aidiyet duygusu sarıveriyor içinizi. Niğde’nin Türkiye ekonomisindeki yeri de göz ardı edilemeyecek kadar etkili. Patates ve elmada ülke nabzına büyük katkısı söz konusu. Elma ağacı sayısında Niğde ili ülke sıralamasında ilk sırada yer alıyor. Ülke genelinde patates üretiminin ise %25’lik bölümü bu ilde üretiliyor. Ve elbette bu elma kokularının sizi mütemadiyen götüreceği yer meşhur Niğde bağları. Niğde’nin üzerine türküler yazılan bağları gerçekten görülmeye değer. Birbirinden güzel meyvelerle süslenmiş yemyeşil bahçeler… Türkülere konu olmuş bu harika bağlar genellikle yaz aylarını geçirmek için kul- lanılıyor. Kışın daha çok şehir merkezinde ikamet eden şehir halkı yaz başıyla beraber bağ evlerine göçüyor. Kışlık hazırlıklar, eğlenceli yaz akşamları, bağ komşulukları onları buraya çekmek için gerçekten de yeterli görünüyor. Her bahçenin ayrı bir görsel güzelliği var hakikaten. Hal böyle olunca da şarkılardaki yerlerini almakta da gecikmemiş elbette bu yemyeşil köşeler. Bir çoğumuzun az çok aşina olduğu meşhur Niğde Bağları türküsü de bunların başında geliyor. Üstelik ilginç de bir hikâyesi var bu hoş sözlerin: “Bey kızına aşık olan ve aşkından dolayı hapse atılan gencin, beyden merhamet dilemek için yaktığı türkünün öyküsü kısaca şöyle: ‘’Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı, üzümü bol olan Niğde’ye 5 kilometre mesafedeki Fertek kasabasında imal edilmekteydi. İç içe bulunan Fertek ile Niğde’nin Tepe Bağları’nda eski oturak alemleri yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde’de emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmakta idi. Gençlerden bir tanesi beylerden birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci yakalattırıp, hapishaneye attırır. Beyden merhamet dileyen genç de bu türküyü yakar. ’’ 80 Pencere üstlerinde insan başlı kuşlar ve çeşitli hayvanlar kabartma olarak oyulmuş. Bir yerde aslanın yanında ürkek bir ceylan, bir başka yerde kanatlarını açmış Selçuklu’nun sembolü çift başlı bir kartal... Alaaddin camii - “Taçlı Kadın Başı” silueti 81 Gümüşler manastırı, manastır bahçesinde iki mezar yeri Gine yeşillendi Niğde bağları Bize mesken oldu gurbet elleri Aslanım gurbet elleri Bilmem hayal midir bilmem düş müdür Mektubum gelmiyor yollar kış mıdır Aslanım yollar kış mıdır Şehrin hemen her adımına işlemiş tarih kokusuyla. Selçuklu’nun bu kıymetli şehri neredeyse düzenli bir şekilde birbirinden harika tarihi yapılarla örülmüş. Üstelik şehir de başka bir çok yerde olanın aksine bu tarih kokusunun içine oturtulmuş. Öyle ki şehir merkezinde dolaşırken bir de bakıyorsunuz ki adım attığınız yer sizi taa o zamanlara, Sultan Alaaddin Keykubat döneminin tam ortasına götürmüş bile çoktan. İşte bu ulvi sanat eseri Alaaddin Camiisinden başkası değil elbette… Aladdin Camii, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin Keykubat zamanında, Niğde Sancak Beyi (valisi) olan Ziynettin Beşare tarafından 1223 yılında, il merkezindeki Alaaddin Tepesi üzerine yaptırılmış. Selçuklu bezeme sanatının tüm inceliklerini yansıtan cami, özellikle mimari açıdan türünün ilk ve ilginç örneklerinden biri. Caminin en zengin kısmı, geleneksel Selçuklu sundurma örneğine göre yapılmış olan portali. Doğuya bakan portalin en büyük özelliği güneş ışıklarının belirli bir açıyla, belirli bir saat ve dakikalarda (yalnızca yaz ayları saat 10. 00-11. 00 civarında), portaldeki taş oymaları üzerinde bıraktığı gölgelerle “Taçlı Kadın Başı” oluşturması. Niğde şehir merkezi parkı Cami bu özelliği ile Selçuklu yapıları içinde ayrı bir öneme sahip. Taç giymiş ve örgülü saçı olan bu kadın başından dolayı kapıya “Taç kapısı” deniyor. Anlatılan efsaneye göre; camiyi yapan usta, zamanın Niğde Sancak Beyinin kızına yani prensese aşık olur. Usta, prensesle hiçbir zaman evlenemeyeceklerinin de bilincindedir. Bir gün ustaya Sancak Beyi tarafından kentte bir cami yaptırılması için emir verilir. Usta ise prensese olan aşkını anlatmak için bir fırsat aramaktadır. Aşkının sonsuza dek süreceği anlamına gelecek şekilde, portalin üzerine prensesin yüz kısmını taşlara mükemmel bir şekilde işler. Caminin eski kapısı müzededir. Kapının üzerinde beyaz mermerden yapılmış ters “T” şeklinde bir kitabesi vardır. Kitabede eserin 620 yılında yaptırıldığı yazılıdır. Şehrin içindeki gezimize devam ederken bu sefer de karşımıza bir başka eski yapı çıkıyor: Hüdavend Hatun Türbesi. Niğde il merkezinde olan Türbe, Selçuklu sanatının en nadide eserlerinden biridir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev oğlu IV. Rükneddin Kılıçaslan kızı Hüdavend Hatun tarafından 1312 tarihinde yaptırılmış. Pencere üstlerinde insan başlı kuşlar ve çeşitli hayvanlar kabartma olarak oyulmuş. Bir yerde aslanın yanında ürkek bir ceylan, bir başka yerde kanatlarını açmış çifte başlı bir kartal (Bu kartal Selçukluların sembolüdür. ) bulunmakta. Türbe içinde, dantel gibi işlenmiş süsleme ve bezemelerle görkemleşmiş bir portalden girilir. Türbede 1332 yılında ölen Hüdavend Hatun’un mezarı ile yanında iki mezar daha vardır. Sanat değeri tartışılmayan Hüdavend Hatun Türbesi, Anadolu’daki en önemli ve görkemli Selçuklu eserlerinden birisi. Sungur Bey Camisi de Niğde’ye kadar gelip görmeden gitmemeniz gereken yerlerden biri. İlhanlılar zamanında Niğde Valisi olan Seyfettin Sungur Bey tarafından il merkezinde, 1335 yılında yaptırılmış. Bu görsel şölen insanın içine işliyor adeta. İçinizden bir his sanki hep oradaymışsınız duygusunu dolduruveriyor içinize. Ak Medrese, Karamanoğlu Alâaddin Ali Bey tarafından 1409’da yaptırılmış. Adını da kapısındaki beyaz mermerden almış. Selçuklu mîmârî tarzının çok güzel bir örneği. Ak Medreseye, Ali Bey Medresesi de deniyor. 1936’da restore edildiğinden bu yana arkeoloji müzesi olarak kullanılıyor. Hitit, Roma, Bizans eserleri yanında Ihlara’da bulunmuş rahibe mumyası müzenin en ilgi çekici parçalarından sadece biri. Geometrik motiflerle süslü giriş kapısı ise şöyle bir bakıp geçilecek gibi değil. Uzun bir seyri hak ediyor. Şehir merkezinin neredeyse ortasında bu kadar çok tarihi eseri bir arada görmek bizi oldukça şaşırtıyor. Bu küçük şehrin bu kadar çok zenginliği barındırıyor olması ilginç olduğu kadar heyecan verici de bir durum. Niğde’nin en meşhur ilçelerinden biri olan 82 Nigde şehir merkezi Atatürk heykeli Bor’a 7 kilometre mesafede bulunan Kemerhisar kasabası da tıpkı şehrin kendisi gibi çok kıymetli yapılara ev sahipliği yapıyor. Bunların başında da su kemerleri geliyor. Bunun yanında Hitit kenti olan Tuvanvua’nın kalıntılarını görmek de mümkün elbette. Yapılan araştırmalar neticesinde kentin Hellenistik, Pers, Roma ve Bizans dönemlerini yaşadığı anlaşılmış. Çevre halkının Kızhisar veya Kilisehisar diye adlandırdığı ören yerinde de işte o meşhur, 1. 5 km’lik Roma su kemerleri görebilirsiniz. Bu uzun ve harika kemerlerin tarihi ise şöyle anlatılıyor: ”Ünlü bilge, Tyanalı Apollon’un doğduğu, şu sırada yerinde Kemerhisar’ın olduğu, Tyana kenti, Kapadokya’da, Toros sıradağlarının eteğinde, eskiden Anadolu’yu Suriye ile birlikte Filistin’e ve Mezopotamya’ya bağlayan en büyük yolların biri üstünde bulunuyordu. Suları, 22 x 65 m. gibi dev boyutlardaki, Roma Havuzu’nda toplanan, kaynağın kuzeyinde, yaklaşık yirmi yıldır sürmekte olan kazıların da ortaya koyduğu gibi, burası, suyun bolluğu nedeniyle, en eski çağlardan, M. Ö. 5. 000 yıllarından, beri yerleşim yeri olmuştur. Hititler, M. Ö. 1680 yılında, o dönemin “Tuwana”sı da: Tyana yakınlarındaki büyük savaşın ardından Anadolu’da üstünlüklerini sağladıktan sonra, kralın oğullarından birisini yönetici olarak gönderdiği bu yer, daha o zamanlar da büyük olmalıydı. M. Ö. 750 yıllarında, yani Roma kurulduğunda, Tyana küçük bir Hitit krallığının başkentiydi. Sonra sırasıyla Frigler’in, Persler’in, Grekler’in ve imparator Tiberio ile Romalıların yönetimine geçer. İmparator Caracalla ve özellikle annesi, (Filostrato’yu Tyanalı Apollon’un yaşamını yazmakla görevlendiren), Julia Domna, Taparcasına saydıkları Tyanalı Apollon’un doğum yeri Tyana’ya gelip kaldıklarında, “Roma Kolonisi”, yani ayrıcalıklı bir kent olmuştur. Kent, M. S. Gümüşler manastırı - içeriden görünümü 325’te başpiskoposluk merkezi, 371’de de Küçük Kapadokya’nın başkenti olmuştur. M. S. 700 yıllarından başlayarak Tyana, Bizanslılarla Araplar arasında sürekli çarpışma alanı olmuş, ikisi arasında çok kez el değiştirmiş, en sonunda Araplar, M. S. 835’te, burasını, Bizanslılara bırakmamak amacıyla yakıp yıkınca bir daha kendini toparlayamamış, eski önemini yitirmiştir. (M. S. 1000 yıllarından sonra) Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle adı (bir anlamda daha önceki “Cristopoli/İsakent” adının karşılığı) “Kilisehisar” olmuş, 1910 yıllarında, küçük bir değişikliğe uğrayarak, M. S. imparator Traiano ve Adriano dönemlerinde yaptırılmış olması gereken, bugün bile büyük bir bölümü ayakta duran, ünlü, görkemli, Roma su kemerleri nedeniyle adı “Kemerhisar”a dönüştürülmüştür. ” Niğde’de adım attığımız her yer ayrı bir tarih kokusu saklıyor içinde. Büyük bir merakla gelen misafirlerine de cömertçe sunuyor bunu. Niğde’den çok da fazla uzaklaşmadan görebileceğiniz bir başka şaheser ise Gümüşler Manastırı. İl merkezine 9 km, Niğde-Kayseri karayoluna ise 4 km mesafede bu eşsiz belde. 10. yy. Bizans sanatının en güzel örneklerinden olan Kaya Manastırı ayrıca, günümüze kadar en iyi korunmuş eserlerden de biri. 10. yy. a tarihlenen manastırın 8. yy. - 12. yüzyıllar arasında yapımının devam ettiği konusunda belirtiler olduğu söyleniyor. Kilise içinde son derece iyi korunmuş, muhteşem renkli freskler bulunmakta. Fresklerde; Hz. İsa’nın doğumu, vaftiz edilmesi, kiliseye takdimi, Havariler ve Hıristiyanlığın ileri gelenlerini gösteren konular işlenmiş. Apsisin solundaki nişte ise “Gülümseyen Meryem ve Bebek İsa” resmedilmiş. Bu Anadolu’daki tek gülümseyen Meryem freski olarak belirlenmiş. Bu her nefesi ayrı bir güzellikle dolu şehrin sahip olduğu tek şey muhteşem tarihi değil elbette. Coğrafi özelliklerinin kente kazandırdığı değerleri de göz ardı etmemek lazım. Bu değerlerin başında da ünlü kaplıcaları geliyor. Ünlü Çiftehan Kaplıcaları. Ulukışla ilçesine 35 km uzaklıkta Çiftehan köyündeki bu sıcak su harikaları, AnkaraAdana kara ve demiryolu üzerinde. Oldukça fazla sayıda da konaklama tesisleri mevcut. Kaplıcanın suyu içme olarak, böbrek ve metabolizma bozukluğundan ileri gelen şişmanlık ve gut hastalığına, banyo ile romatizma, nefrit, nevralji, kadın ve cilt hastalıklarına, eklem kireçlenmesine, bazı bel fıtıkları ile siyatik ağrılarına, kalça ve eklem kireçlenmelerine de iyi geliyor üstelik. Bu kadar eşsiz bir geçmişe ve coğrafyaya sahip olunca şehir elbette ki şahsına münhasır bir mutfağa da sahip oluyor. Niğde mutfağının en bilindik yemeklerinin başında Niğde tava ve Söğürme geliyor. Kuzu etiyle hazırlanan bu birbirinden lezzetli et yemeklerinin yapım aşaması biraz sabır gerektiriyor elbette. Ancak usulüne uygun, bakır ya da toprak tepsilerde yapılmış bir Niğde tava muhakkak ki kolay kolay reddedilemez. Niğde merkezdeki bir diğer “muhakkak ziyaret noktası” ise Şehitlik. Niğde Belediyesinin yeni çalışmalarıyla da görsel olarak oldukça iyileştirilmiş olan bu ebedi mekân vatan uğruna canını veren şehitlerimize olan minneti biraz olsun hissettirmek ister gibi. Bu, her yerini ayrı sevdiğimiz, kendi küçük içi kocaman şehirden ayrılırken biraz buruğuz doğrusu. Şimdi daha iyi anlıyoruz buraya yerleşmekte ısrarlı gençleri. Sıcacık insanları bize Anadolu’nun misafirperverliğini bir kez daha ve çok içten hatırlattılar. 83 84 AFRİKA’NIN VENEDİK’İ BENİN BATI AFRİKA’NIN GİZEMLİ TOPRAKLARINDA UNUTULMAZ BİR KEŞİF… Hazırlayan: Aydoğan YÜCE 85 Benin’de gerçekleştirilecek Türk-Benin İş Forumu’na davet edildiğimde heyecanlanmıştım. Aslında uluslararası deneyimi olan birisi olarak öncelikle bu heyecanıma anlam verememiştim. Ama sonra düşündüğümde Afrika kıtasına ilk kez gidecektim. Daha önce bize anlatılan Afrika’yı yakından görecektim. Böyle düşününce heyecanım bir kat daha arttı. Afrika denilince hemen valizi toplayıp gidemiyorsunuz. Önce Ankara’nın Balgat semtindeki Hudut Sağlığı Merkezi’ne gittim. Orada sarı humma aşısı yaptılar. 10 yıl geçerliymiş. Bir de sıtma hastalığı için bir hap verdiler. Seyahat gününden iki gün önce, seyahat sırasında ve sonrasında ise 7 gün daha kullandım. Uçağımız önce İstanbul’a oradan da direk olarak Benin’in ticari başkenti Cotonou’ya gidecekti. Uçak, Yunanistan, ardından da İtalya hava sahasından direk aşağıya, Sahra Çölü’ne doğru yöneldi. Aşağıya baktığımda uçsuz bucaksız bir kızıllık yansıyordu kumlardan. Sanki bir kum okyanusu üzerindeydik. İstanbul’dan yaklaşık altı buçuk saatlik bir yolculuk yaparak Cotonou’ya indik. Piste indiğimizde pencereden bir itfaiye aracının su hortumunu bize yönelttiğini gördüm. “Neden Nokove Gölü üzerine kurulu ortalama üç bin ev ile Batı Afrika’nın Venedik’i sayılan Ganvie… 86 itfaiye aracı hazır bekliyor” diye sorduğumda hostes gülümsedi ve “Efendim, biliyorsunuz, bu Benin’e ilk uçuşumuz. Bizde adettir, ilk uçuşlarda itfaiye aracı piste inen uçağı sular” dedi ve o sırada uçak ilerlerken yıkanıyordu. Uçaktan inerken şaşkınlığım daha da arttı. Uçaktan inerken Afrika ezgileri duyuyorduk. Aşağıda bir grup Afrikalı, yerel kıyafetleriyle danslarını sergiliyorlardı. Türk heyetine hoş geldin diyorlardı. Diğer tarafta ise heyetin başkanlığını yapan Benin’in Ankara Büyükelçisi Moïse Tchando Kerekou basına demeç veriyordu. Bize gösterdikleri misafirperverliğin asıl nedenini ise “Siz de Müslümansınız, biz de…” diyerek açıkladılar. Otelimiz, bizim ülkemiz standartlarında ortalama bir seviyede ancak fiyatlar 5 yıldızlı otel seviyesinde. Çünkü otel 3 yıldızlı olmasına rağmen kişi başı günlük 220 do- lardı. Ertesi gün Benin ve Türk işadamları ve yetkilileri bizim kaldığımız otele geldi. İş forumu başladı. Başladı ama bir sürpriz daha! Yerel kıyafetli bir kadın elinde yelpazesiyle bağıra bağıra toplantı salonuna girdi. Bizler şaşkın şaşkın bakarken Beninli yetkililer gülümsüyordu. Daha sonra üç kadın daha girdi ve birlikte şarkı söyleyerek yerel danslarını sergilediler. Daha sonra ise orkestra eşliğinde başka bir grup daha katıldı. Yaklaşık yarım saatlik bir gösterinin ardından salondan ayrıldılar. Ve toplantı kaldığı yerden devam etti. Toplantılardan vakit buldukça bakanlarla birebir görüşmeler yaptık. Devlet Başkanı heyet onuruna iki kere yemek verdi. Ülkenin ihtiyaçlarını anlattı, yatırım fırsatları konusunda bilgilendirdi. Ticareti bir kenara koyduğumuzda ise Batı Afrika’nın bu gizemli ülkesinin tarihine doğru bir yolculuğa çıktık. Benin’in Eski adı Dahomey’dir. Güneyde Atlas Okyanusu, doğuda Nijerya, batıda Togo ile kuzeyde Burkina, Faso ve Nijer Cumhuriyeti’ne komşu. Yüzölçümü, 112 bin 622 kilometrekare, dil ve etnik bakımdan çeşitlilik gösteren nüfusu ise yaklaşık 9 milyon. Batı Afrika’nın nüfusu en yoğun ülkelerinden birisi. Benin, irili ufaklı birçok ırmak ve nehre sahip, akarsu kaynakları bakımından zengin bir Afrika ülkesi. Topraklarının yüzde 29’u tarım alanı, yüzde 4’ü otlak, yüzde 33’ü orman. Kıyı şeridine yakın olan kısımları tarıma elverişli düz arazilerden, kuzeybatı kesimini ise dağlık alanlardan oluşuyor. Dönüşü Olmayan Yol Benin, Batılıların Afrika’da kurduğu en büyük köle sevk merkezlerinden birisiymiş ve 1908 yılına dek Benin’in Atlantik kıyısındaki tek limanı Quidah olmuş. Zamanın en önemli köle merkezlerinden birisi olan 87 Afrika’nın henüz tanışılmamış yüzleri… Benin… bu küçük kasabada “Kölelerin Yolu” olarak adlandırılan 4 kilometrelik hat bulunuyor. Milyonlarca Afrikalı, bu yolu ayaklarındaki prangalarla kat edip buradan Avrupa ve Amerika topraklarına ölesiye çalıştırılmak üzere gönderilirmiş. Köle tacirleri Quidah’a diğer köle merkezlerinde olduğu gibi kale inşa etme ihtiyacı bile duymamışlardır. UNESCO, kölelerin gemilere bindirildiği kumsala bir anıt inşa etmiş (Zoungbodji Anıtı). Kapı şeklindeki anıtın üstündeki yazı geçmişin o karanlık günlerini açıkça yansıtıyor: “Dönüşü Olmayan Yol”. Köle tacirleri, zincire vurdukları bu insanları gemiye bindirmeden önce “Yeni Hayata Başlama Ağacı” olarak adlandırdıkları bir ağacın yanına götürür ve etrafında belli sayıda tur attırırlarmış. Fakat anlaşılan o kadar da insafsız değillermiş. Kadınlara “pozitif ayrımcılık” uygulamışlar. Erkekler 9 tur atarken kadınlar iki tur eksik dolanırlarmış, “yeni hayatlarına” başlamak üzere yola çıkmazdan evvel bu ağacın etrafında. Bugün ise Cotonou Limanı, Batı Afrika’ya ve dünyaya açılan bir kapı niteliğinde. Çevresinde etnik çatışmalarla uğraşan ülkelerin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri bu limandan dünyaya gönderiliyor. Belki de Benin’de etnik çatışmanın olmaması, sahip oldukları politik refahın sebebi de ticaret konusunda stratejik bir öneme sahip olmalarından kaynaklanıyor. Ganvie Köyü Benin’de Ganvie adında bir göl köyü var. Köy, UNESCO tarafından 31 Ekim 1996’da dünya kültürel mirası kapsamında koruma altına alınmış. Cotonou yakınlarındaki Nokove Gölü suları üzerine kurulmuş olan Ganvie, Afrika’nın Venedik’i olarak anılıyor. Köyün nüfusu çoktan 20 bine dayanmış durumda. Köylüler, hayatlarını gayet ilginç mimarî özelliğe sahip kulübelerde sürdürüyorlar. Kamış veya sazla örtülü üçgenimsi sivri bir çatıya sahip dört duvardan ibaret yapılar, ağaç kazıkların üstüne oturtulmuş yüzen birer ev görünümünde. Hatta çalışkan insanlar gölün üstünde yapay tarlacıklar, bağ ve bahçeler bile oluşturmuşlar. Halk, turizmin yanı sıra göl içine suni olarak dikilen sazlıklarla kurulmuş balık tuzakları sayesinde avcılıkla geçiniyor. Genellikle kadınların kullandığı rengârenk yelkenliler, durgun gölün yüzeyinde güzel bir görüntü oluşturuyor. Köyün ilginç kuruluş öyküsüne gelince, burayı Fon ve Dahomey krallıklarının askerlerinin öfkesinden korkan Tofinu kabilesi halkının “korunma” amacıyla 16. veya 17. yüzyılda kurduğu ifade ediliyor. O dönemde Dahomey dininin Fon savaşçılarına suya girmeyi yasakladığı belirtiliyor. Dolayısıyla diğer kabileler için kıyı gölü en güvenli sığınak oluyormuş. Ganvie zaman içinde oldukça geniş bir alana yayılmış. Okulu, postanesi, hastanesi, 88 marketi ile tam teşekküllü bir yerleşim birimi halini almış. Hatta köyün ufak bir oteli bile var. Burada kullanılan tek araç “kayık”. Gölün derinliği iki metreyi buluyor. Benin Altını: KAJU Bugün artık ülkemizde de yaygın bir şekilde damak zevkimize hitap eden kajunun anavatanının Benin olduğunu öğreniyoruz. Kajuya orada “altın” gözüyle bakıyorlar. Çünkü tarıma dayalı ekonominin en önemli üretim alanı kaju. Ülkenin kuzeyindeki Parakou Bölgesi’nde alabildiğine kaju tarlası var. Peki, biz kajuyu Benin’den mi alıyoruz? Maalesef… Hintliler, ham kajuyu çok ucuz fiyata köylülerden topluyorlar, kendi ülke- lerindeki tesislerde kabuğundan ve yağından ayırdıktan sonra kavuruyorlar ve paketliyorlar. Biz de kajuyu onlardan pahalı bir şekilde alıyoruz. Benin’in bir diğer önemli değeri ise pamuk. Benin, dünyanın pamuk deposu. Tropikal meyveler ise orada fakir yemeği. Mango, ananas, muz, avakado gibi ülkemizde yıllarca sosyete meyvesi olarak görülen binbir renk ve lezzetteki meyveler Benin’de değer görmüyor. Benin caddeleri çok kalabalık; onlarca insan motorsikletleriyle caddelerde ilerliyor. Kadınlar, başlarında taşıdıkları tepsilerde tropikal meyveleri satmaya çalışıyor. Ülke sıcak olduğu için bir ağaç altında hindistan cevizinin suyuyla serinlemeye çalışanlar oldukça fazla. Ben de her meyveyi tattım. Gerçekten muhteşem. Türkiye’de yediğinizde aynı lezzeti alamıyorsunuz. İnsanlar o kadar güler yüzlüydü ki, fotoğraf çekmeye çalıştığınızı fark edip size poz veriyorlardı. Dönüş vakti geldiğinde ise Atlas Okyanusu’nun kıyısındaki bu güzel ülkeden ayrılmak biraz da hüzün veriyor insana. Aklımızdaki Afrika ile gerçek Afrika çok farklıymış. Bize anlatılanların çoğunun gerçek dışı olduğuna tanık olmak insanı üzse de yeni bir coğrafyayı ve kültürü tanımanın verdiği mutluluk daha ağır basıyor. 89 90 KALP KAPAK HASTALIKLARI Kalp kapak hastalıkları özellikle ülkemizin bulunduğu coğrafyada yaygın görülen bir kalp sağlığı sorunudur. Kalp kapak hastalıkları zemininde oluşan kalp yetmezliği ve ritm bozuklukları ölümcül sonuçlara neden olabilir. Doç. Dr. Ahmet Soylu Özel Medicana Konya Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı 91 Kalp kapakları nedir? kapak triküspit kapak olarak adlandırılır. 4. Sağ karıncık ile kalpten kirli kanı akciğere taşıyan akciğer atar damar arasında bulunan kapak pulmoner kapaktır. Kalp kapak hastalıkları bu kapakların etkilendiği tüm hastalıkların genel ismidir. Kalp kapak hastalığı üç tip olabilir Kalbin pompalama fonksiyonu esnasında kanın kalp boşluklarından ve kalpten kanı vücuda ve akciğere taşıyan büyük damarlardan geri kaçmasına engel olan yapılardır. Kalbimizde toplam 4 kapak bulunur 1. Sol kulakcık ile sol karıncık arasındaki kapak mitral kapak olarak adlandırılır ve romatizmal kalp kapak hastalığı olarak adlandırılan kapak hastalığında en sık etkilenen kapaktır. 2. Sol karıncık ile kalpten temiz kanı vücuda taşıyan aort damarı arasında bulunan kapak aort kapağıdır. 3. Sağ kulakcık ile sağ karıncık arasındaki Kapak darlığı: Kapak tam açılamadığı için kanın o kapaktan geçişi zorlaşır ve bunu tolere etmek için kalp daha güçlü kasılmak zorunda kalır. Hem geride basınç artışı hem de ihtiyaç halinde yeterli miktarda kanın yeterli hızda o kapaktan geçememesi nedeniyle belirtiler ortaya çıkar. Genellikle ilk belirtiler diğer kapak hastalıklarında da olduğu gibi efor esnasında nefes darlığı ve çabuk yorulma şeklindedir. İlerleyen dönemlerde istirahat esnasında bile nefes darlığı olabilir. Bazı kapak darlıklarında (özellikle aort kapağı darlığında) bayılma ve göğüs ağrısı da görülebilir. Kapak yetersizliği: Etkilenen kapağın tam kapanamaması sonucu her kalp atışında o kapaktan geriye doğru kan kaçağı olur. Geriye doğru kaçan kan kalp boşlukları içinde birikir ve hacim artışı ile kalp kaslarını gererek büyütür. Zaman içinde kalbin pompalayabilme özelliğine zarar vererek kalp yetersizliğine sebep olur. Kalp kapağı kaçakları özellikle yavaş seyirli ise uzun süre belirgin şikayet oluşturmaz. Belirgin yakınmalar oluştuğunda kalp çalışmasındaki bo- zukluk artık iyileşmez düzeye gelmiş olabilir. Bu yüzden kapak yetersizlikleri kapak darlıklarına göre daha iyi tolere edilebilen ve uzun süre belirti vermeden sinsi ilerleyebilen rahatsızlıklardır. Hem kapak darlığı hem kapak yetersizliği: Aynı kapakta hem açılma sorunu hem de kapanmada yetersizlik sorunu aynı anda olur. Nedenleri? Kalp kapağı hastalıklarının en önde gelen sebeplerinden biri; çoçukluk çağında üst solunum yolu enfeksiyonuna yol açan özel bir mikrop türüne karşı vücutta oluşan reaksiyonun kalbi (özellikle kapakları) etkilemesi sonucu oluşan “romatizmal kalp kapak hastalığı”dır. Kapaklardaki doğumsal anormallikler, ileri yaşlarda kapaklardaki kireçlenme (özellikle aort kapağı), kapakları tutan kalp iltihabı (infektif endokardit), kalbi besleyen koroner damarlardaki tıkanmalar sonucunda özellikle mitral kapağın çalışmasını sağlayan kasların hasarlanması sonucu gelişen mitral yetersizlikleri de kalp kapağı hastalıklarının önde gelen diğer sebebleridir. Bayanlarda erkeklerin yaklaşık 4 katı daha fazla görülen yaygın bir başka kapak hastalığı da “mitral kapak prolapsusu (MVP)”dur. MVP sıklıkla ciddi sağlık sorununa neden olmamakla birlikte bazen ciddi mitral yetersizliği sebebi olabilir. 92 Nadir durumlarda hasta için ameliyat yüksek riskli ise aort darlığında da balon ile genişletme kullanılabilir. Teşhis Kalp kapağı hastalıklarının teşhisi, genellikle çok kesin olarak ekokardiografi (kalp ultrasonu) ile konur. Bu incelemede kalp kapaklarının yapısı, açılımı, kapanması, kireçlenme olup olmadığı, varsa kaçakların miktarı, kalp odacıklarının boyutları, kalbin pompalama fonksiyonunda azalma olup olmadığı ve bazı basınçlar değerlendirilir. Doğru tedaviye karar vermek için bazı durumlarda daha detaylı inceleme amacıyla yemek borusuna endoskopiye benzer bir tüp konarak yapılan transözofajiyal ekokardiografiye, kimi zaman da ilaç yada koşu bandının kullanıldığı stress ekokardiografiye başvurulur. Tedavi Hastanın şikayetlerinin derecesi, efor yapabilme kapasitesi ve ekokardiografi bulguları tedavi seçeneklerini belirleyen temel unsurlardır. Tedavi seçenekleri arasında medikal yani ilaç tedavisi ve girişimsel (ameliyat yada kateter ile) tedavi bulunur. Kimi zaman bu iki seçeneğe aynı anda başvurulabilir. İstisnai bazı durumlar dışında ilaç tedavisinin kapaktaki mekanik rahat- sızlığı ortadan kaldırmayacağının bilinmesi gerekir. Çoğu zaman ilaç tedavisi kapaktaki rahatsızlığın ilerlemesini de engellemez. Fakat ilaçlar kapak rahatsızlığının kalp ve diğer organlar üzerindeki olumsuz etkileri ve hastanın şikayetlerini kısmen azaltabilir. Kapak hastalığının girişim zamanlaması çok önemlidir. Zamanı gelmeden kapağın protez kapakla değiştirilmesi, protez kapağın yaratabileceği risklere gereksiz yere daha uzun bir süre maruz kalmak anlamına gelir. Öte yandan ameliyat ya da kateter ile tedavi zamanı geldiği halde gereken müdahelenin yapılmaması yada zamanının geçirilmesi genellikle kalpte geriye dönüşümsüz hasarlar oluşmasına yol açar. İlaç tedavisi yetersiz olduğunda ya da kalp kapağı hastalığı kalbi belirgin bir şekilde olumsuz etkilemeye başladığında (kalbi büyüttüğünde, kalbin çalışmasını bozmaya başladığında) girişimsel tedavi gerekir. Girişimden kasıt genel olarak ameliyat veya kateter yolu ile yapılan işlemlerdir. Ameliyat ile yapılan şey eğer mümkünse kapağın tamir edilmesi (mitral ve triküspit kapak yetersizliklerinde kapak yapısı uygunsa uy- gulanabilir), bu mümkün olmuyorsa bozuk kapağın çıkartılıp yerine protez kapak takılmasıdır. Kişinin özelliğine ve yaşına göre tamamen metalik kapaklar yada organik madde içeren bioprotez kapaklar kullanılır. Kapak yapısında fazla kireçlenmenin yer almadığı kapak darlıklarında bir başka etkili tedavi yöntemi ise anjiografi laboratuarında gerçekleştirilen balon ile genişletme işlemidir. Bu yöntem sıklıkla mitral, triküspit ve pulmoner darlıklar için kullanılır. Sonuçları iyi olmakla beraber bu işlem daha ziyade zaman kazanmaya yöneliktir. Zaman içinde kapakta yeniden açılım kısıtlılığı gelişebileceği gibi balonla açma sırasında gelişen yırtılmalarla bu sefer kaçak problemi ortaya çıkabilir. Bu durumda ameliyat her zaman için yapılabilir bir seçenekdir. Son yıllarda yüksek riskli aort darlığı hastalarının tedavisinde yeni geliştirilmiş olan kateter aracılığı ile protez aort kapağı takılması (TAVI) yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır ve bu yöntem ülkemizde de birçok merkezde başarı ile uygulanmaktadır. 93 94 KURBAN BAYRAMI O sabahlar en erken kalkma sabahlarıydı. Ve sadece o sabahlarda bu kadar erken uyandırıldığımız için sesimiz çıkmazdı. Çünkü bilirdik… Babamız, dedemiz kesin camiye gitmişti. Annelerimizin telaşından hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğu belliydi. Birazdan evin erkekleri kurban etiyle gelecekti. O vakte kadar hiç kimse hiçbir şey yemezdi. Sabah kahvaltısı her kurban bayramı sabahı olduğu gibi bu etle yapılırdı. Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY 95 Kurban Bayramı’nın hemen hemen hepimizin hafızasında böyle küçük ve tatlı anıları kalmıştır muhakkak. Paylaşmanın huzurunu içimizde hissettiğimiz anılar… Kurban kesmenin hükmü nedir? Kimler kurban kesmelidir? işte bunun gibi akla gelen bir çok sorunun yanıtını doğru alabilmek için uzman bir isme, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Dr. Mehmet CANBULAT’a yönelttik sorularımızı. Ve bir sonraki yıla da erişmek dileğiyle karşılanan bayramlar… 96 Aile Dostu: Kurban nedir? Dr. Mehmet CANBULAT:Kurban demek, Allah’a yaklaştıran şey demek. Cenabı Hakk’a yakınlık demektir. Kişinin Cenabı Hakk’ın rızasını kazanmak için sunduğu şeye kurban denir. Kurban dinimizde elbette ki önemli bir ibadet. Kurban ibadeti insanlık tarihi ile başlar. Daha doğrusu Hazreti Adem’in iki oğluyla birlikte başlar. Bu iki oğuldan yani Habil ve Kabil kardeşlerden Kabil’in Cenabı Hakk’a sunmuş olduğundan kurban kabul edilmezken Habil’inki kabul edilir. Burada niyet önemlidir elbette. Kabil’in niyeti iyi olmadığı için kurbanı da kabul edilmemiştir. Ve böylece o zamandan kurban ibadeti başlamıştır. Ama tabii “kurban” dediğimiz o ibadet bizim şu andaki kurban kesme ibadeti şeklinde değildir. Kurban kesme şeklindeki ibadet Hazreti İbrahim ile birlikte başlar. Hazreti İbrahim rüyasında bizatihi oğlunu kurban eder görüyor. Bunun Cenabı Hakk’ın bir emri olduğunu düşünerek, bu şekilde anlayarak oğlunu kurban etmek isterken Cebrail Aleyhisselam ona bir koç getiriyor ve böylece oğlunun yerine koç kurban ediliyor. Onun niyetinin halis olmasından, samimi olmasından dolayı Allah onun bu niyetini kabul ediyor ve oğluna bedel olmak üzere koçu kurban olarak gönderiyor. Ve böylece bizim bildiğimiz manada kurban ibadeti de başlamış oluyor. Aile Dostu: Sizce günümüzde Kurban ibadeti layıkı ile yerine getiriliyor mu? Dr. Mehmet CANBULAT:İnsanlar elbette kurban ibadetini yerine getiriyorlar ama bu çoğu kere ibadet olmaktan çıkıyor adet haline dönüşüyor. Bu aslında doğru değil. İnsanlar burada sadece ve sadece Cenabı Hakk’ın rızasını kazanmak için kurban kesmeli. Yani et yemek için değil. Bir şenlik olsun et yiyelim için değil. Ama zaman içerisinde ibadetlerde bir takım eksiklikler oluyor. Yani insanlar o samimiyeti kaybedip adet haline getirebiliyorlar. Halbuki bunu bilinçli olarak yapmak gerekir. Yani sıradan, herkesin yaptığı bir şey olduğu için yapmak değil de Cenabı Hak emrettiği için yapmak gerekir. Hazreti İbrahim’in niyetiyle yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle kurban kesmek gerekir. Aile Dostu: Kurban kesmenin hükmü nedir? Dr. Mehmet CANBULAT: Kurban kesmek vaciptir. Kurbanın hükmü, mezheplere göre değişiklik gösterebiliyor. Ancak ülkemizde yaşayan Müslümanların çoğu Hanefidir. Hanefi mezhebine göre de vaciptir. Elbette farklı mezhepte olan insanlar da var. Şafii mezhebi gibi. Onlara göre de sünnettir. Ancak onlarda da önemli bir sünnettir. Aile Dostu:Hangi hayvanlar kurban olarak kesilebilir? Dr. Mehmet CANBULAT: Kurban olarak kesilebilen hayvanlar: Koyun, keçi, deve, sığır ve mandadır. Erkeği dişisi fark etmeksizin bu hayvanlardan kurban kesilebilir. Bun- ların dışında evcil veya yabani olsun diğer hayvanlardan kurban kesilmez. Mesela tavuk, horoz gibi evcil hayvanlar veya kıymetli olsa dahi ceylan gibi yabani hayvanlardan kurban olmaz. Çünkü bu bir ibadettir ve ibadet nasıl gelmişse biz ona göre amel ederiz. Kendi aklımıza veya mantığımıza göre bir yol izleyemeyiz. Peygamber Aleyhisselam hangi hayvanların kurban edilebileceğini belirtmişse onlar arasından seçebiliriz. Aile Dostu: Ortak kurban kesme ile ilgili bilgi verir misiniz? Dr. Mehmet CANBULAT: Bir küçükbaş hayvan sadece bir kişi tarafından kesilir. İki veya daha fazla kişiyle olmaz. Ancak büyükbaş hayvanlar elbette ortak kurban kesilebilir. Bunda da üst sınır yedidir. Yediden fazla kişi ile olmaz. Burada da önemli olan, ortaklardan her birinin en az yedide birine sahip olmasıdır. Yani örnek verecek olursak yedi bin liralık bir büyükbaş hayvanı yedi kişi kesmek isterse her birinin muhakkak bin lira ile katılması gerekir. Yani diğer altısı daha fazla verip yedinci kişi daha az verirse olmaz. Ama şöyle olabilir: Bir baba satın aldığı bir büyükbaş hayvana çocuklarını dahil edebilir. Bu durumda çocuklarından para alması gerekmez. Onların payını kendilerine hibe etmiş olur. Aile Dostu: Kurban kesmeden önce neler yapılmalıdır? 97 Kurban İslam Dininin diğer ibadetleri gibi bir ibadettir. Asıl olan ibadet şuuru ile bu görevi yerine getirmektir. Dr. Mehmet CANBULAT: Kurbanı aldıktan sonra ona iyi bakması, güzel muamele etmesi, eziyet etmemesi, hijyenik davranması, kurbanın besmeleyle ve tekbir getirerek kesilmesi, yönünün kıbleye çevrilmesi, bıçağının keskin olması, kesimden önce bıçağın hayvana gösterilmemesi, kurbanlık hayvanın başka hayvanların gözü önünde kesilmemesi, kısacası hayvana eziyet edilmemesi önemlidir. Ve tabii ki bir de kurban kesildikten sonra hayvanın kullanılmayacak kısımlarının ortada bırakılmadan hijyenik olarak kaldırılması, gömülmesi veya atılması önemli. İnsanlar ibadet yapıyorlar ama bazen bu durumlara özen göstermiyorlar. Oysa bu saydıklarımızın hepsi ibadetin bir parçasıdır. Bu kurbanlar bizler sırat köprüsünden geçerken vasıta olacak. O yüzden ona göre hareket etmemiz gerekir. Bununla beraber zorunlu olmamakla birlikte kurban kesildikten sonra iki rekat nafile namaz kılınması güzel olur. Yani Cenabı Hakk’ın verdiği kurban nimetine şükür olarak. Aile Dostu:Peki sayın hocam seferi olarak kurban kesilebilir mi? Dr. Mehmet CANBULAT:Elbette kesilebilir. Çoğumuz memleketimizin dışında başka şehirlerde yaşıyoruz. Bayramları aile büyüklerimizle geçirmek için memleketlerimize gidiyoruz. Veya yaşadığımız şehrin ilçesine gidiyoruz. Yani doksan kilometreden fazla yol gitmişsek seferi sayılırız. Bu durumda da vatani aslisi olmadığı için de kendisine kurban vacip olmaz. Ancak bununla birlikte kurbanımızı kesiyorsak bu durumda da elbette kurban ibadetini yerine getirmiş oluruz. Yani kişi, kurban bayramı sona ermeden sürekli ikamet ettiği şehre dönerse, yeniden kurban kesmek durumunda değildir. Aile Dostu:Maddi güç esas alındığında kimler kurban kesmeli? Dr. Mehmet CANBULAT:Bir insan fitre verecek kadar maddi güce ve zenginliğe sahipse onun kurban kesmesi vaciptir. Zekât ise böyle değil. Bir insanın zekât vermesi için sahip olduğu malın artıcı olması gerekiyor. Ancak sadaka-i fıtırda ve kurbanda mal artıcı olmak zorunda değildir. Aile Dostu: Hocam, kurbanın kesimi esnasında nelere dikkat edilmeli? Kim kesmeli kurbanı? Dr. Mehmet CANBULAT:Öncelikle kesilecek olan kurban ayıplı olamamalı. Yani temiz olmalı, bakımlı olmalı, sağlıklı olmalı… Kesildiğinde insanlara zarar verebilecek bir hastalığı olmamalıdır. Azalarında, organlarında eksiklik olmamalı mesela gözleri kör olmamalı, kulakları veya kuyruğu kesik olmamalı, dişleri dökülmüş olamamalı gibi. Bir de yaş çok önemlidir. Koyun ve keçide 1 yaşını doldurmuş olması esastır. Ancak koyun için şöyle bir fark vardır: eğer altı aylık bir kuzu annesi kadar iri ve besili ise kurban olarak kesilebilir. Ancak aynı şey keçi için geçerli değildir. Büyük başlara gelince, onlar da iki yaşında olmalı. Tabii bu kameri ay ile iki yaş. Develerde de bu yaş sınırı beştir Kesimi yapan kişinin Müslüman olması önemlidir. Önemli olan hayvanın boğazının ki yanındaki şah damarları, nefes ve yemek borusundan en az üçünün aynı anda kesilebilmesidir. Bunu becerebilme yetisine sahip herkes kurban kesebilir. Hatta eğer bunu başarabilecek kadar güçlü ise kadınlar da kurban kesebilir. Burada önemli olan hayvana eziyet verilmemesidir. Kesimden hemen sonra dikkat edilmesi gereken en önemli şeylerden biri de derisinin hayvan tamamen can verdikten sonra yüzülmesidir. Aile Dostu: Kurban eti nasıl dağıtılmalıdır? Dr. Mehmet CANBULAT:Kurban etinin üçte biri fakir, ihtiyacı olan, kurban kesememiş olanlara dağıtılır. Üçte biri aile içinde yensin diye ayrılabilir. Geriye kalan üçte birlik kısım ise gelen misafirle beraber yenmek üzere ayrılabilir. Ama burada şu da önemlidir: ihtiyaç. Yani kurban kesen insan sayısı azsa dağıtılacak miktar da o kadar arttırılmalı. Mesela bin haneli bir bölgede elli hane kesmişse o vakit sonraki günler için eve hiç ayrılmadan kesemeyen insanlara dağıtılmalıdır. Dediğim gibi ihtiyaca göre hareket edilmelidir. 98 Aile Dostu:Bir de hocam kurban bayramı sabahı kahvaltı etmeyip kurban eti ile kahvaltı etmenin bir sevabı var mı? Dr. Mehmet CANBULAT:Eğer kurban bayramının ilk günü ve sabah vakitlerinde kesilebilecekse, sabahleyin yemek yenmemesi müstehap. Kahvaltının kurbanın ciğeri ile edilmesi mendup yani sevap. Ama eğer kesim akşama kadar sürecek veya ertesi güne kalacaksa böyle bir bekleyiş uygun olmaz tabii. Buna gerek yok. Kurban ibadetinde muhakkak kurbanı kesmek gerekir . Verilen sadaka kurban yerine geçmez. Aile Dostu:Kurban kesmek yerine bedelini bağışlamak ya da bir takım kurumlara bağış yaparak kurban kestirmek doğru mudur? Dr. Mehmet CANBULAT: Bedelini bağışlamak kesinlikle olmaz. Kurban ibadetinde muhakkak kurbanı kesmek gerekir . Verilen sadaka kurban yerine geçmez. Bu dediğim gibi sadaka olur ve üzerinizdeki kurban yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Yani mutlaka kanı akıtmak gerekir. Ama bir takım kurumlara kurban bağışı yapılmasına gelince bu olabilir. Çünkü siz bu durumda vekalet veriyorsunuz ve sizin kurbanınız kesiliyor. Hatta aynı evde birden çok kurban kesilecekse böylesi hayırlı bile olabilir. Ülkenizin veya dünyanın başka bir yerinde açlıkla mücadele eden insanlara da yardımda bulunabilirsiniz böylece. 100 Kurban Bayramı’nın haklı ve tatlı telaşı Kurban Seçimi, Pazarlığı ve En Önemlisi Etin Doğru Muhafazası 101 Gözünüzün ve elinizin beğendiği kurbanı seçerken de, pazarlık için el sıkışırken de dikkat etmeniz gereken çok şey var. En önemli noktalarından biri de eti doğru muhafaza edebilmektir. Kurbanı seçmek de eti muhafaza etmek de ayrı bir özen istiyor. Peki, nelere dikkat etmeliyiz? Kurbanlığınızı ister birkaç gün önce ister kesimin yapılacağı gün alın, her durumda da dikkat etmeniz gereken çok önemli hususlar var. Bunların başında elbette veteriner sağlık raporu geliyor. Bu rapora sahip olmayan kurbanlık kesinlikle alınmamalı. İşte bunun yanında dikkat etmeniz gerekenler: z Küpesiz olmamalı ve Büyükbaş Hayvan Kimlik Kartı bulunmalı z Çok zayıf olmamalı zGebe olmamalı zYeni doğum yapmış olmamalı z Salya ve gözde akıntısı bulunmamalı z Pis kokulu ishali olmamalı z Öksürük, nefes darlığı, pis kokulu burun akıntısı olmamalı z Çevreye karşı aşırı tepkili veya çok duyarsız olmamalı z Yara, şişlik ve ödemi olmamalı z Cinsiyet organları ve memede kötü kokulu akıntısı olmamalı z Yüksek ateşi olmamalı z Çok genç ve etleri olgunlaşmamış olmamalı z Kılları karışık ve mat halde olmamalı z Bakışları ve dış görünümü canlı olmalı z Kör ve topal olmamalı Kurbanlık alacak olanların önem verdiği konulardan biri de fiyatı biraz daha aşağıya çekebilmektir muhakkak. Bunun için de kurbanlık almaya arife veya bayramın birinci günü gitmek bir çözüm olabilir aslında. Çünkü hayvanlarını satmak üzere gelenlerin bir çoğu bu tarihlerde geldikleri şehirlere dönmeye başlıyor. Kurban bayramının bitiminin de yaklaşmasıyla beraber ellerinde hayvan kalmasın diye son kurbanlıkları biraz daha uygun fiyatlarla verebiliyorlar. Tabii kurbanlığınızı aylar evvel çok ucuza alıp bayrama kadar büyütmek de bir diğer yol. Bütün İslami usullere uygun olarak kesiminizi yaptınız veya yaptırdınız. Etin bir bölümünü de dağıttınız. Sıra geldi evinizde kalan eti muhafaza etmeye. Daha doğrusu usulünce muhafaza etmeye. Etinizin daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü olmasını isterseniz bu konuda da dikkat etmeniz gereken bir takım hususlar olacak. Öncelikle yeni kesilmiş sıcak etin tüketilmesi pek önerilen bir şey değil. Çünkü sert ve lezzetsiz olacaktır. Uzmanların önerilerini göz önüne alacak olursak :”Kesim sıcaklığının düşmesi için, en az 5-6 saat bekletildikten sonra buzdolabına kaldırılmalıdır. Kurbanlık etler, henüz kesim sıcaklığında iken buzdolabına, poşet içinde veya hava almayacak durumda büyük parçalar halinde üst üste konulmamalıdır. Bu durumda buzdolabının ısısı, etin iç kısmını soğutmaya yetmeyeceği için çok kısa sürede (2. gün) bozulma ve kokuşma, hatta yeşillenme görülür. Böyle kısımlar kesinlikle tüketilmemelidir. Kurbanlık etin dayanma süresi, kesim kalitesine ve et parçasının büyüklüğüne göre değişmekle beraber, normal buzdolabı koşullarında 5-6 gündür. Bu süre, kıymada genellikle 3 gündür. Eğer daha uzun süre muhafaza düşünülüyorsa etler derin dondurucuda (eksi 18 derecede) muhafaza edilmelidir. ” Dondurulan etin çözdürülüp tekrar dondurulması oldukça sağlıksız olacağından bir yemeklik ya da bir defada ne kadar tüketilecekse o kadar etin parçalar halinde poşetlenip saklanması etinizin kullanım süresini o kadar uzatacaktır. Ayrıca yine uzman görüşüne göre dondurulmuş etin kullanılması da bir hayli dikkat istiyor: “Donmuş etler, buzdolabında çözdürülmelidir. Çabuk çözünmesi amacıyla kalorifer ve soba üzerinde ya da oda sıcaklığında bekletme sakıncalı yöntemdir. Ete dokunurken ellerin temiz ve kuru olmasına dikkat edilmelidir. Pişmiş etler, oda sıcaklığında 2 saatten fazla kalmamalıdır. Çiğ eti hazırlamadan, hazırlarken ve sonra, ellerin 20 saniye boyunca yıkanması gerekiyor. Çapraz bulaşmayı önlemek için 2 ayrı kesme tahtası kullanın. Kesme tahtalarından birini çiğ etler, öbürünü meyve ve sebzeler için kullanın. ” Dikkat edilmesi gereken aşamaları doğru bir şekilde yerine getirdikten sonra bayramı keyifle geçirmek dışında bir şey kalmıyor sizin payınıza. Bize de hayırlı bayramlar dilemek düşüyor elbette. 102 YAZDAN ÇIKAN SÖNÜK SAÇLARA VE KURUMAYA HAZIR CİLTLERE ELVEDA BİTMİŞ BİR YAZ VE ELİMİZDE KALAN KÜSMÜŞ BİR CİLT VE KALBİ KIRIK SAÇLAR. ŞİMDİ ONLARLA BARIŞ ZAMANI… UFAK TÜYOLAR VE YENİLENMİŞ BİR SİZ… 103 Mutfağınızın gözdeleri şimdi de güzelliğinizin sırları olmaya geliyor. Küçük ve masrafsız hazırlıklarla büyük değişimler, sizi istediğiniz görüntüye taşıyacak formüller… Aslında birkaç küçük ipucu bu kabusu sonlandırmak için ne kadar da kâfi öyle değil mi? Saçlarınızı yeniden canlandırmak, eski parlaklığını geri kazandırmak için haftada en fazla yarım saatinizi ayırmanız yeterli olacak. Üstelik de kolayca ve evde uygulayabileceğiniz tariflerle… Hadi bir göz atalım şu sihirli formüllere… Yazın sıcakları her ne kadar devam etse de aslında tarihsel olarak yaz bitti. Yerini yılın en sakin ve en yumuşak mevsimine bıraktı. Ama biraz hırpalayarak tabi. Güneşin ve kuru havanın etkisiyle cildimiz kurumaya, saçlarımız kırılmaya yüz tuttu. Güneşin kavurucu etkisi deniz tuzu ile birleşince maalesef bu durumdan en fazla saçlarımız etkilendi. Bir senedir gözünüz gibi baktığınız saçlarınız bütün parlaklığını yitirdi. Sarı sonbahar yaprakları gibi kupkuru kalakaldı ellerimizde. Yazın bu olumsuz izlerini silmekse aslında elimizde… Öncelikle saçlarınıza her zaman olduğundan daha nazik davranmalısınız. Sert ve kuru fırçalamadan kaçınmanız saçlarınızı kırılmaya karşı koruyacaktır. Ayrıca yıkama esnasında da parmak uçlarınızla saç derinize yapacağınız masaj, saç derinizin canlanmasına oldukça yardımcı olacaktır. Fakat işte bu noktada özellikle dikkat etmeniz gereken bu işlemi yaparken saç derinizi tırnaklarınızla zedelememenizdir. Kuru saçlarınızı canlandırmanın en doğal yollarından biri de sirke. Evet evet, doğru duydunuz, bildiğimiz sirke. Durulama suyuna koyacağınız bir çorba kaşığı sirke saçlarınızın kuruluğuna olan olumlu etkisini ilk uygulamadan sonra bile görebilirsiniz. Üstelik sirke, eğer varsa, kepek sorununuz için de birebir. KURU SAÇLAR İÇİN Muz Maskesi Malzemeler z 1 adet muz z 2 yemek kaşığı mayonez z 1 yemek kaşığı kadar zeytinyağı ekleyin Hazırlanışı: Muzu iyice ezin ve içerisine, mayonezi ve zeytinyağını ekleyin ve iyice karıştırın. Saç diplerinden başlayarak uçlarına doğru karışımdan sürün ve 20 dakika kadar saçlarınızda bekletin. Sonra saçlarınızı güzelce durulayın. Farkı hemen hissedeceksiniz. Yumurta ve Sirke Maskesi: Malzemeler z 1 adet yumurta z 2 yemek kaşığı üzüm sirkesi z 2 yemek kaşığı zeytin yağı Hazırlanışı Yumurtayı kâsenin içerisinde çırpın ve üzüm sirkesini ekleyin, zeytinyağı ile de iyice çırpıp saçlarınıza dipten uca doğru iyice yedirerek sürün. Yaklaşık 10-15 dakika kadar bekletin ve ardından önce soğuk suyla sonra ılık su ile iyice yıkayın. Saçlarımızın sorununu hallettiğimize göre sırada elbette cildimiz var. Sıcak yaz günlerinin bütün nemini alıp götürdüğü cildimizin de acil bir bakıma ihtiyacı var şüphesiz. Öncelikle temizliğine muhakkak dikkat etmelisiniz çünkü tıkanmış gözenekler cildinizin hava almasını engelleyeceği için bu yeniden canlanma süresini uzatabilir. İşte cildinize nefes aldıracak maskeler: Süttozu Maskesi: Malzemeler z 100 gr gülsuyu z 25 gr süttozu z 1 yemek kaşığı çiçek balı z 30 gr bademyağı Hazırlanışı Gülsuyu hafifçe ısıtılır, süttozu ve çiçek balı eklenerek iyice karıştırılır. Hemen ardından bademyağı eklenir ve yine iyice karıştırılır. Cam bir kapta, soğukta bir süre dinlendirilir. Bu sıvı ile deri iyice ovulur ve daha sonra yumuşak ıslak bir bez veya pamukla temizlenir. Cildinizdeki ferahlığı şimdiden hissettiniz eminim. Yumurtalı Havuç Maskesi: Malzemeler z 2 orta boy havuç z 1 yumurta sarısı z 1 kahve kaşığı ayçiçek yağı Hazırlanışı Havucun suyunu sıkıp yumurta sarısı ve Ayçiçek yağını karıştırılarak iyice çalkalayın. Cildinizi bu karışımla ovalayın ve 15 dakika cildinizin emmesi için bekleyin ve süre sonunda ılık suyla yıkayın. 104 sinema NinJa Turtles 5 Eylül 2014 (1s 40dk) OYUNCULAR Megan Fox, Alan Ritchson, Will Arnett TÜR Aksiyon, Macera YÖNETMEN Jonathan Liebesman New York şehrinin eski parlak günleri geride kalmak üzeredir; zira Shredder ve Foot Clan örgütü, polisten politikacılara kadar her türlü resmi birimi tek elden kendi istedikleri gibi yönetmeye başlarlar. Bu şehri karanlıktan kurtaracak kahramanlara ihtiyaç vardır. Sıradışı ve görünüşlerinden dolayı toplum dışına itilmiş 4 erkek kardeş şehrin diplerinden, Ninja Kaplumbağalar olarak ortaya çıkar. Kimsenin beklemediği bu hamleyle kaplumbağalar, şehri Shredder’ın şeytani emellerinden kurtarmak için korkusuz muhabir April O’Neil ve sakar kameramanı Vern Fenwick ile işbirliği yapar. Filmin yönetmenliğini Wrath of the Titans (2012), Battle Los Angeles (2011) gibi büyük aksiyon filmlerine imza atmış olan Jonathan Liebesman üstlenirken, senaryo Kevin Eastman ve Peter Laird’ın yarattığı karakterlerin kökenine inme amacını taşıyor. Güzel yıldız Megan Fox ise karşımıza April O’Neil karakterleriyle çıkacak. Maceraları televizyona sıçradıktan sonra 1980’lerin en popüler çizgi kahramanlarından olan Ninja Kaplumbağlar bu yapımla beşinci kez beyazperdeye geliyor. Filmin senaryosunu 21. yüzyıla Josh Appelbaum, Andre Nemec ve Evan Daugherty taşırken, yapımcılığı ise Michael Bay üstleniyor. Müzede Bir Gece 26 Aralık 2014 OYUNCULAR Ben Stiller, Robin Williams, Owen Wilson devamı... TÜR Komedi, Macera, Fantastik YÖNETMEN Shawn Levy Daha önce serinin birinci ve ikinci filmlerini yönetmiş olan Shawn Levy üçüncü filminde yönetmenliğini üstlenmiş. Komedi dünyası tarafından gayet iyi tanınan aktör Ben Stiller ise diğer iki filmde olduğu gibi bu filmde de müze gardiyanı Larry Daley’yi canlandırıyor. Gündüzleri müzenin sergi malzemelerini oluşturan fakat geceleri hayata dönen canlılarla başa çıkmaya çalışırken izleyeceğiz kendisini. Dragon Nest: Rise of the Black Dragon 5 Eylül 2014 TÜR Animasyon, Fantastik, Aile, Macera YÖNETMEN Yuefeng Song Mehmet Emin Eren, Ferhat Alpözen Kralın hizmetinde olan genç savaşçı Geraint, diğer efsanevi kahramanları da yanına alıp ölümcül Black Dragon’u yakalayabilmek için bir ekip oluşturur. Böylece altı adet ejderha avcısı kutsal barış toprağını kurtarabilmek ve siyah ejderi yakalayabilmek için tehlikeli bir yolculuğa çıkar. ‘’Dragon Nest: Rise of the Black Dragon’’ Shanda Games’in popüler oyunundan beyazperdeye uyarlanan üçlemenin ilk filmi. 105 106 BİLMECE & BULMACA Konu: -cı, -lı, -lık, -sız ekleri Kural: Parantez içlerindeki sözcükler -cı, -lı, -lık, -sız eklerinden birini alarak, soruda verilen anlamları kazanmışlardır. Yeni oluşan sözcükleri bulmacaya yerleştiriniz. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Masal anlatan, okuyan veya yazan kimse. (masal) Terlemiş olan. (ter) Bilgisi olmayan. (bilgi) Komik olma hali. (komik) Gözlüğü olmayan. (gözlük) Camı olan. (cam) Dört taneden meydana gelmiş. (dört) Tuzu olmayan. (tuz) Simit yapan veya satan kimse. (simit) İzin almış olan. (izin) Kibar olma hali. (kibar) 107 MATEMATİK BULMACA Kural: Renklerin kareli kağıtta kapladığı alanı inceleyelim. Renklerin adlarını bulmacadaki numara sırasına göre en çok yer kaplayandan en az yer kaplayana doğru yazalım. 108 MERAK ETTİKLERİMİZ ÖRÜMCEKLER SUYUN İÇİNDE AĞ ÖREBİLİRLER Mİ? Bazı örümcek türleri bunu başarabilir. Su örümcekleri hayatlarını su altında geçirirler ve nadiren kuru toprakla temas ederler. Bu örümceklerin çoğu göllerde ve nehirlerde yaşarlar. Ağlarını da su altında yetişen bitkilerin çevresinden geçirerek örerler. Bu ağ bir çantacık şeklini alır. Su örümcekleri belirli aralıklarla su yüzünden hava kabarcıklarını toplarlar ve topladıkları bu kabarcıkları su altına taşıyarak hepsini birleştirirler. Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklüğe ulaşır suyun altında konforlu bir odacık halini alır. GÜNEŞ MİLYARLARCA YILDIR YANIYOR ENERJİSİNİ NEREDEN ALIYOR? Güneş yaklaşık 4,5 milyar yıldır her sabah doğup her akşam batıyor. Hiçbir gün bozulmadı, arıza yapmadı ve düzenli olarak görevini yerine getirdi ve hala getirmeye devam ediyor. Peki, hiç merak ettiniz mi güneş, enerjisini nereden alıyor? Güneş, çekirdeğinde meydana gelen termonükleer tepkimeler sayesinde parlar. Bilindiği üzere güneş, büyük oranda hidrojenden oluşur. Çekirdekteki hidrojen atomları, basınç ve sıcaklığın etkisi ile tepkimeye girer. Dört hidrojen atomu çekirdeği birleştiğinde, bir helyum atomu çekirdeği ve bir miktar enerji ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu enerji, Güneş’in yaydığı ısı enerjisidir. ÇİFT SARILI YUMURTADAN ÇİFT CİVCİV ÇIKAR MI? Çift sarılı yumurtalar genellikle yeni yumurtlamaya başlayan ve yumurta oluşumları henüz senkronize olmamış genç tavuklarda görülür. Ancak bazı tavuklar kalıtımsal biçimde bu özelliğe sahiplerdir ve hayatları boyunca çift sarılı yumurtlama özelliği gösterebilirler. Peki çift sarılı yumurtalardan çift civciv çıkar mı? Çift sarılı yumurtalarda yavru oluşumu çok olası bir durum değildir. Embriyo için yaşamsal bir gıda kaynağı olan yumurta akı, iki embriyo için yeterli değildir. Çift sarılı bir yumurtada yavru gelişimi meydana gelse de, yavrulardan biri yaşam savaşında diğerini yener; ancak genellikle iki yavru da henüz yumurtadan çıkamadan yaşamlarını yitirirler. 109 LABİRENT BULMACA Sihirli şişeye ulaşmaya çalışın. Sonra aşağıdaki köpeğin, sahibine ulaşmasına yardımcı olun. 110 TARİHTEKİ ÜNLÜ MUCİTLERİ TANIYALIM Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) Alman teorik fizikçi. Alman İmparatorluğu’nun Ulm kentinde dünyaya gelen Einstein, yaşamının ilk yıllarını Münih’te geçirdi. Lise eğitimini ve yüksek eğitimini İsviçre’de tamamladı; fakat bir üniversitede iş bulmada yaşadığı zorluklar nedeniyle bir patent ofisinde müfettiş olarak çalışmaya başladı. Einstein, hayatı boyunca 300’den fazla bilimsel makale yayınlamıştır, ayrıca 150’den fazla bilim dışı çalışmaları da olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein sözcüğü, “dahi” ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştı 1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde kuramları hemen benimsenmemiş olsa da ileride fizikte devrim yaratacak olan dört makale yayınladı. Albert Einstein ailesiyle birlikte 1880 yazında Münih’e taşındı. Münih’te babası Hermann Einstein ve amcası Jakob bir elektrik şirketi kurdular. Annesi Pauline Einstein yetenekli bir piyanistti. 1914 yılında Max Planck’ın kişisel ricası ile Almanya’ya geri döndü. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. Nazi Partisi’nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933’te Almanya’yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti. Ömrünün geri kalanını geçirdiği Princeton’da hayatını kaybetmiştir. Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları ile iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay anlayışında bir devrim yaratmıştır. Sadece matematik hesaplamalar ve denklemler ile oluşturduğu kuramları sonradan deneysel olarak defalarca doğrulanmıştır. Einstein, Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle ABD başkanı Roosevelt’e bir mektup göndermiş, ABD’nin nükleer çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir. Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiği fikrini savunmuş, İsrail’in kuruluşuna destek vermiştir. Çeşitli söyleşilerinde Yahudilik dinine ve diğer kutsal kitaplara inanmadığını belirtmiş, sosyalizme sempati duyan bir makale yayınlamıştır. Bertrand Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto da yayınlamıştır. Albert iki buçuk yaşındayken kız kardeşi Maja dünyaya geldi. Okula başlamadan önce konuşma zorlukları yaşıyordu, annesi ve babası kaygılanarak onu doktora götürmüşlerdi. Dört beş yaşlarında hasta bir şekilde yataktayken babası neşelendirmek için ona manyetik bir pusula vermişti. Pusula ibresinin hareketini o yaşta oldukça gizemli bulmuştu ve kendisinde büyük bir merak uyandırmıştı. Einstein’ın annesi Pauline çocuklarının erken yaşta müzik ile tanışmalarını istiyordu. Pauline Albert’ı keman derslerine, kız kardeşi Maja’yı ise piyano derslerine göndermişti. Albert keman derslerine altı yaşında başladı ve on dört yaşına kadar devam etti. Mozart’ın sonatlarını çok beğendi ve onları çalabilmek için tekniğini geliştirmek istedi. Sonunda iyi bir amatör kemancı olmuştu ve Mozart, Beethoven sonatları çalmaktan hoşlanıyordu. Üniversiteden mezun olduktan sonra Einstein iki yılını sıkıntılı bir şekilde bir öğretmenlik işi bulmak için harcadı. Eski bir sınıf arkadaşının babası kendisine 111 Bern’de bir patent ofisinde, asistan müfettiş olarak iş buldu. Elektromanyetik cihazlar için patent başvurularını inceledi. Patent ofisinde işinin büyük kısmı elektrik sinyallerinin aktarımı ve elektriksel-mekanik zaman, eşgüdümü ile ilgili sorular hakkındaydı. İki teknik soru hakkında yaptığı düşünce deneyleri, Einstein’ın ışığın doğası ile zaman uzay ve zamanın ilişkisi hakkında radikal sonuçlara varmasını sağlamıştır. 1909’da patent ofisindeki işinden ayrılmış ve Zürih Üniversitesi’nde kuramsal fizik profesörü olmuştur. 1905, Einstein’ın hayatının en verimli yılı olmuştur ve bu yıla “annus mirabillis” (Latince mucizevi yıl) denmektedir. Bir yıl içerisinde Annalen der Physik dergisinde yayınladığı dört makale, modern fizik anlayışında devrim yaratmıştır. Akademik kariyeri 1908’de artık oldukça ünlenmiş, büyük bir bilim adamı olarak tanınıyordu ve Bern Üniversitesinde öğretmen olarak atanmıştı. Sonraki sene patent ofisindeki işinden ve öğretmenlikten ayrıldı ve Zürih Üniversitesinde fizik doçentliğine başladı. 1911 yılında Prag’da Karl-Ferdinand Üniversitesinde profesörlük ünvanı aldı. 1914 yılında Almanya’ya döndü, Kaiser Willhelm Fizik Enstitüsü’nde yönetici, Berlin Humboldt Üniversitesinde profesör oldu. Bu işlerindeki sözleşmelerinde öğretmenlik görevlerini oldukça azaltan maddeler vardı. Prusya Bilim Akademisinin bir üyesi olmuştur. 1916 yılında Einstein, Deutsche Physikalische Gesellschft”ın (Alman Fizik Derneği) başkanı olmuştur. (1916-1918) 1911 yılında, yeni genel görelilik kuramına göre, başka bir yıldızın ışığının güneş tarafından kırılacağını hesaplamıştır. Bu tahmini sonradan Arthur Eddington’un 1919’daki güneş tutulması gözleminde doğrulanmıştır. Bu olayın uluslararası basında haberleşmesi, Einstein’ı dünyaca ünlü yapmıştır. 1921 yılında Einstein, Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştür. 1999’da, ileri gelen fizikçiler Einstein’ı tarihin en büyük fizikçisi seçmişlerdir. Einstein kelimesi, dahileri tanımlamak için kullanılan bir kelimeye de dönüşmüştür. Einstein ayrıca kurgu eserlerde çılgın bilim adamı tipleri için de bir model olmuştur. Aşırı ifadeli suratı ve farklı saç modeli çoğunlukla taklit edilmiş ve abartılmıştır. Time dergisinin yazarı Frederic Golden’a göre Einstein “bir çizgi romancının gerçeğe dönüşmüş hayaliydi”. 112 kitap Ses hece sözcük cümle Kitap ya da yazılı metindeki cümle, sözcük, hece ve sesleri çözümlemeyi, gerektiğinde yeniden harmanlayarak yeni birleşimler oluşturmayı destekleyen alıştırmalardan meydana gelmiştir. Kitabı kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiği, nasıl daha verimli olacağı giriş bölümünde ayrıntılarıyla anlatılmıştır. İlköğretim başlangıcından itibaren kullanılabilir. Ayrıca daha büyük olup bu konularda çeşitli güçlükler yaşayan öğrenciler için de yararlı olacaktır. Pek çok bilişsel alanı da geliştirecek nitelikte olan bu kitap, normal gelişimi güçlendirmenin yanı sıra, söz konusu alanlarda güçlükler yaşayan çocukların ve belki erişkinlerin de sorunlarının giderilmesine katkı sağlayacaktır. Baba ile Kız Kemal Özer “Bir resim yapıp bana gönder, bakınca seni anımsarım,” diyen kızına öykülerini topladığı bir kitapla yanıt verirken, Türk öykücülüğünün yenilikçi damarını yakından izlediğini gösteren önemli bir yapıt ortaya koyuyor. Kitapta, Özer’in 1954-63 arasında Seçilmiş Hikâyeler, A, Dost, Değişim, Dönem dergilerinde yayımladığı ilk öyküleriyle 1998-99’da yazdığı son öyküleri yer alıyor. Baba ile Kız, şair kimliğiyle tanıdığımız Özer’i farklı yönleriyle yeniden keşfetmek için bir fırsat... Çaldıran Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılına girdiğimiz şu günlerde mutlaka okunması gereken bir başvuru eseri: İmparatorluğun Sonu 1914. Cihanı titreten bir hükümdar, Yavuz Sultan Selim… Doğuya nam salan şahların şahı, Şah İsmail… Yüzünü batıdan sonra doğuya döndüren Osmanlılar… Her geçen gün biraz daha güçlenen, güçlendikçe de sesi yükselen Safeviler… Ve dünyanın kaderini değiştiren bir savaş, Çaldıran… Osmanlı’ya doğunun kapılarını açan savaşın, en zorlu çarpışma anlarında güle oynaya ölüme yürüyebilen adsız kahramanlar, Karatuğlar… Ve Osmanlı’nın geleceğine damga vuran casusların piri, Vehimi! Tarihi romanlarıyla yüz binlerce okuru geçmişin şanlı zaferleri ve heyecan dolu sahneleriyle buluşturan ödüllü yazar Okay Tiryakioğlu, Çaldıran Muharebesi’nin 500. yılında bugünkü Ortadoğu haritasının temellerini atan savaşı yazdı. Çaldıran… Yalnızca kılıçların değil, şiirlerin de en güçlü silahlar kadar etkili olduğu kıran kırana bir mücadele… 114 115 116
© Copyright 2024 Paperzz