indir - Adese

aile
dostu
ALIŞVERİŞ VE YAŞAM KÜLTÜRÜ DERGİSİ
Sayı 98
SONBAHAR 2014
FİYATI 1,5 TL
1
Kurban
Bayramınız
Kutlu Olsun
Anadolu’nun Erdemli, Basiretli ve
Kadim “Kardeş”ler Yurdu:
TÜRK TARİHİNDE
İLME VERİLEN ÖNEM
SELÇUKLU MEDRESELERİ
Bir
imparatorluk
sanatı
Çini
CAHİDE SULTAN’IN
BİRBİRİNDEN
LEZİZ YEMEK
TARİFLERİYLE
YİNE DOPDOLU!
“Ahilik Ocağı”
Bir Türk Geleneği
“TÜRK KAHVESI”
Çağımızın
En Yok Edici Hastalığı
İSRAF
Sofralarımızın Sonbahar Telaşı
KIŞ HAZIRLIKLARI
2
4
içindekiler
98
Sayı
18
SOFRALARIMIZIN
SONBAHAR TELAŞI
“KIŞ HAZIRLIKLARI”
SONBAHAR 2014
İmtiyaz Sahibi
Yeşilimsi Yayıncılık
Ltd. Şti. Adına Tekin Güner
DERYA KUZUSU
BUNLAR
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tekin Güner
52
Editör
Gülsün Kurt Öney
Sanat Danışmanı
R. Yeşim Güner
YAPIM
GREENS DESIGN
Yayın Kurulu
Aydoğan Yüce, Ayşe Esra Atlı
Hasan Güvercinci, Hakan Başbuğ,
Salih Yılmaz,
Lider Anaç, Yıldız Liva,
TÜRK TARİHİNDE İLME
VERİLEN ÖNEM
SELÇUKLU MEDRESELERİ
Yönetim Yeri
Hoşdere Cad. Reşat Nuri Sok.
2/5 Y. Ayrancı / ANKARA
Tel: 0312 468 52 22 Fax: 0312 468 52 24
Baskı
Dumat Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Bahçekapı Mah. 2477. Sok.
No: 6 Şaşmaz/ ANKARA
Tel: 0312 278 82 00
Baskı Tarihi 12.09.2014
Aylık yerel süreli yayındır. ISSN 1306-1739
ailedostu@adese. com. tr
ailedostu@greenstasarim. com
Reklam Rezervasyon
Halil Arslanpınar
halil. arslanpinar@adese. com. tr
34
KURBAN
BAYRAMI
92
26
UNESCO KÜLTÜR MİRASI
LİSTESİNDE
TÜRK KAHVESİ
42
ÜZÜMÜN ENFES SUNUMU
PEKMEZ
82
AFRİKA’NIN VENEDİK’İ
BENİN
5
içindekiler
Gülsün KURT ÖNEY
Elimize bir kağıt ve bir sürü boya kalemi verseler, herhalde
çoğumuz sarıdan turuncuya bol geçişli, yarısı yerde, yarısı
ağaç dallarında duran bol yapraklı, dallardan gökyüzünü
ara ara gördüğümüz bol kasvetli bir yol çizeriz. Hayat Bilgisi
kitaplarımızda her yıl karşımıza çıkan resimden aklımızda kaldığı
kadarıyla. Ve bu çoğunluğa katılmayan diğer birkaç kişi de yine
aynı resmi çizerler belki bizim gibi. Ama bir farkla: çoğumuz
boşluğu çizer, onlar huzuru…
Sessizce bir köşeden, akıp giden sokağı, akıp giden hayatı izleyen
örgülü saçlı, çilli bir kız çocuğu gibi sonbahar. Yüzünün şekli
baktığı yüzlerin ruh haline bürünen; siz ağlarsanız ağlayıp, siz
mutluysanız gülen bir kız çocuğu…
Saçlarının her bir teli umutla örülmüş, yüzündeki her bir mimik
itina ile seçilmiş, gözlerinde kendi aksimizi gördüğümüz ama illa
“sıkıntılıdır” dendiğinden midir nedir bütün gülümsemelerimizi
tereddütle gizlediğimiz sakin bir çocuk gibi yani. Yani Sonbahar
biz öyle dedik diye bu kadar kederli…
Oysa hiç de değişmez bir şey aslında. Yine vardır kuşlar, yine
öterler. Güneş eskisi kadar sık olmasa da yine parlar. Ve çok ince
bir tezatla aslında hayatımızdaki bir çok güzel şey Sonbaharda
başlar ya da artar. Mesela en çok Sonbaharda yeni bir işe
başlanır. Düğünler hep yaz sonudur da evliliğin en güzel ayları
yine Sonbaharınkilere rastlar. Hatta her ne kadar tam tersi
gibi düşünülse de okullar açılır Sonbaharda ve üzerimizdeki o
yaygın rehavet kalkar. Yani ne kadar sıkıcı olduğunu söylersek
söyleyelim aslında bizi hayata yeniden bu hazan mevsimi katar.
Öyleyse gelin bu Sonbaharı her senekinden farklı karşılayalım.
Yepyeni umutlar edinelim kendimize. Her sabaha içimizdeki
huzurun enerjisi ile başlayalım. Hiç söylemediğimiz kadar
“günaydın” diyelim insanlara. Bu sonbahar hüzün şarkıları
dinlemeyelim. Bir solukta söyleniveren türkülerimiz de var bizim.
Gözlerimizin içini güldürebilen dostlarımız var sonra. Bir de
sahip olduklarımıza, olacaklarımıza, nefes alışımıza şükür etmeyi
unutmayacağımız yeni günlerimiz…
Kısacası bu sonbahar örgülü saçlı, çilli kız çocuğu bir köşeden
izlemesin hayat sokağını… Bir yerinden giriversin o da bu keyifli
zaman oyununa…
6
bizden haberler
ADESE BÜYÜMEYE DEVAM EDİYOR
ULUSAL PERAKENDE ZİNCİRİ ADESE, KONYA’NIN HIZLA GELİŞEN BÖLGELERİNDEN OLAN KARATAY’DA AKABE VE
BOLU’DA YENİÇAĞA MAĞAZALARINI MÜŞTERİLERİNİN HİZMETİNE SUNDU.
Yeni mağaza açılışlarına tüm hızıyla devam eden Adese, geçtiğimiz ay iki mağazanın daha açılışını gerçekleştirdi. Adese,
Konya’nın hızla gelişen bölgelerinden olan
Karatay’da Akabe mağazasını müşterilerinin hizmetine sundu. Akabe mağazasının
ardından Bolu’nun Yeniçağa ilçesindeki ilk
mağazasını açan Adese’nin Bolu’daki mağaza sayısı yediye yükselirken, toplam mağaza sayısı ise 137’ye ulaştı.
Akabe Adese
Adese, her mağazasında olduğu gibi Akabe
mağazasında da farklılaşarak; unlu ma-
muller reyonunda sıcak ve günlük üretilen
ürünleri müşterilerinin beğenisine sunuyor. Akabe Adese; 4 kasa ve 25 personeliyle
gıdadan temizliğe, manavdan unlu mamullere, konfeksiyondan ayakkabıya kadar 10
bin çeşit ürünüyle hizmet veriyor.
Bolu Yeniçağa
Bolu Yeniçağa’da ilk mağazasını açan Adese; gıdadan temizliğe, manavdan unlu mamullere, konfeksiyondan ayakkabıya kadar
5 bin farklı ürün çeşidi ile Yeniçağalılara
365 gün kaliteli ve hesaplı alışverişin keyfini yaşatacak.
Yatırımlar Devam Edecek
Adese’nin yeni mağazalar açarak büyüme
konusundaki isteklerini ortaya koyduklarını belirten Adese Genel Müdürü Sıtkı Erben; “Biz, büyüme planlarımızı Konya’nın
merkezde olduğu dairesel bir hat içinde
gerçekleştiriyoruz. Konya’da ve Bolu’da açtığımız bu iki mağaza, büyüme stratejimiz
çerçevesinde attığımız bir adımdı. Akabe
Adese ile Yeniçağa Adese mağazalarımızın
açılışıyla birlikte şube sayımızı 137’ye yükselttik. Yeni yapacağımız açılışlarla birlikte
mağaza sayımızı daha da artırmak istiyoruz. ” dedi.
ADESE’DE HEDİYE ŞÖLENİ
ADESE’NİN, ŞÖLEN’LE BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİ KAMPANYANIN HEDİYELERİ KULESİTE ADESE’DE
YAPILAN ÇEKİLİŞLE SAHİPLERİNİ BULDU.
İttifak Holding’in ulusal perakende
markası Adese, Şölen’le birlikte düzenlediği kampanyanın çekilişini gerçekleştirdi. Adese ve Adesem’lerden
12 Mayıs-30 Haziran tarihleri arasında
Adese Kart ile Biscolata ve Luppo Sandviçlerden 3 TL ve katlarında alışveriş
yapan herkes hediye çekilişine katılmaya hak kazanırken Konya 5. Noter
gözetiminde gerçekleştirilen çekilişle
hediye kazanan 579 kişi belli oldu. Kulesite Adese’de gerçekleştirilen çekilişte iPhone 5C cep telefonunu Konya’dan
Ali Bakırtaş kazanırken 3 iPad Mini’yi
ise Konya’dan Alpaslan Peker, Fatma
Akay ve Bolu’dan Hediye Kılınç kazandı.
Çekilişte ayrıca 500 kişi Biscolata hediye paketi ve 75 kişi de kişisel bakım
ürünlerinden oluşan hediye paketinin
sahibi oldu.
Çekilişte konuşan Adese yöneticileri
Şölen’le birlikte gerçekleştirdikleri hediye kampanyasının büyük ilgi gördüğünü belirttiler. Adese olarak alışveriş
yapmaya gelen müşterilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak ürün çeşitliliğinin
yanı sıra alışverişi kazanca dönüştüren
fırsatlar sunduklarını da dile getiren
Adese yöneticileri hediye kazanan müşterilerini de tebrik ettiler.
8
ADESE BİR KEZ DAHA TÜRKİYE’NİN
EN BÜYÜKLERİ ARASINDA
BRANDFİNANCE’IN HER YIL GERÇEKLEŞTİRDİĞİ “TÜRKİYE’NİN EN DEĞERLİ MARKALARI” ARAŞTIRMASINDA İLK
100’DE YER ALAN ADESE, FORTUNE 500 TÜRKİYE LİSTESİNDE TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 216. ŞİRKETİ OLURKEN,
CAPİTAL’İN GERÇEKLEŞTİRDİĞİ “TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 500 ÖZEL ŞİRKETİ” ARAŞTIRMASINDA İSE 293. SIRADA
YER ALDI.
Sahip olduğu tüm varlık ve değerleriyle perakende sektöründe öncü olmak hedefiyle
çalışmalarını sürdüren Adese, geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl yine Türkiye’nin en
değerli ilk 100 markası arasına girdi.
Dünya çapında gerçekleştirdiği araştırmalarla tanınan uluslararası marka değerlendirme kuruluşu BrandFinance, ‘Türkiye’nin
En Değerli Markaları’ araştırmasının bu
yıl sekizincisini gerçekleştirdi. Adese, 25
milyon dolar marka değeri ile 90. sıradan
listeye girmeyi başararak, bir kez daha
Konya’nın en değerli markası oldu.
Fortune
dergisi
tarafından
yapılan,
Türkiye’nin en büyük, en kârlı, en hızlı büyüyen ve en yüksek istihdamını sağlayan
şirketlerinin yer aldığı ‘Fortune Türkiye
500’ listesi de açıklandı. Dünyanın en prestijli iş ve ekonomi dergisi Fortune’un araştırma sonuçlarına göre Adese, Türkiye’nin
en büyük 216. şirketi olarak listede yer aldı.
Adese, önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da
Türkiye’nin en büyük şirketleri arasına girmeyi başardı.
Yine dünyanın en önemli iş ve ekonomi
dergileri arasında gösterilen Capital’in
gerçekleştirdiği “Türkiye’nin En Büyük 500
Özel Şirketi” araştırmasında ise 293. sırada
yer alan Adese, geçtiğimiz yıllardaki başarını bu yıl da devam ettirdi.
BrandFinance’ın “Türkiye’nin En Değerli
Markaları” arasında yer almamız bunun bir
göstergesi. Biz, Adese olarak güçlü finansal
yapımız, sahip olduğumuz profesyonel insan kaynağı ve yeni yatırımlarımızla birlikte perakende sektöründeki konumumuzu
güçlendirmeye ve kurumsal hedeflerimizi
ileriye taşımaya devam edeceğiz. ” dedi.
Konya, Afyonkarahisar, Aksaray, Karaman, Ankara, Bolu, Mersin ve Isparta olmak üzere Türkiye’nin 8 şehrinde hizmet
verdiklerini belirten Adese Genel Müdürü
Sıtkı Erben: “Adese, kurulduğu 1991 yılından bu yana sağlam ve emin adımlarla
perakende sektöründeki büyümesini sürdürüyor. Hem Fortune 500 Türkiye listesinde hem Capital’in “Türkiye’nin En Büyük
500 Özel Şirketi” araştırmasında hem de
KNORR TÜRKİYE ŞEFİ
MUTFAKTAKİ SIRLARINI
ADESE MÜŞTERİLERİYLE PAYLAŞTI
KNORR TÜRKİYE ŞEFİ HAZER AMANİ, KULESİTE ADESE’DE MÜŞTERİLERLE BİR ARAYA GELDİ. MUTFAKTAKİ SIRLARINI
ADESE MÜŞTERİLERİYLE PAYLAŞAN AMANİ, ARDINDAN ADESE’NİN KASAP REYONUNDA ÇALIŞANLARLA BULUŞARAK
DENEYİMLERİNİ AKTARDI.
İttifak Holding’in ulusal perakende markası
Adese, Knorr Türkiye Şefi Hazer Amani’yi
Adese müşterileriyle bir araya getirdi. Kulesite Adese mağazasında müşterileriyle lezzet dolu bir sohbet gerçekleştiren Amani,
yemek yapmaktan büyük keyif aldığını söyledi. Lezzetli yemeği elde etmenin inceliklerini katılımcılarla paylaşan Hazer Amani,
keyifli dakikaların yaşandığı sohbette Türk
ve Dünya mutfağından en lezzetli yemek tariflerini Adese müşterileriyle paylaştı.
Hazer Amani’den Adese Personeline Eğitim
Personeline yaptığı eğitim yatırımlarıyla çalışanlarının mesleki gelişimlerinde süreklilik amaçlayan Adese, çalışanlarına yönelik
gerçekleştirdiği eğitimlere bir yenisini daha
ekledi. Keyifli bir ortamda gerçekleşen
eğitimde, Hazer Amani Adese personeline
eti marine etmenin ve daha lezzetli hale
getirmenin püf noktalarını anlattı. Adese
çalışanları ile Hazer Amani, et ve yöresel
yemekler hakkında fikir alışverişinde bulundular. Adese personelinin et hakkındaki
bilgisi karşısında memnuniyetini dile getiren Amani ayrıca Konya’nın yöresel lezzetleri, pişirme yöntemleri ve kullanılan
malzemeler hakkında bilgi almayı da ihmal
etmedi.
Hazar Amani Hakkında
ODTÜ Sosyoloji bölümünden mezun olan
Hazer Amani, okulu bitirdikten sonra, mutfağa olan tutkusunun peşinden giderek Güney Afrika’da Cape Town’da aşçılık eğitim
aldı. Burada dünyanın en prestijli şeflik diploması olarak kabul edilen Le Cordon Blue
Grand Diplôme’yi alarak 2009 senesinde
Türkiye’ye dönen Amani, 2013 yılında Knorr
Türkiye Şefi olarak çalışmaya başladı.
10
bizden haberler
NİJERYA HEYETİNDEN
SELVA GIDA VE İMAŞ MAKİNE’YE ZİYARET
İTTİFAK HOLDİNG ŞİRKETLERİNDEN SELVA GIDA VE İMAŞ MAKİNE, MÜSİAD KONYA ŞUBESİ’NİN EV SAHİPLİĞİNİ
YAPTIĞI İŞ GEZİSİ KAPSAMINDA NİJERYA’LI İŞADAMLARI VE BÜROKRATLARI AĞIRLADI.
Müsiad Konya Şubesi’nin ev sahipliğinde
gerçekleştirilen ve aralarında Nijerya Federal Cumhuriyeti IMO River Valisi OKORACHA, Genel Kurmay Başkanı, Bakanlar
Kurulu Üyeleri, Ticaret Odası Başkanı’nın
da bulunduğu 160 kişilik heyetin Konya’da
gerçekleştirdiği iş gezisinin ilk durakları,
Selva Gıda ve İmaş Makine oldu. Sağlık,
Gıda, Makine, PVC, Alüminyum, Tarım ve
Mobilya sektörlerinde faaliyet gösteren
firmaların katıldığı iş gezisi kapsamında
Selva Gıda ve İmaş Makine’ye konuk olan
Nijerya’lı işadamları, Selva Gıda’da İttifak
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet
Ali Korkmaz tarafından karşılandı. Öğle yemeği ikramının ardından gerçekleşen ikili
görüşmelerde Nijerya heyetine İmaş Makine ve Selva Gıda’nın faaliyetleri anlatıldı.
Nijerya’ya 12 yıldır ihracat yapıyoruz
Afrika kıtasına yoğun ihracatları olduğunu
belirten Mehmet Ali Korkmaz, heyetin ziya-
retinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Korkmaz, “İttifak grubu olarak Nijerya
ile geçmişten bu yana ticari ilişkilerimiz
söz konusu. Geçtiğimiz dönemde İmaş ile
Nijerya’nın Aba şehrinde grubumuzun inşaat firması Seha’nın çelik konstrüksiyonunu inşa ettiği 600 tonluk değirmeni devreye
almıştık. Yine Selva Gıda ile bölgeye makarna ve kuskus ihracatı yapıyoruz. Yaklaşık 12 yıldır faaliyet gösterdiğimiz bölgede
güçlü bir pazar payına sahibiz. Hatta Selva,
Nijerya’ya ihracat yapan makarna markaları arasında lider durumda. Bu ticari ilişkilerimizi daha da geliştirip güçlendirmeyi
arzuluyoruz” dedi. Heyetle yaptıkları ön
görüşmelerin gayet olumlu geçtiğini ifade
eden Korkmaz, Müsiad’ın himayesinde gerçekleştirilen bu ziyaretin Konya iş dünyası
adına da önemli bir gelişme olduğuna değindi.
retlerinde ağrılıklı olarak gıda ve makine
sektörlerinde faaliyet gösteren Nijeryalı firmalar ile görüşmeler yapıldı. İttifak
Holding ve Nijerya heyeti, karşılıklı olarak
organizasyondan duydukları memnuniyeti
dile getirdiler.
İmaş Makine ve Selva Gıda fabrika ziya-
MİNİ COOPER’LAR
SAHİPLERİNE TESLİM EDİLDİ
KONYA’NIN ALIŞVERİŞ VE YAŞAM MERKEZİ KULESİTE’NİN DÜZENLEMİŞ OLDUĞU ALIŞVERİŞ VE EĞLENCE
FESTİVALİ’NİN BÜYÜK ÖDÜLÜ 3 ADET MİNİ COOPER COUNTRYMAN, KULESİTE’DE YAPILAN TÖRENLE YENİ SAHİPLERİ;
HACER GÖKÇEN ÖZDEMİR, RABİA BATU VE AHMET ÇALIŞIR’A TESLİM EDİLDİ.
Kulesite’nin 19 Nisan-22 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirdiği Alışveriş ve
Eğlence Fesitavali kapsamında, 100 TL
ve katları alışveriş fişleriyle çekilişe katılan ve kazanan talihli Kulesite ziyaretçileri festival ödülü olan 3 adet Mini Cooper
Countryman’a kavuştu.
Kulesite etkinlik alanında gerçekleştirilen törenle araçlarını teslim alan; Hacer
Gökçen Özdemir, Rabia Batu ve Ahmet
Çalışır ’ın mutluluğu görülmeye değerdi.
Heyecanlı oldukları da gözlenen talihliler;
kampanya süresince emeği geçen herkese
teşekkür ederken, kampanyanın kendileri
adına unutulmayacak bir anı olacağını da
dile getirdi.
Festival süresince çekiliş kampanyasının
yanı sıra ünlü sanatçıları ağırlayan, özel
etkinliklere ve sergilere ev sahipliği yapan
Kulesite, ziyaretçilerine hoşça vakit geçirebileceği alışveriş ve festival deneyimi
yaşattı.
Çekiliş kampanyası hakkında konuşan Kulesite Alışveriş Merkezi Müdürü Mustafa
Totan;
‘’Alışveriş ve Eğlence Festivali’nin büyük
ödülü olan 3 adet Mini Cooper Countryman’ı
sahiplerine teslim ettik. İlerleyen süreçlerde yapacağımız kampanya ve etkinliklerle
Konya halkının sosyal değerlerine katkıda
bulunmak için çalışmaya devam edeceğiz.
Festivale yoğun ilgi gösteren ziyaretçilerimize teşekkür ediyor, talihli ziyaretçilerimizi de tebrik ediyorum’’ dedi.
12
En Bereketli Hayır Aşı
“Aşure”
KÜÇÜCÜK ÇOCUKLARKEN BİZE İFADE ETTİĞİ TEK ŞEY HER EVİN
MUTFAĞINDAN YÜKSELEN MİS GİBİ KOKULAR VE SINIRSIZ TATLI
YEME GÜNÜ OLSA DA ZAMANLA ASLINDA NE KADAR ULVİ BİR
ANANENİN PARÇALARI OLDUĞUMUZU ÖĞRENMEK BİZE ASIL
MANEVİ HAZZI TATTIRAN YEGANE HİS.
13
Aşure günü deyince
çoğumuzun aklına ilk gelen
şey bu hayırlı günde Hz.
Nuh’un yaşadıkları ve o
günün mecburiyetinde
hazırlanan yemek gelir.
Oysa Aşure yani Muharrem
ayının 10. günü İslam alemi
için bir çok hayırlı olayın da
yaşandığı kutlu bir gündür.
Aşure” Arapçada “10” manasına gelen
“aşara” kelimesinden türemiştir. Öyle ki
hali hazırda Muharrem ayının 10. günü
kuru fasulyeden nohuta, üzümden yarmaya
yöreye göre değişiklik gösterse de ne kadar çeşit varsa akla gelen atılır bir kazana
ve başlar kaynamaya… Her kapı çalınışında
başka bir komşudan gelir üzeri süslenmiş
aşure tabağı. Hiç boş çevrilmez taa Hz.
Nuh’tan bu yana…
İslam inancına göre bu günde;
z Hz. Adem’in tövbesi kabul edilmiş,
z Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşinden kurtulmuş,
z Hz. Yakub oğlu Yusuf’a kavuşmuş,
z Hz. Musa ve İsrail oğulları Firavunun zulmünden kurtulmuş,
z Eyyüb peygamberin hastalıkları geçip iyileşmiş,
z İdris peygamber diri olarak göğe yükseltilmiş,
z İsa peygamber doğmuş ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmiştir.
Bu mucizelerle ilgili Kur’an’da bir ifade
bulunmamakla beraber bu olayların hepsi
Müslümanlar için önemli mucizelerdir.
Aşure Gününü kıymetli kılan bir diğer şey
ise “Aşure orucu”dur. İslam dininden önce
de Aşure günü tutulduğu bilinen bu oruç biz
Müslümanlara sünnettir. İslam dininin yeni
doğmaya başladığı zamanlarda henüz Ramazan orucu bize farz kılınmamışken vacip
olan Aşure orucu tutmaktı.
O akşam oruçlarını bu çorbayla yani aşure
ile açarlar. İşte o vakitten sonra da bu hayırlı aşure geleneği bozulmadan bu güne
kadar gelir.
Aşure gününün hayrını anlayıp bugün yapılan ibadetin ve duanın ne kadar kıymetli
olduğunu bize çocukluğumuzdan başlayarak öğreten bu hayırlı aşa gelecek olursak.
Aslında aşure pişirmek bir ibadet değil,
gelenek. Hz. Nuh’tan bu yana süregelmiş
ve o günü hiç unutmamamızı sağlamış çok
anlamlı bir gelenek hem de. Küçücük çocuklarken bize ifade ettiği tek şey her evin
mutfağından yükselen mis gibi kokular ve
sınırsız tatlı yeme günü olsa da zamanla
aslında ne kadar ulvi bir ananenin parçaları olduğumuzu öğrenmek bize asıl manevi
hazzı tattıran yegane his. Ve meraklı gözlerle sorulmuş “Aşure nasıl ortaya çıkmış?”
sorusuna, her evden verilen aynı cevap:
Aşurenin hikâyesinden bu kadar bahsetmişken aşurenin tarifine de kısaca yer vermeden olmaz elbette.
Hz. Nuh zamanında insanoğlunun çok fazla
sapkınlığa kapılması ve hiçbir şeyden ders
veya feyz almaması neticesinde Yüce Allah
insanoğlunu büyük bir tufanla cezalandırır.
Ancak canlı soyunun devam etmesi için de
Nuh peygambere çok büyük bir gemi yapılmasını emreder. Gemi tamamlandıktan
sonra her türlü hayvandan bir dişi bir erkek
olmak üzere ikişer tane, temiz sayılan bazı
hayvanlardan da yedişer tane alıp gemiye
binmelerini ister. Hayatta kalabilmeleri
için de yanlarına alabildikleri kadar yiyecek
almalarını söyler.
Bütün hazırlıklar bittikten sonra 40 gün 40
gece süren bir tufan başlar. Dünya sular
altında kalır. Tufan sona erdiğinde yeryüzünde başka hiç canlı kalmamıştır. Hz.
Nuh, gemisindekilerle birlikte tekrar karaya çıkar. Artık dünyadaki canlı nesli bu geminin yolcularından devam edecektir. Nuh
Peygamber ve yanındakiler kurtulmalarına
şükretmek için o gün şükür orucu tutarlar.
O gün gemideki tüm hayvanlar da oruçtur.
Hz. Nuh herkesin elinde ne kadar yiyecek
kaldıysa hepsini ister. Çok az fasulye, çok
az buğday, vs derken zaten elde kalan yiyecekler ancak bir tencereyi dolduracak
kadardır. Hal böyle olunca da hepsini bir
tencerede birleştirip 7 farklı türün bir arada olduğu çorbamsı bir yemek çıkar ortaya.
Aşure:
Malzemeler :
2 su bardağı Selva Aşurelik Buğday
1 su bardağı Nohut
1 su bardağı Kuru fasulye
1 su bardağı kuru Üzüm
1 su bardağı İncir
1 su bardağı kuru Kayısı
1/2 su bardağı fıstık
4 su bardağı Şeker
1 yemek kaşığı karanfil
10 - 15 su bardağı Su
Üzeri için:
1 su bardağı kuş üzümü
Çekilmiş ceviz içi, Antep fıstığı
Tarçın, nar taneleri
Hazırlanışı:
Buğday, fasulye, nohut ve üzümü yıkayıp
ayrı kaplarda bir gece önceden ıslatın. Ertesi gün buğdayı süzüp büyük bir çelik tencereye alın. 15 su bardağı su ekleyip kaynatın. Üzerinde biriken köpüğü bir kevgirle
alıp tencerenin kapağını kapatın ve 30 dakika kaynatın. Fasulye ve nohutu süzüp ayrı
kaplarda haşlayın.
Buğday taneleri iyice yumuşayıncaya kadar yaklaşık 4. 5 saat kısık ateşte arasıra
karıştırarak pişirin. Buğdayın suyu un çorbası kıvamına gelmek üzereyken nohut ve
kuru fasulyeyi ekleyin. İyice kaynatın. Ardından sırasıyla fıstık, kuru üzüm, karanfil
ve dörde bölünmüş kuru kayısıyı ilave edip
karıştırın. Birkaç taşım kaynatın. Son olarak şekeri ekleyip 5-10 dakika kaynattıktan
sonra incirleri katın ve bir taşım kaynatıp,
ateşten alın.
Aşure piştikten sonra sıcakken kaselere
boşaltın. Soğuyunca üzerini ceviz içi, Antep
fıstığı, kuş üzümü, tarçın ve nar taneleri ile
süsleyerek servis yapın. İsteğe bağlı olarak
gülsuyu da serpebilirsiniz.
14
Cahide Sultan’dan Özel Tarifler
www. cahidejibek. com
ŞEFTALİ
KEBABI
(6 Kişilik)
Malzemeler
1 adet kuzu gömleği
600 gr karışık kuzu ve dana kıyma
1 adet kuru soğan
Yarım demet maydanoz
1. 5 tatlı kaşığı karabiber
1 yemek kaşığı toz kırmızı biber
1 çay kaşığı kimyon
1 yemek kaşığı galeta ve bayat
ekmek içi
Hazırlanışı
Soğanı, maydanozu ince doğrayıp, baharatlarla beraber kıymaya ekleyin. 10 dakika
kadar yoğurun ve irice köfteler hazırlayın.
Kuzu gömleğini, yumuşaması ve gerçek boyutuna ulaşması için 1 saat önceden yoğurt
mayalama sıcaklığındaki suya koyun.
Gömlekten 7-8 cm eninde uzunca şeritler kesin.
Köftelerden birini şeritin ucuna koyup bir kez dolayacak şekilde, gömleğe sarın.
Bıçakla gömleğin fazlasını, köftenin hemen dibinden kesin.
Kalan köfteleri de bu şekilde sarın. Elinizle düzelterek bir tepsiye yerleştirin.
Köfteler, üstü kapalı olarak bir gece buzdolabında beklerse çok daha iyi olur.
Köfteleri bir fırın tepsisine dizip önceden ısıtılmış 200 derecelik fırında 30-35 dakika
kadar pişirin. Üzerleri nar gibi kızarınca fırından alın.
Pişen köfteleri sotelenmiş sebzelerle beraber servis edin.
Afiyet şifa olsun.
Not: Ben bu köfteyi iki kez yaptım. İlkini tavada, ikincisini fırında yaptım. Fırında yapılan
çok daha güzel oluyor. Tavada yaparken, gömleklerin bir kısmı köfteden ayrılabiliyor.
15
SEBZELİ
KURBAN
KAVURMASI
(Su eklemeden)
(6 Kişilik)
MALZEMELER
1 kg et için
200 gr iç yağı veya kuyruk yağı
4 adet yeşil biber
2 adet domates rendesi
Tuz
Hazırlanışı
Öncelikle ısıtılmış yayvan bir tencereye etleri alıp ağzını kapatın.Kendi kendisine
sulanmasını bekleyin. Suyunu salan etin üste çıkan köpüklerini alın.Bir kere
karıştırıp yeniden ağzını kapatın. Bu esnada içinde soyulmuş küçük bir soğanı bütün
olarak ekleyin. Kendi saldığı suyu çekene kadar pişirmeye devam edin. Bu işlemi
çabuklaştırmak için etleri düdüklü tencerede pişirebilirsiniz.
Diğer tarafta iç yağını küçük küçük doğrayın ve kızartın. Kakırdak denilen kavrulmuş
yağları alıp,eriyen kısmı pişen etin üzerine dökün.
Biberleri küçük küçük doğrayıp ete ilave edin. 5 dakika pişirdikten sonra,
rendelenmiş domatesleri ekleyin. Domates rendesi pişip, suyunu çekince yemeği
ateşten alın.
NOT: Kuyruk yağı çabuk donmaz, fakat iç yağı çok çabuk donar. Kuyruk yağının
kokusu sizi rahatsız etmiyorsa tercih etmenizi öneririm.
Eğer kavurma için zeytinyağı kullanmak isterseniz, yağı en başta ekleyebilirsiniz.
16
SEMİZOTU
ÇORBASI
(8 Kişilik)
Malzemeler
1 bağ semizotu
1 adet orta boy soğan
2. 5 su bardağı yoğurt
1. 5 yemek kaşığı un
1 yumurta sarısı
1 yemek kaşığı tereyağı
3-4 yemek kaşığı zeytinyağı
Toz kırmızıbiber
Yeterince su (Tercihen, et veya tavuk suyu)
Hazırlanışı
Soğanı yemeklik doğrayıp biraz yağla sararana kadar soteleyin. Yıkanıp ince doğranmış semizotunu ekleyip biraz daha soteleyin.
Üzerine 5 bardak kadar sıcak su koyup kaynamaya bırakın.
3-4 dakika piştikten sonra, ayrı bir yerde çırptığınız yumurta sarısı, yoğurt ve unu ekleyip yeniden kaynayana kadar karıştırın.
Kaynamaya başlayınca tuzunu atıp altını kapatın. Diğer tarafta tereyağı ve kalan yağı kızdırın. Tozbiberi ekleyin ve yağı çorbanın
üzerine gezdirin.
FINDIK
LAHMACUN
(8 Kişilik)
Malzemeler
Hamuru için
Hamur malzemeleri:
2 su bardağı su
1. 5 tatlı kaşığı instant maya
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı pekmez veya şeker
4. 5 veya 5 su bardağı kadar tam
buğday unu
1 tatlı kaşığı tuz
Harç malzemeleri
300 gr orta yağlı kıyma
Hazırlanışı
Hamur malzemeleriyle poğaça hamurundan daha sert bir hamur elde edin.
Üzerini örtüp ılık bir yerde mayalanmaya bırakın.
Lahmacun içini hazırlayın. Kış mevsimi ise domates yerine biraz su ilave ederek harcı
yumuşatın. Rahat sürülebilen bir harcınız olmalı.
Mayalanan hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alıp, unlu zeminde çay tabağı
büyüklüğünde açın.
Lahmacun harcından 1 yemek kaşığı üzerine koyup yayın.
Bütün hamura aynı işlemi uygulayın.
Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine fındık lahmacunları dizin.
250 derecelik önceden ısıtılmış fırında kenarları hafif kızarana kadar pişirin.
2 büyük soğan
4 diş sarımsak
yarım demet maydanoz
2 adet domates
3-4 adet yeşil biber
1 yemek kaşığı biber salçası
1 küçük çay bardağı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı karabiber
Kimyon ve tuz
17
BULGURLU
ROKA SALATASI
(8 Kişilik)
MALZEMELER
1 küçük çay bardağı pilavlık bulgur
1 orta boy kırmızı pancar
1 demet roka
3 dal taze soğan
1 çay kaşığı kimyon
Yarım limon suyu veya 1 yemek
kaşığı nar ekşisi
Tuz, zeytinyağı
Hazırlanışı
Pancarı küçük küpler halinde doğrayıp tencereye alın. Üzerine bulguru ve üç çay bardağı kaynar suyu ilave edin.
Tuzunu ekleyip kapağını kapatın. Kısık ateşte suyunu çekene kadar pişirin. Ilıdığında; kimyon, limonsuyu ve zeytinyağını ekleyip
karıştırın Son olarak taze soğan ve rokayı doğrayıp ilave edin. Bekletmeden servis edin.
Afiyet şifa olsun.
REZENELİ
KURABİYE
(10 Kişilik)
Malzemeler
120 gr tereyağı
1 çay bardağı zeytinyağı
1 buçuk çay bardağı toz şeker
1 adet yumurta
2 yemek kaşığı yoğurt ( katı yoğurt)
2 yemek kaşığı pekmez
3 su bardağından biraz eksik beyaz
un
1 su bardağı tam buğday unu
2 yemek kaşığı öğütülmüş rezene
2 yemek kaşığı susam
Hazırlanışı
Oda ısısında yumuşamış tereyağını ve şekeri, kabartma tozu eklenmiş unla beraber
karıştırın.
Sıvı yağ, yumurta, yoğurt ve pekmezi ekleyip yoğurun. Son olarak susam, rezene, çörekotunu
ekleyip yeniden yoğurun.
Hamuru hafif unlanmış bir zeminde veya yağlı kağıt üzerinde merdaneyle yarım cm
kalınlığında açıp kurabiye kalıplarıyla kesin.
Yağlanmamış tepsiye dizip, önceden ısıtılmış 160 derecelik fırında hafif kızarana kadar
pişirin.
Afiyet şifa olsun.
1 tatlı kaşığı çörek otu
1 çay kaşığı kabartma tozu
18
ÇİÇEK TATLI
(8 KİŞİLİK)
MALZEMELER
Malzemeler
125 gr tereyağı
1 küçük çay bardağı zeytinyağı
1 yumurta (Sarısı ayrılacak)
1 yemek kaşığı yoğurt
Yarım çay bardağı toz şeker
1 büyük çay bardağı hindistan cevizi
2 yemek kaşığı irmik
2,5 veya 3 su bardağı un (Un
çeşidine göre miktar değişebilir)
1 çay kaşığı kabartma tozu
Bir fiske tuz
Şerbeti için
2. 5 su bardağı şeker
3 su bardağı su
Yarım küçük limon
Soğuk tereyağını 2 su bardağı unla beraber robotta çekin (Çok yumuşamış veya erimiş
olmayacak). Robotunuz yoksa yağı bıçakla ince ince doğrayıp una ekleyin. Una yedirene
kadar yoğurun.
Yoğurt, şeker, yumurta akı, tuz zeytinyağı, irmik ve hindistan cevizini ekleyip karıştırın.
Kabartma tozunu ekleyin.
Kalan unu yavaş yavaş dökerek hamura yedirin. Hamur yumuşak olmalı, yoksa şekil
vermekte zorlanırsınız.
Hamuru un serptiğiniz zeminin üzerinde merdaneyle yarım cm kalınlığında açın.
Çiçek kalıp veya bir çay bardağı yardımıyla keserek daireler elde edin.
Bu dairelerin yarısının orta kısmını bir sürpriz yumurta kabı yardımıyla keserek simit
şekli verin.
Bir düz şekil bir ortası boş şekil olacak şekilde hamuru üst üste dizip içi boş yuvalar
elde edin. Üzerine elinizle hafifçe bastırın.
Üst kısma yumurta sarısı sürüp 170 derecelik önceden ısınmış fırında nar gibi olana
kadar kızartın.
Diğer tarafta şerbeti hazırlayın:
Şeker, su ve limonu tencereye koyup kaynamaya bırakın. Kaynamaya başladıktan sonra
20 dakika daha kaynatıp altını kapatın.
Soğuk tatlıların üzerine, sıcak şerbeti döküp en az 3 saat bekletin. Tatlı bekledikçe
güzelleşir.
Tatlıları servis ederken içine dövülmüş ceviz, fındık, fıstık koyabilir. Kremayla da
süsleyebilirsiniz.
Afiyet şifa olsun.
NOT: Tatlının içini çekmesi için düşük ısıda iyice kızarması lazım. Yoksa şerbet
dökülünce hamurlaşabilir.
19
20
Sofralarımızın Sonbahar Telaşı
“Kış Hazırlıkları”
Mutfağınız daha bereketli, soğuk kış günleriniz daha sıcak olsun diye hazırlanır kışlıklar…
Tıpkı gardrobunuzdaki değişim gibi sofralarınızda da bir devir teslim başlar yazdan kışa dönerken…
Hazırlayan: Fatma AÇIK
21
Kaynadıkça bütün
evi dolduran mis gibi
tarhana kokusu, daha
pişmeden yemek için
sabırsızlanmaya
başladığınız kuru
dolmalar, kahvaltı
sofralarınızın lezzetine
lezzet katan kurutulmuş
domatesler, kışın en
enerji dolu kavanozları:
reçeller…
Tarhanalar, erişteler, yufkalar, sebze ve
meyve kurutmaları, kavurmalar, pastırmalar, sucuklar, salçalar, reçeller, turşular…
Hani eskiden bütün mahalle toplanıp her
gün başka bir ev için imece usulü yapılan
hazırlıklar… Kışın ne pişireceğim telaşından
kurtaran hazır menüler yani. Biz de size bu
konuda biraz yardımcı olalım ve bu sene kış
hazırlıklarını beraber yapalım istedik. Ve sizin için mutfakların en elzem menülerinden
bir derleme hazırladık. Hadi başlayalım.
Her yöreye göre değişen ama her değişik
hali de başka güzel olan efsane bir tattır tarhana. Sütlüsü, yoğurtlusu, acılısı, baharatlısı vs. daha sayarken bile tadını damağımızda
hissettiriverir. Hele ki kaynayan tencerenin
dumanını alıp da pişmesine sabretmek nasıl bir zordur. Bir de o tencerenin içine sarımsak eklenmişse işte o zaman dayanılmaz
hale gelir bu bekleme süresi. İşte bu iştah
açıcı çorbanın soframıza gelen kadar geçirdiği uzun serüven gerçekten de hayranlık
uyandırıcı bir sabır işi.
En geleneksel ev tarhanası:
Malzemeler aşağıya doğru sıralanınca biraz
fazlaymış gibi görünse de aslında bu işin
güzelliği orada. Ne kadar çok malzeme o
kadar çok lezzet.
Malzemeler:
1 kg ev yapımı yoğurt
1 demet maydanoz
1 demet nane
1 demet dereotu
900 gr kırmızı biber
Deniz tuzu
800 gr domates
750 gr kadar soğan
9 diş sarımsak
Karabiber, pul biber
200 gr keçi peyniri
(ekşi tarhana seviyorsanız)
4 yemek kaşığı domates salçası
Yaklaşık 3 - 4 kg un
Malzemelerinizi hazırlarken en çok dikkat etmeniz gereken şey genel olarak sizin
mutfağınızın damak tadı. Eğer acı sizin için
vazgeçilmezse pul biber istediğiniz ölçüde
arttırılabilir. Ya da sarımsağın diş sayısı sizin
yorumunuza göre farklılık gösterilebilir.
Gelelim bu harika kışlığımızın hazırlanmasına.
Öncelikle güzelce yıkayıp kabuklarını soyduğumuz malzemelerimizin hepsini mutfak
robotundan geçiriyoruz. Sonra elde ettiğimiz karışıma yoğurdu da ekliyoruz. Yoğurtla
da homojen bir biçimde karıştığından emin
olduktan sonra azar azar unumuzdan ilave
ediyoruz. Bu un ekleme işi ortalama 4 gün
sürüyor. Bütün unumuzu 4 güne denk gelecek şekilde sabah ve akşam olmak üzere biraz biraz ekleyip yoğuruyoruz. 5. gün sabah
hamur kıvamlı bu harika karışımdan çok büyük olmayan bezeler alıp elimizle bazlama
gibi inceltiyoruz ve ince bir çarşaf veya yağlı
kağıdın üzerine diziyoruz. Kurutma süremiz
o an havanın durumuna göre değişeceği
için belirleyici olan durum bu küçük tarhana bazlamalarının kenarlarının kurumaya
başladığını görmek. Bu zamana kadar gün
içinde sürekli çevirerek kurutuyoruz. Kuruduktan sonra tekrar robottan geçiriyoruz.
Sıra son aşama olan eleme aşaması. Tabir
yerindeyse defalarca elekten geçiriyoruz.
Çünkü tarhana eledikçe küçülüyor. Vee bitti.
Kışın hemen hemen her hafta sofralarımızda görmekten keyif aldığımız en ana yemeği
hazır işte. Afiyetle…
Gelelim mutfağın en bereketli, en marifetlisine erişteye. Gerçekten de öyle değil mi?
Kullanılan yemek çeşidi o kadar fazladır ki
eriştenin saymak hakikaten mümkün değil.
Ama hemen her yöre mutfağında çorbası,
makarnası, pilavı, etlisi, tavuklusu hatta balıklısı yapılır. Üstelik de hazırlanışı bir o kadar kolaydır. Hadi şu ev yapımı enfes lezzet
kaynağının yapılışına bir göz atalım.
Ev eriştesi:
Malzemeler:
500 gr un
4 yumurta
1 çorba kaşığı zeytinyağı
1 çay bardağı su (dilerseniz yarısını süt olarak da koyabilirsiniz)
tuz
Hamuru açarken de biraz una ihtiyacınız
olacak. Görüyorsunuz ya bütün malzeme bu
kadarcık. Hazırlanması da en az bu kadar
kolay.
Unumuzu eledikten sonra yoğurma kabına
koyuyoruz. Ortasını havuz gibi açıp yumurtaları, zeytinyağını, suyu ve tuzu ekleyip yoğuruyoruz. Sonra elde ettiğimiz hamuru bir
kaba koyup üzerine nemli bez örtüp yarım
saat bekletiyoruz. Süre sonunda hamurumuzu eşit 4 parçaya ayırıp her bir parçayı
2mm incelinceye kadar açıyoruz. Açtığımız
yufkaların üzerine yapışmaması için un serpip rulo olacak gibi 3 parmak kadar sarıyo-
22
Tıpkı patlıcanda
olduğu gibi
domateste de
temel kural
doğru domates
seçimi.
ruz. Sonra da ince ince kesmeye başlıyoruz. Aslında kesme işlemi tamamen sizin
erişteyi nasıl kullanacağınıza bağlı. Pilavlık
olacaksa şehriye boyutunda, makarna olacaksa spagetti şeklinde veya çorba yapacaksanız küçük düğmeler halinde yapabilirsiniz kesiminizi. Sonra yapışmaması için
biraz elinizle dağıtıp bez bir keseye koyarak
kışa kadar sağlıkla muhafaza edebilirsiniz.
Eee bu kadar hamur işi olur da sebze olmaz
mı kış masalarında? Hem de ne güzel olur.
Hani şöyle bol nar ekşisiyle tatlandırılmış
bir kuru patlıcan dolması mesela veya kuş
üzümlü, bulgurlu bir harçla doldurulmuş
harika bir kuru biber. Bir de kabak var tabii.
Bol dere otlu, yumuşacık etli kabak dolması… İşte kışın durgun sofralarını renklendirecek birbirinden keyifli kuru sebzelerimiz.
Üstelik de hem kolay hem ekonomik.
Patlıcan- Biber- Kabak Kurutma:
Patlıcan kurutmaya başlamanın ilk ve en
önemli adımı doğru patlıcanları seçmek.
Çünkü bu işlem için özellikle küçük boy
patlıcanlar tercih edilmelidir. E tabii bir
de yerli olursa tadından yenmez. Özenle seçtiğimiz patlıcanları güzelce yıkayıp
sap kısmından ayırıyoruz. Sonra ortadan
ikiye bölüp içlerini çok da ince olmayacak
şekilde oyuyoruz. Dikkat işlemi biten her
bir patlıcanı daha önceden hazırladığımız
tuzlu suya atıyoruz. Bütün patlıcanlar bittikten sonra sudan çıkarıp kuruladığımız
patlıcanlarımızı bildiğiniz yorgan iğnesiyle
yorgan ipine diziyoruz ve ardından pence-
remize ya da balkonumuza
gururla asıyoruz. Sonra bir de
bakmışsınız ortalama bir haftada
patlıcanlarınız kurumuş bile. İşte bu kadar.
Aslında kabak ve biber için de hazırlanma
aşaması pek farklı değil. Her ikisinin de içini çıkarıp aynı yöntemle ipe diziveriyoruz.
Kuruma süreleri biraz farklılık gösterebilir. Sık sık kontrol etmek lazım.
Domates de Kurutalım mı?
Çanakkale domatesi olarak bilinen küçük,
sivri ve etli domatesler bu iş için biçilmiş
kaftan. Yine güzelce yıkadığımız domatesleri dörde bölüyoruz. (Ortalama 2,5 kilo
domates için yarım avuç kadar kaya tuzuna
ihtiyacımız olacak bu arada. ) Böldüğümüz
domateslerimizi tuzlayıp iyice karıştırıyoruz ve 2,5 saat kadar bekletiyoruz. Paniklemeyin sakın çünkü geri geldiğinizde domateslerinizin oldukça sulanmış olduğunu
göreceksiniz. Bu beklediğimiz hatta istediğimiz bir sonuç. Sularından arındırdığımız
domateslerimizi geniş bir tepsiye kesilen
yerleri üste gelecek şekilde diziyoruz. 5
ile 7 gün arasında kurutma işlemimiz sona
erecek. Ama bu süreçte en dikkat edilmesi gereken şey domatesin ara ara bıraktığı
suyunu almak. Vee domatesler kışa hazır.
Bez bir torbanın içinde tencereyle buluşacakları günü bekleyebilirler artık.
Kışın öğle ve akşam menüleri neredeyse
hazır. Peki ya sabah kahvaltısı? İşte size
bunun için de harika bir mevsim reçeli:
Ayva!
Kışın Reçeli Ayva Reçeli:
Malzemeler:
1 kg ayva
1 kg şeker
1 çay kaşığı tereyağı
(bu püf noktası kısmı)
yarım limon suyu
3-4 adet karanfil
Ayva çekirdekleri
Ayvalarımızı yıkayıp soymakla başlayalım
işe. Sonra da sevdiğimiz kalınlığa göre
dilimleyelim (ama çok da kalın olmasın).
Şekerimizi üzerine ekleyip bir gece de bekletirsek ertesi sabah harika bir kokuyla
uyanacağınızı garanti ediyorum. Tenceredeki bu müthiş ayvalara tereyağını (kaynarken köpürmesin diye), karanfilleri ve ayva
çekirdeğini de atıp ocağa koyalım. Kıvamı
koyulaşana kadar kaynatalım. Ocaktan almadan birkaç dakika önce limonumuzu da
ekleyip bir taşım kaynattık mı tamamdır.
Reçelimiz hazır. Birazını tadına bakmak
için ayırdıktan sonra (ne yapmışız bir görmek lazım) sıcakken cam kavanoza koyup
ağzını kapatın ve ters çevirin. Soğuyuncaya
kadar böyle kalsın. Bu konserve etkisi yaratacak ve mis kokulu ayva reçelimiz kışa
kadar bozulmadan saklanacak.
Size bir şey söyleyeyim mi? Bence bu kış
çoook lezzetli olacak.
24
Sonbaharın
Şifalı Yiyecekleri
EEE BOŞUNA DEMEMİŞ ATALARIMIZ TURP İÇİN: “EĞER YİYEMİYORSAN, SENEDE
BİR KEZ OLSUN TARLASINDAN GEÇECEKSİN. O BİLE YETER. ”
Nar, üzüm, incir, armut, börülce, bamya
barbunya… Sonbahar aylarıyla beraber tencerelerimizdeki yerlerini sırasıyla alacak
olan bu lezzetli yiyeceklerin bize sundukları sadece değişik tatları değil. Sonbaharın
bu çeşit çeşit sebze ve meyveleri barındırdıkları vitaminlerle de sağlığımıza hizmet
etmeye hazır.
NAR
Bu sağlık depolarının başında gelen meyve
elbette nar. Her bir tanesinin hatta kabuğundan çiçeğine kadar her bir zerresinin
ayrı bir hastalığa karşı koruyuculuğu var
neredeyse. Bu hastalıkların başında da
kalp rahatsızlıkları geliyor. Çünkü narın
damar tıkanıklıklarını geriletme özelliği
bulunuyor. 2010 yılında Columbia Üniversitesi Kardiyoloji bölümünde yapılan bir çalışmada da, nar suyunun damar tıkanıklığını önleyici özelliği saptanmış. Ayrıca ´ACE´
denilen enzimi engelleyerek tansiyon düşürücü bir etki de yapıyor.
Bu kıymetli meyvenin kabuğu alkaloit, tanen ve glikozitler içeriyor. Bu sayede de
ishal kesici ve kurt düşürücü özelliğe sahip bulunuyor. Nar kabuğunun ekstresi ise
güçlü bir virüs ve mikrop öldürücü özelliği
sahip.
Potasyum ve demir minerali ile C vitamini
açısından da çok zengin bir meyve nar. B1,
B2 vitaminleri ile kalsiyum ve fosfor minerallerini de bünyesinde bulundurmakta.
Ve narın halk arasında da yaygınca bilinen
en önemli özelliklerinden biri ise kansere
karşı koruyucu pek çok güçlü bileşik içeriyor olması. Yapılan araştırmalarda nar suyunun cilt kanserine ve erkeklerde prostat
kanserine karşı koruyucu etkisinin görüldüğü saptanmıştır.
ÜZÜM
Çekirdeklisi, çekirdeksizi, ince kabuklusu,
kalın kabuklusu, iri tanelisi, küçük tanelisi, siyahı, beyazı derken onlarca farklı türe
sahip belki de tek meyvedir üzüm. İzmir’in
“çekirdeksizi” de Torosların “Adana Beyazı” da başka bir kokuda başka bir aromadadır. Kısacası hemen hemen herkesin damak zevkine uygun bir üzün çeşidi bulmak
mümkündür yani. İyi ki de öyledir aslında.
Çünkü üzümün vücudumuza faydalarını düşündüğümüzde üzüm sevmeyen birinin vay
haline.
Besin değerleri bakımından oldukça zengindir bu tadı hoş sonbahar meyvesi. Bol
miktarda B vitamini ile C vitamini içeren
üzüm, E vitamini ile potasyum, kalsiyum,
sodyum, fosfor, demir, magnezyum ve kükürt minerallerini de içinde barındırır. Tıpkı
nar gibi üzümün de çekirdeğinden, suyuna
kadar her hali ayrı bir hastalığa şifadır.
Bir kere hepimizin ilk aklına gelen şey var
tabii: kan yapar. Vücutta biriken zararlı
maddelerin dışarı atılmasını sağlar. Böbreklerdeki kum ve taşları düşürmede yardımcı olur. Kuru üzüm damar sertliği ve
yüksek tansiyona karşı faydalıdır. Güçlü bir
antioksidan olan üzüm, kansere karşı koruyucudur. Kalbi kuvvetlendirir. Cilt güzelliğini sağlar. Şişmanlıkta faydalıdır. Bedeni
ve zihni gücü artırır. Unutkanlığa karşı faydalıdır. Hamilelerin mide bulantısını önler.
Sinirleri yatıştırır. Yorgunluğu giderir. Ayrıca kabızlığa da birebirdir.
Gelelim çekirdeğine. Hani bir dönem oldukça popüler olan üzüm çekirdeği furyasını hatırlamayanımız yoktur eminim. İşte o
dönemden sonra çıktığı hızla inişe geçen bu
popülariteyi hatırlamakta fayda var. Çünkü
üzüm çekirdeğini düzenli kullandığınızda
elde edeceğiniz inanın birçok tedavi yöntemini geride bırakabilir. Siyah üzüm çekirdeği ve kabuğu bağışıklık sistemini güçlendirir. İçinde bulunan bor minerali beyin
25
İzmir’in “çekirdeksizi”,
Toroslar’ın “ Adana
Beyazı”, “Cardinal”i,
Yalova’nın “Yalova
incisi”… Üzümün
vücudumuza
faydalarını
düşündüğümüzde üzüm
sevmeyenin vay haline.
fonksiyonlarını arttırmaya yarar. Üzüm
çekirdeği histamin salgısını azaltıcı özelliğiyle alerjiyi önleyici etkiye sahiptir. Üzüm
çekirdeğinin bağ dokusunu güçlendirici,
cildi daha sıkı ve elastiki yapıcı etkisi vardır.
BROKOLİ
Sonbaharın en güzel müjdecilerinden biridir brokoli. Manav tezgahlarında kendine
muhakkak bir yer edinen bu küçük ağaççıklar bulundukları konumu hakkıyla hak
ediyor aslında. Beta karoten açısından bir
depo görevi üstlenen brokoli hayat dolu yeşil rengiyle bize sağlık vermek için çırpınan
bir hekim gibi adeta. Beta-karoten vücut
içinde bulunan serbest radikallere karşı
önemli bir görev üstlenir. Bu sayede önemli hastalıklara karşı koruma sağlar. Önemli
bir antioksidandır. Brokoli ayrıca içinde bol
miktarda C vitamini, folik asit, potasyum,
selenyum ve kalsiyum bulunmaktadır. Brokoli önemli bir lif kaynağı besin olarak da
bilinir.
Brokoli hakkında keşfedilmiş en önemli
bilgi, kanserle savaşta çok güçlü bir nefer
görevi üstleniyor olmasıdır. Yapılan araş-
tırmalar brokolinin kadınlarda özellikle
meme kanserine karşı önemli bir koruma
sağladığı ve meme kanseri olan kadınlarda
yaşam süresini uzattığı ortaya çıkmıştır.
Ayrıca bütün diyet menüleri için de fazlasıyla yardımcı olan bu sonbaharın hafif lezzeti,
saçlarınızdaki kurumayı önler ve daha sağlıklı olmalarını sağlar.
de de bir çok yiyeceğe nazaran daha yardımcı olduğu görülmüştür. Kara lahananın
kısa vadede hissetmenizi sağlayacağı en
güzel şey ise vücudunuza yaydığı zindelik
olacaktır.
Fakat önemli bir noktayı atlamamak gerekir ki guatr rahatsızlığı bulunanlar bu besinden uzak durmalıdır.
BÜRÜKSEL LAHANASI
TURP
Mevsimin en şirin sebzesi muhakkak ki budur. Eee ne demişler her şeyin küçüğü. Bu
küçük lahanacıklar salatalarınızı süslerken
bir yandan da size boylarından büyük faydalar sağlamakta.
Turp, sonbahar sebzeleri arasında belki
de en fazla tüketilenidir. Salatalara rendelenir. Dilimlenip limonlanır. Soyulup kabuğuyla sofralar süslenir… Ama elbette ki
vücudumuzdaki yeri bunlardan çok daha
fazladır.
Çok yüksek oranda demir minerali ile folik
asit içerdiğinden kansızlığı ve doğum yapacak kadınların “omurganın bir yanının açık
olması” hastalığına yakalanmış çocuk doğurma riskini en aza indiriyor.
Ayrıca C, E ile A vitamini gibi antioksidan
maddeleri yüksek oranda içerdiğinden kalp
hastalıklarına yakalanma ihtimalini düşürür, kalp krizi geçirme riskini azaltır ve katarakt hastalığına yakalanmamanız için de
elinden geleni yapar.
KARA LAHANA
Özellikle Karadeniz yöresi yemeklerinde
duymaya aşina olduğumuz bu deva dolu
sebzeyi aslında mevsiminde hemen her
manavda bulmak mümkün. Üstelik hepimizin tahmin ettiğinin aksine kullanım alanı
da bir hayli geniş. Bir birinden değişik ve
enfes yemek ve salata tarifiyle sıra dışı bir
tat yakalamak da mümkün. Ama elbette bu
tadın yanında size sunduğu sağlığı da göz
ardı etmemek lazım.
Müthiş bir idrar sökücü olan kara lahana
bağırsakta bulunan kurtları düşürmekte de
bir hayli etkilidir. Mide ülserinin tedavisin-
C vitamini, kalsiyum, potasyum ve demir
kaynağı turp, cildi güzelleştiriyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Mide ve bağırsağı çalıştıran, sindirimi kolaylaştıran,
öksürüğe, romatizmaya ve damar sertliğine iyi geldiği yaygın olarak bilinen turp, kabızlığı gidermede de büyük yardımcı.
Ve kırmızı turp. En büyük özelliği içeriğindeki antioksidan etki olan turpun bu renkli
hali, turpa rengini veren maddenin içeriğinden dolayı beyaz turptan daha fazla bulunuyor. Turpun antioksidan etkisi, vücutta
kanser hücrelerinin oluşumunu engelliyor.
Özellikle akciğer ve kalınbağırsak kanserlerinde oldukça etkin.
Eee boşuna dememiş atalarımız turp için:
“Eğer yiyemiyorsan, senede bir kez olsun
tarlasından geçeceksin. O bile yeter. ”
Turp ile ilgili tek uyarı ise vücuttaki iyot
miktarını azalttığı için çok turp tüketenlerin
iyotlu tuz kullanımına özen göstermeleri
gerekliliği.
26
reyondakiler
Adese Halı Şampuanı & Tül Beyazlatıcı
Adese, yeni ürünleri Halı Şampuanı ve Tül Beyazlatıcı’yı tüketicilerin beğeneisine sundu. 1 Lt’lik ambalajı ile Adese reyonlarında yerini alan Adese halı
şampuanıyla halılarınız ve koltuklarınız pırıl pırıl olurken siz de lekesiz temizliğin mutluluğunu yaşayacaksınız. Halı temizliğinde kolay ve hijyenik temizlik
sağlayan Adese Halı Şampuanını koltuk yüzeylerinin temizliğinde de kullanabilirsiniz. Adese’nin bir diğer yeni ürünü Tül Beyazlatıcı Toz ise temizlikteki yeni
yardımcınız olacak. Çamaşır suyu içermeyen Adese Tül Toz’un özel köpüren
sihirli formülü sayesinde tüm tül perde ve çamaşırlarınızı yıpratmadan bembeyaz yapabilirsiniz.
Biscolata Veni
Çikolata sektörünün en yenilikçi markalarından biri olan Biscolata,
şimdi de yeni üyesi Veni ile ürün portföyünü zenginleştiriyor. Veni, 2
kat gofret yaprağı arasına yerleştirilmiş eşsiz çikolata ve fındık kremasıyla gofert sevenlere muhteşem bir lezzet sunuyor. 24 küçük
parçadan oluşan gofretiyle damak tadınızı büyülemeye hazırlanan
Veni, aileniz ve arkadaşlarınızla birlikte keyifle tüketebileceğiz leziz
bir atıştırmalık.
Dr. Oetker Şekerpare
Dr. Oetker, Türk damak tadına uygun Geleneksel Lezzetler serisine
bir yeni ürün daha ekledi. 410 gr. ’lık (24 adet) ambalajında tüketicilerin beğenisine sunulan Dr. Oetker Şekerpare, bayramlar, özel
günler ve yemek sonrası tatlı sunumları için ideal bir ürün. Lezzet
tutkunlarına pratik hazırlama kolaylığı sunan Dr. Oetker şekerpare
ile misafirlerinize ve ailenize keyifli bir tatlı ziyafeti sunabilirsiniz.
Uludağ Orman Meyveleri
Türkiye’nin en büyük içecek markalarından biri olan Uludağ’ın
lezzet ailesinin yeni üyesi Uludağ Orman Meyveleri, tadıyla sizi
bambaşka bir dünyaya götürecek. Karadut ve orman meyvelerinin karışımından oluşan ve ‘Sen de iç havan değişsin’ sloganıyla raflardaki yerini alan Uludağ Orman Meyveleri keyifli
anlarınızın vazgeçilmezi olabilir.
27
28
Unesco Kültür Mirası Listesinde
Bir Türk Geleneği
“Türk Kahvesi”
Gerçekten sarayda yayılmasını Hürrem Sultan’a mı borçludur
bilinmez ama adının tüm dünyada “Türk Kahvesi” olarak
duyulmasını Osmanlı’ya borçlu olduğu kesin.
Hazırlayan: Arzu EROL
29
Bayram ziyaretlerinin,
kız istemenin ve misafir
ağırlamanın olmazsa
olmazıdır kahve. En içten
sohbetlerin eşi, öğleden
sonra komşuluklarının
bahanesidir. Ağır misafire
saygı ifadesi, kahvehane
kültürünün temelidir.
Bize kahve denildiğinde ilk aklımıza gelen,
“Kahve altı” na yediğimiz o birkaç sabah
lokmamıza adını veren, akşam üstlerini keyif anlarına çeviren çok eski bir Türk
geleneği Türk Kahvesi… Hal böyle olunca
bu kadar köklü bir değeri elbette Unesco
hemen fark etti ve 2013 yılında geleneksel
kahvemiz ‘Somut olmayan kültürler mirası’
listesine girdi.
Kahvenin anavatanı aslen Etiyopya’nın güneyindeki Kaffa’dır. Bir rivayete göre şimdilerde dünyanın dört bir yanında birbirinden
çok farklı sunumlarla hazırlanan kahveyi
bundan yüzyıllar evvel bir koyun çobanı
keşfetmiş. Keçilerinin yedikleri şeylerden
sonra ilginç bir enerjiyle dolduğunu gören
çoban takip etmeye başlamış hayvanlarını ve görmüş ki bu ilginç çekirdekli bitkiyi
yani şimdinin kahve çekirdeklerini yedikten
sonra değişmeye başlamış hareketleri.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde
Osmanlı’nın Yemen Valisi Özdemir Paşa
tarafından saraya getirilen kahve 16. yüzyıla damgasını vurmuş. Gerçekten sarayda
yayılmasını Hürrem Sultan’a mı borçludur
bilinmez ama Türkler arasında hızla yayılan ve gelişen kahvenin bu içim tarzı dünyaya Osmanlı’dan yayıldığı için de adına
Türk Kahvesi denmiş taa o zamandan bu
zamana. O zamanlar çiğ olarak satın alınan kahve, kavrulduktan sonra dibeklerde
dövülerek veya el değirmeninde çekilerek
inceltilirmiş. Kahvenin toplu olarak çekilip
öğütülmesi ve bu hazır olarak satışa sunulmasının tarihi oldukça yeni sayılır aslında,
1800’lü yılların sonunda.
Bayram ziyaretlerinin, kız istemenin ve misafir ağırlamanın olmazsa olmazıdır kahve. En içten sohbetlerin eşi, öğleden sonra
komşuluklarının bahanesidir. Ağır misafire
saygı ifadesi, kahvehane kültürünün temelidir. Bize kahve dendi mi önce aklımıza
Türk Kahvesi gelir. Sorular hep aynı sorulur: “Türk kahvesi mi, normal kahve mi?”
Yani bizim için keyfiyle, neşesiyle, hatırıyla,
saygısıyla bir yaşam tarzı, bir kültür kanıtıdır kahve yani Türk Kahvesi…
Tüm bu sebeplerden dolayı da çok şaşırtıcı
olmadığı gibi aslında geç bile kalınmış bir
durumdur kahvemizin UNESCO Dünya Somut Olmayan Kültürler Listesi’ne girmesi.
Yine de geç de olsa dünyanın keşfettiği bu
kültür Türk geleneklerinin dünya çapında
duyulmasına ve ebedileşmesine olanak
sağlamıştır.
Hemen hemen her Türk’ün bir kahve tiryakisi olduğunu varsayarsak ki öyledir, bu
tada oldukça keskinleşmiş damaklara kahve hazırlamak da bir o kadar incelik ister.
Çünkü alınan o ilk yudumdan sonra içenin
yüzündeki o ifadenin tonu çok kıymetlidir
ikram eden için. Öyle ya maharet işidir bu
iş, sabır işidir. Kısık ateşte on beş-yirmi
30
Bizim memlekette
nerede olursanız olun
kahve isterseniz bir
bardak suyla beraber
Türk kahvesi gelir. O
yüzden sorular hep aynı
sorulur: “Türk kahvesi
mi, normal kahve mi?”
Yani bize kahve dendi mi
doğal olarak ilk aklımıza
gelendir Türk Kahvesi …
dakika ağır ağır pişirilmesi makbuldür.
Elbette ki en hora geçeni kömür ateşinde,
bakır cezvede hazırlamaktır lakin bu eşsiz
keyif maalesef çağdaş yaşamın bizden alıp
götürdüklerindendir. Esasen sabırla pişen
bu bir eşi daha olmayan tada şeker koyulmazmış evvelden. Şeker veya lokum ikram
edilirmiş yanında. Şimdilerde bu durumda
da biraz kolayına kaçmışız galiba: Bir kaşık
kahve bir kaşık şeker…
Kahve geleneğinin en vazgeçilmezlerinden
biri de beraberindeki su ikramıdır. Ağızda,
varsa, başka tatları gidererek damağımızı
bu enfes tada hazırlamak için kahvemizi
yudumlamadan önce birkaç yudum su yaşayacağımız keyfi katmerlendirir.
Bir kahvenin gerçekten özenerek yapılıp
yapılmadığının en büyük göstergesi ise köpüğüdür. Koyu altın renkli, hoş görünümlü
bu köpük yapanın sabrını gösterir aslında. Pişmeye başlayan kahvenin üzerinde
oluşan köpük kaşık kaşık alınarak fincana
koyulur. Sonra cezve tekrar ocağa koyulur
ve biraz daha pişirildikten sonra fincana
ilave edilir. Öyle alelacele yapılan kahvenin
köpüğü çıkmaz yüzüne. Ama tabi teknoloji burada da mertliği bozuyor ve elektrikli
kahve makineleri bir avazda köpürtüveriyor
kahvemizi. Zamanın en büyük tasarruf ma-
teryali olduğu günümüzde belki de böylesi
en iyisi, bilinmez ki…
Manevi değeri bizim için bu kadar kuvvetli
olan kahvenin sağlık açısından da değeri
bir hayli tartışılmıştır. Hatta son yıllarda
her gün düzenli içildiğinde kalp krizini önlediğini savunan profesörler ve araştırmalar bir hayli konuşulmuştur. Bu gerçekten
de böyle midir henüz kanıtlanmış değil ama
tüm dünyaca kabul edilmiş bir takım olumlu etkileri kesindir. Kahvenin içinde bulunan kafein maddesi sinir sistemini uyarıp
zihinsel aktiviteyi güçlendirir. Enerji verir
ve uyuşukluğu ortadan kaldırır. Aynı zamanda kafein güçlü bir idrar söktürücüdür.
Bu sebepten böbrekleri yormaması için öncesi veya sonrasında bir bardak su içmek
faydalıdır.
Üzerine bu kadar çok anlam yüklenmiş bu
küçük fincanın kırk yıllık bir hatra sahip
olması tesadüf değil belli ki. Sevincimize,
endişemize, kederimize, ümidimize eşlik
eden bu dayanılmaz kokulu kıymet cezvesi
umalım ki hep kaynasın evlerimizde. Değerin bu en güzel ve en kısa anlatılma yolu
hep olsun gülümsememizde… Hadi öyleyse
şöyle bol köpüklü bol keyifli bir kahve armağan edin kendinize…
31
32
OKULA YENİ BAŞLAYACAK
ÇOCUKLAR İÇİN
NELERE
DİKKAT
EDİLMELİ
Zekâ doğuştan getirdiğimiz bir
potansiyeldir. 6 yaşında da 16
yaşında da zekâ değişmeyecektir.
En büyük yardım, doğru okula
yönlendirme konusunda olmalıdır.
33
İlköğretim yaşı
gelen her çocuk
ilköğretime hazır
değildir.
Bu sene de okul vakti geldi. Hazırlık telaşı,
yeni başlayanlar için adaptasyon endişeleri başladı. Bu sıkıntıları minimum seviyeye
indirebilmek için neler yapılmalı? Çocuğu
okula yeni başlayacak olan her velinin ortak sorusu bu. Endişelerinize ve akılınıza
takılan benzer soruların yanıtı için uzman
bir isme, Uzman Psikolog Çağla Tuğba
DÖRTLÜOĞLU’na danıştık.
z İlköğretim yaşı gelen her çocuk ilköğretime hazır demek midir?
Okul olgunluğu denen önemli bir olgudan
bahsetmek gerekiyor. Okula başlamanın
resmi kriteri yaştır. Kanunlara göre, yedi
yaşından gün alan çocuklar okula gitmeye
hazırdırlar. Fakat, sadece yaş bir çocuğun
okula gidebilecek olgunlukta olduğunu
gösterebilir mi? Hem fiziksel hem de psiko-pedogojik açıdan bakıldığında her çocuk
yaşları aynı olsa bile eşit şekilde gelişmiş
olmayabilir. Bu nedenle ilkokula başlama
konusunda çocuğun okul olgunluğuna ulaşıp ulaşmadığı tespit edilmelidir.
z Bir çocuğun ilköğretime hazır olup olmadığı hangi segmentlere göre değerlendiriliyor? Birçok anne ve baba çocuğun ilköğretime hazır olup olmama durumunu zekâ
kapasitesi ile özdeşleştiriyor bu ne kadar
doğru?
Genel olarak okul olgunluğuna sahip olduğu düşünülen çocuğun durumu aşağıdaki
hususlar ışığında değerlendirilmelidir:
z Sağlık ve fiziksel gelişim
z Duygusal gelişim ve sosyal beceri
z Öğrenme yaklaşımları
z İletişim becerileri
z Bilişsel durum ve genel bilgi durumu
Okul olgunluğu için bilişsel yeterlilikten
bahsedilebilir ancak zekâ doğuştan getirdiğimiz bir potansiyeldir. Dolayısıyla 6 yaşında da 16 yaşında da zekâ değişmeyeceği
için bu konuda kriter olarak almak doğru
değil. Sadece doğru okula yönlendirme konusunda yardımcı olabilir. Örneğin zihinsel
engelli yetersizlik söz konusu ise özel eğitim alması için yönlendirme yapılabilir.
z Her çocuğun gelişim düzeyi aynı mı? İlköğretim yaşı gelen çocukların olgunluk
düzeyi nasıl ölçülüyor?
Her çocuğun gelişim düzeyi aynı değil. Her
çocuk farklı genetik yapıdan, farklı kültürel
yapıdan geliyor, aynı şartlarla yetiştirilmiyor. Çocukların okul olgunluk düzeyi, okul
olgunluğu denen testlerle ölçülüyor. Ancak
bu testler ince motor, bilişsel durum ve
genel bilgi konusunda bilgi veriyor. Ayrıca
fiziksel gelişimine ve sağlık durumuna da
bakmak lazım. Her çocuğun ilköğretime
başlamadan önce işitme testi yaptırması ve
göz doktoruna muayene olması gerekiyor.
z İlköğretim yaşı gelen bir çocuğun “hazır
olmaması” durumunda ailelere ne önerilir?
Eğer çocuk ilköğretim yaşına gelmiş ve hazır değilse; hazırlık sınıfını tekrar etmesi
faydalı olacaktır. Ayrıca eksik olduğu alanların belirlenmesi ve bireyselleştirilmiş
bir eğitim programı hazırlanarak çocuğa
uygulanıp yaşıtları seviyesine getirilmesi
gerekiyor. Bu kararın verilmesi konusunda
aile-öğretmen ve uzmanın ortak bir şekilde
karar alması faydalı olacaktır.
z İlköğretime hazır olmadığı belirlenen
bir çocuğa genellikle anaokulunun tekrarı
öneriliyor. Bu durumunun avantajları nedir? İleri dönemde çocuk üzerinde olumsuz
etkileri olabilir mi?
Ben de aynı şeyi öneriyorum. Ama her çocuğa değil. Bazı çocuklar destekle ilköğretime başlayabiliyorlar. Aile açısından bir yıl
kaybediyormuş gibi görünüyor ama geleceği için bir yıldan fazlasını kazanıyorsunuz
aslında. Bir kere çocuğun özgüven gelişimi
için oldukça faydalı. Çünkü yeterli olgunluğa erişmeden ilköğretime başlarsa geride
kalıyor ve akademik başarısızlık benlik saygısını, özgüvenini yitirmesine neden olabiliyor. Bu durum her çocuk için önerilmediği
için, çocuğu iyi tanıyan öğretmen-uzman ve
aile işbirliği ile verilecek bir karar olduğundan uzun vadeli olumsuz etkileri olacağını
düşünmüyorum.
34
Okul seçiminde
dikkat edilmesi
gereken en önemli
nokta, binanın
güzelliği ve sosyal
faaliyetlerden
ziyade öğretmenin
doğru seçilmesi.
z Okul seçiminde veliler nelere dikkat etmeli? Okul ve öğretmen seçiminde dikkat
edilmesi gereken noktalar neler?
Çocuğunuz 5 yıl boyunca seçtiğiniz öğretmenle eğitim görecek. Veli-öğretmen
iletişimine açık bir öğretmen mi, alandaki
tecrübesi nasıl bunlar önemli kriterler. Ayrıca okullarda pek çok emekliliği bekleyen
öğretmen var ki ben bu öğretmenlere çocukların verilmesi taraftarı değilim. Çünkü
eğitiminin yarısında öğretmen değişimi yaşasınlar istemiyorum. O yüzden öğretmenin emeklilik ve tayin durumuna da dikkat
etmek gerekiyor. Öğretmenin hangi materyalleri kullandığı, nasıl bir eğitim yöntemi
izlediği, görsel öğrenmeye önem verip vermediği de dikkat edilmesi gereken diğer
hususlardan. Bir diğer önemli nokta da
öğretmenin kişisel hırsları için çocukların
çocuk olmasına izin verip vermiyor oluşu.
Konuyu açmak gerekirse; bazı öğretmenler
okul içindeki konumları ve performansları için çocuklara oldukça yükleniyorlar.
İlköğretim ilk seviyedeki çocukların, hala
çocuk oldukları gerçeğini unutuyorlar. Bu
çocuklar anaokulu gibi rahat bir ortamdan ilköğretime başlıyorlar. O yüzden biraz
daha esnek olmaları gerekiyor öğretmenlerin. Sanırım bu konuda en güzel soruyu
yuvadaki bir öğrencim annesine sormuş:
“Annecim büyük okulunda da oyuncak günü
olacak mı?” Bu cümleden de anlaşılacağı
gibi adaptasyon ve uyum konusunda daha
toleranslı ve esneyebilen bir öğretmen tercih nedeniniz olmalı.
Bunların dışında okul idaresinin iletişimi
konusunda bilgi sahibi olmak gerekiyor.
Öğretmen ve idare dışında, okulun çocuğun
evine yakın olması da tercih nedeni. Çünkü
çocuklar küçük yaşlarda erken kalkarak
tüm günü yollarda geçiriyorlar. O yüzden
de eve geldiklerinde ödev yapacak halleri
kalmıyor. Öğretmen, idare kriterleri sağlandıktan sonra da sosyal faaliyetleri araştırarak çocuğunuz için doğru okula karar
verme sürecini tamamlayabilirsiniz. Türkiye şartlarında devlet okullarında dikkat
edilmesi zor olsa da bir diğer önemli nokta
ise; sınıf mevcudu. Eğer şartlarınız uygunsa sınıf mevcudu çok kalabalık olmayan bir
sınıfta çocuğunuzun eğitim görmesini sağlayın.
z “Doğru okul, doğru öğretmen” olguları ne
kadar gerçek? Bu olguların çocuğun öğrenim yaşamı üzerindeki etkileri nedir?
Doğru okul ve doğru öğretmen, geleceğinizi etkileyen olgular. Uzun vadeli ders
çalışma becerilerini ve okulu algılayış biçimini öğretmenler etkiliyor. Eğer travmatik
olgular üzerinden değerlendirme yapılırsa
çocukların pek çocuğunda ilkokuldaki öğretmenleriyle ilgili sorunlar göze çarpıyor.
O yüzden doğru öğretmenin seçilmesi uzun
vadeli akademik başarısına da olumlu olarak yansıyor. Her çocuk değişime çok kolay
uyum sağlayamayabilir. Bu yüzden doğru okul ve öğretmen seçmek çok önemli.
Eğer seçiminiz sizi sıkıntıya uğratıyorsa ve
değiştirmeye karar veriyorsanız, bu durum
çocuğunuzu olumsuz bir şekilde etkileyebilir.
z İlköğretim kararı aşamasındaki velilere
ne söylenebilir?
Bütün ailelere bol şans ve sabır diliyorum. Zor bir süreç sizleri bekliyor. Okul
değil, öğretmen seçmenizi öneriyorum. O
okuldaki eski velilerle iletişime geçip bilgi
alabilirsiniz, okul idaresinden objektif bilgi
alma şansınız her zaman olmayabilir. Öğretmenin beklentileri konusunda dikkatli
olabilirsiniz. Öğretmenin kriteri; çocuğun
başarılı olması mı yoksa hem başarılı hem
de mutlu ve huzurlu bir çocuk olması mı?
Eğer daha detaylı bilgi isteniyorsa da Milli
Eğitim Bakanlığı’ndan da okulla ilgili bilgi
almak mümkün. Eğitim serüveninizde çocuğunuzla iyi yolculuklar dilerim.
36
DERYA
KUZUSU
BUNLAR
Balık sezonu bütün çeşitliliği
ve lezzetiyle bu sene de açıldı.
Kırmızı tezgahların bu nazlı
gelinleri bu sezon da bütün
çeyizlerini serdi önümüze.
Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY
37
Balık pişirirken hiç
de hoş olmayan bir
koku kaplar evi. Bunu
önlemek için tavanın
içine birkaç defne
yaprağı atın.
Palamuttan lüfere, dilden sardalyaya kadar
onlarca çeşit sofralarımızda yerlerini almak için sıradalar adeta. Hal böyle olunca
da bir başka şenlendi elbette balık pazarları. “Canlı canlı bunlar” “Almayanı yenge de
eve almıyor” diye atılan naralar duymayana
da duyuruyor sezonun açıldığını.
Kokusuyla ruhumuza, tadıyla midemize
şenlik bu harika deniz nimetleri. Üstelik
öyle “deyip” geçerseniz de darılırlar hani.
Haksız da sayılmazlar. Hem etle hem sebzeyle hazırlayabileceğiniz bir çok menüyü
balıkla da yapmanız mümkün çünkü. Buğulamasından tuzlamasına, kızartmasından
ızgarasına, konservesinden kurutmasına
kadar diğer rakiplerinin sunduğu bütün
lezzetleri de sunuyor üstelik size.
Başka bir açıdan bakmak gerekirse aslında
hanımlar için de en kolay misafir ağırlama
yemeği değil midir balık? Bir balık bir salata sofrayı adeta bir ziyafet alanına çevirmeye yeter de artar çünkü. Hele bir de üzerine
şöyle bol irmikli bir tatlınız varsa o yemek
yılın yemeği olmaya bile aday olabilir.
Masalarımızı bu kadar renklendirmeyi
başaran balığın tezgahlara gelene kadar
renkli de bir serüveni vardır aslına bakarsanız. Mesela hemen her cins balığın farklı
bir yakalanış tekniği var. Serpme yöntemi,
çaparisi derken en klasik yöntem olan oltaya gelene kadar onlarca farklı yolu var.
Ama elbette uygun koşullarda ve kurallara
uygun yapıldıktan sonra bizim için önemli
olan nasıl yakalandığı değil nasıl yendiği ve
içinde hangi vitamin ve mineralleri barındırdığı.
Bütün bunların yanında tabii ki balık yemenin birinci adımı taze balık seçiminden
geçer. Peki nasıl anlaşılır balığın taze olup
olmadığı diye soracak olursanız aslında
o kadar da zor değil bunu anlamak. Tek
yapmanız gereken dikkatli incelemek. Taze
balığın; derisinin parlak ve canlı olması,
gözlerinin bombeli, solungaçlarının parlak, karın zarı çevresindeki etin mavimsi ve
parlak olması gerekir. Ayrıca, taze balığın
eti sıkı, iç organları parlak kırmızı, solungaçlarında ise deniz yosunu kokusu olur.
Eğer balığın derisinin rengi soluk, gözleri
çukurlaşmış, rengi sararmış, eti gevşek ve
üzerinde ekşi bir koku geliyorsa burnunuza
aldığınız balık bayat demektir.
Peki balıkların en tazelerini seçtiniz ve alıp
getirdiniz. Ama öyle bir pişirme yöntemi
seçmelisiniz ki balığın tazeliğinin hakkını
verebilin. Ne çok kuru olsun ne de çiğ kalsın. Tabakta değil ağızda dağılsın mesela.
İşte bunlar için de çok kolay püf noktaları
var elbette.
Izgara balık pişirirken:
Eğer tercihiniz ızgaradan yana olacaksa
büyük ve yağlı balık seçmenizde fayda var.
Bu sayede balık sizin yüzünüzü kara çıkarmayacaktır. Ancak bu büyük balıkları pişirirken de bazı şeylere dikkat etmeniz sizi
gecenin şefi haline dönüştürebilir. Bu yöntemde ızgara biraz ısıtılmış ve hafifçe yağlanmış olmalı, ateş pek yakından gelme-
melidir. Odun ateşinin alevi iyice sönmüş
olmalıdır. Aksi takdirde balıklar kolayca
yanar. Balıklar yağlı oldukları mevsimlerde
ızgara yapılmalıdır.
200 grama kadar ağırlığı olanlar bütün, diğerleri ise dilimlenerek ızgara yapılmalıdır.
İri balıklar bütün olarak ızgara yapılırken,
iyi pişmeleri için yan tarafları sivri ve keskin
bir bıçakla iki-üç yerinden derince ve sonuna kadar kesmeden çizilmelidir.
Balıkları, hoş kokulu ve lezzetli olmaları
için ızgaraya koymadan yarım saat önce,
limon suyu, zeytinyağı toz defne ye karabiber gibi Koku sağlayıcı bir karışıma bulayıp
bekletmek yerinde olur.
Kızartma:
Bu yöntem lezzetinden dolayı en fazla tercih edilen pişirme yolu. Ama kulağa ne kadar kolay gelse de ilk etapta aslında biraz
daha özen ister diğerlerine nazaran. Ama
bu dikkatin karşılını alacağınızda tecrübeyle kesindir. Dilimlenmiş, filetolara ayrılmış
büyük balıklar ya da bütün olarak temizlenmiş küçük balıklar oldukça bol yağ içinde
kızartılmalıdır. Kızartmanızı, mısırözü veya
ay çiçek yağı gibi bitkisel yağlarla yapmanız daha doğru olacaktır. Kızartma kabının
derin ve kızaracak parçaları alacak kadar
geniş olması gerekir. Kızartılacak balık
tuzlanıp, hafifçe una bulandıktan sonra kızgın yağa atılır. İyi bir kızartma yapabilmek
ve güzel bir renk oluşturmak içinse size küçük bir sır: balıkları süte batırdıktan sonra
unlamalı ve fazla unları silkelemelisiniz.
38
Haftada en az
iki defa balık
tüketmek
sağlığımız
için oldukça
yararlıdır.
Diğer bir yöntem ise köpürtülmüş yumurtaya batırdıktan sonra kızartmaktır. Bir diğer
leziz yol ise kızartma bulamacıdır:
Bir çanağa unu koyup azar azar karıştırarak
su ekleyin. Tuz, zeytinyağı ve yumurta sarısını koyarak iyice karıştırın. Kullanacağınız
zaman önceden ayrılmış olan yumurta akını kar haline getirip karışıma katın. Balığa
tuz ve biber ekip bulamaca batırın, kızgın
kızartma yağında üçer dakika her iki tarafını kızartın. Malzemesine gelince: 2 kahve
fincanı un, 1 çay bardağı süt, 1 çorba kaşığı
zeytinyağı, 1 adet yumurta, 1 fiske tuz kullanın.
Buğulama:
Balığı hafif tüketmek isteyenler için en güzel alternatif ise buğulama. Bu diğerlerine
göre biraz daha lezzetsiz olacakmış gibi gelse de kulağa doğru yöntemle çoğu kez farklı
lezzet arayanların tercihi olabilir. Tencerede ve hafif ateş üzerinde yapılır buğulama. Bu işlem için uygun olan ızgaralı balık
tenceresidir. Buradaki önemli noktalardan
ilki pişirme süresinde tencere kapağının
hiç açılmaması gerektiğidir. Haşlama ile
pişirilen bütün balıklar buğulama olarak da
pişirilebilir. Ayrıca biraz tereyağı da balıkların üzerine konursa daha lezzetli ve kokulu
olur. Pişirme süresi 15-20 dakika arasında
değişir. Fileto balıklar, yumuşak etli beyaz
balıklar (lüfer, mercan, kırlangıç, levrek,
kefal, barbunya, tekir, dil, pisi, kalkan) bi-
raz tereyağı, kabuğu soyulmuş limon, bir
küçük defne yaprağı serpiştirilerek, hafifçe
tuzlanıp tencerenin kapağı sıkıca kapatılır,
hafif ateşte, kendi buharında pişirilir. Harlı
ateşten kaçınılmalıdır. Hamsi, sardalya, uskumru gibi siyah etli balıklar da buğulama
yapılabilir. Ancak, buğulama için yumuşak
etli, beyaz, fileto olmaya elverişli balıklar
tercih edilmelidir.
Uzmanlar haftada en az 2 öğün haşlama
balık tüketmenin daha iyi bir kalp ve damar
sağlığı için gerekli olduğunu belirtmektedir.
Çünkü balık kolesterolü düşürmeye yardımcı olur, tansiyonu azaltarak kalp krizi gibi
kalp hastalıklarına yakalanma riskini düşürür. Çok iyi bir protein kaynağı olan balık
vitamin ve mineral yönünden zengin olduğu
için genel sağlığa katkıda bulunur.
Adı geçtiğinde bile kokusu burnumuzdan
şöyle bir geçiveren bu denizlerin lezzetli ikramı tadının yanında saymakla bitmeyecek
faydalar da sunar bize. Hepimizin bildiği
omega 3 ise bunlardan sadece biri.
Omega 3 yağ asitleri vücut için gerekli olmasına karşın vücut tarafından üretilmez ve
mutlaka besin yoluyla alınmalıdır. Omega 3
yönünden zengin balık türleri arasında somon, uskumru, sardalye ve ton balığını sayabiliriz. Ayrıca alabalık, morina balığı, levrek, istiridye, yengeç, karides gibi balıklar ve
deniz canlıları iyi birer omega 3 kaynağıdır
Balıkla çok güçlü protein kaynaklarıdır.
Farklı balık türlerinin içerdiği vitaminler ve
mineraller değişiklik göstermekle birlikte
genellikle B6 vitamini, B12 vitamini, E vitamini, niasin ve riboflavin içerirler. Ve elbette
balığın çeşidine göre de içerdiği vitaminler
farklılık göstermektedir. Örneğin ;
Hamside: A vitamini, E vitamini, tiamin, riboflavin, niasin, B6 vitamini, folat, B12 vitamini.
Ton Balığında: B6 vitamini, niasin, B12 vitamini, E vitamini, A vitamini, tiamin, riboflavin.
Uskumruda: C vitamini, A vitamini, tiamin,
riboflavin, B12 vitamini, B6 vitamini, niasin,
folat bolca bulunmaktadır.
Kırmızı kan hücresi üretimi için gerekli olan
B12 vitamini yönünden zengin balık aynı zamanda sinir hücrelerinin korunması ve DNA
üretimine de yardımcı oluyor. Vücut tarafından üretilmeyen ve çoğunlukla gıdalar
yoluyla alınan B12 vitamini en çok sardalye,
ringa balığı, uskumru, morina balığı, somon
balığı ve alabalık gibi balık türlerinde bulunuyor.
Hal böyle olunca da haftada en az iki kez
balık tüketmek zorunlu hale geliyor sağlığımız için. Hele ki balık sezonu da açılmışken
bunu yapmak çok da zor olmasa gerek. Bol
balıklı ve bol sağlık günler…
40
Anadolu’nun Erdemli, Basiretli ve
Kadim “Kardeş”ler Yurdu:
“Ahilik Ocağı”
Ahiler, akşama kadar çalışarak kazandıklarını reislerine getirirlerdi.
Bu paralarla yiyecek içecek alınır, misafirler ağırlanırdı.
Hazırlayan: Ezgi ERDEM
41
Ahilik ahlakının
dört önemli ilkesi
vardı: Güçlü ve
üstün durumdayken
affetmek,
öfkeliyken yumuşak
davranmak,
düşmana iyilik
etmek, kendisi
muhtaç iken
başkasına vermek…
Ahi kelimesi, birebir karşılık olarak “kardeş” anlamına gelmektedir. Anadolu Selçukluyla beraber Türk- İslam dünyasında
hızla yer edinen ve Anadolu’da köylere
kadar yayılarak Anadolu’nun daha kısa sürede Türkleşip İslamlaşmasını sağlayan bu
teşkilat, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı
Veli’nin önerisiyle kurulmuş bir esnaf birliğidir. Bu sebepledir ki Ahilik Teşkilatına
üye olabilmek için esnaf olmak şartı vardı.
Ancak sadece esnaf olmakla da iş bitmiyor,
teşkilat üyelerinin taşımak zorunda olduğu
bir takım meziyetlere de sahip olmak gerekiyordu. Çünkü Ahilik; sanat, ticaret ve
mesleğin, olgun kişilik, ahlak ve doğruluğun iç içe geçmiş yeni bir yapılanma hali
idi. Yani, Ahi diye anılan kişi kesin olarak
bir sanat, ticaret ya da meslek sahibi olmakla birlikte olgun, ahlaklı, merhametli,
iyiliksever ve her işinde, her davranışında
dürüst ve güvenilir olmalı idi.
Anadolu Selçuklu’da ticaretin ve eğitimin
hızla ilerlemesinin başlıca sebebidir Ahilik. Eğitim ve öğretim kavramının birlikte
kullanılıyor olmasının ise yegane sebebidir. Çünkü eğitimsiz öğretim ve öğrenim
olmadan da eğitimin tamamlanamayacağı
düşüncesi hakimdir. Küçük yaşta Ahilik
yolculuğuna yamaklık eğitimiyle başlayan
çocuklar usta olana kadar uzun, verimli ve
sabır gerektiren bir süreçten geçerlerdi.
Sanatkar olmak için yamak- çırak-kalfausta hiyerarşisi düzenli bir şekilde yürütülür ve erdemli, olgun, mütevazı ve dürüst
bir usta olana dek sürerdi. Bu eğitim Ahi
babalarınca yaptırılan “zaviyelerde” verilirdi.
Ahiliğin üyeleri için kesin ve oldukça anlamlı kuralları vardır. Ahi olan kişi 3 şeyi
hep açık ve yine 3 şeyi de hep bağlı tutmalıdır:
1- Ahinin eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için.
2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da
ondan bir şey istemeye gelenler için.
3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek yedirmek, açları
doyurmak için.
1- Gözü bağlı olmalı: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak
için.
2- Beli bağlı olmalı: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için.
3- Dili bağlı olmalı: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, dedikodu yapmamak için.
Ahiliğin kaynağı olarak kabul edilen “fütüvvet”, genç, cömert, yiğit anlamına gelen
“feta” kelimesinden türemiştir. Fütüvvetin
birebir tanımı ise dünya ve ahirette halkı,
nefsine tercih etmek, cömertçe vermek,
başkasını rahatsız etmemek, şikâyet ve
sızlanmayı terk etmek, haramlardan uzak-
laşmak ve ahlâkî değerlere sahip olmak
olarak açıklanmakta. Fütüvvet kavramı,
“herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım ve iyilik etmek, başkalarını
kendine tercih edip onların menfaatini kendi menfaatinden üstün tutmak, toplumun
ve fertlerin mutluluğu ve kurtuluşu için
kendini feda etmek” gibi farklı ancak birbirine yakın anlamlar içermektedir. Fetâ”nın
konukseverliği ve eli açıklığı sonuna kadar,
yani kendisinin hiçbir şeyi kalmayıncaya kadar sürer. Fütüvvet ehli, arkadaşları
uğruna canını feda eder. İşte bu yüzden
konukseverliğin, yiğitlik ve fedakârlığın en
yüksek mertebesine de fütüvvet denirdi.
Fütüvvet ehli,
arkadaşları uğruna
canını feda ederdi.
İşte bu yüzden de
misafirperverliğin,
yiğitlik, cömertliğin
ve fedakârlığın en
yüksek mertebesine
de fütüvvet denirdi.
42
Ne çok yüksek fiyata
mal satabilirlerdi
ne de esnafın zarar
etmesine neden
olacak fiyata. İşin
özünde bu narh
kesme uygulaması
hem halkın alım
gücü gözetilerek hem
de esnafın sürekliliği
değerlendirilerek
yapılırdı.
Gıpta ile bakılan bu ahlaki anlayış elbette
ki ticaret için de aynı özenle sürdürülürdü. Bu ticari ahlak, eşsiz ve eşit bir disiplin anlayışını da beraberinde getiriyordu
elbette.
Mesela Ahiler, asla bozuk veya sakat mal
satamazlardı. Satanlar kesinlikle meslekten men edilirdi. Şartsız koşulsuz ve
sürekli işleyen bir oto- kontrol sistemi
vardı. Düzenli olarak narh kesilir yani fiyat belirlenirdi. Ne çok yüksek fiyata mal
satabilirlerdi ne de esnafın zarar etmesine neden olacak fiyata. İşin özünde bu
narh kesme uygulaması hem halkın alım
gücü gözetilerek hem de esnafın sürekliliği değerlendirilerek yapılırdı.
Dükkanlar genellikle “bedesten” veya
“arasta” adı verilen çarşılarda olurdu.
Ahiler Arastadaki dua kubbesi altında
toplanır, hem dua hem de işlerini doğru
ve dürüst yapıp kimseyi kandırmayacaklarına dair yemin ederlerdi. Bu dualardan
sonra da “besmeleyle” açarlardı dükkanlarını. Bazı kaynaklarda bu dualarla ilgili
örnekler de verilmiştir: “Yine İstanbul
Kapalı Çarşı’sındaki yeni Bedestenin her
sabah açılışında, Duacı Efendi, esnafı etrafına toplayarak duadan sonra “Ey
cemaat-ı Müslimin, tavcılık yapılmayacak, kefilsiz mal satılmayacak, mal kapatılmayacak...” şeklinde nasihat ederdi.
Her sabah dükkanlar açıldıktan sonra
hayır dua ile yapılan ilk siftahın dükkanın
bereketini arttıracağına inanılırdı. Birbirlerini muhakkak surette gözeten Ahiler,
kendileri siftah yaptıktan sonra eğer hala
siftah yapmamış bir esnaf var ise dükkana gelen müşteriye mal satmaz ve o esnafın dükkanına gönderirlerdi.
Oluşturdukları sadakat ve güven ortamı
o kadar güçlüydü ki namaz vakitlerinde
camiye giden esnaf dükkanını kilitlemez
hatta kapısını bile kapatmazdı. Ahiliğin
bu insanı hayrete düşüren dürüst ve adil
terazisini ne de güzel anlatmış aslında o
günlerden bu günlere düşen şu dörtlük:
“Her seherde besmeleyle açılır
dükkanımız
Hazreti Selman Pak’tır pirimiz,
üstadımız
Lafla dükkan açılmaz boş yere
etme telaş
Selman-ı Pak da gelse parasız
olmaz tıraş”
Ahilikten evvel Anadolu’da Rumların ve
Ermenilerin elinde olan ticaret, neredeyse bir devlet gibi yapılanmış bu kuruluş sayesinde ticari hayatta Türklerin ve
Müslümanların da bir hayli yer edinmesini sağlamıştır. Ahiliğin bu hızlı yayılış ve
kabul görüşünde elbette temelde benimsedikleri “insan odaklı hizmet” anlayışı
yatmaktadır.
Osmanlı’da Ahilik ile yakınlaşma İmparatorluğun kurucusu Osman Gazi’nin Ahilerden Şeyh Edebali’nin kızıyla evlenmesiyle başladı. Bu izdivaçla beraber Ahilik
Birliğinin de desteğini alan Osmanlı daha
hızlı gelişmeye ve ilerlemeye devam etti.
İlerleyen zamanlarda Osmanlı’da “Lonca” teşkilatına dönüşen Ahiliğin bir takım
kesin kurallarında da değişiklik oldu. Mesela daha evvelden sadece Müslüman es-
nafın üye olabildiği teşkilata Lonca ile beraber farklı dinlerden esnaflar da kabul
edildi. Gün be gün toprakları genişleyen
Osmanlı’nın çok farklı millet ve dinden
insanı aynı imparatorluk altında birleştirmesi bu gelişmenin ilk sıradaki nedeniydi
muhakkak. Ve bir süre sonra da bu şekilde din ayrımı gözetilmeksizin kurulan
teşkilatlar da “gedik” adıyla çağrılmaya
başlandı.
Ve zaman içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ve dağılma süreci
Lonca teşkilatını da oldukça olumsuz
yönde etkiledi. Ve ortalama 700 yıllık bir
“ahlak birliği” olan Ahilik, 1912 senesinde
resmen sona erdi.
Ahiler, Arastadaki
dua kubbesi altında
toplanır, hem dua
hem de işlerini
doğru ve dürüst
yapıp kimseyi
kandırmayacaklarına
dair yemin ederlerdi.
Bu dualardan sonra
da “besmeleyle”
açarlardı
dükkanlarını.
43
44
Üzümün enfes sunumu
Pekmez
Bir tek pekmezde değil bütün işlerimizi böyle yaparız biz; çalarız,
söyleriz, oynarız, güleriz… Hem eğlenir hem çalışır ellerimiz…
Hazırlayan: Sitem KAYNAR
45
İlla Ki Karışacak Odunun
Kokusu Üzümün Kokusuna.
Karışacak Ki İşte O Kokunun
Adı Pekmez Olacak…
Bağ bozumu zamanı geldi… Üzümlerde inceden bir değişim telaşı… Sofralar sabırsız… Mevsim bu harikulade dönüşüm için
hazır… Odun ateşi harlandı… Özel topraklar
bulunup getirildi… O kendini hemen belli
ediveren duman kokusu dillendi işte… Üzümün pekmez hikâyesi başladı…
Yöreden yöreye hatta şehirden şehre değişiyor bu hikâye ülkemizde. Tabii bu değişken hikâye sanayileşme seviyesine ulaşmış
pekmezin hikâyesi değil. Onun öyküsü her
yerde her fabrikada aynı. Bizim hikâyemiz
organik pekmezin yani orijinal pekmezin
hikâyesi.
Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Konur köyüne düşerse yolunuz bir gün siz de bu başkalaşıma birebir ve tam da anlattığımız şekliyle tanık olabilirsiniz. Hele bir de Fatma
teyze’yi buldunuz mu işte tam orada yerine
oturmuş olur bu gözlem zevki.
Fatma teyze emekli bir hemşire aslında.
Türkiye’nin bir çok farklı şehrinde bir çok
farklı ikliminde çalışmış ama herkes gibi
onda da memleket özlemi ağır basınca hele
bir de emekli olunca temelli dönmüş baba
ocağına. Tıpkı çocukluğunda ve gençliğinde
olduğu gibi, tıpkı o zamanlar annelerinin
yaptığı gibi şimdi de kendisi yapıyor bütün
bu yazlık-kışlık işlerini. Yani bulgurunu,
tarhanasını, eriştesini, pekmezini…
Bizim Fatma teyzeye misafirliğimiz pek
de tesadüf değil. Sizin de tahmin ettiğiniz
gibi biz buraya bu çağdaş Anadolu kadınından çok güzel bir hikâye dinlemeye geldik
aslında. Emeğin, alın terinin ve imecenin
hikâyesini… Pekmezin hikâyesini…
Güzel bir misafirperverlik örneğinin hemen
ardından çok vakit kaybetmeden geçiyor
Fatma teyze işinin başına. Bu keyifli ve tatlı
yolculukta bizimle tanıştırdığı ilk çalışma
arkadaşının adı “şıhrana”. “Yöreye göre
değişiklik gösterebilir isimler ama işlevi
her yerde aynıdır” diyor Fatma teyze. Taş-
tan örülmüş ve kenarları betonla sıvanmış
ve özel olarak bu iş için yapılmış küçük bir
havuz aslında şıhrana. Tıpkı havuzlardaki gibi de suyu tahliye etmeye yarayan bir
oluğu var alt tarafında. Bakmayın adının
söylenmesinin bu kadar zor olduğuna bu
filmin başrol oyuncusu bu şıhrana. Çünkü
her şey onun etrafında dönecek anladığımız
kadarıyla.
Fatma teyze üzüm konusunda oldukça mütevazı. “ Burada yetişen bütün üzümlerden
olur diyor pekmez. İlla şu olacak diye bir
şart yok. Başka yerlerde vardır belki bu ayrım ama bizim burada yok. Bizim için özel
olması gereken topraktır. ” diyor. Elinde
tuttuğu bir nevi yumuşak kaya parçası aslında. Biz şaşkınlıkla neyin bu toprağı özel
yaptığını soruyoruz o da anlatıyor sabırla:
“ Özel olarak getirtilir bu toprak. Biz adına
‘pekmez toprağı’ deriz. Pekmeze o üzümden ayrı tadını veren budur işte. Bakın kokusundan anlayacaksınız siz de. Toprak
önce, keserin geniş kısmıyla güzelce dövülerek inceltilir. Olabildiğince incelmesi
iyidir. Sonra biz toprağı ufalarken yakıp hazır ettiğimiz ateşin üzerine bir sac koyarız.
Sacın içine de toprağı. Bu ateşte toprağı bir
güzel kuruturuz. Eğer toprağı kurutmadan
atarsanız pekmezin içine attığınızda çökmez toprak. Çamur olur pekmeziniz. ”
Şaşkınlığımız Fatma Teyze’nin her cümlesinde artıyor biraz daha. “Nasıl yani?” diyoruz. “Toprak mı atıyorsunuz pekmeze?”
Gülüyor bize ve tekrar başlıyor anlatmaya
ve bizi biraz daha şaşırtmaya. “ Bu toprak
olmazsa pekmez olmaz. İçine atıyoruz diye
toprak yiyor değiliz elbette. Üzüm, pekmeze dönüşünceye kadar zaman zaman alacağız bu toprağı içinden. ”
Şıhrananın başına geçti Fatma teyze. “Topladığımız üzümleri atarız içine. Üzümlerin
üzerine kurutup soğuttuğumuz pekmez
toprağını atarız. Sonra temiz, plastik çizmelerimizi giyip biz de gireriz şıhrananın
içine. Artık şarkı türküyle mi olur, şaka
şamatayla mı, başlarız üzümleri çiğnemeye. Aslında en güzeli tepsi çalıp oynatmak.
” Biz şaşkın şaşkın anlamaya çalışırken
söylediklerini o kahkahalarla gülüyor, hem
aklına gelen neşeye hem bizim halimize.
Anlamadığımızı anlıyor tereddütlü gülümsemelerimizden. Hepimizin bildiği hani şu
klasik alüminyum tepsiyi çıkarıveriyor yanından. “ Bunu böyle ters çevirir tıpkı darbuka gibi çalarız. Çalarken de boş durmayız
hem söyler hem oynarız. Yoksa çok uzun
sürer bütün bu işler. Bunaltır, yorar. Bir tek
pekmezde değil bütün işlerimizi böyle yaparız biz; çalarız, söyleriz, oynarız, güleriz…
Hem eğlenir hem çalışır ellerimiz. ” Şiir
gibi anlatıyor. Biz de ninni gibi dinliyoruz.
Bu çiğneme işlemi üzümler suyundan, kabuğundan ve çekirdeğinden tamamen ayrılana kadar sürüyor. Küçük havuzun gider
deliğine sokuşturulmuş bol yapraklı ağaç
dallarından meydana getirilmiş doğal süzgeç, üzüm suyunun çekirdeklerinden ve
kabuklarından ayrılarak giderden akmasını
sağlıyor. Bu süzgeçten suyun aktığı, içine
kova konan yerin de özel bir adı var: Kurna.
Üzüm bütün suyunu cömertçe bırakıyor. Bu
durum hazırlanmış bütün üzümler görevlerini tamamlayana kadar sürüyor. Büyükçe
bir kazanda toplanan üzüm suyu nazlı nazlı
kaynatılıyor . Bir iki taşım kaynatıldıktan
sonra beş, altı saat veya bütün bir gece
bekletiliyor. Bu işlemin adı: Çökertme.
Çünkü gerçekten de çiğnemeye başlamadan önce üzerine attığımız toprağın çökmesi için yapılıyor.
“Sabır” diyor Fatma teyze. “Hangi iş olursa
olsun. İster beş saat sürsün ister beş gün.
Ne kadar sabırlı olursanız o kadar güzel,
o kadar verimli olur sonucu. Pekmez de
böyle işte. “Ertesi sabah dibindeki toprak
bırakılacak şekilde süzülür kaynamış üzüm
suyu. Süzdüğünüz bu suyu da yine yöreye
has “tava” dediğimiz altı yuvarlak büyük bir
46
da olsun diye özenle kırılmış gibi duran bir
odun yığınının yanına doğru götürüyor bizi.
“Her bir ayrıntı başka bir tat katar pekmeze. Odun da öyle. Odun ateşinde pişen pekmezin tadıyla öyle ocak ateşinde pişenin
tadı bir olmaz. İlla ki karışacak odunun kokusu üzümün kokusuna. Karışacak ki işte o
kokunun adı pekmez olacak” .
Odunların içimizi yakan kokusunu soluyarak ilerliyoruz . Şimdiki durağımız fırın.
Ama öyle bildiğiniz fırınlardan değil. Biraz
biraz tandır fırınını andıran ama görevsel
olarak ondan çok farklı, kuyu gibi bir fırın.
Elbette ki sadece bu iş için özel olarak yapılmış. Ağzının genişliği, derinliği hep belli
bir nizam çerçevesinde. Bu nizamı belirleyen ise biraz önce süzdüğümüz pekmezleri
içine doldurmak üzere tanıştığımız tava.
Şıhrana, Kurna, Çoğlu,
Odun ateşi, Tava… Bütün
bu kelimeler birer birer
anlamlanıp girmişler
pekmez fırınına… Hep
beraber bir efsaneyi
meydana getirmek için en
doğal yolla…
kazana doldururuz. İşte asıl pekmez olma
aşaması burada başlar. ”
Fatma teyze bunları anlatırken bir taraftan
da boş durmuyor. Küçük bir tepecik oluşturacak kadar fazla ve neredeyse aynı boy-
“Önce tava boşken oturtulur fırının ağzına. Doldurursanız oturtmanın imkânı yok.
Bütün köy gelse kaldıramaz ağırlığından.
Tavayı oturttuktan sonra fırınla tavanın
arasında boşluk kalmasın diye tavanın etrafı bir güzel sıvanır çamurla. Hem kaynarken kolay olur böyle hem de yanan odunun
parçacıkları uçuşup düşmez içine. Gerçi
odunlar fırının dibinde yanıyor ama olsun.
Biz alırız önlemimizi. Sıvama da bitince doldururuz üzüm suyunu tavanın içine ve başlar pişmeye. ”
Pekmezin son raundu bu. Yine sabırla beklenen kaynama süreci, kaynama sırasına
girmiş tüm pekmez bitene kadar yerine
yenisi koyularak devam ediyor. Bu arada
gözümüze Teyzemizin elindeki ilginç malzeme takılıyor. Artık öğrendik eminiz ki bu
da pekmezin olmazsa olmazlarından. Ama
bu diğerlerinden bir hayli ilginç.
“Baktınız değil mi gene ne getirdi bu kadın
diye? Bunun adına “çoğlu” derler. Öyle kendi haline bırakmayız pekmezi kaynarken.
Emeksiz yemek olmaz. İşte bununla savura
savura kaynatırız. O hep bildiğiniz pekmez
kıvamını alıncaya kadar savuracaksınız bununla yoksa tutmaz . ”
“Çoğlu” denilen şey uzun saplı, delikli ve
neredeyse üç litrelik bir kepçe. Savurma
işleminin bir amacı da pekmezin içinde kalmış olabilecek varsa üzüm kabuklarını veya
yapraklarını temizleyebilmek.
Bütün kaynatma işlemi bittikten sonra yine
kocaman ama bu sefer deliksiz bir kepçeyle boşaltılıyor pekmez başka bir kaba. Bu iş
yeni yerinde de biraz soğuyana kadar yani
beş, altı dakika savruluyor çoğlu ile. Kısacası yerine alıştırılıyor.
Fatma teyzenin elinde gördüğümüz son
ilginç şey diye düşünüyoruz elinde tuttuğu
tülbent için. Artık sona geldik dediğimizde
bile bizde yeniden merak uyandırmayı başarıyor bu yerinde duramayan kıpır kıpır
kadın. “Tülbent mecbur” diyor. “Soğuyana
kadar üzerini örteceğiz bununla. İçine pislik gitmesin diye. Şimdi siz diyeceksiniz ki
neden bir tepsiyle falan örtmüyorsun. Örtmüyoruz çünkü terlememesi lazım. Hava
alması lazım. O yüzden en güzeli tülbent. ”
Tülbent de yine büyük bir titizlikle örtülüyor üzerine. “Şimdi?” diye bakıyoruz yüzüne
teyzemizin. Bu sefer de o bizim yüzümüze
bakıyor şaşkınca. “Bitti. ” diyor. “Afiyet ola.
”
Uzun, maceralı, yorucu ama bir o kadar da
keyifli, eğlenceli ve lezzetli bir başkalaşım
hikâyesi pekmezinki. Sabrın, emeğin ve
hazzın hikâyesi… Üzümün başarı hikâyesi…
47
Bir imparatorluk sanatı
“Çini”
Tarihi ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılara kadar
dayanan eşsiz emek eserleri “çiniler”. Tarifsiz renkleri ve büyük
hünerlerle meydana getirilmiş mimari süslemeleriyle adeta bizi
alıp o zamanlara götürüyor.
Hazırlayan: Masal GÜMÜŞ
49
Mimaride olduğu kadar kap-kacak, süs
eşyası, vazo gibi birçok eşyada da hayat
bulmuş. Osmanlı’da en çok kullanılan
süsleme sanatlarından biri haline gelmiş
zamanla. Bugün ise varlığı unutulmamış
olmakla beraber bizzat uygulayanı azalmış
maalesef. İşte bu duruma inat çini sanatını
öğretmeye, öğrenmeye kısacası yaşatmaya
azmetmiş insanlar tanıdık biz…
İşte bu ender insanlardan biri Nurhan YILMAZ. Yoğun çalışma temposunun arasında
bize de vakit ayırdı ve sımsıcak, çini mavisi
yanıtlar verdi sorularımıza.
Aile Dostu: Çini deyince genellikle ilk akla
gelen birbirinden renkli ve canlı objeler.
Ama muhakkak ki bundan çok daha fazlası.
Nedir çini?
Nurhan YILMAZ: Çini ilk başta kolaymış
gibi geliyor dediğiniz gibi. Eline fırçayı alıp
kontur (tahrir) çekmeye başladığında zor
olduğunu görüyor. Hemen yapılamayacağını, bir eğitimden geçmesi gerektiğini anlıyor kişi. Çini nedir? Çini toprağın pişirilip
şekillendirildikten sonra tabak, vazo, sürahi gibi eşyaların üretilmesine denir. Üretilen objelerin sanatçıların zevkine ve hayal
dünyasına uygun renklerde boyanıp ortaya
çıkmasıdır.
Aile Dostu: İlk bakışta sanki çok kolaymış
gibi görünüyor ama tam tersine meşakkatli
bir süreç. Zor olduğunu görüp vazgeçen öğrencileriniz oluyor mu? Var mı böyle ilginç
anılarınız?
Nurhan YILMAZ: Tabii ki çini ilk başta kolay gibi geliyor fakat zorlukları da oluyor.
Vazgeçenler de oluyor. Bazen de inatla ben
bu işi yapacağım deyip üstüne gidenler de
oluyor tabi. Şunu söyleyebilirim ki bizler
Belmek’te yetişkin eğitimi verdiğimiz için
her yaşta öğrencimiz oluyor. Bir öğrencim
hakkında şunu söyleyebilirim: yaptığı çininin çok güzel olmadığını bildiği halde sırası
gelince o kadar mutlu oluyor ki “bu benim
için çok değerli bunu ben yaptım deyip”
gösteriyor sevincini . Onunla birlikte bende
mutlu oluyorum.
Aile Dostu: Peki tarihi nedir çininin? Ne kadar eskidir? Köken olarak bir Türk sanatı
mıdır?
Nurhan YILMAZ: Çini ilk Müslüman Türk
devletlerinden Karahanlılar’a kadar dayanan bir tarihe sahiptir. Bin yılı aşkın bir
tarihe. Osmanlı döneminde çini sanatı oldukça ilerlemiştir. İznik’te çini daha çok
gelişmiş fakat sonra Kütahya şehri hepsini
geride bırakmış. Bence geleneksel Türk el
sanatlarının en kıymetlilerinden biridir çini.
Aile Dostu: Bu işin bir okulu var elbette
değil mi? Akademik olarak bu eğitimi alabilmek için hangi bölümü bitirmek lazım.
Hangi okuldan mezunsunuz mesela? Ve yeterli buluyor musunuz ülkemizde bu alandaki eğitimi?
Nurhan YILMAZ: Evet okulları var. Ben
Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Çini Bölümü mezunuyum. İznik’te İstanbul’da
Çanakkale’de Isparta’da çini bölümleri
vardır. Bitirenler tabi ki bir sanat öğrenmiş
oluyorlar. Kendi işyerlerini de açabilirler.
Elbette yeterli değil ama artık çinide oldukça ilerleme var aslında. Artık kime sorsanız
az çok çiniyle ilgili bilgisi var bu da güzel bir
şey çini adına.
Aile Dostu: Burada ders veriyorsunuz. Öğrencilerinizin yaklaşımı nasıl? İlgi yoğun
mu ya da herkes sabredip sonuna kadar
götürebiliyor mu?
Nurhan YILMAZ: Öğrencilerimin yaklaşımları çok güzel çini hakkında araştırmalar
yapıyorlar, bilgi ediniyorlar. Bazı öğrenciler
daha başında bırakıyor. Bu da onların tercihi tabi ki.
Aile Dostu: Sergiler açıyorsunuz zannederim kurum olarak. Sadece öğretmenlerin
çalışmaları mı yoksa öğrencilerin çalışmaları da var mı?
50
Çini üzerine çalışmak
çiniyi bence çok
sevmekle başlar
Nurhan YILMAZ: Evet sergiler açıyoruz
sergilerde daha çok öğrencilerin yaptıklarını sergiliyoruz. Bir sene boyunca yaptıkları eserlerini sergide görmeleri onları da
mutlu ediyor.
Aile Dostu: Sizin kursunuzu bitirdikten
sonra devam edip çiniyi meslek haline getirenler oldu mu hiç? Mesela bunun üzerine
dükkan veya tezgah açan? Anlatır mısınız
hikâyesini?
Nurhan YILMAZ: Benim kursumu bitirip
dükkan açanlar oldu hala da devam ettiriyorlar.
Aile Dostu: Birçok boyutta fırça ve boyalar görüyorum burada. Bir de şu üzerine
kurşunkalemle çizilmiş ince kağıtlar var
(muhakkak teknik bir adı vardır kusuruma
bakmayın) anlatır mısınız bize neler yapıyorsunuz bunlarla? Ham olarak malzemeyi
nereden alıyorsunuz mesela? Baştan sona
oluşum hikâyesini anlatabilir misiniz bize?
Nurhan YILMAZ: Çini için önce bir objeye
sonrada delinmiş desenlere ihtiyacımız
oluyor. Kalemle çizilmiş ince kağıtlar dediğiniz bizim delinmiş desenlerimiz. Örnek
olarak tabak üzerinden çini nasıl yapılır
anlatmaya çalışayım: Tabak önce zımpara yapılır sonra tozlardan temizlemek için
nemli süngerle siliyoruz sonra uygun tabak
desenini ayarlıyoruz kömür tozu yardımı ile
deseni tabağa aktarıyoruz. Sonra da fırça
yardımı ile kontur dediğimiz işlemi yapıyoruz. Kontur işlemi bitince zevkimize göre
renklendirme yapıyoruz sonra da sırlanmaya hazır hale geliyor sırlandıktan sonrada evlerimizde en güzel köşelerde yerlerini
alıyorlar.
Aile Dostu: Oluşum sürecine bakacak olursak bu pek de evde hobi olarak yapılabilecek bir şey değil öyle değil mi?
Nurhan YILMAZ: Evde çininin her malzemesi bulunmayabilir. Fakat günümüzde
çini sanatındaki gelişmeyle beraber çini
evde de yapılabilecek duruma gelmiş oldu.
Aslında çini gerçekten çok dinlendirici bir
sanat. İstediğin tasarımı istediğin gibi renklendirme yapabiliyorsun. Yani özgürce sanatını konuşturabiliyorsun.
Aile Dostu: Sadece belediyeler bünyesinde
mi var çini eğitimi, özel kurslar veya kurstan sonra çalışmalarını devam ettirebilecekleri yerler var mı insanların?
Nurhan YILMAZ: Sadece Belmekler yok,
özel kurslar da var. İsteyenler kurs bittikten sonra devam ettirmek isterlerse özel
kurslara da devam edebilirler.
Aile Dostu: Ne kadardır öğrenme süresi?
Nurhan YILMAZ: Öğrenme süresi kişiye
göre değişiyor. Bazı öğrenciler hemen öğreniyor bazıları daha geç. Tıpkı ilkokul gibi
kimisi daha önce okur kimisi daha sonra
okur.
Aile Dostu: Başka hangi sanatlarla birlikte
kullanılabilir çini?
Nurhan YILMAZ: Geleneksel Türk el sanatları kendi aralarında bir bütünlük oluşturuyor. Tezhip, hat, katı ebru minyatür ve çini
birbirleriyle bir bütün. Birbirlerini tamamlıyorlar.
Aile Dostu: Daha çok hangi yaş grubu tercih ediyor?
Nurhan YILMAZ: Belmek kursları yetişkin
eğitimi olduğu için genelde emekli bayanlar ve ev hanımları tercih ediyor. Bazen
genç öğrencilerimiz de olabiliyor tabii ki.
Aile Dostu: Tarihteki büyük örnekleri nelerdir? Mesela tarihteki en eski çini ürünü
nedir, hangisidir? Yine bu işin duayenleri
kimlerdir geçmişte veya günümüzde?
Nurhan YILMAZ: Çini eski dönemlerde genelde cami süslemelerinde kullanılmış. O
zamanlardan kalan İznik Yeşil Cami, Bursa
Yeşil Cami gibi örnekleri verebiliriz. Sanatçı olarak ise Baba Nakkaş bu işin üstadı.
Günümüzde ise Mehmet Koçer, İsmail Yiğit
gibi sanatçılarımız var bu işi layıkıyla yapan.
Aile Dostu: Bir de Çini sanatı ile tanınmış
illerimiz var değil mi?
Nurhan YILMAZ: Çiniyle ünlenmiş illerimiz
var elbette. Osmanlı döneminde İznik. Günümüzde ise hepimizin bildiği üzere Kütahya, İznik’in önüne geçmiş durumda.
51
52
SONBAHAR
DEPRESYONU
Psikolog Serap DUYGULU
Genellikle depresyon belirtileriyle aynı belirtileri veren bir duygu
durum bozukluğudur ve mevsimsel depresyon olarak da bilinir.
Sonbaharın gelmesiyle birlikte başlar ve yaz başına kadar sürer.
Mevsim değişikliğine bağlı olarak saç dökülmeleri, iştahsızlık, mide problemleri,
baş ağrısı gibi bazı rahatsızlıklarla birlikte
görülebilir ve genellikle her yıl aynı dönemlerde tekrar eder.
Cinsel istekte azalma, sıkıntı ve çaresizlik
duygusu, neşesiz ve sinirli bir ruh hali, uykusuzluk çekme ya da yoğun olarak uyuma
isteği, sabahları yorgun ve bitkin uyanma,
hareketlerde yavaşlama, geçmişe dönük
pişmanlık ve suçluluk duyguları depresyon
belirtileridir ve özellikle sonbahar aylarında bu belirtilere daha sık rastlanmaktadır.
Depresyon tanısıyla tedavi edilenlerin %
65’ini sonbahar depresyonu yaşayanlar
oluşturmaktadır. Bu bakımdan tüm depresyon vakaları içinde en sık görülen türüdür.
Normal depresyonda karşılaşılan temel belirtiler bahar depresyonu için de geçerlidir.
O nedenle; mutsuzluk, sürekli bir hüzün
hali, halsizlik, isteksizlik, uyku düzeninde
ve süresinde değişiklikler, belirgin olarak
kilo alma ya da kilo kaybı, ölüm düşünceleri, değersizlik hissi, aşırı duygusallık,
dikkat dağınıklığı, unutkanlık, huzursuzluk
gibi belirtiler görüldüğünde bahar depresyonu düşünülmelidir ve bir uzman yardımı
alınmalıdır.
Sonbahar Depresyonunun
Sebepleri Nelerdir?
Bu konuda değişik görüşler öne sürülmekteyse de iki ayrı sebep üzerinde durulmaktadır. Bunlardan ilki, sonbaharın ve
kışın gelişiyle birlikte azalan güneş ışığının
hormonları ve uykuyu düzenleyen biyolojik
saatin bozulmasına neden olduğudur. İkinci sebep olarak ise yine güneş ışığının azalması nedeniyle beyindeki kimyasal maddelerin salgılanmasında sorunlar oluştuğu ve
bu sorunların kişiyi depresyona açık hale
getirdiği öne sürülmektedir. Her iki halde
de yeterli güneş ışığına çıkmanın sorunu
çözümlediği düşünülmektedir.
Bu durumda sonbahar depresyonu’na Biyolojik ve Psikolojik sebepler olarak iki ayrı
pencereden bakmak mümkündür.
Biyolojik Sebepler
Bahar ve yaz mevsimiyle beraber güneş
ışınları dünyaya dik açıyla gelir ve gözlerimiz yoluyla vücudumuzda kimyasal enerjiye çevrilir.
53
Mevsimsel depresyon
tedavisinde
son yıllarda
uygulanmaya
başlayan ışık tedavisi
de bir seçenektir.
Bu yöntemde
amaç, beynin
eksikliğini hissettiği
güneş ışığının
dışarıdan verilmesi
yoluyla hormon
salınımlarını yeniden
düzenlemektir.
İlaç ve terapilere
ek olarak bir diğer
tedavi seçeneği
alternatif tıp olarak
bilinen bitkisel
karışımlardır.
Örneğin kantaron
otunun depresyonun
etkilerini azalttığı öne
sürülmektedir.
Bu işlemler sırasında da mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin üretimi artar.
Aynı şekilde beynimizde bulunan epifiz bezi
de melatonin üretiminden sorumludur ve
bu hormon karanlık, ışıksız ve kasvetli ortamlarda yoğun olarak üretilir ve uyku hormonu olarak da bilinir.
Gözlerimiz ışık enerjisini kimyasal enerjiye
çevirebildiğinden bu hormonların üretimini
direk etkileyen bir işlev görmektedir.
Bundan dolayı sonbaharda güneş ışıklarının zayıflaması mutluluk hormonunun
salgılanmasını azaltıp, uyku hormonunun
üretimini artırdığı için beyin kimyasının değişmesine ve buna bağlı olarak da depresyona yol açmaktadır. Mevsimsel depresyon, sonbaharın gelmesiyle başlar ve kışın
da görülebilir. Ancak yazın yoğun güneş ışığına alışan insan vücudu, sonbaharın gelmesiyle birlikte birden bire azalan güneş
ışığının yokluğuna uyum gösterme konusunda sıkıntılar yaşamakta ve bu sebeplere
bağlı olarak sonbahar depresyonu daha sık
görülmektedir.
Psikolojik Sebepler
Psikolojik sebepler içinde en bilineni
sonbaharın insanları hüzünlendirdiğidir.
Özellikle gençler için yaz aşkları ve ışıltılı
günlerin sonu anlamına gelir. Yaprakların kuruyup sarardığı günlerin ardından
kasvetli kış günlerinin ve soğuk havaların
geleceğini bilmek, kapalı yerlerde kalmak
zorunda olmak, denizin, güneşin ve yazın
hareketli günlerinin biteceğini düşünmek
depresif ruh halini tetiklemektedir.
Aynı şekilde yaşlı insanlar mevsimsel değişikliklerden daha yoğun olarak etkilenmektedirler. Özellikle sonbahar ve kış
aylarının zaten duygusal bir yapıda olan
yaşlıları daha hassas ve kırılgan hale getirdiği, bundan dolayı yaşı ilerlemiş insanlarda depresyonun daha ağır seyredebileceği
unutulmamalıdır.
Tüm bunların dışında bir de genetik olarak
depresyona yatkınlık varsa sonbahar depresyonu için ortam hazırlanmış demektir.
Sonbahar Depresyonunun
Belirtileri
Belirtiler, bilinen depresyon belirtileriyle
hemen hemen aynıdır.
z Mutsuz, isteksiz ve umutsuz olma hali.
z Uyku bozuklukları; uykusuzluk ya da aşırı
uykulu olmak.
z Kendini suçlu hissetme ve değersizlik
duygusu.
z Dikkat eksiklikleri, odaklanamama.
z Aşırı kilo alma ya da kilo kaybı.
z Sinirlilik, gerginlik.
z Sürekli bir üzgünlük hali.
z Yorgunluk, halsiz ve bitkin olma durumu.
z Kaygı bozuklukları.
z Ölüm ve intihar düşünceleri ve intihara
yönelme.
Depresyon ciddi bir duygu durum bozukluğudur ve zamanında doğru müdahale edilerek tedavi edilmezse sonuçları olumsuz
olabilir. Özellikle ağır depresyon durumlarında kişinin intihara eğilimi olacağı ve bu
yönde bir davranışa gireceği bilinmelidir.
Tedavi yöntemleri
Tedavi depresyon tedavisiyle aynı olacaktır.
İlaçlı tedavi ve terapiler yoluyla tedavi edilebilir. Mevsimsel depresyonda ek olarak
son yıllarda uygulanmaya başlayan ışık tedavisi de uygulanmaktadır.
Tedavi de ilaç ve psikoterapi aynı anda uygulandığında daha olumlu ve çabuk sonuç
alınmaktadır. İlaçlı tedavi üç aydan başla-
yan ve duruma göre 1. 5 yıl ile 2 yıl sürebilen bir döneme yayılabilir. Uygulanan tedavide kalıcı ve doğru sonuçlar alabilmek
açısından kararlı olmak ve tedaviyi yarım
bırakmamak en önemli kuraldır.
Daha önce depresyon yaşamış kişilerin
tekrar bu sorunu yaşama ihtimalleri diğer
insanlara göre daha fazladır. Depresyonun
tekrarlama riski olduğu unutulmamalıdır.
Ancak bu her depresyon geçiren kişinin
tekrar depresyon geçireceği anlamına gelmez. Bu açıdan tedavide uzman hekimin ve
terapistin önerilerine uymak, tedavi aşamalarını dikkatle takip etmek önemlidir.
Yine de tedavi yöntemlerini belirlerken
mutlaka uzman doktor ve terapistlerden
bilgi almak ve onların önerilerine göre bir
yol belirlemek gerekir.
Mevsimsel depresyonu tetikleyen sonbahar
ve kış aylarının geçeceği yeniden bahar ve
yaz mevsimlerinin geleceği de unutulmamalıdır. Kısacası bu geçici bir dönemdir ve
mevsim geçişleri tüm doğanın dengesinin
yeniden kurulduğu bir yaşam döngüsüdür.
Yaşanılan sıkıntılar her insan için geçerlidir
ve biraz sabır ve doğru yöntemlerle aşılması mümkündür.
54
TÜRK TARİHİNDE
İLME VERİLEN ÖNEM
SELÇUKLU
MEDRESELERİ
Selçuklu’nun ilk medresesi 1046 yılında
Nişabur’da kurulmuş. Göz ardı edilmeyecek tek
şey dendiğinde ise kapı hep aynı isme çıkıyor : bu
eğitim kurumlarını var eden büyük devlet ve ilim
adamı Nizamülmülk. Nizamülmülk’ün kurmuş
olduğu bu devlet teşkilatı, kendisinden sonra
gelen Türk - İslâm devletleri için çok önemli
birer örnek oluşturmuş.
Hazırlayan: Neşe ŞEN
İnce Minare (Konya)
55
Süleymaniye Medresesi (İstanbul)
Selçuklulardan önce
özel eğitim kurumu
olarak hizmet
veren medreseler
Selçuklularla beraber
devlet okulu halini
almıştır. Bu okullara
üniversite kimliğini
de ilk kez Selçuklu
kazandırmış, bu
kimlik mimari
tarza da yansımış
ve üniversite
kampüsünün
ilk örnekleri de
böylelikle Selçuklu’ya
mal olmuştur.
Türk tarihi boyunca ilim ve bilim çok büyük bir öneme sahip olmuştur. Bunun en
güzel örneklerinin başında gelir Selçuklular. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Veziri
Nizamülmülk’ün 1068’de Bağdat’ta açmış
olduğu “Nizamiye Medresesi” Türk yükseköğretim tarihinde yükseköğretim kurumu
olarak önemli bir kurumdur. Gazali, Nişabur Medresesi’nde öğrenim gördükten
sonra Bağdat’ta açılan “Nizamiye Medresesi” nde 1091-1095 yılları arasında “müderrislik” yapmıştır.
1040 yılında Gazneliler ile meşhur Dandanakan Savaşı’ndan galip çıkarak Horasan
Bölgesinde kuruldu Büyük Selçuklu Devleti. Böylece halifelik makamının koruyuculuğu görevi de Gaznelilerden kendilerine
geçmiş oldu. Anadolu’yu yavaş yavaş keşfetmeye başlamaları ise 1048’de Bizans
ile yaptıkları Pasinler Savaşı’ndan hemen
sonra. Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük
katkısı olan Selçuklular’ın bu yolda önünü
açan olay ise hepimizin bildiği gibi Malazgirt Zaferi. Bu galibiyetin en önemli sonucu
ise Türkiye tarihinin başlaması kuşkusuz.
Büyük Selçuklu’nun en önemli ve yenilikçi
hükümdarı olarak bilinen Melikşah’ın dönemi, her alanda yapılan gelişme çalışmalarıyla devletin de en parlak devri olmuştur. Bu devrin bu kadar parlak olmasının
temel nedenlerinin başında eğitim geliyor.
Özellikle Melikşah döneminin ünlü veziri
Nizamülmülk’ün eğitim alanındaki çalışmaları bu büyük devletin bu konudaki ciddiyetini anlamak için yeterli.
Ancak elbette eğitim ile ilgili ilk çalışmalar hemen devletin kuruluş döneminde
Tuğrul Bey’in hanlığı zamanında başlamış.
Selçuklu’nun ilk medresesi 1046 yılında
Nişabur’da kurulmuş. Göz ardı edilmeyecek tek şey dendiğinde ise kapı hep aynı
isme çıkıyor: Bu eğitim kurumlarını var
eden büyük devlet ve ilim adamı Nizamülmülk. Nizamülmülk’ün kurmuş olduğu bu
devlet teşkilatı, kendisinden sonra gelen
Türk-İslâm devletleri için de çok önemli birer örnek oluşturmuş.
Bu kıymetli ilim insanı aynı zamanda bu
medreselerde öğretmenlik de yapmış.
Medreselerin temel anlayışı, güçlü bir din
eğitiminin yanında, İslâm hukuku anlayışına uygun eğitilmiş güvenilir ve yetenekli
yöneticileri yetiştirmektir. Temel siyaset
felsefesinin “hoşgörüye ” dayalı olması
daha evvel ülkeyi terk etmiş birçok küskün
bilim adamının da geri dönmesini sağlamış. Medreselerin bütün dünyaca kabul
edilen en önemli özelliği ise hemen hemen
hepsinin üniversite yapılanmasında olması.
Bağdat, Musul, Basra, Nişabur, Belh, He-
56
Çifte Minareli Medrese (Erzurum)
57
Şifahiye Medresesi (Sivas)
Nizamiye
medreseleri,
“eğitimde şans
ve fırsat eşitliği”
gerçekleştirmeye
çalışmıştır. Bu
doğrultudaki
çalışmalardan biri
de medreselerde
yatılı eğitim ve burs
uygulaması idi. Bu
burs ve yatılı eğitim
giderleri medresenin
vakfı tarafından
karşılanırdı.
rat, İsfahan, Merv, Amul, Rey ve Tuş gibi
bir çok kentte kurulan bu köklü eğitim kurumlarının en bilineni ve özel bir yere sahip olanı elbette ki Bağdat’taki Nizamiye
Medresesi’dir. Medreseyi özel kılan nedenlerden biri de siyasi ve bölücü din anlayışıyla mücadele eden dönemin ünlü ilim adamı
Gazali’nin, Nişabur Medresesi’de öğrenim
gördükten sonra Bağdat’ta açılan “Nizamiye Medresesi” nde “müderrislik” yapmış
olmasıdır.
Muhakkak ki üniversite denkliğindeki bu
eğitim yuvalarının kuruluşunda rol oynayan
bir takım temel nedenler ve amaçlar vardı.
Bu amaçların başında da;
z Yönetimde görev alması için memur yetiştirmek
z din adamı yetiştirmek
z ufku açık devlet adamları yetiştirmek
z burslu eğitim sistemi ile ekonomik durumu okumaya elverişli olmayan çocuklara
olanak sunmak geliyordu.
Nizamülmülk’ün bilhassa üzerinde durduğu bir diğer konu ise eğitimde fırsat eşitliği
idi.
Muhahhak ki daha önce de eğitim veren
buna benzer eğitim kurumları vardı. İlk
medreseler Türkistan’da Karahanlılar tarafından kuruldu. Gazneliler ve Samanoğulları tarafından da son halinine getirildi. Selçukluları kendinden öncekilerden
ayıran en önemli fark ise hemen hepsinin
resmi birer devlet okulu olmalarıydı. Elbette bu okullara üniversite kimliğini de
ilk kez Selçuklular kazandırmıştı. Bu kimlik mimari tarza da yansımış ve üniversite
kampüsünün ilk örnekleri de böylelikle
Selçuklu’ya mal olmuştu.
Nizamiye medreselerinde okutulan dersler ağırlıkla din, hukuk ve dil alanındaydı.
Her ne kadar Gazali şiddetle karşı çıkmış
olsa da Nizamiye medreselerinde felsefe
ve mantık dersleri de okutulmuştu. Farsça ilk kez bu kurumlar tarafından eğitim
dillerinden biri haline getirildi. Arapça ise
İslâm aleminin yeni ve ortak öğretim dili
oldu. Eğitim sisteminde adeta bir öncü ve
rehber olan Nizamiye medreseleri artık
İslâm dünyasının geleneksel öğretim metodu haline gelmişti. Bu medreselerin ne
kadar sağlam ve köklü bir temel üzerine
kurulmuş olduğunun en güzel kanıtı ise
halen kullanılmakta olan ders geçme ve
58
İnce Minareli Medrese (Konya)
İlk medreseler camilere
ve mescitlere bağlı,
onların yanında ya
da içinde öğretime
ayrılmış özel yerlerdi.
Daha sonra Selçuklu
sultanları kendi
adlarına olduğu kadar
eşlerinin adına da çoğu
tıp alanında öğrenim
veren medreseler inşa
ettirdiler.
kredili sistemin başlangıcı olan, bu medreselerdeki ders geçme sistemidir. Yine
bu kurumların günümüz eğitim sistemine
bir diğer katkısı da daimi statüde öğretim
elemanı yetiştirme ve bunlar arasında bir
yükselme sistemi oluşturmasıdır.
Günümüz üniversitelerinin mezuniyet belgesi yani diplomasının Selçuklulardaki adı
“icazetname” idi. Aslında gerçekten de
Ömer Hayyam, İbn-i Sina gibi önemli ilim ve
bilim adamlarının sayıca ve bilgice ulaştıkları mertebelere bakılacak olursa Selçuklulardaki eğitim anlayışının Avrupa’ya ve
tüm dünyaya nasıl ışık tuttuğunu anlamak
için yeterli olur sanırım.
Genel olarak Selçuklulara bakacak olursak
Anadolu’da bıraktıkları bu eşsiz öğrenim
kurumlarından eğitime verdikleri kıymeti
anlamak mümkün. Bunların başında gelmekte olan Anadolu Selçuklu’nun ilk külliyesinin de içinde bulunduğu, Kayseri’de
I. Alaaddin Keykubat’ın eşi Hunad Hatun
tarafından yaptırılan Kayseri Hunat Hatun
Medresesidir.
Selçuklular dönemine ait bir diğer önemli
kurum da Karatay Medresesidir. Karatay
Medresesi, Sultan II. İzzeddin Keykavus
Devrinde yaptırılmış ve Osmanlı döneminde de aktif olarak eğitim vermeye devam
etmiştir. Medrese, Selçuklular Devrinde
hadis ve tefsir ilimleri okutulmak üzere
“Kapalı Medrese” tarzında yaptırılmıştır.
Selçuklu devri taş işçiliğini bütün güzelliği
ile görmek mümkün olan bu medresede
kapısının diğer yüzeylerine seçme ayet ve
hadisler kabartma olarak işlenmiştir.
Bu medreseler içinde yine en göze çarpanlarda biri de İnce Minare’dir. Selçuklu
Sultanı II. İzzeddin Keykavus Devrinde Vezir
Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis
ilmi öğretilmek üzere yaptırılmıştır. Darü-l
Hadis olarak da bilinen medrese, Selçuklu
Devrinin avlusu kapalı medreseleri grubundadır. Doğusunda yer alan taçapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasında yer alır. Kubbe kasnağında kûfi
yazı ile “El-Mülkü-Lillah” “Ayet’el Kürsi”
yazılıdır.
Yine Selçuklu’dan sonra Osmanlı tarafından da kullanılmaya devam edilen bir diğer
medrese ise Sırçalı medresedir. Konya’nın
göz bebeği olan bu tarihi mekan da II. Gıyaseddin Keyhüsrev Devrinde Bedreddin
Muslih tarafından yaptırılmıştır.
Selçuklular döneminin belki de en güzel
görseline sahip olan eğitim kurumu ise
Kırşehir il merkezinde yer alan ve halk arasında minaresindeki yeşil çinilerden dolayı “Cıncıklı Camii” olarak bilinen Kırşehir
Cacabey Medresesi’dir. Selçuklular döneminde Kırşehir Emiri Nurettin Cibrilbin
Cacabey tarafından yapılmıştır. Döneminde astronomi yüksekokulu olarak hizmet
vermiştir. Taç kapısının hemen solunda da
Cacabey’in yattığı türbe bulunmaktadır.
Selçuklu’da tıp ilmine verilen önemin en
göz ünündeki örneklerinden biri de Sivas’taki Şifaiye Medresesidir. Bu medrese
Anadolu’daki Selçuklu hastanelerinin en
büyük olanıdır.
59
www.selva.com.tr
www.facebook.com/selva
www.twitter.com/selvamakarna
www.selva.com.tr/saglikliyasam
60
Çağımızın
En Yok Edici Hastalığı
“İsraf”
Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz!
Çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez.
(A’râf Suresi 7/31)
61
Maalesef yemeyip
kuruttuğumuz
ekmeklerden tutun da boşa
akıttığımız suya hatta
kıymet bilmez bir şekilde
harcadığımız zamanımıza
kadar öyle çok ki
müsrifçe ve hoyratça çöpe
attıklarımız. Kaynakları
gittikçe tükenen dünyanın
en büyük tehdidi… İsraf…
Muhakkak ki israf denilince ilk gözümüzün
önünde canlanan resim bayatlamış veya
küflenmiş ekmeklerin çöp kutularının yanındaki görüntüsüdür. Biraz olsun vicdanımızı rahatlatmak adına “kedi, köpek yesin
sevaptır” diyerek, kendimizi de kandırarak
umarsızca bir poşetle bırakıverdiğimiz en
temel nimet yani. Dost sohbetlerinde sıkça
dilimize dolanan hani şu dünyanın açlıktan
ölen insanlarının olduğu ülkelerini o an
aklımıza pek de getirmeden ama üzüntü
seanslarımızda “ah elimizden gelen bişey
olsa” diye hayıflandığımız ama aklımıza
ısrarla yaptığımız israfı getirmediğimiz “insanlık!” hali…
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının
yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de günde
6 milyon, yılda 2,1 milyar ekmek israf ediliyor. Bu israfın yıllık ekonomik boyutunun
da 1,5 milyar liraya yakın olduğu söyleniyor. Türkiye’de her gün israf edilen 6 milyon ekmekle yaklaşık 6 milyon kişinin bir
günlük ekmek ihtiyacının karşılanabileceğini vurguluyor bakanlık. Bu maddi kayıpla
3 çocuklu 104 bin ailenin geçinebileceğini
ise özellikle vurgularken ekmek israfı nedeniyle yıllık kaybımızın, ihracatında dünya
birincisi olduğumuz un ihraç gelirimize eşit
olduğunu bizzat duyuruyor Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanı’mız.
z Tıraş olurken, diş fırçalarken kapatılan
musluklardan kişi başına yılda 12 ton.
İlgili bakanlık bu konu ile ilgili oldukça kapsamlı kampanyalar yapıyor. Amaç ekmek
tüketimini ihtiyaç seviyesine düşürüp fazladan alınan ekmeğin çöpe gitmesini engellemek. Ama elbette çözüm bireysel başarıyla mümkün.
z Bulaşıkları makinede yıkamaya teşvik bir
çoğumuzu kuşkulandırdığı üzere makine
veya deterjan firmalarının reklamı için değil aslında. Çünkü aksini yapıp elde yıkamaya kalktığınızda haybeye kullandığınız
su bir yıl için tam 40 ton.
İsrafın şekle bürünüp karşımıza çıktığı bir
diğer değerli madde de su elbette. Sırf keyif olsun diye fazladan kaldığımız banyo,
elimizi yıkarken veya dişimizi fırçalarken
haddinden fazla açıp üstüne üstlük de kullanmadığımız zamanlarda kapatmadığımız
musluk… Şöyle bir öz eleştiri yapmaya
kalksak aslında “fazladan su harcamıyoruzdur ki biz, hem olsa olsa birkaç dakikadır yani”. Aslında doğru, çünkü bize göre
gereksiz değil o an kullanılan suyun yeri.
Oysa o birkaç dakika bakın ne kadar değerli.
z Boş yere çektiğiniz tuvaletin sifonunun
sizden yıllık su götürüsü kişi başına 4 ton.
z Evdeki önemsemediğiniz bozuk musluğun
size yıllık maliyeti ise 1 ton.
Bütün bunlar sıradan bir günlük yaşam gününde ilk aklımıza gelenler sadece.
z Dişinizi fırçalarken veya traş olurken aralarda kapatmadığınız su bir yılda 12 ton
ediyor.
Üç tarafımızın denizlerle çevrili olması,
veya şırıl şırıl akan derelerimiz maalesef
“kullanılabilen su” miktarı göz önüne alındığında yeterli olmuyor ülkemiz için. Öyle
ki inanmak istemesek de Türkiye, bu bağlamda dünya listesinin çok alt sıralarında.
Bundaki en önemli pay da hızlı sanayileşme
ve nüfus artışı. O yüzden bunu önlemek de
o “fazlalaşan” nüfusa düşüyor işte.
z “Çok iyi geldi” diye bir dakikacık fazladan
kaldığınız banyonun su israfı yılda 18 ton.
Çağımızın en büyük israfı: Zaman! işlerimizin bir türlü yetişmediğini, kendimizi geliş-
62
tirmek için fırsat bulamadığımızı, hatta dinlenmeye bile zamanımız olmadığını yakınıp
durduğumuz yarım saatlik telefon görüşmeleri var ya işte onlar mesela. Ya da “yarın yine işler yetişmeyecek” diye televizyon
karşısında stresle ve boş boş oturduğumuz
vakitler var ya bi de onlar. Ne kadar da çoğaltılabilir örnekler. Ne yazık ki.
Zamanın kıymetini madden anlatmanın en
kısa şeklini söylemiş Benjamin Franklin :
“Vakit nakittir. ” Aslında günümüzde nakitten çok daha fazlasıdır vakit. Düşünsenize
hızla geçip giden vaktin içinde nakitle sahip
olamayacağımız veya geri getiremeyeceği-
miz şeyler yok mudur? Gençliğimiz gibi…
Çalışmanın, zamanı doğru kullanmanın
önemini anlatan en güzel cümle ise elbette
Peygamber efendimiz tarafından söylenmiştir: “İki günü eşit olan zarardadır. ”
Zamanın kıymetini oldukça vurucu bir dille
anlatan Basralı alim Hasan Basri Hazretlerinin yaşadığı küçük bir an bize belki en
kısa ve keskin yoldan gösterir işlerimizin
doğrusunu:
Hasan Basri Hazretleri katıldığı bir toplantıda
“- Ben demiş, öyle zatlara eriştim ki, onlar
sizin nakitlerinizi harcamaktan çekindiğinizden daha fazla vakitlerini harcamaktan
çekiniyorlardı. Yani ya okuyorlardı ya da
yazıyorlardı. Ya da ibadetle meşgul oluyorlardı. Tek dakikalık vakitlerini dahi boşa
harcamıyorlardı. ”
Sayfalara sığmaz bir derya adeta bu israf
“meselesi”. Üstelik de en acı tarafı ilacının
kendi içinde olması… Yani derdin de dermanın da insandan geçiyor olması…
63
64
ERKAN ŞAMCI
Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY
Eskiden ilginç televizyon reklamları
vardı. Özellikle temizlik maddeleri
ile ilgili olanlar. Evin hanımı neşe
içinde yenen akşam yemeğinden
sonra yorgun argın mutfağa girer ve
üst üste yığılmış bir bulaşık ve ocağın
her yanını sarmış bir yağ tabakasıyla
karşılaşırdı. Tam mutsuz bir şekilde
işe girişecekken birden bire süper
kahraman kılıklı bir adam ortaya çıkar
ve muhakkak elinde tuttuğu yeni bir
yağ sökücü deterjan olurdu. Bu yeni
temizlik maddesinin özelliklerini
bir çırpıda anlatır, dağ gibi bulaşık
göz açıp kapatıncaya kadar biter ve
reklam filmi evin hanımı mutlu mesut
kahvesini yudumlarken sona ererdi.
İşte bu sefer ev işlerinin arasında
bunalmış hanımların birden bire
karşısına çıkan süper kahraman
alışılagelmiş olanlardan bir hayli
farklı. Çünkü bu sefer bırakın yeni bir
deterjan getirmeyi hanımın elindekini
de alıyor. Yerine de yüzde yüz zararsız
ve doğal formüller veriyor. İşte bu
süper kahramanın adı: Erkan ŞAMCI
“Dezenfekte!” ettiğini düşünerek
kullandığımız o mis kokulu temizlik
maddelerinin aslında sadece
mikropları değil bizi de yok ettiğini
söylüyor ünlü ziraatçı. Bu konuyla
ilgili yapılan yanlış bilgilendirmeye de
bir hayli tepkili üstelik. İşte temizlik
yaptığımızı zannederken aslında nasıl
bir kabusa sürüklendiğimizi konuştuk
Sayın Erkan ŞAMCI ile. Aldığımız
yanıtlar gerçekten ilginçti.
65
Bizler her birimiz
insanız ama sayısal
değerlendirecek
olursak aslında
bakteriyiz. Her
birimizin vücudunda
on trilyon insan
hücresi var.
Aile Dostu: Merhaba Erkan Bey. Aslında
hepimiz tanıyoruz sizi ama bir kez de sizin
ağzınızdan dinlemek isteriz.
Erkan ŞAMCI: Ben bir ziraatçıyım ama
şehirdeki bir ziraatçıyım. Tarlalarda, bahçelerde ya da hayvancılıkla uğraşan diğer
meslektaşlarımın dışında ben şehirde özellikle İstanbul’da bir metropolde ziraatçılık
yapıyorum. Bir taraftan da mesleki kariyerimin içerisinde entomoloji, toksikoloji, farmokoloji disiplinlerini de katarak, bunlarla
ilgili eczacılık fakültesinden de dersler alarak ekolojik yaşam uzmanlığı gibi böyle bir
üst format edindim.
A. D. : Peki neden bu kadar çaba? Tam olarak neydi amacınız?
Erkan ŞAMCI: Bundaki temel amacım da
şu idi: Şehirlerde özellikle anneleri ve çocukları doğal hayatın pratikleri ile buluşturmak, o beton yığınlarının asfalt yığınlarının içerisinde kalmış, zamanının yüzde
doksanından fazlasını betonların arasında
geçiren bu insanları doğal bazı objelerle
buluşturabilmek. Mesleğimin ve sorumluluğumun temel amacı bu benim.
Hayatımızda kimsenin yargılamadığı, hayatı kolaylaştırdığı için kayıtsız şartsız hayatlarımıza soktuğumuz, hatta para vererek
soktuğumuz bir sürü zehir. Çocuklarımızı
zehirleyen, annelerimizi zehirleyen bir sürü
yanlış gıdalar. Bütün bunlara bir şekilde insanların dikkatini çekmekti benim amacım.
A. D. : Bu doğrultuda oldukça sık görme
fırsatımız oldu televizyonlarda. Bir hayli
dikkatini çekti bu konu insanların değil mi?
Erkan ŞAMCI: Sağ olsunlar televizyonlar
da bu önemli misyonun farkına vardılar
ve ekranlarını bana açtılar uzun senelerden beri. Bu bakımdan geçtiğimiz yıllarda
Türkiye’nin hemen tüm televizyonlarında
program yapma şansım oldu. Böylelikle de
en azından insanların bazı farkındalıkları
olmasına gayret ettim. Çok şükür de oldu.
A. D. : Bu konu ile ilgili insanlarda bir kıpırdanma, bir hareketlenme oldu değil mi?
Erkan ŞAMCI: Artık insanlar bazı şeyleri
sorgular hale geldi. Hayatımızın içerisinde
insandan başka hiçbir dünyada canlı yok
ki evini zehirle yapsın. Yani günümüzdeki
bu modern binalar insan yaşamı için hiç
elverişli olmayan, insanı hasta eden, kendileri de hasta olan binalar. Bilimde hasta
bina sendromu diye bir şey vardır. Lejyoner
hastalığı denir buna da. Şimdi buradan yola
çıkarak başta evlerimiz bizi hasta ediyor.
Hele de evimizde titiz bir annemiz varsa o
bayağı kasıtlı olarak, ağır olarak bizi hasta ediyor. Ve bunu da “ben titizim ben temizim” üst başlığı altında televizyonlarda
gördüğü bir sürü ürünün faydalı olduğu
zannıyla yapıyor.
A. D. : Aynen öyle. Hepimiz daha iyi temizlemek daha çok dezenfekte etmek adına kullanıyoruz bu ürünleri. Oysa siz faydalı olduğunu zannediyor diyorsunuz. Yani fayda
etmiyor mu? Temiz olmuyor mu evlerimiz?
Erkan ŞAMCI: İnsanlara tuvaletlerinin içerisinden öcüler böcüler, bakteri orduları
yaşıyor intibaları veriyorlar bu reklamlarla.
İşte ondan sonra da falanca çamaşır suyunu dökünce o kötülüklerden kurtulduklarını zannediyorlar. Oysa ki asıl ve gerçek
kötülük o kullanılan malzemelerde. Bunu
şöyle açıklayayım: Bizler her birimiz insanız ama sayısal değerlendirecek olursak
aslında bakteriyiz. Her birimizin vücudunda
on trilyon insan hücresi var. Buna karşılık
ağırlık olarak tam bir buçuk kilogram, adet
olarak da yüz trilyon bakteriden oluşuruz.
Bu bakterilerimiz olmasa bizim yaşama
şansımız hiç yok. Şimdi günümüzde maalesef anti bakteriyel ürünler insan hayatına
sokuldu. Hijyen kavramı insanların hayatına sokuldu, sanki iyi bir şeymiş gibi. Kulağa
hoş geliyor tabii hijyen, mikropsuz ortam.
Halbuki öyle bir ortam, insanların yaşayacağı bir ortam değildir. Yani anti bakteriyel
ürün eğer biz de sayısal olarak bakteriysek
anti insan ürünler demektir. Nitekim o anti
bakteriyel ürünler yüzünden günümüzde
insanlar bu hijyen takıntısına sahip oldular.
Dolayısıyla da bu ürünleri üreten firmaların
bağımlısı oldular. Bu tıpkı sokaktaki çocukları uyuşturucuya alıştırıp bağımlı yaptıktan
sonra ömür boyu onların parasını almaya
teşebbüs eden tacirlerden hiç ama hiçbir
farkı yoktur. Daha da tehlikelisidir bu. Ama
bunu öyle masum, öyle doktorlarla reklamlar yaparak yaptılar ki hiç birimiz farkına varmadan her birimizin evinde bir titiz,
hassas, temiz anne oluştu ve bu anneler
bizi kasıtsız olarak öldürmeye çabalıyorlar.
Çok da gayretliler.
A. D. : Yani diyorsunuz ki yıllardır temizlik
adı altında bilmeden zehirlendik öyle mi?
Erkan ŞAMCI: Tabii. Şimdi annelerimiz sabahtan kalkar kalkmaz bizim hayatımıza
giren şampuanlar, parfümler, kozmetik
malzemeleri, bulaşık ve çamaşırımızı yıkadığımız deterjanlar, ağzımıza aldığımız o
diş macunları, vs. hepsi toplam bir sinerji
yaratıyor. Ne evimizde teneffüs edilebilecek sağlıklı bir hava kaldı, ne sağlıklı bir
giysi kaldı. Çünkü giysilerimizin yapım aşamasında kullanılanlar da kimyasal ürünler.
A. D. : Siz bu konuda gerçekten oldukça
dolu ve tepkilisiniz. Üstelik de haklısınız.
Erkan ŞAMCI: Hal böyle olunca birilerin bu
konuda uyarılar yapması, insanları uyarması, bizim paramızı alarak bizleri hasta eden
ürünlere dikkatini çekmesi lazım. Şimdi
dediğim gibi buradaki en büyük sıkıntı hijyen takıntısıdır. Hijyen normal koşullarda,
normal insanların ya da yaşam ortamının,
evin bir sorunu değildir. Hijyen sadece
ameliyathanelerin sorunudur. Orda insanların vücudu açılır, vücudumuzu koruyan
derinin koruması kalktığı için ortamda gerçekten hiçbir mikrop, virüs, bakteri, mantarın olmaması lazım. Dolayısıyla hijyen ihtiyacı vardır. Eğer öğlen mutfak masanızda
açık kalp ameliyatı yapmayacaksanız hiçbir
ev kadınının hijyenle işi olmaması lazım.
Bu hijyen ürünleri vücudumuzda bizleri
koruyan tüm bakterileri de öldürdüğü için
bizi yaşama karşı savunmasız bırakıyorlar.
Yani korkutulduğumuz şeyler aslında sağlığımız için gerekli olan şeyler. Ama ne yazık ki herkes o ürünlerin koca koca büyük
firmalar tarafından satılması hatta çoğunun eczane ortamında satılması insanlara
bir güven veriyor. Yani denilen şudur: “Bu
ürünler zararlı olsaydı devlet satışına izin
66
Erkeklerin başında
saç kalmadı ve
çocukları olmuyor
çünkü spermleri
geçtiğimi kırk seneye
göre yüzde yetmiş beş
azalmış durumda.
vermezdi. Ya da eczanelerde satılmazdı. ”
Gibisinden insanların içlerini ferahlattıkları
düşünceler var. Oysa bilmedikleri şey şudur: Bu tarz ürünler devletin denetiminde
üretilmezler bunları üreten firmalar sadece beyan etmekle yükümlüdür. Yani ben şu
diş macununu yapıyorum der bir dilekçe
verir ve yapar. Bunun içerisine çocuklar
için kullandığı madde aynı zamanda bir
fare zehridir. İçerik olarak baktığımızda da
içerisine tatlandırıcı katılmış deterjandan
başka hiç bir şey değildir.
A. D. : Yani şimdi çocuklarımızı veya kendimizi daha sağlıklı yapmaya çalışırken aslında zehirliyoruz öyle mi?
Erkan ŞAMCI: Elbette. Yani bir anne çocuğuna” hadi çocuğum dişini fırçala” dediğinde aslında “hadi çocuğum git zehirlen, git
biraz deterjan ye” demekle aynı şeyi söylemiş olur. Ya da çocuğun odasına sinek
zehirlerini sıkıp “çocuğum odanı ilaçladım, sinek ilacı sıktım” diyerek zehrin adını
üreticiler ilaç koyduğu müddetçe bunları
kullanan insanların içi rahat edecektir.
“Ben odayı ilaçladım” diyecektir. Ya da
“ben böcek ilacı kullandım” diyerek bütün
apartmanın toplu olarak profesyonel zehir
kullanan, bence katil, firmalar tarafından
evin, apartmanın, oturan yüzlerce insanın
zehirlenmesi, bunun adına da böcek ilacı
yaptırdık denmesi kadar insanoğluna yapılmış büyük bir katliam yoktur.
A. D. : Peki kullanılan bu sizin tabirinizle
zehirlerin insanda bıraktığı sonuç nedir?
Ya da başka bir deyişle aslında biz bu sonuçları nedenini başka şeyler zannederek
yaşıyor muyuz yoksa?
Erkan ŞAMCI: Muhakkak ki öyle. Bütün
bunların neticesinde solunum yetmezliği,
astımlar, alerjik durumlar, annelerin ellerindeki egzamalar, bütün baş ağrıları,
kanser gibi olayların hepsini toplamında
tuttuğunda aslında kadına yapılan en büyük
şiddetin, kadının böyle bir hijyen takıntısıyla eline çamaşır sularının, deterjanların ve
bütün bu kimyasalların hatta kozmetiklerin verilmesiyle ortaya çıktığıdır. Kadınlar,
şiddeti kendilerinin para vererek gönüllü
olarak aldıkları ürünlerde aramaları lazım.
Çünkü son elli senede hayatımıza sokulan
seksen beş bin kalem kimyasal maddenin
bizim hayatımızı kolaylaştırdığını düşünüyorken, işte kozmetiğimizden, temizliğimizde, gıdalarımızın içine koruyucu adıyla
sokulmuş ya da genleriyle oynanmış gıdalar hayatımıza sokuluyorken gerçekten
asıl şiddet, çocuklarımızı kendi ellerimizle
zehirlediğimiz bu ürünlerdedir. Asıl şiddet
diş macunundadır, asıl şiddetin en büyüğü
çamaşır suyundadır, o kullandığımız çamaşır - bulaşık deterjanındadır. Yani işte
bir damlasıyla üç yüz beş yüz tabak yıkıyoruz diyen firmanın yaptığıdır kadına şiddet.
Çünkü en çok bu ürünlerle muhatap olan ve
bu ürünleri çocuklarının hayatına sokan, o
anne şefkatiyle, anne korumacılığıyla eline
yanlış ürün verilmiş olan annedir. İlk önce
onları bilinçlendirirsek bir parça bu hijyen
takıntısından vazgeçirebilirsek sorunu halledebiliriz biraz.
A. D. : Peki nasıl olacak bu? Her hangi bir
temizleyici olmadan mı yapacağız temizliğimizi?
Erkan ŞAMCI: Hayır tabii ki. Bütün bu
ürünlerin hepsinin de doğal alternatifleri
vardır. Basit alternatifleri vardır. Aslında
her zaman söylediğimiz gibi ekolojik yaşam
ekonomik bir yaşamdır. Aslında sağlıklı bir
yaşamdır. Bu tarz çok basit ürünlerle hayatımızı tertemiz edebilecekken çok ağır kimyasallarla temizlediğimizde aslında görülür
kirleri yok ederken evimizi kimyasal olarak
zehirleriz.
A. D. : Bir de biraz evvel konuşmanızın arasında “oturduğumuz binalar evler bile bizi
hasta ediyor” dediniz. Bunu biraz açabilir
misiniz?
Erkan ŞAMCI: Şimdi şöyle, yeni yapılan
binaların camları bile açılmamaktadır, dışarıdan da kullanılan inşaat kimyasalları içeriye beş - on sene zehir verebiliyor.
Kullandığımız eşyalardaki mobilya cilaları
da çok uzun seneler ortamı zehirliyor. Yer
döşemelerinde kullanılan laminant parkelerin içinde formandezit gibi ağır bir zehir
vardır. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi evlerimizde ısı tasarrufu sağlayacağız diye
binalarda mantolama, çift camlı binalar
vesaire yapılırken sadece enerji tasarrufuna dikkat edilir, o evin yeterli hava alması
engellenir.
Bir de evlerimizde yemeklerimizi doğal
gazla pişirmiyor muyuz? Peki o gazlar nereye gidiyor? Evin içine yayılıyor. Evin içine
bir tane sinek girdi diye evin her tarafına sinek zehirleri sıkıyoruz, efendim güzel koksun diye her üç dakikada fıs fıs diye evin içine güzel koku veren ama o güzel kokunun
kamuflajı altında evimizi zehirleyip solunum yollarımızı tıkayan o zahirleri de kattık
mı kattık. İşte bütün bunlara karşın şehir
hayatındaki insanların hala ayakta kalabil-
melerine gerçekten çok şaşırıyorum. Ama
şu da kesin ki artık kadınlar dokuz ay on
günde doğuramıyorlar, o kadar süre içinde
bebekler bekleyemiyor. Yedi aylık, sekiz aylık doğuyor çocuklar. Kadınlar artık normal
doğum yapamıyorlar, anatomileri bile bozuldu. Vücut şekilleri bozuldu. Hepsi ameliyathanelerde karınları yarılarak, o doğal
süreci hiçbir şekilde yaşayamadan sezaryenle çocukları oluyor. Erkeklerin başında
saç kalmadı ve çocukları olmuyor çünkü
spermleri geçtiğimiz kırk seneye göre yüzde yetmiş beş azalmış durumda. Şimdi bütün bu çerçeveden baktığımızda hayatımıza
soktuğumuz bu masum gibi görünen kimyasalların verdiği tahribatın en büyük savaşlarda bile olmadığını görebiliriz. Bizler,
para vererek bu zehirleri aldığımız müddetçe, onları mahsup ettiğimiz müddetçe
televizyon reklamlarında gördüğümüz her
şeyi sorgusuz sualsiz hayatımıza kattığımız
müddetçe bundan sonrası çok daha kötü
olacaktır. İşte, ben bir bahçıvan tulumu giyip, boynuma bir fular takıp böyle bir üniforma dahilindeyim ya çünkü bazı işler ciddi
işlerdir. Polislik, jandarmalık, askerlik gibidir. İşte, gerektiğinde kanal kanal gezerek
gerektiğinde radyolarda, televizyonlarda,
gazetelerde, dergilerde sürekli olarak insanları bu konuda uyarmak gibi mesleki ve
insani bir sorumluluğumu yerine getirmeye
çalışıyorum. Ümit ediyorum ki hassas annelerin bazı şeylerin farkına vararak doğal
yaşam pratiklerini uygulamaları, vermeleri
ve öğretmeleri hepimize farklı güç katacaktır. Çünkü bu konuda annelerin o koruyucu gücüne, enerjisine ihtiyacımız var.
A. D. : Zannediyorum bu konularla ilgili yayınlarınız da var değil mi?
Erkan ŞAMCI: Çıkmış olan “ Ekolojik Temizliğin Kitabı “ diye bir kitabım var piyasada. Bu yaz sonuna doğru da “Ev Kadınının
Altın Kitabı” adı altında bir kitabım çıkacak.
Yine çocuklar için bir ekoloji kitabı yazıyorum. Onlara doğayı sevdirecek, doğayla
buluşturacak bir kitap yazıyorum. Çünkü çocuklarımız artık hiç ağaca çıkmadan
büyüyor, hiç toprağa basmadan büyüyor.
Küçük çocuklar artık çileği falan fabrikada
yapılıyor zannediyorlar. Topraktan, doğadan, ağaçtan haberleri bile yok. Hepsi yazık
yavrularım android gibi oldular, uzaylı gibi
oldular ekranların başında. Çünkü evden
alıyor bir servis onları okula götürüyor,
kreşe götürüyor, tekrar kapıdan alıp eve
getiriyor. Yani çocuğun doğadan, topraktan,
mahalleden, top koşturmaktan haberi yok.
A. D. : Erkan Bey bir de güneş sorunu var.
İnsanlar korkuyor artık güneşten değil mi?
Doğru mu bu, ne yapmak lazım?
Erkan ŞAMCI: Çok önemli evet bu da. Çünkü insanları güneşten korkutmaya başladılar. İşte “güneş zararlıdır, bilmem kaç
67
Bilimsel hiçbir yapısı
olmayan titanyum oksit,
çinko oksitleri vücudumuza
sürüp bunlar güneşten
korur, güneş zararlıdır
falan diyorlarsa, bunlar
bizi yakında yer altına
sürüp toprağın altında
yaşatacaklar.
faktör koruyucular sürün çocuklarınıza
da sürün, başka türlü güneşe çıkmayın
“ gibi bir aymazlık var. Güneş düşman
değildir. Güneşten korunmanın yolu
kimyasalları vücudumuza sürmek değil beyaz bir t-shirt ve şapka giymek ve
güneşin tam tepede olduğu saatlerde
güneşe çıkmamaktır. O bakımdan güneşten korunan çocukların gelişmesi,
büyümesi, kemiklerinin sağlam olması, ağzında diş olması ya da hanım
efendilerin yaşlandığında dik durması
güneşsiz ortamda mümkün değil. Hepsi “S” şeklinde iki büklüm olmaya mahkumdur. Bu güneş koruyucuları sürüp
D vitaminini aktive ederek vücudumuza
verdiği enerjiden de yoksun olursak
zaten elimizde bir şey kalmaz. Zaten
bütün bunları yapanlar ve söyleyenler
hepsi maalesef ilaç sanayinin kuklalarından başka hiçbir şey değildir.
Bilimsel hiçbir yapısı olmayan titanyum oksit, çinko oksitleri vücudumuza
sürüp bunlar güneşten korur, güneş
zararlıdır falan diyorlarsa, bunlar bizi
yakında yer altına sürüp toprağın altında yaşatacaklar. Ama maalesef ki para
bilimsel faşizmi ortaya getiriyor. Bütün bunları söyleyenlere baktığımızda
profesör ünvanı altında söylediklerini
gördüğümüzde onlara inanıyoruz ama
bilmiyoruz ki onlar ilaç sanayinin kuklalarından başka hiçbir şey değildirler.
Sadece parayı aldıkları kişilere hizmet
ederler. Söylediklerinin önemi yoktur
çünkü zaten bu işten de anlamazlar.
Bu güneş konusu beni gerçekten çok
üzen bir konudur. Eskiden bir laf vardı:
Güneş dışarda olduğu müddetçe çocuk
evde olmayacak diye. Çünkü sokakta
oynaması o çocuğun sağlıklı olmasının
yegane sebebidir. Evlerin içinde böyle
kimyasalları soluya soluya böyle obez
olan bir sürü tosuncuklarımız oldu. Allah yardımcısı olsun o çocukların çünkü dünyadan bihaberler.
A. D. : Bir de sizin söylemiş olduğunuz
çok güzel bir cümle var bununla da ilgili bize bir şeyler söyleyebilir misiniz:
“Yemek yemeye niyet etmek. ”
Erkan ŞAMCI: Aaa evet çok önemlidir
bu da. Bakın şöyledir: Yemek yemenin
organik ve ekolojik olması çok önemlidir. Ama yemek yemenin de bir organik
tarafı vardır. Yani yemeği ayakta fast
food tarzı hızlı bir şekilde, yemeğe bile
bakmadan, ya televizyon seyrederek ya
bilgisayar başında yediğinizde yediğiniz
yemeklerin faydasından istifade edemezsiniz. Bu bakımdan yemeğinizle
göz göze gelip yemek yemeye niyet ettim demek şudur: Beyninizde, mideniz
için gerekli olan sindirim enzimlerinin
oluşmasını sağlamaktır. Siz o niyetle
baktığınızda ağzınız sulanmaya başlar,
tükürük enzimleriniz çıkmaya başlar.
Çünkü yemek yiyeceksinizdir onun için
vücudunuzda da bazı enzimler ortaya
çıkmalıdır. Farkına vararak yani niyet
ederek yemeye başladığınızda bu enzimler çıktığında bu yiyeceklerin bütün
vitaminin emilimini sağlarsınız. Mide
asitleri yerli yerine geldiği için, niyet
edildiği için her hangi bir hazım sorunu
yaşamazsınız çünkü mide onu bekliyordur. Şimdi dikkat edin şöyle bir şey
vardır: Bir insan arkadan vurulur ise
ölür. Önden vurulduğunda ise yaşama
şansı çok fazladır. Neden biliyor musunuz? Darbenin geldiğini ya da herhangi
bir tehlikenin geldiğini görürseniz vücut ona göre tedbirini alır. Yani vücut
kendini korumaya programlıdır. O bakımdan yemek dahi yerken, ekolojik
yemek, niyet etmek, ona bakmak, göz
göze gelmek ve ondan sonra lokmayı
ağzınıza alıp yeterince çiğnemek, yavaş
yavaş yutmak, onun lezzetini, tadını ve
aynı zamanda da vitaminlerini almak
demektir. Hatta kilo almamanın, ne
yerseniz yiyin kilo almamanın tek koşulu budur.
68
ERKAN ŞAMCI’dan
DOĞAL VE ZARARSIZ FORMÜLLER
• Parkeleri silerken : Suyun içine arap sabunu koymanız yeterli. Eğer ‘illa da hijyen’ diyerek bu konuda takıntınız var ise
bir yemek kaşığı boraks da ilave edebilirsiniz. Çünkü boraks
bir ameliyathaneyi bile dezenfekte edebilecek güçte, en doğal
dezenfektandır. Asla zehirli değildir.
• Kireç çözücüler yerine: Çaydanlık, su ısıtıcıların içine bir tutum limon tuzu koyup kaynatabilirsiniz. Kirecin hızla çözüldüğünü görüp şaşıracaksınız. Sirke de aynı işlevi görüyor. Ayrıca
sirkeli su kaynatılan evde kötü kokular yok olur, havadaki zararlı mikroplar ölür. Özellikle bulaşıcı hastalık yaşanan evlerde sirkeli su kaynatmakta fayda var.
• Oda spreyi ve aynı zamanda sinek kovan sprey: ...Bunun yerine pencerelere sinek teli yaptırmak ve bir fısfısın içine su ve
50-60 damla limon yağı koyarak odaya sıkmak zehirsiz çözümdür.
• Güzel kokulu farklı bir sprey tarifi: Taze nane, kekik, limon
kabuğu, karanfil, biberiye, soğuk su, hepsini kapalı bir kapta
her gün bir kaç kez çalkalayarak 30-40 gün bekletin, sprey şişesine süzüp kullanın
• Fareler için: Ceviz kadar pamuk alınır ve elde yuvarlanarak
küçük bir top yapılır. Bunun üstüne30-40 damla nane yağı dökülür ve farelerin olabilecekleri yerlere konur. Nane kokusunu duyan fareler orayı terk eder...
• Oryantal hamam böceği için: Çok dayanıklı ve en uzun yaşayan canlılar arasındadır. Hafızaları iyidir. Ev sahibiyle yabancıları dahi ayırt edebilirler. Genelde geceleri herkes uyuduktan
sonra çıkarlar. 2 ay açlığa, 10 gün de susuzluğa dayanabilirler.
Kafaları koptuktan sonra bile 10 gün yaşarlar. Başı koptuğu
için değil, su içemedikleri için ölürler. Defne yaprağı, okaliptüs, sarımsak, nane yaprağını, karbonatı, sirke ve limonu hiç
sevmezler. Bunlardan bir ya da birkaçını böceklerin çıktığı
yerlere koyabilirsiniz. Bir de onlar için tuzak yem hazırlayabilirsiniz. Haşlanmış patatesin içine yumurta sarısı (iki yiyeceği
de çok seviyorlar) bir miktar da boraks koyup hamur hâline
getirin. Minik minik toplar yaparak böceklerin genelde çıktığı yerlere koyun. Boraks onların ölmesini veya ortamlarından
uzaklaşmalarını sağlayacaktır. Onlarla mücadele etmediğinizde ise bir çift böcek 1 yılda 200 bin adede ulaşır. Yaptığınız
mamanın başka hiçbir canlıya zararı yoktur. Boraks toksik (zehirli) bir madde değildir.
• Karıncalar için: Karınca için ise şöyle diyelim. Karıncalar
açıkta yiyecek ve su buldukları evlere giderler. Kırıntılar onlar
için yemek daveti etkisi yapar. Buna dikkat edilirse ve eve girdikleri yere toz kireç ile bir çizgi çizilirse sorun barışçı yoldan
çözülür.
69
70
SONBAHAR ZAMANI
RENGÂRENK
AKSESUARLAR
ZAMANI
HADİ BAKALIM ŞİMDİ RENGARENK YELEKLER,
TRENÇKOTLAR, ŞALLAR ZAMANI… SADECE BİR T-SHİRT
İLE GEÇİRDİĞİMİZ, AKSESUARDAN FAKİR YAZ AYLARI GİTTİ
NİHAYET. ARTIK SONBAHARIN HAZAN SARISINI CAPCANLI
RENKLERLE HAREKETLENDİRME ZAMANI. ŞİMDİ BAHARIN
AKSESUAR ZAMANI…
71
Şık giyinmenin belki de en kolay olduğu
mevsimdir sonbahar. Sade bir bluzu hareketlendirdiğiniz bir fular birden sizi günün
en şıkı haline dönüştürebilir. Ya da elbisenizin üzerine dağınıkça atıverdiğiniz bir şal,
rengarenk bir neşeye sokabilir sizi. Mevsimin kararsız havalarında sıcak soğuk dengesini kurmanızda şöyle tarz bir trençkot
da başrolü oynayabilir belki. Bütün bunlara
bir de bu sezonun modası olan desen ve
renkleri de eklediniz mi bir moda fenomenine dönüşmeniz işten bile değil. Öyleyse
hadi bakalım bu sene bize nasıl enteresan
bir çeşit cümbüşü sunmuş. Sonra mı? Sonra karar sizin.
Metalik Renkler
2014 ilkbahar modasından kalma metalik
renk ile derinin birleşimi, 2014 sonbaharında da oldukça etkili olacak gibi. Ünlü modacıların bu sezon için hazırladıkları özellikle
ceket tasarımlarının başında metalik renkli
deri ceketler geliyor. Özellikle metalik altınlara dikkat.
Elbiselerin Savaşı
Elbette her mevsim olduğu gibi bu mevsim de elbisesiz düşünülemez. Şıklığın en
büyük kurtarıcısı olan elbiseler bu sonbaharda iki farklı ve zıt tarzda çıkıyor karşımıza. Bir tarafta yerlere kadar uzun triko
veya örme elbiseler var. Rahat giyinmekten
hoşlanan, konforuna düşkün hanımların
gözdesi olmaya aday bu elbiselerde hakim
renk pastel tonlar.
Ringin öbür tarafında ise 1960’ların romantizmini iliklerinize kadar hissetmenizi sağlayacak kol boyu uzun, etek boyu biraz kısa
tek parça elbiseler var. Rakibinin aksine oldukça canlı renklere sahip bu elbiseleri ise
lace-up çizme ve botlar ile kombinlerseniz
harika bir görünüme erişebilirsiniz.
Sokakta Neler Oluyor?
Bu sonbahar, sokak modasında da bir hayli
iddialı. Bu sene skinny denim jean parçalar
pastel tonlardaki trençkotlar ile kombinlenecek. Sokak modasının bu yıl ki mevsim
aksesuarları çizmeler. Renkleri ise, pastel
mavi ve yeşil tonları olacak. İlla ki dikkat
çekici bir etki istiyorsanız da yılan derisi desenli pastel mavi veya yeşil tonda bir çizme
bunun için biçilmiş kaftan.
Veee Kurtarıcı Aksesuarlar!
Genel olarak mevsim modasına bir göz attık ve bu sonbaharın trendleri ile ilgili biraz
fikrimiz var artık. Ve görüyoruz ki iş yine
başa düştü. Görünüşümüze biraz değişiklik, tarzımıza biraz değişiklik katmak için
kolları sıvama vakti.
Rengârenk Kolyeler
Eğer kıyafet seçiminiz elbise veya bluzda
pastel renklerden yana olduysa işte sizin
kurtarıcınız capcanlı parçalarla bezenmiş
hatta renk renk taşlı kolyeler. İster uzun
ister kısa kıyafetiniz hangisini kaldırıyorsa onu seçebilirsiniz. Ama dikkat etmeniz
gereken en önemli nokta bu görsel olarak
bir şöleni çağrıştıran kolyelerinizle beraber
sallantılı ve hareketli küpelerden kaçınmalısınız. Yoksa bu sizi ayaklı bir takı tezgahı
gibi gösterebilir. Aman dikkat!
Uzun ve Geniş Şallar
Şalda da tıpkı takılarınızda olduğu gibi zıtlığı yakalamanız önemli. Malum modada
zıtlıkların hakimiyetini yaşıyoruz kaç sezondur. Pastele karşı canlı renk uygulaması şallarda da şart. Darmadağınık şöyle tek
omzunuzdan bırakıvereceğiniz büyükçe bir
şal basit bir elbiseyi bile bir moda şaheserine dönüştürebilir. Hele ki şalınızın renginde kullanacağınız bir küpe veya bileklik bu
şıklığı katmerleyebilir.
Yüzük İnce ve
Önemli Bir Detaydır
Bir kıyafeti tek başına bile kurtarabilecek
enerjiye sahip tek aksesuardır bence yüzük. Basit ve tek renk bir bluz bile doğru
seçilmiş bir yüzükle harikulade görünebilir. Ama yüzük seçimini belirleyen şey tek
başına kıyafetiniz değildir elbette. İşte ellerinizin yapısına göre bu seçimde dikkat
etmeniz gerekenler.
Güçlü ellere sahipseniz orta boylu yüzükler kullanmalısınız. Parmaklarınız kısaysa,
takacağınız yüzüğün taşının uzunlamasına
ve çok göze batmayan bir renkte olmasına
özen göstermelisiniz. Böylece eliniz daha
uzun görünebilir.
Parmaklarınız inceyse ebatları büyük, tamamlayıcı tarzda yüzükleri tercih etmeniz
faydanıza olacaktır.
72
Bir Çift Küpe
Bazen Her Şeydir
Her halükarda şık olup bu durumu
riske atmak istemeyenler için elbette bir çift küçük inci küpenin başarısını çoğu zaman bir başka tarzın
yakalaması çok zordur. Ama bu inci
de öyle her durumda kullanılmaz ki.
Özeldir vesselam. Bu sebepten biraz
daha yenilikçi bişeyler denemenin
belki de tam zamanıdır.
Küpe seçiminin
önemi bütün
dikkati yüzünüze
toplamasından
gelir. Bu sebepten
de doğru tercih
güzelliğini açısından
vazgeçilmezdir.
Hani şu dolabınızda üç sezondur durup duran siyah elbiseyi kurtaracak
bir çift zümrüt yeşil mesela. Ama
tabii ki bu küpe seçimi dediğimiz şey
de renk kadar öncelikli detaylar gizler. O zaman kısaca bir göz atalım.
Mesela eğer zarif bir yüzünüz varsa
seçeceğiniz küpe de en az sizin kadar zarif olmalıdır. Yuvarlak bir yüz
yapısına sahipseniz sizin için en uygun olan küçük küpelerdir. Ancak
her yuvarlak hatlı yüz, kulak takısını
kaldırmayabilir. Bunu öğrenmenin
tek yolu ise denemeniz. Yüzünüz inceyse uzun, sarkık takılardan kaçınmalısınız. Yoksa bunlar yüzünüzün
daha da uzun görünmesine neden
olur ki bunu hiç birimiz istemeyiz.
Ve İşte Aksesuarın
Baş Tacı: Fular
Ne giymiş olursanız olun, tabii bir
gece elbisesi değilse giydiğiniz, fular
mütemadiyen kullanabileceğiniz nadir aksesuarlardan biridir. İster işe
giderken, ister spora giderken, ya
da isterseniz arkadaşlarınızla buluşmaya giderken nerede olursa olsun
bir fular muhakkak size eşlik edebilir. Bu da sizi bambaşka bir havada
gösterebilir.
Yürüyüşe, koşuya veya platese gidiyor olun saçlarınıza bağlayacağınız
bir fular hem spor bir şıklık yakalamanıza hem de spor boyunca saçlarınızın sizi rahatsız etmesini engellemeye yardımcı olacak. Bununla ilgili
fular bağlama modellerine internetten de ulaşabilirsiniz üstelik.
Saçta fular uygulamasının bir diğer
yolu da romantik tarz. 1970’lerdeki
Türk filmlerinden fırlamış masum
bir romantizm peşindeyseniz eğer
bu tam da size göre. Üç parmak kalınlığında katlayıp kaküllerinizin hemen gerisinden bağlayıvereceğiniz
bir fular sizi hem daha enerjik gösterecek hem de daha genç. Denemekte fayda var.
Haftanın son günleri artık ve kıyafet
seçmek için enerjiniz bitmiş durumda. Ama öte yandan herkesin belleğine iyice yerleştirdiğiniz “şık kadın”
imajınız da zedelensin istemiyorsunuz. Öyleyse küçük bir fular bu günün kahramanı olabilir. Mesela gri
pantolonunuzun üzerine giyeceğiniz
siyah t-shirtün vasatlığından sizi
kurtarmak için kırmızı-lacivert-beyaz desenli bir fular sizi taptaze bir
görüntüye bürüyebilir ya da beyaz
gömleğinizin yakalarının altından
geçirip uzatıvereceğiniz uzun sarıbeyaz bir fular da bi bakmışsınız tam
da günün içeriğine uygun olmuş.
Gelelim hafta sonu şıklığına. Arkadaşlarla gidilecek bir sabah kahvaltısında beyaz bluzunuzun üzerine iki
kez doladığınız capcanlı renkte bir
fular sizi günün gözdesi yapabilir.
Ya da öğleden sonra buluşması için
tercih ettiğiniz şu çiçekli elbisenizin
üzerine incecik, pastel tonlarda bir
fular elbisenin çocuk tarafını ortadan
kaldırmaya birebir olabilir.
İstediğiniz her kıyafeti sanki özel
olarak tasarlanmış bir kombine dönüştürmek aslında bu kadar basit.
Önemli olan doğru renge doğru fular. Yani şık olmak için öyle bir dolap dolusu elbiseye ihtiyacınız yok.
Değişik renk ve ebatlarda alacağınız
fularlar sizin için yeter de artar bile.
Üstelik de her bütçeye göre.
Hadi bakalım bu sene aksesuarlar
sonbahar çok daha keyifli geçsin
diye…
73
74
GEÇMİŞİN
MOBİLYADAKİ
YANSIMASI
COUNTRY
MOBİLYA
COUNTRY, YENİ NESİL MOBİLYA TASARIMINDA FARKLI TARZLAR SUNUYOR.
75
Country tarzı, hem
içinizi ısıtacak
hem de ortamda
bir eskiye gitme,
yaşanmışlık
duygusunu
net bir şekilde
yaşatacaktır.
İster Avrupa, ister Amerika, ister Japonya...
Son dönemlerde kapılarını açan uluslararası mobilya fuarlarında gözlemlenen en
çarpıcı trend yetmişli yılların tasarımlarına
dönüş oldu. Akıl karıştırıcı tasarımlar, çok
canlı ve çarpıcı renkler bu yeni akımın en
belirgin nitelikleri. Yeni nesil mobilyaların
dikkat çeken bir diğer özelliği de çok amaçlı olmaları. Artık mobilyaların asıl kullanım
amaçlarının yanı sıra farklı ve dikkat çekici
özelliklere de sahip olmaları gerekiyor.
Tabi son dönemlerin gözde dekorasyon
tarzlarından birisi de “Country” denilen dekorasyon modeli. Country yöresel evlerin
ve eskiyi anımsatan tarzların bulundurulduğu dekorasyon modelidir. Bu ortamlar
sıcak ve huzur dolu olmakla birlikte kişilerin üzerinde eskiyi anımsatan bir durumu
vardır. Amerikan, İngiliz ve Fransız usulü
en çok bilinen Country tarzlarıdır. Kıvrımlı
mobilyalar üzerine ince motiflerle işlenmiş
dekorlar ve açık renklerden oluşan uyum
son derece görülmeye değerdir. Hem içinizi
açarken hem de ortamda bir eskiye gitme,
yaşanmışlık duygusunu içerdekilere net bir
şekilde yaşatacağından emin olabilirsiniz.
Country Mobilya trendini mobilya sektörü-
nün önde gelen isimlerinden Timuçin Çınar
ile konuştuk.
“Country Mobilya” denildiğinde nasıl bir
mobilya çeşidini zihnimizde canlandırmalıyız?
12 yıldır biz özellikle Country Mobilya üreticisiyiz. Country Mobilya’da son 15 yıldır
ülkemizde üretim başlatılmış fakat son 4
yıl öncesine kadar henüz geliştirilmemiş.
Country mobilya açıkçası Masif Mobilya’dır.
Nihayetinde ülkemizde Masif Mobilya ve
Country üreticisi toplam 4 veya 5 firmayız. Masif ve Country tüketicisi belli adresleri tespit edip ulaşabiliyor nihayetinde
üreticisine. Fakat tüketicilerde Country
Mobilya’nın ne olduğunu bilmeden bir tüketim başladı. Hızlı bir tüketim başladı. Bu
nedenle birçok atölye sözde Country Mobilya üretimine gitti. Bu da tabi tarzla alakalı
bir çelişki yarattı toplumda. En nihayetinde
dediğim gibi Masif Mobilya, Country’nin
özüdür.
Country tarzda mobilya alırken nelere
dikkat etmeliyiz?
Country son 100 yıldır Fransa’da “Provincial” dediğimiz bölgede çok benimsenip
özellikle beyaz renklerde tercih edilip gü-
nümüze kadar taşınmıştır. Ağaç kalitesini,
boya kalitesini ve satış sonrası desteği alabilecekleri firmaları tercih etmek zorundalar. Ağacın fırınlanması gibi teknik açıdan
detaylara dikkat etmeleri gerekli olduğu
için firma, ürünün kullanım kılavuzunda
ve etiketinde masif mobilyanın hangi ortamlarda, hangi şartlarda kullanılabileceği
yönünde hem bilgi hem de garanti sunması
gerekiyor.
Şöyle ki yüzde yüz masif üretiliyor. Özellikle Kanada’dan getirilen Huşu ağacını tercih
etmekteyiz. Bunun yanı sıra yine çamgillerden olan ladin ağacı tercih edilmekte. Fakat
nihai tüketici masif mobilya aldığı düşüncesiyle çok uygun fiyata kaplama ürünler de
alabiliyor. Bu, çok ciddi sıkıntılara neden
oluyor. Peki, neye dikkat etmeleri lazım?
Her şeyden önce ürün aldıkları firmaları
doğru tespit ve tercih etmeliler. Tüketiciye
ağacın kendisinin olduğunu hissettirmek
yani sunmak gerekiyor. Fakat tüketici ağaç
aldım düşüncesiyle kaplama ürün alabiliyor. Bu da yine son olarak markaya olan
güvenle alakalıdır. Bunu göz ardı etmemeleri gerekiyor.
76
Kıvrımlı mobilyalar
üzerine ince
motiflerle işlenmiş
dekorlar ve
açık renklerden
oluşan uyum son
derece görülmeye
değerdir.
Hangi dönemde alınması lazım Country
mobilyanın?
Geçtiğimiz yıla kadar Country Mobilya tercihi özellikle ekim ve mart ayları arasında
tercih ediliyordu. Özellikle ağustos, eylül
ve mart ayları arasında, 50 yaş üstü insanların tatil dönüşlerinde evlerini tadilat
ve dekorasyon anlamında yenileme isteği
belirleyici oluyordu. Fakat yavaş yavaş topluma inmeye başladı bu tarz. Son iki yıldır
genç nesil dediğimiz genç tüketiciler de
artık “provincial” ve “lükens” tarzı ürünleri
benimseyip kabullendiler. Onlar da tercih
etmeye başlayınca tabi biraz da halk tabiriyle düğün sezonu dediğimiz özellikle mayıs-ağustos ayları arasında çok fazla tercih
edilmeye başlandı.
Peki, kumaşa da dikkat etmek gerekir mi?
Eskiden standart mobilya satıcıları, stan-
dart apartman daireleri vardı. İnsanlar
geliyordu, 1 yatak odası 1 yemek odası alıp
çıkıyordu. Fakat son 3-5 yıldır inşaat ve yapılanmaya dair işler artık mimari destekli
projeye taşındı. Oraya da gelmek zorunluluğunu hissettik. Biz de bu anlamda kendi
bünyemizde mimari destekler verip projeli
çalışmalar yapmaktayız. Dekorasyon en
güzel tercih fakat “dekoru bir yere danışalım” gibi bir şey çıktı artık sektörümüzde.
Çünkü her imalatçı “Ben bunu yapıyorum,
ben bunun kumaşını seçiyorum mantığıyla”
yanlış Country ve Masif Mobilyayı insanlara
alternatifsiz olarak sunabiliyorlar.
Country Mobilyanın ömrü ne kadardır?
Evladiyeliktir. Ama biz bunu satarken de
tüketiciyi bilgilendirmek zorundayız. En nihayetinde Masif ağaçtır. Biz her ne kadar
mükemmelini yapma gayretini gösterirsek
gösterelim % 5 oranında sorunlarla karşı-
laşabiliyoruz. Ama kullanım dışında ağacın
çalışması bizim hatamız ise zaten 5 yıla yakın bir garanti belgesi vardır; o süre içerisinde biz tüm tedariğini sağlıyoruz, önlemini alıyoruz. Yeniliyoruz yeri gelirse.
Country Mobilya’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Yeni oluşturulacak isimlerle yeni oluşturulacak konseptlerle söz konusu tarzı çok
daha farklı bir şekilde lanse etme şansına
sahibiz. Çünkü üretim her noktada yeniliğe
açık bir nokta. Bu noktada umarım önümüzdeki yıllarda Country ve Masif Mobilya
daha iyi yerlere gelecek ama içinde bulunmuş olduğumuz süreçte yine hakkettiği
noktada değil ne yazık ki.
77
78
BİR ZAMANLARIN NAMLI,
BUGÜNÜN SESSİZ ŞEHRİ
NİĞDE
SELÇUKLU’NUN BU KIYMETLİ ŞEHRİ NEREDEYSE
DÜZENLİ BİR ŞEKİLDE BİRBİRİNDEN HARİKA TARİHİ
YAPILARLA ÖRÜLMÜŞ. ÜSTELİK ŞEHİR DE BAŞKA BİR ÇOK
YERDE OLANIN AKSİNE BU TARİH KOKUSUNUN İÇİNE
OTURTULMUŞ.
Hazırlayan: Çağlar ÖNEY
Nigde kalesinden şehir manzarası
79
Su Kemerleri
Şehir merkezinde
dolaşırken bir de
bakıyorsunuz ki
adım attığınız
yer sizi taa o
zamanlara, Sultan
Alaaddin Keykubat
döneminin tam
ortasına götürmüş
bile çoktan.
İç Anadolu ile Akdeniz’in arasında kalmış
bu kendi küçük tarihi büyük kültür şehri,
tarihler ve devletler boyunca Anadolu’ya
hakim olmuş, bir çok medeniyetin de göz
bebeği olmuş. Hemen birkaç saat uzağındaki “ Göreme’nin” gölgesinde kalmış sanılsa da eşsiz tarihi güzellikleriyle pek de
altta kalmaz aslında…
Niğde’ye hak ettiği değeri en fazla veren ve
bunu da bıraktığı eserlerle adeta ispatlayan
Selçuklular olmuş. Niğde, Selçuklu devri
Türk eserleri bakımından Konya, Kayseri
ve Sivas’tan sonra en zengin il olma özelliğine sahip.
Şehir merkezi uzun bir caddenin etrafında
ilerliyor desek pek de yanlış olmaz. Gelişimi neredeyse günden güne bile fark edilen
bu küçük Anadolu şehri oldukça büyük de
bir üniversiteye sahip. Bu yüzden de her
adımda bir üniversiteli gençle karşılaşmak
hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik de bu şehri
gerçekten seven gençlerle. Konuştuğumuz
her genç aynı şeyi söylüyor bize Niğde için:
“İlk geldiğimizde biraz tuhaf geldi, küçük
geldi. Ama sonra buradan ayrılamaz olduk.
Hatta okul bittikten sonra buraya yerleşen
çok arkadaşımız var. ” Haksız sayılmazlar
çünkü henüz caddeyi ikinci turlamanızda
bile garip bir aidiyet duygusu sarıveriyor
içinizi.
Niğde’nin Türkiye ekonomisindeki yeri de
göz ardı edilemeyecek kadar etkili. Patates
ve elmada ülke nabzına büyük katkısı söz
konusu. Elma ağacı sayısında Niğde ili ülke
sıralamasında ilk sırada yer alıyor. Ülke
genelinde patates üretiminin ise %25’lik
bölümü bu ilde üretiliyor. Ve elbette bu
elma kokularının sizi mütemadiyen götüreceği yer meşhur Niğde bağları. Niğde’nin
üzerine türküler yazılan bağları gerçekten
görülmeye değer. Birbirinden güzel meyvelerle süslenmiş yemyeşil bahçeler…
Türkülere konu olmuş bu harika bağlar
genellikle yaz aylarını geçirmek için kul-
lanılıyor. Kışın daha çok şehir merkezinde
ikamet eden şehir halkı yaz başıyla beraber bağ evlerine göçüyor. Kışlık hazırlıklar,
eğlenceli yaz akşamları, bağ komşulukları
onları buraya çekmek için gerçekten de yeterli görünüyor.
Her bahçenin ayrı bir görsel güzelliği var
hakikaten. Hal böyle olunca da şarkılardaki yerlerini almakta da gecikmemiş elbette
bu yemyeşil köşeler. Bir çoğumuzun az çok
aşina olduğu meşhur Niğde Bağları türküsü de bunların başında geliyor. Üstelik ilginç de bir hikâyesi var bu hoş sözlerin:
“Bey kızına aşık olan ve aşkından dolayı
hapse atılan gencin, beyden merhamet dilemek için yaktığı türkünün öyküsü kısaca
şöyle:
‘’Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı,
üzümü bol olan Niğde’ye 5 kilometre mesafedeki Fertek kasabasında imal edilmekteydi. İç içe bulunan Fertek ile Niğde’nin
Tepe Bağları’nda eski oturak alemleri yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde’de emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmakta idi. Gençlerden bir tanesi beylerden
birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin
kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci
yakalattırıp, hapishaneye attırır. Beyden
merhamet dileyen genç de bu türküyü yakar. ’’
80
Pencere üstlerinde
insan başlı kuşlar
ve çeşitli hayvanlar
kabartma olarak
oyulmuş. Bir yerde
aslanın yanında
ürkek bir ceylan,
bir başka yerde
kanatlarını açmış
Selçuklu’nun sembolü
çift başlı bir kartal...
Alaaddin camii - “Taçlı Kadın Başı” silueti
81
Gümüşler manastırı, manastır bahçesinde iki mezar yeri
Gine yeşillendi Niğde bağları
Bize mesken oldu gurbet elleri
Aslanım gurbet elleri
Bilmem hayal midir bilmem düş müdür
Mektubum gelmiyor yollar kış mıdır
Aslanım yollar kış mıdır
Şehrin hemen her adımına işlemiş tarih
kokusuyla. Selçuklu’nun bu kıymetli şehri
neredeyse düzenli bir şekilde birbirinden
harika tarihi yapılarla örülmüş. Üstelik şehir de başka bir çok yerde olanın aksine bu
tarih kokusunun içine oturtulmuş. Öyle ki
şehir merkezinde dolaşırken bir de bakıyorsunuz ki adım attığınız yer sizi taa o zamanlara, Sultan Alaaddin Keykubat döneminin tam ortasına götürmüş bile çoktan.
İşte bu ulvi sanat eseri Alaaddin Camiisinden başkası değil elbette…
Aladdin Camii, Büyük Selçuklu Hükümdarı
Sultan Alaaddin Keykubat zamanında, Niğde Sancak Beyi (valisi) olan Ziynettin Beşare tarafından 1223 yılında, il merkezindeki
Alaaddin Tepesi üzerine yaptırılmış. Selçuklu bezeme sanatının tüm inceliklerini
yansıtan cami, özellikle mimari açıdan türünün ilk ve ilginç örneklerinden biri.
Caminin en zengin kısmı, geleneksel Selçuklu sundurma örneğine göre yapılmış
olan portali. Doğuya bakan portalin en büyük özelliği güneş ışıklarının belirli bir açıyla, belirli bir saat ve dakikalarda (yalnızca
yaz ayları saat 10. 00-11. 00 civarında),
portaldeki taş oymaları üzerinde bıraktığı
gölgelerle “Taçlı Kadın Başı” oluşturması.
Niğde şehir merkezi parkı
Cami bu özelliği ile Selçuklu yapıları içinde
ayrı bir öneme sahip. Taç giymiş ve örgülü
saçı olan bu kadın başından dolayı kapıya
“Taç kapısı” deniyor.
Anlatılan efsaneye göre; camiyi yapan usta,
zamanın Niğde Sancak Beyinin kızına yani
prensese aşık olur. Usta, prensesle hiçbir
zaman evlenemeyeceklerinin de bilincindedir. Bir gün ustaya Sancak Beyi tarafından kentte bir cami yaptırılması için emir
verilir. Usta ise prensese olan aşkını anlatmak için bir fırsat aramaktadır. Aşkının
sonsuza dek süreceği anlamına gelecek
şekilde, portalin üzerine prensesin yüz kısmını taşlara mükemmel bir şekilde işler.
Caminin eski kapısı müzededir. Kapının
üzerinde beyaz mermerden yapılmış ters
“T” şeklinde bir kitabesi vardır. Kitabede
eserin 620 yılında yaptırıldığı yazılıdır.
Şehrin içindeki gezimize devam ederken bu
sefer de karşımıza bir başka eski yapı çıkıyor: Hüdavend Hatun Türbesi. Niğde il merkezinde olan Türbe, Selçuklu sanatının en
nadide eserlerinden biridir. II. Gıyaseddin
Keyhüsrev oğlu IV. Rükneddin Kılıçaslan
kızı Hüdavend Hatun tarafından 1312 tarihinde yaptırılmış.
Pencere üstlerinde insan başlı kuşlar ve
çeşitli hayvanlar kabartma olarak oyulmuş.
Bir yerde aslanın yanında ürkek bir ceylan,
bir başka yerde kanatlarını açmış çifte başlı
bir kartal (Bu kartal Selçukluların sembolüdür. ) bulunmakta.
Türbe içinde, dantel gibi işlenmiş süsleme
ve bezemelerle görkemleşmiş bir portalden girilir. Türbede 1332 yılında ölen Hüdavend Hatun’un mezarı ile yanında iki mezar
daha vardır. Sanat değeri tartışılmayan
Hüdavend Hatun Türbesi, Anadolu’daki en
önemli ve görkemli Selçuklu eserlerinden
birisi.
Sungur Bey Camisi de Niğde’ye kadar gelip
görmeden gitmemeniz gereken yerlerden
biri. İlhanlılar zamanında Niğde Valisi olan
Seyfettin Sungur Bey tarafından il merkezinde, 1335 yılında yaptırılmış. Bu görsel
şölen insanın içine işliyor adeta. İçinizden
bir his sanki hep oradaymışsınız duygusunu
dolduruveriyor içinize.
Ak Medrese, Karamanoğlu Alâaddin Ali
Bey tarafından 1409’da yaptırılmış. Adını da
kapısındaki beyaz mermerden almış. Selçuklu mîmârî tarzının çok güzel bir örneği.
Ak Medreseye, Ali Bey Medresesi de deniyor. 1936’da restore edildiğinden bu yana
arkeoloji müzesi olarak kullanılıyor. Hitit,
Roma, Bizans eserleri yanında Ihlara’da
bulunmuş rahibe mumyası müzenin en ilgi
çekici parçalarından sadece biri. Geometrik motiflerle süslü giriş kapısı ise şöyle bir
bakıp geçilecek gibi değil. Uzun bir seyri
hak ediyor.
Şehir merkezinin neredeyse ortasında bu
kadar çok tarihi eseri bir arada görmek bizi
oldukça şaşırtıyor. Bu küçük şehrin bu kadar çok zenginliği barındırıyor olması ilginç
olduğu kadar heyecan verici de bir durum.
Niğde’nin en meşhur ilçelerinden biri olan
82
Nigde şehir merkezi Atatürk heykeli
Bor’a 7 kilometre mesafede bulunan Kemerhisar kasabası da tıpkı şehrin kendisi
gibi çok kıymetli yapılara ev sahipliği yapıyor. Bunların başında da su kemerleri geliyor. Bunun yanında Hitit kenti olan
Tuvanvua’nın kalıntılarını görmek de mümkün elbette. Yapılan araştırmalar neticesinde kentin Hellenistik, Pers, Roma ve Bizans
dönemlerini yaşadığı anlaşılmış. Çevre
halkının Kızhisar veya Kilisehisar diye adlandırdığı ören yerinde de işte o meşhur, 1.
5 km’lik Roma su kemerleri görebilirsiniz.
Bu uzun ve harika kemerlerin tarihi ise
şöyle anlatılıyor: ”Ünlü bilge, Tyanalı Apollon’un doğduğu, şu sırada yerinde Kemerhisar’ın olduğu, Tyana kenti,
Kapadokya’da, Toros sıradağlarının eteğinde, eskiden Anadolu’yu Suriye ile birlikte
Filistin’e ve Mezopotamya’ya bağlayan en
büyük yolların biri üstünde bulunuyordu.
Suları, 22 x 65 m. gibi dev boyutlardaki,
Roma Havuzu’nda toplanan, kaynağın kuzeyinde, yaklaşık yirmi yıldır sürmekte olan
kazıların da ortaya koyduğu gibi, burası, suyun bolluğu nedeniyle, en eski çağlardan,
M. Ö. 5. 000 yıllarından, beri yerleşim yeri
olmuştur. Hititler, M. Ö. 1680 yılında, o dönemin “Tuwana”sı da: Tyana yakınlarındaki
büyük savaşın ardından Anadolu’da üstünlüklerini sağladıktan sonra, kralın oğullarından birisini yönetici olarak gönderdiği bu
yer, daha o zamanlar da büyük olmalıydı. M.
Ö. 750 yıllarında, yani Roma kurulduğunda,
Tyana küçük bir Hitit krallığının başkentiydi. Sonra sırasıyla Frigler’in, Persler’in,
Grekler’in ve imparator Tiberio ile Romalıların yönetimine geçer. İmparator Caracalla ve özellikle annesi, (Filostrato’yu Tyanalı
Apollon’un yaşamını yazmakla görevlendiren), Julia Domna, Taparcasına saydıkları
Tyanalı Apollon’un doğum yeri Tyana’ya
gelip kaldıklarında, “Roma Kolonisi”, yani
ayrıcalıklı bir kent olmuştur. Kent, M. S.
Gümüşler manastırı - içeriden görünümü
325’te başpiskoposluk merkezi, 371’de de
Küçük Kapadokya’nın başkenti olmuştur.
M. S. 700 yıllarından başlayarak Tyana,
Bizanslılarla Araplar arasında sürekli çarpışma alanı olmuş, ikisi arasında çok kez
el değiştirmiş, en sonunda Araplar, M. S.
835’te, burasını, Bizanslılara bırakmamak
amacıyla yakıp yıkınca bir daha kendini
toparlayamamış, eski önemini yitirmiştir.
(M. S. 1000 yıllarından sonra) Türklerin
Anadolu’ya gelmesiyle adı (bir anlamda
daha önceki “Cristopoli/İsakent” adının
karşılığı) “Kilisehisar” olmuş, 1910 yıllarında, küçük bir değişikliğe uğrayarak, M.
S. imparator Traiano ve Adriano dönemlerinde yaptırılmış olması gereken, bugün
bile büyük bir bölümü ayakta duran, ünlü,
görkemli, Roma su kemerleri nedeniyle adı
“Kemerhisar”a dönüştürülmüştür. ”
Niğde’de adım attığımız her yer ayrı bir tarih
kokusu saklıyor içinde. Büyük bir merakla
gelen misafirlerine de cömertçe sunuyor
bunu. Niğde’den çok da fazla uzaklaşmadan görebileceğiniz bir başka şaheser ise
Gümüşler Manastırı. İl merkezine 9 km,
Niğde-Kayseri karayoluna ise 4 km mesafede bu eşsiz belde. 10. yy. Bizans sanatının
en güzel örneklerinden olan Kaya Manastırı ayrıca, günümüze kadar en iyi korunmuş
eserlerden de biri. 10. yy. a tarihlenen manastırın 8. yy. - 12. yüzyıllar arasında yapımının devam ettiği konusunda belirtiler olduğu söyleniyor. Kilise içinde son derece iyi
korunmuş, muhteşem renkli freskler bulunmakta. Fresklerde; Hz. İsa’nın doğumu,
vaftiz edilmesi, kiliseye takdimi, Havariler
ve Hıristiyanlığın ileri gelenlerini gösteren
konular işlenmiş. Apsisin solundaki nişte
ise “Gülümseyen Meryem ve Bebek İsa”
resmedilmiş. Bu Anadolu’daki tek gülümseyen Meryem freski olarak belirlenmiş.
Bu her nefesi ayrı bir güzellikle dolu şehrin
sahip olduğu tek şey muhteşem tarihi değil elbette. Coğrafi özelliklerinin kente kazandırdığı değerleri de göz ardı etmemek
lazım. Bu değerlerin başında da ünlü kaplıcaları geliyor. Ünlü Çiftehan Kaplıcaları.
Ulukışla ilçesine 35 km uzaklıkta Çiftehan
köyündeki bu sıcak su harikaları, AnkaraAdana kara ve demiryolu üzerinde. Oldukça
fazla sayıda da konaklama tesisleri mevcut. Kaplıcanın suyu içme olarak, böbrek
ve metabolizma bozukluğundan ileri gelen
şişmanlık ve gut hastalığına, banyo ile romatizma, nefrit, nevralji, kadın ve cilt hastalıklarına, eklem kireçlenmesine, bazı bel
fıtıkları ile siyatik ağrılarına, kalça ve eklem
kireçlenmelerine de iyi geliyor üstelik.
Bu kadar eşsiz bir geçmişe ve coğrafyaya
sahip olunca şehir elbette ki şahsına münhasır bir mutfağa da sahip oluyor. Niğde
mutfağının en bilindik yemeklerinin başında Niğde tava ve Söğürme geliyor. Kuzu
etiyle hazırlanan bu birbirinden lezzetli et
yemeklerinin yapım aşaması biraz sabır
gerektiriyor elbette. Ancak usulüne uygun,
bakır ya da toprak tepsilerde yapılmış bir
Niğde tava muhakkak ki kolay kolay reddedilemez.
Niğde merkezdeki bir diğer “muhakkak
ziyaret noktası” ise Şehitlik. Niğde Belediyesinin yeni çalışmalarıyla da görsel olarak
oldukça iyileştirilmiş olan bu ebedi mekân
vatan uğruna canını veren şehitlerimize
olan minneti biraz olsun hissettirmek ister
gibi.
Bu, her yerini ayrı sevdiğimiz, kendi küçük
içi kocaman şehirden ayrılırken biraz buruğuz doğrusu. Şimdi daha iyi anlıyoruz buraya yerleşmekte ısrarlı gençleri. Sıcacık
insanları bize Anadolu’nun misafirperverliğini bir kez daha ve çok içten hatırlattılar.
83
84
AFRİKA’NIN
VENEDİK’İ
BENİN
BATI AFRİKA’NIN GİZEMLİ TOPRAKLARINDA UNUTULMAZ BİR KEŞİF…
Hazırlayan: Aydoğan YÜCE
85
Benin’de gerçekleştirilecek Türk-Benin İş
Forumu’na davet edildiğimde heyecanlanmıştım.
Aslında uluslararası deneyimi olan birisi olarak
öncelikle bu heyecanıma anlam verememiştim.
Ama sonra düşündüğümde Afrika kıtasına ilk kez
gidecektim. Daha önce bize anlatılan Afrika’yı yakından görecektim. Böyle düşününce heyecanım
bir kat daha arttı. Afrika denilince hemen valizi
toplayıp gidemiyorsunuz. Önce Ankara’nın Balgat
semtindeki Hudut Sağlığı Merkezi’ne gittim. Orada sarı humma aşısı yaptılar. 10 yıl geçerliymiş.
Bir de sıtma hastalığı için bir hap verdiler. Seyahat gününden iki gün önce, seyahat sırasında ve
sonrasında ise 7 gün daha kullandım.
Uçağımız önce İstanbul’a oradan da direk olarak Benin’in ticari başkenti Cotonou’ya gidecekti.
Uçak, Yunanistan, ardından da İtalya hava sahasından direk aşağıya, Sahra Çölü’ne doğru yöneldi. Aşağıya baktığımda uçsuz bucaksız bir kızıllık
yansıyordu kumlardan. Sanki bir kum okyanusu
üzerindeydik. İstanbul’dan yaklaşık altı buçuk
saatlik bir yolculuk yaparak Cotonou’ya indik.
Piste indiğimizde pencereden bir itfaiye aracının
su hortumunu bize yönelttiğini gördüm. “Neden
Nokove Gölü üzerine
kurulu ortalama üç bin
ev ile Batı Afrika’nın
Venedik’i sayılan
Ganvie…
86
itfaiye aracı hazır bekliyor” diye sorduğumda hostes gülümsedi ve “Efendim, biliyorsunuz, bu Benin’e ilk uçuşumuz. Bizde
adettir, ilk uçuşlarda itfaiye aracı piste inen
uçağı sular” dedi ve o sırada uçak ilerlerken yıkanıyordu.
Uçaktan inerken şaşkınlığım daha da arttı.
Uçaktan inerken Afrika ezgileri duyuyorduk. Aşağıda bir grup Afrikalı, yerel kıyafetleriyle danslarını sergiliyorlardı. Türk
heyetine hoş geldin diyorlardı. Diğer tarafta
ise heyetin başkanlığını yapan Benin’in Ankara Büyükelçisi Moïse Tchando Kerekou
basına demeç veriyordu. Bize gösterdikleri
misafirperverliğin asıl nedenini ise “Siz de
Müslümansınız, biz de…” diyerek açıkladılar.
Otelimiz, bizim ülkemiz standartlarında
ortalama bir seviyede ancak fiyatlar 5 yıldızlı otel seviyesinde. Çünkü otel 3 yıldızlı
olmasına rağmen kişi başı günlük 220 do-
lardı. Ertesi gün Benin ve Türk işadamları
ve yetkilileri bizim kaldığımız otele geldi.
İş forumu başladı. Başladı ama bir sürpriz
daha! Yerel kıyafetli bir kadın elinde yelpazesiyle bağıra bağıra toplantı salonuna
girdi. Bizler şaşkın şaşkın bakarken Beninli
yetkililer gülümsüyordu. Daha sonra üç kadın daha girdi ve birlikte şarkı söyleyerek
yerel danslarını sergilediler. Daha sonra
ise orkestra eşliğinde başka bir grup daha
katıldı. Yaklaşık yarım saatlik bir gösterinin
ardından salondan ayrıldılar. Ve toplantı
kaldığı yerden devam etti.
Toplantılardan vakit buldukça bakanlarla
birebir görüşmeler yaptık. Devlet Başkanı
heyet onuruna iki kere yemek verdi. Ülkenin ihtiyaçlarını anlattı, yatırım fırsatları
konusunda bilgilendirdi. Ticareti bir kenara
koyduğumuzda ise Batı Afrika’nın bu gizemli ülkesinin tarihine doğru bir yolculuğa
çıktık.
Benin’in Eski adı Dahomey’dir. Güneyde
Atlas Okyanusu, doğuda Nijerya, batıda
Togo ile kuzeyde Burkina, Faso ve Nijer
Cumhuriyeti’ne komşu. Yüzölçümü, 112
bin 622 kilometrekare, dil ve etnik bakımdan çeşitlilik gösteren nüfusu ise yaklaşık
9 milyon. Batı Afrika’nın nüfusu en yoğun
ülkelerinden birisi.
Benin, irili ufaklı birçok ırmak ve nehre sahip, akarsu kaynakları bakımından zengin
bir Afrika ülkesi. Topraklarının yüzde 29’u
tarım alanı, yüzde 4’ü otlak, yüzde 33’ü
orman. Kıyı şeridine yakın olan kısımları
tarıma elverişli düz arazilerden, kuzeybatı
kesimini ise dağlık alanlardan oluşuyor.
Dönüşü Olmayan Yol
Benin, Batılıların Afrika’da kurduğu en büyük köle sevk merkezlerinden birisiymiş
ve 1908 yılına dek Benin’in Atlantik kıyısındaki tek limanı Quidah olmuş. Zamanın
en önemli köle merkezlerinden birisi olan
87
Afrika’nın henüz
tanışılmamış
yüzleri…
Benin…
bu küçük kasabada “Kölelerin Yolu” olarak
adlandırılan 4 kilometrelik hat bulunuyor.
Milyonlarca Afrikalı, bu yolu ayaklarındaki prangalarla kat edip buradan Avrupa ve
Amerika topraklarına ölesiye çalıştırılmak
üzere gönderilirmiş. Köle tacirleri Quidah’a
diğer köle merkezlerinde olduğu gibi kale
inşa etme ihtiyacı bile duymamışlardır.
UNESCO, kölelerin gemilere bindirildiği
kumsala bir anıt inşa etmiş (Zoungbodji
Anıtı). Kapı şeklindeki anıtın üstündeki yazı
geçmişin o karanlık günlerini açıkça yansıtıyor: “Dönüşü Olmayan Yol”.
Köle tacirleri, zincire vurdukları bu insanları gemiye bindirmeden önce “Yeni Hayata
Başlama Ağacı” olarak adlandırdıkları bir
ağacın yanına götürür ve etrafında belli sayıda tur attırırlarmış. Fakat anlaşılan
o kadar da insafsız değillermiş. Kadınlara
“pozitif ayrımcılık” uygulamışlar. Erkekler
9 tur atarken kadınlar iki tur eksik dolanırlarmış, “yeni hayatlarına” başlamak üzere
yola çıkmazdan evvel bu ağacın etrafında.
Bugün ise Cotonou Limanı, Batı Afrika’ya ve
dünyaya açılan bir kapı niteliğinde. Çevresinde etnik çatışmalarla uğraşan ülkelerin
yeraltı ve yer üstü zenginlikleri bu limandan
dünyaya gönderiliyor. Belki de Benin’de etnik çatışmanın olmaması, sahip oldukları
politik refahın sebebi de ticaret konusunda stratejik bir öneme sahip olmalarından
kaynaklanıyor.
Ganvie Köyü
Benin’de Ganvie adında bir göl köyü var.
Köy, UNESCO tarafından 31 Ekim 1996’da
dünya kültürel mirası kapsamında koruma altına alınmış. Cotonou yakınlarındaki
Nokove Gölü suları üzerine kurulmuş olan
Ganvie, Afrika’nın Venedik’i olarak anılıyor.
Köyün nüfusu çoktan 20 bine dayanmış durumda.
Köylüler, hayatlarını gayet ilginç mimarî
özelliğe sahip kulübelerde sürdürüyorlar.
Kamış veya sazla örtülü üçgenimsi sivri bir
çatıya sahip dört duvardan ibaret yapılar,
ağaç kazıkların üstüne oturtulmuş yüzen
birer ev görünümünde. Hatta çalışkan insanlar gölün üstünde yapay tarlacıklar, bağ
ve bahçeler bile oluşturmuşlar.
Halk, turizmin yanı sıra göl içine suni olarak dikilen sazlıklarla kurulmuş balık tuzakları sayesinde avcılıkla geçiniyor. Genellikle kadınların kullandığı rengârenk
yelkenliler, durgun gölün yüzeyinde güzel
bir görüntü oluşturuyor.
Köyün ilginç kuruluş öyküsüne gelince, burayı Fon ve Dahomey krallıklarının askerlerinin öfkesinden korkan Tofinu kabilesi
halkının “korunma” amacıyla 16. veya 17.
yüzyılda kurduğu ifade ediliyor. O dönemde Dahomey dininin Fon savaşçılarına suya
girmeyi yasakladığı belirtiliyor. Dolayısıyla
diğer kabileler için kıyı gölü en güvenli sığınak oluyormuş.
Ganvie zaman içinde oldukça geniş bir alana yayılmış. Okulu, postanesi, hastanesi,
88
marketi ile tam teşekküllü bir yerleşim birimi halini almış. Hatta köyün ufak bir oteli
bile var. Burada kullanılan tek araç “kayık”.
Gölün derinliği iki metreyi buluyor.
Benin Altını: KAJU
Bugün artık ülkemizde de yaygın bir şekilde damak zevkimize hitap eden kajunun
anavatanının Benin olduğunu öğreniyoruz.
Kajuya orada “altın” gözüyle bakıyorlar.
Çünkü tarıma dayalı ekonominin en önemli
üretim alanı kaju. Ülkenin kuzeyindeki Parakou Bölgesi’nde alabildiğine kaju tarlası
var. Peki, biz kajuyu Benin’den mi alıyoruz?
Maalesef… Hintliler, ham kajuyu çok ucuz
fiyata köylülerden topluyorlar, kendi ülke-
lerindeki tesislerde kabuğundan ve yağından ayırdıktan sonra kavuruyorlar ve paketliyorlar. Biz de kajuyu onlardan pahalı bir
şekilde alıyoruz. Benin’in bir diğer önemli
değeri ise pamuk. Benin, dünyanın pamuk
deposu. Tropikal meyveler ise orada fakir
yemeği. Mango, ananas, muz, avakado gibi
ülkemizde yıllarca sosyete meyvesi olarak
görülen binbir renk ve lezzetteki meyveler
Benin’de değer görmüyor.
Benin caddeleri çok kalabalık; onlarca insan motorsikletleriyle caddelerde ilerliyor.
Kadınlar, başlarında taşıdıkları tepsilerde
tropikal meyveleri satmaya çalışıyor. Ülke
sıcak olduğu için bir ağaç altında hindistan
cevizinin suyuyla serinlemeye çalışanlar
oldukça fazla. Ben de her meyveyi tattım.
Gerçekten muhteşem. Türkiye’de yediğinizde aynı lezzeti alamıyorsunuz. İnsanlar o
kadar güler yüzlüydü ki, fotoğraf çekmeye
çalıştığınızı fark edip size poz veriyorlardı.
Dönüş vakti geldiğinde ise Atlas
Okyanusu’nun kıyısındaki bu güzel ülkeden
ayrılmak biraz da hüzün veriyor insana. Aklımızdaki Afrika ile gerçek Afrika çok farklıymış. Bize anlatılanların çoğunun gerçek
dışı olduğuna tanık olmak insanı üzse de
yeni bir coğrafyayı ve kültürü tanımanın
verdiği mutluluk daha ağır basıyor.
89
90
KALP KAPAK
HASTALIKLARI
Kalp kapak hastalıkları özellikle ülkemizin bulunduğu
coğrafyada yaygın görülen bir kalp sağlığı sorunudur. Kalp
kapak hastalıkları zemininde oluşan kalp yetmezliği ve ritm
bozuklukları ölümcül sonuçlara neden olabilir. Doç. Dr. Ahmet Soylu
Özel Medicana Konya Hastanesi
Kardiyoloji Uzmanı
91
Kalp kapakları nedir?
kapak triküspit kapak olarak adlandırılır.
4. Sağ karıncık ile kalpten kirli kanı akciğere taşıyan akciğer atar damar arasında
bulunan kapak pulmoner kapaktır.
Kalp kapak hastalıkları bu kapakların etkilendiği tüm hastalıkların genel ismidir.
Kalp kapak hastalığı
üç tip olabilir
Kalbin pompalama fonksiyonu esnasında
kanın kalp boşluklarından ve kalpten kanı
vücuda ve akciğere taşıyan büyük damarlardan geri kaçmasına engel olan yapılardır.
Kalbimizde toplam
4 kapak bulunur
1. Sol kulakcık ile sol karıncık arasındaki
kapak mitral kapak olarak adlandırılır ve
romatizmal kalp kapak hastalığı olarak adlandırılan kapak hastalığında en sık etkilenen kapaktır.
2. Sol karıncık ile kalpten temiz kanı vücuda taşıyan aort damarı arasında bulunan
kapak aort kapağıdır.
3. Sağ kulakcık ile sağ karıncık arasındaki
Kapak darlığı: Kapak tam açılamadığı için
kanın o kapaktan geçişi zorlaşır ve bunu
tolere etmek için kalp daha güçlü kasılmak zorunda kalır. Hem geride basınç artışı hem de ihtiyaç halinde yeterli miktarda
kanın yeterli hızda o kapaktan geçememesi
nedeniyle belirtiler ortaya çıkar. Genellikle ilk belirtiler diğer kapak hastalıklarında
da olduğu gibi efor esnasında nefes darlığı ve çabuk yorulma şeklindedir. İlerleyen
dönemlerde istirahat esnasında bile nefes
darlığı olabilir. Bazı kapak darlıklarında
(özellikle aort kapağı darlığında) bayılma ve
göğüs ağrısı da görülebilir.
Kapak yetersizliği: Etkilenen kapağın tam
kapanamaması sonucu her kalp atışında o
kapaktan geriye doğru kan kaçağı olur. Geriye doğru kaçan kan kalp boşlukları içinde
birikir ve hacim artışı ile kalp kaslarını gererek büyütür. Zaman içinde kalbin pompalayabilme özelliğine zarar vererek kalp
yetersizliğine sebep olur. Kalp kapağı kaçakları özellikle yavaş seyirli ise uzun süre
belirgin şikayet oluşturmaz. Belirgin yakınmalar oluştuğunda kalp çalışmasındaki bo-
zukluk artık iyileşmez düzeye gelmiş olabilir. Bu yüzden kapak yetersizlikleri kapak
darlıklarına göre daha iyi tolere edilebilen
ve uzun süre belirti vermeden sinsi ilerleyebilen rahatsızlıklardır. Hem kapak darlığı hem kapak yetersizliği:
Aynı kapakta hem açılma sorunu hem de
kapanmada yetersizlik sorunu aynı anda
olur.
Nedenleri?
Kalp kapağı hastalıklarının en önde gelen
sebeplerinden biri; çoçukluk çağında üst
solunum yolu enfeksiyonuna yol açan özel
bir mikrop türüne karşı vücutta oluşan
reaksiyonun kalbi (özellikle kapakları) etkilemesi sonucu oluşan “romatizmal kalp
kapak hastalığı”dır.
Kapaklardaki doğumsal anormallikler, ileri
yaşlarda kapaklardaki kireçlenme (özellikle aort kapağı), kapakları tutan kalp iltihabı
(infektif endokardit), kalbi besleyen koroner damarlardaki tıkanmalar sonucunda
özellikle mitral kapağın çalışmasını sağlayan kasların hasarlanması sonucu gelişen
mitral yetersizlikleri de kalp kapağı hastalıklarının önde gelen diğer sebebleridir.
Bayanlarda erkeklerin yaklaşık 4 katı daha
fazla görülen yaygın bir başka kapak hastalığı da “mitral kapak prolapsusu (MVP)”dur.
MVP sıklıkla ciddi sağlık sorununa neden
olmamakla birlikte bazen ciddi mitral yetersizliği sebebi olabilir.
92
Nadir durumlarda
hasta için ameliyat
yüksek riskli ise
aort darlığında da
balon ile genişletme
kullanılabilir.
Teşhis
Kalp kapağı hastalıklarının teşhisi, genellikle çok kesin olarak ekokardiografi (kalp
ultrasonu) ile konur. Bu incelemede kalp
kapaklarının yapısı, açılımı, kapanması, kireçlenme olup olmadığı, varsa kaçakların
miktarı, kalp odacıklarının boyutları, kalbin
pompalama fonksiyonunda azalma olup
olmadığı ve bazı basınçlar değerlendirilir.
Doğru tedaviye karar vermek için bazı durumlarda daha detaylı inceleme amacıyla
yemek borusuna endoskopiye benzer bir
tüp konarak yapılan transözofajiyal ekokardiografiye, kimi zaman da ilaç yada koşu
bandının kullanıldığı stress ekokardiografiye başvurulur. Tedavi
Hastanın şikayetlerinin derecesi, efor yapabilme kapasitesi ve ekokardiografi bulguları tedavi seçeneklerini belirleyen temel
unsurlardır. Tedavi seçenekleri arasında
medikal yani ilaç tedavisi ve girişimsel
(ameliyat yada kateter ile) tedavi bulunur.
Kimi zaman bu iki seçeneğe aynı anda başvurulabilir. İstisnai bazı durumlar dışında
ilaç tedavisinin kapaktaki mekanik rahat-
sızlığı ortadan kaldırmayacağının bilinmesi
gerekir. Çoğu zaman ilaç tedavisi kapaktaki rahatsızlığın ilerlemesini de engellemez.
Fakat ilaçlar kapak rahatsızlığının kalp ve
diğer organlar üzerindeki olumsuz etkileri
ve hastanın şikayetlerini kısmen azaltabilir.
Kapak hastalığının girişim zamanlaması
çok önemlidir. Zamanı gelmeden kapağın
protez kapakla değiştirilmesi, protez kapağın yaratabileceği risklere gereksiz yere
daha uzun bir süre maruz kalmak anlamına
gelir. Öte yandan ameliyat ya da kateter ile
tedavi zamanı geldiği halde gereken müdahelenin yapılmaması yada zamanının geçirilmesi genellikle kalpte geriye dönüşümsüz hasarlar oluşmasına yol açar.
İlaç tedavisi yetersiz olduğunda ya da kalp
kapağı hastalığı kalbi belirgin bir şekilde
olumsuz etkilemeye başladığında (kalbi
büyüttüğünde, kalbin çalışmasını bozmaya
başladığında) girişimsel tedavi gerekir. Girişimden kasıt genel olarak ameliyat veya
kateter yolu ile yapılan işlemlerdir. Ameliyat ile yapılan şey eğer mümkünse kapağın
tamir edilmesi (mitral ve triküspit kapak
yetersizliklerinde kapak yapısı uygunsa uy-
gulanabilir), bu mümkün olmuyorsa bozuk
kapağın çıkartılıp yerine protez kapak takılmasıdır. Kişinin özelliğine ve yaşına göre
tamamen metalik kapaklar yada organik
madde içeren bioprotez kapaklar kullanılır.
Kapak yapısında fazla kireçlenmenin yer
almadığı kapak darlıklarında bir başka etkili tedavi yöntemi ise anjiografi laboratuarında gerçekleştirilen balon ile genişletme
işlemidir. Bu yöntem sıklıkla mitral, triküspit ve pulmoner darlıklar için kullanılır. Sonuçları iyi olmakla beraber bu işlem daha
ziyade zaman kazanmaya yöneliktir. Zaman
içinde kapakta yeniden açılım kısıtlılığı gelişebileceği gibi balonla açma sırasında gelişen yırtılmalarla bu sefer kaçak problemi
ortaya çıkabilir. Bu durumda ameliyat her
zaman için yapılabilir bir seçenekdir. Son yıllarda yüksek riskli aort darlığı hastalarının tedavisinde yeni geliştirilmiş olan
kateter aracılığı ile protez aort kapağı takılması (TAVI) yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır ve bu yöntem ülkemizde de birçok
merkezde başarı ile uygulanmaktadır.
93
94
KURBAN
BAYRAMI
O sabahlar en erken kalkma sabahlarıydı. Ve sadece o sabahlarda bu kadar
erken uyandırıldığımız için sesimiz çıkmazdı. Çünkü bilirdik… Babamız, dedemiz
kesin camiye gitmişti. Annelerimizin telaşından hazırlıkların tamamlanmak
üzere olduğu belliydi. Birazdan evin erkekleri kurban etiyle gelecekti. O vakte
kadar hiç kimse hiçbir şey yemezdi. Sabah kahvaltısı her kurban bayramı sabahı
olduğu gibi bu etle yapılırdı.
Hazırlayan: Gülsün KURT ÖNEY
95
Kurban Bayramı’nın hemen hemen
hepimizin hafızasında böyle küçük
ve tatlı anıları kalmıştır muhakkak.
Paylaşmanın huzurunu içimizde hissettiğimiz anılar… Kurban kesmenin
hükmü nedir? Kimler kurban kesmelidir? işte bunun gibi akla gelen
bir çok sorunun yanıtını doğru alabilmek için uzman bir isme, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Dr. Mehmet
CANBULAT’a yönelttik sorularımızı.
Ve bir sonraki
yıla da erişmek
dileğiyle karşılanan
bayramlar…
96
Aile Dostu: Kurban nedir?
Dr. Mehmet CANBULAT:Kurban demek,
Allah’a yaklaştıran şey demek. Cenabı
Hakk’a yakınlık demektir. Kişinin Cenabı
Hakk’ın rızasını kazanmak için sunduğu
şeye kurban denir. Kurban dinimizde elbette ki önemli bir ibadet. Kurban ibadeti
insanlık tarihi ile başlar. Daha doğrusu
Hazreti Adem’in iki oğluyla birlikte başlar.
Bu iki oğuldan yani Habil ve Kabil kardeşlerden Kabil’in Cenabı Hakk’a sunmuş
olduğundan kurban kabul edilmezken Habil’inki kabul edilir. Burada niyet önemlidir
elbette. Kabil’in niyeti iyi olmadığı için kurbanı da kabul edilmemiştir. Ve böylece o
zamandan kurban ibadeti başlamıştır. Ama
tabii “kurban” dediğimiz o ibadet bizim şu
andaki kurban kesme ibadeti şeklinde değildir. Kurban kesme şeklindeki ibadet
Hazreti İbrahim ile birlikte başlar. Hazreti
İbrahim rüyasında bizatihi oğlunu kurban
eder görüyor. Bunun Cenabı Hakk’ın bir
emri olduğunu düşünerek, bu şekilde anlayarak oğlunu kurban etmek isterken Cebrail Aleyhisselam ona bir koç getiriyor ve
böylece oğlunun yerine koç kurban ediliyor.
Onun niyetinin halis olmasından, samimi
olmasından dolayı Allah onun bu niyetini
kabul ediyor ve oğluna bedel olmak üzere
koçu kurban olarak gönderiyor. Ve böylece
bizim bildiğimiz manada kurban ibadeti de
başlamış oluyor.
Aile Dostu: Sizce günümüzde Kurban ibadeti layıkı ile yerine getiriliyor mu?
Dr. Mehmet CANBULAT:İnsanlar elbette
kurban ibadetini yerine getiriyorlar ama
bu çoğu kere ibadet olmaktan çıkıyor adet
haline dönüşüyor. Bu aslında doğru değil.
İnsanlar burada sadece ve sadece Cenabı Hakk’ın rızasını kazanmak için kurban
kesmeli. Yani et yemek için değil. Bir şenlik olsun et yiyelim için değil. Ama zaman
içerisinde ibadetlerde bir takım eksiklikler
oluyor. Yani insanlar o samimiyeti kaybedip adet haline getirebiliyorlar. Halbuki
bunu bilinçli olarak yapmak gerekir. Yani
sıradan, herkesin yaptığı bir şey olduğu için
yapmak değil de Cenabı Hak emrettiği için
yapmak gerekir. Hazreti İbrahim’in niyetiyle yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle
kurban kesmek gerekir.
Aile Dostu: Kurban kesmenin hükmü nedir?
Dr. Mehmet CANBULAT: Kurban kesmek
vaciptir. Kurbanın hükmü, mezheplere göre
değişiklik gösterebiliyor. Ancak ülkemizde
yaşayan Müslümanların çoğu Hanefidir.
Hanefi mezhebine göre de vaciptir. Elbette
farklı mezhepte olan insanlar da var. Şafii
mezhebi gibi. Onlara göre de sünnettir. Ancak onlarda da önemli bir sünnettir.
Aile Dostu:Hangi hayvanlar kurban olarak
kesilebilir?
Dr. Mehmet CANBULAT: Kurban olarak kesilebilen hayvanlar: Koyun, keçi, deve, sığır
ve mandadır. Erkeği dişisi fark etmeksizin
bu hayvanlardan kurban kesilebilir. Bun-
ların dışında evcil veya yabani olsun diğer
hayvanlardan kurban kesilmez. Mesela tavuk, horoz gibi evcil hayvanlar veya kıymetli
olsa dahi ceylan gibi yabani hayvanlardan
kurban olmaz. Çünkü bu bir ibadettir ve
ibadet nasıl gelmişse biz ona göre amel
ederiz. Kendi aklımıza veya mantığımıza
göre bir yol izleyemeyiz. Peygamber Aleyhisselam hangi hayvanların kurban edilebileceğini belirtmişse onlar arasından seçebiliriz.
Aile Dostu: Ortak kurban kesme ile ilgili
bilgi verir misiniz?
Dr. Mehmet CANBULAT: Bir küçükbaş
hayvan sadece bir kişi tarafından kesilir.
İki veya daha fazla kişiyle olmaz. Ancak
büyükbaş hayvanlar elbette ortak kurban
kesilebilir. Bunda da üst sınır yedidir. Yediden fazla kişi ile olmaz. Burada da önemli
olan, ortaklardan her birinin en az yedide
birine sahip olmasıdır. Yani örnek verecek
olursak yedi bin liralık bir büyükbaş hayvanı
yedi kişi kesmek isterse her birinin muhakkak bin lira ile katılması gerekir. Yani diğer
altısı daha fazla verip yedinci kişi daha az
verirse olmaz. Ama şöyle olabilir: Bir baba
satın aldığı bir büyükbaş hayvana çocuklarını dahil edebilir. Bu durumda çocuklarından para alması gerekmez. Onların payını
kendilerine hibe etmiş olur.
Aile Dostu: Kurban kesmeden önce neler
yapılmalıdır?
97
Kurban İslam
Dininin diğer
ibadetleri gibi
bir ibadettir.
Asıl olan ibadet
şuuru ile bu
görevi yerine
getirmektir.
Dr. Mehmet CANBULAT: Kurbanı aldıktan
sonra ona iyi bakması, güzel muamele etmesi, eziyet etmemesi, hijyenik davranması, kurbanın besmeleyle ve tekbir getirerek
kesilmesi, yönünün kıbleye çevrilmesi, bıçağının keskin olması, kesimden önce bıçağın hayvana gösterilmemesi, kurbanlık
hayvanın başka hayvanların gözü önünde
kesilmemesi, kısacası hayvana eziyet edilmemesi önemlidir. Ve tabii ki bir de kurban
kesildikten sonra hayvanın kullanılmayacak kısımlarının ortada bırakılmadan hijyenik olarak kaldırılması, gömülmesi veya
atılması önemli. İnsanlar ibadet yapıyorlar
ama bazen bu durumlara özen göstermiyorlar. Oysa bu saydıklarımızın hepsi ibadetin bir parçasıdır. Bu kurbanlar bizler sırat köprüsünden geçerken vasıta olacak. O
yüzden ona göre hareket etmemiz gerekir.
Bununla beraber zorunlu olmamakla birlikte kurban kesildikten sonra iki rekat
nafile namaz kılınması güzel olur. Yani Cenabı Hakk’ın verdiği kurban nimetine şükür
olarak.
Aile Dostu:Peki sayın hocam seferi olarak
kurban kesilebilir mi?
Dr. Mehmet CANBULAT:Elbette kesilebilir.
Çoğumuz memleketimizin dışında başka
şehirlerde yaşıyoruz. Bayramları aile büyüklerimizle geçirmek için memleketlerimize gidiyoruz. Veya yaşadığımız şehrin
ilçesine gidiyoruz. Yani doksan kilometreden fazla yol gitmişsek seferi sayılırız. Bu
durumda da vatani aslisi olmadığı için de
kendisine kurban vacip olmaz. Ancak bununla birlikte kurbanımızı kesiyorsak bu
durumda da elbette kurban ibadetini yerine
getirmiş oluruz. Yani kişi, kurban bayramı
sona ermeden sürekli ikamet ettiği şehre
dönerse, yeniden kurban kesmek durumunda değildir.
Aile Dostu:Maddi güç esas alındığında kimler kurban kesmeli?
Dr. Mehmet CANBULAT:Bir insan fitre verecek kadar maddi güce ve zenginliğe sahipse onun kurban kesmesi vaciptir. Zekât
ise böyle değil. Bir insanın zekât vermesi
için sahip olduğu malın artıcı olması gerekiyor. Ancak sadaka-i fıtırda ve kurbanda
mal artıcı olmak zorunda değildir.
Aile Dostu: Hocam, kurbanın kesimi esnasında nelere dikkat edilmeli? Kim kesmeli
kurbanı?
Dr. Mehmet CANBULAT:Öncelikle kesilecek olan kurban ayıplı olamamalı. Yani temiz olmalı, bakımlı olmalı, sağlıklı olmalı…
Kesildiğinde insanlara zarar verebilecek
bir hastalığı olmamalıdır. Azalarında, organlarında eksiklik olmamalı mesela gözleri kör olmamalı, kulakları veya kuyruğu
kesik olmamalı, dişleri dökülmüş olamamalı gibi. Bir de yaş çok önemlidir. Koyun
ve keçide 1 yaşını doldurmuş olması esastır. Ancak koyun için şöyle bir fark vardır:
eğer altı aylık bir kuzu annesi kadar iri ve
besili ise kurban olarak kesilebilir. Ancak
aynı şey keçi için geçerli değildir. Büyük
başlara gelince, onlar da iki yaşında olmalı.
Tabii bu kameri ay ile iki yaş. Develerde de
bu yaş sınırı beştir
Kesimi yapan kişinin Müslüman olması
önemlidir. Önemli olan hayvanın boğazının
ki yanındaki şah damarları, nefes ve yemek
borusundan en az üçünün aynı anda kesilebilmesidir. Bunu becerebilme yetisine
sahip herkes kurban kesebilir. Hatta eğer
bunu başarabilecek kadar güçlü ise kadınlar da kurban kesebilir. Burada önemli olan
hayvana eziyet verilmemesidir. Kesimden
hemen sonra dikkat edilmesi gereken en
önemli şeylerden biri de derisinin hayvan
tamamen can verdikten sonra yüzülmesidir.
Aile Dostu: Kurban eti nasıl dağıtılmalıdır?
Dr. Mehmet CANBULAT:Kurban etinin üçte
biri fakir, ihtiyacı olan, kurban kesememiş
olanlara dağıtılır. Üçte biri aile içinde yensin diye ayrılabilir. Geriye kalan üçte birlik
kısım ise gelen misafirle beraber yenmek
üzere ayrılabilir. Ama burada şu da önemlidir: ihtiyaç. Yani kurban kesen insan sayısı
azsa dağıtılacak miktar da o kadar arttırılmalı. Mesela bin haneli bir bölgede elli
hane kesmişse o vakit sonraki günler için
eve hiç ayrılmadan kesemeyen insanlara
dağıtılmalıdır. Dediğim gibi ihtiyaca göre
hareket edilmelidir.
98
Aile Dostu:Bir de hocam kurban bayramı
sabahı kahvaltı etmeyip kurban eti ile kahvaltı etmenin bir sevabı var mı?
Dr. Mehmet CANBULAT:Eğer kurban bayramının ilk günü ve sabah vakitlerinde
kesilebilecekse, sabahleyin yemek yenmemesi müstehap. Kahvaltının kurbanın
ciğeri ile edilmesi mendup yani sevap. Ama
eğer kesim akşama kadar sürecek veya ertesi güne kalacaksa böyle bir bekleyiş uygun olmaz tabii. Buna gerek yok.
Kurban ibadetinde
muhakkak kurbanı
kesmek gerekir .
Verilen sadaka
kurban yerine
geçmez.
Aile Dostu:Kurban kesmek yerine bedelini
bağışlamak ya da bir takım kurumlara bağış yaparak kurban kestirmek doğru mudur?
Dr. Mehmet CANBULAT: Bedelini bağışlamak kesinlikle olmaz. Kurban ibadetinde
muhakkak kurbanı kesmek gerekir . Verilen sadaka kurban yerine geçmez. Bu dediğim gibi sadaka olur ve üzerinizdeki kurban
yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Yani
mutlaka kanı akıtmak gerekir. Ama bir takım kurumlara kurban bağışı yapılmasına
gelince bu olabilir. Çünkü siz bu durumda
vekalet veriyorsunuz ve sizin kurbanınız
kesiliyor. Hatta aynı evde birden çok kurban
kesilecekse böylesi hayırlı bile olabilir. Ülkenizin veya dünyanın başka bir yerinde açlıkla mücadele eden insanlara da yardımda
bulunabilirsiniz böylece.
100
Kurban Bayramı’nın
haklı ve tatlı telaşı
Kurban Seçimi,
Pazarlığı ve En
Önemlisi Etin Doğru
Muhafazası
101
Gözünüzün ve elinizin
beğendiği kurbanı
seçerken de, pazarlık
için el sıkışırken de
dikkat etmeniz gereken
çok şey var. En önemli
noktalarından biri de
eti doğru muhafaza
edebilmektir.
Kurbanı seçmek de eti muhafaza etmek de
ayrı bir özen istiyor. Peki, nelere dikkat etmeliyiz?
Kurbanlığınızı ister birkaç gün önce ister
kesimin yapılacağı gün alın, her durumda
da dikkat etmeniz gereken çok önemli hususlar var. Bunların başında elbette veteriner sağlık raporu geliyor. Bu rapora sahip
olmayan kurbanlık kesinlikle alınmamalı.
İşte bunun yanında dikkat etmeniz gerekenler:
z Küpesiz olmamalı ve Büyükbaş Hayvan
Kimlik Kartı bulunmalı
z Çok zayıf olmamalı
zGebe olmamalı
zYeni doğum yapmış olmamalı
z Salya ve gözde akıntısı bulunmamalı
z Pis kokulu ishali olmamalı
z Öksürük, nefes darlığı, pis kokulu burun
akıntısı olmamalı
z Çevreye karşı aşırı tepkili veya çok duyarsız olmamalı
z Yara, şişlik ve ödemi olmamalı
z Cinsiyet organları ve memede kötü kokulu akıntısı olmamalı
z Yüksek ateşi olmamalı
z Çok genç ve etleri olgunlaşmamış olmamalı
z Kılları karışık ve mat halde olmamalı
z Bakışları ve dış görünümü canlı olmalı
z Kör ve topal olmamalı
Kurbanlık alacak olanların önem verdiği
konulardan biri de fiyatı biraz daha aşağıya çekebilmektir muhakkak. Bunun için
de kurbanlık almaya arife veya bayramın
birinci günü gitmek bir çözüm olabilir aslında. Çünkü hayvanlarını satmak üzere
gelenlerin bir çoğu bu tarihlerde geldikleri
şehirlere dönmeye başlıyor. Kurban bayramının bitiminin de yaklaşmasıyla beraber
ellerinde hayvan kalmasın diye son kurbanlıkları biraz daha uygun fiyatlarla verebiliyorlar. Tabii kurbanlığınızı aylar evvel çok
ucuza alıp bayrama kadar büyütmek de bir
diğer yol.
Bütün İslami usullere uygun olarak kesiminizi yaptınız veya yaptırdınız. Etin bir
bölümünü de dağıttınız. Sıra geldi evinizde
kalan eti muhafaza etmeye. Daha doğrusu
usulünce muhafaza etmeye. Etinizin daha
sağlıklı ve daha uzun ömürlü olmasını isterseniz bu konuda da dikkat etmeniz gereken bir takım hususlar olacak.
Öncelikle yeni kesilmiş sıcak etin tüketilmesi pek önerilen bir şey değil. Çünkü sert
ve lezzetsiz olacaktır.
Uzmanların önerilerini göz önüne alacak
olursak :”Kesim sıcaklığının düşmesi için,
en az 5-6 saat bekletildikten sonra buzdolabına kaldırılmalıdır. Kurbanlık etler, henüz kesim sıcaklığında iken buzdolabına,
poşet içinde veya hava almayacak durumda
büyük parçalar halinde üst üste konulmamalıdır. Bu durumda buzdolabının ısısı, etin
iç kısmını soğutmaya yetmeyeceği için çok
kısa sürede (2. gün) bozulma ve kokuşma,
hatta yeşillenme görülür. Böyle kısımlar
kesinlikle tüketilmemelidir. Kurbanlık etin
dayanma süresi, kesim kalitesine ve et
parçasının büyüklüğüne göre değişmekle
beraber, normal buzdolabı koşullarında
5-6 gündür. Bu süre, kıymada genellikle 3
gündür. Eğer daha uzun süre muhafaza düşünülüyorsa etler derin dondurucuda (eksi
18 derecede) muhafaza edilmelidir. ”
Dondurulan etin çözdürülüp tekrar dondurulması oldukça sağlıksız olacağından bir
yemeklik ya da bir defada ne kadar tüketilecekse o kadar etin parçalar halinde poşetlenip saklanması etinizin kullanım süresini o kadar uzatacaktır.
Ayrıca yine uzman görüşüne göre dondurulmuş etin kullanılması da bir hayli dikkat
istiyor:
“Donmuş etler, buzdolabında çözdürülmelidir. Çabuk çözünmesi amacıyla kalorifer
ve soba üzerinde ya da oda sıcaklığında
bekletme sakıncalı yöntemdir. Ete dokunurken ellerin temiz ve kuru olmasına
dikkat edilmelidir. Pişmiş etler, oda sıcaklığında 2 saatten fazla kalmamalıdır. Çiğ eti
hazırlamadan, hazırlarken ve sonra, ellerin
20 saniye boyunca yıkanması gerekiyor.
Çapraz bulaşmayı önlemek için 2 ayrı kesme tahtası kullanın. Kesme tahtalarından
birini çiğ etler, öbürünü meyve ve sebzeler
için kullanın. ”
Dikkat edilmesi gereken aşamaları doğru
bir şekilde yerine getirdikten sonra bayramı keyifle geçirmek dışında bir şey kalmıyor sizin payınıza. Bize de hayırlı bayramlar
dilemek düşüyor elbette.
102
YAZDAN ÇIKAN SÖNÜK
SAÇLARA VE KURUMAYA
HAZIR CİLTLERE ELVEDA
BİTMİŞ BİR YAZ VE ELİMİZDE KALAN KÜSMÜŞ BİR CİLT VE KALBİ
KIRIK SAÇLAR. ŞİMDİ ONLARLA BARIŞ ZAMANI… UFAK TÜYOLAR
VE YENİLENMİŞ BİR SİZ…
103
Mutfağınızın gözdeleri
şimdi de güzelliğinizin
sırları olmaya geliyor.
Küçük ve masrafsız
hazırlıklarla büyük
değişimler, sizi
istediğiniz görüntüye
taşıyacak formüller…
Aslında birkaç küçük ipucu bu kabusu sonlandırmak için ne kadar da kâfi öyle değil
mi? Saçlarınızı yeniden canlandırmak, eski
parlaklığını geri kazandırmak için haftada
en fazla yarım saatinizi ayırmanız yeterli
olacak. Üstelik de kolayca ve evde uygulayabileceğiniz tariflerle… Hadi bir göz atalım
şu sihirli formüllere…
Yazın sıcakları her ne kadar devam etse de
aslında tarihsel olarak yaz bitti. Yerini yılın
en sakin ve en yumuşak mevsimine bıraktı. Ama biraz hırpalayarak tabi. Güneşin ve
kuru havanın etkisiyle cildimiz kurumaya,
saçlarımız kırılmaya yüz tuttu. Güneşin
kavurucu etkisi deniz tuzu ile birleşince
maalesef bu durumdan en fazla saçlarımız
etkilendi. Bir senedir gözünüz gibi baktığınız saçlarınız bütün parlaklığını yitirdi. Sarı
sonbahar yaprakları gibi kupkuru kalakaldı
ellerimizde. Yazın bu olumsuz izlerini silmekse aslında elimizde…
Öncelikle saçlarınıza her zaman olduğundan daha nazik davranmalısınız. Sert ve
kuru fırçalamadan kaçınmanız saçlarınızı
kırılmaya karşı koruyacaktır. Ayrıca yıkama
esnasında da parmak uçlarınızla saç derinize yapacağınız masaj, saç derinizin canlanmasına oldukça yardımcı olacaktır. Fakat işte bu noktada özellikle dikkat etmeniz
gereken bu işlemi yaparken saç derinizi
tırnaklarınızla zedelememenizdir.
Kuru saçlarınızı canlandırmanın en doğal
yollarından biri de sirke. Evet evet, doğru
duydunuz, bildiğimiz sirke. Durulama suyuna koyacağınız bir çorba kaşığı sirke saçlarınızın kuruluğuna olan olumlu etkisini
ilk uygulamadan sonra bile görebilirsiniz.
Üstelik sirke, eğer varsa, kepek sorununuz
için de birebir.
KURU SAÇLAR İÇİN
Muz Maskesi
Malzemeler
z 1 adet muz
z 2 yemek kaşığı mayonez
z 1 yemek kaşığı kadar zeytinyağı ekleyin
Hazırlanışı:
Muzu iyice ezin ve içerisine, mayonezi ve
zeytinyağını ekleyin ve iyice karıştırın. Saç
diplerinden başlayarak uçlarına doğru karışımdan sürün ve 20 dakika kadar saçlarınızda bekletin. Sonra saçlarınızı güzelce
durulayın. Farkı hemen hissedeceksiniz.
Yumurta ve Sirke Maskesi:
Malzemeler
z 1 adet yumurta
z 2 yemek kaşığı üzüm sirkesi
z 2 yemek kaşığı zeytin yağı
Hazırlanışı
Yumurtayı kâsenin içerisinde çırpın ve
üzüm sirkesini ekleyin, zeytinyağı ile de iyice çırpıp saçlarınıza dipten uca doğru iyice
yedirerek sürün. Yaklaşık 10-15 dakika kadar bekletin ve ardından önce soğuk suyla
sonra ılık su ile iyice yıkayın.
Saçlarımızın sorununu hallettiğimize göre
sırada elbette cildimiz var. Sıcak yaz günlerinin bütün nemini alıp götürdüğü cildimizin de acil bir bakıma ihtiyacı var şüphesiz.
Öncelikle temizliğine muhakkak dikkat etmelisiniz çünkü tıkanmış gözenekler cildinizin hava almasını engelleyeceği için bu
yeniden canlanma süresini uzatabilir. İşte
cildinize nefes aldıracak maskeler:
Süttozu Maskesi:
Malzemeler
z 100 gr gülsuyu
z 25 gr süttozu
z 1 yemek kaşığı çiçek balı
z 30 gr bademyağı
Hazırlanışı
Gülsuyu hafifçe ısıtılır, süttozu ve çiçek balı
eklenerek iyice karıştırılır. Hemen ardından
bademyağı eklenir ve yine iyice karıştırılır.
Cam bir kapta, soğukta bir süre dinlendirilir. Bu sıvı ile deri iyice ovulur ve daha
sonra yumuşak ıslak bir bez veya pamukla
temizlenir. Cildinizdeki ferahlığı şimdiden
hissettiniz eminim.
Yumurtalı Havuç Maskesi:
Malzemeler
z 2 orta boy havuç
z 1 yumurta sarısı
z 1 kahve kaşığı ayçiçek yağı
Hazırlanışı
Havucun suyunu sıkıp yumurta sarısı ve Ayçiçek yağını karıştırılarak iyice çalkalayın.
Cildinizi bu karışımla ovalayın ve 15 dakika
cildinizin emmesi için bekleyin ve süre sonunda ılık suyla yıkayın.
104
sinema
NinJa Turtles
5 Eylül 2014 (1s 40dk)
OYUNCULAR
Megan Fox, Alan Ritchson, Will Arnett
TÜR
Aksiyon, Macera
YÖNETMEN
Jonathan Liebesman
New York şehrinin eski parlak günleri geride kalmak üzeredir; zira Shredder ve Foot Clan
örgütü, polisten politikacılara kadar her türlü resmi birimi tek elden kendi istedikleri gibi
yönetmeye başlarlar. Bu şehri karanlıktan kurtaracak kahramanlara ihtiyaç vardır. Sıradışı ve görünüşlerinden dolayı toplum dışına itilmiş 4 erkek kardeş şehrin diplerinden, Ninja
Kaplumbağalar olarak ortaya çıkar. Kimsenin beklemediği bu hamleyle kaplumbağalar, şehri
Shredder’ın şeytani emellerinden kurtarmak için korkusuz muhabir April O’Neil ve sakar
kameramanı Vern Fenwick ile işbirliği yapar. Filmin yönetmenliğini Wrath of the Titans (2012),
Battle Los Angeles (2011) gibi büyük aksiyon filmlerine imza atmış olan Jonathan Liebesman
üstlenirken, senaryo Kevin Eastman ve Peter Laird’ın yarattığı karakterlerin kökenine inme
amacını taşıyor. Güzel yıldız Megan Fox ise karşımıza April O’Neil karakterleriyle çıkacak.
Maceraları televizyona sıçradıktan sonra 1980’lerin en popüler çizgi kahramanlarından olan
Ninja Kaplumbağlar bu yapımla beşinci kez beyazperdeye geliyor. Filmin senaryosunu 21.
yüzyıla Josh Appelbaum, Andre Nemec ve Evan Daugherty taşırken, yapımcılığı ise Michael Bay
üstleniyor.
Müzede Bir Gece
26 Aralık 2014
OYUNCULAR
Ben Stiller, Robin Williams, Owen Wilson devamı...
TÜR
Komedi, Macera, Fantastik
YÖNETMEN
Shawn Levy
Daha önce serinin birinci ve ikinci filmlerini yönetmiş olan Shawn Levy üçüncü filminde yönetmenliğini üstlenmiş. Komedi dünyası tarafından gayet iyi tanınan aktör Ben Stiller ise diğer
iki filmde olduğu gibi bu filmde de müze gardiyanı Larry Daley’yi canlandırıyor. Gündüzleri
müzenin sergi malzemelerini oluşturan fakat geceleri hayata dönen canlılarla başa çıkmaya
çalışırken izleyeceğiz kendisini.
Dragon Nest: Rise of the
Black Dragon
5 Eylül 2014
TÜR
Animasyon, Fantastik, Aile, Macera
YÖNETMEN
Yuefeng Song
Mehmet Emin Eren, Ferhat Alpözen
Kralın hizmetinde olan genç savaşçı Geraint, diğer efsanevi kahramanları da yanına alıp
ölümcül Black Dragon’u yakalayabilmek için bir ekip oluşturur. Böylece altı adet ejderha avcısı
kutsal barış toprağını kurtarabilmek ve siyah ejderi yakalayabilmek için tehlikeli bir yolculuğa
çıkar.
‘’Dragon Nest: Rise of the Black Dragon’’ Shanda Games’in popüler oyunundan beyazperdeye
uyarlanan üçlemenin ilk filmi.
105
106
BİLMECE
&
BULMACA
Konu: -cı, -lı, -lık, -sız ekleri
Kural: Parantez içlerindeki sözcükler -cı, -lı, -lık, -sız eklerinden birini alarak, soruda
verilen anlamları kazanmışlardır. Yeni oluşan sözcükleri bulmacaya yerleştiriniz.
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Masal anlatan, okuyan veya yazan kimse. (masal)
Terlemiş olan. (ter)
Bilgisi olmayan. (bilgi)
Komik olma hali. (komik)
Gözlüğü olmayan. (gözlük)
Camı olan. (cam)
Dört taneden meydana gelmiş. (dört)
Tuzu olmayan. (tuz)
Simit yapan veya satan kimse. (simit)
İzin almış olan. (izin)
Kibar olma hali. (kibar)
107
MATEMATİK
BULMACA
Kural: Renklerin kareli kağıtta kapladığı alanı inceleyelim. Renklerin adlarını
bulmacadaki numara sırasına göre en çok yer kaplayandan en az yer kaplayana doğru
yazalım.
108
MERAK
ETTİKLERİMİZ
ÖRÜMCEKLER SUYUN İÇİNDE AĞ ÖREBİLİRLER Mİ?
Bazı örümcek türleri bunu başarabilir.
Su örümcekleri hayatlarını su altında geçirirler ve nadiren
kuru toprakla temas ederler. Bu örümceklerin çoğu
göllerde ve nehirlerde yaşarlar. Ağlarını da su altında
yetişen bitkilerin çevresinden geçirerek örerler. Bu ağ
bir çantacık şeklini alır. Su örümcekleri belirli aralıklarla
su yüzünden hava kabarcıklarını toplarlar ve topladıkları
bu kabarcıkları su altına taşıyarak hepsini birleştirirler.
Sonunda büyük bir hava kabarcığı oluştururlar. Ağın
en önemli yönü bu hava kabarcığını tutmasıdır. Bu hava
boşluğu onların içine girebilecekleri büyüklüğe ulaşır
suyun altında konforlu bir odacık halini alır.
GÜNEŞ MİLYARLARCA YILDIR YANIYOR
ENERJİSİNİ NEREDEN ALIYOR?
Güneş yaklaşık 4,5 milyar yıldır her sabah doğup her
akşam batıyor. Hiçbir gün bozulmadı, arıza yapmadı ve
düzenli olarak görevini yerine getirdi ve hala getirmeye
devam ediyor. Peki, hiç merak ettiniz mi güneş, enerjisini
nereden alıyor?
Güneş, çekirdeğinde meydana gelen termonükleer
tepkimeler sayesinde parlar. Bilindiği üzere güneş,
büyük oranda hidrojenden oluşur. Çekirdekteki hidrojen
atomları, basınç ve sıcaklığın etkisi ile tepkimeye girer.
Dört hidrojen atomu çekirdeği birleştiğinde, bir helyum
atomu çekirdeği ve bir miktar enerji ortaya çıkar. Ortaya
çıkan bu enerji, Güneş’in yaydığı ısı enerjisidir.
ÇİFT SARILI YUMURTADAN ÇİFT
CİVCİV ÇIKAR MI?
Çift sarılı yumurtalar genellikle yeni yumurtlamaya başlayan ve
yumurta oluşumları henüz senkronize olmamış genç tavuklarda
görülür. Ancak bazı tavuklar kalıtımsal biçimde bu özelliğe
sahiplerdir ve hayatları boyunca çift sarılı yumurtlama özelliği
gösterebilirler. Peki çift sarılı yumurtalardan çift civciv çıkar mı?
Çift sarılı yumurtalarda yavru oluşumu çok olası bir durum
değildir. Embriyo için yaşamsal bir gıda kaynağı olan yumurta
akı, iki embriyo için yeterli değildir. Çift sarılı bir yumurtada yavru
gelişimi meydana gelse de, yavrulardan biri yaşam savaşında
diğerini yener; ancak genellikle iki yavru da henüz yumurtadan
çıkamadan yaşamlarını yitirirler.
109
LABİRENT
BULMACA
Sihirli şişeye ulaşmaya çalışın.
Sonra aşağıdaki köpeğin, sahibine ulaşmasına yardımcı
olun.
110
TARİHTEKİ
ÜNLÜ
MUCİTLERİ
TANIYALIM
Albert Einstein
(14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) Alman teorik fizikçi.
Alman İmparatorluğu’nun Ulm kentinde dünyaya gelen
Einstein, yaşamının ilk yıllarını Münih’te geçirdi. Lise
eğitimini ve yüksek eğitimini İsviçre’de tamamladı; fakat
bir üniversitede iş bulmada yaşadığı zorluklar nedeniyle
bir patent ofisinde müfettiş olarak çalışmaya başladı.
Einstein, hayatı boyunca 300’den fazla bilimsel makale
yayınlamıştır, ayrıca 150’den fazla bilim dışı çalışmaları
da olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein
sözcüğü, “dahi” ile eş anlamlı olarak kullanılmaya
başlanmıştı
1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde
kuramları hemen benimsenmemiş olsa da ileride fizikte
devrim yaratacak olan dört makale yayınladı.
Albert Einstein ailesiyle birlikte 1880 yazında Münih’e
taşındı. Münih’te babası Hermann Einstein ve amcası
Jakob bir elektrik şirketi kurdular. Annesi Pauline Einstein
yetenekli bir piyanistti.
1914 yılında Max Planck’ın kişisel ricası ile Almanya’ya
geri döndü. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine
çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü.
Nazi Partisi’nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933’te
Almanya’yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri’ne
yerleşti. Ömrünün geri kalanını geçirdiği Princeton’da
hayatını kaybetmiştir.
Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları
ile iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay
anlayışında bir devrim yaratmıştır. Sadece matematik
hesaplamalar ve denklemler ile oluşturduğu kuramları
sonradan deneysel olarak defalarca doğrulanmıştır.
Einstein, Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle
ABD başkanı Roosevelt’e bir mektup göndermiş,
ABD’nin nükleer çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir.
Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip
olması gerektiği fikrini savunmuş, İsrail’in kuruluşuna
destek vermiştir. Çeşitli söyleşilerinde Yahudilik dinine ve
diğer kutsal kitaplara inanmadığını belirtmiş, sosyalizme
sempati duyan bir makale yayınlamıştır. Bertrand
Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto da
yayınlamıştır.
Albert iki buçuk yaşındayken kız kardeşi Maja dünyaya
geldi. Okula başlamadan önce konuşma zorlukları
yaşıyordu, annesi ve babası kaygılanarak onu doktora
götürmüşlerdi.
Dört beş yaşlarında hasta bir şekilde yataktayken babası
neşelendirmek için ona manyetik bir pusula vermişti.
Pusula ibresinin hareketini o yaşta oldukça gizemli
bulmuştu ve kendisinde büyük bir merak uyandırmıştı.
Einstein’ın annesi Pauline çocuklarının erken yaşta
müzik ile tanışmalarını istiyordu. Pauline Albert’ı keman
derslerine, kız kardeşi Maja’yı ise piyano derslerine
göndermişti.
Albert keman derslerine altı yaşında başladı ve on
dört yaşına kadar devam etti. Mozart’ın sonatlarını çok
beğendi ve onları çalabilmek için tekniğini geliştirmek
istedi. Sonunda iyi bir amatör kemancı olmuştu ve
Mozart, Beethoven sonatları çalmaktan hoşlanıyordu.
Üniversiteden mezun olduktan sonra Einstein iki
yılını sıkıntılı bir şekilde bir öğretmenlik işi bulmak için
harcadı. Eski bir sınıf arkadaşının babası kendisine
111
Bern’de bir patent ofisinde, asistan müfettiş olarak iş
buldu. Elektromanyetik cihazlar için patent başvurularını
inceledi.
Patent ofisinde işinin büyük kısmı elektrik sinyallerinin
aktarımı ve elektriksel-mekanik zaman, eşgüdümü ile
ilgili sorular hakkındaydı. İki teknik soru hakkında yaptığı
düşünce deneyleri, Einstein’ın ışığın doğası ile zaman
uzay ve zamanın ilişkisi hakkında radikal sonuçlara
varmasını sağlamıştır.
1909’da patent ofisindeki işinden ayrılmış ve Zürih
Üniversitesi’nde kuramsal fizik profesörü olmuştur.
1905, Einstein’ın hayatının en verimli yılı olmuştur ve bu
yıla “annus mirabillis” (Latince mucizevi yıl) denmektedir.
Bir yıl içerisinde Annalen der Physik dergisinde yayınladığı
dört makale, modern fizik anlayışında devrim yaratmıştır.
Akademik kariyeri
1908’de artık oldukça ünlenmiş, büyük bir bilim adamı
olarak tanınıyordu ve Bern Üniversitesinde öğretmen
olarak atanmıştı. Sonraki sene patent ofisindeki işinden
ve öğretmenlikten ayrıldı ve Zürih Üniversitesinde fizik
doçentliğine başladı. 1911 yılında Prag’da Karl-Ferdinand
Üniversitesinde profesörlük ünvanı aldı. 1914 yılında
Almanya’ya döndü, Kaiser Willhelm Fizik Enstitüsü’nde
yönetici, Berlin Humboldt Üniversitesinde profesör
oldu. Bu işlerindeki sözleşmelerinde öğretmenlik
görevlerini oldukça azaltan maddeler vardı. Prusya Bilim
Akademisinin bir üyesi olmuştur.
1916 yılında Einstein, Deutsche Physikalische
Gesellschft”ın (Alman Fizik Derneği) başkanı olmuştur.
(1916-1918)
1911 yılında, yeni genel görelilik kuramına göre, başka bir
yıldızın ışığının güneş tarafından kırılacağını hesaplamıştır.
Bu tahmini sonradan Arthur Eddington’un 1919’daki
güneş tutulması gözleminde doğrulanmıştır. Bu olayın
uluslararası basında haberleşmesi, Einstein’ı dünyaca
ünlü yapmıştır.
1921 yılında Einstein, Nobel Fizik Ödülü’ne layık
görülmüştür.
1999’da, ileri gelen fizikçiler Einstein’ı tarihin en
büyük fizikçisi seçmişlerdir. Einstein kelimesi, dahileri
tanımlamak için kullanılan bir kelimeye de dönüşmüştür.
Einstein ayrıca kurgu eserlerde çılgın bilim adamı tipleri
için de bir model olmuştur.
Aşırı ifadeli suratı ve farklı saç modeli çoğunlukla taklit
edilmiş ve abartılmıştır. Time dergisinin yazarı Frederic
Golden’a göre Einstein “bir çizgi romancının gerçeğe
dönüşmüş hayaliydi”.
112
kitap
Ses hece sözcük cümle
Kitap ya da yazılı metindeki cümle, sözcük, hece ve sesleri çözümlemeyi,
gerektiğinde yeniden harmanlayarak yeni birleşimler oluşturmayı destekleyen alıştırmalardan meydana gelmiştir.
Kitabı kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiği, nasıl daha verimli
olacağı giriş bölümünde ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
İlköğretim başlangıcından itibaren kullanılabilir. Ayrıca daha büyük olup
bu konularda çeşitli güçlükler yaşayan öğrenciler için de yararlı olacaktır.
Pek çok bilişsel alanı da geliştirecek nitelikte olan bu kitap, normal gelişimi güçlendirmenin yanı sıra, söz konusu alanlarda güçlükler yaşayan
çocukların ve belki erişkinlerin de sorunlarının giderilmesine katkı sağlayacaktır.
Baba ile Kız
Kemal Özer “Bir resim yapıp bana gönder, bakınca seni anımsarım,”
diyen kızına öykülerini topladığı bir kitapla yanıt verirken, Türk öykücülüğünün yenilikçi damarını yakından izlediğini gösteren önemli bir yapıt
ortaya koyuyor.
Kitapta, Özer’in 1954-63 arasında Seçilmiş Hikâyeler, A, Dost, Değişim,
Dönem dergilerinde yayımladığı ilk öyküleriyle 1998-99’da yazdığı son
öyküleri yer alıyor.
Baba ile Kız, şair kimliğiyle tanıdığımız Özer’i farklı yönleriyle yeniden
keşfetmek için bir fırsat...
Çaldıran
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılına girdiğimiz şu günlerde mutlaka
okunması gereken bir başvuru eseri: İmparatorluğun Sonu 1914. Cihanı
titreten bir hükümdar, Yavuz Sultan Selim… Doğuya nam salan şahların
şahı, Şah İsmail… Yüzünü batıdan sonra doğuya döndüren Osmanlılar…
Her geçen gün biraz daha güçlenen, güçlendikçe de sesi yükselen Safeviler…
Ve dünyanın kaderini değiştiren bir savaş, Çaldıran… Osmanlı’ya doğunun kapılarını açan savaşın, en zorlu çarpışma anlarında güle oynaya
ölüme yürüyebilen adsız kahramanlar, Karatuğlar… Ve Osmanlı’nın geleceğine damga vuran casusların piri, Vehimi!
Tarihi romanlarıyla yüz binlerce okuru geçmişin şanlı zaferleri ve heyecan dolu sahneleriyle buluşturan ödüllü yazar Okay Tiryakioğlu, Çaldıran Muharebesi’nin 500. yılında bugünkü Ortadoğu haritasının temellerini atan savaşı yazdı. Çaldıran… Yalnızca kılıçların değil, şiirlerin de en
güçlü silahlar kadar etkili olduğu kıran kırana bir mücadele…
114
115
116