KOCAELİ TIP DERGİSİ MEDICAL JOURNAL OF KOCAELI CİLT 2 SAYI 3 YIL 2013 Kocaeli Derince Eğitim Araştırma Hastanesi Adına Derginin Sahibi Ramazan Kocaaslan Başeditör Soner Şahin Editörler Kurulu Adin Selçuk Canan Balcı Cevdet Uğur Koçoğulları Ahmet Kale Tülay Özer Yazı İşleri Sorumlusu Ayşegül Taş Gökhan Duygulu Arzu Küçük Tasarım Ahmet Emre Balcı İletişim Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tel: (90-262) 233 55 41 Faks: (90-262) 233 55 40 E-posta: [email protected] Bu dergi Türkiye Atıf Dizininde yer almaktadır. Yılda 3 sayı yayınlanır. Bütün yayın hakları Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne aittir. Yayın Tarihi: Kasım 2013 Bilimsel Danışma Kurulu Ramazan Akdemir (Sakarya) Züleyha Akkan Çetinkaya (Kocaeli) Cihangir Aliağaoğlu (Düzce) Murat Alper (Ankara) S.Oktay Arslan (Düzce) Zekeriya İlçe (Sakarya) Abdulkadir İskender (Düzce) Ahmet Kale (Kocaeli) Hayati Kandiş (Düzce) Sinan Karaaslan (Kocaeli) Doğan Atlıhan (İstanbul) Kazım Karaaslan (İstanbul) Yusuf Aydın (Düzce) Şemsedddin Karaca (İzmir) Ayşen Aydoğan (Kocaeli) Bekir Sami Karapolat (Düzce) Metin Aydoğan (Kocaeli) Sedat Kaygusuz (Kırıkkale) Talat Bahçebaş (Düzce) Ayşe Kavak (Düzce) Canan Balcı (Kocaeli) Mehmet Selim Kocabora (Kocaeli) Nil Çağlar (İstanbul) Cevdet Uğur Koçoğulları (Kocaeli) Osman Çağlayan (Kırıkkale) Ayşe Oya Kurdaş Övünç (İstanbul) Eray Çalışkan (Kocaeli) Haydar Kamil Çam (Düzce) Ahmet Çelebi (İstanbul) Şerif Demir (Düzce) Yavuz Demiraran (Düzce) Bünyamin Dikici (Düzce) Ahmet Semih Doğan (Düzce) Atilla Semih Mayda (Düzce) Sait Naderi (İstanbul) A.Lütfullah Orhan (Kocaeli) Tahir Oruç (Kocaeli) Barış Ökçün (İstanbul) Neşe Ölmez (İzmir) Mustafa Öncel (İstanbul) Levent Elemen (Kocaeli) Şükrü Öksüz (Düzce) Mehmet Eren (İstanbul) Özcan Öztürk (İstanbul) Bilgehan Erkut (Erzurum) Derya Özçelik (Düzce) Selahattin Genç (Kocaeli) Adnan Özçetin (Düzce) Gökhan Gülkılık (İstanbul) Cengiz Güney (Sivas) Ahmet Ilgazlı (Kocaeli) Halil Sağlam ( Bursa ) Tülay Özer (Kocaeli) Seçkin Pehlivanoğlu (Ankara) Sadrettin Pençe (İstanbul) Erkan Şengül (Kocaeli) Kemal Sayar (İstanbul) Muhittin Taşkapılı (İstanbul) Nurten Sayar (İstanbul) İbrahim Tekeoğlu (Sakarya) Adin Selçuk (Kocaeli) Ali Tekin (Düzce) Mesut Sezikli (Kocaeli) Yasemin Turan (Aydın) Orhan Sezgin (Mersin) Nevzat Uslu (İstanbul) Mehmet Sorar (Ankara) İdris Şahin (Düzce) Soner Şahin (Kocaeli) Dursun Ali Şenses (Düzce) Özgür Yeniel (İzmir) Nuray Yeşildal (Düzce) Selim Yiğit Yıldız (Kocaeli) Akın Yıldız (Kırıkkale) Aşkın Şeker (İstanbul) Mustafa Yıldırım (Ankara) İrfan Şencan (Ankara) Yusuf Yürümez (Düzce) Fatih Şendağ (İzmir) Murat Yücel (Sakarya) Yazım Kuralları GENEL KURALLAR • Bütün yazılar yayınlama ve inceleme kurulunun onayından geçtikten sonra yayınlanır. • Dergiye gönderilen yazıların daha önce başka bir yerde yayınlanmamış veya yayın için gönderilmemiş olmaları gerekir. Daha önce kongrelerde tebliğ edilmiş ve özeti yayınlanmış çalışmalar, bu özelliği belirtilmek üzere kabul edilebilir. Yayın için gönderilen yazıların geri alınması istenirse yazarın bir dilekçe ile başvurması gerekir. • Dergi Editörlüğü, yayın kurallarına uymayan yazıları yayınlamamak, düzeltmek üzere yazarına geri vermek ve biçim olarak yeniden düzenlemek yetkisine sahiptir. Gönderilen yazılar, en az 3 danışman (hakem) tarafından değerlendirildikten sonra Yayın Kurulu kararıyla yayınlanır. • Dergi, “İnsan” öğesinin içinde bulunduğu tüm çalışmalarda Helsinki Deklerasyonu Prensipleri’ne uygunluk http://www.wma.net/e/policy/b3.htm) ilkesini kabul eder. Bu tip çalışmaların varlığında yazarlar, makalenin GEREÇ VE YÖNTEMLER bölümünde bu prensiplere uygun olarak çalışmayı yaptıklarını, kurumlarının etik kurullarından ve çalışmaya katılmış insanlardan “Bilgilendirilmiş olur” (informed consent) aldıklarını belirtmek zorundadır. • Çalışmada “Hayvan” öğesi kullanılmış ise yazarlar, makalenin GEREÇ VE YÖNTEMLER bölümünde Guide for the Care and Use of Laboratory Animals (www.nap.edu/catalog/5140.html) prensipleri doğrultusunda çalışmalarında hayvan haklarını koruduklarını ve kurumlarının etik kurullarından onay aldıklarını belirtmek zorundadır. • Olgu sunumlarında hastanın kimliğinin ortaya çıkmasına bakılmaksızın hastalardan “Bilgilendirilmiş olur” (informed consent) alınmalıdır. • Makalelerin etik kurallara uygunluğu yazarların sorumluluğundadır. • Araştırma herhangi bir kuruluş tarafından maddi destek görmüşse makalenin başlığının son kelimesi üzerine yıldız (*) konularak aynı sayfada dipnot olarak belirtilir. BAŞLIK ve EDİTÖRE SUNUM SAYFASI • Başlık ve editöre sunum sayfası online makale gönderimi sırasında otomatik olarak oluşturulacaktır. Yazının başlık sayfası; yazının başlığı, yazar bilgileri, anahtar kelimeler ve kısa başlığın olduğu ilk sayfadır. Başlık sayfasına kısaltma yapılmadan Türkçe ve İngilizce olarak yazılmış başlıklar ile en fazla 4 kelimeden oluşan kısa başlık yazılmalıdır. Yazarların ad ve soyadları, çalıştıkları kurumlar, yazarın adresi, telefon ve e-posta adresi yazılmalıdır. • Editöre sunum sayfasında ise editöre iletilmek istenen not ile birlikte makalede direkt-indirekt ticari bağlantı veya çalışma için maddi destek veren kurum mevcut ise yazarlar; kullanılan ticari ürün, ilaç, firma... ile ticari hiçbir ilişkisinin olmadığını ve varsa nasıl bir ilişkisinin olduğunu (konsültan, diğer anlaşmalar), editöre sunum sayfasında bildirmek zorundadır. ÖZET • Araştırma yazılarında özetler Türkçe ve İngilizce olarak, her biri en fazla 200 kelime olacak şekilde yazılmalı; Giriş, Amaç, Gereç ve Yöntem, Bulgular ve Sonuç olmak üzere dört bölümden oluşmalıdır. Araştırmanın amacı, temel işlemleri (deneklerin seçimi, gözlemsel ve analitik yöntemleri), ana bulguları (özgün etki ölçülerini ve bunların istatistiksel anlamları) ve ana sonuçları belirtilmelidir. Özette kaynak belirtilmemeli, açıklanamayan kısaltmalar kullanılmamalı, tablo ve resim olmamalıdır. Olgu bildirilerinde Türkçe ve İngilizce olmak üzere kısa bir özet yazılmalıdır. • Türkçe ve İngilizce Özet bölümünün sonunda, ayrı başlık olarak, Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) (http://www.ncbi.nlm.nih.gov/mesh)’e uygun olarak seçilmiş, 3-6 adet anahtar sözcük kullanılmalıdır. Türkiye Bilim Terimleri, MeSH terimlerinin, Türkçe karşılıklarının bulunduğu bir anahtar sözcükler dizinidir. Anahtar sözcüklerin Türkiye Bilim Terimleri’nden (http://www.bilimterimleri.com) seçilmesine özen gösterilmelidir. Anahtar kelimelerin altına, ayrı bir başlıkta çalışmanın kısa başlığı da belirtilmelidir. METİN • Tüm yazılı metinler 12 punto büyüklükte, “Times New Roman” yazı karakterinde 1.5 satır aralıklı yazılmalıdır. Kısaltmalar mümkün olduğu kadar az kullanılmalı ve ilk geçtiği yerde parantez içinde belirtilmelidir. Yazım (imla) kurallarına ve noktalama işaretlerinin yerinde kullanımına özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir. • Araştırma makalelerinde sırasıyla; GİRİŞ, GEREÇ ve YÖNTEM, BULGULAR, TARTIŞMA, KAYNAKLAR bölümleri; olgu sunumlarında GİRİŞ, OLGU, TARTIŞMA, KAYNAKLAR bölümleri olmalıdır. Tablo başlığı ve resim alt yazıları (tablo ve resim içermeksizin) metnin en sonuna sırasıyla yazılmalıdır. • Journal Agent sisteminde, başvuru ve editör mektubu, yazarlar ve kurumlara ait bilgi, iletişim adresleri, Türkçe ve İngilizce başlık, Türkçe ve İngilizce özet bölümleri ilgili aşamalarda yüklenecektir. Sisteme yüklenen asıl metin içerisinde bu kısımlar olmamalıdır. Araştırma yazıları 15, olgu bildirileri 10, derlemeler ise 20 sayfayı geçmemelidir. TABLO-ŞEKİL-GRAFİK-RESİMLERFOTOĞRAFLAR • Resim, grafik, çizimler ve tablolar yazının içinde yerleştirilmiş olarak gönderilmemelidir. Resim, grafik, çizim ve tablolar .jpeg ya da .gif olarak gönderilmelidir. Tablo başlıkları ve şekil alt yazıları eksik bırakılmamalıdır. Tablo şekil ve grafiklerin yazıda nerde geçtiği belirtilmelidir. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna eklenmelidir. Tabloda geçen kısaltmalar tablo altında belirtilmelidir. Tablolar metnin tekrarı olmamalıdır. • Yayına gönderilen fotoğraflardan hastanın kimliğinin anlaşılması durumunda, hastanın vereceği yazılı izin yayınla birlikte gönderilmelidir. Aksi halde isimleri ya da gözleri siyah bantla kapatılmalıdır. KAYNAKLAR • Kaynaklar mümkün olduğunca güncel olmalı, araştırma makalelerinde en fazla 30, olgu sunumlarında en fazla 20 kaynak olarak sınırlandırılmalıdır. Yayınlanmamış veya sayfa numarasıyla verilemeyecek kaynak (yayınlanmamış sempozyum, kongre, toplantı vb.) kullanılmamalıdır. Konuyla ilgili yerli yayın varsa yazılmalıdır. • Kaynaklar metinde geçiş sırasına göre, cümle içinde atıfta bulunulan ad veya özelliği belirten kelimenin hemen bittiği yerde, ya da cümle bitiminde noktadan önce parantez içinde Arabik rakamlarla numaralandırılmalıdır. • Dergi başlıkları, Index Medicus’ta kullanılan tarza uygun olarak kısaltılmalıdır. Kısaltılmış yazar ve dergi adlarından sonra nokta olmamalıdır. • Kaynakların formatları şu şekilde olmalıdır: Üç veya daha az yazarlı makale için; E Özbek, M Eşrefoğlu. Tavşan ve sıçan duodenumundaki bezlerin yapısal ve histolojik özellikleri. Turk J Gastroenterol 1999; 10:126-32. Üçten fazla yazarlı makale için; Schmidt T, Hohl C, Haage P, et al. Diagnostic accuracy of phase-inversion tissue harmonic imaging versus fundamental B-mode sonography in the evaluation offocal lesions of the kidney. Am J Roentgenol 2003; 180:1639–47. Kitap kaynağı yazım örneği; Watanabe M, Takeda S. Atlas of arthroscopy. 2nd ed. Tokyo: Igaku Shoin, 1969; 57–9. Özel Bölümler 1) Derlemeler: Dergiye derlemeler editörler kurulu daveti ile kabul edilmektedir. Derginin ilgi alanına giren derlemeler editörlerce değerlendirilir 2) Olgu Sunumları: Nadir görülen ve önemli klinik deneyimler sunulmalıdır. Giriş, olgu ve tartışma bölümlerini içerir. 3) Editöre Mektuplar: Bu dergide yayınlanmış makaleler hakkında yapılan değerlendirme yazılarıdır. Editör gönderilmiş mektuplara yanıt isteyebilir. Metnin bölümleri yoktur. TELİF HAKKI DEVRİ Yazılardaki düşünce ve öneriler ile kaynakların doğruluğundan direk yazarlar sorumludur. Dergiye gönderilen yazılara telif hakkı ödenmez. Kabul edilen yazıların her türlü yayın hakkı dergiyi yayımlayan kuruma aittir. Yazı yayına kabul edildikten sonra yazarlar telif hakkı devir formunu imzalayıp göndermek zorundadırlar. İLETİŞİM Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi; Tel: (90-262) 233 55 41; Faks: (90-262) 233 55 40 E-posta: [email protected] İçindekiler Araştırma Makaleleri 1- Acil servise başvuran pediyatrik travma olgularının değerlendirilmesi Evaluation of pediatric trauma cases applied to emergency department Mustafa Alper Akay1, Necla Gürbüz1, Derya Yayla1, Levent Elemen2, Gülşen Yıldız Ekingen2, Hayrünnissa Esen1, Turan Yıldız3, Zekeriya İlçe3 1-5 2- Posterior reversibl ensefalopati sendromu (PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Posterior reversible encephalopathy syndrome (PRES): diffusion-weighted MR imaging findings Gökhan Duygulu1, Tülay Özer1, Ömer Kitiş2, Cem Çallı2 6-13 3- Diyabetik ve non-diabetik kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi Mean platelet volume in patients with diabetic and non-diabetic chronic kidney disease Erkan Şengül1, Zeynep Öğütcen2, Gökçen Selma Kılıç Halhallı3, Derya Sevener3 14-17 4- Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlik algısının belirlenmesi The determination of menstrual attitude with health self-efficacy perception in adolescents Funda Özdemir1, Ayfer Tezel1, Evşen Nazik2 18-23 İçindekiler Olgu Sunumları 7- Nadir bir solunum sıkıntısı nedeni olarak yaşlı hastada Bochdalek hernisi Bochdalek hernia in an old patient as a rare cause of dispnea Aybala Ağac Ay1, Haluk Ulucanlar2, Ahmet Ay3, Yavuz Pirhan4 24-26 8- Koroner hibrid girişim gerekliliği; iki olgu sunumu The need for hybrid coronary intervention; report of two cases Ufuk Aydın1,Çağrı Düzyol1, Cevdet Uğur Koçoğulları1, Ahmet Lütfullah Orhan2 9- Pankreasta nadir bir kitle: lenfanjiom A rare mass in the pancreas: lymphangioma Çağrı Tiryaki1, Zülfü Bayhan2, Erdem Okay3, Yeşim Gürbüz4, Turgay Şimşek5, 6 1 1 Ertuğrul Karğı , Zehra Boyacıoğlu , Mustafa Celalettin Haksal 10- 27-30 31-33 Kallmann sendromu: MRG bulguları Kallmann syndrome: MRI findings Semra Duran, Mehtap Çavuşoğlu, Eda Elverici, Enis Yükse 34-37 Orijinal Makale/Original Article Acil servise başvuran pediyatrik travma olgularının değerlendirilmesi Evaluation of pediatric trauma cases applied to emergency department 1 1 1 2 2 Mustafa Alper Akay , Necla Gürbüz , Derya Yayla , Levent Elemen , Gülşen Yıldız Ekingen , 1 3 3 Hayrünnissa Esen , Turan Yıldız , Zekeriya İlçe 1 Sağlık Bakanlığı Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kocaeli Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Kocaeli 3 Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Sakarya 2 ÖZET Amaç: Şehirler arası kara yolu trafiğinin kavşak konumunda olan ilimizde travma sonucu yatırılarak takip ve tedavisi yapılan çocuk hastalar incelenmiştir. Gereç ve yöntem: İki yıl içinde merkezlerimize başvuran travma olguları; yaşları, cinsiyetleri, travmaya uğrama yeri, travmanın şekli, yaralanma tipi, etkilenen organ sistemi, yaralanan organlar, cerrahi işlem gereken olgular ve mortalite oranları açısından incelendi. Bulgular: İncelenen 328 hastanın 240’ı erkekti. Olgular 2 yaş altı (infant), 2-7 yaş arası (oyun çocuğu) ve 7 yaş üstü (okul çocuğu) olmak üzere 3 grupta incelendi. Travmalar büyük oranda trafiğe açık alanlarda olurken ev ve okul diğer alanlardı. Olguların %38’i araç dışı, %11’i araç içi trafik kazası, %31’i ise yüksekten düşme ile başvurdu. Künt travma daha sıktı. Bu hastaların da %64’ü batın travması idi. Kafa travması 2. sıklıkta iken, iskelet sistemi, toraks, genitoüriner sistem ve anorektal bölge etkilenen diğer bölgelerdi. Karaciğer, dalak ve akciğer travmaya maruz kalan organlardı. 57 olguya cerrahi müdahale gerekti. Kafa travması eşlik eden 22 hasta tedavi sırasında kaybedildi. Sonuç: Travma sonucu kaybedilen çocuklar çoklu organ ve sistem yaralanması olanlardır. Bu tip olgular için travma merkezleri kurulmalı, 112 doktorları ve acil servisler teknik donanım bilgi ve tecrübe açısından güçlendirilmelidir. Böylece mortalite oranı düşürülebilir. Anahtar Kelimeler: çocuk, travma, mortalite Türkçe kısa makale başlığı: Çocuk travmaları ve mortalite ABSTRACT Objective: The trauma cases of our city which is located near to a busy road junction were hospitalized for follow-up and treatment. Materials and methods: Trauma patients treated and followed in our centers for two years; age, gender, place of being traumatized, shape the development of trauma, type of injury, the affected organ system, the most frequently injured organs, and mortality rates of the patients required surgical intervention were analyzed. Results: Of the 328 patients 240 were males. Patients were examined in the three group; under 2 yearsold, 2-7 yearsold and over 7 yearsold. Traumas were often in places open to traffic. Others; home and school. 38% of the cases, out of vehicle, 11% vehicle accident, 31% presented with a fall from height. More common was blunt trauma; 64% of these had abdominal trauma. Head trauma was the second. Skeletal system, chest, genitourinary tract and anorectal region were others. Liver, spleen and lung exposed to trauma. 57 patients required surgical intervention. Twenty-two patients with head trauma died during treatment. Conclusion: Children died as a result of trauma, injury of multiple organ and systems. Trauma centers should be established for this patients. Doctors of 112 and emergency services should be strengthened in terms of technical equipment, knowledge and experience. Thus, the mortality rate can be reduced. Key Words: child, trauma, mortality İngilizce kısa makale başlığı: Trauma and mortality in children İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Mustafa Alper AKAY/ Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Çocuk Cerrahisi Kliniği Tel: 05053141549 / E-Mail: [email protected] Başvuru tarihi: 12.03.2013 / Kabul tarihi: 28.06.2013 1 Akay ve ark. Acil servise başvuran pediatrik travma olgularının değerlendirilmesi Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:1-5 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:1-5 Giriş Travma gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde 1-4 yaş döneminde ölüm nedenleri arasında enfeksiyondan sonra ikinci sırada gelirken, 4 yaş sonrasında ilk sırayı almaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise 1-14 yaş döneminde en önemli ölüm nedenidir (1,2). Çocukların yaşları ile orantılı olarak anatomik yapıları, bulundukları ortamlar ve ilgileri değiştikçe kazaların mekanizmaları ve tipleri de değişmekle birlikte çocuklarda en sık travma nedenleri düşme, araç içi ve dışı trafik kazaları, bisiklet kazaları, suda boğulma, yanıklar ve çocuk istismarıdır (3). Çocukluk çağında bu kadar ölümcül ve sekellere sebep olabilen travmaların oluş nedenleri, yaş dağılımları ve tedavi algoritmaları açısından iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Hasta, hastaneye ulaştırılıncaya kadar, uygulanabilir ve hayat kurtarıcı bir algoritma oluşturmak ve gereksinimleri belirlemek için bölgedeki travmaların epidemiyolojisi iyi bilinmelidir. Şehirler arası kara yolu trafiğinin kavşak konumunda olan ilimizde, iki büyük çocuk cerrahisi merkezine travma ile başvuran, yatırılarak takip ve tedavisi yapılan çocuk hastalar incelendi. Travma türleri, oluşan yaralanmalar ve sonuçlar literatür eşliğinde tartışıldı. Çalışmanın sonunda Kocaeli’deki çocuk travmalarının epidemiyolojisinin ortaya koyulması amaçlandı. 1 Hastaların cinsiyet ve yaş gruplarına göre dağılımı Tablo 1’de görülmektedir. Travmanın oluşma şekli 124 olguda (%38) araç dışı, 37 (%11) olguda araç içi trafik kazası, 101(%31) olguda yüksekten düşme olarak saptandı. Altmışaltı (%20) hasta diğer sebeplerle travma öyküsü veriyordu (darp, spor yaralanmaları) (Tablo 2). Gereç ve Yöntem Ocak 2010 ve Mayıs 2012 yılları arasında, Derince Eğitim Ve Araştırma Hastanesi ile Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Klinikleri tarafından değerlendirilen ve tedavi edilen travmalı olgular geriye dönük olarak değerlendirildi. Olguların yaşları, cinsiyetleri, travmaya uğrama yeri, travmanın gelişme şekli, yaralanmanın tipi, etkilenen organ sistemi, en sık yaralanan organlar, cerrahi işlem gereken olgular ve ölüm oranları incelendi. Verilerimiz tablolarda aritmetik ortalama ± standart sapma, birey sayısı ve yüzdesi şeklinde tanımlanmıştır. Hastaların 223’ünde (%68) künt travma mevcuttu. Batın 209 (%64) olgu ile en sık etkilenen bölge iken bu sıralamayı 99 (%30) olgu ile kafa travması, 68 (%21) olgu ile iskelet sistemi, 59 ( %18 ) olgu ile toraks, 49 (%15) olgu ile genitoüriner sistem ve 1 (%0.3) olgu ile anorektal bölge takip etti. İki yıllık bu seride, organ yaranması bazında değerlendirme yapıldığında ise, 328 (%100) olgunun 67’sinde (%20) karaciğer yaralanması, 33’ünde (%10) dalak yaralanması, 29’unda (%8) akciğer kontüzyonu Bulgular 240 (%73) erkek, 88 (%27) kız toplam 328 hasta incelendi. Olguların 59’u (%18) 2 yaşın altında, 145’i (%44) 2-7 yaş arası, 124’ü ise (%38) 7 yaşın üstünde idi. Travmaların 252’si (%77) ev ve okul dışında (cadde ve sokaklar) meydana gelmişti. Bu travmalar içinde trafik kazaları, düşmeler, spor yaralanmaları ve darplar mevcuttu. Kalan 66’sı (%21) evde ve sadece 10’u (%2) okul ortamında meydana gelmişti. 2 Akay ve ark. Acil servise başvuran pediatrik travma olgularının değerlendirilmesi saptandı (Grafik 1). Olguların 57’sine (%18) cerrahi müdahale (küçük cerrahi müdahaleler dahil; sütürasyon, fiksasyon) gerekti. Toplam 22 (%7) hasta tedavi sırasında kaybedildi (Tablo 3). Kaybedilen hastaların tamamı acil cerrahi müdahale gereksinimi olan multitravmalı hastalardı. Bunların 15’i (%68) araç dışı trafik kazası, 7’si (%31) araç içi trafik kazası sonucu acil servislere getirilmişti. Ölen 7 (%31) hastada toraks ve kranial travma birlikteliği vardı ve bunların ölüm nedeni kranial travma idi. Altı (%27) hastada karaciğer ve dalak yaralanması vardı. Post operatif dönemde yoğun bakımlarda multi organ yetersizliği sebebiyle kaybedildi. Altı (%27) hastada toraks ve batın travması beraberdi. Kaybedilen 22 hastanın 16’sına (%72) toraks travması eşlik etmekte idi. Dokuz hastaya (%56) hemotoraks tanısı ile tüp torakostomi uygulandı. Dört (%25) hastada ise göğüs tüpü endikasyonu olmayan akciğer kontuzyonu mevcuttu. Toraks tavmalı olan ancak girişim yapma imkan ve zamanı olamayan 3 (%13) hastada batın, toraks ve kranial travma birlikteliği vardı. Bu hastalar ilk müdahalelere cevap vermeyerek acil müdahale odasında kaybedildi. Batın travmalı 3 (%13) hastada intestinal ve kolonik yaralanma da olaya katılmıştı. Kaybedilen tüm hastalarda iskelet sistemi yaralanması mevcuttu. Dört hasta acil servislerde uygulanan kardiyopulmoner resusitasyona cevap vermedi ve acil serviste kaybedildi. Acil serviste kaybedilen 3 hasta araç dışı, 1 hasta araç içi trafik kazası idi. Onsekiz (%81) hasta yoğun bakımlarda kaybedildi. Tartışma Travma çocuk yaş grubunda en önemli mortalite ve morbidite nedeni olmasına rağmen bunların büyük bir kısmı önlenebilir niteliktedir (4,5). Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:1-5 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:1-5 Çocuk travma olgularında, yaşa bağlı olarak anatomik yapı, etkinlik sahaları ve fiziksel etkinlik düzeyleri değiştiğinden kazaya uğrama tarzı ve oluşan patolojiler de değişmektedir. Çocukların travma maruziyet sıklığında iklim, kültür, gelişmişlik, mevsim, günün saati ve yaş gibi etmenler etkilidir (6). Yapılan çalışmalarda erkek çocuklarının daha fazla travmaya maruz kaldıkları saptanmıştır (7-9). Çalışmamızda da erkek sayısının fazlalığı bu konuda yapılan diğer çalışmalar ile uyumludur. Bu da erkeklerin travmaya daha fazla maruz kaldıklarını göstermektedir (7-9). Acil servislere travma sonucu başvuran hastalardan en önemli gruplarından biri düşme olgularıdır. Gelişmiş ülkelerde başvuru oranları %25-34 arasında değişmektedir. Cooper ve ark. yaptığı çalışmada %59 olguda trafik kazası, %13 olguda düşme, %12 olguda bisiklet kazası ve %16 olguda diğer nedenler tespit edilmiştir (10). Gürses ve ark. yaptığı bir çalışmada trafik kazalarının en önemli (% 46) travma nedeni olduğu belirtilmektedir (11). Elde ettiğimiz veriler, literatürde belirtilen oranlar ile paralellik göstermekte olup olguların %49 ile trafik kazaları ilk sırayı almaktadır. Bunlarında %38’i araç dışı trafik kazalarıdır. Yüksekten düşmeler ise %31’lik bir oranla ikinci en sık neden olarak tespit edilmiştir. Trafik kazalarının ilk sırada yer almasının bir diğer nedeni ise, çalışma merkezlerinden Derince Eğitim Ve Araştırma Hastanesi’nin, D-100 karayolu üzerinde yer alması ve trafik kazalarının ilk müdahale için getirildiği merkez olmasıdır. Bu durum trafik kazası oranını tüm çocuk travmaları içinde % 70’lere çıkarmıştır. Multitravmalı olgularda en yaygın ölüm sebebi ağır kafa travmasıdır (12). Kafa travmaları çocuklarda morbidite ve mortalite nedenleri arasında 3. sıradadır (200/100 000 yılda) ve erkeklerde iki kat fazladır (13). Kafa travmalı hastaların %30-70’ine kafa dışındaki travmalar eşlik etmektedir (14,15). Ağır kafa travmalı hastaların %10-32’sini acile başvurusunda genel durumu iyi-orta olup sonradan kötüleşen hastalar oluşturmaktadır (15). Bu hastalarda sebep subdural hematom idi. Çalışmamızda travmaya maruz kalan bölge olarak batın bölgesi ilk sırayı alırken mortalite açısından en önemli neden kafa travmalarıdır ve litaratürle uyumlu olarak daha çok multitravma olgularında görülmektedir. Göğüs içi organ travmaları cocuklarda erişkinlere göre daha az olmakla birlikte daha yüksek bir ölüm oranı taşırlar. Hastaların yaklaşık %80’inde başka 3 Akay ve ark. Acil servise başvuran pediatrik travma olgularının değerlendirilmesi organ travmaları da vardır (16). Travmaya maruz kalmış hastalarda toraks yaralanmaları, santral sinir sistemi yaralanmaları sonrası ikinci sıklıkla ölüm sebebi olmaktadır (10,17). Gilles ve ark (7) yapmış olduğu çalışmada toplam 507 travmalı hasta prospektif olarak 3 yıl boyunca incelenmiş, hastalarının 446 yaşamış, 61’i ise ölmüştür. Bu calışmada hastalar icinde toraks yaralanması yaşayan grupta 100 (%22), ölen grupta ise 30 (%49) olarak tespit edilmiştir. Başka bir çalışmada izole toraks travması %17,7 bulunmuştur (18). Çalışmamızda ise toraks travmalarına diğer sistem travmalar da eşlik ediyordu. Çalışmamızda toraks ve kranial travma birlikteliğinin, toraksın kranial travma dışı travmalarla birlikteliğine oranla, mortaliteyi artırdığı görüldü. Bir başka çalışma olan Karkıner ve ark. yapmış olduğu retrospektif araştırmada toraks travmaların arasında akciğer kontüzyonu %71, pnömotoraks % 21 oranında tespit etmişlerdir. Çalışmamızda ise toraks travmalı hastaların % 49.5’unda (29 hasta) kontüzyon, % 22’sinde (13 hasta) hemopnömotoraks tespit edildi. Kaybedilen 9 hastada hemotoraks, 4 hastada ise akciğer kontüzyonu mevcuttu. Pnömotoraks tanısıyla tüp torakostomi uygulanan hastalardan mortal seyreden olmadı. Toraks travmalarında konservatif tedavinin yanısıra, tüp torakostomi en sık tercih edilen tedavi yöntemidir ve bu oran çeşitli çalışmalarda %50 - 80 arasında verilmektedir (19-21). Çalışmamızda toraks travmalı 13 (%22 ) olguya hemo-pnömotoraks nedeniyle tüp torakostomi uygulanmıştır. Sonuç olarak çocuk travmaları 7 yaş altında daha sık raslanmaktadır ve olguların büyük çoğunluğu trafik kazası, bunlar da büyük oranda araç dışı trafik kazalarıdır. Mortalite açısından olgular genellikle çoklu organ travmalı hastalardır ve bunların büyük bir kısmı acil serviste resüsitasyona ihtiyaç duymaktadır. Çalışmada; ‘’acil servisteki müdahaleler sırasında, hemotoraksı olup kaybedilen 3 hastaya ilk müdahalede toraks tüpü uygulanabilse hayat kurtarılabilir miydi?’’ sorusunu akla geldi. Dolayısıyla 112 acil ekibinin bilgi, tecrübe açısından güçlendirilmesi, bazı cerrahi müdaheleler (toraks tüpü takabilmek gibi) için eğitimler verilmesi mortalite oranını düşürebileceği sonucuna varıldı. Özellikle büyük merkezlere ve ana arter görevi gören yollar üzerine travma hastaneleri kurulması, hem ulaşım hem erken müdahale açısından önemlidir. Çalışmamızın yapıldığı her iki merkez de bu özellikleri taşımaktadır. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:1-5 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:1-5 Ayrıca büyük bir kısmını önlenebilir nedenlerin oluşturduğu travmaya karşı koruyucu önlemler yaralanmaları azaltabilir. Çocuklar ve anne-babalar başta olmak üzere okullarda ve diğer mekanlarda (çevrelerde) kazalardan korunma eğitimleri verilmesi, sağlam altyapılı ve güvenli oyun ve spor sahaları yapılması kaza ve yaralanma oranlarını azaltacaktır ve en az takip ve tedaviyi yapan merkezlerin organizasyonu kadar önemlidir. Kaynaklar 1. Kidder K, Stein J, Frase J. The health of Canada’s children. A CICH profile 3rd ed. Ottawa (Ontario): Canadian Inst of Child Health, 2000:81-102. 2. DiGuiseppi C, Roberts IG. Individual-level injury prevention strategies in the clinical setting. Future Child 2000; 10:53-82. 3. Brook U, Boaz M. Children hospitalized for accidental injuries: Israeli experiences. Patient Education and Counseling 2003; 51: 177-82. 4. Sala D, Fernandez E, Morant A, et al. Epidemiologic aspects of pediatric multiple trauma in a Spanish urban population. J Pediatr Surg 2000; 35:1478-81. 5. William E, Hauda II. Pediatric trauma. In: Tintinalli JE, Kelen GD, Stapczynski JS. Emergency Medicine: A Comprehensive Study Guide. McGraw-Hill, NewYork 2003; 1614-23. 6. Fingerhut LA, Annest JL, Baker SP, et al. Injury mortality among children and teenagers in the United States. Inj Prev 1996; 2:93-4. 7. Sieben RL, Leavitt JD, French JH. Falls as childhood accidents: an increasing urban risk. Pediatrics 1971; 47:886-92. 8. Ceylan S, Acıkel CH, Dundaroz R, et al. Bir eğitim hastanesi acil servisine travma nedeniyle başvuran hastaların sıklığının ve travma ozelliklerinin saptanması. Türkiye Klinikleri J Med Sci 2002; 22:156-61. 9. Wang MY, Kim KA, Griffith PM, et al. Injuries from falls in the pediatric population: an analysis of 729 cases. J Pediatr Surg 2001; 36:1528-34. 10. Cooper A, Barlow B, DiScala C, et al. Mortality and truncal injury: The pediatric perspective. J Pediatr Surg 1994; 29:33-8. 11. Dalkılıç G, Öncel M., Acar H, et al. KEAH Acil Cerrahi Polikliniğinin dört senelik travma hastalıklarının dökümü. Ulusal Travma ve Acil Cerrahi Dergisi 1998; 4:17-22. 12. Marshall LF, Toole BM, Bowers SA. The National Traumatic Coma Data Bank Part 2: Patients who talk 4 Akay ve ark. Acil servise başvuran pediyatrik travma olgularının değerlendirilmesi and deterioate: implications for treatment. J Neurosurg 1983; 59:285-8. 13. Seelig JM, Becker DP, Miller JD, et al. Traumatic acute subdural hematoma: major mortality reduction in comatose patients treated within four hours. N Engl J Med 1981; 304:1511-8. 14. Ozkan S, Avşaroğulları L, Sozuer EM, ve ark. Okul öncesi çocukluk çağı yaralanmalarının özellikleri. Akademik Acil Tıp Dergisi 2006; 5:17-20. 15. American College of Surgeons Committee on Trauma. Initial assessment and management. In: American College of Surgeons Committee on Trauma: Advanced Trauma Life Support Student Manual. Chicago, 1993; 17-46. 16. Ertekin C, Taviloğlu K, Guloğlu R, et al. Travma. 1.Baskı. İstanbul medikal yayıncılık ltd. şti. İstanbul 2005; 440-57. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:1-5 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:1-5 17. Brookes M, MacMillan R, Cully S, et al. Head injuries in accident and emergency departments. How different are children from adults? J Epidemiol Community Health 1990; 44:147-51 . 18. Segers P, Van Schilp, Jorens Ph, et al. Thoracic trauma: an anaylsis of 187 patients. Acta Chir Belg 2001; 101:277-82. 19.Şahin S, Doğan Ş, Aksoy K. Çocukluk çağı kafa travmaları. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 2002; 28:45-51. 20. Kirk KK, Praful B, Smith AK, et al. Highflyer syndrome. New York State J Med 1976 ; 76:982-5. 21. Lee BS, Eachempati SR, Bacchetta MD, et al. Survival after a documented 19-story fall:a case report. J Trauma 2003; 55:869-72. 5 Orijinal Makale/Original Article Posterior reversibl ensefalopati sendromu (PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Posterior reversible encephalopathy syndrome (PRES): diffusion-weighted MR imaging findings Gökhan Duygulu1, Tülay Özer1, Ömer Kitiş2, Cem Çallı2 1 2 Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği, Kocaeli Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İzmir ÖZET ABSTRACT Amaç: Difüzyon ağırlıklı görüntüleme (DAG), posterior reversibl ensefalopati sendromu (PRES) tanısında ve serebral iskemi varlığında, sitotoksik ve vazojenik ödem ayrımında önemli rol oynamaktadır. Bu çalışmadaki amacımız DAG' nin, PRES tanılı olgularda sitotoksik ve vazojenik ödem ayrımındaki rolü ve prognostik faydasını değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: PRES tanılı sekiz olgu izotropik DAG ile değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilme kriterleri şunlardı: 1) Başağrısı, nöbet, vizüel değişiklikler, değişken mental durum veya fokal nörolojik bulgular;2)hipertansiyon, eklampsi, antirejeksiyon ilaçlarla tedavi (örneğin; siklosporin, takrolimus);3)diğer ensefalopati nedenlerinin bulunmaması;4)MRG bulgularının PRES ile uyumlu olması. Bulgular: Dört olguda eklampsi; iki olguda antirejeksiyon tedavisine bağlı toksisite, bir olguda hipertansif ensefapati ve bir olguda hemolitik üremik sendrom etyolojik neden olarak belirlendi. Tüm olgularda posterior sirkülasyon alanlarında T2 ağırlıklı görüntülerde sinyal anormallikleri mevcuttu. Yedi olguda (%87.5) anterior sirkülasyon yapıları etkilenmişti. DAG' lerde, sekiz olgunun üçünde (%37.5) sitotoksik ödem mevcuttu ve lezyonlar çoğunlukla kortikal dağılım göstermekteydi. İki olguda (%25), DAG' lerde yüksek sinyalli alanlar, karşılığı olan ADC görüntülerde, psödonormalizasyon ile uyumlu olarak normal ya da hafif artmış sinyal intensitesi gösterdi. Bu iki olgunun takip görüntülerinde, psödonormalize alanlarda infarkt gözlendi. Sonuç: PRES' te vazojenik ödem çoğunlukla posterior dolaşım alanlarında gözlenmektedir, ancak anterior sirkülasyon da sıklıkla etkilenmektedir. DAG' lerde yüksek sinyal ve psödonormalize ADC değerleri serebral infarkt gelişimi ile ilişkilidir ve sitotoksik ödeme ilerleyişin erken prognostik bulgusu olarak karşımıza çıkabilir. Anahtar Kelimeler: reverzibl posteriyor lökoensefalopati sendromu, manyetik rezonans görüntüleme, difüzyon Türkçe kısa makale başlığı: Posterior reversibl ensefalopati sendromunda MRG bulguları Objective: Diffusion-weighted MR imaging (DWI) plays an important role in prompt diagnosis of PRES and in distinguishing vasogenic edema from cytotoxic edema in the setting of cerebral ischemia. In this study our aim was to assess the prognostic utility and role of DWI in distinguishing cytotoxic and vasogenic edema in patients with PRES. Materials and methods: Eight patients with PRES were examined with isotropic DWI. Four inclusion criteria were used: 1) Acute presentation with headache, seizure, visual changes, altered mental status, or focal neurologic signs; 2) the presence of a known risk factor for PRES, such as hypertension, eclampsia, antirejection therapy (eg. cyclosporine, tacrolimus); 3) absence of other likely causes of encephalopathy; 4) MR examination with findings consistentwithPRES. Results: Four cases involved eclampsia; two, antirejection medication toxicity; one, hypertansive encephalopathy; and one, hemolytic-uremic syndrome. In all the patients there were T2 signal abnormalities in the posterior circulation territories. Anterior circulation structures were affected in 7 patients (87.5%). On DWI three of eight cases (37.5%) presented cytotoxic edema and the lesions were predominantly cortical in distribution. In two patients (25%) areas of high DWI signal intensity were seen with normal or slightly increased ADC values which were consistent with pseudonormalisation. Follow-up images in these two patients showed progression to infarction in pseudonormalised regions. Conclusion: Vasogenic edema in PRES involves predominantly posterior circulation territories but anterior circulation structures are also frequently affected. High DWI signal intensity and pseudonormalised ADC values are associated with cerebral infarction and may represent the earliest sign of progression to cytotoxic edema. Key words: posterior reversible encephalopathy syndrome, magnetic resonance imaging, diffusion İngilizce kısa makale başlığı: MRI findings in PRES İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Gökhan Duygulu / Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Radyoloji Kliniği Tel: 05326426670 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 07.01.2014 / Kabul tarihi: 09.01.2014 6 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Introduction Posterior reversible encephalopathy syndrome (PRES) classically refers to a symptom complex characterised by visual disturbances, seizures, altered mental status, and headaches (1,2). It was first described as reversible posterior leukoencephalopathy syndrome (RPLS) by Hinchey et al (1) in 1996 and four years later Casey et al (2) proposed the name posterior reversible encephalopathy syndrome (PRES) for RPLS to stress the common involvement of both grey and the white matter. Since then there have been many reports that describe the involvement of anterior circulation structures and that this syndrome sometimes may not be reversible (3-9). Despite this syndrome needs a new and proper name, it’s well known that ‘if’ promptly recognised and treated, the symptoms and radiologic abnormalities can be completely reversed. (1,2,1012). It has been shown that diffusion-weighted MR imaging (DWI) plays an important role in prompt diagnosis of PRES and in distinguishing vasogenic edema from cytotoxic edema in the setting of cerebral ischemia (3,6,12). In this study our goal was to show the diagnostic and prognostic utility of DWI in patients with PRES. Materials and methods We retrospectively identified patients with PRES who underwent brain MR imaging studies during a 42-month period. The study was performed with approval from our institutional review board under institutional guidelines that allow for retrospective analysis of patient medical records as long as all patient-identifying information is removed. The inclusion criteria for the patients were: 1) An acute presentation with headache, confusion, visual disturbance, seizures, altered mental status or focal neurologic signs, 2) the presence of a known risk factor for PRES, such as hypertension, eclampsia, antirejection therapy (eg. cyclosporine, tacrolimus), 3) absence of other likely causes of encephalopathy, 4) MR examination with findings consistent with PRES, 5) acquisition of diffusion-weighted images. We searched the clinical record for information on blood pressure (BP), labarotory data and duration of symptoms in six patients. In one patient (patient 5) no clinical data from outside institution could be obtained. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 All patients underwent MR imaging within a 12-hour to 9-day period after onset of symptoms. Three patients had seizures and the time interval between the seizures and MR imaging were between 3-4 days for all three patients. For four patients follow-up MR imaging were performed at a mean of 2.5 weeks. MR images were performed on a 1.5 T superconducting system ( Magnetom Vision Siemens, Erlangen, Germany ) using a circularly polarized head coil. The standart MR imaging examination included turbo spin-echo T1-weighted (T1-W) (TR/TE: 650/14 ms) images in three orthogonal planes, T2-weighted (T2-W) (TR/TE: 3800/90 ms) in the axial plane and FLAIR images ( TR/TE/TI: 8690/128/2500 ms) in the coronal plane. DWI was performed by using a single-shot, multisection, spin-echo echo-planar imaging obtained in the axial plane using echo-planar sequence with the following parameters: TR 4000 ms, TE 110 ms, number of excitation 1, matrix 96×128, slice thickness 5 mm, FOV: 220–240 mm, number of slices 17, scan time 32 s. The b values were 0, 500, and 1000 mm²/s with diffusion gradients applied in the three orthogonal directions to generate three sets of diffusion weighted images (x, y and z axes). Composite isotropic diffusionweighted images and apparent diffusion coefficient (ADC) maps were created in all patients by using commercially available software on a separate workstation. Two senior radiologists interpreted the signal intensity on T2-WI, DWI and ADC mapping through mutual agreement. The anatomical locations of the lesions were also determined by the consensus of these two radiologists. Alteration in signal intensities on DWI was evaluated as hypointense, isointense, slightly hyperintense or hyperintense. 7 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Results A total of 8 patients (five women, three men, mean age 25 years) with PRES were identified (Table 1). Four cases involved eclampsia; two, antirejection medication toxicity; one, hypertansive encephalopathy; and one, hemolytic-uremic syndrome. In three patients combination of multiple factors that may have led to PRES was present and we used the clinical data to decide which factor was most relevant. Patient 4 had other risk factors for PRES such as uremia and elevated BP, but he was classified as antirejection medication neurotoxicity because he responded clinically to discontinuation of the drug. An acute sustained rise in diastolic blood pressure to >100 mm Hg was determined in six patients and typical elevation of systemic arterial blood pressure was between 30 and 50 mm Hg, and typical elevation of diastolic blood pressure was between 10 and 20 mm Hg for all these six patients. In one patient (patient 3) no significant elevation in BP was recorded. In patients with immunosuppressant neurotoxicity (patients 3 and 4), had symptoms with therapeutic levels of drugs and no toxic levels were determined before and during the development of PRES. Labarotory studies revealed no evidence of hypomagnesaemia nor hypocholesterolaemia in patient 3 and she recovered quickly after the withdrawal of cyclosporine. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 Elevated creatinine levels (range, 2.0-7.6 mg/dl; mean 4.1) were seen in four patients (patients 1,4,7 and 8) in our study group. Conventional and DWI findings of the patients in our study group were summarized in the Table 2. In all the patients there were T2 signal abnormalities in the posterior circulation territories. Anterior circulation structures were affected in 7 patients (87.5%). Thalamic involvement was seen in one patient (12.5%) and brain stem involvement in three (37.5%). One of the most commonly involved region was basal ganglia, which were affected in four patients (50%) (Fig 1). 8 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Fig. 1 Magnetic resonance imaging scan of Patient 8. Bilateral high signal intensities are noted in both basal ganglia, internal capsule and brainstem on T2-WI (a,b). ADC values at T2 high signal intensities are increased, representing vasogenic edema rather than cytotoxic edema (c). On DWI three of eight cases (37.5%) presented cytotoxic edema (patients 2,5 and 6) and the lesions were predominantly cortical in distribution (Fig 2). On the other hand all eight cases manifested increased ADC values in the areas appearing hyper,iso or hypointense on DWI. Fig. 2 Patient 6, a 19-year-old female with eclampsia. Axial T2-WI (a) shows hyperintense signal in bilateral corticalsubcortical parietal lobes. DWI image (b) shows apparent high intensity signal at the same level. On ADC mapping (c) most areas that showed high signal intensities on T2WI demonstrate increased ADC, representing cytotoxic edema. In two (25%) of remaining five cases areas of high signal intensity on DWI were observed (patients 4 and 8) and these lesions were also cortical in Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 distribution. These areas were iso or hyperintense on ADC maps and were not hypointense as expected, indicating restricted diffusion in ischemia. And also subcortical white matter surrounding these areas were hyperintense on T2W images and ADC maps indicating severe vasogenic edema. In patient 4 follow-up MR imaging performed 30 days after the initial examination showed increased signal intensity on T2W and FLAIR images corresponding to the area of abnormal findings with DWI at presentation. On follow-up images gyriform, increased T1 signal intensity was also present and this finding was consistent with petechial hemorrhage into a subacute infarct (Fig 3). Platelet counts assessed at the time of presentation were within the normal range (259x109/L). This patient recovered in two weeks after tacrolimus was withdrawn. Fig.3 Patient 4, a 30-year-old man with tacrolimus toxicity. On T2-WI (a) cortical and subcortical high signal intensities are demonstrated in both temporal and occipital lobes. DWI image (b) shows increased signal intensity in these areas (arrowheads) . ADC map (c) shows increased diffusion in the areas of vasogenic edema (asterisks),as expected. The areas of high signal intensity in b, do not have low ADC values, as would be expected in ischemic brain. Instead, the values are pseudonormalized. Follow-up T2-W (d) and non-contrast T1-WI image (e) obtained four weeks later show increased signal intensity on T2W image (arrows) corresponding to the area of abnormal findings with DWI at presentation and gyriform increased signal intensity (arrowheads) corresponding to the region of abnormal findings at DWI. This finding is consistent with petechial hemorrhage into a subacute infarct. 9 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları One patient (patient 8) with high DWI signal intensity died before follow-up MR imaging could be performed. He died of aspiration pneumonia 2 weeks after the initial examination. Three patients had severe branstem involvement (patients 2,7 and 8) and in two of them (patients 2 and 8) high signal intensity on DWI was observed. Patient 8 also had areas of high signal intensity in frontal and parietal lobes and died soon after the initial examination. Patient 2 recovered fully after the rapid control of her BP and patient 7 recovered partially despite agressive intervention with dialysis. Discussion PRES encompasses a spectrum of disorders; including hypertensive encephalopathy, eclampsia, thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP) or hemolytic uremic syndrome, treatment with a number of therapeutic agents (eg, tacrolimus, cisplatin, cyclosporine, cytarabine, 5FU, interferon alfa, gemcitabine, erythropoietin, ciprofloxacin, bevacizumab) (13-19). At presentation patients usually have marked hypertension, although cases with mildly elevated or even normal blood pressure as in our series, have been reported (3). Clinical sypmtoms include headache, nausea and vomiting, abnormalities visual perception (blurred vision, hemianopia, visual neglect and franc cortical blindness ), altered alertness and behaviour, mental status abnormalities, seizure (usually generalised) and occasionally focal neurologic signs (20,21). The term PRES is a misnomer as the condition is not always reversible (4), as with two of our cases who did not make a full recovery. Furthermore, it is not necessarily confined to the posterior regions of the brain, but might also include areas supplied by the anterior and middle cerebral arteries and also the brainstem (1,2,4,6) as seen in seven of our cases. In view of these considerations Narbone et al. (22) suggested renaming this entity ‘Potentially Reversible Encephalopathy Syndrome’. They also emphasized, by not modifying the acronym again, confusion about the syndrome can be avoided, which is still unfamiliar to many neurologists and the term”PRES” is stil more apt. Pathophysiology of PRES has long been studied and debated nevertheless is still not completely understood. There are two theories on the pathophysiology of PRES. The cytotoxic theory is that a sudden and severe increase in blood pressure causes cerebral vasoconstriction with cerebral Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 ischemia and cytotoxic edema formation (2, 23, 24, 25). The vasoconstriction occurs as a response to a cerebral vascular damage or, alternatively, vasoconstriction itself induces hypoxic change leading to endothelial cell damage and cytotoxic edema (23). Support for this notion comes from cerebral angiography performed in a patient with clinical and radiological findings consistent with PRES and which revealed vasoconstriction involving the posterior cerebral and middle cerebral arteries (23). Tajima et al., (25) using 133Xenon single photon emission computed tomography, demonstrated hypoperfusion in the posterior white matter, with paralel angiography confirming irregular narrowing of the posterior cerebral artery. In addition Brubaker et al. (26) found decrease in both CBV and CBF in PRES using perfusion-weighted MR imaging, that might be caused by autoregulatory vasoconstriction. However, other cases are not associated with visible large vessel vasospasm (2). The vasogenic theory holds that elevated blood pressure overcomes cerebral autoregulation leading to cerebral vasodilatation and vasogenic cerebral edema (1,27). Cerebral autoregulation serves to keep cerebral blood flow constant when mean arterial blood pressure (MAP) remains between 60– 120 mmHg, thereby protecting the brain from acute changes in blood pressure. As MAP increases, cerebral vasoconstriction limits cerebral hyperperfusion, but at higher MAP cerebral autoregulation fails. This leads to arteriolar vasodilatation and endothelial dysfunction with capillary leakage and disruption of the blood-brain barrier (27). Plasma and cells then accumulate in the extracellular space, particularly the cerebral white matter, which is less tightly packed and organised than the cortex, causing vasogenic cerebral edema (1,2). The rate of change in blood pressure is also important in the development of acute hypertensive encephalopathy. In chronic hypertension, adaptive vascular changes protect end organs from acute changes in blood pressure and in these patients blood pressure might need to be 220/110 mmHg or higher before encephalopathy develops (27). MR imaging changes in PRES have been shown to occur typically in the territory supplied by the posterior circulation, with anterior circulation abnormalities only seen in more severe cases (4). The posterior region of the brain might be more susceptible to PRES as a result of less sympathetic 10 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları innervation of the vertebrobasilar and posterior cerebral arteries. In comparison, the anterior cerebral vasculature is richly innervated by sympathetic nerves from the superior cervical ganglion (2,3,15). This means there is less ability for the posterior brain to protect itself from acute increases in blood pressure with sympathetic mediated cerebral vasoconstriction (7). The exact aetiology of PRES associated with immunosuppressant and cytotoxic drugs, such as cyclosporin and tacrolimus (1,28,29) is uncertain. It is thought that a direct toxic effect produced by these drugs might damage vascular endothelium, leading to endothelial dysfunction. This results in vasospasm, reduced tissue perfusion, activation of the coagulation cascade and extravasation of fluid (1). PRES can occur whilst drug levels remain within the therapeutic range (1,2) and in patients who are normotensive (1), as we see in our two cases in our study group. In over half of the patients with cyclosporin induced neurologic symptoms hypocholesterolaemia and hypomagnesaemia are present (1). Therefore, the cause of cyclosporin induced PRES is probably multifactorial. Labarotory studies revealed no evidence of hypomagnesaemia nor hypocholesterolaemia in our patient with cyclosporine induced PRES (patient 3). Renal dysfunction might predispose the brain to PRES because of chronic uraemia or fluid overload. Similarly, in eclamptic patients, PRES occurs more commonly in the puerperium, at a time when fluid accumulation might increase the tendency for cerebral oedema to develop (1). The findings in our series confirm the predilection for posterior circulation territories in PRES, but not to the exclusion of anterior circulation structures. The involvement of anterior circulation structures was seen in seven patients (87.5%) in our study group. We observed areas of cortical DWI hyperintensity in five (62.5%) of our patients, an incidence that was much higher than those of previous reports. Instead of the low ADC values one would expect in the setting of ischemic injury with irreversible damage, ADC values in areas of cortical DWI hyperintensity were pseudonormalized in two patients. Covarrubias et al. (4) postulated that the paradoxically normal or elevated ADC values in areas of DWI hyperintensity result from intravoxel averaging of both cytotoxic and vasogenic edema in cortex affected by PRES. Because restricted diffusion in cytotoxic edema Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 lowers ADC values and vasogenic edema elevates them, the effects cancel each other out when the two combine at the subvoxel level. The progression to subacute infarction that we observed in areas of cortical DWI hyperintensity is consistent with prior case reports of PRES in the literature. Ay et al’s (7) original description of cytotoxic edema in a patient with PRES showed large areas of restricted diffusion 3 days prior to their patient’s demise. Koch et al (8) describe a case in which areas of cytotoxic edema in PRES led to tissue loss on follow-up images obtained 2 months later. Cooney et al (9) observed gliosis, white matter volume loss, and petechial hemorrhage on follow-up images that corresponded to areas of high DWI signal intensity at presentation. Covarrubias et al. (4) reported that high DWI signal intensity and pseudonormalization were associated with an adverse outcome. The mechanism by which vasogenic edema in PRES becomes cytotoxic is not well understood. Ay et al (7) suggest that, in areas of massive vasogenic edema, increased tissue pressure eventually impairs the microcirculation and leads to ischemia. In our patient, (patient 4), cytotoxic edema developed in cortex immediately adjacent to areas with intensely elevated ADC values in the subcortical white matter; this finding is consistent with a heavy burden of fluid in the interstitium. The postulation that unchecked vasogenic edema results in cytotoxic edema and infarction seems reasonable. It has been reported that brain stem involvement indicates poor response to treatment (4). In our series, three patients with brain stem involvement (patients 2,7.8) had also supratentorial structures involvement, therefore interpretation of our findings in these three patients is difficult. Since, one of them (patient 8) died soon after diagnosis and remainder recovered after prompt treatment. Larger studies are needed to establish the precise relationship of brain stem involvement to patient outcome. In conclusion, the hallmark of diagnosis of PRES is vasogenic edema in the territories of posterior circulation which can be reliably differentiated from cytotoxic edema in other etiologies by using DWI and by calculating the ADC map, which shows elevated ADC values. Involvement of anterior circulation structures is also common and should not deter consideration of this diagnosis. Diffusion-weighted images may show foci of high signal intensity in cortex that is either undergoing infarction or at high risk of 11 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları infarction. ADC values in these areas are normal or slightly elevated, which is called ‘pseudonormalised’. This finding may represent an early non-reversibility in PRES and may help guide more aggressive treatment. References 1. Hinchey J, Chaves C, Appignani B, et al. A reversible posterior leukoencephalopathy syndrome. N Engl J Med 1996; 334:494–500. 2. Casey S, Sampaio RC, Michel E, et al. Posterior reversible encephalopathy syndrome: utility of fluidattenuated inversion recovery MR imaging in the detection of cortical and subcortical lesions. Am J Neuroradiol 2000; 21:1199-1206. 3. Provenzale JM, Petrella JR, Cruz LCH, et al. Quantitative assessment of diffusion abnormalities in posterior reversible encephalopathy syndrome. Am J Neuroradiol 2001; 22:1455–61. 4. Covarrubias DJ, Luetmer PH, Campeau NG. Posterior reversible encephalopathy syndrome: prognostic utility of quantitative diffusion-weighted MR images. Am J Neuroradiol 2002; 23:1038–48. 5. Crasto G.S, Rizzo L, Sardo P, et al. Reversible encephalopathy syndrome: report of 12 cases with follow-up. Neuroradiology 2004;46:795-804. 6. Mukherjee P, McKinstry RC. Reversible posterior leukoencephalopathy syndrome: evaluation with diffusion tensor MR imaging. Radiology 2001; 219:756-65. 7. Ay H, Buonanno FS, Schaefer PW, et al. Posterior leukoencephalopathy without severe hypertension: utility of diffusion weighted MRI. Neurology 1998; 51:1369–76. 8. Koch S, Rabinstein A, Falcone S, et al. Diffusionweighted imaging shows cytotoxic and vasogenic edema in eclampsia. Am J Neuroradiol 2001; 22:1068–70. 9. Cooney MJ, Bradley WG, Symko SC, et al. Hypertensive encephalopathy: complication in children treated for myeloproliferative disordersreport of three cases. Radiology 2000; 214:711–16. 10. Ahn K.J, You W.J, Jeong S.L, et al. Atypical manifestations of reversible posterior leukoencephalopathy syndrome: findings on diffusion imaging and ADC mapping. Neuroradiology 2004; 46:978-83. 11. Schwartz RB, Mulkern RV, Gudbjartsson H, et al. Diffusion-weighted MR imaging in hypertensive encephalopathy: clues to pathogenesis. Am J Neuroradiol 1998; 19:859-62. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 12. Schwartz RB, Jones KM, Kalina P, et al. Hypertensive encephalopathy:findings on CT, MR imaging and SPECT imaging in 14 cases. Am J Roentgenol 1992; 159:379–83. 13. Hinchey, Sundgren P, Edvardson B, et al. Serial investigarion of perfusion disturbances and vasogenic oedema in hypertensive encephalopathy by diffusion and perfusion weighted imaging. Neuroradiology 2002; 44:299–304. 14. Taylor MB, Jackson A, Weller JM. Dynamic susceptibility contrast enhanced MRI in reversible posterior leukoencephalopathy syndrome associated with haemolytic uraemic syndrome. Br J Radiol 2000; 73:438–42. 15. Paul F, Aktas O, Dieste FJ, et al. Relapsing reversible posterior leukoencephalopathy after chemotherapy with cisplatin and 5-fluorouracil. Nervenarzt 2006; 77:706-10. 16. Saito B, Nakamaki T, Nakashima H, et al. Reversible posterior leukoencephalopathy syndrome after repeat intermediate-dose cytarabine chemotherapy in a patient with acute myeloid leukemia. Am J Hematol 2007; 82:304-6. 17. Al Bu Ali WH. Ciprofloxacin-associated posterior reversible encephalopathy. BMJ Case Reports 2013 Apr 11;2013. 18. Dersch R, Stich O, Goller K, et al. Atypical posterior reversible encephalopathy syndrome associated with chemotherapy with Bevacizumab, Gemcitabine and Cisplatin. Neurol 2013; 260:1406-7. 19. Loar RW, Patterson MC, O'Leary PW, et al. Posterior reversible encephalopathy syndrome and hemorrhage associated with tacrolimus in a pediatric heart transplantation recipient. Pediatr Transplant 2013; 17:E67-70. 20. Kwon S, Koo J, Lee S. Clinical spectrum of reversible posterior leucoencephalopathy syndrome. Pediatr Neurol 2001; 24:361-4. 21. Kastrup O, Gerwig M, Frings M, et al. Posterior reversible encephalopathy syndrome (PRES): electroencephalographic findings and seizure patterns. J Neurol 2012; 259:1383-9. 22. Narbone MC, Musolino R, Granata F, et al. PRES: posterior or potentially reversible encephalopathy syndrome? Neurol Sci 2006; 27:187-9. 23. Ito Y, Niwa H, Iida T, et al. Post-transfusion reversible posterior leukoencephalopathy syndrome with cerebral vasoconstriction. Neurology 1997; 49:1174-5. 24. Moriarity JL, Lim M, Storm PB, et al. Reversible posterior leukoencephalopathy occurring during the resection of a posterior fossa tumor: case report and 12 Duygulu ve ark. Posterior reversibl ensefalopati sendromu(PRES): difüzyon ağırlıklı MRG bulguları Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:6-13 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:6-13 review of the literature. Neurosurgery 2001; 49:1237–40. 25. Tajima Y, Isonishi K, Kashiwaba T, et al. Two similar cases of encephalopathy, possibly a reversible posterior leukoencephalopathy syndrome: serial findings of magnetic resonance imaging, SPECT and angiography. Intern Med 1999; 38:54–8. 26. Brubaker LM, Smith JK, Lee YZ, et al. Hemodynamic and permeability changes in posterior reversible encephalopathy syndrome measured by dynamic susceptibility perfusion-weighted MR imaging. Am J Neuroradiol 2005; 26:825-30. 27. Vaughan CJ, Delanty N. Hypertensive emergencies. Lancet 2000; 356:411–17. 28. Antunes NL, Small TN, George D, et al. Posterior leukoencephalopathy syndrome may not be reversible. Pediatr Neurol 1999; 20:241–3. 29. Loar RW, Patterson MC, O'Leary PW, et al. Posterior reversible encephalopathy syndrome and hemorrhage associated with tacrolimus in a pediatric heart transplantation recipient. Pediatr Transplant 2013; 17:E67-70. 13 Orijinal Makale/Original Article Diyabetik ve non-diabetik kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi Mean platelet volume in patients with diabetic and non-diabetic chronic kidney disease Erkan Şengül1, Zeynep Öğütcen2, Gökçen Selma Kılıç Halhallı3, Derya Sevener3 1Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nefroloji Kliniği, Kocaeli 2Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hemodializ Ünitesi, Kocaeli 3Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği, Kocaeli ÖZET ABSTRACT Amaç: Ortalama trombosit hacmi (OTH), trombosit aktivitesinin önemli bir göstergesidir. Diyabetik hastalarda OTH’nin artmış olduğu ve glisemik kontrol ile ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Diyabetes mellitus (DM), kronik böbrek hastalığının (KBH) en sık görülen nedenidir. Bu çalışmanın amacı diyalize girmeyen diyabetik KBH olan hastalarda OTH düzeyini diyabetik olmayan hastalar ile karşılaştırmak ve glisemik göstergeler ile ilişkisini incelemektir. Gereç ve yöntem: Çalışmaya evre 2-4 KBH olan 42 diyabetik hasta (27 kadın, 15 erkek) ve 53 diyabeti olmayan hasta (34 kadın, 19 erkek) alındı. Hastaların demografik verileri, biyokimya tetkikleri ve kan basıncı bulguları kaydedildi. İstatistiksel analizler SPSS ver. 15 ile gerçekleştirildi. Bulgular: Verilerin istatistiksel analizi diyabetik KBH olan hastaların vücut kitle indeksi (VKİ), glukoz, hemoglobinA1c, kreatinin klirensi ve OTH düzeylerinin diyabetik olmayan gruba göre anlamlı olarak yüksek (sırası ile P=0.010, P<0.001, P<0.001, P=0.017 ve P=0.036) olduğunu gösterdi. Ancak, paratiroid hormon ve serum kreatinin düzeyinin ise diyabetik grupta daha düşük (sırası ile, P=0.040 ve P=0.015) bulundu. Diabetik hasta grubunda OTH düzeyinin VKİ ile anlamlı olarak pozitif korelasyon gösterdiği tespit edilmiştir (P=0.007). Sonuç: Diyabete bağlı KBH olan hastalarda OTH düzeyinin arttığı saptanmıştır. Ancak, daha fazla hastada yapılacak prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: diyabetes mellitus, kronik böbrek hastalığı, ortalama trombosit hacmi Türkçe kısa makale başlığı: Kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi Objective: Mean platelet volume (MPV) is an important marker of platelet activity. It has been shown that MPV is increased in diabetic patients and associated with glycemic control. Diabetes mellitus (DM) is the most common cause of chronic kidney disease (CKD). The aim of this study was to compare MPV in diabetic CKD patients with non-diabetic CKD patients and to investigate its relationship with glycemicindices. Materials and methods: The study included 42 diabetic patients with stage 2-4 CKD (27 women, 15 men) and 53 non-diabetic patients (34 women, 19 men). Demographics, biochemical tests and blood pressures of subjects were recorded. The statistical analysis was performed using SPSS version 15.0. Results: Data analysis showed that body mass index (BMI), glucose, hemoglobinA1c, creatinine clearence, and MPV were higher in diabetic patients than without DM (P=0.010, P<0.001, P<0.001, P=0.017, and P=0.036, respectively). However, parathyroid hormone and serum creatinine were lower in diabetic patients than without DM (P=0.040 and P=0.015). MPV was positively correlate with BMI in the diabetic group (P=0.007). Conclusion: MPV is increased in diabetic patients with CKD. Nonetheless, further prospective studies are needed to clarify MPV in CKD. Key words: diabetes mellitus, chronic kidney disease, mean platelet volume İngilizce kısa makale başlığı: MPV in chronic kidney disease İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Erkan şengül / Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Nefroloji Kliniği Tel: 05425604802 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 03.11.2013 / Kabul tarihi: 28.11.2013 14 Şengül ve ark. Diyabetik ve non-diabetik kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi Giriş Trombositlerin inflamasyon, tromboz ve ateroskleroz gelişiminde önemli olan çok sayıda maddeyi salgıladığı bilinmektedir (1,2). Trombositler bireyler arasında boyut ve dansite bakımından farklılık göstermektedir. Ortalama trombosit hacmi (OTH), trombosit boyutunu değerlendirilmesinde kullanılan bir belirteç olup, aynı zamanda trombosit reaktivitesinin de bir göstergesidir. Daha büyük trombositler metabolik ve enzimatik olarak daha aktiftir. Aynı zamanda daha fazla protrombotik özelliğe sahiptir (3,4). Diyabetes mellitus (DM) ve hipertansiyon gibi çeşitli hastalıklarda OTH’nin artmış olduğu ve makrovasküler komplikasyonlar ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur (5,6). DM önemli bir halk sağlığı sorunu olup kronik böbrek hastalığının (KBH) en sık saptanan nedenidir. KBH’da tıkayıcı damar hastalıkları belirgin olarak artmıştır (7,8). Ancak, klasik risk faktörleri bu durumu tam olarak açıklayamamaktadır. Bu nedenle yeni risk faktörleri araştırılmaktadır. OTH, diyabetik hastalarda damar hastalıklarını öngördürebilen bir belirteç olmakla birlikte diyabetik KBH hastalarında OTH’yi inceleyen çalışmalar yetersizdir. Bu çalışmanın amacı diyabetik ve non-diyabetik KBH’da OTH’yi incelemektir. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:14-17 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:14-17 Laboratuar incelemeleri için kan örnekleri 8-12 saat açlık sonrası oturur pozisyonda alındı. Rutin biyokimyasal tetkikler Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi merkez laboratuarında “ARCHITECT c16000” cihazında; ferritin ve paratiroid hormon (PTH) ‘‘CENTAUR CP’’ cihazında kemoluminesans yöntemi ile; tam kan sayımı ise ‘‘CELL-DYN’’ cihazında gerçekleştirildi. İstatistiksel analiz: İstatistiksel incelemeler bilgisayarda SPSS 15.0 Windows versiyonu kullanılarak yapıldı. Sayısal veriler ortalama ± standart sapma veya minimum ve maksimum aralık olarak belirtildi. Kategorik veriler ise sayı ve oran şeklinde gösterildi. Değişkenlerin dağılım özellikleri KolmogorovSmirnov testi ile incelendi. Normal dağılım gösteren değişkenler arasındaki farklılıklar t testi ile; normal dağılım göstermeyen değişkenler ise Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı. Kategorik değişkenlerin analizi chi-square testi ile gerçekleştirildi. Sayısal değişkenler arasındaki ilişkiler Pearson’s correlation testi ile değerlendirildi. P<0.05 olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular Çalışmamızdaki diyabetik (27 kadın, 15 erkek) ve Gereç ve Yöntem Hastalar: Bu çalışmada Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nefroloji Polikliniğinde en az 3 ay süre ile takip edilmiş olan evre 2-4 KBH olan 42 diyabetik hasta (27 kadın, 15 erkek) ve 53 diyabeti olmayan hastanın (34 kadın, 19 erkek) retrospektif olarak dosya taraması yapıldı. Çalışmadan dışlanma ölçütleri olarak akut böbrek yetmezliği, evre 5 KBH, akut veya kronik inflamatuar veya enfeksiyon hastalıklar, ciddi kalp yetersizliği, karaciğer yetersizliği, trombosit fonksiyonunu etkileyen ilaç kullanımı, sigara kullanımı ve malignite varlığı kabul edildi. Hastaların demografik verileri ve laboratuar bulguları dosyalardan kaydedildi. Hastaların kan basıncı ölçümleri standart civalı manometre aleti ile en az 10 dakika istirahat sonrasında yapıldı. Korotkoff’un 1.sesi sistolik kan basıncı ve Korotkoff’un 5. sesi diastolik kan basıncı olarak kaydedildi. Vücut kitle indeksi (VKİ) vücut ağırlığı (kg)/boy (m)2 formülüne göre hesaplandı. Laboratuar: diyabeti olmayan hastaların (34 kadın, 19 erkek) bazal özellikleri Tablo 1’de sunulmuştur. İki grup arasında yaş, cinsiyet, sistolik ve diastolik kan basınçları bakımından anlamlı farklılık saptanmamıştır. VKİ diyabetik grupta anlamlı olarak daha yüksek saptanmıştır. Diyabet grubundaki 20 hastanın (%48) oral antidiyabetik ilaç, 21 hastanın (%50) insulin; 34 hastanın (%81) renin anjiotensin sistemini (RAS) bloke edici ilaç (anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörü ve/veya anjiotensin II tip 1 reseptör blokeri); 10 hastanın (%24) beta bloker; 11 hastanın (%26) kalsiyum kanal blokeri; 11 hastanın (%26) statin ve 6 hastanın (%14) fosfor 15 Şengül ve ark. Diyabetik ve non-diabetik kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi bağlayıcı ilaç kullandığı tespit edildi. Diyabet olmayan gruptaki 26 hastanın (%49) RAS bloke edici ilaç; 12 hastanın (%22) beta bloker; 11 hastanın (%20) kalsiyum kanal blokeri; 18 hastanın(%34) statin ve 14 hastanın (%26) fosfor bağlayıcı ilaç kullandığı tespit edildi. Grupların laboratuar özellikleri karşılaştırıldığında, diyabetik hastaların glukoz, hemoglobinA1c, kreatinin klirensi ve OTH düzeylerinin diyabetik olmayan gruba göre anlamlı olarak yüksek (sırası ile P<0.001, P<0.001, P=0.017 ve P=0.036) olduğu; paratiroid hormon ve serum kreatinin düzeyinin ise diyabetik grupta daha düşük olduğu (sırası ile, P=0.040 ve P=0.015) saptanmıştır. Hastaların laboratuar bulguları Tablo 2’de gösterilmiştir. Diyabetik hasta grubunda OTH düzeyinin sadece VKİ ile anlamlı olarak pozitif korelasyon gösterdiği tespit edilmiştir (r=0.419, P=0.007). Çalışmada incelenen diğer değişkenler için iki grup arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Tartışma Çalışmamızdaki önemli bir bulgu OTH’nin diyabete bağlı KBH olan hastalarda diyabet olmayan hastalara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğunun Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:14-17 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:14-17 gösterilmesidir. Diyabetik grupta böbrek fonksiyonları göreceli olarak daha iyi olması ile birlikte bu sonuç KBH’nın OTH’yi etkilemediğini işaret etmektedir. Trombosit fonksiyon bozuklukları diyabetik hastalarda vasküler hastalıkların gelişimini etkilemektedir. Sistemik inflamasyon, oksidatif stres, değişmiş kalsiyum metabolizması, nitrik oksit biyoyararlanımında azalma ve hücresel proteinlerin artmış fosforilasyonu diyabetik hastalardaki trombosit aktivasyonundan, proinflamatuar ve protrombotik maddelerin salınımında sorumlu olan nedenlerdir (9,10). Yapılan çalışmalarda trombosit büyüklük ve şeklinin trombosit aktivitesini etkilediği gösterilmiştir. Genellikle OTH’nin glisemik kontrol ile ilişkili olduğu ileri sürülse de (11-13), bazı çalışmalarda OTH glisemik indeksler ile ilişkili bulunmamıştır (14-16). Bizim çalışmamızda, diyabetik grupta OTH ile glukoz ve hemoglobinA1c düzeyleri arasında bir ilişki bulunmamıştır. Obezitenin OTH artışı ile ilişkili olduğu saptanmıştır (17). Bizim çalışmamızdaki verilerin analizinde diyabetik grupta VKİ’nin daha yüksek olduğu ve OTH ile pozitif olarak ilişkili olduğu saptanmıştır. Hipertansiyon genellikle trombosit aktivitesinde artış ile birliktedir. Genellikle, hipertansif hastalarda OTH’nin arttığı saptanmıştır (5). Çalışmamızda, iki grubun sistolik ve diastolik kan basınçları arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmemiştir. Yine, diyabetik grupta OTH ile kan basıncı arasında bir ilişki bulunmamıştır. Ortalama sistolik ve diastolik kan basınçlarının her iki grupta normal düzeyde olmasının bu sonucu etkilemesi muhtemeldir. Yapılan araştırmalardaki önemli bulgulardan birisi de OTH’nin mikro ve makrovasküler komplikasyonu olan diyabetik hastalarda komplikasyonu olmayan hastalara göre daha yüksek olduğunun saptanmasıdır (14,18). Bu çalışmalar ışığında, diyabetik KBH’da OTH’deki artışın kardiyovasküler risk artışı ile ilişkili olabileceği düşünülebilir. Çalışmamızın birkaç sınırlayıcı yönü vardır. Bunlardan birisi olgu sayısının göreceli olarak az olmasıdır. Ancak, önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Diğer bir sınırlayıcı faktör ise çalışmada sağlıklı kontrol grubunun olmamasıdır. Araştırma planının retrospektif olması da başka bir sınırlayıcı faktördür. Sonuç olarak, diyabetik KBH’da OTH artmıştır. Bununla birlikte, sağlıklı kontrollerin de dahil edildiği daha büyük örneklem gruplarında yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. 16 Şengül ve ark. Diyabetik ve non-diabetik kronik böbrek hastalığında ortalama trombosit hacmi Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:14-17 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:14-17 Kaynaklar 1. Coppinger JA, Cagney G, Toomey S, et al. Characterization of the proteins released from activated platelets leads to localization of novel platelet proteins in human atherosclerotic lesions. Blood 2004; 103: 2096-104. 2. Gawaz M, Langer H, May AE. Platelets in inflammation and atherogenesis. J Clin Invest 2005; 115: 3378-84. 3. Karpatkin S. Heterogeneity of human platelets. II. Functional evidence suggestive of young and old platelets. J Clin Invest 1969; 48:1083-7. 4. Kamath S, Blann AD, Lip GY. Platelet activation: assessment and quantification. Eur Heart J 2001; 22:1561-71. 5. Gasparyan AY, Ayvazyan L, Mikhailidis DP, et al. Mean platelet volume: a link between thrombosis and inflammation? Curr Pharm Des 2011; 17:47-58. 6. Chu SG, Becker RC, Berger PB, et al. Mean platelet volume as a predictor of cardiovascular risk: a systematic review and meta-analysis. J Thromb Haemost 2010; 8:148-56. 7. US Renal Data System. USRDS 2011 Annual Data Report: Atlas of chronic kidney disease and end stage renal disease in the United States. Am J Kidney Dis 2012; 59:e1-420. 8. van Dieren S, Beulens JW, van der Schouw YT, et al. The global burden of diabetes and its complications: an emerging pandemic. Eur J Cardiovasc Prev Rehabil 2010; 17: S3-8. 9. Schäfer A, Bauersachs J. Endothelial dysfunction, impaired endogenous platelet inhibition and platelet activation in diabetes and atherosclerosis. Curr Vasc Pharmacol 2008; 6:52-60. 10. El Haouari M, Rosado JA. Platelet signalling abnormalities in patients with type 2 diabetes mellitus: a review. Blood Cells Mol Dis 2008; 41:11923. 11. Shah B, Sha D, Xie D, et al. The relationship between diabetes, metabolic syndrome, and platelet activity as measured by mean platelet volume: The National Health and Nutrition Examination Survey, 1999-2004. Diabetes Care 2012; 35:1074-8. 12. Dalamaga M, Karmaniolas K, Lekka A, et al. Platelet markers correlate with glycemic indices in diabetic, but not diabetic-myelodysplastic patients with normal platelet count. Dis Markers 2010; 29:5561. 13. Demirtunc R, Duman D, Basar M, et al. The relationship between glycemic control and platelet activity in type 2 diabetes mellitus. J Diabetes Complications 2009; 23:89-94. 14. Bavbek N, Kargili A, Kaftan O, et al. Elevated concentrations of soluble adhesion molecules and large platelets in diabetic patients: are they markers of vascular disease and diabetic nephropathy? Clin Appl Thromb Hemost 2007; 13: 391-7. 15. Hekimsoy Z, Payzin B, Ornek T, et al. Mean platelet volume in Type 2 diabetic patients. J Diabetes Complications 2004; 18: 173-6. 16. Unubol M, Ayhan M, Güney E. The relationship between mean platelet volume with microalbuminuria and glycemic control in patients with type II diabetes mellitus. Platelets 2012; 23: 475-80. 17. Coban E, Ozdogan M, Yazicioglu G, et al. The mean platelet volume in patients with obesity. Int J Clin Pract 2005; 59: 981-2. 18. Tavil Y, Sen N, Yazici H, et al. Coronary heart disease is associated with mean platelet volume in type 2 diabetic patients. Platelets 2010; 21: 368-72. 17 44 Orijinal Makale/Original Article Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz-yeterlik algısının belirlenmesi The determination of menstrual attitude with health self-efficacy perception in adolescents Funda Özdemir1, Ayfer Tezel1, Evşen Nazik2 1 2 Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi, Hemşirelik Bölümü, Ankara Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu,Hemşirelik Bölümü, Adana ÖZET ABSTRACT Amaç: Menstrual siklusun beraberinde getirdiği fiziksel, psikolojik ve sosyal etkilere adölesan dönemin getirdiği güçlüklerde eklendiğinde bu dönemin zor geçirileceği aşikardır. Bu çalışma adölesanlarda menstrual tutum ve sağlık öz yeterlik algısını belirlemek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve yöntem: Araştırma tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Veriler bir üniversitenin Sağlık Bilimleri Fakültesinde 1. sınıfta okuyan 310 kız öğrenciden toplanmıştır. Verilerin toplanmasında öğrencilerin sosyodemografik bilgilerini, menstrual özelliklerini içeren soruların yer aldığı anket formu, Menstruasyon Tutum Ölçeği (Menstrual Attitude Questionnaire) ve Sağlık Öz Yeterlik Algısı Ölçeği (Perceived Health Competence Scale) kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde yüzdelik, aritmetik ortalama ve standart sapma, pearson korelasyon analizleri yapılmıştır. Bulgular: Adölesanların yaş ortalamasının 18.61±0.90, menarş yaşı ortalamasının 13.25±1.10 olduğu belirlenmiştir. Adölesanların menstruasyon tutum ölçeğine ait puan ortalamasının 88.27±11.46, madde puan ortalamasının 2.84±0.36 olduğu bulunmuştur. Adölesanların sağlık öz yeterlik algısı ölçeğine ait puan ortalamasının 24.90±6.19, madde puan ortalamasının 3.11±0.77 olduğu saptanmıştır. Adölesanların menstrual tutumu ile sağlık öz yeterlik algısı arasında anlamlı bir ilişki vardır (r=0.126, p=0.026). Sonuç: Adölesanların menstrual tutumları ile sağlık öz yeterlik algıları arasında pozitif bir ilişki vardır. Anahtar kelimeler: menstruasyon, tutum, öz yeterlik, adölesan Türkçe kısa makale başlığı: Adölesanlarda menstrual tutum ve öz-yeterlik Objective: An adolescent’s menstruation cycle can be a difficult time with its physical, psychological, and effects – these can be compounded when difficulties occur with periods. This study examined menstrual attitude and perception of health self-efficacy in adolescents. Materials and methods: The research was conducted descriptively. Datas were collected from the 310 female students who study in Health Sciences Faculty in Turkey. When data collected, students’ socio-demographic information, including a questionnaire to questions related to menstrual characteristics, Menstrual Attitudes Questionnaire and the Perceived Health Competence Scale were used. The data percentage, mean and standard deviation, Pearson correlation analysis was performed when evaluation of the data. Results: The mean age of adolescent participants was 18.61±0.90; the mean age of menarche was 13.25±1.10. Adolescents’ average score was 88.27±11.46 on the Menstruation Attitude Scale and item average scores were found to be 2.84±0.36. Adolescents’ average score on the Health SelfEfficacy Scale was 24.90±6.19, with an item average score of 3.11±0.77. There is a significant relationship between the attitude of adolescents and menstrual health self-efficacy perception (r = 0.126, p = 0.026). Conclusion: This study found that there is a positive relationship between menstrual attitudes of adolescents and menstrual health self-efficacy perceptions. Key words: menstrual cycle, attitude, self efficacy, adolescent İngilizce kısa makale başlığı: Self-efficacy and menstrual attitude in adolescents İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Evşen Nazik / Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü , Adana Tel: 05054525263 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 05.08.2013 / Kabul tarihi: 04.09.2013 18 Nazik ve ark. Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlik algısının belirlenmesi Introduction Adolescence is a preparation period of transition between childhood and adulthood in physical, social and psychological maturity. Menarche is the most important sign of adolescent development for girls and indicates that their reproductive system has matured. Menstruation is a sign of reproduction that continues throughout the woman`s fertile years (1). Premenstrual syndrome, dysmenorrhea, and symptoms such as irregular bleeding frequently occur in adolescents’ menstrual cycles. In these cases; adolescents may experience complaints such as abdominal pain and tenderness, swelling, extreme breast tenderness, fatigue, appetite changes, crying spells, and dizziness. Some adolescents` school performance and peer relations can also be negatively affected by menstrual periods. Menstrual irregularities are also common complaints in the menstrual period (1-4). In addition, the menstruation period requires special hygienic practices and also has an economic impact. Briefly, the menstrual cycle is a reflection of reproductive functions of the endocrine system and can also entail many of the abovementioned negative impacts. Some studies in different cultures have shown that the relationship between culture and menstruation is expressed in many ways; for example, as a symbol of femininity, as an event involving disposal of contaminated blood or toxins, or creating feelings of discomfort, such as disruption to sports activities (59). Health self-efficacy is the power of finding health care resources and taking action to evaluate a person’s own potential (10). Self-efficacy influences maintenance of health behavior change at the cognitive, affective and behavioral level and enables the performance these individual behaviors (11). The menstrual cycle can be a difficult time with its associated physical, psychological, and social effects and more so when an adolescent experiences difficulties with her periods. Therefore, adolescents’ perceptions of their own health self-efficacy, and also their attitudes towards menstruation are thought to positively affect their required health behaviors. There have been no studies found in the literature that report on menstrual attitude in association with health self-efficacy. Nurses’ knowledge of adolescents` menstrual attitude and health selfefficacy can assist adolescents to develop positive Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:18-23 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:18-23 attitudes to the menstrual period and this process can also provide a good start in adulthood towards developing health self-efficacy. This study explored menstrual attitude and perception of health self-efficacy in adolescents. Materials and methods The research was conducted descriptively. Data were collected from Year 1 female students in the Health Sciences Faculty in Turkey. First-year students were selected because they did not yet have lectures on subjects related to health education that would affect their menstrual attitude and health selfefficacy. Within the 2010–2011 academic year there were 354 female students available in the faculty and 319 participated in the study. Forms were missing from seven students; two students were excluded as they were not in the adolescent age group. This resulted in a total of 310 survey forms used to collect the data and a participation rate of 91.7%. Data collected included students’ socio-demographic information, a questionnaire related to menstrual characteristics, the Adolescent Menstrual Attitudes Questionnaire and the Perceived Health Competence Scale. Menstrual Attitude Questionnaire: The original Menstrual Attitude Questionnaire was developed by Brooks-Gunn and Ruble (12) (1980) and its validity and reliability in Turkey determined by Kulakac and collegues (13). The Adolescent Menstrual Attitude Questionnaire (MAQ) consists of 31 items scored on a 5-point Likert scale where 1 = “Strongly Disagree”, 2 = “Disagree”, 3 = “Uncertain”, 4 = “Agree”, and 5 = “Strongly Agree”. Within this questionnaire the total scale point incorporates responses to questions posed in reverse (2, 3, 5, 8, 9, 10, 11, 13, 14, 15, 21, 22, 24, 25, 27, 29) and the total determined by adding the numerical values of all options. In the MAQ, the sub-scale or total scale scores average that is higher than all points indicates menstruation attitude is positive. Cronbach’s alpha value of 0.79 was found by Kulakaç and her colleagues indicating validity and reliability of the scale in Turkey. In this study Cronbach’s alpha value was 0.75. Perceived Health Competence Scale: The Perception of Health Self-efficacy Scale was developed by Smith and colleagues (1995) and was 19 Nazik ve ark. Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlik algısının belirlenmesi Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:18-23 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:18-23 adapted to Turkish by Üstündağ-Budak (1999) (14, 15). It uses a 6-point Likert scale for a total of eight items where 5 = “Strongly Agree”, 4 = “Agree”, 3 = “Tend to Agree”, 2 = “Tend to Disagree”, 1 = “Disagree”, and 0 = “Strongly Disagree”.When determining the total scale point, items added to other items. The lowest possible score is 0 and the highest is 40 points. In reliability and validity studies Cronbach’s alpha value was found to be 0.75 (16); in this study Cronbach’s alpha value was 0.732, 3, 6 and 7 are negatively worded where scoring changes to the opposite direction, then all numerical values are. The aim of the study and the contents of the questionnaire were explained to each subject and their voluntary participation was requested. All participants gave written informed consent before enrollment. Students took about 15 minutes to complete the questionnaire forms in their class time. Official permission was obtained from the institution review board of Ankara University Health Science Faculty in order to conduct this study. The data percentage, mean and standard deviation, Pearson correlation analysis and SPSS packet program were used to evaluate the data. Results In this study, the average age of adolescents was 18.61±0.90, and the average age of menarche was 13.25±1.10. Most adolescents (81.6%) stated their financial status as ‘medium’. The majority of adolescents were informed about menarche (81.9%) with this information provided by mother or sisters (50.6%). Most (41.9%) of the participants indicated they had a normal reaction to menarche; although a large number of responses were given such excited, surprised, embarrassment, fear, anger, crying and sorrow as expressing negative emotions (Table 1) On Table 2, Menstruation Attitude scale and its subdimensions with health self-efficacy scale scores and mean scores are presented together. The Adolescents’ Menstruation Attitude scale average was 88.27±11.46, and item score average was 2.84±0.36. Adolescents’ health self-efficacy scale average score was 24.90±6.19 and mean item score was 3.11±0.77. This study found that there is a positive relationship between adolescents’ menstrual attitudes and their health self-efficacy perceptions (r=0.126, p=0.026). (Table 2) 20 20 Nazik ve ark. Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlik algısının belirlenmesi Discussion This study explored menstrual attitude and perception of health self-efficacy in adolescents. The research findings are with reference to the related literature. In this study we found that the majority of adolescents are informed about menstruation (81.9%) and these adolescents were mostly informed by family members (50.6%). The comparable studies of Demirel and Terzioğlu (8), Turan and Ceylan (17) and Taşçı (18) found that adolescents were primarily informed about menstruation by their families with rates 60.3%, 89.1%, 64%, respectively. These rates are similar to our study’s findings. We concluded that adolescent girls are given information about menstruation by close relatives and that this can be considered as a cultural reflection. This study found that 41.9% of girls reported a normal reaction to menarche. However, a large number of responses reacted to menstruation using words such as excited, surprised, but also with embarrassment, fear, anger, crying and sorrow expressing negative emotions – although the majority of adolescents were informed about menstruation. Similarly, in their studies, Tortumluoğlu et al. (19), Özdemir et al. (20), Tang et al. (21) found some reactions such as crying, feeling scared, anger, embarrassed and excitement. These negative results can arise when adolescents take information from non-professional people who have negative early menarche experiences, and the media – that can be affected by incorrect information. Thus, for the development of positive attitudes towards menstruation, information provided by health professionals would be more appropriate. The scale scores and mean scores of the Menstruation Attitude scale and its sub-dimensions have been presented in combination with those of the health self-efficacy scale. Adolescents’ menstruation attitude scale item score average was found to be 2.84±0.36. One sub-scale of the Menstruation Attitude scale – “Menstruation as a natural phenomenon” – received the highest average score. In her study using the Menstruation Attitude scale, Kulakaç et al.’s (2008) findings were similar to our findings on the sub-scale average scores within the dimensions (13). Kulakaç et al.’s (13) MAQ item average score was 2.89 (±0.23), “Menstruation as a debilitating event” sub-scale item average score was 2.64 (±0.50), Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:18-23 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:18-23 “Menstruation as a bothersome event” sub-scale item average score was 2.66 (±0.76), “Menstruation as a natural event” sub-scale item average score was 3.67 (±0.64), “Anticipation and prediction of the onset of menstruation” sub-scale item average score was 2.48 (±0.54), “Denial of any effect of menstruation” sub-scale item average score was 2.46 (±0.65). In the MAQ, items, sub-groups or all of the scores obtained from the average of the scale was high and showed “menstruation attitude is positive” (13). Based on this study’s findings, it can be said that the menstrual attitude of our adolescent group is positive and they find menstruation is a natural event. Lu (5) studied healthy Taiwanese woman between the ages of 20 and 35 and his results indicated that: Menstruation as a debilitating event sub-scale item average score was 3.28 (±0.45), Menstruation as a bothersome sub-scale item average score was 2.86 (±0.47), menstruation as a natural event sub-scale item average score was 2.19 (±0.55), Anticipation and prediction of the onset of menstruation sub-scale item average score was 2.75 (±0.52), Denial of any effect of menstruation subscale item average score was 2.63 (±0.44). Average subscale scores in our study for the item “Menstruation as a natural event” were higher than in Lu`s study. In our study, the “Menstruation as a natural event” item average sub-scale is higher and suggests considering menstruation as a symbol of femininity and perceiving having periods as a sign of being healthy. In Turkish society, being a mother fulfills social roles for women as well as increasing their social status. “Menstruation as a natural event” high average subscale scores may have arisen from being considered as an indicator of femininity and a healthy body, as well as a process that must be experienced in our culture. Within the adolescents’ health self-efficacy scale, the average score in this study was 24.90±6.19. Çepni (22) studied 617 university students and he found the average score of health self-efficacy scale was similar (28.92±4.79) to our result. This study found that there is a positive relationship between adolescents’ menstrual attitudes and their health self-efficacy perceptions. (r = 0.126, p = 0.026) (Table 3). 21 Nazik ve ark. Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlik algısının belirlenmesi Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:18-23 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:18-23 symptoms of menstruation can make greater contributions to adolescents’ reproductive health as well as their general health perceptions. This result suggests that when menstrual attitude develops positively, health self-efficacy is also positively affected. No studies in the literature that combined menstrual attitude with health selfefficacy have been found. However, McPherson and Korfine`s (2004) study found that women who had more positive menstrual experiences and were well prepared for menstruation might have a more positive body image, felt good about their physical appearance, were more satisfied with specific areas of their bodies than women who had negative experiences of menarche and were poorly prepared for menstruation (23).Self-efficacy has a critical function in acquiring a new skill or further developing new skills and then implementing these skills or learning to life (24). Menstruation is part of a new cycle of learning that affect girl’s lives during the adolescent period. It is thought that health self-perception is the most important factor during the process of adaptation. If a person whose health self-perception of competence is high, their self-perceptions of effectiveness are also high in specific cases (25). People who have high self-efficacy are able to adapt and cope with new situations, negative facts and feelings when they face specific challenges better than people who have low self-efficacy (25). These findings support the suggestion that people who have high health perception of self-efficacy also have more positive menstrual attitudes. It is most important to ensure positive health behavior that increases adolescents’ menstrual health as well as their health perception of selfefficacy during this period of transition to adulthood. To inform adolescents about menstruation, to help them develop positive attitudes towards menstruation and strategies to cope with the References 1. Taşkın L. Doğum ve Kadın Sağlığı Hemşireliği. 8. Baskı. Sistem Ofset Matbaacılık, Ankara 2010: 56768. 2. Demir SC, Kadayıfçı TO, Vardar MA, et al. Dysfunctional uterine bleeding and other menstrual problems of secondary school students in Adana, Turkey. J Pediatr Adolesc Gynecol 2000; 13:171–5. 3. Vicdan K, Kükner S, Dabakoğlu T, et al. Adölesanlarda jinekolojik problemler, muayene sorunları ve muayene sırasında doktor ve refakatçi tercihleri. Jinekoloji ve Obstetrik Dergisi 1993; 7:220–5. 4. Eryılmaz G, Özdemir F, Pasinlioğlu T. Dysmenorrhea prevalence among adolescents in Eastern Turkey: its effects on school performance and relationships with family and friends. J Pediatr Adolesc Gynecol 2010; 23:267-72. 5. Lu ZJ. The relationship between menstrual attitudes and menstrual symptoms among Taiwanese women. J Adv Nurs 2001; 33:621–8. 6. Wong LP, Khoo EM. Menstrual-related attitudes and symptoms among multi-racial Asian Adolescent Females. Int J Behav Med 2011; 18:246–53. 7. Borrego RS, Calvo CG. Spanish women’s attitudes towards menstruation and use of a continuous, daily use hormonal combined contraceptive regimen. Contraception 2008; 77: 114–7. 8. Demirel S, Terzioğlu F. Gaziantep ili Şahinbey ilçesi ilköğretim okullarında öğrenim gören 5. ve 6. sınıf kız öğrencilerin menstruasyon fizyolojisine ilişkin bilgilerinin belirlenmesi. Hemşirelikte Araştırma Geliştirme Dergisi 2003; 5:47-60. 9. Şenol V, Gündüz E, Öztürk A. Kayseri ilinde adölesan kızların menarş ve menstrüasyon konusunda bilgi, tutum ve davranışları. Turkiye Klinikleri J Gynecol Obst 2010; 20:77–83. 10. Tabak RS. Sağlık Eğitimi. Somgür Yayıncılık. Anara 2000; 15-17. 11. Bandura A. Self-efficacy mechanism in human agency. Am Psych 1982; 7:122–47. 12. Brooks-Gunn J, Ruble DN. The menstrual attitude questionnaire. Psych Med 1980; 42: 503–12. 13. Kulakaç Ö, Öncel S, Fırat M, et al. Menstruasyon tutum ölçeği: geçerlik ve güvenirlik çalışması. Turkiye Klinikleri J Gynecol Obst 2008; 18:347-56. 22 Nazik ve ark. Adölesanlarda menstrual tutum ile sağlık öz yeterlilik algısının belirlenmesi Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:18-23 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:18-23 14. Smith SM, Wallston KA, Smith CA. The development and validation of the perceived health competence scale. Health Ed Res 1995; 10:51-6. 15. Üstündağ-Budak M. The role of personality variables in predicting the reported physical symptoms of male and female college students. Unpublished Thesis, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara 1999. 16. Üstündağ-Budak M, Mocan-Aydın G. The role of personality factors in predicting the reported physical health symptoms of Turkish college students. Adolescence 2005; 40:559-72. 17. Turan T, Ceylan SS. 11–14 yaş grubu ilköğretim öğrencilerinin menstruasyona yönelik bilgileri. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi 2007; 2:41-54. 18. Taşçı KD. Hemşirelik öğrencilerinin premenstrual semptomlarının değerlendirilmesi. TAF Prev Med Bull 2006; 5: 434–43. 19. Tortumluoğlu G, Özyazıcıoğlu N, Tüfekçi F, et al. Kırsal alanda yaşayan kız çocuklarının menarş yaşları ve menarşa yönelik emosyonel tepkilerinin saptanması. Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi 2004; 7:76-88. 20. Özdemir F, Nazik E, Pasinlioglu T. Determination of the motherly reactions to adolescents’ experience of menarche. J Pediatr Adolesc Gynecol 2010; 23:153-57. 21. Tang CS, Yeung DY, Lee AM. Psychosocial correlates of emotional responses to menarche among Chinese adolescent girls. Journal of Adolescent Health 2003; 33:193-201. 22. Çepni SA. Üniversite öğrencilerinde sağlıklı yaşam biçimi davranışları ile sağlık kontrol odağı ve sağlık öz yeterliği ilişkisi. T.C. Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik Programı Yüksek Lisans Tezi. Ankara 2010. 23. McPherson ME, Korfine L. Menstruation across time: menarche, menstrual attitudes, experiences, and behaviors. Women’s Health Issues 2004; 14:193200. 24. Stajkovi AD, Luthans F. Social cognitive theory and self-efficacy: going beyond traditional motivational and behavioral approaches. Org Dynamics 1998; 4:62–74. 25. Bandura A. Social Foundations of Thought and Action: A Social Cognitive Theory. Englewood Cliffs, NJ, Prentice Hall 1986; 391–449. 23 Olgu Sunumu/Case Report Nadir bir solunum sıkıntısı nedeni olarak yaşlı hastada Bochdalek hernisi Bochdalek hernia in an old patient as a rare cause of dispnea Aybala Agaç Ay1, Haluk Ulucanlar2, Ahmet Ay3, Yavuz Pirhan4 1 2 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Kırıkkale Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, Ankara 3 Viranşehir Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü, Şanlıurfa 4 Sungurlu Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü, Çorum ÖZET Bochdalek hernisi son derece nadir görülen bir patoloji olup, erişkin çağda görülmesi daha da nadir bir durumdur. Erişkin hastaların çoğu asemptomatik olup, bochdalek hernisi ve komplikasyonları sebebiyle acil servise başvuru yok denecek kadar azdır. Bu makalede ani gelişen solunum sıkıntısı ile acil servise başvurmuş, 81 yaşında kadın hastada bochdalek hernisi sunuyoruz. Nadir görülmesine rağmen, tanı almadığında mortal seyredebilecek bu durumun ayırıcı tanıda akılda tutulmasının önemini hatırlatmak isteriz. Anahtar Kelimeler: doğumsal diyaframatik herni, dispne Türkçe kısa makale başlığı: Yaşlı hastada Bochdalek hernisi ABSTRACT Bochdalek hernia is an uncommon variant of diaphragmatic hernias in adults and symptomatic cases even rarer and these cases rarely present as an emergency. We present a case with bochdalek hernia in an 81 years old woman who admitted to the hospital with acute dispnea. We want to remind that, though rare, diaphragmatic hernias should be kept in mind while considering all possibilities of differential diagnosis of dispnea. Key words: congenital diaphragmatic hernia, dyspnea İngilizce kısa makale başlığı: Bochdalek hernia in an old patient İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Aybala Ağaç Ay / Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD, Kırıkkale Tel: 05314687381 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 04.01.2013 / Kabul tarihi: 11.06.2013 24 Agac Ay ve ark. Nadir bir solunum sıkıntısı nedeni olarak yaşlı hastada Bochdalek hernisi Giriş Diyafragmanın posterolateral açıklığının uygunsuz kapanma bozukluğu ilk olarak 1848 yılında Bochdalek tarafından tanımlandı. Konjenital diyafragmatik herni 2000-5000 yenidoğanda bir görülmekte olup bunların yaklaşık %85’ini Bochdalek hernisi oluşturmaktadır. Yenidoğanda rastlanabilen bir durum olmasına rağmen, yetişkin hasta grubu için bugüne kadar yaklaşık 100 adet asemptomatik olgu bildirilmiş olup, semptomatik olgu bildirimi çok daha nadirdir(1). Bu makalede bochdalek hernisi nedeniyle ani başlayan solunum sıkıntısı şikayetiyle acil servise başvurmuş bir olguyu sunuyoruz. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:24-26 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:24-26 Toraks Bilgisayarlı Tomografisinde (BT) de yine sağ lateral diyafragmatik defektten toraksa herniye olmuş ince barsak ansları görülmesi üzerine (Resim 2) hastaya acil şartlarda operasyon planlandı. Göbek üstü median kesi ile batına girilerek sağ lateral diyafragma defektinden toraksa herniye olmuş ince barsak ansları keskin ve künt disseksiyonla serbestlenerek karın içine alındı. Defekt ise 2 numara ipek ile tek tek onarıldı. Karın eksplorasyonunda herniye olan ince barsak segmenti hiperemik ve ödemli izlendi, aşikar strangülasyon veya obstrüksiyon bulgusu saptanmadı. Postoperatif yoğun bakımda takip edilen hasta, ameliyat sonrası 14. günde sorunsuz olarak taburcu edildi. Olgu sunumu 81 yaşında kadın hasta acil serviste görüldü, geliş anında hastanın TA:140/90 mmHg, kalp atım hızı: 114/dak , Solunum Sayısı: 32/dak, Mobil prob ile bakılan oksijen satürasyonu 84 idi. Hastanın ani başlayan solunum sıkıntısı sebebiyle memleketindeki 1. basamak sağlık kuruluşuna başvurduğu, acil sevk zinciri tamamlanarak 3.basamak sağlık kuruluşunun acil servisine getirildiği, son 1 saattir de karın ağrısının başladığı öğrenildi.Hastanın diyabetes mellitus ve hipertansiyonunun olduğu, bununla ilgili ilaçlarını kullandığı, başka sistemik bir hastalığının olmadığı öğrenildi.Geçirilmiş operasyon öyküsü olmayan hastanın karın muayenesinde tüm kadranlarda hassasiyet ve her iki üst kadranda müsküler defans saptandı.Akciğer sesleri solda kabalaşmış olmakla beraber, sağ akciğer bazalde oskültasyonla barsak sesleri alınmakta idi. Yapılan biyokimyasal analizde beyaz küre sayımı: 12.400/cm3 olup başka patoloji saptanmadı. Diğer sistemik fizik muayenesi normal olan hastanın akciğer ve ayakta direkt batın grafisinde sağ toraks içine herniye olmuş barsak ansları izlendi. Resim 1: Hastanın PA akciğer ve ayakta direkt batın grafisinde sağ toraks içinde intestinal gaz gölgeleri görülmektedir. Resim 2: Hastanın toraks tomografisinde herniye olmuş ince barsak ansları görülmektedir. Tartışma Diyafragmanın oluşumunda plevral ve çölomik kaviteler birbiriyle davamlı bir formasyona giderek diyaframı oluştururlar, en son olarak posterolateral kısım kapanma gösterir. Bu yapılanmadaki bir aksaklık diyafragmatik defekleri de beraberinde getirir. Diyafragmatik kapanma defektleri 3 alanda gerçekleşirken–lateral/anterior/pars sternalis- en sık görülen grup %81 oran ile posterolateral gruptur(1). Bochdalek hernisi, genellikle ince barsak pasajına izin verdiğinden, abdominal değil, toraksa herniye olmuş abdominal içerik sebebiyle respiratuar semptomlarla bulgu verirler. Herniye olmuş barsakların akciğere bası yapması sonucu, fonsiyonel kapasite ve ventilatuar performansın düşmesi sonucu, özellikle de olgumuzda olduğu gibi ventilasyon kapasitesi sınırda hastalarda, dispne ve takipne ile kendini gösterir(2). Her ne kadar olgumuz ışığında Bochdalek 25 Agac Ay ve ark. Nadir bir solunum sıkıntısı nedeni olarak yaşlı hastada Bochdalek hernisi hernisini tartışıyorda olsak, özellikle yaşlı hastalarda, akciğer ekspansiyonunu kısıtlayacak tüm patolojiler gibi morgagni hernisininde benzer semptomlar oluşturabildiğini eklemekte fayda vardır(2-4). Bochdalek hernisinin en ciddi abdominal komplikasyonu hiç kuşkusuz herniye olan barsak segmentlerinin strangülasyona ve obstrüksiyona sebep olmasıdır. Her ne kadar nadir de olsa literatürde strangülasyona ve obstrüksiyona sebep olmuş diyafragma hernileri de rapor edildiğinden, Bochdalek hernisi; akut respiratuar distres gibi intestinal obstrüksiyonlarda da ekarte edilmesi gereken bir antite olarak karşımıza gelmelktedir(5,6). Tanıda akciğer oskültasyonundan sonra, görüntüleme yöntemlerinin de oldukça önemli yeri vardır. Öncelikle PA akciğer ve batına yönelik direkt grafiler, sonrasında ise torakoabdominal BT ile tanının kesinleştirilmesi önerilmektedir(1). Tedavide ise esas yaklaşım cerrahi olmakla birlikte, torakotomi ile yada laparotomi ile cerrahi uygulanması konusu tartışmalıdır. Bir kısım olası adezyonların açılması ve herniye olmuş içeriğin etraf dokulardan ayrılması konusunda kolaylık getirmesi bakımından toraks tarafından yaklaşımı önerirken; diğer bir kısım ise olası bir strangülasyon, obstrüksiyon ya da malrotasyonun değerlendirilebilmesi açısından abdominal yaklaşımı uygun görmektedirler(1). Biz olgumuzda, yukarıda sayılan sebeplerden ötürü abdominal yaklaşımı tercih ettik.Yaşlı hastada semptomatik Bochdalek Hernisi yok denecek kadar nadir olduğundan, tanı aşamasında gecikmemek ve yanılmamak da bir o kadar önemli olmaktadır. Senil hasta grubunda komorbid durumlar göz önüne alınırsa genellikle tüm fizyolojik fonksiyonlar sınırda yürütüldüğünden, tanı ve tedavi sürecinde oluşacak bir aksama direkt olarak mortalite oranlarına yansımaktadır(1,2). Bununla paralel olarak literatürde mortalite oranları %3 ila %32 ye kadar uzanan bir spektrumda olup (2), durumun ciddiyeti bakımından oldukça dikkat çekicidir. Dolayısıyla bu olgu sunumuyla; son derece nadir görülen fakat ayırıcı tanıda değerlendirilmemesi durumunda mortalite ve morbiditesi oldukça yüksek seyreden bu antitenin yeniden hatırlanmasına yardımcı olmayı amaçladık. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:24-26 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:24-26 report and review of literature. World J Emerg Surg 2009; 4:16. 2. Alviar CL, Cordova JP, Korniyenko A, et al. Bilateral Bochdalek hernias presenting as respiratory failure in an elderly patient. Respir Care 2011; 56:691-4. 3. Rai SP, Kamath M, Shetty A, et al. Symptomatic Morgagni's hernia in an elderly patient. J Emerg Trauma Shock 2010; 3:89-91. 4. Seydel B, Detry O. Images in clinical medicine. Morgagni's hernia. N Engl J Med 2010; 362: e61. 5. Yetkin G, Uludag M, Citgez B. Traumatic diaphragmatic hernia resulting in intestinal obstruction. BMJ Case Rep 2009; 2009: bcr06.2008.0258. 6. Divisi D, Imbriglio G, De Vico A, et al. Right diaphragm spontaneous rupture: a surgical approach. ScientificWorldJournal 2011; 11:1036-40. Kaynaklar 1. Kumar A, Maheshwari V, Ramakrishnan Ts, et al. Caecal perforation with faecal peritonitis - unusual presentation of Bochdalek hernia in an adult: a case 26 Olgu Sunumu/Case Report Koroner hibrid girişim gerekliliği; iki olgu sunumu The need for hybrid coronary intervention; report of two cases Ufuk Aydın1,Çağrı Düzyol1 , Cevdet Uğur Koçoğulları1, Ahmet Lütfullah Orhan2 1 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi Kliniği, Kocaeli 2 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kardiyoloji Kliniği, Kocaeli ÖZET Hibrid koroner girişim invaziv kardiyolojik veya cerrahi girişimden herhangi birinin yetersiz kalması durumunda, bu iki girişimin bir arada yapılmasıdır. İleri yaş, kötü ventrikül fonksiyonu, redo koroner arter baypas, pulmoner veya renal fonksiyon bozukluğu gibi yüksek risk taşıyan hasta gruplarında mortalite ve morbiditeyi azaltmak için, kardiyoloğun ve kalp cerrahının ortak kararı ve tedavi planlaması ile hibrid koroner girişimler yaygın olarak kulanılmaktadır. Kliniğimizde, önceden planlanmamasına rağmen hibrid girişim yapmak zorunda kaldığımız iki hasta hibrid koroner girişim uygulanarak tam ve başarı ile tedavi edilmiş olup, semptomsuz takip edilmişlerdir. Kardiyovasküler cerrahideki gelişmelere paralel olarak, kardiyolog ve kardiyovasküler cerrah işbirliği ile gerçekleştirilen hibrid koroner girişimlerin, seçilmiş hastalarda mortalite ve morbidite oranlarını düşürebileceğine inanıyoruz. Anahtar kelimeler: iki-hibrid sistem teknikleri, koroner arterler, kalp cerrahisi girişimi Türkçe kısa makale başlığı: Hibrid koroner girişimler ABSTRACT Hybrid coronary intervention is a practice when both invasive cardiologic and surgical interventions are performed together due to insufficiency of each intervention individually. After common decision and planning of the therapeutic options of both cardiologist and cardiac surgeon, hybrid coronary interventions are widespreadly used to reduce the risk of mortality and morbidity in patients with risk factors such as advanced age, poor ventricle functions, redo coronary bypass, pulmonary or renal dysfunction. Two cases from our clinic, which we had to perform an unplanned hybrid coronary intervention, were completely and successfully treated with no sympthoms in the follow up period. We believe that, in parallel with the improvements in cardiovascular surgery, hybrid coronary interventions performed with cooperation of cardiologist and cardiovascular surgeon may reduce mortality and morbidity ratios in selected patients. Key words: two-hybrid system techniques, coronary arteries, heart surgical procedure İngilizce kısa makale başlığı: Hybrid coronary interventions İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Çağrı Düzyol / Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Kalp ve Damar Cerrahisi Kliniği Tel: 05332696430 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 18.06.2013 / Kabul tarihi: 14.11.2013 27 Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:27-30 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:27-30 Düzyol ve ark. Koroner hibrid girişim gerekliliği; iki olgu sunumu Giriş Hibrid koroner girişim invaziv kardiyolojik veya cerrahi girişimden herhangi birinin yetersiz kalması durumunda, bu iki girişimin bir arada yapılmasıdır. İleri yaş, kötü ventrikül fonksiyonu, redo koroner baypas, pulmoner veya renal fonksiyon bozukluğu gibi yüksek risk taşıyan hasta gruplarında mortalite ve morbiditeyi azaltmak için, kardiyoloğun ve kalp cerrahının ortak kararı ve tedavi planlaması ile hibrid koroner girişimler yaygın olarak kulanılmaktadır(1). Kliniğimizde, önceden planlanmamasına rağmen hibrid girişim yapmak zorunda kaldığımız iki hastayı sunuyoruz. Olgu sunumu Olgu 1 Altmış beş yaşında, diyabetes mellitus dışında kardiyak ek risk faktörü olmayan erkek hastanın efor anjinası nedeniyle yapılan koroner anjiografisinde sol ana koroner arterde (LMCA) % 70, sol ön inen koroner arterde (LAD) % 70, sirkumfleks arterde (Cx) % 80 ve sağ koroner arterde (RCA) % 60 stenoz oluşturan lezyonlar tespit edilmesi üzerine, hastaya koroner arter baypas operasyonu (CABG) uygulanmasına karar verildi. Preoperatif tetkikleri normal olan hastanın transtorasik ekokardiyografi (EKO) tetkikinde sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu %60 bulundu. Hastaya elektif şartlarda, median sternotomi ve kardiyopulmoner baypas (KPB) uygulanarak CABG operasyonu uygulandı. KPB asendan aortanın ve sağ atriumun (double-stage, tek kanül) kanülasyonu, orta derecede hemodilüsyon (hematokrit %22-%25 arasında tutulacak şekilde) ve orta derecede sistemik hipotermi (32 C° transvezikal) ile yapıldı. LAD için sol internal mamarian arter (LİMA), diyagonal (Dg) ve RCA için safen ven grefti (SVG) ile baypaslar yapıldı. Ancak kritik lezyonlu Cx arteri peroperatif epikardial eksplorasyonda bulunamadığından Cx-SVG baypası yapılamadı. Cx arterinin intramiyokardiyal seyri nedeniyle, bu arterin eksplorasyonu sırasında yüksek olasılıkla sol ventrikül yaralanması ve KPB süresinin uzamasından endişe edilerek Cx artere ait baypas pas geçildi ve operasyon tamamlandı. Postoperatif yapılan koroner anjiografi ile implante edilen koroner arter greftlerinin patent olduğunun gösterilmesi ardından, kritik Cx lezyonu (Resim1) perkütan koroner girişim (PCI) ile revaskülarize edildi (Resim2). Hastanın takiplerinde semptomatik ve klinik olarak tam düzelme sağlandığı görüldü. Resim 1 Resim 2 Olgu 2 Elli beş yaşında, 5 yıl önce üç damar koroner arter bypass operasyonu uygulanmış, hipertansiyon ve diyabetes mellitus risk faktörleri olan, akut koroner sendrom kliniği ile hastanemize başvuran hastanın yapılan koroner anjiografisinde LMCA’de % 70 stenoz beraberinde kritik Cx stenozu, LİMA-LAD baypas greftinde total oklüzyon mevcut ve diğer greftleri patent olarak tespit edilerek acil koroner arter baypas operasyonu kararı verildi. Hastanın preoperatif tetkikleri normal olup, transtorasik EKO ile sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu %40 bulundu. Acil koşullarda, genel anestezi altında median sternotomi ile yaklaşılarak operasyona başlanan 28 Düzyol ve ark. Koroner hibrid girişim gerekliliği; iki olgu sunumu hastada, mediastende ileri derecede adezyonlar tespit edildi. Oluşabilecek ventriküler yaralanma ve hemodinamik instabilite göz önüne alınarak aksiller arter yoluyla arteryel ve femoral ven yoluyla venöz kanülasyonlar yapıldı. Yapılan eksplorasyonda kalbin anterior yüzeyi ve arkus aorta serbestleştirilebildi. Patent greftlere zarar verme ve ventriküler yaralanma endişesiyle, hastada atan kalpte sağ subklavian arterden LAD’ye SVG ile baypas yapıldı; Cx artere açık cerrahi girişimle müdahale imkanı olmadığından operasyon sonlandırıldı. Postoperatif anjiografide implante edilen greftin patent olduğunun (Resim3) görülmesi ardından kritik Cx lezyonuna PCI yapıldı. (Resim4). Resim 3 Resim 4 Hastanın takiplerinde semptomatik ve klinik tam düzelme sağlandığı görüldü. Tartışma Koroner arter hastalığının tedavisinde medikal tedavinin yanı sıra, PCI ve CABG günümüzde standart Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:27-30 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:27-30 tedavi yöntemleridir. Koroner arteryel revaskülarizasyonda LİMA-LAD baypası altın standart yöntemdir (2). PCI, koroner baypas cerahisine göre düşük erken mortalite ve morbidite oranları sağlasa da, tekrarlayan girişim gereksinimi daha fazla olan bir yöntemdir (3). Koroner girişimlerde en önemli hedef olan tam revaskülarizasyonu en az riskle sağlamak ideal yaklaşımdır. Özelikle çok damar hastalığı olan ve yüksek riskli hastalarda CABG veya PCI girişimlerinden yalnız birini seçerek hedefe ulaşmak çok zordur. Bu hastalarda hibrid koroner girişim ideal seçenek olacaktır. Aortun kanülasyonu, manipülasyonuve KPB kullanımı sonucu gelişebilecek nörolojik olaylar yaşlı hasta popülasyonunda daha sıktır (4). Daha önce koroner baypas operasyonu geçirmiş hastalarda operasyon sahasında gelişen yapışıklıklardan dolayı, açık cerrahi girişime alınan hastalarda vasküler veya kardiak yaralanma sonucu mortalite ve morbidite görülme riski oldukça yüksektir (5). Bu nedenle yaşlı, redoCABG gerektiren; ventriküler, pulmoner, renal fonksiyon bozukluğu, serebrovasküler hastalığı veya malignitesi olan hastalarda hibrid koroner revaskülarizasyon uygun bir yaklaşımdır (6). Literatürde taradığımız kadarıyla, hibrid koroner revaskülarizasyon ile olumlu sonuçlar bildirilmiş ve çok damar koroner arter hastalarında uygun bir tedavi stratejisi olduğu vurgulanmıştır (7-9). Hastalarımızdan ilkinde önemli bir komorbidite olmadığı halde, kritik stenoz bulunan Cx arterini revaskülarize edemediğimizden, bu artere yönelik olarak hastaya PCI uygulanarak yapılan CABG ve PCI hibrid girişimi ile komplet revaskülarizasyon sağlanmış oldu. İkinci olgumuzda ise kardiak ve majör vasküler yaralanma endişesiyle CABG ile komplet revaskülarizasyon sağlanamadığından, PCI ile tamamlayıcı revaskülarizasyon yapıldı. Günümüzde artık koroner baypasa aday hasta popülasyonu daha ileri yaşlı, önceden CABG uygulanmış ve çok damar koroner arter hastalığı mevcut hastalardır. Bu nedenle, CABG planlanırken hibrid revaskülarizasyon gerekebileceği de akılda tutulmalıdır. Olgularımızda önceden hibrid girişim planlamadığımız halde, hastalarda CABG ile komplet revaskülarizasyon yapılamadığı için ikincil bir girişim yapılmasına gerek duyulmuştur. Hibrid girişim fikrinin iyice yerleştiği günümüzde, kalp ve damar cerrahisi ameliyathaneleri, aynı seansta veya birbirini izleyen seanslarda bu girişimlerin yapılmasını mümkün kılan olanaklara 29 Düzyol ve ark. Koroner hibrid girişim gerekliliği; iki olgu sunumu Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:27-30 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:27-30 sahip olmalıdır (10). Aynı ortamda iki işlemin aynı anda veya ardışık yapılabilir olması, gerek anastomoz kontrolü ile operasyon başarısını artıracak, gerekse maliyeti azaltma avantajı sağlayacaktır. Gelecekte klasik kalp damar cerrahisi mantığının değişeceği bir gerçektir. Bu açıdan kardiyolog ve kalp cerrahının koordinasyon içinde çalışması ile yapılan hibrid girişimler sayesinde, seçilmiş hastalarda mortalite ve morbiditenin azaltılabileceği kanaatindeyiz. Kaynaklar 1. G Orhan. Yüksek riskli koroner kapak hastalıklarında hibrid girişimler. Turkiye Klinikleri J Cardiovasc Surg-Special Topics 2011; 3:29-32. 2. Drenth DJ, Veeger NJ, Grandjean JG, et al. Isolated high-grade lesion of the proximal LAD: a stent or offpump LIMA? Eur J Cardiothorac Surg 2004; 25:56771. 3. Reynolds MR, Neil N, Ho KK, et al. Clinical and economic outcomes of multivessel coronary stenting compared with bypass surgery: a single-center US experience. Am Heart J 2003; 145:334-42. 4. Regragui I, Birdi I, Izzat MB, et al. The effects of cardiopulmonary bypass temperature on neuropsychologic outcome after coronary artery surgery: a prospective randomized trial. J Thorac Cardiovasc Surg 1996; 112:1036-45. 5. Ş Yavuz. Redo-CABG'de hibrid girişimler. Turkiye Klinikleri J Cardiovasc Surg-Special Topics 2011; 3:1422. 6. Friedrich GJ, Bonatti J, Dapunt OE. Preliminary experience with minimally invasive coronary-artery bypass surgery combined with coronary angioplasty. N Engl J Med 1997; 336:1454-5. 7. Stahl KD, Boyd WD, Vassiliades TA, et al. Hybrid robotic coronary artery surgery and angioplasty in multivessel coronary artery disease. Ann Thorac Surg 2002; 74:1358-62. 8. Cisowski M, Morawski W, Drzewiecki J, et al. Integrated minimally invasive direct coronary artery bypass grafting and angioplasty for coronary artery revascularization. Eur J Cardiothorac Surg 2002; 22:261-5. 9. Reicher B, Poston RS, Mehra MR, et al. Simultaneous "hybrid" percutaneous coronary intervention and minimally invasive surgical bypass grafting: feasibility, safety, and clinical outcomes. Am Heart J 2008; 155:661-7. 10. J Kpodonu, A Raney. The cardiovascular hybrid room a key component for hybrid interventions and image guided surgery in the emerging specialty of cardiovascular hybrid surgery. Interact Cardio Vasc Thorac Surg 2009; 9:688-92. 30 Pankreasta nadir bir kitle: lenfanjiom A rare mass in the pancreas: lymphangioma Çağrı Tiryaki1, Zülfü Bayhan2, Erdem Okay3, Yeşim Gürbüz4, Turgay Şimşek5, Ertuğrul Karğı6, Zehra Boyacıoğlu1, Mustafa Celalettin Haksal1 1 Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, Kocaeli Dumlupınar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Kliniği, Kütahya 3 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Kocaeli 4 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Kocaeli 5 Sakarya Pamukova Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü, Sakarya 6 Gaziantep Islahiye Devlet Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü, Gaziantep 2 ÖZET Lenfanjiomalar lenfatik sistemin benign tümörleridir. İntraabdominal lenfanjiomalar oldukça nadirdir. (1/100.000) Erkeklerde sıktır ve genellikle çocukluk çağında görülür. İntraabdominal lenfanjiomaların klinik prezentasyonu değişkendir. Kronik karın ağrısı, akut karın ağrısı ve distansiyon, kusma, ateş ve peritonit bunlardan bazılarıdır. Bu çalışmamızda distal pankreasta kistik lenfanjiom vakası sunulmuştur. ABSTRACT Lymphangiomas are benign tumors of the lymphatic system. İntraabdominal lymphangiomas are very rarely. (1/100.000) They are more common in boys and usually occur in childhood. Clinical presentation of abdominal lymphangiomas is variable. Some of them are chronic abdominal pain, acute abdominal pain and distension, vomiting, fever and peritonitis. Here in, we report on a case of cystic lymphangioma of the distal pancreas. Anahtar kelimeler: pankreas, lenfanjiyoma Türkçe kısa makale başlığı: Pankreasın lenfanjioması Key words: pancreas, lymphangioma İngilizce kısa makale başlığı: Lymphangioma of the pancreas ABSTRACT İletişim (Correspondence): Op. Dr. Çağrı Tiryaki / Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi - Genel Cerrahi Kliniği Tel: 05369418778 / E-mail: [email protected] Başvuru tarihi: 02.04.2013 / Kabul tarihi: 05.08.2013 31 Tiryaki ve ark. Pankreasta nadir bir kitle: lenfanjiom Giriş Lenfanjiomlar, lenfatik kanalların konjenital malformasyonlarıdır. Genellikle servikal ve aksiller bölgede görülürler. İntraabdominal lenfanjiomalar nadir (1/100000) görülen benign tümörlerdir (1). Tüm lenfanjioma olgularının %1’inden azını oluştururlar. Çoğunlukla erkeklerde ve infantlarda görülürler (1). İntraabdominal lenfanjiomlar, mezenterde ve retroperitonda yerleşmeye eğilimlidirler (2). Genellikle kitle etkisi, enfeksiyon, rüptür gibi komplikasyonlara bağlı semptomlara neden olsalar da, bazen hiç bulgu vermeden tesadüfen saptanabilirler. Pankreatik lenfanjiomlar tüm yaş gruplarında görülebilir. Bayanlarda daha sık görülürler (3). Çok nadir lezyonlar olmasına rağmen, özellikle bayan hastalarda retroperitoneal lezyonlarda ve pankreasın kistik lezyonlarında ayırıcı tanıda dikkate alınmalıdırlar (3). Ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografide, uniloküler veya multiloküler, septasyonlar içerebilen, iyi sınırlı, ince duvarlı kistik kitleler olarak tanımlanırlar. Kist içine kanama veya enfeksiyon olursa solid görünüm sergileyebilirler. Tanıda biopsinin yeri önemlidir ancak kesin tanı cerrahi eksizyon sonrası histopatolojik inceleme ile konulur. Tedavisi total eksizyondur. Olgu sunumu Hastanemize karın sol alt kadranda ağrı yakınmasıyla başvuran 46 yaşında bayan hastanın karın ağrıları 3 yıldır mevcutmuş ve son 1 yıldır sıklığı giderek artmış. Fizik muayenesinde derin palpasyonla sol alt kadranda lokalize hassasiyet mevcuttu. Defans ve rebaund yoktu. Palpabl kitle saptanmadı. Diğer sistemlerin muayeneleri doğaldı. Preoperatif tetkiklerinde, tüm biyokimyasal değerleri normaldi. Hemoglobin ve lökosit sayım değerleri normaldi. Ca 19-9, CEA ve AFP normal sınırlardaydı. Karın bilgisayarlı tomografisinde (BT), pankreas kuyruk kesiminde 21 x 18 mm boyutlarında, pankreas parankimine göre hipodens, düzgün konturlu kitle mevcuttu. Yapılan üst karın manyetik rezonansında, pankreas kuyruk kesiminde 22 x 22 mm boyutlarında, T1 ağırlıklı imajlarda hipointens, T2 ağırlıklı imajlarda hiperintens, santral kısmında ise hipointens küçük bir odağın izlendiği kitle lezyon görüldü (Resim 1). Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:31-33 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:31-33 Resim 1: Koronal planda elde olunan T2A MR görüntüde pankreas kuyruk kesiminden köken alıp egzofitik uzanım gösteren yüksek sinyalli kitle lezyonu izlenmektedir. Kitle lezyonun pankreasdan egzofitik uzanımı dikkati çekmekteydi. Geçirilmiş pankreatit öyküsü bulunmayan hastada bu bulgular göz önüne alınarak ve kesin tanı konulması amacıyla ameliyat planlandı. İntraoperatif değerlendirmede, pankreas kuyruk kısmında gövdeye yakın yerleşimli yaklaşık 3 x 3 cm lik, çevre dokudan daha sertlikte kistik kitle lezyon saptandı. Bunun üzerine distal panreatektomi yapılmasına karar verildi. Kistik kitleyi içerecek şekilde distal pankreatektomi gerçekleştirildi. Çıkarılan spesimenin histopatolojik değerlendirmesi sonucunda pankreasın kavernöz lenfanjiomu olarak rapor edildi. Postoperatif 7. gününde hasta sorunsuz olarak taburcu edildi. Hastanın bir yıllık takiplerinde herhangi bir semptom ya da patolojik bulgu saptanmadı. Resim 2: Pankreasın lobüler yapısının yanında kistik genişlemiş içi serumla dolu damar yapılar izlenmektedir (40XHematoksilen eozin). 3232 Tiryaki ve ark. Pankreasta nadir bir kitle: lenfanjiom Resim 3: Pankreasın lobüler yapısının yanında kistik genişlemiş içi tek tük lenfositler ve serumla dolu damar yapılar izlenmektedir (10XHematoksilen eozin). Resim 4: Kistik genişlemiş içi tek tük lenfositler ve serumla dolu damar yapılarından oluşan neoplazi izlenmektedir (20XHematoksilen eozin). Resim 5: Endotelinde CD34 boyasıyla immunreaktivite gösteren kistik genişlemiş damar yapılarından oluşan neoplazi izlenmektedir (20Xİmmunhistokimya CD34). Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:31-33 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:31-33 Tartışma Pankreas lenfanjiomlarının tanısında kullanılan radyolojik tetkiklerden BT ve ultrasonografi, genellikle lenfanjiomu pankreatik maligniteden ayırt edemez. İğne aspirasyon biopsisi pankreas lenfanjiomu tanısı hakkında önemli bilgiler verir. Ancak pankreatik lenfanjiomun kesin tanısı cerrahi eksizyon ve histopatolojik inceleme sonrasında konulur. Shon ve ark. 37 yaşındaki bayan hastaya distal pankreas yerleşimli lenfanjiom için distal pankreatektomi yapmışlar ve cerrahi sonrası tam kür elde etmişlerdir (3). Fonceka ve ark. ise preoperatif sitolojik analizi yapılan 5 vakayı gözden geçirmişler ve bu vakalarda ortalama yaşı 56,4 olarak bulmuşlardır. Yine aynı çalışmada ortalama lezyon büyüklüğünü 4,5 cm ve lezyonların yerleşim yerlerini de pankreas başı olarak rapor etmişlerdir (4). Fahimi ve ark. 43 yaşındaki erkek hastaya, pankreas başı yerleşimli kistik kitle için modifiye edilmiş pankreatikoduodenektomi yapmışlar ve 30 aylık takiplerinde hastada problem tespit etmemişlerdir (5). Pankretik lenfanjiomlar benign neoplazmlardır ancak lokal invaziv olabilirler .Cerrahi eksizyon genellikle küratiftir (5). İnkomplet eksizyonlar sonrasında lokal relapslar görülebilir. Bazı vakalarda parsiyel pankreatektomi gerekebilir (5). Pankreasta görülen kistik kitleler genellikle basit kist, psödokist, kistadenoma ve kistadenokarsinoma olarak görülebilseler de, pankreatik lenfanjiomalar da ayırıcı tanıda unutulmaması gereken önemli bir patolojidir. Kaynaklar 1.Takiff H, Calabria R, Yin L, et al. Mezenteric cysts and intra-abdominal cystic lymphangiomas. Arch Surg 1985; 120:1266-9. 2. Kosir MA, Sonnio RE, Gauderer MWL. Pediadric abdominal lymphangiomas: a plea for early recognition. J Pediatr Surg 1991; 26:1309-13. 3. Shon BK, Cho CH, Chae HD. Cystic lymphangioma of the pancreas. J Korean Surg Soc 2011; 81: 141-5. 4. Fonseca R, Pitman MB. Lymphangioma of the pancreas: a multimodal approach to preoperative diagnosis. Cytopathology 2013; 24:172-6. 5. Fahimi H, Faridi M, Gholamin S, et al. Cystic lymphangioma of the pancreas: diagnostic and therapeutic challenges: JOP 2010; 11:617-9. 33 Olgu Sunumu/Case Report Kallmann sendromu: MRG bulguları Kallmann syndrome: MRI findings Semra Duran, Mehtap Çavuşoğlu, Eda Elverici, Enis Yüksel Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği, Ankara ÖZET Kallmann sendromu, hipogonadotropik hipogonadizm ve anosmi veya hiposmi ile karakterize nöronal migrasyon bozukluğudur. Defektif rinosefalon gelişiminin olfaktor trakt anomalilerine neden olduğu genel olarak kabul edilen görüştür. Biz, klinik ve laboratuar bulguları Kallmann sendromu ile uyumlu olan hastada olfaktor traktı ve olfaktor sulkusu magnetik rezonans görüntüleme ile değerlendirdik. Koronal görüntülerde frontal bölgede olfaktor trakt yokluğu ve bilateral olfaktor sulkus aplazisi tanımlandı. Anahtar kelimeler: Kallmann sendromu, hipogonadotropik hipogonadizm, anozmi, eko-planar manyetik rezonans görüntüleme Türkçe kısa makale başlığı: Kallmann sendromu ABSTRACT Kallmann syndrome is a neuronal migration disorder characterised by hypogonadotrophic hypogonadism and anosmi or hyposmia. It is generally accepted that defective rhinocephalon development result in olfactory tract abnormalities. We used magnetic resonance imaging to visualize the olfactory tract and evaluate the olfactory sulci in patient whose clinical and laboratory findings were compatible with Kallmann syndrome. Coronal images of the frontal region clearly demonstrated aplasia of the bilateral olfactory sulci and absence of the olfactory tracts in patient. Key words: Kallmann syndrome, hypogonadotrophic hypogonadism, anosmia, magnetic resonance imaging İngilizce kısa makale başlığı: Kallmann syndrome İletişim (Correspondence): Uzm. Dr. Semra Duran / Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği, Ankara ABSTRACT Tel: 05327779406 / E- mail:[email protected] Başvuru tarihi: 22.04.2013 / Kabul tarihi: 14.06.2013 34 Duran ve ark. Kallmann sendromu: MRG bulguları Giriş Kallmann sendromu (KS), hipogonadotropik hipogonadizm ile birlikte anosmi veya hiposmi ile karakterize nöronal migrasyon bozukluğudur (1). Rinosefalondaki gelişimsel defekt sonucu olfaktor trakt gelişemez veya hipoplazik kalır. Magnetik resonans görüntüleme (MRG) anosmi veya hiposmi bulunan hastalarda olfaktor traktı ve sulkusu değerlendirmede oldukça faydalıdır (2,3). Biz anosmi şikayeti ile başvuran ve KS tanısı alan hastayı MRG bulguları eşliğinde sunmayı amaçladık. Olgu Sunumu 30 yaşında erkek hasta koku alamama şikayeti ile başvurdu. Travma veya geçirilmiş beyin–hipofiz ameliyatı, ilaç kullanımı ile kranial bölgeye yönelik radyoterapi hikayesi yoktu. 6 yıllık evli olan hastanın çocuğu yoktu. Fizik muayenede testis boyutları normalden küçüktü. Aksillar ve pubik kıllanması evre 1-2 idi. Laboratuar incelemede hormon değerleri (LH<1.7 mIU/mL, FSH <1.5 mIU/mL, testesteron <2.18ng/mL) düşük saptandı. GnRH testine yeterli cevap alınamadı. Anosmi şikayeti de bulunan hastaya KS ön tanısı ile kranial ve hipofiz MRG incelemesi yapıldı. MRG de; bilateral olfaktor bulbus ve sulkus ayrı bir yapı olarak görüntülenemedi (Resim 1a, b) . Resim 1: (a) Postkontrastlı T1 ağırlıklı koronal (b) T2 ağırlıklı koronal planda bilateral olfaktor bulbus ve sulkus izlenmemektedir. Ayrıca gyrus rektus düzleşmiş görünümdedir . İntrakranial ek patoloji saptanmadı. Hipofiz gland yüksekliği normal olup gland içinde yer kaplayan lezyon saptanmadı (Resim 2) . Hastaya görüntüleme ve laboratuar bulguları eşliğinde KS tanısı kondu. Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:34-37 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:34-37 Resim 2: Postkontrastlı T1 ağırlıklı sagittal planda hipofiz glandı normal izlenmekte olup lezyon saptanmadı. Tartışma Hipogonadotropik hipogonadizm (HH) konjenital veya edinseldir. Konjenital HH, anosmik HH (Kallmann sendromu) ve normasmik HH (idiopatik HH)’ e ayrılır. Konjenital HH’ in insidansı 110:100.000 canlı doğumdur. Kazanılmış HH ‘e ilaçlar, infiltratif veya enfeksiyöz hipofizer lezyonlar, tümörler, hiperprolaktinemi, travma, hipofiz veya kraniuma radyoterapi, alkol kullanımı, hemakromatozis, sarkoidosis, histiositosis X gibi sistemik hastalıklar neden olur (4,5). GnRH nöronları embriyolojik dönemde olfaktor lobda hipotalamusun dışında bulunur(4). Gelişimsel olarak GnRH nöronları olfaktor sistemin olfaktor placode/vomeronasal organından orjin alır, vomeronazal fasiküllerle migrasyon gösterir ve forebrainde sinirler sonlanır (1, 4, 5). Olfaktor placode da oluşan gelişimsel anomaliler olfaktor bulbus ve sulkusun gelişiminin bozulmasına neden olur (1). Konjenital HH genetik orjinlidir. KAL 1 geni KS ile bağlantılıdır ve GnRH eksikliği ile bağlantısı tanımlanmış gendir. Bu gen X kromozomunun Xp 22.32 bölgesinde haritalanmıştır ve 14 eksondan oluşur. KAL 1 geni protein anosmin -1 oluşumunu sağlar ve ekstrasellüler adezyon proteinidir. GnRH salınımını sağlayan nöronların adezyon ve aksonal migrasyonundan sorumludur. Bu gendeki mutasyon GnRH nöronlarında mutasyona ve olfaktor nöronların bozukluğuna neden olur (6,7). KAL 1 geni X’e bağlı resesif geçis gösterir. Ailevi KS’lu hastalarda görülür ve KS’lu tüm vakaların % 10-20’ sini yapar. 35 Duran ve ark. Kallmann sendromu: MRG bulguları Ayrıca FGR1, GNRHR, NELF, GPRSS4, PROKR-2, CHD7,ve FGF-8 genide bu sendrom ile bağlantılı tanımlanmıştır. Bu genler tek başına veya kombine rol oynar ve bu genler GnRH üretiminin bozulmasına neden olan Prader-Willi Sendromu, Laurence-MoonBiedl Sendromu, Moebius Sendromu gibi genetik hastalıklarla bağlantılıdır (4-7) . HH ‘de klinik özellikler androjen eksikliği ve pübertal seksüal maturasyonun olmaması, gecikmesi veya durmasına bağlıdır. Düşük kan testesteron seviyesi, düşük hipofizer hormon düzeyleri HH tanısını düşündürür. İntravenöz GnRH uyarı testine yeterli hormonal cevap alınamaz. KS’da olfaktor traktı değerlendirmede kranial MRG başvurulacak görüntüleme yöntemidir(1, 4, 5). KS ilk kez 1944 yılında Kallmann ve arkadaşları tarafından GnRH eksikliğine bağlı HH ve anosmi bulunan olgularda tanımlanmıştır. X’e bağlı veya otozomal resesif geçiş gösteren KS insidansı erkeklerde 1/10000, kadınlarda 1/50.000 olarak bildirilmiştir(3). Olfaktor sistem ve patolojilerinin detaylı görüntülenmesi MRG ‘nin klinik kullanıma girmesi ile mümkün olmuştur. Bilgisayarlı tomografi ile olfaktor bulbus ve traktuslar kafa tabanı kemik yapılarından kaynaklanan artefaktlar nedeni ile değerlendirilememektedir (8). Olfaktor bulbus ve traktusa ait MRG bulguları ilk defa Suzuki ve arkadaşları tarafından 1989 yılında bildirilmiştir ( 6). Bu yapıların koronal planda ( fast spin echo T2 ağırlıklı görüntüler tercih edilen plandır) ve yüksek matriks değerleri ile yüksek bir duyarlılıkla görüntülenebileceğini belirtmişlerdir. Normalde olfaktor sulkus gyrus rektus ile medial orbital gyrus arasında yer alır ve hemen altında olfaktor bulbustraktus izlenir (Resim 3) . Resim 3: 30 yaşında normal erkek hastada T2 ağırlıklı koronal görüntülerde normal olfaktor sulkus ve hemen altında yerleşim gösteren olfaktor bulbus net bir şekilde Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:34-37 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:34-37 izlenmektedir(ok başı: olfaktor bulbus, ok işareti: olfaktor sulkus). Olfaktor traktus önde olfaktor bulbus ve arkada anterior olfaktor nukleus ve olfaktor stria ile bağlantılıdır. Konjenital anosmili olgularda bu yapılarda hipoplazi veya aplazisi tanımlanmıştır (2,3, 8-11). Yousem ve arkadaşları yaptıkları çalışmada olfaktor bulbus ve traktusu olguların tamamında aplazik saptamışlardır, olguların yarısında ise tek veya çift taraflı olfaktor sulkusların olmadığını bildirmişlerdir (2). Madan ve arkadaşlarında ise olfaktor bulbusu tüm hastalarda aplazik, olfaktor sulkusu ise 3 hastada aplazik, 2 hastada hipoplazik olarak saptamışlardır (1). Olgumuzda kranial MRG ‘de olfaktor bulbus ve sulkus aplazik olup görüntülenemedi. KS’lu hastaların kardiyovasküler anomaliler, renal agenezi, kriptorşizm, 4. parmak metakarp kısalığı ve fasial anomaliler ile birlikteliği bildirilmiştir(12). Olgumuzda eşlik eden sistemik anomali saptanmadı. Sonuç olarak; MRG olfaktor bulbus, traktus ve sulkusun yer aldığı olfaktor kompleks patolojilerinin değerlendirilmesinde başvurulacak görüntüleme yöntemidir. Koronal görüntülerde olfaktor kompleks yapılarının hipoplazisi-aplazisinin gösterilmesi KS tanısında değerlidir. Adult yaş grubunda KS’da anosmi ve düşük gonodal hormonların birlikteliği tanıyı düşündürür. Ayrıca MRG olfaktor menenjiom ya da sinonazal kitle gibi anosmiye neden olan patolojilerinde ekarte edilmesini sağlar. Kaynaklar 1. Madan R, Vijay S, Gupta S, et al. MRI findings in Kallmann syndrome. Neurology India 2004; 52:5013. 2. Yousem DM, Turner WJD, Li Cheng, et al. Kallmann syndrome: MR evaluation of olfactory system. Am J Neuroradiol 1993; 14:839-43. 3. Knorr JR, Ragland RL, Brown RS, et al. Kallmann syndrome: MR findings. Am J Neuroradiol 1993; 14:845-51. 4. Fraietto R, Zylberstein DS, Esteves SC. Hypogonadotrophic hypogonadism revisited. Clinics 2013; 68:81-8. 5. Dode C, Hardelin JP. Kallmann syndrome. Eur J Hum Genet 2009; 17:139-46. 6. Hayes FJ, Seminara SB, Crowley WF. Hypogonadotrophic hypogonadism. Endocrinol Metab Clin North Am 1998; 27:739-63. 7.Viswanathan V, Eugster EA. Etiology and treatment of hypogonadism in adolescent. Nat Rev Endocrinol 2009; 5:569-76. 36 Duran ve ark. Kallmann sendromu: MRG bulguları Kocaeli Tıp Dergisi 2013;3:34-37 Medical Journal of Kocaeli 2013;3:34-37 8.Yousem DM, Geckle RJ, Bilker W, et al. MR evaluation of patients with congenital hyposmia or anosmia. Am J Roentgenol 1996; 166:439-43. 9.Freitas P, Carvalho S, Ribeiro F, et al. Neuroradiology of Kallmann’s syndrome. Acta Med Port 2001; 14:123-6. 10.Truwith CL, Barkovich AJ, Grumbach MM, et al. MR imaging of Kallmann syndrome:A genetic disorder of neuronal migration affecting the olfactory and genital system. Am J Neuroradiol 1993; 14:827-38. 11.Munez A, Dieguez E. A plea for proper recognition: the syndrome of Maestre de San JuanKallmann. Am J Neuroradiol 1997; 18:1395-6. 12. Moorman JR, Crain B, Osborne D. Kallmann syndrome with associated cardiovascular and intracranial abnormalities. Am J Med 1984; 77:36972. 37
© Copyright 2024 Paperzz