Kitabın tamamını okumak için (PDF) tıklayınız…

YAŞAM VE SEVGİ ÜZERİNE
Süleyman Çoban
Temmuz 2001 / Bornova / İzmir
İ Ç İ N D E K İ L E R
Önsöz : Yaşam ve sevgi üzerine
Sayfa
Yaşam Nedir? Bir esprisi var mıdır?............................................................1
Onlara da selam olsun! .............................................................................. 14
Sevmek – Nefret etmek..................................................................................26
Neşe – Üzüntü.......................................................................... .....................35
Sabah jimnastiği veya meditasyonu..............................................................38
İnanmak – İnanmamak................................................................. ...............41
Güvenmek – Güvensizlik...............................................................................48
Hoşgörü – Hoşgörüsüzlük......................................................... ...................51
Sakinlik – Sinirlilik........................................................................................60
Doğrudan iletişim – Dedikodu ile haberleşmek ve yönetmek.......................67
Üretken olmak – Asalak yaşamak.................................................................73
Cömertlik – Cimrilik................................................................... ..................78
Anlamaya çalışmak – Kolayca suçlamak......................................................80
Olumlu düşünceye sahip olmak ve olumlu düşünce grupları oluşturmak...86
Olumlu düşünce grubu ne işle uğraşır dersiniz?...........................................88
Atatürk’ü nasıl anlamalı ve de anlatmalıyız?..............................................90
Acaba millet olarak ama özellikle liderler, yönetenler olarak sürekli
birbirimizi suçlama ve zıtlaşma hastalığından kurtulabilir miyiz?.............105
İnsan, sivil toplum örgütü ve gençlik üzerine..............................................110
Son söz...........................................................................................................119
Okur için önemli not
!..................................................................................125
Önsöz : YAŞAM VE SEVGİ ÜZERİNE
Bu dünyadaki yaşam önemlidir. Aklını kullanma becerisi en yüksek canlı olduğu için insan
önemlidir. Toplumda dengeli bir gelişme, ilerleme için insanın kaliteli ve üretken olması
önemlidir. Kaliteli, çevreyi görüp, gözeterek üretim yapan insan değerli, başarılı çoğunlukla da
mutludur. Çünkü ortaya anlamlı bir şeyler getirmiş, yaşadığını, hissetmiş ve bu yaşama pozitif bir
katkı yapmıştır. Tüm kalitelerin yaratıcısı yine kaliteli insandır. İnsan kalitesinin özü ise en başta
samimi sevgidir.
Bireysel başarı ve bireyin önemi şüphesiz çok önemlidir. Başarının sevgi ile paylaşılması, eğitimli,
bilgili, bilinçli, meslek sahibi insanların kurdukları sağlıklı sivil toplum örgütleri o toplumun
geleceğinin güvencesidir. Doğru ve erken çocuk eğitimi, ortalama kalite, o birimi, toplumu
yöneten lider, yöneticinin birikimi, özverisi, vizyonu, toplumu doğru yönlendirmesi çok ama çok
önemlidir.
İnsanın dengeli ve tutarlı olması çok önemlidir. Bunun için kişinin önce kendini bilmesi,
tanıması, kendinden hoşnut, kendisi ile barışık olması, önce kendini sevmesi gerekli ve de şarttır.
Çünkü her şey kişinin kendi özünde ve benliğindedir. Başarılı olmanın pek çok yolu vardır. Ama
dengeli, tutarlı, kaliteli olmanın yolu tekdir. O yol kesinlikle çok çalışmak, öncelikle kendini
bilmek, tanımak ve sevmektir. Olumlu bir yaşamın ve düşüncenin özü sevgidir. Olgun sevgi
enerjisidir. Bu yaşam doğası gereği hem acı hem tatlıdır. Çekilebilir, haz alınır, pozitif sevgi
enerjisi ağır basan bir yaşam için doğru, abartısız bir sevgi, beğeni, takdir ve övgüye dayanan çocuk
eğitimini erken başlatmak şarttır.
İnsan ilişkileri yaşamın kendisidir. Bu ilişkilerde insanı, insanları kolayca suçlamak değil;
doğru anlamak, anlayabilmek önemlidir.
Hayatı doğru anlayıp anlamlı yaşamak ve geleceğe yönelik olumlu bir doğrultu yakalayabilmek için
kanımca şöyle bir yolun izlenmesi gerekir:
Birincisi: Öncelikle bu yaşamda kendini suçlamadan, kendini geliştirebilmeyi öğrenmek.
Eğitilebilir insan olmak! Karşılıklı insan ilişkilerinde suçlamadan, sevgiyi öldürmeden konuşmayı,
konuşabilmeyi, iletişim kurmayı öğrenmek ve bu yönde gayret göstermek.
İkincisi: İnsanları, olayları ama her şeyi art niyetsiz ve önyargısız olarak anlamak, anlayabilmek
için çaba sarf etmek, araştırmak, bunun için zaman ayırmak gerekmektedir.
Ve diyoruz ki bütün bunlar için; kesinlikle erken yaşta, doğru ve mutlaka içinde gerçekçi övgü,
takdir, beğeni sözcükleri bulunan, yansız, önyargısız, korkusuz ve korkutmasız bir çocuk eğitimi
gereklidir. Çocuk yapan ve yetiştiren anne-babaların ama ilk önce genç anne-baba adaylarının bu
konuda bilgilendirilip, bilinçlenmeleri şarttır. O nedenle, bu kitapçığı öncelikle evlenme ve çocuk
yapma niyeti olan gençlere armağan etmek istiyorum. Çünkü her türlü iyilik ve güzelliğin bilinçli,
bilgili, doğru çocuk eğitimi ile mümkün olacağını düşünüyorum. Her türlü üretimde, öncelikle de
çocuk üretiminde önceden bilinçlenerek tasarım kalitesi ile yola çıkmak, kaliteli bir üretimin
vazgeçilmez ön koşuludur.
Bütün bunların olabilmesi için kişiler tarafından samimi sevgi, ilgi ve güvene dayanan olumlu
düşünce sistemini benimseyip, böyle bir yolun izlenmesi gerekiyor. Bu vesile ile herkesi olumlu
düşüncenin, olgun sevginin takipçisi olmaya davet ediyorum. Yaşam dengesinin daha çok olumlu
düşünce, sevgi enerjisi ağırlıklı olarak kurulması, donatılması için bu konuya baskısız, korkusuz,
zorlamasız, gönüllü olarak ilgi gösterilmesini arzu ediyor ve istiyorum.
Süleyman Çoban
Temmuz 2001, Bornova / İzmir
YAŞAM NEDİR ? BİR ESPRİSİ VAR MIDIR ?
Hemen söylemeliyim ki, yaşam ve sevgi üzerine düşünme ve yazma isteğim öyle birdenbire ortaya
çıkmadı! Anında ilham gelip olumlu düşünce ve sevgi üzerine bu şekilde yoğunlaşmadım. Kim
bilir? Belki de özümde böyle bir doğrultu, önceden ağır basıyor olabilir! Ama asıl neden; güya
insanlık adına, yaşam adına ve de kıran kırana insanlar arasındaki yaşam savaşlarını gözlemledim!
Belki de bizim yaşama denk gelen bu dönem, ülkemizde kötü bir süreçti! Çünkü ülkeyi yöneten,
yurttaşlara örnek olanlar aşırı hırs küpü, koltuk uğruna her yolu geçerli sayan insanlardı! İşte bu
örneklere uygun olarak, bulunduğum ortamda da güya daha iyi yarınlar ve gelecek adına ama
esasında bir mevki, bir makam, bir unvan, üç kuruşluk kazanç uğruna yapılan nice ağır suçlama,
dedikodu, zıtlaşma ve sevgisizlikleri gördüm! Eğer ki bütün bunların adına insanlık için ve de
insani koşullarda bir yaşam deniyor ise ne ala! Doğrusu bunun için söylenecek anlamlı bir söz
henüz bende yoktur!
Ancak daha işin başında, yaşamla ilgili bu tür olumsuzlukları sıralayarak umutsuzluk dağıtmış da
olmayalım! Çünkü umutsuzluk bu dünyada yaşayanlar için belki de en tehlikeli ve en uzak
durulması gereken bir duygudur. Oysa iyi biliyoruz ki, bu yaşamda evrensel insani erdemler
doğrultusunda izlenmesi gereken bir yol da vardır. Bu yol gerçekten uygar, çağdaş, dürüst ve en
azından ikiyüzlü, içten pazarlıklı olmayan insanların yoludur. Ama günümüzün aşırı hırs küpü,
kıskançlık ve çekememezlik ortamında insana bazen bu şekilde bir bunaltı, tiksinti veya şöyle bir
haykırma isteği de gelmiyor değil!
Hani nerede o evrensel insani erdemler? Uygar insan ilişkileri? İkiyüzlülükten uzak, doğruluk,
dürüstlük, güler yüz, sevgi ve güvenin ağırlıkta olduğu bir yaşam doğrultusu ve ortamı? Hem öyle
ki; biz bu değerleri, erdemleri kara cahiller topluluğunda değil, güya çok okumuş, uygar insanlar
arasındaki ilişkilerde aramaya çalıştık! En sonunda vardığımız nokta şu oldu: Acaba bütün bu
erdemli söylemler, uygar insan ilişkileri, olumlu değerler, sadece bazı iyi niyetli yazarların kendi
uydurdukları fanteziler veya bu dünyadaki yaşamda uygulanma olanağı bulunmayan, pratik değeri
olmayan salt teoriler, düşünceler midir?
Çünkü okuduğumuz her kitapla birlikte biraz daha fazla şaşırıp kalıyoruz! Anlayacağınız, görmek
isteyen gözler için bu kitaplarda yaşam adına olumlu, olumsuz ne varsa her şey düşünülmüş ve
yazıya geçirilmiş! Acaba insanlar hiç mi bunlardan nasiplerini almazlar? Biz de rahat etmek için
büyük çoğunluğun yaptığı gibi ‘Acaba şu okuma eyleminin üzerine tümü ile bir sünger çeksek
rahata kavuşabilir miyiz?’ diye düşündük. Ancak kendi doğrularına alışmış her insanın yaptığı
gibi, bizim de bundan sonra okuma ve düşünme alışkanlığını bırakıp, gözümüzü ve kulaklarımızı
kapatıp öylesine yaşamamız mümkün değil! Okumaya ve hatta yazmaya devam etmemiz gerekiyor.
İyi güzel de ‘Her konuda her şey zaten yazılmış’ diyerek, biz bu yaşamla ilgili bir şeyler düşünüp
yazmayalım mı? Ne de olsa istatistiksel olarak bu ülkede okur yazar sınıfı içinde yer aldığımıza
göre, bizim de bir şeyler düşünüp yazmamız gerekir dedik ve bu düşüncelerle yola çıktık. Evet,
bizdeki bu yazma eylemi, işte böylesine karmaşık düşüncelerin sonucunda ve de bu dünyadaki
yaşamla ilgili önemli bir soru ile başladı!
Soru şu idi: Acaba bu yaşamın evrensel bir gerçeği, bir özü yani bir esprisi var mıdır?
Biliyoruz ki yaşamla ilgili bu tür sorular düşünce ile birlikte başladı! Kim bilir bu sorularla ne
düşünceler üretilip ne kitaplar yazıldı? Ama bu soruya biraz da biz kafa yoralım diyorum. hemen
işin başında bu dünyadaki yaşamla ilgili asıl düşüncemi söylemek istiyorum. Bu yaşamın elbette
bir esprisi, bir özü vardır. Ve o espri bize göre yalnızca olumlu düşüncedir. Yani olumlu
düşüncenin özünü ve kaynağını oluşturan ‘SEVGİ’dir. Çünkü olumlu düşünce pozitif yaşam
enerjisidir. Ve insanlığın, eğer varsa gerçek anlamda erdemli, uygar medeniyetin pozitif enerjiye,
olgun sevgi enerjisine çok fazla gereksinimi vardır. E.Ü.Tıp Fakültesi hocalarından sevgili Emin
1
Faik Üstün hoca bu nedenle ‘Soyluluk düşüncededir’ (Bilim, İnsan ve Üniversite, 1996, İzmir)
diyor.
Gerçekten de soyluluk düşüncededir. Ama tabii ki olumlu düşüncede! Şuna gönülden, yürekten
inanalım ki gerçek sağlık da zaten düşünce sağlığıdır. Düşünce sağlıklı değilse o kocaman insan
gövdesi ne yazık ki pek fazla bir işe yaramıyor. Bu dünyada bedensel özürlü olmak şüphesiz çok
zordur. Ama düşünce özürlü olmak beterin beteridir. Eğer varsa uygarlık denilen o şey de zaten,
allerjik değil ama mutlaka dengeli bir şüphecilikle birlikte olumlu düşünce ile gelişip,
olgunlaşmıştır.
Onun için yaşamın her anında, şöyle bir düşünce bize göre çok önemlidir: Eğer ki bu yaşamla ilgili
olumlu bir düşüncemiz varsa bunu mutlaka sözle, yazı ile hatta tavır, hareket, jest ve
mimiklerimizle etrafımıza, yakınlarımıza, aslında tüm canlılara ulaştırmalıyız, aktarmalıyız.
Yok eğer olumsuz düşüncelerimiz varsa; o zaman da en azından susarak ve konuyu daha iyi, daha
doğru anlamaya çalışarak yine bu yaşam için olumlu anlamdaki katkılarımızı sürdürebilmeliyiz!
Böylesine bir eylem öz olarak; ilişkide olduğumuz varlığa, kişiye moral vermek, sevgiyi paylaşmak,
yaşamın asıl özünü anlamak, kısacası kendini sevmek, insanı sevmek ve bir dünya insanı olmak
demektir.
Gerçek ve sevindirici olan husus şu ki, aslında bugünün koşullarında yaşam dengesinde olumlu
düşünce, sevgi enerjisi ağırlıktadır. Ama olumsuz düşünce, kin ve nefret enerjisi azınlık da olsa
yıkıcı, gürültücü, bulaşıcı ve de çok ses getiricidir. Değerli sanatçı ve yazar Zülfü Livaneli bu
konuda İspanyol filozof Ortega Gasset’in bir sözünü aktarıyor: ‘Bu dünyadaki hiç bir şey kitle
kültüründeki yozlaşma kadar bulaşıcı değildir’ demiş Bu gözlem aslında olumsuz düşüncenin, kin
ve nefretin toplumdaki yayılma hızını, gücünü de açık bir şekilde göstermektedir.
Doğaldır ki yönetenler, insanlara böyle bir doğrultuyu gösterirler veya bu tür bir ortamı yaratırlar
ise zaten cesur olan cahiller için, o toplumu kısa sürede bozup, kendilerine benzetmelerinden daha
keyifli ne olabilir? İşte okumuş, erdemli, bilinçli, bilgili her insanın bu dünyadaki asıl görevi
olumlu düşünceyi, sevgi enerjisini daha yaygın hale getirmek ve bu gibi bulaşıcı hastalıklardan
düşünceyi, insanları, toplumu korumaktır. Çünkü evrenin kendisi de olumlu ve olumsuz düşünce
gibi pozitif ve negatif enerji dengeleri üzerine kurulmuştur. Düşünce bir enerjidir. Bu enerji insanın
da gerçek özünü teşkil etmektedir.
***
Demek istediğimiz şu ki; olumlu düşünceyi elbirliği ile yaygınlaştıralım, çoğaltalım ki, evrendeki
yaşam dengesinde olumsuz düşünce (kin ve nefret enerjisi) azınlıkta kalsın, ağırlığı azalsın.
İnsanların, canlıların yaşam kıvancı daha çok artsın ve yükselsin. Buna hepimizin, herkesin
yürekten inanması ve gönüllü olarak katkı yapması gerekiyor. İşte bu amaçla yola çıkıyor ve bazen
de kendi yaşantımdan örneklerle, kendime göre doğruları anlatmak, sizlere aktarmak istiyorum.
Bunu yaparken özel önem verdiğim ve ülkemde, doğduğum yörelerde yaşayan pek çok perişan ve
yoksul çocuk adına yoğun özlem beslediğim çocuk eğitimine önemli göndermeler yapmak
istiyorum.
Bilirsiniz bu yaşamın tanımını bir çok şekilde yapmak mümkündür. Belki de yaşamın kaba bir
tanımı; ‘İnsanın yaşarken hayattan aldığı hazların, çektiği eziyetlerin bir toplamıdır’ denilebilir.
Bu açıdan bakıldığında her zaman güncel olduğu için insanın aklına hemen ve özellikle fikirleri,
düşünceleri yüzünden çok çekenler geliyor. Peki bunlar neden çok çekiyorlar? Yetkililerin
iddiasına göre zararlı düşünce üretimleri ile hem çevreyi kirlettikleri, hem etrafa zarar verdikleri
için!
Tamam kardeşim! Tüm üretim çeşitleri için kalite ve çevre koruyucu özellik son derecede önemli
iki husustur. Düşünce, çocuk, mal, eşya, sebze... üretimi gibi! Ama özellikle ve de en başta herkesin
kaderini kuvvetle etkileyen politika üretimi için bu kural geçerli değil midir?. Toplumun tümünü
2
birinci derecede etkileyen yönetim anlayışı, izlenen yol, güdülen zihniyet kaliteli değilse ne olacak?
Ne yazık ki bugün (1997-1998) toplumdaki ortalama kalitenin iyice düştüğü ülkemizde, politika
üretimi ve kalitesi gerçekten acınacak bir düzeydedir. Daha doğrusu ülkemizdeki ortalama kalite,
insanlığın gelişim seyrine paralel olarak gittikçe artacağı yerde, ne yazık ki kalitesiz bir politika
üretimi ve yönetim anlayışı sonucunda iyice aşağılara düşmüştür. Dolayısıyla toplumda geniş halk
kesimlerinin yaşam düzeyi içler acısıdır.
Ama diğer yandan toplumun önünde, toplumun aydınlık geleceği için ileri seviyelerde düşünce
üreten insanlara karşı zamanın ileri gelenleri tarafından çeşitli gerekçelerle uygun görülen eziyet
ve işkenceler normal düşünen, vicdan sahibi insanları en azından üzmektedir. Bu kişiler toplumun
gelişmesi için kendilerini feda eden insanlar mıdır? Yoksa kıymeti, değeri bilinmeyen bir ortamda
mı dünyaya gelmişlerdir? Veya bu dünyada biraz kalıcı olmanın bedeli bu kadar ağır mıdır?
Bununla ilgili belki daha bir sürü soruyu burada sıralamak mümkündür.
Ama şu apaçık bir gerçek ki; insanlığın uygarlaşma sürecinde gerçekten ve her bakımdan çok
çektiği, çok fazla telef verdiği kesindir! İşte bu süreçte genellikle ileri zekalar veya ileri gidenler,
daha çok tutucu kurumlar ve bunların yöneticileri yani zamanın ileri gelenleri ile ters düştükleri
için çok fazla çekmişler ve çekeceklerdir.
Bazen evde; yaşamın anlamı, olgunlaşmak, birikim kazanmak üzerine konuşuyoruz. Benim güzel
yavrularım; Bağatur’cuğum ve Hasan Buğra’cığım çok haklı olarak eziyet çekerek olgunlaşmaya,
bu şekilde birikim sağlamaya karşı çıkıyorlar. Çünkü henüz çok gençler ve haklı olarak hayattan
alabilecekleri hazları, zevkleri daha kolay yollardan kazanmak istiyorlar!
Şu bir gerçek ki yaşarken zorluklarla her zaman karşı karşıyayız. Ama burada önemli olan ve arzu
edilen durum, zorlukların işkence şeklinde eziyete ve çile çekme derecesine ulaşmamış olmasıdır.
Yoksa çalışmadan, uğraşmadan bir şeyler ortaya getirmek mümkün de değil, makbul de! Hatta öyle
ki bu gibi konularda yokluk ve yoksulluk görmemiş, eziyet çekmemiş insanların kadirbilir,
hoşgörülü, olgun davranışlar gösteremeyecekleri bile ileri sürülebilmektedir! Belki bu inanış eski
Hint felsefesinden gelen bir düşünce, bir inanış biçimidir. Ama bence bunun doğruluk payı yabana
atılamayacak kadar fazladır. Bu yalancı dünyada birazcık kalıcı olmak ise şüphesiz apayrı ve çok
boyutlu bir olaydır.
O nedenle şu yaşam kuralı bizce çok önemlidir: Kişi yaptığı işi her zaman için yeterince ciddiye
almalı ama yaşamı çok fazla ciddiye almamalıdır. Yani kişi her zaman için kendini bu dünyanın
asıl merkezi, odak noktası olarak görmemelidir. Önemli olan şudur: Normal bir yaşamda ve normal
bir ortamda alınan eğitim, ortamın koşulları, birikimler olumlu ise yapılan iş (meslek) ve ortaya
konulan üretimle hayattan daha fazla zevk alabilmek mümkündür. Çünkü ortada az çok severek
yapılan bir iş vardır. Buna göre yaşamda karşılaşılan zorlukların türünü daha çok alınan eğitim,
ortamın koşulları, bunlara göre oluşan insan davranış ilişkileri ve özellikleri belirlemektedir. Ancak
şu çok kesin ki; yaşamda emek verip eziyetini çekmeden yani çalışmadan doğru dürüst, değerli,
olumlu, kaliteli bir şey ortaya getirmenin hiç mümkünü yoktur.
En başta anlamlı bir yaşamın ABC’si olan; kendini bilmek, tanımak, sevmek, kendinden hoşnut
olmak için de bu dünyada doğru, yansız, önyargısız, çok yönlü bilgilenme adına epeyce uğraş
vermek, bu doğrultuda epeyce yol katetmek gerekmektedir. Ancak ne var ki okumak, okuyarak
değişik kaynaklardan bilgi edinmek arzusu, eğilimi ve alışkanlığı yoksa gerçekten insan için bu
dünyadaki hayat çok daha zor ve anlamsızdır! Örneğin, ülkemiz için bu çağda böyle bir gerçeği
düşünebiliyor musunuz?
Hadi toplumun diğer kesimlerini bir tarafa bırakalım. Ama bugün (1998-1999) üniversite
mezunlarının % 35’lik bir kesimi herhangi bir gazete alıp okuma arzusu ve isteği duymuyorlarmış!
Herhalde okuma ve bunun sonucu olarak doğru anlama ve algılamadan yoksun, böylesine bir
toplum yeryüzünde çok az olsa gerek! O nedenledir ki insanların olgunlaşma ve birikim kazanma
3
süreçleri gerçekten birbirinden çok farklıdır. Olumlu anlamda birikim kazanmak için de aslında
önce farkına varmak, ilgilenmek, istemek, arzu etmek ve sevmek gereklidir. Çünkü bir şeylerin
farkına varan kişi mutlaka ve her zaman için bir amacı olan, bir şeyler öğrenmek isteyen kişidir.
***
İşte benim olgunlaşma, kendime birazcık yeterli olan birikimi kazanma serüvenim özetle şu şekilde
olmuştur: Yaşama başlangıç yılım 1951 olarak nüfusa kayıtlıdır. Yani o civarlarda bir yılda
Malatya-Hekimhan’da Sarıkız Köyü’nün yukarı ucundaki tepeye yakın seyrek evlerin birinde
dünyaya gelmişim. Daha sonra ikisi mutlak bakımsızlık ve yoksulluktan bu dünyadaki yaşama
şansını kaybedecek olan sekiz çocuklu bir ailenin en büyük ve üstelik sorumlu erkek evladı
olduğumu anlayarak büyüyecektim.
O iki kardeş mutlak bakımsızlıktan gitmişlerdi öbür dünyaya. Çünkü köydeki kerpiç evin alt
kısmını yaparken birisi, üst kısmını yaparken diğeri ölmüş. O yokluk ve yoksulluk ortamında ev
yaparak çocuğa bakıp, beslemek mümkün mü? İlk ölen kız kardeşim benim bir küçüğüm olduğu
için onu pek hatırlamıyorum. Ama güzel anneciğimin daha sonra kuytu duvar diplerinde oturup
bazen sesli, bazen sessiz ağladığı, o üzüntülü halleri sanki zihnime kazılıdır. O anları, çok küçük
olmama karşın iyi hatırlıyorum.
Bana gelince, aklım ermeye başladığında diyelim ki ilkokulu bitirdikten sonra hep, birazcık daha
fazla okuyabilmenin kaygılarını yaşadım. Bir ilkokul öğretmeni olmak en büyük hayalimdi. Gerçi
şimdi de içimde aynı özlem var. O küçücük çocuklara yaşamı anlatma ve sevdirebilme
doğrultusunda bir şeyler verebilmek bana hep çekici gelmiştir. Çocukluğumun bir hayli zor
koşullarda geçtiğinin farkındayım. Hele ki nedenlerini çok sonradan öğrendiğim, genelde beslenme
yetersizliği ve bozukluğundan kaynaklanan sıkıntılı rüyalarımı (karabasanları) çok iyi
hatırlıyorum. O yetişme koşullarına göre bizim kafanın az da olsa bu şekilde çalışıyor olmasına,
çalışır vaziyette kalabilmesine hep şükretmişimdir.
4
Benim okuma, okuyabilme doğrultusundaki yaşam serüvenim ilk önce çobanlıktan kaçıp
Hekimhan’da ortaokula yazılmakla başladı. Ortaokuldan sonra yine arpa tarlasından kaçış, kısa bir
ara ve Aydın-Nazilli’de Sanat Enstitüsü ile zar zor yeniden, okumanın kuyruğundan yakalayışım.
Bu okuldaki çok sevgili ve değerli hocalarımdan okul müdürü Muzaffer Yüzbaşıoğlu ve fen bilgisi
öğretmenim Emin Özaltın’a bu yaşam ve insani erdemler adına şükran ve minnet duygularım çok
kabarıktır. Onlar tam anlamı ile gerçek birer hoca ve gerçek birer eğitimcilerdi. Onları her zaman
kocaman bir kucak dolusu sevgi ve minnetle anıyorum. Çünkü bu okul ve bu hocalarla yeniden
hayata döndüm, hayat buldum diyebilirim.
Bu devreler benim okumaya karşı son derecede büyük bir açlık duyduğum yıllardır. Hatta
diyebilirim ki o zamanlar okumaya yeniden başlamanın verdiği heyecanla karnımın açlığını dahi
okuyarak giderme gibi bir ruh halim vardı. Tabii ki o zamanlar bana destek olan Mustafa ve Hacı
Abilere, yengelere şükran ve minnet borcum var. Yanlarında karın tokluğuna çalışıyordum ama hiç
olmazsa kalacak bir yerim ve okuyabilecek bir ortamım vardı. İşte bu koşullarda okuma ve bilgi
toplama iştahım sonsuzdu diyebilirim. Yani yaşamın, olayların farkına varmıştım! Daha doğrusu
benim gelecekte insanca yaşayabilmem için başkaca bir çıkış yolum yoktu.
Hatta okuldaki sınav zamanları çoğu arkadaşım için gerçek bir işkence, benim için bulunmaz bir
fırsattı! Yani okuma şansını her seferinde zar zor yakalamış biri için o sınavlar benim için birer
kurtuluş basamakları idi. Öyle ki herkesin gezip eğlendiği zamanlarda, bayramlar dahil ben ya ders
çalışıyor ya kitap okuyordum. En yakın en iyi dostlarım kitaplar, gazeteler, kütüphanelerdi. Hatta o
okulda ve daha sonraki öğrenim hayatımda ders çalışırken tuzu kuru arkadaşlarımın ‘inekleme,
otlama’ terimleri ile karışık o meşhur ve bilinen şakalarına hiç kızmadan ve de darılmadan!
İzin verirseniz önemli ve her devirde geçerli olan bu konuya çok kısa olarak biraz değinmek
istiyorum. Aslında bu terimler okuma, öğrenme isteği olan gençleri köreltmek, caydırmak, tam
tersine köşe dönücülüğe, yolunu ve adamını bulmaya teşvik etmek ve özendirmek için uydurulmuş,
çok iyi düşünülmüş ajan terimleri olarak gelmişlerdir hep bana! Çünkü bu slogan ülkemizde
zamanla çok tutmuş, aileler, anne babalar buna uygun davranışlar ve hava atma yöntemleri
geliştirmişlerdir.
Örneğin: ‘Benim oğlumun veya kızımın kafası zehir gibidir ama kerata kitabın yüzünü bile
açmıyor’ diye bilinçsizce o çocuğu övmeye, kendi açıklarını, eksikliklerini bu şekilde kapatmaya
çalışmaktadırlar. Böyle olunca o çocuk başkalarının yanında nasıl açsın da kitap okusun veya ders
çalışsın? Yani görünür yerlerde ders çalışarak, onların gözünde nasıl geri zekalı, aptal durumlara
düşsün!
O nedenle gençlerin ve ailelerin bu konuda daha bilinçli ve daha uyanık olmalarını özellikle rica
ediyorum. Sevgili gençler eğer ders çalışmanın, kitap okumanın adı, sizin sözlüğünüzde de
ineklemek ve otlamak ise bundan hiç bir zaman gocunmayın ve de utanmayın. Ama çalışmadan,
öğrenmeden, verimsiz, kısır, sürekli üç beş kelime ve cümle ile bilgiçlik taslayıp, zeki görünmeye
uğraşıyorsanız gelecek adına bundan sizler de bizler de çok korkalım ve de çok çekinelim!
Günümüzde çoğunluğun yaptığı gibi ne pahasına olursa olsun öncelikle bir makam, bir unvan, bir
mevki kapıp önemli bir kişi olmak için değil, ilk önce mümkün olduğunca değerli, dengeli bir kişi
olmak için birikim sahibi olmaya çalışalım. Çünkü bir insanın değerli olmadan önemli olması o
toplumun kalitesizliğinin de en önemli göstergesidir. Önemli kişi olmak geri kalmış toplumlarda
tesadüfler, kayırmalar, mafya usulleri ile kolaylıkla mümkündür. Ama değerli kişi olmak, kaliteli
olmak demektir ki, bu hemencecik ve öylesine kolay bir iş değildir!
Evet yeniden konuya, bize dönecek olursak o zamanki yaşam koşulları şüphesiz benim için bir
hayli eziyetli idi. Ama tek çıkar yolun okumak ve daha çok okumak olduğunu anlamıştım. Farkına
varmıştım. Yani bir yerde benim bilinçlenme, birikim sağlama motivasyonumu, çıkış veya kurtuluş
yolumun tek olma gerçeği sağlamıştır. Çok okumak; beyin süzgecimin gelişmesini, kendi iç
dengelerimi iyi kurmamı, böylece belki doğruları daha iyi seçebilmemi, kendimi daha iyi tanımamı
5
sağladı. İşte bu koşullarda biraz olgunlaştığımı zannediyorum. Tabii ki yaşam hikayemiz sadece bu
kadar değildir. Bu ülkedeki, özellikle Doğuda büyümüş, yetişmiş hemen herkes gibi bir veya birkaç
roman olacak şekilde hayli uzundur! Ama burada bunu yazacak, anlatacak değilim.
Ancak şuna yürekten inanıyorum ki; herkesin olgunlaşmak, birikim sağlamak, yaşamın esprisini
anlamak için mutlaka Hint fakirleri gibi çivili tahtalar üzerinde eziyet çekmesi gerekmiyor.
Daha önce de belirttiğim gibi yaşamda çoğu şeyi kişinin eğitim temeli, bulunduğu ortam ve koşullar
belirlemektedir. Şu bir gerçek ki kişi çok büyük oranda kendi yetiştiği, bulunduğu ortamın bir
ürünüdür. Bunu iyi bilmek ve akılda tutmak gerekiyor. Ancak yaşamda dengeyi kurabilmek için
mutlaka doğru, pozitif bir eğitim almak, okumak, çalışmak ve bilinçli bir üretken olmak
zorunluluğu vardır. Bu kesin! Yani bir şey olmak ve kaliteli bir şeyler üretebilmek için öncelikle
iyi, sağlam, dengeli, tutarlı bir temel edinmek mutlak ve şarttır.
Hani sanatçılar derler ya! ‘Bu işlere çok küçük yaşlarda başladım’. Bu giriş veya başlangıç şekli
genellikle doğrudur. Birikim sağlamak, düzgün, kaliteli bir şeyler ortaya getirebilmek; öncelikle
sağlam bir altyapıyı, çok uzun bir hazırlık sürecini gerektirir. Tabi bu başarılacak işin boyutuna da
bağlıdır. Ancak itiraf etmek gerekir ki şimdilerde bu süreler hızla kısalmaktadır. Elektroniğin,
iletişimin, bilgi akışının hızı ve teknolojideki gelişmelere bakınca bunu biraz normal karşılamak
gerekiyor. Ama bunların günümüzde o kadar ekstrem ve çok abartılı örnekleri de var!
Demek istediğim, Yunus Emre örneğinde olduğu gibi birikim kazanmak için artık 40 yıl boyunca
ormandan düzgün odun taşıyıp Şeyh’e hizmet etme devri çok uzaklarda kaldı. Çağlar değişti,
kimileri için olanaklar son derecede arttı! Aşırı çoğalma sonucu sıkışıklık arttı. Sabırlar azaldı.
İnsanları aşırı hırs ve aç gözlülük bürüdü! Tatminsizlikler çığ gibi büyüdü. Başarı için süreler o
kadar kısaldı ki! Hatta akşam Kumkapı’da cinayet işle, sabah git sanatçı ol! Daha çok tatmin ve
güya mutluluk için daha çok tüketmek ve daha çok şeye sahip olmak geçerli yaşam felsefesi haline
geldi! Asıl önemlisi de bütün bunların; yani bizlere lanse edilen yaşam doğrultusunun, kapitalist
sistemin çarpık reklam ve çılgın tüketim dünyasının insan yığınlarına hem özel, hem güzel bir
hediyesi olmasıdır.
Bütün bunlara karşın ben yine de kişinin edineceği birikimleri belli bir sürede, sindirerek,
dengeleyerek almasını çok önemsiyorum. Çünkü hızlı alınan her şeyin sindirimi zor oluyor! O
nedenle kişinin kendi birikimlerini içine sindirmiş, dengelemiş olması, hem o kişinin kendi dengesi,
hem üretim kalitesi için son derecede önemlidir. Sanatçıların dediği gibi bendeki bu yazma
düşüncesi de epeyce eskilere dayanmaktadır. Çok küçükken, genelde yalnız bir ailenin ilk ve
sorumlu erkek evladı olarak yayladan köye, hayvan sırtında arpa, buğday, sap, saman taşırken çok
düşünmüşümdür. ‘Şu çektiklerimi bir yazabilsem’ diye. Çünkü yol uzundu. Hayal kurmak ve
düşünmek için bolca zamanım vardı. Belki o nedenle ben şimdi, yürürken çok daha iyi ve düzgün
düşünebiliyorum.
O zamanlar benim çektiklerimi, daha sonraları ise şu Doğu’daki insanların çektiklerini bir yazsam,
anlatabilsem diye çok düşündüm. Sanki bunlar hiç anlatılmamış, hiç yazılmamış gibi! Gerçekten o
yaşamda çekilen çileleri anlatmaya kalksan sanki tarih önceki çağlar anlatılıyor gibi gelir şimdiki
çocuklara! O devirde bizim yörede bir çocuk yürümeyi öğrendiği zaman kendisini ya birkaç kuzu
veya birkaç keçinin arkasında dolaşan bir çoban olarak bulurdu. Biz çobanlığa belki de beş, altı
yaşında başladık. Gerçi hoş! Doğuda şimdi de olumlu anlamda değişen çok fazla bir şey yok. Ama
olumsuz anlamda yine çok şey var!
Sevgili dostlar! Doğuda çekilen bu çileler her gün televizyonlardan ve radyolardan sürekli bugün de
yankılanıyor. Ancak ne var ki bunları duyması gerekenlerin kulakları o yöne hep tıkalı kalmış.
Duyan yok! Kulak veren hiç yok! Sormak gerekiyor! Acaba Doğu’nun o uzun havaları, ezgileri,
ağıtları nedir ki beyler ve de güçlü erkek taklidi yaparak ülkeyi yönetmeye çalışan bayanlar!? Hiç
şüpheniz olmasın bunlar, boşuna çekilen eziyet ve çilelerin sadece bir özetidir. Eğer yanınızda,
yakınınızda derdinizi anlatacak ve de sizi anlayacak birilerini bulamazsanız, işte böylesine yoğun
6
olan dertlerinizi uzun havaya dönüştürür o sanatın gelişmesine bir güzel katkıda bulunursunuz! Bir
araştırın bakalım. Doğu kaynaklı olup da içinde dert bulunmayan kaç tane şıkıdım havası
bulabilecek siniz?
Bakın hele yıllardır, belki asırlardır var olan ama şu anda (1997) meşhur olan Fırat’ın Türküsü
neler söylüyor? Bana sorarsanız çaresizliğin, ezikliğin, mutlaka ve büyük olasılıkla kör cahilliğin
feryatlarıdır bunlar. Yoksa bu türkülerin adına sanki ezikliğin, ezilmişliğin kısaltılmışı gibi neden
ezgi, ağıt desinler ki? Ağır doğa koşulları ama asıl önemlisi ağır ihmalkarlık, hala bu çağda
dokunulmazlıkları olan ağalık, şeyhlik düzeni, ilgisizlik, özellikle kara cahillik, kızların, bayanların
yalnızca birer çocuk üretme aracı olarak görülmesi, en önemlisi bu yörelerdeki eğitim özürlü yapı,
bu yaşam şeklini çok uzun yıllar o insanların kaderi haline getirmiştir.
İşte bu koşullarda, bilinçsizce çocuk üretmenin dışında başkaca bir üretim şekli bilmemiş,
tanımamış insanların oluşturduğu bu bölgede aşırı nüfusla birlikte sorunlar da yıllar geçtikçe
yuvarlanan kartopu gibi büyümüştür. Ama biz hala bu sorunları değil araştırma, tartışma, açıkça
konuşma aşamasına bile gelemedik. Sadece 40-50 çocuklu insanları tek bir odada sıkış tepiş
yaşarken televizyonlarda sergileyip, o yaşamın perişanlığına kimimiz üzülüp, hayıflanıyor, kimimiz
gülüp eğleniyoruz. Çünkü bunu yapmak sevgili ve değerli basınımıza reyting avantajları sağlıyor!
Bu gibi konularda çizmeyi aşan konuşmalar yapmak, düşünce üretmek ne mümkün! İşte o
yörelerin koşullarını belki biraz daha hafif derecede yaşamış birisi olarak ne zaman bir ezgi, bir
uzun hava duysam veya dinlesem tüylerim diken diken olur, fena halde hüzünlenirim. Büyük
şehirlerde, bilinen normal yaşam ortamlarında doğmuş, büyümüş insanların bunlardan bir anlam
çıkarması inanın çok zordur!
Yaşamda kendi çektiklerimi yazmak isteyişim, doğaldır ki herkesin kendi çektiklerinin yine kendisi
için çok daha önemli olmasındandır. Ancak salt böyle bir kitabı, hikayeyi şimdiye kadar yazmadım,
yazamadım. İşte böylelikle bu yazıların arasına kısmen serpiştirmiş oluyorum. Evet, oturup şimdiye
kadar bu anlamda önemli bir şey yazmadım ama bunca zamandır boş da durmadım. Çok uzunca bir
süreden beri gözlemleyebildiğim her şeyi defterlerime, bloknotlarıma sürekli yazarak kayda
geçirdim. Bu şekilde düşünmeyi, düşündüklerimi yazabilmeyi, gördüklerime bakabilmeyi,
baktıklarımdan anlam çıkarmayı öğrendim. Belki de bunlar benim asıl birikimlerim oldu.
Yalnız söz konusu birikim olunca, belki de bu işin en başında ve her alanda hak ederek olumlu
birikim kazanmış ve bu birikimlerini cömertçe bizlerin, insanlığın hizmetine sunanlara gönül
dolusu, binlerce teşekkür ederek işe başlamak gerekiyor. Yani geçmişteki tüm okuma, yazma,
sevgi ve bilgi aşığı kişilere yüzlerce ve binlerce teşekkür diyorum. O güzel birikimlerini,
çoğunlukla bir sürü eziyet ve cefa çekme pahasına, yazılı olarak bizlerin hizmetine cömertçe
sundukları, bıraktıkları için. Ne mutlu onlara! Ve de ne mutlu yaşarken bunlardan doğru dürüst
anlam çıkartıp yararlanabilenlere! Aslında akıllı insan; şimdiye kadar aklını iyi veya kötü yönde
kullanmış ama bunları yazıya dökerek kayda geçirmiş ve ‘Sonradan gelenler bunlardan
yararlansın’ diye ortaya çıkmış yapıtlardan, birikimlerden yararlanabilen insandır. Kısacası
kardeşim, akıllı insan okuyan insandır.
Gerçek şu ki olumlu veya olumsuz anlamda yaratılan her şey öncelikle bir birikim, altyapı
sonucudur. Ama yine de bir hedef, bir amaç belirleme olayıdır. Çünkü yaşamda acı tatlı her şey
bir birikimdir. Tabii ki bunun farkında olanlar ve ders almasını bilenler için. Peki ama nedir bu
yaşamda çekilen çileler? Bunlar; bir insanın yaşarken karşılaştığı aşırı zorluklar, imkansızlıklar,
çalışmakla, uğraşmakla üstesinden gelemeyeceği aşılması zor engeller, çaresizliklerdir. Aşırı
yoksulluk, kara cahillik ve yönetenlerin karşılıklı suçlayıcı konuşmaları sonucu ortaya çıkan
zıtlaşma, terör ve şiddet ortamlarıdır. İnsan yaşamının olumlu, onurlu ve anlamlı olabilmesi için
kişinin mutlaka doğru, pozitif yönde eğitilmesi, donatılması, çalıştığında üstesinden gelebileceği
bir üretime, bir işe dahil edilmesinden başka çıkar yol yoktur. Buna göre insanın doğru anlamda
ve bilinçli olarak çocuk, mal, hizmet, fikir ve benzerlerini üretmek zorunda olması, sanırım yaşamın
7
asıl özünü, esasını oluşturmaktadır. Ancak tüm bu üretimler için dikkat edilmesi gereken çok
önemli ve vazgeçilmez iki husus vardır:
Birincisi: Üretirken çevreyi, etrafı görmek ve gözetmek.
İkincisi: Bilinçli, bilgili yani kaliteli üretim yapmaktır. Kaliteli üretim konusunda günümüzde
epeyce yol alındığını söyleyebiliriz ama çevreyi gözetme ve koruma olayı bana göre hala
sloganlarda! Şu bir gerçek ki çevreyi gözeterek kaliteli üretmek, olumlu bir yaşamın özü ve en
önemli esprisidir. Çünkü bu aynı zamanda sorumlu, duyarlı ve kaliteli insan olmanın bir
göstergesidir. Bu düşünce bizi şu sonuca götürüyor: İnsan bilinçli ve kaliteli bir üretken ise; ancak
o zaman başarılı, kendine ve topluma faydalı bir canlıdır.
Bir insanın yaşamı boyunca gereksinim duyacağı çok önemli ve en birinci görevi; o insanın önce
kendini tanıması, bilmesi, kendini sevmesi ve öncelikle kendine faydalı biri olmasıdır. Çünkü
kendine faydası olmayanın hiç kimseye en ufak bir faydasının olması mümkün değildir. İnsanlar
için diğer önemli bir özellik; başarılı olan kişinin etrafını görmesi, gözetebilmesi, hatta ondan da
önemlisi, o kişinin dengeli, tutarlı, sağlıklı bir düşünce yapısına sahip olabilmesidir. Hele ki bu kişi
yönetici (anne, baba ise zaten en önemli yöneticidir), başkan, lider, önder gibi tepe noktalarda ise
bu özellik vazgeçilmez ön koşuldur. Dengeli ve tutarlı olmanın ön koşulu ise yine kişinin önce
kendini bilmesi, tanıması, kendini sevmesi, kendinden hoşnut ve kendisi ile barışık bir yapıyı
oluşturmasıdır.
Bir insanın kendine faydası varsa yani başarılı ise yaşamının anlamlı olabilmesi için bu başarısını
yine insanlarla ama öncelikle kendi yakın çevresi ile paylaşması gerektiğine yürekten inanıyorum.
Bugün uzaktan bakıldığında zengin insanların ve ülkelerin çok mutlu, hiç bir sıkıntılarının olmadığı
sanılmaktadır. Fakat durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Refah ve gelir düzeyi arttıkça, pek çok
kimsenin sandığı gibi mutluluk ve huzur buna paralel olarak artmamış ve de artmıyor. Belki bu
kapitalist sistemin esas aldığı yaşam felsefesinin veya insanın kendi tatminsiz, huzursuz özünden
kaynaklanan bir olgu, bir çarpıklıktır!
O nedenle ilk önce insanda doğru bilinçlenmenin sağlanmış, iç dengelerin sağlam ve yerli yerine
oturmuş olması gerekiyor. Bu aynı zamanda azimli olmak ama şükretmesini bilmek, etrafı, çevreyi
görmek, gözetmek, sevgiden uzak kalmadan yola devam etmek demektir. Bugün için yarış atı
zihniyeti ile neye mal olursa olsun üstte, önde olma, başkasından daha çok şeye sahip olma
anlayışı, aç gözlülük ve aşırı hırs, mutsuz ve hastalıklı bir yaşamın en önemli nedenleri arasındadır.
Bana göre kişi elde ettiği başarıyı yanındaki, yakınındaki insanlarla paylaşamadığı zaman,
paylaşılmayan bu sevgi veya başarı, hızla gösteriş yatırımlarına, aşırı kıskançlık ve çekememezlik
histerilerine, zıtlaşmalara, akılsızlık ve derin sevgisizliklere dönüşmektedir.
Buna en güzel örnek yine bugün insanların aşırı derecede lüks yat, kat, araba ve benzeri şeyleri
kullanma, sahip olma hastalıklarıdır! Ben buna ‘Aşırı bireysel Amerikan hastalığı’ diyorum.
Bugün ne gereği ve ihtiyacı vardır? Başarılı bir kişi için padişah benzeri gereksinim fazlası, sırf
gösteriş olsun diye villa, konak gibi bir sürü gereksiz odalardan oluşan çok lüks saray yavrularına!
Üstelik bunlar birden fazla ve mutlaka güzel bir arazinin, güzel bir orman veya yeşil bir koyun çok
büyükçe bir yerini işgal edecek şekilde kondurulurlar.
O villalar, yazlıklar, gösterişli konaklar, yatlar ve katlar yılda kaç gün ve ne amaçla
kullanılırlar? Acaba bunları gerçek anlamda doğru dürüst bilenler var mıdır? Hak edenler tabii ki
bir tarafa ama çoğunlukla gösteriş yatırımı yapmak, sevgisizlik, kıskançlık ve boş gururdan
kaynaklanan açıkları, boşlukları bu şekilde kapatmak, daha doğrusu bu şekilde avunmak için
yapılanlar hiç de az değildir. Örneğin kişinin kafası, iç dünyası bomboş olsa da bir Mersedes araba
içinde görünmesi ona görüntüde çok şey katar veya katıyor gibi gözükmektedir. Halbuki insan için
önce iç dengelerin sağlamlığı, yerli yerinde olması önemlidir. Sonra diğerleri! Kısacası; genel
anlamda yönetim sisteminin adı ve şekli ne olursa olsun; etrafı görüp, gözetmeyen, öz olarak
8
gösteriş ve şaşaa üzerine kurulu ise yaşam kıvancı bakımından bana hep anlamsız, içi boş
görünmüştür.
Karşılıklı hava atarken, burnu kaf dağına bakarken insanın önünü ve yakın çevresini görmesi,
gözetmesi çok zor olsa gerek! Etrafını görüp gözetemeyen, aşırı kar hırslı kişiler belki
yaşlandıklarında yani gidici olduklarını anladıklarında veya başlarına bir felaket geldikten sonra
bazıları az da olsa etrafı görüp, gözetmeye başlıyorlar ama bu hem çok yetersiz hem de zaman iyice
geçmiş oluyor. Yani bu davranış şekli gelişmiş, zengin ülkelerin göreceli de olsa çevre konusunda
şimdi yeni yeni yaptıkları, yapmaya çalıştıkları gibi bir şeydir. Oysa ki huzur veren bir hayat ve
yaşam kıvancı; insanın kendini bilmesi, tanıması, çevreyi görmesi, gözetmesi, bütün bunları üretim
odaklı ve dengeli bir sevgi paylaşımı esasına oturtabilmesi ile mümkündür.
Yakın çevreyi görüp gözetmenin yanında, bugün için global çevre sorunları gerçekten büyük
boyutlara ulaşmıştır. Özellikle dünyanın zengin insanları her şeyi bu hızla tüketmeye ve dünyayı bu
hızla kirletmeye devam ettikleri müddetçe kıyamet de öyle çok uzaklarda olmayacaktır! İşte El
Nino ile bunun belki de ilk sinyalleri verilmiş oluyor. 1997 ve 1998 de yaşanan doğal felaketler
bunun en belirgin örnekleridir.
Bugün zengin bir ülkenin insanı yaşamı boyunca bu zavallı dünyaya 4 000 ton atık bırakıyor. Yine
dünya lideri, her ülkenin gıpta ettiği ve örnek almaya çalıştığı ABD’den atmosfere yılda yaklaşık 5
milyar ton karbondioksit (1997) atılıyor. Bu durum global ısınmanın en önemli nedenlerinden biri
olarak görülüyor. Yani ilerde bu yüzden belki başımıza asit yağacak! Ama hiç kimseden bir
reaksiyon yok! Refleks yok! Çünkü karşımızdaki ABD yani dünyanın en büyük para babası, en
büyük gücü! Ona kim yaptırım, ambargo uygulayabilir ki?
Fakat şundan emin olabiliriz ki bugün dünyayı gerçek anlamda yönetenler petrol lobileri,
uluslararası finans kuruluşları yani uluslararası sermayedir. Hatta ABD’yi şaha kaldıran, Rusya’nın
dağılmasına neden olan politikaları uygulayan Başkan Reagan’ın sanal bir başkan olduğu ve
hayatının rolünü oynadığını söyleyenler bile vardır! Aslında bizim de bir küçük Amerika olarak
‘Kötü yönetiliyoruz’ diye çok fazla üzülüp tasalanmamız gerekmiyor! Çünkü ABD’yi de yöneten
görüldüğü gibi bizzat bay başkan değil! İşte bu sisteme göre her şeyi fazlası ile üreten ve fazlası ile
tüketerek yaşayan insanlara, toplumlara bugün çevreyi koruyup, gözetiyorlar denilebilir mi? Özet
olarak dünyaya şöyle bir sloganla seslenmek gerekiyor: Globalleşme rüzgarları ile yelkenlerini
iyice şişirmiş olan dünyamızda; yaşasın aşırı bireycilik ve uluslararası kartellerin başarıları,
altında kalanların ve de kirlenen bu dünyanın canı çıksın!
***
İsterseniz biz yine geri dönelim kendi küçücük dünyamıza. İşte bendeniz kendimi biraz başarılı
gibi bulur bulmaz ilk yapmam gereken işin öncelikle kendi ailemi Doğu’nun o yoksul, fazlası ile
çileli ve asıl önemlisi eğitim özürlü ortamından uzaklaştırmak olduğunu sürekli düşündüm ve
planladım diyebilirim. Yani yüksekokuldaki öğrenciliğim sırasında sürekli bunu düşündüm. Çünkü
benim ailem de diğer insanlar gibi şehirde daha uygar, insanca bir yaşama layık olmalıydılar. En
önemlisi kardeşlerim veya onların çocukları mümkün olan doğru bir eğitimi ve öğretimi
görebilmeli, alabilmeliydiler!
E.Ü.Tekstil Mühendisliği’nden mezun olduğum Temmuz 1974’den iki ay sonra yani Eylül sonunda
tüm aile İzmir’de yanımdaydı. Çok uzunca bir süre içinde suyu ve elektriği olmayan bir mekanda,
bağ evinde barınmak zorunda kaldık. Bornova’da bataklık bir yer olması nedeniyle eski adı
Karasuluk, yeni adı Mevlana Mahallesi olan ve o zaman için sadece üç beş bağ evinin bulunduğu
bir yerdi burası. Aslında gelecek için bu eziyetlere katlanmanın dışında başkaca bir olanağımız da
yoktu. Bu planı başarıya ulaştırmak için elimizden gelen gayreti ve özveriyi gösterdik.
Bugün bunu aile olarak birlikte başardığımız için mutluluk ve huzur duyuyorum. Bu başarıda
ailenin tüm fertlerinin büyük katkı ve destekleri oldu. Ama özellikle kıymetli, şefkatli ve de çok
değerli, onca yaşına karşın ileriyi herkesten çok daha iyi ve berrak bir şekilde görebilen, her yaştan
9
insanla kolaylıkla sağlıklı ilişkiler kurabilen, çok sevdiğim, gerçekten nur yüzlü, güzel dedeciğim
Hasan Çavuş’u rahmetle, saygı ile bir kere daha burada anmak, o çok değerli katkıları için
kendisine bir kere de bu şekilde teşekkür etmek istiyorum. Nur içinde yatsın.
Evet bizim ve pek çok kimsenin yaptığı gibi Doğu’dan kaçıp kurtulmak mutlaka övünülecek bir şey
değildi! Ama ne yazık ki bu süreç bugün bile gittikçe şiddeti artan, çıplak ve acı bir gerçek olarak
sürekli karşımızdadır.
Doğu’dan yani doğup büyüdüğün topraklardan kaçıp uzaklaşmak hiç de kolay bir şey değildi!
Doğal olarak bu süreçte pek çok zorluklar ve problemler yaşadık. Ancak yaşayan insanların
problemleri bitmez ki! Problemler her zaman vardır. Sadece şekilleri değişiktir. Bugün aile olarak
problemlerimiz en azından açlık, yokluk, çaresizlik, eğitimsizlik değil! Tam tersine biraz zenginlik,
güya modern yaşamın problemleri!
Çok fazla olmasa da bugün bizim için de en önemli problem zenginlerin bilinen problemleri: En
başta rahatlık, kıskançlık, çekememezlik! Sağlıksız iletişim yani dedikodu ile haberleşmek!
Görüyorsunuz! Hayatta problemler hep var! Tabii ki bu problemler daha çok bir alt yapı, kültür
noksanlığı, kendini bilip, tanıma ve sevmedeki eksiklikler, zorluklardan kaynaklanan genel
problemler. Ama artık yaşanan ortam uygun, normal bir ortam. En azından herkesin kendi seçimini
yapabileceği uygun koşullar ve olanaklar var. Herkes kendi çapında balık tutmasını öğrendi sayılır!
İşte tüm bu çabalar sonucu en yakınımdaki insanların yaşam kalitelerinin artmış olması ve buna az
da olsa katkıda bulunmuş olmak şüphesiz ki bana önemli bir iç huzuru veriyor.
Kısacası aile düzenimiz, tüm kardeşlerin evlenip kendi sorumluluklarını üstlenmeleri ile, sonunda
belli bir sisteme oturmuştu. İşte bu hal ve gidişat içerisinde iyi kötü yaşayıp giderken son yıllarda
(1996-1997) ülkemde ve çalıştığım kurumda şok edici olayları hep birlikte yaşadık. Bunlar zaten
bir bütünün parçaları idi ve birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildi. Ülkemde eskiden beri belki
gizli, açık çok sayıda şoklar yaşanıyordu. Ama son yılların yaşanan şokları gerçekten fazla sarsıcı
oldu. Mutlaka bunlar ülkemiz için bir dönüm noktasının belirtileri olmalıydı! İnşallah da öyledir!
Örneğin bir Susurluk şoku, devletin çeteleşmesi, herkesi çok sarstı ama maşallah bu kuvvetli şok
ülkeyi yönetenleri fazlaca değil, hiç ırgalamadı! Olay ‘fasa fiso’ terimi ile takdire şayan görüldü!
Oysaki bir birim, kurum veya en önemlisi devlet yönetiminin en başındakiler; bu şekilde
yaşanan çarpıklıklar, hoyratlıklar, olumsuzluklar karşısında yeterince hassas ve duyarlı
olmadıkları müddetçe aşağıdakiler, yönetilenler her zaman için çok çekmişlerdir. Yönetenlerin
anlayışları ve zihniyetleri böyle olduğu sürece daha da çok çekeceklerdir. Yani anlaşılan toplum
olarak birlikte çekeceğimiz daha çok çile var!
Yaşanan bu şoklar çok sarsıcı olsa da oturmuş, sağlıklı bir sosyal örgütlenme yapısı olmayan,
bilinçsiz, genelde baskıcı bir yönetim ve yaşam tarzı ile yetişmiş ve bunu içine sindirmiş bizlerin
yapabileceği fazlaca bir şey de yoktu. Çok iyi yapabildiğimiz tek şey; bir kaç kişi bir araya gelip,
orada bulunanların dışında ne yolsuzluklar, ne ahlaksızlıklar ne ikiyüzlülükler ve çirkinlikler
yaşandığını dile getirip kendimizi bu şekilde teselli edip avutmaktı! Böylece dedikodu yaparak
görevini yerine getirmiş olmanın huzur ve rahatlığına kavuşmuş oluyor, olayı kendimizce ve
oturduğumuz yerden bir çırpıda çözebiliyorduk! Kısacası bir yerde ülkedeki sessiz çoğunluğun
yaptığı gibi sorumsuz ve örgütsüz entel olmanın keyfini çıkarıyorduk denilebilir.
Daha sonra devletteki bu şok örneklere benzesin diye bizler de, çalıştığım kurumda yani
E.Ü.Tekstil Mühendisliği’nde kendi çapımızda şoklar yarattık. ‘Üzüm üzüme baka baka kararır’
atasözünü doğrularcasına! Tabi benim için daha büyük şok burada, bu kurumda yaşadıklarımdı.
Güya koca koca okumuş yazmış, hem doçent, prof. olmuş insanlar. Problemlerimizi karşılıklı
oturup uygarca konuşamadık. Sorunlarımızı dedikoduculara, aracılara havale ettik. Sonuçta iki tane
birbirine düşman, iki kinli grup yarattık. Çok sık tekrarlanan 0 meşhur sorun çözücü toplantılarımız
sırasında bu uğurda şehitler bile verdik!
10
Bunu elbirliği ile, yarışarak ama güya demokratik bir anlayış ve hava içinde yaptık! Başlangıçta
mutlaka bu olay çok küçük bir problemdi ama onu dedikodularla kangren yapmayı becerdik. Kinli
gruplar olarak adam ayartmak ve kendi grubumuzun sayısını artırmak için değişik yollardan
yararlandık. Bu yollardan birinin ‘mezhep dayanışması’ dahi olabileceğini öğrendiğimde ise, az
çok okumuş, tümü ile olmasa da birazcık bilinçli bir insan olarak en büyük şoku yaşadım
diyebilirim!
Böylece ülkemiz için okumuş yobazlığın çok daha büyük bir tehlike olabileceğini, daha doğrusu
insanların karşılıklı birbirlerine kinlendikleri zaman ne tür çirkin ve tehlikeli davranışlar içerisine
girebileceklerini görmek açısından bu olay son derecede ibret alınması gereken bir örnekti. Bunun
üzerine oturdum ve gerçekten de ‘Neden konuşamıyoruz veya toplumda kinli gruplar neden
artıyor?’diye ilk toplumsal makalemi yazdım.
Bu makale kısmen kısaltılarak E.Ü. Mühendislik Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı Tekno-Kültür
Dergisi, Mayıs 1997 sayısında, daha sonra aynı yazı MPM’nin Anahtar Dergisi, Şubat 1998
sayısında yayınlandı.
Bizler okumuş, hem de çok okumuş insanlar olarak bir kaç kişi bir araya gelip bu ülkenin
yönetimi ve geleceği ile ilgili söylemler attığımızda, mangalda kül bırakmayacak kadar
kendimizden emin iken. Yani bizi idare edenlerin birbirlerini suçlamalarını, zıtlaşmalarını,
sevgisizliklerini, koltuk ve makam uğruna içlerinde biriktirdikleri kinleri kınarken. Bunun
sonucunda toplumun kinli kamplara ayrıldıklarını, ezilenlerin hep alt tabaka yani yoksul insanlar
olduklarını söyleyip dururken. Bir de baktık ki suçlama, zıtlaşma, sevgisiz ve çözümsüz bir ortam
yaratmada, okumuş insanlar olarak onlardan kalır hiç bir farkımız yoktur. Üstelik ve de, güya bir
bilim yuvası olarak olumsuz anlamda çok fazla artılarımız vardı!
Çünkü bu ortamları yaratanlar koca koca proflar, doçentler, güya akademik saygınlığı olan insanlar
dı! Olayların içinde iken durumu pek o kadar farketmiyorsun! Ancak o cazibe merkezinden biraz
geri çekilip olaya perspektif olarak baktığında anlıyorsun ki böyle bir ortam korkunç bir ortam, bu
durum korkunç bir durum! Ama kişinin bir yerde kendi hatasını anlaması ve bundan kendisi ve
toplum yararına olumlu dersler çıkarabilmesi de sanırım önemli bir erdem olsa gerek? Ancak
kanımca bu olaylarda birilerini, bir veya bir kaç kişiyi suçlamak yersiz. Gerçekten öyle bir devir
yaşadık ki ülkenin en tepesindeki yönetim modeli, anlayışı, zihniyeti doğal olarak her birim ve
kademedeki yönetimler tarafından aynen uygulandı! Bu şekilde çok feci yönetim devirleri
yaşadık.
Değerli dostlar! Burada bir kere daha şu önemli yaşam kuralını, yaşayan insanlara sevgi ve saygı ile
hatırlatmak istiyorum: Ey insanlar! Doğuştan programlanmış kötü bir insan yoktur. Ancak
biliyoruz ki insan komple bir yaratıktır. Hatalı davranış şekilleri mutlaka vardır, olacaktır! Ama
lütfen hatalı bir davranışında o insanı tümü ile kötüleyip, dışlamayalım ve de suçlamayalım. O
insana karşı iç sevgimizi koruyarak yalnızca hatalı davranışı üzerine görüşümüzü belirtelim.
Özellikle anne-babalar, yöneticiler, etkili ve yetkili kişiler lütfen bu konuda dikkat! Çünkü
karşılıklı kinlenmenin temeli, bir kusuru nedeniyle o kişiyi tümü ile suçlamak suretiyle
atılmaktadır.
Kin ve nefret yüklü bir insanın yanında ise en yırtıcı canavar bile gerçekten çok masum kalıyor!
Kim bilir? Belki de bu gibi kinli durumlarda insanın dışında canavar adının yakıştığı başkaca bir
canlı daha yoktur!
İşte bu devrelerde yaşadığımız sosyal şoklar beni yaşamın anlamı, esprisi üzerine daha istekli ve
acil olarak yazmaya sevk etti diyebilirim. Özellikle bu kurumda yani Tekstil Mühendisliği’nde
yaşadıklarımız gerçekten yaşamın anlamına ters olan şeylerdi. Çünkü biliyoruz ki, bu gibi
durumlarda cahil kişilerin her zaman için haklı bir gerekçeleri mutlaka vardır. Ama benim
anlayışıma göre problemlerini oturup konuşamayan insanlar okumuş, hem de güya çok fazlaca
okumuş, üniversite hocaları olmamalıydı! Yoksa okumanın, bilgi edinmenin, yükselmenin,
11
kariyer yapmanın amacı ne olabilir ki? Şu da var ki; çok fazla öğrenim görmek ve çok bilmekle
insani erdemler ve kalite arasında her zaman için doğrusal bir orantı yoktur. Çünkü bu dünyada
okuma yazması olmayan nice kaliteli, erdemli insan vardır! Her ne kadar üniversite, bilim
yuvasıdır.
Şudur, budur desek de bir ülkenin tepe yönetimindeki zihniyet ne ise, aynı yönetim anlayışı her
kurumda ve birimde doğal olarak aynen uygulanıyor. Bunun başka türlüsünü düşünmek maalesef
mümkün değil!
***
Düşündüm ve kendi kendime sordum. Bütün bu eğitim, öğretim düzeyine karşın, bu ortamda
yaşanan çirkinlikleri kolayca açıklamak mümkün müdür? Acaba bu yaşamın bir anlamı var mıdır?
Varsa bunun dayanak noktaları neler olabilir? İşte bunları kendi ölçülerimde, algılayabildiğim
kadarı ile bu kitapçıkta ifade etmeye çalışıyorum. Bu dünyada yaşayan en akıllı canlı varlıklar
olarak adımızın ve soyumuzun, insan olmanın gereklerine uygun olarak sürmesi için; hepimizin
yaşananlardan, yaşadıklarımızdan olumlu anlamda dersler alması, deneyim kazanması, kendine
çeki düzen vermesi gerekiyor. Yoksa nasıl gelişip, ilerleyip, gelecek adına olumlu değerler
yaratabiliriz ki? Birlikte başarmasını nasıl öğrenebiliriz ki? Öncelikle de insani erdemlerin
korunması, geliştirilmesi açısından buna çok fazla ihtiyacımız olduğu kanısındayım!
Gerçekten anlamlı bir yaşamın özü, esprisi en başta söylediğimiz gibi olumlu düşüncede, olumlu
düşüncenin özünü oluşturan sevgide saklıdır. Bu öz kesinlikle sevgi olmalıdır ve olmak zorundadır.
Çünkü özünde birazcık sevgi varsa orada güzellikler ve iyilikler; sevgisizlik varsa kesinlikle
çirkinlikler, hoyratlıklar yeşerip bir güzel boy atıyorlar!
Şu bir gerçek ki, biz insanlar çoğunlukla her alanda hemen her şeyi biliyor gibi yapıyor veya çok
şey bildiğimizi sanıyoruz. Genelde az bilenler ve şartlanmış düşünce sahipleri bunu daha çok
yapıyorlar. Belki de onların dağarcığında ‘Bilmiyorum’ diye bir sözcük yoktur. Ancak bu tür
bilgiler veya şartlanmış bilgiçlik normal bir yaşam için en büyük tehlikedir! Çünkü hemen her şeyi
bilmenin sanısı ve rahatlığı ile doğruyu aramayı, özeleştiri yapmayı, böylece kendimizi geliştirmeyi
ta en başından engellemiş oluyoruz. Burada kastedilen eleştiri, kişinin her olayda kendini
suçlaması, yargılaması değil elbette. Kişinin kendisi hakkında sakince, serinkanlılıkla düşünmesi,
düşünebilmesi, öğrenme ve bilgilenme konusunda her zaman ve mutlaka eksik olabileceğinin
bilincinde olmasıdır.
İnsan olarak sağlıklı bir düşünce yapısı için önyargı ve şartlanmış düşünce olmadan sürekli olarak
her fikre açık, her fikirden bir şeyler öğrenme ve anlama çabası içinde olmak önemlidir. Sonuçta
istenen ve olması gereken kişilik yapısı da budur. İnsan olmak ve insan kalabilmek için pozitif
enerji yükü taşıyan, yani özünde sevgi bulunan yaşamsal kavramları ve durumları bilmek ama
yalnızca bilmekle kalmayıp bunları akılda tutmak ve mutlaka uygulamak gerekiyor. Evet
birikimlerimiz ölçüsünde bazen pek çok şey bilebiliriz ama kısa ömürlü ve beynimizin yalnızca
%10’unu kullanan canlı varlıklar olarak tümü ile her şeyi bilmemiz mümkün değildir.
İsterseniz burada birazcık soluklanıp her şeyi çok fazla ve mutlaka en iyi şekilde bilen, iddialı
dostlara yine dostane bir sevgi selamı gönderip yola öyle devam edelim. Ancak isteriz ki bu sevgi
selamı aynı zamanda onlar için de gerçek ve samimi bir sevginin kıvılcımı, uyanışı için bir tür aracı
olsun! Bir vesile olsun!
Onlara da selam olsun!
*Ne pahasına olursa olsun bir baş olmak, bir unvan almak, için ortalığı tarumar edenlere,
*Rütbesiz, makamsız, unvansız sıradan insanı insan olarak görmeyip, küçük görenlere, kaale
almayanlara,
12
*En yüksekte olanlara en yüksek baş eğmeyi, en altta olanlara ise en fazla baş eğdirmeyi genel
yaşam ilkesi edinenlere,
*Evinde ve özel yaşamında demokratik olmayıp, her yerde demokrasi havarisi, demokrasi
kahramanı kesilenlere,
*Çok yönlü bilgilenmeyi kendi kafası içinde kurduğu sırayı, düzeni bozar veya sarsar diye reddedip
direnenlere,
*Okuyup, düşünerek doğru kaynaktan öğrenmek yerine, yalnızca TV, kahve, toplantı
sohbetlerinden öğrenmeyi tercih edenlere,
*Okumuş da ne olmuş? Bilmiş de ne olmuş? Yapmış da ne olmuş? gibi sorularla her şeyin kolayına
ve bilgiçliğine soyunanlara,
*Aşırı hırsla bireysel başarıyı göklere çıkartıp, toplumsal başarısızlığın nedenlerine hiç
eğilmeyenlere,
*Sürekli ben ben diye üsteleyip bastıran ama biz demeye bir türlü dili varmayanlara,
*Azıcık bir şey bilip, bunu allayıp pullayarak çok iyi bir pazarlama ile satışa sunanlara,
*Her şeyin doğrusunu bilip veya bilir gözüküp bunu uygulamayanlara veya yalnızca kendi işine
geldiği gibi uygulayanlara,
*İşine geldiğinde küçük bir ayrıntıyı muazzam bir başarı, işine gelmediğinde ise onu tam bir
fiyasko örneği olarak görenlere ve gösterenlere,
*Bir sürü zamanı boş lakırdı, dedikodu ile geçirirken bilmeye, anlamaya ve de sevmeye zaman
bulamayanlara,
*Bir inat ve boş gurur uğruna sevgisiz yaşamayı tercih edip, bu yaşamda bu ağır yüke
katlanabilenlere,
*Daha önceki yaşananlardan ve yaşadıklarından hiç bir şekilde olumlu ders çıkarmayanlara,
çıkaramayanlara,
*Suçlayarak yüreklerini soğutanlara ve soğuyan o yüreklerine bir daha sevgi sıcaklığını koyma
fırsatı bulamayanlara,
*Hiç olmazsa asgari müşterekler varken, uzlaşmazlığın ağır yükünü omuzlarında taşımayı kabul
edenlere,
*Aşırı hırs küpü ve aç gözlü bir yaşamın özünde derin bir sevgisizlik, sevgi açlığı olduğunun
farkına varamayanlara,
*Kendine ulaşan veya ulaştırılan bilgileri iyi bir süzgeçten geçirmeden çabucak dolduruşa gelip,
köpürenlere,
*Ve sevginin gür çağlayanı yerine, nefretin kör kuyusunu tercih edenlere de selam olsun. Başkaca
ne diyebilir, ne söyleyebiliriz ki dostlar?
***
Çoğu kez ve çok yerde rastlıyoruz. Pek çok konuşmalarda bir olayı daha etkili kılmak için bir
özdeyiş, bir fıkradan yararlanıyoruz. Doğrusu çok da etkili oluyor fakat o kişinin davranış ve
tutumlarını görüyorsun, davranışları ile anlattıkları, verdiği örnekler öylesine zıtlık içerisinde ki!
Veya özdeyişler, güzel sözler elden ele dolaşıyor. Hatta büroda bir köşe bunlarla donatılıyor. Ama
onlara uygun bir davranış ve uygulamanın acaba ne kadar yakınındayız?
Gerçek şu ki öncelikle ve de ivedilikle bu dünyadaki yaşam önemlidir. Ama şuna yürekten
inanıyorum: Bu dünyada insan sevgisinden uzak olanın, öbür dünyada rahat edeceğini ben hiç
13
sanmıyorum. İşte bu nedenle diyoruz ki; öncelikle bu dünyada samimi sevgiye değer veren yaşam
anlayışı önemlidir. Çünkü bu yaşam somuttur, gerçektir. Ünlü gazetecimiz ve de spikerimiz! Sayın
Reha Muhtar’ın dediği gibi bu dünya, bizzat yaşadığımız ve yaşattığımız bir süreçtir. Bu dünyadaki
yaşam önemli dediğimizde ise aslında anlatmak istediğimiz: İnsanın önemli olduğudur. Peki insan
neden bu kadar önemlidir? Çünkü yine bu dünyada yalnızca insan; aklını kullanarak kendini ve
çevresini olumlu veya olumsuz yönde ama en etkili bir şekilde değiştirebilme yeteneğine, gücüne
ve de iştahına sahiptir! Başka hiç bir canlıda bu özellikler, bu şekilde ve bir arada yoktur!
Aslına bakılırsa insan tümü ile komple bir yaratıktır. Ve bir insanda ne ararsan mutlaka onu
bulursun! En güzelinden en çirkinine, en mükemmelinden en hoyratına kadar!
O nedenle yaşamın başka bir tanımı yani insan odaklı yaşam: ‘Bu dünyadaki insan ilişkilerinin
seyir şeklidir’. Çok genel anlamda ise yaşam: ‘Pozitif ve negatif enerjilerin denge durumudur’
denilebilir. Bu genel tanımın içine taş, toprak, insan, uzay, kısacası her şey girebilir. O nedenle bu
yaşamın ve insanın özü de, sonuçta enerjidir. Bir enerji dengesidir. İşte insan; bir uçta pozitif,
yararlı, yapıcı, sağlıklı sevgi enerjisi, diğer uçta ise negatif, yıkıcı, zararlı, hastalıklı kin ve nefret
enerjisinin çevrelediği bir alan içinde doğar, büyür, yaşamını sürdürür ve daha sonra bu dünyadan
göçer gider. Ancak bedensel varlık yok olsa da geride kalan enerjinin gücü ve cinsine göre olumlu
veya olumsuz yönde bu etkiler bir müddet daha devam eder. İşte yaşamda sahip olduğumuz bu
enerjinin pozitif veya negatif olması, insani davranışlarımızın da asıl karakterini belirlemektedir.
Kişinin yaşamında, insanlarla olan ilişkilerinde olumlu, pozitif enerji ne kadar ağır basıyor ise
yaşam o derecede çekilir, hatta zevkli ama olumsuz, negatif enerjiler ağır basıyor ise yaşam o
derecede çekilmez, acı ve ızdırap vericidir. Zaten yaşam dengesindeki olumlu sevgi enerjisinin
ağırlığı o yaşamın ve insanın kalitesi için de önemli bir göstergedir. Kin ve nefret enerjisinde ise
ilkellik, hamlık, sevgisizlik ve kalitesizlik vardır. Gelişmiş toplumlarda belki başka türlü
çirkinliklere rastlamak mümkündür. Ama kine dayalı ilkel kan davaları yoktur. Doğal olarak biz
burada normal düzendeki uygar bir insan ve toplum yaşamından söz ediyoruz. Mafya düzeni,
ağalık, şeyhlik, tarikat düzeni ve benzerlerinde, bu durumu açıklamak bu kadar kolay ve basit
olmayabilir!
Yinelemek gerekirse normal bir düzende, yaşamın anlamlı, çekilebilir, kaliteli olması için pozitif
enerji toplamının bu dengede ağır basması gerekmektedir. Ancak yaşamda, insan ilişkilerinde
pozitif veya negatif enerji yükünün ağır basması öncelikle küçük yaşta alınan eğitim, yaşanılan
ortam ve kazanılan alışkanlıklarla doğrudan ilgili bir durumdur. Bir aile ve bir toplumun geleceği
için en önemlisi; çocukların insan gibi, adam yerine konularak eğitilmeleri, eğitilmiş
olmalarıdır. Çocuklara olumlu, pozitif özelliklerin kazandırılması her şeyden önce sevecen,
hoşgörülü, özgüven sahibi, birbirini dinleyen, anlamaya çalışan, en azından asgari müştereklerde
birleşebilen anne ve babalarla mümkündür. Bu husus tüm değerlerin önündedir ve her olumlu
şeyin özünde doğru eğitim ve doğru bilinçlenme vardır. Yani şartlanmış düşünceye saplanmadan,
korku, korkutma, suçlama ve baskıya dayanmayan bilgilenme ve bilinçlenme. Bu ise zaten
doğrudan doğruya yaşam kalitesi demektir. İnsanın kalitesi demektir.
Şöyle bir düşünce var. Ben buna içtenlikle inanıyor ve çok önemsiyorum. İyiye, güzele gidişin, bir
işi iyi ve kaliteli yapabilmenin başlıca üç sorulu bir bilinçlenme basamağı vardır (İçimizdeki Biz,
Doğan Cüceloğlu, 1996). Ama bunun için kişinin, o şeyi içinden gelerek istemesi ve bu doğrultuda
uğraş vermesi gerekiyor. Her ne iş olursa olsun izlenmesi gereken bilgilenme basamakları şöyledir:
Birincisi: Bu konuda ne biliyorum ve ne yapabilirim?
İkincisi: Daha başka ne okuyabilirim ve nelerden yararlanabilirim?
Üçüncüsü: Kime sorabilirim ?
Gerek temelden iyi yetişmiş olsun gerekse sonradan fırsatı yakalamış olsun, eğitim ve
bilinçlenmede bu üç basamağı birleştirebilen insanlar doğruyu, mükemmeli bulmakta fazla
14
gecikmezler. Bu prensiplerin özellikle çocuk eğitiminde uygulanması ise daha da önemlidir. Çünkü
her şeyin başı bilinçli, bilgili ama tabi özündeki sevgiyi işlemiş, olgunlaştırmış, kullanıma sokmuş
olan insandır. Yani kaliteli insandır. Bu da ancak bu doğrultuda yapılacak bilinçli bir çocuk eğitimi
ile mümkündür. Bunu belki bu kitapçıkta sıkça tekrar edeceğiz. Ama çocuk eğitiminde belki de en
önemli nokta; yukarıdaki üçüncü şıktaki çocuğun soru sorma yeteneğini, iştahını, merakını
köreltmeyecek tam tersine onu teşvik edecek, yüreklendirecek bir anlayışın ve ortamın ailede
bulunmasıdır.
Ancak bizim klasik çocuk eğitim prensiplerimize göre her an azarlanıp susturulan çocukta acaba
böyle bir özellik kalır mı veya gelişebilir mi? Tabii ki evde uygulanması için önerilen bu doğrultu
ve anlayış okullarda da aynen sürebilmelidir. Yoksa hepsi asi ve DGM’lik öğrenci olur çıkar
alimallah! Ne var ki olumlu anlamda soru sormaya teşvik edebilmek ve yüreklendirici olmak için
öncelikle o çocuğu dinlemesini bilen, çocuğu doğru anlayan, doğru cevaplayan, verdiği yanıtlarla
tekrar sorular ortaya çıkarabilen birikimde, bilgide ve sevecenlikte anne-babalara ve de
öğretmenlere gereksinim vardır.
Doğru eğitim ve doğru bilinçlenme; bilinçli, sevecen, hoşgörülü, anne-baba ile olduğuna göre,
evlenme öncesi çiftler mutlaka bu konuda eğitilmeli ve hatta biraz sıkıca bir sınava tabi tutulmalıdır
diyorum. Çünkü bu kişiler çekirdek toplumun yani ailenin yönetimindeki insanlar olacaklardır.
Onların kararları ve davranışları ise doğrudan o çocukların ne tür bireyler olacaklarını
belirleyecektir. Çocuk yapma ve çocuk eğitiminde anne- baba ama özellikle de anne! Eğer anne bu
konuda yeterince bilgili, bilinçli ise zaten pek çok toplumsal ve bireysel mesele ta en başından
büyük ölçüde halledilmiş demektir.
Büyük, küçük tüm insanlar için ama özellikle çocukların ve de kız çocuklarının, yarının anne
adaylarının olumlu ve doğru eğitimi, pozitif enerji titreşimleri yayan bir yaşamın asıl püf
noktasıdır. Olumlu, anlamlı bir yaşamın özü ve kaynağı çok büyük oranda bilinçli, bilgili, sevecen
bir annedir. Annenin bilinçli olması onun aynı zamanda bir kuluçka makinesi olmaması için de en
önemli garantidir. Bilinçli, sevecen anne-babanın oluşturduğu bir ailede ise her alandaki üretme
kalite ve enerjisi en yüksek düzeydedir.
Daha önce yaşamın bir başka tanımını ‘insan ilişkilerinin seyir şekli’ olarak yapmıştık. Dolayısıyla
bir insanın davranış özellikleri onun yaşam çizgisidir. Bunun önemini okulda düzenlenen
konferanslarda çok daha iyi anladım diyebilirim. Şöyle ki, bizim Tekstil Mühendisliği Bölümü’nde
son sınıflar için geleneksel Çarşamba Konferansları düzenleniyor ve bu konferansların Tekstil ve
Konfeksiyon dergisindeki editörlüğünü ben yapıyordum. Konferansları veren bu kişiler konularında
başarılı, tekstil sanayinin tepe noktalarında olan insanlardı. Öğrencilerin hayatta, çalışma
yaşamlarında başarılı olabilmeleri için gerekli olan faktörleri anlatıyorlardı. Bunlardan en önemli
iki faktörün oranları şu şekilde veriliyordu. ‘Tekstilde başarı için teknik bilginin payı % 10-15,
insan davranış ilişkilerinin payı ise % 85-90 dır’.
Gerçekten belki de çoğumuz böyle bir durumun farkında değiliz. Bu gençler onca yıl okuyorlar.
Sonunda tekstil mühendisi oluyorlar ve hayatta başarılı olmaları için okudukları bunca teknik
bilginin payının yalnızca % 10-15 olduğunu öğreniyorlar. Belki de bunu hiç öğrenemiyorlar.
Çünkü okulda insan davranış ilişkileri ile ilgili bir ders okutulmuyor. Kazara insan, kalite, sivil
toplum örgütü, eğitim ve yönetimin önemi üzerine birkaç satır yazı yazdığınızda ise, ‘kendi
konunuz dışına çıkıyorsunuz’ diye yayın kurulu tarafından aforoz ediliyorsunuz!
İnsan davranış ilişkilerinin bu kadar önemli olması ne demektir? Kişi olarak hangi mesleğin
eğitimini alırsan al, o konudaki teknik bilginin payı bu değerlere göre birazcık artar veya azalır ama
esas olan insan davranış ilişkileridir. Bu ise bütün olarak yaşamın kendisidir. Davranış ilişkilerini
pozitif ağırlıklı kurabilmek ise asıl meseledir. Bir meslek edinmek için onun eğitimini görmek
şarttır. Ama doğru davranış ilişkileri edinebilmek için mutlaka erken eğitim yani öncelikle ailede
bilinçli bir çocuk eğitimi gerekli ve de zorunludur. Daha önce de değindik. Hele ki kız
15
çocuklarının doğru eğitimi bu işin özüdür, temelidir. Çünkü biliyoruz ki kızı da, erkeği de, ta en
başından itibaren yoğuran, şekillendiren, eğiten annedir. O nedenle erken çocuk eğitiminin evdeki,
ailedeki asıl sorumlusu, belirleyicisi doğal olarak annedir.
İşte bu noktada önemli bir iç sızısını dile getirmeden geçmek mümkün olmuyor. Tüm geri kalmış
toplumlarda, yörelerde olduğu gibi ne yazık ki bizim toplumumuzda da kız çocuklarının eğitimi
yıllarca ihmal edilmiştir. Hatta eğitim öğretim de ne ki? Kadınlar, kızlar o yöredeki hasadı, ekini
eve, harmana taşımada bu çağda bile hala ağır birer yük taşıma aracı gibi görev yapmaktadırlar.
Çarpık töre anlayışları ile mal gibi alınıp, satılmaktadırlar. Evet kız çocuklarının eğitimi özellikle
köylerde, kırsal kesimlerde ve Doğu’da çok ihmal edilmiş ve hala edilmektedir. Çünkü kızın gözü
fazla açılmamalı, kız evinde oturmalı, her şeyi bilip dili fazla uzamamalı! Okur, bilinçlenir, gözü
açılır ya kötü şeyler düşünürse! Anne babasının sözünü dinlemez, ya kocasına baş kaldıran biri
olursa! En önemlisi kolayca alınıp satılamaz ise!
Daha buna benzer bir sürü ama hep erkek egemen, geri kafalı korkular, eğitimsizliğin verdiği
açmazlar, saplantılar. O nedenle şimdi bunlara tepki olarak bütün dünyada olduğu gibi bizde de
okumuş kadınlar arasında sağlıksız bir şekilde feminist hareketler gelişmiştir. Doğru bir
bilinçlenmeye katkı yapabilirse mutlaka bu örgütlenme de faydalıdır. Ancak bu hareket bir tepki
birliği olarak ortaya çıkmıştır. Benim gözlemlerim odur ki; tepki amaçlı kurulan birliktelikler
toplum yararına sağlıklı görev yapmaktan uzak oluyorlar. Ayrımcı ve de çatışmayı körükleyen bir
hareketin uzlaşma adına fazlaca bir şey yapabilmesi ise mümkün değildir.
Halbuki ailede, kurumda ve bir ülkede işe yarayan kuvvet, birlikten doğan kuvvettir. Yani önemli
olan kadın veya erkek olmak değil, öncelikle ve de yalnızca insan olmaktır. İnsan olabilmektir.
Uzlaşmanın ve asgari müşterek değerlerde birleşmenin, güç birliğinin önemi ata sözlerimizle ne
güzel anlatılmıştır. ‘Bir elin nesi var iki elin sesi var’. Her alanda bu kural geçerlidir. Güç
birliğinin önemini iyi anlayabilmek için bu yıllarda İzmir’de yaşayıp, özellikle EGS’nin başlattığı,
‘Güç Birliği’ oluşumlarına ve bunların ortaya koyduğu ticari sonuçlara bakmak gerekiyor!
Bilirsiniz, bizim kadın erkek ilişkileri ile ilgili bir atasözümüz daha vardır. ‘Bir erkeği rezil eden de
vezir eden de karısıdır’ derler. Bana göre normal yaşam ortamında, bir kadın erkeğini rezil de vezir
de yapamaz. Onun görevi de zaten bu değildir. Ama bir kadın çocuklarını çok mükemmel veya çok
berbat bir şekilde yetiştirebilir. Asıl önemli ve üzerinde durulması gereken işte budur. Bir ailede
uyum, iş birliği, iş bölümü ve denge varsa bundan olumlu anlamda tüm aile bireyleri faydalanır.
Sinerjetik etki en üst düzeyde gerçekleşir. Bu durum kadın ve erkek için aynı derecede geçerlidir.
Yoksa kadının görevi erkeği vezirliğe hazırlamak değildir. Ama tabii ki o ortamda Kösem’ler,
Hürrem’ler devri veya o devirlere benzer bir yaşam şekli hüküm sürmüyor ise! Çünkü az veya çok
oranda ama her devirde bu tür yaşantılara rastlanır. Erkek kendi işini sürdürür veya sürdürür
görünürken, kadın da erkeğin üst makamları ile yakın ilişkiler kurup, bunları geliştirerek onu en
azından geleceğin veziri olmaya hazırlar!
Her neyse, şimdilik onu bir tarafa bırakalım. Ama ben o kanıdayım ve de doğrusu şu duruma çok
fazla içerliyorum. Kız çocuklarının eğitimine önem vermeyen aileler, toplumlar hep yarım kafalı,
kargaşa içinde yaşayan, bu yaşamdan zevk almayan, kaba saba insanlar ve toplumlardır. Bunlar
özellikle yasaların, törelerin, geleneklerin ağırlıklı olarak erkek egemen olduğu, temel yaşam
kültürünü oluşturamamış toplumlardır. Bu toplumlarda okumuş bir kadın veya kıza sahip olmak bir
erkeğin hem en büyük rüyası, hem en büyük korkusudur. Çünkü erkek; het hütle, bağırıp
çağırmakla ona hükmedemeyeceğinin farkındadır. Oysa ki bir ailede anlayış ve uyum için öncelikle
bilgi birikimi, kavrayış düzeyi, karşılıklı güven ve dengenin olması gerekmektedir.
Hatta öyle ki dünyanın en yoğun nüfusunu barındıran Çin’de bakın onların ataları ne demişler? Çin
atasözü diyor ki:‘Bir erkeği eğittiğinizde yalnızca bir insanı eğitmiş olursunuz. Ama bir kızı
eğitirseniz bir toplumu eğitmiş olursunuz’. Doğru, pozitif eğitim her birey için mutlaka şarttır.
16
Ama annelerin, yarının anneleri olacak kızların eğitimi, o toplum için bambaşka bir önem
taşımaktadır!
Şimdilerde meşhur Fethullah Gülen hoca eğitimde örnek bir model olarak ortaya çıktı ve çok
tartışılıyor. Gazetelerden okuduğum kadarı ile bir devletin yapamadığını tek kişinin yapabilmesini
ben şahsen takdir ediyorum, gıpta ediyorum. Zenginleri inandırarak kafası çalışan fakir çocukların
da iyi bir eğitim, öğretim görmelerine ön ayak oluyor. Bana göre toplumun ortalama kalite artışına
katkı yapıyor. Doğrusu Gülen’in başarısı takdir edilmeyecek gibi değil. Din işin içinde ama pozitif
bilimi esas almış. Yurt içinde ve dünyanın her yerinde yüzlerce süper okul kurulmasına ve öğrenci
yetişmesine önderlik etmiş. Gençliğe hedef göstermiş. Onları dünya insanı olmaya yönlendirmiş.
Başbakanımız sayın Ecevit’in bazı durumlar için söylemiş olduğu gibi, burada benim içime
sindiremediğim taraf bu eğitimin de erkek egemen olması, kız çocuklarının ikinci planda ve ayrı
yerlerde olmasıdır. Ancak bir din hocasından (imam) daha farklı bir şey beklemek sanırım epeyce
haksızlık olurdu! Eğer devlet adamları, yöneticiler, tabii ki en başta bizi yöneten liderler yeterince
şeffaf, katılımcı, güvenilir, ülkenin geleceğini planlayıcı olabilselerdi, diğer üçüncü kişilerin bu
şekilde bir devlet görevini üstlenip, böylesine geniş toplum kesimleri tarafından kabul görmelerine
inanın hiç gerek kalmazdı!
Cumhuriyetin ilk yıllarında kıyıda, köşede, daha doğrusu nerede kafası çalışan birileri varsa
bulunur, okutulur öğretmen yapılırmış. Şimdi ise insanları insan yapan öğretmenlik mesleğinin
ayağa düşmesi bir tarafa, kafası çalışmasa da mali gücü yerinde olanlar ancak iyi bir eğitim,
öğretim alabiliyorlar. İşte şu anda içinde bulunduğumuz acıklı durumun en önemli ve en başta
gelen nedenlerinden birisi budur. Yani zenginin iyice zengin, fakirin ise iyice fakir olduğu
devirlerin pekişip, kökleşmesi bu nedenle sürüp gidiyor!
İşte bu yoksul kesimin imdadına F. Gülen her nasılsa kolayca ulaşabiliyor! Gülen’in uyguladığı bu
yöntemi pek ala devleti yönetenler de uygulayabilirler! Çünkü bize hep “Devletten güçlüsü
yoktur”diye öğrettiler! Doğru yönetildiğinde gerçekten öyledir. Ama bunun için tek şart; doğru,
kaliteli, şeffaf, dürüst bir yönetimin olmasıdır!?
Ben şahsen F. Gülen modelini kendi mantığı ve bugünkü genel dünya düzeni açısından oldukça
tutarlı görüyorum. Bir kere din asıl bağlayıcı faktör olduğu için kişiler kendi geçmişleri, tarihleri,
gelenek ve görenekleri ile barışık, sabırlı, en önemlisi aza kanaat ve uyumluluk var. İç disiplinleri,
iç dayanışmaları kuvvetli. Bizim meşhur solcu ve sosyal demokratlar gibi her kişi kendi başına
bir başkan, her şeyi en çok ve mutlaka kendi bilen değil! Oysa entel olmak, sırça köşklerde
oturduğu yerden her şeyi bilip kolayından ahkam kesmek bilseniz ne kadar keyifli bir uğraştır!
Evet, burada din bağlayıcı bir faktör ama bana göre doğru yolu yakalamışlar. Gelişme ve
ilerlemenin en önemli araçları olan pozitif bilim ve ticaretle uğraşmada sınır yok. En iyiyi yakalama
peşindeler. İçinde istek, arzu olan, azimli, olanakları kıt gençlere her türlü eğitim öğretim
imkanlarını sunabiliyorlar. Söylediğimiz gibi bu alanda sanki devletin asıl görevini üstlenmişler.
Kişiler kendi mesleklerini kazandıktan sonra gidip Sibirya’da 100-200 dolar maaşla aylarca, belki
de yıllarca, oralardaki okullarda görev yapabiliyorlar. Yaparlar! Çünkü belki de bu dünyanın
acımasız dişli çarkları arasında ezilip gidecek olan bu insanlara zamanında sahip çıkılmış!
Onlara değer verilmiş ve asıl önemlisi onların birer meslek edinmeleri sağlanmış. İlginç olan bu
insanlar sabırsız ve hızlı köşe dönücü değil. Kendilerini koca bir misyonun ufak ama çok önemli bir
halkası olarak görebiliyorlar. Bu bilinç onlara aşılanmış, aşılanabilmiş.
Demek ki insana zamanında sahip çıkılır ve insana değer verilirse bütün bunlar olabiliyormuş. Bu
iyi örnekten ders alabilen yöneticilerimiz, büyüklerimiz varsa onlara ne mutlu! Belki ders alanlar
olmuştur. Çünkü sayın Ecevit bugün solculuğu bırakıp, Fethullahçı olmakla suçlanıyor. Dediğim
gibi kızlar, kadınlar bu hareketin neresinde yer alıyorlar? O pek belli değil veya ben çok iyi
bilmiyorum. Çünkü içlerine girip bu konuyu tam anlamı ile incelemedim. Ancak görünürde olanlar
çoğunlukla ve genelde hep erkekler.
17
Oysa ki yine söyleyelim, bayanlar, kızlar bir toplum için çok çok önemlidir. Onların eğitimi
mutlaka önceliklidir. Öyle ki çok tatsız bir düşünce ama ilerde evlilik kurumu ortadan kalktığında
belki babalara gerek bile kalmayacaktır. Kısmi uygulamalar çoktan başladı bile. Gerçekte babalar
bir vasıta, anneler ise insan soyunun sağlıklı ve dengeli bir şekilde devamının hiç olmazsa uzunca
bir süre daha kaynağı olmaya devam edeceklerdir.
Bir tekstilci olarak kadınlarla ilgili şu atasözüne bayılıyorum. ‘Anasına bak kızını al, kenarına bak
bezini al’. Belki bez için söylenenler bugün büyük oranda önemini kaybediyor. Çünkü artık
kumaşlar kenarsız da dokunabiliyor. Ama atasözünün baş tarafı uzunca bir süre daha geçerliliğini
koruyacaktır. Özetle, doğru çocuk eğitimi yaşamın özüdür, temelidir. Bazı istisnaları olsa da
genelde çocuk o ailenin, anne-babanın bir aynasıdır. Yani her zaman için ‘Ne ekersen onu
biçersin’. Buradaki hasat, çocuk üretimi ve eğitimi için de aynen geçerlidir. Hem de ne geçerlilik,
şunu bir bilebilsek! Önceden ve zamanında anlayıp farkına varabilsek!
Çocuk eğitiminde çocuğun kişilik gelişimi büyük oranda ilk beş yılda tamamlanırmış derler. Hatta
son okuduğum bir araştırmada bu daha da geriye gidiyor ve deniyor ki: Bir yaşına kadar çocukla
ne kadar çok konuşulur, ne kadar adam yerine konularak, ona doğru dürüst ve çok şey
anlatılırsa o çocuk ilerde o derecede zeki, yetenekli ve uyumlu oluyormuş. Bu konuşma ve sevgi
eğitiminin anne karnında iken başlaması gerektiğini söyleyenler var! Bunun nasıl yapılacağını
anlatan kitaplar var! Bütün bunlara ben şahsen yürekten, canı gönülden inanıyorum. Çünkü her
türlü kalite; onu önceden düşünmeyi, tasarlamayı, iyi bir ön hazırlık yapmayı ama zaman ayırmayı,
ilgilenmeyi, pozitif enerji ile yaklaşmayı gerektiriyor.
Ancak bütün bunları bildikten sonra, emekli olup belki ondan sonra çocuk yapma gibi bir histen de
insan kendini kurtaramıyor. ‘Çocuk ailenin temelidir’ derler. Ama temelin de temeli vardır!
Yukarıda değindiğimiz gibi kaliteli bir üretim yapacak isen önceden düşünüp, araştırıp alt yapıyı,
temeli düzgün hazırlayacaksın. Çocuk doğmadan önce ve doğduktan sonra, çocuğa beş yaşına kadar
doğru anlamda çok şeyi anlatacak, onu şekillendirecek olan annenin bu tür bir birikime baştan
sahip olması gerekiyor. Demek ki insan eğitimi ve yetiştirilmesinde temel unsur yine doğru bir
annedir!
Gerçekten bazı çocuklara rastlıyoruz ve ‘Bu çocuk büyümüş de küçülmüş’ demek zorunda
kalıyoruz. Bu olay, sanırım bilinçli çocuk eğitiminin önemi hakkında çok güzel ipuçları veriyor.
Tüm yaşam için de önemli olan bu değil midir? Aslında bütün mesele nedir biliyor musunuz?
Sadece ve sadece bu dünyada ‘ADAM YERİNE KONULMAK’tır. Demek ki buna ne kadar erken
başlanırsa semeresini, olumlu sonucunu görmek de o derecede mükemmel oluyor. Çocuklarda
merak uyandırmayı becermek. Onların sorularına hazır hap şeklinde veya onları küçümseyerek
yanıtlar vermemek gerekiyor. Tam tersine ‘Acaba öyle mi idi? Hadi yanıtı birlikte arayalım!’ gibi
yaklaşımlarla onun merakını artırabilmek! Hele hele diz çöküp onun seviyesine inerek onunla
samimi bir şekilde konuşabilmek! Doğru bildiklerini bıkmadan usanmadan uzunca anlatmak.
Anlatabilmek! Bütün bunlar bir anne-baba için mutlaka çok fazla sabır, sabır, sabır istiyor. Bilgi ve
bilinç istiyor! Gerçekten ve her zaman için karşılıklı konuşmak, o çocuk veya kişiyi adam yerine
koymaktır. Muhatap almaktır. Değer vermektir. Çocuğumuzu, birbirimizi, insanları adam yerine
koyalım, doğru dürüst ve samimi olarak konuşalım, olumlu ve insani değerleri birlikte paylaşalım
lütfen!
İşte bu nedenledir ki en önemli, en geçerli yaşam kuralı: İnsana değer vermek ve insanı
sevmektir. Ama bunun ön koşulu kişinin önce kendini sevmesi ve kendisinin dengeli, tutarlı ve
değerli olmasıdır. Asıl önemlisi de insana yaşarken, bu dünyada iken değer vermektir. Öbür
dünyaya göçtükten sonra onun arkasından ağlayıp, sızlayıp, gözyaşı dökerek değil! İnsana
yaşarken değer verelim. İşimize yaradığı için veya yaradığı müddetçe değil, en başta insan
olduğu için değer verelim!
18
Biz yine dönelim o büyümüş de küçülmüş olan çocuklara. İnanın o çocuklar, doğduğu günden
başlayarak adam yerine konulmuş, değer verilmiş, onunla sürekli konuşulmuş, ona doğru anlamda
çok şey anlatılmış olan çocuklardır. Bizim geleneksel çocuk eğitiminde ise olağan uygulama,
çoğunlukla bunun tam tersidir. Çocuk evleninceye veya askere gidinceye kadar hala çocuktur. Onu
adam yerine koyarak, onunla adam gibi konuşmak bizde hafiflik sayılır. O nedenle hep kuş dili ile
konuşulur! Çocuktur anlamaz! Çocuktur unutur! Çocuktur boş ver! SİZ ADAM OLMAZSINIZ!
Biz adam olmayız!... Oysa ki büyük insanlar, büyük adamlar; mutlaka ve öncelikle ailede adam
yerine konulan, anne-babadan samimi bir övgüyü almış çocuklardan çıkmaktadır!
Bizdeki aile eğitiminde bütün bu yerici sözlerin söylemesinin gerisinde yatan nedenlere gelince: Bir
kere anne ve baba, kendisi bu şekildeki sözlerle büyümüş, yetişmiştir. Okuyup merak etmediği için
bunu bilir ve bunu söyler. İkincisi, böyle söyleyip suçlayarak güya çocuğu motive edecek ve onu
kolay yoldan, hırslandırarak adam olmaya zorlayacaktır! Tabii ki o çocuk, bu hırsla belki bir gün
vali bile olacak ama bir türlü adam olmayı beceremeyecektir! İşte geleneksel ve genelde suçlayarak
çocukları motive etmeye çalıştığımız bu tür sloganlar bizim genel çocuk eğitim prensiplerimiz
olmuştur. Böyle bir eğitim anlayışı ile büyüyen o çocuk kocaman bir adam olduğunda, tutarsız
davranışlar gösterdiğinde ise yine dönüp onu suçlarız. ‘Kocaman adam oldun ama bak hiç bir işe
yaramıyorsun’ diye. Halbuki adam olmak ve doğru anlamda bir şeyler başarabilmek; küçükten
başlayarak süregelen, insana değer verme ve adam yerine konma olayıdır. Sen o çocuğu çok
uzunca bir süre adam olarak görme! Sonra birdenbire ondan kocaman bir adam gibi davranış
özellikleri bekle. Ne keyifli bir sorumsuzluk örneği değil mi ?
Yine dönüyoruz aynı noktaya. Peki çocuk için son derecede gerekli olan bu erken eğitimi,
konuşmaları kim yapacak dersiniz? Herkes bu iş için uygun bir eğitici mi tutacak? Doğaldır ki
hayır. Bunu yapacak olan annesi ve ara sıra da olsa babasıdır. Görülüyor ki çocuğun asıl eğitime
muhtaç olduğu ilk beş yaşına kadar hemen hemen bütün iş anneye düşüyor. Baba ise arada
doğru veya yanlış devreye giren bir faktör. Devreye doğru girdiğinde tabii ki çok önemlidir.
Çocuk eğitiminde baba, anneye göre bir dış faktördür. Ama sağlam ve sağlıklı bir aile yapısında hiç
bir zaman dışlanacak bir faktör değildir. Çocuk anneden katıksız, samimi, içten sevgiyi alırken
babadan da dengeli bir özgüven ve bu yaşam için gerekli olan cesaret harcını alarak büyüyecektir.
Annelerin aşırı yufka yüreklilikle çocuğun üzerine abanmaları da oldukça tehlikelidir. Öyle yetişen
bir çocuğun sonradan inisiyatif kazanabilmesi, sorumluluk üstlenmesi gerçekten çok zordur.
O nedenle her zaman ve her koşulda çocuğa verilecek olan her şey mutlaka gerçekçi, dengeli ve
içten olmak zorundadır. Burada anne asıl faktör diyoruz? Çünkü annenin çocuğunu karnında
taşırken ki hal ve hareketlerinden tutun da, çocuğunu emzirirken onu tutuşu, ona dokunuşu,
konuşması, jest ve mimikleri ile onu ta en başından ve her an kesintisiz eğitip yoğurması,
şekillendirmesi söz konusudur. Aslında doğru eğitimin esası, püf noktası; ruh ve bedenin dengeli,
doğru, şartlanmış düşünceden arınık olarak birlikte beslenmesidir. Bu beslenme ise en iyi şekilde
yine bilinçli, bilgili ama mutlaka sevecen, dengeli anne-babalar tarafından yapılabilir. Denilebilir ki
çocuk eğitiminde fazla bir bilgi ve bilimsellikten çok daha önemlisi; çocuğu dinlemesini bilen,
sevecen, dengeli, tutarlı, hoşgörülü, gerçekçi beğeni, övgü ve takdir sözcüklerini yerinde ve
zamanında kullanabilen anne ve babalara sahip olmalarıdır.
Örneğin benim anneciğimin de, yetiştiği ortamın bir ürünü olarak okuma yazması yoktur. Ancak
sevecen, hoşgörülü, takdir ve beğeni sözcüklerini çocuklarına ve herkese cömertçe söyleyebilen bir
yapısı vardır. Kesinlikle sinirli, azarlayıcı, tersleyici, suçlayıcı bir tavrı ve yapısı yoktur. Gerçi
ortaokuldan sonra çok uzun süre onunla birlikte olamadık. Ama küçükken çobanlık görevini yapıp
akşam eve dönerken benim için söylediği o övgü sözcükleri, belki yaşam boyu beni besleyen asıl
pozitif enerji kaynakları olmuştur. Babacığım ise daha çok o devirde; kaba güç gösterisine dayanan,
bugüne oranla daha fazla gücü gücü yetene bir ortamda tek başına, yalnız ve arkasız olmanın
verdiği bir burukluğa ve hırçınlığa sahiptir. Her devirde öyledir ama o devirler ve ortamlarda yalnız
19
ve arkasız olmak en büyük talihsizlikti! Bizler evlatları olarak onları oldukları gibi ve anne
babamız oldukları için, doğal olarak diğer insanlardan daha çok seviyoruz.
Çocuk eğitimi konusunda diğer önemli bir gözlemim ise şudur: Yolun başlarında sapıtıp, çizgiden
çıkmadığı müddetçe sahip çıkılmayan veya sürekli tenkit edilen çocuklar ya sorumluluğu erken
yüklenerek veya o ortamdan çabucak kurtulup hükmetme pozisyonuna geçebilmek amacıyla daha
çabuk ayakları üzerinde durmaya ve daha yüksek hedefleri amaçlamaya başlıyorlar. Çoğunlukla da
başarıyorlar ama dengeli bir insan olabiliyorlar mı? İşte onu çok merak ediyorum ve bu konunun
çok iyi araştırılması gerekir diyorum!
Bana göre, benim sezgilerime göre bu şekilde bir eğitim ve başarı sonucu insanlık yozlaşıyor! Aşırı
hırs, aç gözlülük, kıskançlık, çekememezlik, hükmetmek ve ezmek geçerli davranış özellikleri
olarak öne çıkıyor, kıymet kazanıyor ve yaşama damgasını vuruyor! Yani eski, kol gücüne dayalı,
vurmalı, kırmalı vahşi yaşam anlayışı, şimdilerde aşırı hırs, aç gözlülük, daha fazlasına sahip olma
gibi insan özellikleri ile aynen sürdürülüyor. Ama bunda çoğunluğu oluşturan zavallı insanların bir
suçu ve günahı yoktur. Onların suçu sadece bu dünyada çok çocuklu, çok sıkışık bir ortamda
dünyaya gelmiş olmaktır.
Ortaya çıkan bu sonuç genelde yönetimi, gücü ellerinde bulunduranların insanlara gösterdikleri
yaşam doğrultusunun bir gerçeğidir. Bu konuda en büyük sürükleyici güç, yaşamı yönlendirenler,
öncelikle anne-babalar ve onların da örnek aldıkları kendi yönetimleri, liderleri, hükümetleri ve
nihayet sonunda dünyanın en büyük etkili ve yönlendirici gücü olan Amerika Birleşik
Devletleri’dir! Yani bu global bir sonuçtur. İnsanların hem en güçlüyü örnek almaları hem de en
güçlü olanın kendi değerlerini tüm etki alanlarına kabul ettirmeye çalışmaları son derecede
doğal bir süreçtir. Belki de bu, eski orman kanunu doğrultusunda yani doğal seleksiyon yasasından
gelen bir içgüdü, genel bir davranış şeklidir.
Biz yeniden özele inecek olursak, bütün içtenliğimle ve samimi inancım odur ki: Bu dünyadaki
olumlu bir yaşam için en önemlisi evdeki, ailedeki çocuk eğitimidir. Çocuk eğitiminde ise büyük
yük ve sorumluluk kesinlikle annenin üzerindedir:
Eğer bir anne çocuğuna meme vererek onu sevgi ile sarmalayarak emzirebiliyor ise onun sağlıklı
bedensel beslenmesini,
Eğer bir anne çocuğuna her hareketi, her dokunuşu, her bakışı ve yüz hareketleri ile ona gerçek ve
abartısız bir şekilde sevgi sinyalleri gönderebiliyorsa onun ruhsal beslenmesini,
Eğer bir anne çocuğuna güvenerek ve güven vererek, ona güvendiğini söyleyebiliyor ve onu adam
yerine koyarak can kulağı ile dinliyor ve onunla konuşabiliyorsa, onun yüreğini besleyerek
girişken ve dengeli olmasını,
Eğer bir anne çocuğunun tüm iyi davranışlarını beğenerek övüyor, takdir ediyor ve onu yerinde ve
zamanında en azından bir öpücükle ödüllendirebiliyor ise onun iş başarma, üretme yeteneğini
geliştirerek yaşamaya, çalışma ve başarmaya motive olmasını en güzel ve en iyi şekilde hazırlıyor
demektir.
Evet bir çocuk için en yararlı besinin anne sütü olduğu bilinir. Kesinlikle bu doğrudur. Ama
bununla aynı derecede doğru olan bir şey daha vardır. Çocuk için en iyi ve yeri doldurulamayan
ruhsal besin ise, abartısız bir anne övgüsü ve de sevgisidir. Aslında ve genelde çocuklar, gençler
yeterince akıllı ve zekidir. Ancak çocukların tek bir şeye ihtiyaçları vardır: Yerinde ve zamanında
onları takdir edebilecek, yaptıklarını beğenen, beğendiğini söyleyebilecek, yüreklendirecek, onlara
iyi örnek olabilecek anne babalara ihtiyaçları vardır.
İşte ancak bu şekildeki bir eğitim anlayışı sonucunda hem başarılı hem dengeli, tutarlı insanlar
yetişir ve çoğalır diyorum. Çünkü ‘Artık dünya o hale geldi ki’ demeyelim! Belki dünya eskiden
daha beterdi! Ama günümüzde büyük oranda aç gözlü, aşırı hırs küpü, dengesiz, sevgisiz, ne yazık
ki başarılı olarak gördüğümüz ve onlara özendiğimiz bir sürü büyük, anlı, şanlı insan var! Belki de
20
biz yanılıyoruz ve yanlış değerlendiriyoruz! Ama içinde yaşadığımız toplum ve tanık olduğumuz
olaylar bize ister istemez bunların böyle olduğunu düşündürüyor.
Doğru çocuk eğitimi için ailenin yönetimi, hayat anlayışı, zihniyeti çok önemlidir. Bunun
yadırganacak veya itiraz edilecek bir tarafı yoktur. Ancak o toplumda yaşayan ve iyi bir aile
yönetimi şansına sahip olamamış bireylerin daha sonra kendi davranışları için örnek alacakları iyi
bir devlet yönetiminin olması daha çok önemlidir. Hele ki bu gelişmemiş veya gelişmekte olan bir
ülke ise! Çünkü devletin yönetim zihniyeti ne ise hem ülkedeki diğer yöneticilerin, hem ülkedeki
bireylerin davranış özellikleri ona göre şekillenmektedir. Bir ülkede eğer mafya bolluğu var ise, çok
iyi bilelim ki devleti yönetenler en büyük mafya veya mafya destekçileridir. Çünkü gerek ailede
gerekse ülkede bireyler davranış özelliklerini şekillendirirken mutlaka kendilerini yönetenleri örnek
alırlar. Bunun başka türlüsü kesinlikle düşünülemez!
Günümüzün çocuk eğitim ve öğretiminde bana göre gelinen nokta şudur: Bilinçli, varlıklı annebabalar çocuklarını evde eğitip, öğretip, okula sadece edindiği bilgileri tasdik ettirmek veya
derecesini ölçtürmek amacı ile gönderir hale gelmişlerdir. Veya bol paralı, ayrıcalıklı özel
okullarda özel hocalarla, öğrenciden ziyade veli yoklamalı olarak bu işi yaptırmaktadırlar. Okul
öncesi eğitimle bir yerde ilkokul eğitimi de bitmiş olmaktadır. İlkokul ise Anadolu liselerine girmek
için kıran kırana bir yarış, dershanelerin daha çok kalkındırılması için yoğun bir test ve egzersiz
ortamı olup çıkmıştır. Aşırı nüfus artışı ve plansız yapılanma sonucu bencil, aşırı çıkarcı ve hırslı
yarış atı yetiştirme ortamında öğretim belki tamam ama eğitim, insan davranış ilişkilerinin erdem
boyutları hakkında doğrusu benim oldukça büyük şüphelerim var.
Yoksul ve fakir çoğunluğun durumu ise ortadadır! Bunlar; değil sağlıklı eğitim öğretim, önce
karınlarını doğru dürüst doyurma peşindedirler. Öğretim için de imam hatip, kuran kursları, tarikat
sığınakları ve benzeri eğitim kurumlarını zorunlu olarak tercih etmektedirler. Aslında yoksul
kesimin aşırı nüfus baskısından kaynaklanan kara yazgılarının hiç bir zaman kolay bir çözümü
olmamıştır ve de yoktur. Hele ki çeşitli nedenler ve çeşitli maksatlarla zaman zaman nüfus artışını
teşvik eden etkili ve yetkili kişilerin öncülüğü, teşvikleri devam ettiği sürece! Zengin kesim ise hem
servet çok fazla paylaşılmasın, hem de çocuk paylaşmayı fazla öğrenmesin diye tek çocuk
yapmakta ısrarlı görünüyorlar! Onları da anlayışla karşılamak gerekiyor. Çünkü erken uyanmışlar
veya uyanık davranmışlar, bu konuda bir hayli yol almışlar! Doğal olarak kendi kazanılmış
haklarını sonuna kadar korumak istiyorlar!
Üstelik kapitalist sistemde bu yönde yapılan etkili reklamlarla, bu tür özellikler bir yerde insanlara
sürekli enjekte ediliyor. Örneğin şu tek teker ve tek saptan oluşan, üzerine tek ayak konularak
sürülen scooter denilen aletin reklamı yapılırken, aletin çekiciliğini belirtmek için “Kimse ile
paylaşmak istemeyeceksiniz” diye kuvvetle vurgulanıyor. Oysa ki bugün kişinin hayatta başarılı
olması için çocukken, gençken takım sporu yapmış olması, bunun en güzel örneği olarak da
basketbol oynamış olmasının, kişiye takım ruhu, yardımlaşmanın önemi ve başarıyı birlikte
paylaşma gibi erdemleri, özellikleri kazandırdığı çok iyi bilinmektedir.
Bir kere daha vurgulayalım. Pozitif enerji titreşimleri yayan bir yaşam tarzına ulaşabilmenin esası;
çok erken başlayan ve doğru bir çocuk eğitimine dayanmaktadır. Bunun için ailede bu doğrultuda
bir alt yapının, düşünce sisteminin olması gerekmektedir. O nedenle okuma alışkanlığı olan kişinin
çocuk yapmadan önce bu konularda okuyup, araştırma yapması mutlaka şarttır. Çünkü her iş ve
üretimde olduğu gibi çocuk üretimi ve eğitiminde de kalite söz konusu ise; bunun önceden
düşünülmüş, gerekli alt yapının önceden hazırlanmış olması şarttır. Tesadüf ve rastlantılarla
ortaya çıkan her iş ve üretimin hem değeri yoktur hem de kimseye bir yararının olduğu pek
görülmemiştir. Bir işin önceden düşünülüp planlanmış olması onun tasarım kalitesini oluşturur ki,
bu durum en az üretim kalitesi kadar, hatta ondan daha fazla önemlidir.
Sonuç olarak, bilinçli çoğu kimsenin bildiği ve bizim de tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığımız
durum şudur: Yaşam için her olumlu ve güzel şeyin özünde doğru, bilinçli, gerçekçi sevgiye,
21
beğeniye, övgüye yer veren çocuk eğitimi bulunmaktadır. Hem de çok erken, belki anne karnında
iken başlaması gereken bir çocuk eğitimidir bu.
İnancım odur ki yaşamda pozitif ve negatif enerji yükü taşıyan kavram ve durumları tanıyıp, bilip
ona göre davranmak, öylesine işi şansa, kadere bırakmamak, yaşam tercihini doğru yapmak şarttır.
Aslında normal yaşam ortamlarında belki beş yaşından sonra şans diye bir şey de yoktur. Şans
sadece o konuda hazır, donanımlı olanlara gülen bir palyaçodur. Ama önemli olan bu hazırlığı hep
sevgi, olumlu düşünce, pozitif enerji, yapıcı, yaratıcı yönde yapabilmektir.
İşte bununla ilgili olarak yaşam için bulup sıraladığımız bazı pozitif ve negatif enerji yükü taşıyan
kavramlar veya durumlar:
Sevmek - Nefret etmek. Neşeli olmak - Üzüntülü olmak . İnanmak - İnanmamak . Güvenmek Güvensizlik . Hoşgörü - Hoşgörüsüzlük . Sakinlik - Sinirlilik . Doğrudan diyalog - Dedikodu ile
haberleşmek . Üretken olmak - Asalak yaşamak. Cömertlik - Cimrilik. Anlamaya çalışmak Kolayca suçlamak. Bağışlamak, affetmek - Kırılmak, gücenmek, kinlenmek, ezmek, yok etmek .
İyiyi örnek almak - Aşırı hırsa sahip olmak . Dürüstlük - Dolandırıcılık, ikiyüzlülük. Tutumluluk
– Savurganlık. Yaşanan o anı değerlendirmek - Zamanı öldürmek . Doğru bilgiye değer vermek Ne pahasına olursa olsun yaşça büyük olana veya üst makamlarda olana değer vermek .
Kendini bilmek, tanımak - Boş gurura sahip ve kibirli olmak . Takdir, övgü, beğeni ifadelerini
kullanabilmek - Suçlamak, terslemek, azarlamak, sürekli eleştirmek.- Asgari müştereklerde
buluşmak, uzlaşmak - Uzlaşmaz tutum takınmak. Konuştuğun kişiye moral verebilmek Konuştuğun kişinin moralini bozmak - Kendini suçlamadan samimi özeleştiri yapabilmek Suçluyu, suçu hep başka yerlerde, başkalarında aramak . Okuyup, araştırıp doğru kaynaktan
öğrenmek - Kulaktan dolma kahve sohbetleri ile ahkam kesmek. Bilmiyorum diyebilmek - Her
şeyi hemencecik bilmek, biliyor gözükmek. Her yerde, her an şarkı söyleyebilmek, ıslık
çalabilmek - Şarkı söyleyenleri, ıslık çalanları küçümsemek, ayıplamak...
Bu kavramları ve durumları burada daha fazla sıralayıp çoğaltmak mümkündür. Ancak bunlar tek
başına birbirinden bağımsız kavram veya durumlar değildir. Çoğu birbirine bağlı ve birbirinin
içindedir. Eğer bu dünyada sevginin, pozitif enerji titreşimleri yayan bir yaşamın ağır basması
isteniyor ise öncelikle erken, doğru, sevecen, bilinçli bir çocuk eğitimini bilmeli, tanımalı ve
uygulamalıyız. Şimdi bu kavram ve durumların bazıları hakkında birazcık daha fazla kafa yormaya
devam edelim.
22
SEVMEK - NEFRET ETMEK
En başında söyledik. Eğer bu dünyadaki yaşamın insan, insanlık ve tüm canlılar için bir özü, bir
esprisi varsa bu mutlaka sevgi olmalıdır. Pozitif enerji yükü ile dolu olan sevgi kavramı ne kadar
anlatılsa mutlaka eksik kalacaktır. Sevginin karşıtı olan kin ve nefreti ise yaşam dengesinde
mümkün olduğunca en düşük seviyede tutmak için çaba gerekiyor. Komple bir yaratık olan
insandaki kin ve nefreti en aza indirmek, erdemli bir yaşamın asıl amacıdır. Çünkü kin ve nefret
duyguları insan beynini sıkıştıran, olumsuzluklara kilitleyen, olumlu yaratıcılığı olumsuza ve
yıkıcılığa yönlendiren yoğun, negatif enerji kaynaklarıdır.
Günümüzde çoğunlukla söylendiği ve bilindiği gibi ‘Sevgi karın doyurmuyor’! Bu doğru! Ama
insan ruhunun, olumlu düşüncenin ve insani erdemlerin beslenmesi, gelişmesi için sevginin
yerine koyabileceğimiz başka bir şey de yoktur. Hem sevgi öylesine, hemen yenip yutulacak bir
şey de değil! Sevgi, öncelikle güzellikleri daha çok birlikte paylaşmak ve kaliteyi en yüksek
seviyeye ulaştırmak için gerekiyor. Sonra, sevgisiz doyan o karınları da görüyoruz! Sürekli olarak
hazımsızlık içindeler ve bu hazımsızlığın sonucu ortaya çıkan gürültüler toplum olarak hepimizi
fena halde sarsıyor!
O nedenle ve de öncelikle daha yüksek bir kalite için; bu yaşamda sevgiyi öne çıkarıp onun sağlıklı,
yapıcı, barışçıl, pozitif enerjisinden yararlanmak gerekiyor. Bu durum aynen yarıya kadar su dolu
bir bardağın öncelikle dolu olan tarafını görmek ve esas ağırlığı o tarafa vermek gibi bir şeydir.
Çünkü sevgi ve nefret, güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük her insanda bulunan özelliklerdir.
Sevgi yalnızca insanlar için değil, tüm canlı yaşam için en önemli, en güçlü pozitif enerji
kaynağıdır. Çiçeklerin de sevgi ve ilgi ortamında çok daha farklı bir gösterişle açtıkları biliniyor.
Sevgi yoksa zaten olumlu bir ilgiden, ilgi yoksa orada anlamlı bir sevgiden söz etmek mümkün
değildir.
Bu yaşamda olumlu anlamdaki her şey sevgi ile başlar. Ama sevmek için o yönde, o konuda bir ilgi
ve doğru bir bilgi mutlaka şarttır. İlginin sonucunda bilgi artar. Bilginin artması, kalitesi o sevgiyi
olgunlaştırır.
İşte hepimizin çok iyi bildiğimizi sandığımız aşk! Yoğun bir ilgi değil de nedir ki? Sevgi insandaki
özgüvenin de ana kaynağıdır. Özgüven bir yerde o insanın denge omiriliğidir. Dengeli ve tutarlı bir
insan olmak en büyük erdemdir. Eğer bir insan hangi kademe ve görevde olursa olsun dengesiz
hareketlerde bulunuyor ise, bilelim ki onun temelinde mutlaka sevgi eksikliği, sevgi noksanlığı
vardır.
Üst kademelere çıkmış sevgisiz, dengesiz bir insan hem çevresi, hem o toplum için en büyük
tehlikedir. Hitler, Stalin ve son olarak Saddam bu türün en başarılı örnekleri olarak ilk sıralarda
yerlerini almışlardır. Bir de bunların tersi sessiz, sakin Suharto gibi olanlar var! Zavallı
adamcağızın 32 yıllık yönetimi süresince halktan çalabildiği, hesaplanabilen para miktarı sadece 25
milyar dolarcık deniyor! Ama kimseye bilerek eziyet etmemiş, sakin, sevecen bir yönetici! Evet
aslında bu son cümlelerin sevgi ile bir ilgisi yoktur. Ama önemli olduğu için burada kayda geçmesi
gerekiyordu ve de geçti! Çünkü bu tür yönetimlerin sevgisizliği artırma, toplumda ortalama insan
kalitesini düşürme açısından çok büyük görevleri, etkileri olduğu artık biliniyor!
***
Biz yine sevgiye dönecek olursak; bir insanın olgun sevgi ile tanışması, olgun sevgiye ulaşması,
bu doğrultuyu benimsemesi, öncelikle içine doğduğu aile, çevre ve toplumla ilgili bir olaydır.
Ama tabii ki önce aile ve anne önemlidir. Bir çocuğun annesi ve ailesi tarafından her kademede
sevilmesi, bu sevgiden çocuğun emin olması, bu sevgiyi yüreğinde hissetmesi o çocuk, o kişi için
23
büyük bir şans, büyük bir yaşam enerjisi ve denge güvencesidir. Peki ama bu kadar gerekli,
vazgeçilmez olan sevgi nerededir? Ona nasıl ulaşılabilir? Olgun sevgi ve gerçekten sevmek için
neler gerekiyor?
Şunu biliyoruz ki en azından sevginin kaynağı ve yeri bellidir. Bize göre sevginin kaynağı
insandır. Yeri ise içimizde, yüreğimizdedir. Kendini ve insanı sevmeyen, hayatta hiç bir şeyi
sevmez, sevemez. Genelde biz insanlar burnumuzun önünü pek kolaylıkla göremeyiz. İyilik veya
kötülük, nedense aradıklarımız hep dışarıdadır. Oysa ki cevher hep içeride, insanın özünde, kendi
benliğindedir. İyilik, güzellik, sevgi ve saygınlık veya bunların tam tersi kötülük, çirkinlik, nefret
ve değersizlik hep özümüzde olan şeylerdir.
Yoğun çalışma, erdemli, sabırlı çabalar sonucu elde edilen her iş, kazanç ve üretimde olduğu gibi
olgun sevgiyi tanımak, bilmek için de ilk yapılması gereken iş, önce içimizdeki sevgiye
ulaşmaktır. İçimizdeki sevgiye ulaşmak, onu tanımak, işlemek ve kullanıma sunmaktır. İnanın!
Ham sevginin ne sahibine ne başkalarına en ufak bir yararı yoktur. Yani sevgi herkeste, herkese
ve her şeye yetecek kadar bol, kuvvetli ve kaynağı gürdür. Ama esas olan, zor olan onu işlemek,
olgunlaştırmak, kullanıma sokmaktır.
Gerçekten kaliteli ve o bilince ulaşmış, sevgiyi işlemiş, olgunlaştırmış olan kişi ‘Ben herkesi ve her
şeyi seviyorum’ dediği, diyebildiği anda onun aslında söylemek istediği şudur: ‘Hiç kimseye ve
hiçbir şeye karşı art niyet ve önyargım yok’ demektedir. Eğer özde bu şekilde olgun bir sevgi varsa
onunla ilgilenip, bilgi sahibi olarak herkesi ve her şeyi anlamak ve sevmek her zaman için daha
kolay ve mümkündür. Onun içindir ki büyük sevgi insanı Yunus Emre diyor ki : ‘İlim ilim
demektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin. Bu nice okumaktır’.
Her olumlu davranış ve üretimde olduğu gibi sevgi ve sevmek yani olgun sevgiye ulaşmak için de
öncelikle kişinin kendini tanıması, bilmesi, kendini sevmesi, kendinden hoşnut, kendisi ile barışık
olması gerekmektedir. Kendini bilen, kendini seven herkesi sever, sevebilir. Kişi kendini sevdiği,
kendinden hoşnut olduğu sürece başkalarını da sevebileceği için ister istemez onun etrafında bir
sevgi kuşağı, bir sevgi çemberi oluşur. Bu çemberin içinde bulunan insanlar kendilerini daha çok
güvencede, korumada ve huzurlu hissederler.
Aslında bugünün bilgi çağında hemen herkes sevginin değerini eminim ki çok iyi biliyor. Ama
ortamın yapısı ve kendine gösterilen, lanse edilen doğrultu gereği ondan bir şekilde daha hızlı fayda
sağlamayı düşünerek hemen her şeyi anında nakite, hemen dövize çeviriyor! Sevgi ile ilgili
değerlerin tümü maddileştiğinde ise içerde büyük bir boşluk doğuyor. Yani anlayacağınız ruhsal
blanço büyük açık veriyor ve insanın dengesi bozuluyor! Yani bir dereceye kadar paranın bolluğu
ile samimi sevgi birbirine ters düşüyor! Ne dersiniz?!
***
Evet, aradığımız o sevgi kesinlikle kendi içimizdedir. Ve ilk işimiz, içimizdeki o sevgiye
ulaşmaktır. Ama yine de bu kolay bir şey değildir. Çünkü bu günün büyük ve karmaşık şehirlerinde
olduğu gibi burada da sevgiye ulaşmak için önemli zorluklar, engeller, kasisler vardır! Her olumlu
ve değerli şeyi elde etmede olduğu gibi olgun sevgiye ulaşmak için de çok fazla çaba ve emek
sarfetmek gerekir. Çünkü olgun sevgiye ulaşmak, gerçekten insan olmak, kaliteli insan olmak
demektir.
Düşünün yalnızca bir meslek sahibi olmak için bunca emek ve çaba sarfettiğimiz ortada iken,
kaliteli bir insan olmak için çok daha fazlasının gerekli olacağı açıktır. Peki ne yönde bir çaba
gerekiyor? Şüphesiz ki yine bilgilenme, bilinçlenme ve doğru anlama konusunda! Olumlu düşünce
doğrultusunda dengeli ve yeterli bilgi birikimi edinmek, dağarcığımızı önyargısız, art niyetsiz doğru
bilgilerle doldurmak, beyin süzgecinin daha iyi ve sağlıklı eleme yapabilmesi için yeterince
sıkılaşmasını sağlamak gerekiyor. Kısacası gerçek sevgiye ve kaliteye ulaşmak; öncelikle
şartlanmış düşünce, önyargı ve art niyet olmadan çok yönlü bilgilenmeyi gerektiriyor.
24
İçimizdeki sevgiye ulaşmada diğer çok önemli bir zorluk ise şudur. Çocuğun eğitimi sırasında
çocukta var olan o güzelim, saf ve yüzeyde olan sevginin üzerine ağır yüklerin, korku, baskı ve
sevgisizliklerin bindirilmiş olmasıdır. Evet sevgi içimizde, yüreğimizdedir. Ama yanlış, bilinçsiz
eğitimlerle çocuktaki bu sevginin üzeri daha sonra korku, baskı ve sevgisizliklerle kaplanır. İşte bu
nedenle insanın içindeki sevgi oldukça derinlerde ve üzerine ağır yükler bindirilmiş durumdadır.
Düşünsenize! Küçük çocukların ilk yaşlardaki o sevgi, ilgi, neşe dolu, cıvıl cıvıl yapılarını!
Çocuğun eğitimi sırasında sonradan bindirilen olumsuz yükler ne kadar fazla ise, daha sonra o
insanın olgun sevgiye ulaşması da o derecede zor olmaktadır.
Olgun sevgiye ulaşmanın, onu tanıma, bilme ve kullanıma sokmanın bize göre başlıca iki önemli
yolu vardır.
Birincisi : Doğuştan şanslı olmak. Yani bilgili, bilinçli ama mutlaka sakin, sevecen, hoşgörülü,
sevgiyi bilen, verebilen bir anne babanın ürünü iseniz, bu çok önemli bir şanstır. Ama aynı
zamanda bu önemli bir mirastır. Bu mirastan yararlanabilmeniz için yine de kendi çabanızla, bunun
üzerine kendinizden bir şeyler ilave etmeniz mutlaka gerekmektedir. Doğuştan böyle bir şansa
sahipseniz mutlaka olgun sevgiye ulaşmada daha az çaba sarfedeceksiniz demektir. Çünkü en
azından sizdeki var olan sevginin üzerine, ailedeki eğitiminiz sırasında fazladan bir sevgisizlik ve
korku gibi ağır yükler, safralar bindirilmemiş olacaktır.
İkincisi: Sonradan bilinçlenmek. Sonradan kendini bilmek, tanımak ve sevmek doğrultusunda
çaba sarfetmektir. Bu yol doğal olarak epeyce dikenli, engelli ve daha uzunca bir yoldur. Eziyeti,
çilesi bol olan bu yolda kişi çektiklerinin de etkisi ile daha hızlı bir olgunlaşma ve kendini tanıma
sürecini yakalama şansına sahip olabilir. Aslında dünya insanlarının genel çoğunluğu için de bu yol
geçerlidir. Doğuştan şanslı olan insanların sayısı o kadar fazla değildir. Ancak sonradan
bilinçlenme konusunda normal yaşam ortamlarında bunun için zaman ve fırsat hep vardır. Ama
aynı paraleli izlemek gerekiyor. Yani ‘Okumanın yaşı ve zamanı olmadığı’ prensibi bu durum
için de aynen ve fazlası ile geçerlidir. Ancak kişinin bu yönde bir isteği, eğilimi, arzusu ve
çabasının olması mutlaka gerekiyor.
Her şeyde olduğu gibi sevgiye ulaşmak için de tek ve öncelikli koşul: Az da olsa o doğrultuda
içten gelen bir ilgi ve isteğin olmasıdır. Doğal olarak istek ne kadar güçlü ise, ulaşım da o kadar
hızlı olur. İşte çocuk eğitiminde belki de en önemli husus, çocuğun eğitimi sırasında onun içinde
var olan ilgi ve isteğin öldürülmemesidir. Ama çocuğun disipline edilmesi, etrafı kırıp, dökmemesi,
üstünü başını kirletmemesi, her şeyi merak edip etrafı darmadağın ve rahatsız etmemesi için, en
başından itibaren ailede gerekli olan tüm önlemler alınır! En önemlisi de çocuk; öncelikle annebabanın, ailenin yaşam doğrultusu paralelinde uyumlu bir hale getirilir! İşte bu durum hiç bir ek
araştırma ve bilgilenmeye gerek duymadan, çocuğun o anda var olan gelenek ve göreneklere göre
yetiştirilmesi olayıdır. Alınan bu sıkı tedbirler çoğu kez o çocuğun merak, ilgi ve içten gelen
öğrenme isteklerini de beraberinde alıp götürür. Öğrenme isteğini köreltir veya tümü ile yok
eder ! Tabii ki çok da yazık eder!
Şuna inanmak gerekiyor: Yaşanılan ortam normal ise belli bir yaştan sonra artık insan için şans
diye bir şey yoktur. Sadece insanın kendini olumlu veya olumsuz düşünce doğrultusunda
yönlendirmesi vardır. Yani hayatta, normal yaşam ortamlarında şans yok fırsatlar vardır. O
fırsatlardan yararlanabilmek için o doğrultuda birikim kazanmak ve hazır olmak vardır. Hiç bir
çaba sarfetmeden tüm iyi değerler gelip, hemencecik kucağımıza oturmaz. Bunun bilincinde
olmamız gerekiyor.
‘Şansım yok, bana sevgiyi az verdiler veya hiç vermediler’ diye sürekli olarak birilerini (örneğin
en kolayı anne-babamızı) suçlar gezersek, hiç bir zaman doğruyu bulamayacağımız gibi, boşu
boşuna bir sürü kıymetli zamanı da kaybetmiş, tüketmiş oluruz. O nedenle diyoruz ki okumak ve
bilgilenmek için zaman hep vardır! Yeter ki iste ve içinde o yönde bir kıpırtı, azıcık bir istek
olsun!
25
***
Sevgi konusunu anlatırken aşka değinmeden geçmek mümkün müdür? Aşkın mutlaka pek çok
tanımı vardır. Ama burada bizim işimize yarayan ve en çok yaşanan şeklini tanımlayalım. Aşk:
Belli süreli yoğun sevgi halidir. Bu süre onun oturduğu alt yapı ve oluşum koşulları ile doğru
orantılıdır. Aşkın insan davranış ilişkileri bakımından örnek alınacak en önemli tarafı ise şudur:
Gerçek bir aşkta karşılıklı suçlamanın zerresi değil, eseri bile yoktur. Tam tersine gerçek aşkta;
övgü, takdir, beğeni, hoşgörü, güven ve korkusuzluk vardır. Yaşam için örnek alınması gereken
davranış şekli de budur. Gerçek öz işte bu nüvede saklıdır. Yani çocuk eğitiminde, insanlarla olan
ilişkilerimizde sevgiyi esas alarak, tavır ve sözcüklerimizi birazcık ona göre ayarlayabilirsek her
zaman için, hiç olmazsa düşük şiddette de olsa bir aşkı yaşama olanağımız vardır. Makbul olan
yaşam tarzı da budur. Lütfen bu yönde daha fazla çaba sarfedelim!
O nedenle diyoruz ki bu yaşamda önce kendimizi, sonra da tüm insanları tanımak ve sevmek için
çaba sarfetmeliyiz. İnsanları sevmek için aslında çok geçerli bir dayanak noktamız vardır. O da
şudur: ‘Kötü insan yoktur ama hatalı, kusurlu insan hep vardır’. Bunu daha önce de söyledik.
Sürekli tekrarlanmadığı müddetçe hata ve hatalı insan eskiden de vardı, şimdi de var. Gelecekte de
olacaktır. İnsanlar tümü ile robotlaşıncaya kadar bu durum böyle devam edecektir! Çünkü hata,
aynı zamanda o canlı için bir şeyler yapmanın, bir uğraş içinde olmanın da göstergesidir. Yeter ki
hatalar sürekli tekrarlanan cinsten, kasıtlı ve art niyetli olmasın. Yani ‘Hatasız kul olmaz’
kalkanı ile sürekli hata üstüne hata yapmayalım! Asıl önemli olan budur.
Normal hatalar, çok ender olarak hatta kasıtlı hatalar dahi kendi oluşum koşulları çerçevesinde
değerlendirilip affedilmesi gerekmektedir. Şunu düşünmeliyiz. Gerçekten hayatta hiç bir şey
yapmayanın hata yapması da mümkün değildir. Bu nedenle ve genelde hataların affedilmesi,
bağışlanması gerekiyor! Şunu iyi bilinmeliyiz ki, affetmek, bağışlamak gerçekten güçlü olanın
işidir. Zayıflar asla affetmez ve bağışlamaz! Koruyup, bağışlamak ancak ve ancak gerçek anlamda
gücü elinde bulunduranlara ait bir özelliktir. Biliyorsunuz dinimizde ayetler ‘Esirgeyip, bağışlayan
Allah’ın adıyla’ diye başlıyor. Yönetenler, gücü elinde bulunduranlar bu dünyada bir yerde tanrının
temsilcileri sayılırlar. Gerçekten de eskiden krallar kendilerini halka, ya tanrı veya tanrının
temsilcileri olarak tanıtırlarmış! Eğer yönetenlerin, kendi yönetimlerinde olanları koruyup,
bağışlama yetenekleri varsa, onlar gerçek birer yöneticidirler. Yoksa yönetenler kolayca bir şeyleri
bahane ederek suçlayıp, tersleyip, kızıp, köpürüp savaş bile açabilirler. Çünkü bilirler ki savaşta en
son zarar görecek olanlar yine en tepede olan kendileridir.
Bu konu ile ilgili olarak anımsadığım önemli bir olayı burada aktarmak istiyorum. E.Ü. Tekstil
Mühendisliği’nde eski yöneticilerimizden Sayın Adnan Gülerman’ın bir sözü hep aklımdadır.
Bizim kurumda ta o devirlerde suçlama ve zıtlaşmalar hep vardı! Adnan Gülerman da bir zamanlar
bizim yöneticilerimizden biri idi. Yine bu şekildeki bir zıtlaşma ve tepişmelerin birinde, taraf
olmaya çalışan küçük bir memura şöyle söylediğini anlatmıştı: “Bak güzel kardeşim bir yerde atlar
tepişir ama bundan hep eşekler zarar görür. O nedenle sen bu işlere fazla burnunu sokma”diye
o memura tavsiyede bulunduğunu söylemişti.
Tepişmek ve zıtlaşmak da bir enerji gerektirir ama uzlaşmaya göre çok daha kolaydır. Sevgisiz,
çıkarcı, iyi bir demogog bu işi kolayca becerir! Bilmeliyiz ki her zaman için barış yapmak, savaş
yapmaktan daha fazla bir birikim ve yürek ister. Çok kızdığında gözünü yumar ateş edersin, ya
ölür ya da öldürürsün. Bunun fazlaca bir zorluğu yoktur. Suçlama ve zıtlaşma da öyle. Bunlar hiç
bir olumlu birikim gerektirmez! Suçlamak çok kolay bir iştir! Önemli olan doğru anlayabilmektir.
Koruyup bağışlayarak, bilerek ve anlayarak, severek, sabrederek yaşamak ve yaşatabilmektir. İşte
asıl zor olanı ve önemli derecede olumlu birikim ve erdem gerektireni budur.
Affetmek ve bağışlamak için mutlaka olgun sevgi ve bilgiye ihtiyaç vardır. Aslına bakarsanız
affetmek, bağışlamak öncelikle affeden kişinin huzuru, dengesi ve iyiliği için gereklidir. Çünkü
huzur kuru boş bir durağanlık, bir laf, lakırdı değildir. Huzur, öncelikle zihinsel ve ruhsal çevrimin
26
balans ayarlı dönebilmesi demektir. Affeden, bağışlayan kişi bu dengeyi, bu balans ayarını daha
kolay sağlayabilir, kurabilir. Bu durum hem o insanın kendisi hem çevresi için geçerlidir. Ne olur o
acı gücümüzü; insanları suçlayıp, azarlayıp, ezip, yok etmek için değil, doğru anlamaya çalışarak ve
affederek gösterelim!
Her olumlu ve güzel şeyin doğru, bilinçli, hoşgörülü çocuk eğitimine dayandığını bilmem her
seferinde söylemeye gerek var mıdır? Çocuk eğitiminde ise annenin rolünü aynı şekilde sürekli
tekrarlamak gerekiyor. Bir annenin isteyerek hamile kalmasından tut, daha çocuğunu karnında
taşırken onunla sevgi sohbetleri yapması, çocuğunu sevgi ile bağrına basması, ona sevgi ile
dokunması, onun ‘Ben buradayım, beni adam yerine koy’ diye uzanan minicik elini sevgi ile
görmesi ve tutması o çocuğun kendini tanıması, bilmesi ve kendini sevmesi için olağanüstü bir
şanstır. Sevgiyi tanımada, sevgiyi bilen insan yetiştirmede annenin kafa yapısı, eğitimi, onun da
sevgiyi tanımış, bilmiş olması çok ama çok önemlidir.
Eğer anne-baba ama öncelikle anne; çocuğa sevgi ve bilgi ile yaklaşıp, doğumundan başlayarak onu
akıllı, koca bir insan yerine koyabilir, çocuğu ile birlikte yeniden çocuk olup onu anlayabilir,
dinleyebilir, onunla sürekli ve anlamlı diyalog kurup konuşabilirse, o çocuk kesinlikle akıllı,
sevecen, dengeli ve başarılı koca bir insan olur. Şunu bir kez daha vurgulamakta sanırım büyük
yarar var. Sevgi insanı ayakta tutan gerçek bir dayanaktır. Kin ve nefret de kişiyi ayakta tutar ama
sadece yıkmak ve yok etmek için. Yapıcı, insanı geliştirici pozitif enerji yalnızca sevgi enerjisidir.
Sevgi insanın dengesini sağlayan ruhun besin kaynağıdır. Bir annenin okuma yazması olmasa
bile çocuğuna verebileceği tek ve en önemli şey ona sunduğu gerçek, sıcak, içten gelen katıksız ve
karşılıksız sevgisidir. Çocuğuna söyleyebileceği övgü ve beğeni sözcükleridir. Okuma yazması
olmayan bir anne belki bilgili değildir, fazla bir şey bilemez ama yapı alarak çok kuvvetli bir
sevme ve sevgi bilincine, dengeli sevecen bir düşünce yapısına pek ala sahip olabilir. Bilir
misiniz ki? Ancak sevgiyi verebildiğin, dağıtabildiğin, sunabildiğin oranda bir değeri vardır!
Aynı bilgi gibi işlenmemiş, kullanıma sokulmamış yani paylaşılmamış sevginin kesinlikle değeri ve
kalitesi yoktur. İşte bu nedenle sevgisiz, konuya ilgisiz ve bilgisiz insanların çocuk yapma
haklarını sınırlandırmak gerektiğine inanıyorum. Yani çocuk yapacak insanların önceden esaslı
bir kurs, bilgilendirme ve sınavdan geçirilmeleri zorunlu olmalıdır. Böyle yapılırsa doğuştan
şanslı insanların sayısı biraz daha artabilir. Tabii ki bir insan isterse çocuk eğitimi ile ilgili
kitapları okuyarak kendisini her zaman en iyi şekilde yeniden yönlendirebilir ve de eğitebilir.
Bunun için yalnızca istekli olması, bu konuya karşı ilgi duyması yeterlidir.
Hayatta sevgiyi, sevgi ortamını yeşerten ve besleyen asıl unsurlar şunlardır: *Yumuşak, sakin,
sevecen, panik yapmayan, hoşgörülü. *Gerçekçi ve yerinde olacak şekilde aşırı abartmaya
kaçmayan övgü, beğeni, takdir duygularını çocuklarına ve başkalarına iletebilen. *Çocuklarını ve
insanları seven, bu sevgiyi yalnızca sözle değil bakış, dokunuş, jest ve mimiklerle onlara
ulaştırabilen bir yapıya sahip olabilmektir. Bu özelliklerin çoğunluğu ise bilgi olmasa da normal,
bilinçli bir insanda olabilecek insani erdemlerdir.
Unutmayalım ki; olumlu, dengeli ve doğru bir yaşamın en önemli kurallarından biri yaşarken
panik yapmamaktır. Gerçek sevgide paniğe, korkuya yer yoktur. Çünkü panik aşırı ve yerine göre
belki de öldüren bir korkudur. Doğru ve akıllı düşünme yollarını kapatır. Canlı organizmayı felç
eder. O nedenle ‘Panik yapma! İşler nasıl olsa yetişir’ diye yazar bazı büro panolarında. Yeter ki
sen hayatta sevgiyi, sevmeyi ve amacın doğrultusunda çalışmayı elden bırakma!
Sevginin gücü büyük, etki alanı çok geniştir. Yani sevgi tüm kapıları açan sihirli bir anahtardır. O
nedenle ‘Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır’ diye söylemişler. Tatlı dil, sevginin sözle eyleme
dönüşmüş olan şeklidir. Bornova-Kipa alt geçitte bakın bir duvar yazısı ne diyor? ‘Sana taptığım
kadar Allah’a tapsa idim şimdi cennette bir köşküm olurdu’. Bilmiyoruz bu yazıyı yazanın asıl
amacı ne idi ama bu duvar yazısı aslında sevgiyi, sevmeye zaman ayırmayı, insanın bir amacının
olmasını ve o amaca yoğunlaşmayı, hedefe ulaşma isteğini belirtiyor. Gerçi yanlış hedef seçtiğini o
27
da kabul ediyor! Çünkü epeyce abartıyor. Cennette bir köşk sahibi olamayacağını o da iyi biliyor.
Yani bunun abartılmış, ham bir sevgi olduğu açıkça görülüyor!
İşte böyledir dostlar. Olgun bir sevgi insana yaşam dengesi sağlarken, sevgisizlik insanları
hırçınlığa, yalnızlığa, dengesizliğe, kararsızlığa ve güvensizliğe, yapay iktidar heveslerine düşürür.
Sevgisiz insan ne kadar başarılı da olsa, dışarıya karşı başarılı da gözükse, kendini boşlukta
hissedecek ve en önemlisi dengesiz biri olacaktır. Çünkü yaşamın tümü, uzayın kendisi karşılıklı
çekim enerjisine dayanan bir denge içinde bulunmaktadır. Karşılıklı bu çekim kuvvetine geniş
anlamda sevgi enerjisi diyebiliriz. Çünkü kin ve nefret enerjisi iticidir. Arada sevgi varsa ancak o
zaman karşılıklı bir istek ve çekicilik söz konusudur. Demek ki bu evrendeki, uzaydaki her şey,
sevgi çekim enerjisi ile dengede durmaktadır. İnsan için; sağlıklı ve dengeli olmak, ilgi duymak,
bilmek, tanımak ve sevgi ile oluşturulan bir çekim alanı içinde yaşamak en önemlisidir. Eğer
kendine ve başkalarına ilgi gösterir, bilgilenir, kendini ve başkalarını doğru anlarsan, gerçek sevgi
ortaya çıkar, yürürlüğe girer ve yaşam dengesine pozitif yönde ağırlığını koyar.
Daha önce de söylediğimiz gibi sevmesini ve sevgi vermesini bilen insan için‘Bütün insanları
seviyorum’ demek, gerçekten palavra atmak değildir. Bunun anlamı öncelikle ‘İnsanlar arasında
ayrım yapmıyorum, ön yargı ve art niyete sahip değilim. Gücüm oranında herkesle ilgilenir
onları doğru anlamaya çalışırım’ demektir. Olumlu bir yaşam ve gelecek için asıl önemli ve
geçerli olan doğrultu da budur. Bu olması gerekir. Ancak başarılı, önder, lider dediğimiz kişiler,
yönetenler aşırı hırs küpü, bencil, çıkarcı, sevgisiz ve dengesiz oldukları müddetçe o birimin, o
toplumun yaşam dengesinde bu tür olumlu değerlerin ve enerjilerin ağır basması gerçekten çok
zordur. Çünkü bunlar o konumlarını ancak çatışma, kin, nefret, dolayısıyla bencillik enerjilerini
artırmak suretiyle koruyabilmektedirler.
Örneğin bilim çağı dediğimiz bu çağda tarikatların bu kadar fazla rağbet görmesi, bu uğurda toplu
intiharların yaşanıyor olması sevgisizlik, duyarsızlık ve bireyselliğin aşırı boyutlarda olmasının en
önemli göstergesidir. Bizde yoksul kesimde Ali Kalkancı, zengin kesimde Adnan Oktar hoca ve
benzerleri; bu tür sevgisizlikler, yönetim bozuklukları ve duyarsızlıklar sonucu ortaya çıkmış,
taraftar toplamış, aslında kocaman bir buz dağının görünen çok küçük bir tarafı yani bilinen
medyatik kişilerdir. Adnan hocanın farkına biz ta 1997’lerde varmıştık. Tabi gazetelerden
okuduğumuz kadarı ile. Ama son zamanlarda kendinden bayağı söz ettirdi doğrusu! Tarikatını
zenginler ve kendine göre güya kültürlü olanlarla donatmış! Uyuşturucu bağımlısı çocukların
genelde zengin kesimden olmasının sebebi sevgisizlik, sevgi ve ilgi açlığı değil de nedir ki?
Olanakları bol kişilerin tümünün yaratıcı ve çalışkan olması mümkün olmadığına göre sevgi
olmadan, yeterli ilgi olmadan, etraftaki o maddi bolluk hayatta kimi, nasıl avutabilir ki?
Toplumda aile bağlarının samimi, sevecen, dayanışmacı olması toplum yaşamı ve ülke geleceği için
son derecede önemli ve anlamlıdır. Örneğin 20-25 yıldır %100 enflasyonla yaşayan bu ülkede
önemli bir isyan, bir baş kaldırı olmamasının belki de en önemli nedeni aile içi dayanışmanın
varlığıdır. Ancak yine de arada kaynayıp giden şizofrenik insan sayısında epeyce fazla bir artış
olduğu da bilinmektedir. Bu dünyada daha çok şeye sahip olmak için insanlar arasında yaşanan
sevgisiz ve acımasız rekabet, kişileri salt bireyselliğe itmekte, kişi ayakta kalmak, öne geçmek için
verdiği amansız savaşın acısını başkalarından çıkarmak istemektedir. Özellikle sevgisiz yetişen
çocuk bunun bedelini ilerde bir şekilde ailesinden veya toplumdan çıkarmaktadır.
Artık yeryüzünde tek başına kalmış olan ‘Şu kapitalist sistem de eğer bir gün baş aşağı olursa,
yalnızca aşırı bireyciliği ve sevgisizliği nedeniyle olacaktır’ diyorlar. Bence de çok doğru
söylüyorlar. Zenginliğin belki de en çekilmez tarafı sahip olunan o mal, mülk ve servetin, tarafsız
ve olumlu düşünceye yani sevgi enerjisine yüklediği o dayanılmaz ağırlıktır. Bu ağırlıktır ki kişide
kaygısız bir sevgiyi, katıksız bir aşkı dahi mümkünsüz kılmaktadır. Aslında Türk sinemasının
yıllardır bolca işlediği zengin-yoksul aşkı bir insanlık gerçeğidir. Fakir birinin zengine aşık olması
neyse ama çoğu kez zengin birinin aşkı uğruna tüm mal varlığını hiçe sayması, her zaman için
insanları fena halde etkilemiştir. Çoğu zenginler bunu belki sonradan farkederler! Ama hayattaki en
28
büyük ve gerçek özlemleri, samimi bir sevgi için her şeylerini vermeye, pek çoğunun hazır
olduğudur. Çünkü zengin bir insan genelde babadan zengindir. Zengin doğan insanın bu derecede
saf bir aşkı yaşama hürriyeti ta en başından itibaren elinden alınmış demektir.
Yine zenginler arası acımasız rekabet, dostluğu ve sevgiyi kabul etmeyen bir yapıya sahiptir veya
böylesine bir anlayış üzerine oturtulmuştur. Sayın başkan Aziz Yıldırım da ‘Rekabette dostluk
yoktur’ demiyor mu? İşte bu anlayış tam anlamı ile vahşi kapitalizm anlayışıdır. Bu anlayıştaki
kişiler ve toplum için hayatta hiç bir zaman gerçek anlamda huzur ve güven ortamı yoktur. Çünkü
ne pahasına olursa olsun dostluğu rafa kaldırarak öne geçmenin, başarı ve kazanç sağlamanın uzun
vadede ona da, çevresine de bir yararının olmayacağı açıktır.
Bu dünyada insanlar her ne kadar en akıllı yaratıklar olarak bilinseler de duygular, hisler yaşamda
büyük ağırlığı olan unsurlardır. Yaşamda o kişinin sahip olduğu pozitif ve negatif enerji dalgaları
bu duygu ve hislerle birlikte etrafa hızla yayılmaktadır. Yayılan bu enerji dalgaları cinsine göre o
andaki ortamı veya daha sonrasını kendi karekterine göre etkilemektedir. İşte ‘Geldi mi üst üste
gelir’ tekerlemesi bu etkilerin kaçınılmaz bir sonucudur. Yani karamsar, üzüntülü, acılı, sevgisiz
olaylar ve bunların yarattığı bir ortam aynı cinsten diğerlerini; veya tersine iyimser, neşeli, sevgi
dolu pozitif enerji yükü taşıyan duygular ve ortamı ise yine kendi karekterine uyan benzer olayları
teşvik etmekte, yanına çağırmaktadır.
Kısacası insanlardan pozitif veya negatif yönde yayılan bu enerjiler insanları, dolayısıyla olayları
yine kendi karekterleri doğrultusunda etkilemektedir. Bu etkileşimin doğrultusu bir yerde o insanın
kaderi olmaktadır. Örneğin bazı insanlar kendilerine bir korunma kalkanı geliştirmişlerdir. Sürekli
hastalıkları ile gündemde kalmak ve pozitif ilgiyi üzerlerine çekmek isterler. Belki de kendilerine
yaşarken ‘göz değmesin’ gibisinden bir düşünce ile bunu yaparlar. Tıpkı çoğu zenginlerin sürekli
parasızlıktan yakındıkları gibi. Ama gerçekten de bu kişiler hayatları boyunca hastalıktan, o tür
zenginler ise parasızlıktan bir türlü yakalarını kurtaramazlar!
Derler ki, dünyanın en tehlikeli insanları sevme, sevişme yani birazcık seks problemi olan lider
konumundaki insanlardır! Doğrudur diyorum. Çünkü Freud bu konularla uğraşarak tüm yaşamını
boşuna tüketmemiş herhalde! Zaten dünyanın tüm akışı da; sevmek, üretmek ve yönetmek üçgeni
içinde dönüp durmuyor mu? Bu yaşamda insanlar arası karşılıklı pozitif sevgi enerjisinin iletimi
yalnızca sözle, konuşma ile olmuyor. Aynısını kin, nefret gibi itici, yıkıcı düşünceler için de
söyleyebiliriz. İnsan ilişkilerinde hal hareket, bakış, tavır, kaş, göz hareketleri, her türlü jest ve
mimiklerle pozitif ve negatif enerji iletimleri karşılıklı olarak ve de hiç bir şey konuşmadan daha
etkili bir şekilde yapılabilmektedir. Baksanıza daha etkili bir sevgi iletimi için bir şarkı sözü ne
diyor? ‘Sen sus da gözlerin konuşsun’!
Sevgi uzun menzilli pozitif bir enerjidir. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin yıllar öncesinden yaymış
oldukları pozitif enerjinin yansımaları günümüzde hala binlerce kişiyi aydınlatıyor. Gerçekten şu
kısacık yaşamı belki de anlamlı kılan tek gerçek, samimi bir SEVGİ’dir. Aslolan bu yaşamda
kendimiz dahil herkesi koşulsuz sevmektir, sevebilmektir.
Bunun için de yine ön koşul kişinin ilk önce kendini sevmesi, kendinden hoşnut, kendisi ile barışık
olmasıdır. Fröbel demiş ki ‘Eğitim demek örnek olmak ve sevgi vermektir. Gerisi boştur’. Aslında
bu söz eğitim konusundaki her şeyi tüm açıklığı ile anlatıyor. Gerçekten de başarılı bir eğitimin özü
ve temeli; örnek davranışlarda bulunmak, sevgi vermek, çocuklarına, öğrencilerine ve insanlara
övgü, beğeni, takdir sözcükleriyle birlikte güvendiğini de açıkça söyleyebilmektir.
Ama bütün bunları yapabilmek için kişinin bilgili, bilinçli, birikimli ve önce kendinden hoşnut
olması gerekmektedir. Diyebiliriz ki, yazın o dayanılmaz sıcağında sığınılan o koy ne kadar güzel,
alımlı ve çekici olursa olsun, orada sevgi esintileri, kıpırtıları yoksa serinletici bir ferahlık asla
gelmez! Çocuk eğitiminde en önemli husus anne-babanın bu konuda uyum, fikir birliği içinde
olmaları, hiç olmazsa asgari müştereklerde birleşebilmeleridir. İnsan yaşamında sevgi esintileri ve
ortamı yaratabilmenin esası ve altyapısı budur.
29
Ancak her şeyde olduğu gibi bu konuda da her zaman zorluklar vardır. Bunların üstesinden gelmek
için yine sevgiyi ve sabrı ön plana çıkarmak, olaylara sakinlikle bakabilmek, sevgi sözcüklerini
karşılıklı kullanabilmekle mümkündür. Suçlayıcı konuşmadığın ve yıkıcı dedikodu yapmadığın
müddetçe bunu her zaman yapabilme şansın ve fırsatın var demektir. Bunun için birbirimizi doğru
anlamak, yeterince zaman ayırıp sabır göstermek zorundayız. Şu düsturu özdeyiş haline getirip,
akılda tutup, asıl önemlisi uygulayarak hayata geçirmek gerekiyor.
Kısacası, her güzel şeyin özü ve ön koşulu sevgiden uzak kalmamaktır. Okuyarak öğrenmesini
bilenler için yazılmış pek çok kitap vardır. Ama iyi bir yaşam için hazır bir reçete kesinlikle
yoktur. Ancak kızarak, öfkelenerek, suçlayarak, azarlayarak insanlara herhangi bir işi yaptırmak
veya bir görüşü benimsetmenin de hiç mümkünü yoktur. İnsan kendisi isterse pek çok şeyi
değiştirebilir ama içinde o yönde bir istek yoksa o insanı hiç kimsenin bir zerrecik dahi değiştirmesi
mümkün değildir. Tek yol vardır. Daha çok ilgi, bilgi, sevgi ve tatlı dil. Anlamak ve anlatmak!
Şunu iyi bilelim ki işin içinde samimi bir sevgi varsa söylenenler acı gerçekler de olsa kesinlikle
kırıcı ve yaralayıcı olmaz. Her zaman için ‘Ne konuştuğun değil nasıl konuştuğun önemlidir’
derler. O nedenle uslüp, söyleyiş tarzı ve tavrı çok önemlidir! Bu konuya kesinlikle dikkat etmek,
bu konuda kişinin sürekli kendini iyileştirme çabası içinde olması gerekmektedir.
Kısacası, hayatta hemencecik suçlamayı yani kolay ve kestirme olan yolu değil; sevgiyi, ilgiyi,
bilgiyi, doğru anlamayı, bıkmadan anlatmayı, birazcık uzun ve uğraştırıcı olan, sabır isteyen yolu
tercih etmemiz gerekiyor. Hayatta hiç bir şeyden korkmamak için önce sevmeyi öğrenmek
gerekiyor. Yani biraz ilgilenip, zaman ayırıp doğru anlamaya çalışalım. Hiç bir zaman olmayacak
bir işe kalkışıp, başkalarını değiştirmeye ve bu uğurda bir sürü zamanı ve siniri boşuna
harcamayalım! Unutmayalım! Ancak doğru anladığın zaman gerçekten ve yürekten seversin.
Sevdiğin zaman da bu dünyada daha korkusuz yaşarsın!
30
NEŞE - ÜZÜNTÜ
Gerçek ve samimi olan bir neşe hem çok hızlı, hem de çok şifalı pozitif bir yaşam enerjisidir.
Neşeli insan rahatlıkla gülebilir. Gülmek ise vücut ve ruh sağlığının vazgeçilmezi, en önemli
ilacıdır. Çünkü gülmenin insan sağlığı üzerindeki yüzlerce, binlerce yararını saymakla bitirmek
mümkün değildir.
Üzüntü, sıkıntı, karamsarlık ise canlı yaşamın en büyük düşmanı, öldürücü zehiridir. Bu tür
duyguları yoğun yaşamak bir yerde negatif enerji yükü altında bitkisel yaşama girmek demektir.
‘Yaşarken ölmek’ denilen durum da bu olsa gerek. ‘Doğarken ölmek’ ise Orhan Gencebay
Abi’mizin bilinen şarkısıdır. O nedenle kişinin bu tür karamsar duygulardan uzak durması, her
olayın neşeli, sevimli, olumlu bir tarafını bulması gerekli hatta zorunludur. Neden zorunludur?
Çünkü ‘En büyük felaketler dahi, mutlaka kendi içinde bir iyiliğin, güzelliğin tohumlarını
taşırmış’ derler. Hayat devam ettiği müddetçe buna inanmaktan başka çıkar bir yolumuz da yoktur.
Yani bu hayatta hiç bir şey hayatın kendisi kadar önemli değildir. Gerçekte bu sözün anlamını
kavrayabilmek için yaşamda olumlu anlamda epeyce yol almış olmak gerekiyor. Buna hazırlık
olması bakımından en kolayı, kişinin her fırsatta yolunu bulup bir melodi, bir türkü, şarkı
mırıldanması, ıslıkla bir makam tutturabilmesi önemlidir. Yeri ve zamanı hiç farketmez. Örneğin
hamamda herkes kolaylıkla ve zevkle şarkı söylermiş! Modern yaşamda da evin banyosu şarkı
söylemek için en güzel ortamdır. Bakmayın bizimkileri sadece küçük bir duş teknesinden oluşuyor.
Ama istedikten ve yararına inandıktan sonra bu daracık yerde bile şarkı söyleyip, ıslık çalmaya hiç
bir engel yoktur! Sadece şarkı söylerken Mustafa Sandal gibi fazla el kol hareketi yapmayacaksın!
Hepsi o kadar.
İşte bu doğrultuda kişinin önce kendine, sonra tüm insanlara karşı güler yüzle davranması, bakması,
diyalog kurması, önyargıdan uzak, insanları olduğu gibi kabul etmesi, özetle kişinin olumlu
düşünceye, sevgi enerjisine sahip olması gerekli ve şarttır.
Yine kişinin yerli yersiz üzüntüler yaşamaması için becerebiliyorsa başkaları için övgü, takdir,
beğeni sözcüklerini kullanması ama kendi yaptıklarından dolayı, kendisi için başkalarından bu tür
beklentiler içinde olmaması son derecede önemlidir. Çünkü sevgili Atatürk’ümüze dahi bu Ulus
için onca yaptıklarından sonra ‘Doğum yeri Cumhuriyet sınırları dışında kalıyor’ gerekçesi ile
milletvekili seçilmemesi için önerge verildiğini unutmamak gerekiyor! Atatürk’ün bu olaya çok
fazla kızıp, üzüldüğünü ben zannetmiyorum. Çünkü o önergeyi verenlerin yalnızca o günü yaşayan
ve ileriyi görüş mesafeleri ancak 1-2 metre olan insanlar olduklarını mutlaka çok iyi biliyordu.
Aslında herkesin üzülmemek için sabırlı, affedici, sevecen olması gerekiyor. Uzlaşmacı olmak
ancak doğru bildiğinden fazla ödün vermeden yaşamak. Yöneten, yönlendiren, etkili, yetkili kişiler
için böyle bir yapı ve karekter daha fazla önem taşımaktadır.
Üzüntü, sıkıntı, karamsarlık insan yaşamının cendere kalıplarıdır. Hatta öyle ki hastalık denilen
şey, insanın kendini kötü hissetmesi gibi tüm olumsuzlukların kaynağı; üzüntü, sıkıntı ve
karamsarlık duygularının yarattığı yoğun negatif enerji yükü altında kalmaktan başka bir şey
değildir. Bu kanıya çok önceden de varmıştım. Ancak Louise Hay’ın ‘Düşünce Gücü ile Tedavi’
kitabını okuduktan sonra, bunun kitabının bile bu kadar güzel yazılabileceğini hayretle gördüm ve
gerçek bir başucu kitabı daha kazandığım için doğrusu çok sevindim.
O nedenle diyorum ki; bir insan neşeli, kendi iç dengelerini oturtmuş, yani kendini tanımış, sevmiş
yeterince hareketli, normal dengeli beslenme (öncelikle zihinsel ve tabii ki bedensel) olanaklara
sahipse hasta ve halsiz olması imkansız gibidir. Örneğin benim şimdiye kadar önemli bir hastalığım
olmadığı gibi olacağını da pek sanmıyorum. Çünkü öncelikle değişik kaynaklardan beslenerek
31
(okuyarak) düşünce yapımı sağlamlaştırdım. Bu şekilde bir yol izleyerek az çok yaşamın gerçek
esprisini, özünü kendimce doğru anladığıma inanıyorum. Doğaldır ki zamanla hücrelerin
yaşlanması, yıpranması kaçınılmaz olacaktır. Onların da tamir edilebilecek olanları zamanı gelince
elbette tamir edilecektir.
Bunları böyle söylemekle sevgili, değerli, kıymetli doktorları kızdırmış, gücendirmiş olmayalım
ama farkında olabilenler yani azıcık okuma, araştırma isteği olanlar için hayatın temel gerçeği
budur. Doktorluğu küçümseme veya doktorları suçlama niyetimiz kesinlikle olamaz. Ancak onlar
da kapitalist sistemin bu acımasız, aşırı hırs küpü yarış ortamında Bay Soros’un dediği gibi oyunu
kuralına göre oynamak zorundalar. Bakın bugün Londra’da sadece 10 adet MR cihazı varken, bizim
İstanbul’umuzda tam 220 adet varmış. Gelsin makineler, çekilsin emarlar ve kolay yoldan dolsun
cepler! Çünkü bir MR çekimi 60 ila 300 milyon TL arasında (1998) değişiyormuş!
Doktorluk mesleğinde psikiyatristler ve psikoloğlar bugünün şaşkın dünyasında yol göstericiler
olarak mutlaka gereklidirler. Cerrahlar ise zamanı geldiğinde eskiyen parçaları tamir etmek veya
değiştirmek için. Ama birincilerin adı çoktan deli doktoru olduğu için ve de insanlar hep kendi
akıllarını beğendikleri için bizim gibi ülkelerde bu olanaktan yararlanma düşüncesi ne yazık ki iş
işten geçtikten sonra akla geliyor. Yani bizim bu olanaktan zamanında yararlanmamız ne yazık ki
mümkün olmuyor.
İnsanın bu devirde ve belki de her devirde öncelikle kendisi, kendi doktoru olmak zorundadır.
Düşünce sağlığı en önemlisidir. Yeterince dengeli beslenmek ve hareketli olmak ise bunun
vazgeçilmez koşullarıdır. İşte bu amaçla hazırladığım bir kaç satır yazıyı “Sabah jimnastiği veya
Meditasyonu” adı altında alt alta sıraladım. Sabahları kalkıp bu satırları okuyarak veya kendi
kendine tekrar ederek kişinin kendi benliğini ve özgüvenini sürekli geliştirip, pekiştirmesi pek ala
mümkündür.
Uyarılmayan ve sürekli yeni bilgilerle beslenemeyen beyin o insanı taşıyamaz ve doğrusu çok fazla
bir işine de yaramaz. Beyinin beslenmesi için önceliği olan vazgeçilmez gıda çok yönlü
okumaktır. Her zaman için doğru bilgiyi kaynağından öğrenmektir. Doğruyu yanlışı birbiri ile
karşılaştırmaktır. Okumayı sevmeyen, okuma alışkanlığı olmayan insanlar aslında zavallı
insanlardır. Düşünmeyen, başka şeyleri merak etmeyen, geçmişin iyi veya kötü birikimlerinden
haberdar olmayan, güya o kıymetli kafalarını ve özenle kurduklarını sandıkları kristal beyin
dizgilerini zararlı fikirlerden korumaya çalışan zavallılardır! Benim de aile çevrem olarak belki
üzüldüğüm tek konu, ülke ortalamasına tam anlamı ile uygun, yeterince okuma alışkanlığı olmayan
aile bireylerine sahip olmamdır. Ne yazık ki dünyanın ve özellikle bizim ülkenin gerçeği böyle!
Okuyanlar okumayanları, okumayanlar da çok okuyanları karşılıklı birer zavallı olarak görüyorlar!
Bu düzen de böylece sürüp gidiyor.
Oysa ki okumayarak; o sinirli yapımızı sürekli koruyoruz, çabuk dolduruşa geliyoruz. Sabırsız,
hızlı köşe dönücü bir psikolojiden kendimizi kolay kurtaramıyoruz. Dinlemesini bilmiyoruz. Bu
nedenle pek çok şeyi yarım veya yanlış anlıyoruz. Olayların nedenlerine inemiyoruz. Yüzeysel ve
aceleci oluyoruz. Daha bunun gibi bir sürü olumsuzluklar sayılabilir. Biliyoruz ki; beyin ancak ve
ancak sürekli değişik, pozitif bilgi ve verilerle beslendiği sürece aynı doğrultuda ve kaliteli üretim
yapabilme yeteneğine ulaşabilir! Öbür türlüsü her halikarda yerinde saymaktır. Karmaşadır.
Kargaşadır. Geleceğimiz olan çocuklar ve gençler, eğitimde öncelikli öneme sahip olduklarına göre
onlara belki bazı önerilerde bulunabiliriz diyorum:
***Değerli Gençler! Bunları mümkün olduğunca yapmaya çalışalım!***
*İlk önce hayata olumlu bakmayı, kendine ve hayata gülümsemeyi öğren! Olumsuz düşünce ve
somurtkanlık hiç kimseye artı bir değer kazandırmamış, kazandırmaz! Ama olumlu bir çok değeri
alıp götürebilir!
32
*Organların yerinde ve sağlıklı isen bunun için Tanrıya daha çok şükret! Ve o bedene iyi bak!
Bedenin kadar beyninin de dengeli beslenmesi için mutlaka değişik kaynaklardan oku!
*Çalıştığında çok şeyi yapabileceğine ve başarabileceğine yürekten inan! Çünkü unutma! Allah da
yalnızca çalışana, emek harcayana yardım ediyor!
*Hem kollarını hem yüreğini güzelliklere ve bolluğa sürekli açık tut! Kendine güzel ve iyi bir
gelecek telkin et, buna inan ve bunu gönülden iste! Çünkü niyet ve istekler ne ise her zaman için
sonuç o yönde gerçekleşir!
*** Bunları ise mümkün olduğunca yapmayalım!!! ***
*Hayatta ne kendini ne başkalarını sakın suçlama! Suçlama ile yalnızca zıtlaşma ortamı
yaratacağını, sevgiyi, olumlu düşünceyi ve sevgi enerjisini yok edeceğini sakın aklından çıkarma!
*Darılma, gücenme, kızma! Her koşulda ve şartta öfkene gem vurmayı bil! Eğer istemeyerek de
olsa böyle bir duruma düşersen, harekete geçmeden önce sakinleşene kadar bekle, kendini dengele!
Ondan sonra konuş!
*Hata yapmaktan korkma ama tekrarlanan ve kasıtlı hatalar yapmaktan sakın! Bunun için yeterince
dikkat ve özen göster!
*Gençlerin diğer insanlara göre hata yapmaya daha çok hakları vardır! Bunu bil! Ne yazık ki bu
hayat hata yaparak öğreniliyor! Eğer insanlar kusursuz ve mükemmel olsalardı yeryüzü tanrılarla
dolu olurdu!
*Affetmeyi ve bağışlamayı öğren! Bil ki ancak ve ancak, gerçek anlamda güçlü olanlar ve
yüreğinde olgun sevgi sahibi olanlar affedebilir! Zayıflar ve sevgisiz insanlar asla affetmezler!
*Tüm dualar “Esirgeyen ve bağışlayan Allahın adı ile”diyerek başlar. Bunun anlamını iyi düşün!!!
Gerçek anlamda güçlü olmak için; sevmeyi yani doğru anlamayı ve affedip, bağışlamayı öğren!
*Unutma ki; olumlu, anlamlı, başarılı, dengeli, tutarlı, onurlu ve erdemli bir yaşam için ÇALIŞMAK
(mümkünse programlı ve çok çalışmak), SEVGİ ve GÜVEN unsurlarını en önde tutmak, asla
vazgeçilmez temel davranış özelliklerin olmalıdır.
*Çalışırsan mutlaka yorulursun! Ama vicdanın ve gönlün her zaman için rahat olur. Deliksiz bir
uyku ile her seferinde o yorgunluğu atar, eski gücünü yeniden kazanırsın!
*Aslında hem olumlu düşünce sahibi olacaksın, hem bu düşüncelerini sık sık tekrar
edeceksin. Örneğin aşağıdaki gibi bir metni sabahları kalkınca tekrarlamanın, olumlu bir
yaşam için büyük faydası olacağına yürekten inanıyorum.
SABAH JİMNASTİĞİ veya MEDİTASYONU
Bu sabah yine sağlıklı uyandım. Derin ve temiz bir nefes aldım.
Çok şükür ve ne güzel ki, sağlığım ve sevincim yerinde.
Pencereden dışarı bakıyorum. İçim neşe ve umutla doluyor
Kendimi ve ailemi seviyorum. Her şeyi ve herkesi seviyorum.
Kısacası sevgili dostlar. Önyargılı ve art niyetli değilim.
Çünkü çok iyi biliyorum ki, sevgi en sağlıklı yaşam enerjisi
Asıl soyluluğun düşünce soyluluğu
Asıl sağlığın düşünce sağlığı olduğunu çok iyi biliyorum.
Düşüncelerim ve bedenim sağlıklı. Bunun için Tanrıya şükrediyorum
33
Her şeyin düşünce ile başlayıp, yine düşünce ile bittiğini.
Doğru anlamanın gerçek sevgiyi
Gerçek sevginin ise kaliteli başarıyı yaratacağını biliyorum.
Gerçekten ve doğru anlamak için, okumayı ve bilgilenmeyi seviyorum. Çalışmayı ve üretmeyi
seviyorum.
Kaliteli üretim yapmanın zor ama mutluluk olduğunu biliyorum
Kendime ve hayata gülümsüyorum. Sevgi, güven ve denge içindeyim
Sabahları kalkınca 5 veya 7 dakikalık bir vücut jimnastiği ile birlikte bu satırlara göz atarak beyin
jimnastiği yapmanın da önemli yararları olacağına yürekten inanıyorum. Ve yine diyorum ki, artık
bu çağda din sömürüsünü, kıtlığı ve terörü yaşayan bölgelerin dışında bana göre hastalık diye bir
şey yoktur. Günümüzün en önemli hastalığı olumsuz düşünce, aşırı hırs ve aç gözlülüktür. Yani
sevgisizlik, samimiyetsizlik ve bunun sonucu ortaya çıkan güvensizliktir. İnsanın bu özelliklerinden
kaynaklanan aşırı strestir. Bu dünyada asıl çaresi olmayan en büyük hastalık; aşırı tüketim
mutluluğuna dayanan ve ‘Rekabette dostluk yoktur. Yaşamak için yok etmelisin’ diyen vahşi
kapitalizm anlayışıdır. Hastalık; negatif enerji ve aşırı stres etkisi ile canlı organizmanın bir yerde
kilitlenmesidir.
Gerçekten de geçmişten günümüze insanların muskalarla, olumlu telkinlerle iyileşmeleri; olumlu
düşüncenin, pozitif enerji yüklemenin bir sonucudur. Hatta çok sık gündeme gelen yalancı ilaç veya
tıp dili ile placebo denilen olay bunun en güzel kanıtıdır. Kişinin kendi iç dengelerini kurmuş
olması, olumlu düşünce, sevgi enerjisi ile hareket etmesi, hasta olmaması için en büyük garantidir.
Falcıların, medyumların, cinci hocaların bugünün bilim çağında sürekli rağbet görmelerinin
nedenini de iyi anlamak gerekiyor! Çünkü onlar, insanlara hep olumlu şeyler telkin ederler. Eğer
kişi bunun bilincinde olur ve sürekli kendi bilinci ile kendine olumlu doğrultuda takviye ve telkinde
bulunabilirse mesele büyük ölçüde halledilmiş demektir. Kişinin kendi iç dünyasını dengelemek
için yapmış olduğu tüm ibadet ve meditasyonların etkili gücü de aynı kaynağa ve nedene
dayanmaktadır.
Normal bir insanı üzüntü ve sıkıntıya sokan en önemli nedenler; geçmişte yaşanan ama özellikle
gelecekte yaşanma ihtimali olan veya düşünülen olumsuzluklar, terslikler, çıkmazlardır. O
nedenle kişi, her zaman için geçmişteki olumlu tecrübeleri biriktirip, geride kalan tüm
olumsuzlukların üzerine bir sünger çekebilmelidir. Gelecek için program yapmalı, amacını,
hedefini belirlemeli ondan sonra gününü, saatını ve o anını belirlediği amacı doğrultusunda iyi
değerlendirmeye bakmalıdır.
Demek oluyor ki insanın ilk önce ileriye dönük, küçük, büyük, uzak, yakın bir hedefi, bir amacının
olması gerekiyor. Eğer ki gerçekten bir amacın varsa ve o anı, o günü boşuna harcamayıp
amacın doğrultusunda çalışmalarını sürdürebiliyorsan, gelecek endişe ve korkusunun boş
olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Gerçekten de kişinin, her gün akşam yatmadan önce kendine bu konuda bir soru sorması ve o
soruya mümkün olduğu kadar doyurucu, tatmin edici yanıtlar verebildiğine kendisinin de inanması
gerekiyor. Onun dışında kişinin sürekli kaygılar içinde yaşaması; hem akıl dengesini olumsuz
yönde etkiler, hem de o kişinin akıl dengesini henüz tam olarak kuramadığını gösterir. Daha
önemlisi! Bu yaşamda, hiç bir amaç ve hiç bir çaba içinde olmadan çok fazla sayıda endişe, üzüntü
ve korkuyu bir araya toplasan ne olacak ki? Bunların dışında gündelik sıkıntı ve üzüntülerin dikkate
alınıp alınmaması, normal veya anormal karşılanması yine kişilik gelişmesi ile ilgili bir husustur.
34
Kişiliği yeterince geliştirmeden, olumlu birikimler edinmeden bunların ve diğer endişelerin,
korkuların, üzüntülerin üstesinden gelmek çok zordur.
Kişiliğin gelişmesi ise; doğru bilgilenme ve birikim sağlama konusunda harcanacak olan
çabaya, bu konuda öncelikle istekli, arzulu olmaya bağlıdır. Bunun için yine iş dönüp dolaşıp her
şeyin başı olan eğitime, doğru bilgilenmeye dayanıyor. Amacı doğru olan bir eğitimi almış olmak,
severek yapacağın bir işin, bir mesleğin olması mutlaka gerekiyor. Ama bu da dengeli bir yaşam
için çoğu kez yeterli olmayabiliyor. Sosyal açıdan kendine ait özel uğraşların, hobilerin olmalı.
Okumak, müzik aleti kullanabilmek, çiçek yetiştirmek, sosyal aktivitelerde yer almak, bir sporla,
sanatla uğraşmak... gibi. Bu uğraşlar her zaman için hayatın dengesini sağlayan emniyet
subaplarıdır.
Kişinin severek, isteyerek yapacağı bir iş, onun kapasitesine uygun, çok aşırı zorlanmadan
yapabileceği, üstesinden gelebileceği bir iştir, bir meslektir. Severek yapılan bir iş, bir meslek zor
da olsa insana eziyet vermez. Eğitimin en önemli özelliği ve amacı da zaten budur. Çocuğa, kişiye
kendi kapasitesine uygun, bir iş başarma yeteneği ve becerisi kazandırmak, üreterek kendine ve
çevreye yararlı olma bilincini aşılamaktır. İnsan yaşamı için en önemli olay; zevk alarak bir işi
yapmak, kendine, etrafına yararlı olduğunu görmek, gösterebilmek ve bunu kendi içinde, özünde
hissedebilmektir. Bu yaşamda neşe ve üzüntü ile ilgili çarpıcı tesbitler vardır. Örneğin neşe ve
üzüntünün aşırı uç noktalarda birleştiği ileri sürülmektedir. Belki bu noktalar pozitif ve negatif
enerji yüklerinin denkleştiği nötr saha veya anlardır. Nasıl ki doğum ve ölüm gibi yaşamın flulu,
sisli anlarında bir benzerlik var ise, aynı benzerlikler aşırı zevk ve aşırı hüzün anları için de söz
konusudur. Örneğin çok gerekli ve yararlı olan ılıman sevgi sıcaklığının derecesi arttığında
kavurucu cehennem sıcağı haline gelebilmektedir. Çılgın aşklarda olduğu gibi! Ancak bir
kimseye, başkalarına zarar vermemek koşulu ile arada bir, bu tür çılgınlıklar yapmayı da doğrusu
pek yabana atmamak gerekiyor!
Veya aşırı gülme sonucu göz yaşları sel olur ya! Halk arasında gözlerinden yaş gelinceye kadar
gülmek iyi karşılanmaz. Hatta fakirler için bu durum uğursuz bile sayılır! Yine sevişmede en
yüksek haz anındaki inleme nağmeleri ile, aşırı hastalık anındakiler tuhaf şekilde benzerlik
gösterirler. Demek ki söz konusu olan; her şeyin bir denge meselesi olduğudur. Aşırı hüzün veya
aşırı sevinç sadece bir anlıktır. Öyle olması da gerekir. Tam olarak dengeye gelmiş, ermiş, bilge
denilen kişilere bakarsanız ne öyle çok üzülür, ne de fazla sevinç çığlıkları atarlar! Onlar belki de
olayların nedenlerini, arka planını anlayabildikleri için böyle bir yapıya kavuşmuşlardır. Yani her
şeyin aşırısı zarar derler ya! İşte öyle bir şey. Yaşamda dengeli ve tutarlı olmak, sağlıklı dengeyi
tutturmak, dengede olan yörüngeyi yakalamak en önemlisidir.
Bu örnekler aslında salt iyi veya salt kötü, başka bir deyişle sürekli neşeli veya hüzünlü bir halin
olmadığını, her şeyin ince bir ayarla dengelendiğini göstermektedir. Yine özetlemek ve tekrarlamak
gerekirse, kişi hayatta işini gereği gibi ciddiye almalı ancak yaşamı gereğinden çok fazla ciddiye
almamalıdır. Her olayın, her insanın iyi, olumlu, neşeli bir tarafı mutlaka vardır. İnsandaki bu
yönleri, özellikleri görüp öne çıkarmak gerekiyor. Bunun temeli ise öncelikle kendine ve
başkalarına karşı samimi olmak, kendini sevmek, insanları sevmek, omları oldukları gibi kabul
etmek, güler yüzle davranmak ve tabii ki neşeli olmaktır.
‘Hayatta hiç bir şey üzülmeye değmez’ diyebildiğin an, yaşamla ilgili olumlu anlamda çok yol
katetmişsin demektir. Gerçekten de öyledir. Nedenleri doğru bildiğin ve anladığın müddetçe
hayatta hiç bir şey için ne çok fazla üzülmeye, ne de çok fazla sevinmeye gerek vardır. Geçmişte
kalan ve seni bir zamanlar fazlası ile üzen şeyleri şimdi bir düşün bakalım! Bunların kaç tanesini
doğru dürüst hatırlayabileceksin? Gerçekten de bu yaşamda fazlaca üzülmemek için; öncelikle
küskünlük, dargınlık, kırgınlık ve bunların yoğunlaşmış şekli olan kin ve öfkeden kurtulmanın, bu
doğrultuda olumlu birikimleri artırmanın yollarını arayacaksın. Öncelikle de kendi dengen ve
sağlığın için affetmeyi ve bağışlamayı öğreneceksin.
35
‘Arayan mutlaka bulur!’ demişler. Hatta ‘Mevlasını da belasını da!’ Kızgınlık en ilkel, hatta
Habil ile Kabil’den kalma yıkıcı, yok edici kin duygularını körükleyen bir ruh halidir. Yani
kızgınlık öncelikle kişinin kendisi için zararlıdır. Ruh sağlığı için zararlıdır. Bu hayatta yaşama ve
yaşatma sevincin varsa, yaşam için umudunu da hiç bir zaman kaybetmezsin. Ünlü Alman yazar
Goethe’nin yaşamla ilgili şu gözlemini çok iyi hatırda tutmak ve belki de sık aralarla tekrarlamak
gerekiyor. Büyük yazar Goethe diyor ki:
Para yitirdin, hiç bir şey yitirmedin. Çalışır gene kazanırsın.
Onur yitirdin, çok şey yitirdin. Ama uğraşır gene kazanırsın.
Umut yitirdin, her şeyi yitirdin. Keşke doğmaz olaydın!
36
İNANMAK - İNANMAMAK
Anlayarak inanmak güven duymaktır. Güven bir insan için çok büyük bir güç, kuvvetli bir enerji
kaynağıdır. Anlayarak inanmış, inançlı bir insan güvenli, dengeli, tutarlı, huzurlu insandır. Etrafına,
çevresine pozitif enerji titreşimleri yayan bir insandır. Bütün bunlar yine de gerçek, samimi, içten
gelen bir sevgi işin içindeyse mümkündür. Fakat gerçek inanan inançlı insanla bugünkü dini
inançlar üzerine politika yaparak her türlü densizliği ve dengesizliği gösterebilen insan arasında
kesinlikle bir ilgi, ilişki yoktur ve de olmamalıdır.
Bizim politik din bezirganlarının yaptıkları, ister bilinçli, ister bilinçsiz olsun gerçekte çaresiz
yığınların umut tacirliğidir. Ama bu davranış içinde olan politikacılara da çok fazla kızıp, onları
fazlaca suçlamak kesinlikle yersizdir, boşunadır. Asıl önemlisi insanlara bu ortamları yaratan ve
hazırlayanları iyi tanımak, zamanında bu doğrultuda yönetip, yönlendirenleri iyi bilmek gerekiyor.
Bize göre nedenler hep daha önemlidir. Gerçekten bugünün Atatürk Türkiye’sinde şu andaki
durumdan aslında hepimiz utanmalıyız! Ama öncelikle bu toplumu, insanları bu kadar umutsuz,
çaresiz ve bilgisiz duruma sürükleyenler, toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirenler
utanmalıdır. Daha sonra da tabii ki, hala bu çağda bile din, inanç sömürüsü ve ticareti yapanlar!
Doğrusu yokluk ve yoksulluk içinde debelenen insanların hakkını arayan, kendini o şekilde takdim
eden birinin, her bayram aile efradı ile birlikte otellerin kral dairelerinde kalması ancak çok
kuvvetli bir dini inançla mümkün olsa gerek!
Bizim bildiğimiz din ve dini inanç uğruna yapılan tüm işler, faaliyetler öncelikle insanın kendini
rahat hissetmesi ve iç huzurunu, iç dengesini yerli yerine daha kolay ve daha sağlam oturtması
içindir. İnsanın kendi iç dengelerini, değerlerini geliştirmek, olgunlaştırmak ve sağlamlaştırmak
içindir. Her güzel şey gibi din ve inanç da; iyi insan, güzel ahlak, doğru eğitim ve bilinçle
güzeldir. Dinlendiricidir. Toparlayıcıdır. Ve de insana huzur vericidir.
Dini inanç sahibi olmak çok büyük bir toplum kesimi için yaşamın gerçek anlamıdır. Öyledir.
Çünkü evrenin yaşı bir tarafa, sadece dünyadaki canlı yaşamın başlangıcını esas aldığımızda ve
bunu bir insanın yaşam süresi ile karşılaştırdığımızda asıl mesele kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Yani dünyanın en akıllı yaratığı olarak kabul edilen bunca insan, hele hele işe yarar olumlu bir
düşünce, olumlu bir eser bırakmadan bu dünyadan yıldız kayması gibi bir hızla geçip gitmekte, yok
olmaktadır. İşte bu devrede imdada dini inanç yetişiyor ve bu süreci sonsuza doğru taşıyarak bu
dünyadaki yaşamı bir dereceye kadar daha anlamlı bir hale getiriyor.
***
Bu kadar eskiye uzanan rakamların milimi milimine tam kesin olması elbette mümkün değildir.
Ama bu netlikte hesaplanabilmeleri de övgüye değer bir durumdur. İsterseniz şimdi bu rakamları
birlikte izleyelim: Deniliyor ki dünyanın oluşumu yaklaşık 20 milyar yıl önce uzaydaki büyük
patlama ile başladı. Dünyanın soğuyup yüzeyinin kabuk tutmaya başlaması 5 milyar yıl öncelere
gidiyor. Şu anda bile henüz dünya kabuğunun kalınlığının 100 km kadar olduğu biliniyor. Oysa
ekvatorun yarıçapı yaklaşık 6380 km. İşte böylesine bir dünyada, okyanuslardaki ilk yaşam belirtisi
bundan 3,8 milyar yıl önce, ilk omurgalıların yaşamaya başlaması 450 milyon yıl önce olmuş.
İnsana çok yakın bir yaratığın ortaya çıkması 20 milyon yıl, ilk insanın 5 ya da son bulgulara göre 6
milyon yıl önce, ilk modern insan türünün ortaya çıkması ise 90 000 yıl öncelere uzanıyor. Ve
işte bu insan çok çok uzun bir süre hiç bir şey veya en azından fazladan bir şeyler düşünmeden
yalnızca beslenmek için avlanarak yaşamış.
Bu insan nice sonraları taşları yontarak alet yapmaya başladığında ise düşüncesi ile yaşamı, doğayı
değiştirmenin de startını vermiş. Kaba kol gücüne dayanan ataerkil yapı ortaya çıkmış. İnsanlar
37
ihtiyaçlarından daha fazlasını üretip hazine denilen yerlerde depolamaya başlamışlar. Kölelik
icadedilmiş. Ordular kurulup savaşlar yapılmış. Tanrının vekilleri olarak krallar ortaya çıkmışlar.
Yine bu insanlar 20000 yıl önce mağara sanatını başlatmışlar. 6000 yıl önce yeryüzünde köylüler,
sanatkarlar, ilk şehirler ortaya çıkmış.
Gerçi Erich von Deaniken’in iddiaları çok daha başka ama o devirlere ve koşullara göre büyük
medeniyetler kurulmuş: Sümer, Asur, Babil, Mısır, Yunan, Roma, Maya, İnka ve daha nice
benzerleri. Bizim az çok bilip, birazcık haberdar olduğumuz yıllar ise; yarısından çoğunu ‘Milattan
Önce’den alacak olursak yaklaşık 4000-5000 yıl gibi kısacık bir süre. Yine deniliyor ki kıyametin
kopmasına daha 6 milyar yıl var. Son olarak ünlü fizikçi Stephen Hawking bu süreyi 1000 yıla
kadar düşürmüş durumda! Haydi hayırlısı demekten başka elimizden fazla bir şey gelmiyor. Aşırı
tüketim çılgınlığına bağlı kirlenmenin hızı bu şekilde giderse, doğrusu bu süre iyice kısalacak gibi
görünüyor! Yani özetlemek gerekirse; bu dünyada en azı ile 90 bin yıl önce başlayan insanlı bir
yaşam ve kıyamete kadar sürecek olan daha epeyce uzun yıllar var!
Bizim hayatımız ne kadar bir süreyi kapsıyor? Biraz abartalım, bol keseden atalım. Olsa olsa en
fazla 80-90 yıl. Gerçi bu rakam çok kısa bir sürede DNA şifresinin çözülmesi ile en az iki katına
çıkacak diyorlar! Ama öyle de olsa, görüldüğü gibi bir insanın yaşam süresi evrenin düzeni ve
sürekliliği içerisinde yine de bir yıldız kayması kadar kısadır. Ancak olumsuz düşünce ile yüklü,
eziyet, işkence ve üzüntü içinde sürüyorsa sanki hiç bitmeyecek gibi, asırlar kadar uzundur!
***
Diğer yandan yine bu dünyada sayıları az da olsa bir kısım insan gerçekten kendine güvenerek,
bilerek ve tabi yine başka şekilde inanarak ‘Ben inançsızım veya hiç bir tanrı tasarısını kabul
etmiyorum, yani ateistim’ diyebiliyor. Bunca dini inanç sahibi insan varken, bunu diyebilenlerin
mutlaka kendi iç dengelerini çok iyi kurmuş, akıl ve duygu dengelerini iyi ayarlayabilmiş
olduklarını düşünmek gerekiyor. Ama bu derecede bilince sahip insanların sayılarını da pek fazla
artırmak mümkün değil gibi görünüyor! Kim bilir? Bu durum belki de taraf tutmayacak, bu konuda
kendine yeterince güvenecek, inanacak kadar yüksek bir bilinci gerektirmektedir! Aslında bunlar
inançsızlığa inanabilen, bu gücü kendilerinde bulabilen az sayıdaki insanlardır.
Dini inanç ve doğru bir din eğitimi çok büyük bir insan topluluğu için önemli bir gerçek, sağlam bir
içsel yaşam dayanağı oluşturmaktadır. Din eğitiminin diğer tüm eğitimler gibi, hele ki küçük
yaşlarda çocuklar üzerinde çok büyük bir yeri ve etkisi olduğuna yürekten inanıyorum. O nedenle
bu eğitim rasgele ve yarı cahil kişilerin ellerine bırakılamayacak derecede önemlidir. Din bilgisi o
çocuğa, dinin özü olan sevgiyi anlatmak için yani şartlanmış düşünce ve korkuları çocuğun
beynine işlemeden verilmelidir. Bir zamanlar bizim yaşadığımız gibi ‘Adımını her atışında bir ton
günah yazılacağı korkusu’ ön plana çıkarılmadan öncelikle Allah, bütünlük, mükemmellik
sevgisini aşılamak için verilmelidir.
Bizler de inanan her küçük insan gibi, küçükken bize söylenenlere inanmak zorunda idik. Zaten
bunun başka türlüsü düşünülemez bile. Çünkü küçüksün, sana söylenenleri dinleyip, birikim
kazanacaksın, öğrenerek büyüyeceksin. Sana bunları söyleyenler senden büyük ve senden hem çok
fazla, hem çok iyi bilen insanlar! Üstelik sevdiğin, saydığın, güvendiğin insanlar. Evet zaman geçti,
birikim ve dengeler yeterince sağlandıkça öğretilenleri yavaş yavaş test ediyorsun. Ancak ne kadar
büyürsen büyü, hiç de kolay değildir, yerleşmiş düşünce kalıplarını test etmeye çalışmak. Eğer
böyle bir test denemesi yapmak istiyorsan, aman kardeşim dikkat ve de yavaş! Hiç acele etme! Çok
yavaş olacaksın. Öncelikle değişik kaynaklardan çok fazla okuyacaksın ve iç dengelerini sağlam
kuracaksın. Çünkü bunun devrim şeklinde yapılan bir şekli henüz yoktur! İşte böylesine bir süreç
içinde zamanla gördük ki, başka türlü düşünmek insana fazlaca bir ağırlık getirmiyor. Ancak
yerleşen yanlış, hurafe inançlardan kurtulmak da öyle pek kolayca mümkün olmuyor.
İşte bu nedenledir ki din ve inanç eğitiminin esası ve özü; öncelikle yüce Tanrıyı insanın kendi
içinde, yüreğinde hissetmesi, O’na her an neşe ve kederini aracısız iletebileceğini, çalışıp
38
ürettiğinde, iyilik yaptığında bunu ilk önce Allah’ın görüp, bileceğini, bundan hoşnut olacağını ve
asıl önemlisi tüm iyi ve olumlu davranışlarında Allah’ın kişiye yardımcı ve destek olacağını bilmesi
şeklinde olmalıdır. Bana göre asıl öz budur.
Çocuk için, genç için kendi iç dengelerini kurup oluşturuncaya kadar, araştırma, bilgilenme
sürecini tamamlayıncaya kadar bu doğrultudaki bir din eğitimi ve bilgilendirme son derecede
faydalı ve de gereklidir. Lütfen bunun farkında olalım! İşte bu şekildeki bir bilgi ve bilinç o çocuk,
o genç için kendi özünde büyük bir güç, önemli bir pozitif enerji kaynağıdır. Ama aklı tam
erdiğinde, kendi iç dengelerini kurduğunda zaten her şey kendiliğinden yerli yerine daha iyi
oturacak, istediği sağlıklı iç dengelerini kendisi daha iyi kurabilecektir.
Yeter ki o çocuk, o kişi okumanın ve bilgi edinmenin yararını biraz olsun kavramış,
anlayabilmiş olsun! Aslında okuma alışkanlığı ve tiryakiliği olan kişiye fazladan söyleyecek bir
şey zaten yoktur. Bunu mutlaka birileri belki de bir çok kişi söylemiştir. Ama bir kere de ben
söylemek istiyorum: Okumak en güzel ibadettir. Bu bir öz deyiş veya atasözü olsa gerek! Vay
Diyorum ki, vay okumayanların, okumayı bir yük gibi görenlerin haline! Hem onların hem de
aslında onların yanındaki, yakınındaki kişilerin haline!
Biliyoruz insan yavrusu başlangıçta çok uzunca bir süre gerçekten güçsüz ve her türlü yardıma
muhtaç bir yaratıktır. Bir inek veya keçi yavrusu doğduktan yarım saat sonra ayağa kalkıp rahatça
yürüyebiliyor. Ama bir insanın gerçek anlamda kendi ayakları üzerinde durabilmesi uzun yılları
alıyor. Günümüzde bu süre yaklaşık 25-30 yıl! Fakat şu bir gerçek ki; ayakları üzerinde durup,
kendi gücünü kazandıktan sonra birikimlerini hangi yönde yapmış ise o yönde durmadan koşuyor!
Hem öyle koşuyor ki artık onun önünde durmak mümkün değildir! İnsanı diğer canlılardan ayıran
en önemli üstünlüğü de zaten budur. Aklını kullanarak kendini ve çevresini o doğrultuda etkileme,
çok fazla değiştirebilme gücü!!!
Hepiniz çok iyi bilirsiniz. Bildiğimiz bu insanoğlu veya insan kızının yaşamı, gençlikten yaşlılığa
yoğun uğraşlar, büyük koşuşturmalar ve arayışlarla geçer. Kişi bu sürede çok şey bilip, çok şey
başarmış da olabilir. Çünkü insan; aklını kullanma becerisi yüksek, yaratıcı, üretken bir canlı
varlıktır. Bakarsınız kısa zamanda çok büyük işler yapmış. Çok büyümüş, değeri ve gücü çok
artmıştır. Etrafında bir sürü kraldan çok kralcılar çoğalmıştır! İşte bu güçlü insan bunlarla avunup,
asıl önemlisi övünüp, boş gurura kapılarak insanlıktan uzaklaşabilir! ‘Küçük dağları ben yarattım,
büyükler dedemden kaldı’ diye böbürlenip, kibirlenebilir. Bu kişilerin de alçak gönüllü, dengeli
olabilmeleri ve öyle kalabilmeleri için yine her şeyin hakimi ve sahibi olan bir yüce varlığa, Allah’a
inanmış olmalarının öncelikle kendileri için büyük yararı vardır.
Yani din ve gerçek inanç; inanan, üreten, başaran, güç sahibi kişinin kendi dengesini koruması için
de yararlı ve gereklidir. Çünkü bir zamanlar padişahı bile ‘Padişahım fazla böbürlenme senden
büyük Allah var’ diyerek onu sürekli insafa, alçak gönüllü olmaya davet ederlermiş. Aslında bunun
anlamı; tüm bu ihtişam, varlık, güç ve saltanatla birlikte mezara gidilemeyeceğinin ona ve tabii ki
onun gibi güç sahibi kişilere kibarca hatırlatılmasıdır.
Benim düşüncem; din ve inanç sistemlerinin ve bu yöndeki tüm öğretilerin sevgi yönünü, kişisel ve
toplumsal denge yönünü iyice araştırıp öğrenip, kişi olarak o yöndeki birikimlerini mümkün
olduğunca artırmaktır. Ama dinin; günah, azap, cehennem gibi korku tarafı ne yalan söyleyeyim
beni çok fazla ilgilendirmiyor. Çünkü bu yaşamda kendim ve başkaları için yaptıklarımı vicdanen
içime sindirebiliyorum. Bu durum bence, bu dünyadaki, hatta öbür dünyadaki yaşam için çok
önemli! Kimsenin zararına yıkıcı dedikodu etmemeye, en önemlisi, hiç kimseye karşı art niyetli ve
önyargılı davranmamaya çalışıyorum.
Bugünün din eğitiminde artık eski cahiliye devri ve ortaçağ zihniyetinden kalma korkuların ve
korkutmaların yeri olmamalıdır diyorum. Ama gel gör ki bu dünyanın zengin-fakir, güçlü-güçsüz,
umut-umutsuzluk, sevgi-nefret, başarı-başarısızlık dengeleri ve değerleri hemen her devirde o
kadar karışık ve çarpık ki! Bunları serinkanlı olarak durup düşünmeye kimsenin ne vakti ne de
39
zamanı var. Pozitif bilgi alamayan, özellikle sevgiden uzak kalan, sıkıntıya düşen, işin içinden bir
türlü çıkamayan, gelecekten korkan kişi, her devirde huzur bulma düşüncesi ile kendini tez elden
çarpık düşünceli bir topluluğun, bir tarikatın kucağında bulabiliyor.
Din eğitiminin asırlardır genelde günah, azap, cehennem gibi korku ağırlıklı unsurlarla yapılıyor
olması tüm toplum yaşamını ve eğitim sistemini çok derinden etkilemiş ve hala etkilemektedir.
Şimdiye kadar korku ile öğrenilen ve öğretilen şeylerin kime ne yararı olmuş ki? İşte böyle bir
sistem büyük olana, başta olana, akılsız da olsa geniş yetkiler tanımıştır. Dini eğitimdeki günah ve
azabın yerini bugün; buna benzer şekilde evde, okulda, çalışma hayatında azar, not korkusu,
falakaya benzer ama ondan daha da beter modern suçlama, tersleme ve hakaret cezaları almıştır.
Yani eğitimin özü korku, korkutma, tersleme, kolayca azarlayıp susturma ve suçlama esasına
dayandırılarak bugünkü çıkmazlar yaratılmış, kaliteli insanı doğru değerlendirme kriterleri bir türlü
oluşturulamamıştır. Kim bilir? Belki de bu dünyada iken insanların cehennem azaplarının bir stajını
yapmaları iyi olacaktır diye bütün bunlar düşünülmüş de olabilir! Azarlanıp susturularak eğitilmiş
bir çocuğun; hayatta girişken, özgür düşünceli olması, yağcılık, yalakalık yapmadan yaşamını
sürdürmesi inanın çok zordur. Bu tür bir eğitim anlayışının pozitif enerji yayabilen bir insan
yapısını oluşturması mümkün değildir. Tam tersine zorba, acımasız, kaypak, yağcı insan sayısı ve
karakterlerinin artmasını teşvik etmektedir.
Din ve inançların, insanları bir araya toplayıcı özellikleri bana göre en önemli tarafıdır. Özellikle
her kademeden insanın rütbe, makam ve ünvan farkı gözetmeden, eşit şartlarda bir araya gelip, bir
çatı altında toplanıp aynı amaç için hareket etmeleri son derecede önemli, anlamlı ve de çok
güzeldir. Bireye; bir gruba, bir topluluğa ait olmanın güvenini, iç rahatlığını sunmaktadır. Onun
içindir ki bu konuda en önemlisi camilerde görev yapan insanların, imamların bugünkü gibi genelde
siyasi propaganda meraklısı değil, gerçekten toparlayıcı, rahatlatıcı, birleştirici gerçek din bilgisi ve
felsefesini iyi bilen insanlar olmaları son derecede önemlidir.
İnanmak, inanç sahibi olmak çocuklar ve gençler için ne kadar önemli ise, ileri yaşlarda, ihtiyarlık
için de aynı derecede önemlidir. Yaratıcı, yapıcı bir uğraşı, bir hobisi, sosyal tarafı olmayan, bizim
toplumsal yaşam için çok önemli olan, hayatında kahve alışkanlığı bile bulunmayan, dolayısıyla
vakit geçirmekte zorlanan insanların her gün düzenli olarak camide toplanmaları, Allah’a dua
etmeleri, ortak insani değerleri paylaşmaları, o insanlar için ne rahatlatıcı, ne huzur vericidir. İleri
yaşlarda tek başına veya toplu olarak yapılan bu ibadetlerin hem ruhsal, hem fiziksel açıdan
yararları hiç bir şekilde tartışma götürmeyecek kadar açıktır.
Özellikle insanların iç huzuru, ruhsal açıdan rahatlamaları, ibadetler sırasında ellerini açıp canı
gönülden ve aracısız olarak Allah’a yaptıkları yalvarışlar ve dualarda saklıdır. Çoğu kez
tekrarlandığı gibi insanların hep en akıllı canlı yaratıklar olduğu söylenir. Aslında doğrudur da.
Ancak bilinen bir şey daha vardır ki hisler, duygular yaşama daha fazla bir ağırlıkla damgasını
vurmaktadır. Öyle olmasaydı insanlar hem akılları ile hareket edip, hem de beyin kapasitelerinin
yalnızca % 10’unu kullanıyor olabilirler miydi?
İnanç olarak çok değişik davranış şekilleri eğer hurafe, batıl saplantılar değilse insan yaşamını
epeyce kolaylaştırıcı roller üstlenirler. Bunların pek çok çeşidi vardır. Örneğin en basitinden, kimisi
yanında uğur için bir şeyler taşır, bulundurur ve onun uğuruna inanır. Kimileri Ayetülkürsi
okumadan adımını kapı dışarı atmaz. Bir diğeri mutlaka sabah kalkarken sağdan kalkmaya ve ilk
önce sağ ayağını kapıdan dışarı atmaya gayret eder. Ben de sabah kalkınca bir kaç yudum su içer,
bir kaç dakikalık egzersiz yaparım. Akşam yatarken derin nefes egzersizleri yapmaya çalışırım. İşte
bu inanç ve alışkanlıklar o kişiye uygun, son derecede güzel ve gerekli, kimseciklere zararı
olmayan, ama bunları yapan kişiye güç ve denge kazandıran inanç ve alışkanlıklardır. Yani
insanların bir şeyin yararına, faydasına içtenlikle, gönülden inanmaları, onlar için en iyi ilaç, en
kuvvetli pozitif yaşam enerjisidir. Çünkü inanmak öncelikle gönül rahatlığı, iç huzuru demektir.
Ama en önemlisi bilerek ve anlayarak inanmaktır.
40
***
Ancak şu var ki, samimi inanan bir insan olarak dini inancın gereklerini yerine getirirken o inancın
ve hiç kimsenin onaylamadığı şovları da yapmayacaksın. Örneğin, tutup 25-30 kez hacca gidip,
bunun adını ‘Dini görevi yerine getirmek’ koymayacaksın. Biraz vicdan sahibi olup Allah’tan
korkacaksın. Çünkü din ve inanç kişinin önce kendini tanıması, bilmesi, iç dengelerini iyi
kurabilmesi, kendini ve herkesi sevebilmesi, dürüst davranabilmesi için gereklidir. Yoksa şov
yapmak ve okumamış, okuyamamış cahil insanları kandırmak, sömürmek için değil!
İnancın gereklerini yerine getirirken kendi nefsini ve ruhunu terbiyeye daha çok önem vereceksin.
Örneğin oruç tutarken insanın kendini terbiyesi, kendi iradesini kontrol edebilmesi ve kendi sağlığı
için vücudunu yılda bir kaç günlüğüne de olsa az yiyerek dinlendirmesi öncelikle ve her gün tıka
basa yiyen, karnı tok, sırtı pek kişinin kendisi için yararlıdır. Hem sonra her gün aç ve açık olanları
kısa bir süre de olsa kendi özünde, içinde hissederek hatırlamak fena mıdır? Orucu tutmuşsun.
Akşam iftar için güzel bir sofra kurulmuş. Sofrada nefis yemekler var. Çeşit, çeşit yemeklerin
başında sabırla oturup iftar vaktinin gelmesini bekliyorsun. İşte bu en güzel irade ve nefis
terbiyesidir. Bu durum aynen kimseciklerin olmadığı ıssız bir yolda trafik ışığı kırmızı iken durup
beklemek demektir.
Kurban kesmek aynı şekildedir. Bir bakıyorsun millet harıl harıl kurban kesiyor. Kurban kestiğini
göstermek için de, ne mümkünse onu yapıyor! Bunu yaparken de parkları, bahçeleri, apartman
önlerini bir güzel kan gölüne çeviriyor! Kurbanı kesip, oturup afiyetle bir güzel yiyor. Aslında et
alıp yemeye gücü yetmeyenlerin bundan faydalanması gerekiyor ya neyse! Bu cıvarda öyle birileri
de yok! Buna rağmen bizim gibi kurban kesmeyen komşulara pay getirenler de oluyor. Getirilen
paya bakıyorsun kurban payından başka her şeye benziyor. Çünkü kurbanın akciğerini veya hiç işe
yaramaz bir parçasını almış pay diye getirmiş. Doğal olarak alıp kabul ediyorsun. Maksat gönüller
hoş olsun!
Acaba kurban kesmeye bu kadar merak nedendir dersiniz? Öncelikle kurbanın dini amacını bilenler
için, öbür dünyada cennete giderken zor bir geçit olan kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünü
bu kurbanın sırtında geçme umududur. Ama çoğunluk için çok daha önemli olanı bu taraftaki
dünyanın kaygıları ile ilgilidir. Hani olur ya bir terslik durumunda akıtılan bu kan devreye girecek
ve imdada yetişecektir. Sadaka vermedeki espri de buna benzer bir özellik taşımaktadır. Yani ‘Bir
verdiğin karşı gelmiş’ veya ‘Verilmiş sadakamız varmış’ söylemi çok etkilidir. Genelde verilen
küçük bir sadakanın hayatta önemli bir engeli aşmada, önemli bir terslikte önceden verilmiş bir
karşılık olarak yedekte bulunması arzu edilmektedir. Her zaman için verilen bir sadaka veya
yapılan bir yardımın, ilk anda o kişinin işine yarayıp yaramaması çok önemli değildir. Çünkü bu
konudaki değişik gözlemler hep onu göstermiştir ve de gösteriyor!
Aslına bakarsanız tüm din, inanç, vicdan asırlardır dünyanın her yanında aynıdır. Ama zihniyet,
yorum ve uygulama hep farklıdır. Farklı olmuştur. Yani bir inanç tümü ile o kişinin veya bir
grubun çıkarına yorumlanır ve uygulanırsa, işte asıl felaket, çıkmaz sokak budur! Bilir misiniz ki
ortaçağ zihniyeti neden lanetlidir? Çünkü o çağın din ve inanç yorumu ile insan düşüncesi, yani
pozitif düşünce dondurulmuştur. O devirde, o çağın belirlediği dini kurallar ve dini yorumların
dışına adım atmak mümkün olmamıştır!
İnanmak öncelikle vicdan sahibi olmaktır. İnanmak otokontroldur. İyi ve kötüyü başkalarının
uyarısına gerek kalmadan kişinin kendisinin bilebilmesidir. Farkında olmasıdır. Her şeyi önce kendi
vicdanında hissetmesidir. İnanmak, yine öz olarak kendini bilmek, tanımak, önce kendini
sevmektir. İnanmak evhamdan, aşırı şüpheden kurtulmak, rahat olmak demektir. Aslında çıkış
kaynağı ve dayanağı olarak tüm dini ve insani inançların ana amacı bu özellikleri insanlara
kazandırmak, insanlığı doğruya, iyiliğe, güzelliğe, dayanışmaya, insanları birbirlerini sevmeye
yönlendirmektir. Önemli olan daha çok bilerek ve daha iyi anlayarak inanmaktır. İnançlar, inanç
duyguları insanların zihinlerini kuvvetle bağlayan, çok kuvvetli ve kolay kolay sarsılmayan
duygulardır.
41
***
Bu konuda isterseniz dini inancın dışında bir örnek verelim. Toplumda genellikle şöyle bir inanç
yerleşmiştir: ‘Anne babasının hayır duasını alan insanların işleri rast gider. Bedduasını
alanların ise ters gider, felakete gider!’ Bu inanç yaygındır ve çoğunlukla da geçerlidir. Acaba
neden böyledir? Üzerinde azıcık düşünelim: Kanımca anne babasının bedduasını alan kişinin
öncelikle kendine faydası yoktur. Veya vefa duyguları pek gelişmemiş, oturmamıştır. Hoş bu kişiyi
yetiştiren, eğiten, şekillendiren, büyüten de yine onlardır. Yani kendi anne ve babasıdır. Ve aslında
işin özü, püf noktası da buradadır!? Ama biz yine de öbür türlü düşünmeye devam edelim.
İnanç vicdandır. Beddua alan kişinin vicdanı hiç rahat değildir. Sürekli o bedduaları, vicdanı
aracılığı ile az veya çok oranda ama mutlaka beyninde duyar, hisseder. Böyle bir ruhsal yapı zaten
felaketin de hazırlayıcısı demektir. Bu kişinin içinde sürekli olarak önemli bir duygusal boşluk ve
önemli bir manevi desteği kaybetmenin ezikliği vardır. O kişinin başarılı olmasında bu hisler ve
duygular büyük birer engeldir.
İşte bu duygular içindeki insan gidip bir duvara toslayabilir ve bu sonuç, bu inancın daha da
pekişip, doğrulanmasına sürekli katkıda bulunmuş olur. Benzer durumlar az da olsa haksız kazanç
sağlayanlar, yetim hakkı yiyenler ve hazineyi soyanlar için de bir dereceye kadar geçerlidir. Çünkü
insan unutsa da, eğer birazcık varsa insanın vicdanı kolay kolay unutmaz, unutamaz. Böyleleri
için hak tecelli ettiğinde, genellikle ‘Allah bu dünyada iken onun cezasını verdi’ derler!
Görüldüğü kadarı ile dini inancın vazgeçilmezliği en çok yoksul kesimler için söz konusudur.
Refah ve daha sonra Fazilet partimizin gücü de o nedenle bu kesime dayandırılmıştır. Bir de tabii,
bu dini akımdan yana görünüp köşeyi dönen zenginlere. Bugün bu partimiz toplumdaki ortalama
kalite ve bilinç düzeyinden o kadar emindir ki, diğer partileri halka gitmekten korkmakla
suçlayabiliyorlar! Demokrasi için hodri meydan diyebiliyorlar! İşte Cumhuriyet kurulduktan 75 yıl
sonra geldiğimiz eğitimdeki kalite düzeyimiz ne yazık ki budur! Bundan öncelikle utanması
gerekenler, yine bu yıllar içinde ülkede çoğunlukla yönetimde olanlardır.
***
Din eğitimini korku üzerine almış olan yoksulun yaşam zevki için çoğu kez günah çemberi ve
buyruk dışına çıkma lüksü yoktur. Maddi açıdan yoktur. Manevi açıdan içine düşeceği sarsıntıyı
kaldıramayacağı için yoktur. Hatta en basitinden ve en doğal hakkı olan fazlaca gülme, eğlenme
lüksünü bile kendine çok görür. Bu insanları yönetip, yönlendirenler bu durumları çok çok iyi
bilirler. Hele ki bu insanlar küçük yaşta dini yaşam bilgilerini korku, ceza ve günah ağırlıklı olarak
almış, öğrenmiş ise! Ne kadar büyüse, ne kadar okusa başka türlü düşünmesi, o çemberin dışına
çıkması çok zordur! Fazla güldüğünde bile hemen başına bir felaketin geleceğini düşünür. O
düşüncenin verdiği hüzünle, belki tesadüfen de olsa doyasıya güldüğüne, güleceğine bin pişman
olur.
Bilinen o ki; insanoğlunda ne iyilikler, ne güzellikler, ne vefalı durumlar vardır. Ama aynı zamanda
ne kötülükler, ne çirkinlikler ve de ne gaddarlıklar vardır. İşte din, inanç, ölüm korkusu, örf ve
adetlerle insan yığınları asırlardır kontrol altında tutulmaya, güya bu şekilde doğruya, güzele
yönlendirilmeye çalışılmışlardır. Doğaldır ki bütün bunların, gücü elinde bulunduranlar tarafından
kendi çıkarları doğrultusunda yorumlanıp uygulanması ise her zaman için mümkündür. İnsan
ancak iyi eğitilip, donatılıp, doğru bilgilendirildiğinde, pozitif enerji yükü fazla olduğunda
iyilikleri, güzellikleri daha fazlaca yaşar ve yaşatır diyoruz.
İşte bu nedenle aklın doğru yönde kullanımı için gerekli olan terbiyeyi ta küçük yaştan itibaren
insana eğitimle vermek gerekiyor. Böyle olursa ancak, yaşanılan o ortamda olumlu düşünce sahibi
insanların çoğunluğu sağlaması mümkündür. Kötü, eksik, şartlanmış düşünceye dayalı eğitim,
eğitimsizlik veya haksızlıklar, adaletsizlikler, çaresizlikler bazen kin, nefret, intikam ve aşırı
kıskançlık duygularının kabarmasına neden olabilmektedir. Negatif enerji yükü ile yüklenmiş olan
bu insanların kendilerine ve çevrelerine verebilecekleri zararları tahmin edebilmek dahi mümkün
42
değildir. Sonuç olarak inanmak en güçlü pozitif yaşam enerjisidir ama önemli olan bilerek ve
anlayarak inanmaktır.
43
GÜVENMEK - GÜVENSİZLİK
İnsanların güvenli veya güvensiz bir yapıya sahip olmaları öncelikle aldıkları eğitimin şekli, içeriği,
kısacası yetiştikleri ortamla ilgili bir durumdur. Çocukluktan başlayarak gerçek biçimde, zamanında
ve yerinde olacak şekilde takdir, beğeni, övgü sözcükleri almış, duymuş kişilerde güven duygusu,
özgüven gelişmiştir. Çünkü övgü, takdir ve beğeni sözcükleri sevgi sözcükleridir. Gerçekçi, samimi
bir sevgi ise sağlam bir özgüven demektir. Özgüvene sahip olan insan mutlaka dengeli ve tutarlı
bir kişiliğe sahiptir. Hem kendine güveni vardır. Hem etrafa güven duymaktadır. Bu şekilde yetişen
kişiler etrafa pozitif titreşimler yaymak için daha cömert davranabilirler. Güvensizlik insan
davranış ilişkilerine; iki yüzlülük, kaypaklık, içten pazarlıklı bir yapı olarak yansımaktadır.
Suçlama, tersleme, azarlama sistemi ile çocukları eğitimek, bu tür insanların yetişmesine de zemin
hazırlamaktadır.
Çocuklara, insanlara yaptıkları, başardıkları işlerde en azından beğeni ve övgü sinyalleri
göndermede, bunu onlara açık açık söylemede, tavır ve hareketlerimizle bunu desteklemede cimri
davranmamamız gerekiyor. Ancak bunu yapabilmek için yeterli bir bilgi ve bilince önceden sahip
olmak, bu özelliği kazanmış olmak şartı da vardır. Çocuk doğduğunda karnını doyurmak için
içgüdü ile annesinin memesini kendisinin bulması, bir merdiven basamağını kendisinin çıkması,
patiğini ayağına kendisinin geçirmesi, bir oyuncağı yuvasına denk getirmesi gibi daha ufak tefek
nice becerileri karşılığında anne veya babasından ama mutlaka ve de öncelikle annesinden aldığı
küçük övgü, takdir ve beğeni sözcükleri, en azından bunun için yanağına kondurulan küçük bir
öpücük onun yaşam boyu kazanacağı özgüvenin temelini oluşturacaktır.
Küçük adam, küçük bir şeyler yapacak ve onun beğenildiğini görecek ki büyüdüğünde daha
büyüklerini yapmak için kendisinde bir arzu ve bir istek bulabilsin. Bunu hep tekrar ediyoruz.
Gerçekten önemli olan; çocuğun eğitimi sırasında, onun içinde olan bu öğrenme arzu ve
isteğinin öldürülmemesi, köreltilmemesi, onu sürekli bir şeyler yapmaya, yaratmaya teşvik
edilmesidir. Yaptıkları bu işlerin karşılığında da, gerekçeleri açıkça söylenerek beğenilip, takdir
edilmesidir. İşte küçük yaşta alınan bu beğeni titreşimleri ilerde o kişinin daha fazla bir özgüvenle,
çok daha büyük başarılara imza atmasının esasını, temelini oluşturacaktır. Tabii ki bunu yaparken
aşırı yufka yürekli ve aşırı korumacı olmadan, kontrollu bir sorumlulukla birlikte bu destekler
çocuğa verilmelidir.
Çocuk eğitiminde aşırı korumacılık ve sevgi düşkünlüğü de en az katı davranış, sevgisizlik ve
ilgisizlik kadar tehlikelidir. Yine burada da dengeyi iyi tutturmak gerekiyor. Övgü ve beğeni
sözcükleri, çocuğa verilen bu sorumluluk ve güvenle birlikte sunulmalıdır. Sonra, anne-baba olarak
çok fazla becerikli ve çalışkan olup, çocuğa yapacak hiç bir iş, bir fırsat bırakmamak da son
derecede tehlikelidir. Hele ki çocuğun her yaptığı işte, attığı her adımda bir kusur bulmak! Ne
kadar tehlikeli bir tutumdur! Aslında izlenen bu yol; o çocuk büyüdüğünde sürekli eleştiren ve
içinden olumlu anlamda bir şeyler yapma, yaratma isteği gelmeyen bir insan yetiştirmenin de en
kestirme yoludur! Lütfen bunu yapmayalım! Çünkü o küçük çocuk, yaptığı küçük ama kendine
göre kocaman işlerden gerçekçi ve abartısız olan beğeni ve övgü sinyalleri almış olacak ki, ancak o
zaman ve sürekli daha iyisini, daha zorunu yapmak, başarmak için kendinde bir güç, enerji ve istek
bulsun, motive olsun. Doğal olarak kişi başardıkça kendine olan güveni artar, pekişir ve iş yapma
motivasyonu yükselir. O nedenle çocuğa, becerisini gösterebilmesi için uygun ortamlar
hazırlamak, gücü oranında sorumluluk vermek ve fazla belirgin olmayan küçük destekler
sunmak ama başardığında mutlaka onu görmek, takdir etmek hatta neden takdir ve övgüyü hak
ettiğini ayrıntılı olarak kendisine anlatmak gerekmektedir. İşte bilinçli, dengeli çocuk eğitiminin
esasının bu olduğuna inanıyorum. Aslında bu yalnızca çocuklar için değil, insan ilişkilerinde
kişilerin iyi yaptıkları işleri, başarılarını içtenlikle takdir edip övgü ile desteklemek yaşam kıvancı
44
veren en önemli davranış özellikleridir. Bu tür özelliklere ve bilince sahip olabilen anne ve babalara
ne mutlu! Çocukta güvenli bir kişilik yapısı ancak bu şekilde oluşturulur.
Güvenli bir yapı; aynı zamanda doğru dürüst, açık fikirli, yapıcı, sağlam bir karakter demektir.
Güvensizlik ise huzursuz, dengesiz, kaypak, iki yüzlü ilişkiler ortamının en belirgin özelliğidir.
Kişilerin güvensiz, insanların ise birbirlerine güvenlerinin olmadığı bir ortamda yaşamaları herkes
için büyük bir eziyet olsa gerek. Örneğin şu devirde (1997-1998) Türkiye’deki insanların
politikacılara, halkın vekillerine karşı duyduğu güvensizlik ve memleketin içinde bulunduğu
umutsuzluk durumları gibi.
Aslına bakılırsa bu konuda yalnızca politikacılara fazlaca yüklenmek hem doğru değil, hem de
boşunadır! Ama yine de ‘Ben sizin vekiliniz olacağım’ diyerek ve bir sürü vaadlerle öne çıkan bu
insanların en azından vicdan sahibi kişiler olmalarını gönül çok arzu ediyor! Politikacılara fazla
yüklenmek boşuna diyoruz. Çünkü toplumun karakter ortalaması, orada yaşayan bireylerin
toplamının ortalamasıdır. Dolayısıyla ortaya çıkan durum herkesin birazcık katkısı ile
oluşmaktadır. Ama bu oluşumda hiç şüphesiz ki gücü ellerinde bulunduran yöneticilerin, liderlerin
ve yöneticileri belirleyen para babalarının yani yönetimi etkileme gücü olanların payı, olumlu veya
olumsuz anlamda örnek teşkil etmeleri ve topluma yön vermeleri bakımından son derecede
önemlidir.
***
Toplumun ortalama kalitesinin artması her şeyden önce yine güç merkezlerinin ve dolayısıyla
onların belirlediği lider, yönetici pozisyonundaki kişi ve kadroların elindedir. O nedenle gücü
ellerinde bulunduranların karekter yapıları, vicdani sorumlulukları, o toplumun geleceği için son
derecede önemlidir. Öncelikle o toplumun liderleri, vekilleri gerçekçi, tutarlı, vicdanlı, güçlerini
gerçekten halktan alıyor ve halk dalkavukluğu yapmıyorlar ise o toplumun geleceği mutlaka daha
hızlı bir şekilde iyiye doğru gidecektir.
İşte Atatürk’ümüz, o kısacık ömrü süresinde bunun nasıl olacağını bize kendi yaşam ve yönetim
örneği ile göstermiştir. Ama ne yazık ki biz onu doğru anlayamadık. Hatta pek çok olumsuzlukları,
onun adını kalkan yaparak yarattık. Çünkü ortalama kalitemiz, özellikle etkili, yetkili kişilerimizin
vizyonu buna yeterli gelmedi. Özü bırakıp yağcılığı, şekilciliği, kalkancılığı ve özellikle işimize
öyle geldiği için okuma yazması dahi olmayan insanları ileri sürerek ‘Demokrasilerde halk ne
yaparsa doğru yapar’ diyerek halkın geleceğini düşünmek yerine o günü kurtarmayı, halk
dalkavukluğu yapmayı ön plana taşıdık. Yazık ettik ve çok zaman kaybettik!
Evet bu durum gerçekten bir yumurta-tavuk hikayesidir. Özellikle az gelişmiş toplumlarda, tavuk
(yöneten-yani ilgilenmesi gereken) her şeydir. Çünkü yumurtaların (yönetilenlerin) kaderi doğrudan
tavuğun elindedir. Tavuk ilgilenmediği, özverili olmadığı müddetçe yumurtaların civcive
dönüşmesi dahi mümkün değildir! Yani lider, yönetici, yönlendirici; tutarlı, dengeli, ileri görüşlü,
modern deyimle vizyon sahibi olacak, doğru kararlar alacak, toplumu doğru yönlendirecek. Halkın
doğru, yansız, önyargısız pozitif eğitimle ortalama kalitesi artmış olacak ki, kendine layık ve uygun
bir lideri, yöneticiyi seçsin, kendini yönetmesi için başa getirsin. Özetle bir toplumda olumlu veya
olumsuz yönde bilinçlenme veya kalite artışı kesinlikle yönetenin, yönetenlerin elindedir.
İnsandaki güven duygusunun sağlamlığı, sağlıklı bir ruhsal yapı için temel dayanaktır. Kişinin
kendine güvenmesi, yanındakilere ve çevresine güvenmesi huzur ve mutluluk demektir. Çünkü bu
sonuç yalnızca çevrenin o kişiye sunduğu değil, o kişinin de çevreye verdikleri ile ilgili etkileşimin
bir sonucudur. Güven yokluğu veya eksikliği huzursuzluğun, kararsızlığın, önyargının, kaypaklığın,
ikiyüzlülüğün asıl nedenleri arasındadır. Ve ülkemizin şu anda (1997-1998) içinde bulunduğu
durum gerçekten tam da buna uygun bir güvensizlik ortamıdır.
Kişinin bir şeyler başarabilmesi için bir amacının olması şarttır. Ama o amacı belirleyebilecek
yeteneğe, birikime sahip olması da gerekmektedir. Başarı için bunlar da yetmez, ilave olarak
özgüven ve çalışma azmi, yani özünü sevgiden alan bir motivasyon ve dayanışma mutlaka
45
gereklidir. İşte tam buna uyan ve çok sevdiğim bir atasözü vardır: ‘Taşı delen suyun gücü değil,
damlaların sürekliliğidir’ der. Yani bu atasözü, olumlu anlamda bir şeyler yapabilmek için her
koşulda azimli olmanın ve mutlaka çok çalışmanın gerekliliğini vurgulamaktadır.
İnsan güvenli bir yapıya, yeterli bir özgüvene sahipse aynı zamanda dengeli ve tutarlı bir yapıya da
sahiptir. Dengeli ve tutarlı bir yapı ise çağımızda özlenen, istenen, aranan en önemli özelliktir. Hele
ki yönetici, lider, yol göstericiyim diye ortaya çıkmış insanlar için bu özellik kesinlikle ön koşuldur.
Ama hani nerede? Böyle lider, yönetici kaç tane var?
Dengeli, tutarlı olmak tabii ki monoton, tekdüze, değişmez bir düşünce yapısına sahip olmak veya
böyle bir yaşam sürmek değildir! Dengeli, tutarlı olmak; olayları, durumları, öncelikle kızmadan,
sinirlenmeden, sakinlikle karşılamak, karşılayabilmektir. Her şeyden önce art niyetli ve önyargılı
olmamaktır. Olaylar ve kahramanlarından daha çok, olayların altında, gerisinde yatan nedenleri
araştırmak ve ona göre davranmaktır. İnsani erdemler doğrultusunda kurallar ve kriterler belirleyip
onu adil bir şekilde uygulamaktır. Kendisine bilgi ulaştıranları rütbe, makam ve o anda kendine
olan yakınlığı ile değil, ony adil, tarafsız ve şeffaf değerlendirebilmektir. Yani bu tür bir birikime,
yapıya ve yeteneğe sahip olmaktır.
Aslında bu birikim denen şeye bayılıyorum! Bilirsiniz ki bir sözü herkes duyar. Bir kitabı çok kişi
okur. Bir tiyatroya, sinemaya herkes gider. Bir şeye herkes bakar. Parka, tatile, geziye herkes çıkar.
Bir seminere, toplantıya çok kişi katılır. Ama bütün bunları yaparken özellikle bir şeyler dikkatinizi
çekiyor, bir etki sizde başka çağrışımlar uyandırıyor ve siz ondan değişik ve özgün düşünceler,
başka şekilde anlamlı bir şeyler türetebiliyor, yaratabiliyorsanız işte bu özellik önemli bir
birikimdir. Önemli birikimlerin bir sonucudur.
Birikimli kişi olaylardan ve söylenenlerden anında ve aşırı etkilenmez. Konuştukları ile
karşısındakinin moralini bozmaz. Hatta moral verir. Düşünceleri açık ve duru, cümleleri samimi ve
içtendir. Birikimli kişi dengeli ve tutarlı kişidir. Panik yapmaz. Sadece duyduklarına ve kendine
ulaştırılanlara göre değil, onları sıkı bir süzgeçten geçirerek hareket edebilir. Kolay ulaşılabilir,
sevgi dolu ve hoşgörülüdür. Birikimli olmak; doğru anlamak için zaman ayırabilmektir. Temel
çizgisi ve doğru prensiplerinden kolayca ödün vermeyen ama sürekli kendini yenileyebilen, çok
yönlü düşünebilen, yeterince esnek bir yapıya sahip olabilmektir.
Kısacası, olumlu düşünce ve olumlu bilgi birikimine sahip olmak; insan için, bu hayat için iyi
bir yaşam dengesi ve özgüven demektir.
HOŞGÖRÜ - HOŞGÖRÜSÜZLÜK
İnsanlık tarihinin bir hoşgörüsüzlük, bir hoyratlık belgesi olduğu çok sıklıkla söylenmektedir. Kim
bilir? Belki de bunun asıl nedeni, insanlığın ataları olarak gösterilen ve insanlığın varoluş
hikayesine göre ‘Adem ile Havva’nın cennette suç işleyip, bir suçlu olarak bu dünyaya cezalarını
çekmeleri için gönderilmiş olmalarıdır’! Yine biliyoruz ki insanlık tarihinin en önemli dayanak
noktası olan din ve inanç sistemleri insanlar arası ilişkilerde sevgiyi, dayanışmayı, iyi ilişkileri
yaygınlaştırmak amacı ile kurulmuşlardır. Ancak ne var ki insanlarda yeterli bir bilinç ve temiz bir
vicdan olmadığı sürece din ve inancın kendisi, çoğu zaman bu hoşgörüsüzlüğün asıl nedeni
olmuştur.
Özellikle farklı dini inanca veya aynı inancın farklı mezheplerine sahip insanlar arasında yıllarca,
hem de Tanrı adına büyük katliamlar yaşanmış ve hala da yaşanmaktadır. Elbette ki bu durum salt
bir din ve inanç meselesi değildir. Genelde temiz bir vicdan sahibi olmayan yönetenin, güçlü
46
olanın, her şeyi ve tabii ki o inancı kendi çıkarı için kullanma hevesinden kaynaklanan, sakat bir
yönetim anlayışı ve esas olarak o toplumun ortalama kalitesini ilgilendiren bir durumdur.
Hoşgörüsüzlüğün kaynağı ve temeli; öz olarak şartlanmış düşünce yapısı yani yanlış, eksik, tek
taraflı eğitim veya eğitimsizliktir. Eğer kişi kendisi dışındaki insanların da bir değeri ve işe yarar
bir fikirleri olabileceğini kabul etmiyor veya yalnızca kendine ait fikirleri kabul ettirmek amacı ile
eğitiliyor ise, işte bu kör bağnazlığın, hoşgörüsüzlüğün, yobazlığın ta kendisidir. O nedenle
yobazlık salt aşırı dincilerin tekelinde olan bir şey değildir. Okumuş, entel yobazlar yani sabit
fikirliler bazen çok daha tehlikelidirler! Çünkü onlar okumuş oldukları için toplumda göreceli de
olsa önceden belli bir değere, öneme sahiptirler.
Hoşgörü; kuvvetli olanın, yönetimde olanın, etkili ve yetkili olanın göstermesi gereken bir
davranış biçimidir. Zayıfın, güçsüzün hoşgörü göstermesi bir anlam ifade etmez! Yani ailede annebabanın çocuklarına, kurumlarda müdür veya şefin, devlette ise hükmedenlerin, yönetimi ellerinde
bulunduranların; idare ettikleri, yönettikleri kişilere, halka karşı hoşgörüsü söz konusudur.
Otoritesini bilgi yerine kaba kuvvete, korkutma, sindirme, asma, kesme, ezme esasları üzerine
kuran yönetici veya yetkili kişi, sürekli o toplumda hoşgörüsüzlük, kin, nefret tohumları ekiyor,
onları yeşertiyor, besliyor ve bir güzel büyütüyor demektir. Hoşgörü, her yönden gelebilecek veya
yansıyabilecek olumlu, pozitif enerjilerin giriş yaptığı ve sürekli açık olması gereken ana giriş
kapısıdır.
Hoşgörü, güç ve güçlülük ile birlikte düşünüldüğüne göre, hemen akla şu anda dünyanın en
kuvvetli en güçlü ekonomik sistemi olan kapitalizm gelmektedir. Ancak tüm kuvvetine karşın
insanları genelde ve yalnızca birer üretim ve tüketim aracı olarak gördüğü ve bireysel başarıyı
neredeyse tanrılaştırdığı, insan ilişkilerinde güvensizliği pekiştirdiği için gelişen, artan servetle
birlikte insanlar bu sistemde daha çok tutucu, korumacı, güvensiz daha az paylaşımcı, daha çok
huzursuz, dengesiz ve hoşgörüsüz bir yapı kazanmaktadırlar. Aşırı hırs, çekememezlik, kıskançlık
ve bunun sonucu depresyonlar artmakta, hoşgörü için düşünecek, ilgilenecek ve bunu anlayacak bir
zaman kalmamaktadır. Üstelik bu kapitalist sistemin yaşam felsefesinin özünde; ‘Eğer bir şeyle
ilgilenip uğraşıyorsan ondan mutlaka ve öncelikle maddi bir çıkarının olması şarttır. Öyle
değilse kesinlikle ilgilenmeye değmez’ fikri ağır basmaktadır.
Gerçekten de vahşi kapitalizm anlayışında hem rekabette dostluk, hem doymada sınır yoktur.
1998 sonlarında yaşanan ekonomik kriz de diğerleri gibi mutlaka tarihi kayıtlara geçecek ve
tarihteki mümtaz yerini alacaktır! Bu kafa ile gidersek daha çok krizler görüp onları doyasıya
yaşama imkanımız olacak! Bugün bu sistemin yapısını iyi bilen ve hiç bir üretim yapmadan sadece
fon yönetimi ile paradan para kazanarak dünya piyasalarını allak bullak ettiği söylenen Yunan asıllı
George Soros bakın ne diyor? ‘Piyasalarda korkunç bir acımasızlık hakimdir. Eğer siz de orada
iseniz, oyunu kurallarına göre oynamak zorundasınız’. Peki ama kardeşim bu oyunun kurallarını
belirleyenler kimlerdir? Hiç şüphesiz ki uluslararası sermaye yani karteller. Bu durumda kimi kime
şikayet edeceksin! Bay Soros devam ediyor ve diyor ki: ‘Piyasaların ahlaki bir tanımlamasının
olmadığını, piyasaların her şeyi kontrol etmelerine imkan verilerek ahlaki değerlerin alanını
sınırladıklarını’ hiç olmazsa açık bir yüreklilikle söyleyebiliyor.
Ve ilave ediyor! Bu söyledikleri ise son derecede insancıl: Toplum olarak ahlaki değerlerin
korunmasının gerekli olduğunu, yeteri kadar para kazandığını ve bunları mezara götürmek
niyetinde olmadığını, kazandığından çoğunu hayırseverlik konularına harcadığını söylüyor. Demek
ki o da sonunda işin farkına varmış! Mutlaka gidici olduğunu anlamıştır diyorum. Yani bu haliyle
çok daha fazla hoşgörü göstermeye tümü ile hazır gibi görünüyor!
Hoşgörüyü, kuvveti ve gücü elinde bulunduranların göstermesi gerektiğini belirtmiştik. Ancak
hoşgörüyü gösterecek olan bu insanların doğal olarak öncelikle kendi konumlarını muhafaza
yönünde eğitilmiş oldukları da çok yalın bir gerçektir. Çünkü hemen herkes önce kendi konumunu
korumak zorundadır. Bu nedenle zengin ve güçlü olanlar az doğurmakta, para zoru ile de olsa iyi
47
bir eğitim alabilmektedirler. Aslında zenginin sadece gezip gördüğü yerlerden edindiği izlenimler
onlar için en önemli eğitimdir. İyi beslenmekte, kafası çalışsa da çalışmasa da en iyi, en şöhretli
eğitim kurumlarında okumakta ve böylece tepedeki konumunu hep muhafaza edebilmektedir.
İşte Amerika’daki yönetici kadronun durumu bu tanıma fazlası ile uymaktadır! Gerçekten
ülkemizdeki sayıları çok az olan ve Nobel’e aday gösterilecek kadar başarılı çalışmalar yapabilmiş
Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ile Amerika üzerine yapılan bir söyleşi (E.Ü. Müh. Fakültesi,
Tekno-Kültür, Sayı 2, Haziran 1997) bu konuda pek çok ip ucunu gözler önüne seriyor. Sinanoğlu
bu konuda şunları söylüyor: ‘Amerika çok güçlü çünkü her şeyi çekip çeviren belki bir milyon,
çok üstün vasıflı insanı var. Geriye kalan 270 milyon tamamiyle karacahil. O bir milyonun
çocuklarının gittiği okullar, ilkokuldan üniversiteye kadar tamamiyle ayrı. Özel ve çok vasıflı,
muazzam imkanlar ve muazzam hocalar...’ diye devam edip gidiyor.
Amerika’daki karacahil çoğunluk ve onların okulları için söylenenleri buraya daha fazla aktarıp,
sizlerin içini fazla karartmayalım! Sonra Amerikanın bu haline siz de fazlası ile üzülürsünüz!
Ancak her ne kadar her fırsatta dünyaya adil, şeffaf, son derece demokratik bir idare görüntüsü ve
de propagandası verebilseler de, eğer ki eğitimde biraz olsun fırsat eşitliği ve pozitif yaygın
eğitimle ortalama kalite artışına gerçek bir katkı olmuyor ise bu görüntülerin hepsi boş şeylerdir,
aldatmacadır. Güçlünün gücüne güç katmaktan öteye genel yapı için bir esprisi, anlamı ve amacı
yoktur.
Görüyoruz ki Amerika bununla da yetinmiyor. Ne yapıp yapıp tüm dünyanın işleyen beyinlerinin
de desteğini ve tüm feyzini alarak bu bir milyon yönetici kesimin yani Amerika’nın güçlü
konumunu sürekli takviye edebiliyor. Ama her imparatorluk gibi bu gücün de er veya geç bir sonu
olacağı kesindir diye düşünüyoruz. Belki de yaşanan bu yıllar, gücünün zirvesine ulaştığı yıllardır.
Ancak bu sonu geciktirmek için ‘Globalleşme’ teorisini geliştirip, yaygınlaştırma konusunda çok
fazla gayret sarfettiklerini de açıkça görüyoruz.
Kim bilir? Belki de bilgisayar devrimi ile birlikte artık imparatorluklar eskiden olduğu gibi o üç
meşhur dönemin sonuncusunu yani çökme ve dağılma safhasını yaşamayacaklar! Değerli yazar
Çetin Altan ustanın sıkça değindiği gibi bizim ülkemizdeki olayların seyrinde ‘Dış dinamikler iç
dinamiklere bin basacak’. Böylece hem onların imparatorluğu yükselme devrinde kalmaya devam
edecek, hem bizim ülkemizi de yükselme yönünde adeta sürükleyecekler. Bizi bu hinterlandda
demokratik bir merkez yaparak, kendi üretim bolluğunu eritebilmek için bizim de bu globalleşme
rüzgarlarından olumlu yönde etkilenmemizi sağlayacaklar! Haydi hayırlısı! Ne diyelim?
Bu dünyada hiç bir kimseye, hiç bir ülkeye kırgınlığım, kızgınlığım ve dargınlığım yoktur, olamaz
da! İnsanın içindeki kızgınlığın ilk önce o kişiye zarar verdiğini az çok anlamış bulunuyorum.
‘Çünkü keskin sirkenin zararı ilk önce kendi küpüne olurmuş’. Amerika’nın bu dünya için çok
büyük, çok önemli düşünce, bilim ve sanat adamları yetiştirdiğini, bu dünyadaki yaşamı
kolaylaştıran çok önemli yeniliklere, buluşlara imza atmış kişileri bünyesinden çıkardığını da
biliyorum. Ama ABD’nin yerleşik yönetim felsefesinin kesinlikle bu dünyanın gelecekteki uzun
vadeli yararına olmadığını da açıklıkla söylemek istiyorum. Eğer bu dünya ilelebet yaşanacak bir
yer olarak kalacak ise, aşırı bireycilik, aşırı gösteriş meraklısı ve başarıyı sevgi ile paylaşmayı
bilmeyen ve tanımayan, aşırı maddiyatçı toplumların uzun vadede sonları iyi olmayacak diye
düşünüyorum. Çünkü bu tür özellikler insanı insan yapan evrensel erdemleri sürekli kemirip,
aşındırmaktadır. İşin kötüsü tüm dünya bugün, ilk önce o ülkeyi örnek, model olarak almaktadır!
Çünkü dünyanın en güçlüsü odur. Doğrusu bugünkü uyguladığı eğitim ve yönetim politikası ile
Amerika’nın dünya için iyi bir örnek olduğunu veya olacağını sanmıyorum.
Güçlü olduğu ve tüm dünya tarafından örnek alındığı için onun gösterdiği, göstereceği doğrultuyu
çok fazla önemsemek gerekiyor. Çünkü bizim ülkemizde de kendimi bildim bileli hep ‘Küçük
Amerika olmak’ önemli bir amaçtır, hayaldir. Biliyoruz ki bugün bilgi Çin’de değil Amerika’dadır!
Gücü yetenlerin gidip o bilgiyi mutlaka oradan alması gerekiyor. Ama orada yetişen prensleri
48
getirip kendi sistemimiz içinde lütfen kendimize benzetmeyelim! Evet belki Engin Cıvan’ın
yapısında, mayasında da bir miktar olabilir ama bu ülkede herkes hazineden bol miktarda alıp
götürürken, dostunu ve de yakın akrabasını tam anlamı ile doyururken o kişi neden elini, kolunu
bağlayıp suyun başında öylesine bakıp, otursun ki?
***
Gelelim güçsüz olanlara! İşte hoşgörü gösterilecek olan çoğunluk yoksulllar, güçsüzler yine
güçsüzdür. İşin özünü ararsan karacahil oldukları için! Öncelikle beline güvenerek ama aslında
yaradılış iç güdüsü ile yapılan bu üretim şeklinin dışında başkaca bir üretim şekli bilmemiş,
tanımamış oldukları için, eski alışkanlık icabı tarlaya ırgat hazırlayıp, yetiştirmek zorunda oldukları
için ve de bu yüzden hiç bir zaman bellerinin doğrulamayacağının farkında olmadan, bolca çocuk
ürettikleri için güçsüz ve değersizdirler. Tabii ki bu değersizlik, para babalarının gözlüğü ile
bakıldığında böyledir!
Devir ne kadar ilerlemiş olursa olsun, çocuk üretimi söz konusu olduğunda yoksulun kafası hep
geriye, geçmişe doğru çalışır! Nedeni ise çok açıktır: Çok çocuk yapacak, ırgatı, amelesi çok
olacak. Eşli, arkalı olacak, mahalleyi, köyü, o yöreyi fethedecek ve belki de krallığını ilan
edecektir! Ama gel gör ki zaman geçmiş, devir çoktan değişmiştir! Bunun farkında hiç değildir! Bu
yüzden doğru dürüst beslenemez, eğitim alamaz. Olanakları yoktur ki kendi kabuğunu kırsın ve
başka yerlerde ne var ne yok görebilsin, tanıyabilsin, öğrenebilsin. Böylece sürekli hoşgörü
gösterilmeye muhtaç olarak kalır. Ama bazen de, Allah korusun sular seller gibi kabarır, akar bütün
bentleri yıkar, yok eder! Sanırım artık bu devirler de epeyce eskilerde, gerilerde kaldı!
Evet beğensek de beğenmesek de dünyanın ve günümüzün gerçeği budur. Yani bir tarafta varlıklı,
iyi eğitilmiş, sayısı az ama güya kalitesi ve mutlaka gücü yerinde etkili, yetkili, yöneten bir üst
tabaka. Diğer yanda ise yoksul, eğitimsiz, kalitesiz yığın halinde üretilmiş, sürünen bir alt tabaka.
Yani halk denilen o muamma! Buraya kadar belki her şey yerli yerine çok iyi oturuyor ama işin
içine bir de demokrasi denilen ve uğruna bir sürü sözler söylenip, bildiriler yayınlanıp, nutuklar
atılan o muamma girince durumlar biraz değil, epeyce karışıyor. İşte dünyanın karmakarışık
görüntüsünün belki de asıl nedeni bu olsa gerek.
Sadece demokrasi kavramı ile halk denilen bu toplulukların bir değerinin olduğu anlatılmak
isteniyor. Demokrasi güya halk idaresi yani halkın kendi kendini yönetmesi, tabi seçtiği temsilciler
yardımı ile! O temsilcilerin nasıl seçildikleri ise yine bilinen yöntemler ve bilinen ortalama insan
kalitesi meselesi! Ve bu halk denilen yığınlar o kadar çaresiz ki kendilerine söylenenlerin boş ve
yalan olduğunu bile bile, belki yine de bir umut olabilir düşüncesi ile ama tabii ki demokrasi
uğruna akın akın seçim meydanlarını doldurabiliyorlar! Ama her seferinde kendileri için hiç bir
şeyin olumlu anlamda değişmediğini deneyerek ve yaşayarak görüyorlar.
***
Hoşgörü; farklı olanı, farklı fikri kabullenme, ona tahammül için ilk önce onu doğru anlamayı
gerektirmektedir. Hoşgörü; kuvvetli, güçlü olduğunu bildiğin halde farklı olana, farklı fikre
dayanabilme, tahammül gösterebilmektir. Çağımızda çok küçük farklılıkların, mikro milliyetçiliğin
iyice belirginleştiği bir ortamda eğer yönetenlerin uyanmaları ve işin farkına varmaları açısından
zaman epeyce geçmemiş ise, hoşgörü denilen bu sihirli sözcüğe daha çok gereksinimimiz olduğu ve
olacağı açıktır.
Hoşgörü için de yine öncelikle bilgili, birikimli, sabırlı, art niyetsiz, önyargısız bir düşünce ve kafa
yapısı gerekmektedir.
Farklılıklar, şiddet ve yıkıcı unsurlar taşımadığı müddetçe onları kabullenmek, onları muhafaza
etmek aynen doğal varlıkları doğada tüm çeşidi ve güzelliği ile korumak gibidir. Eğer gerçekten
güçlü olduğuna inanıyor isen ancak hoşgörü göstererek normal, huzurlu, daha iyi yaşanabilir bir
ortamı yaratma olanağın var demektir. Aslında bunun anlamı, yöneten ve yönetilenler için daha çok
49
ve gerçek bir demokrasidir. Yönetim olarak insanları fazlası ile çaresiz bırakmaz, biraz olsun adil,
şeffaf ve eşit davranır, onları anlamak için gayret gösterir, ortalama kalitenin artması için samimi
bir çaba gösterirseniz o insanların gelecek için olumlu anlamda ufak da olsa bir umutları varsa,
kolay kolay kinlenip şiddete, yıkıcılığa soyunmazlar. Toplumda olumlu doğrultuda gelişme ve
ilerleme için insanlarda; o aileye, o topluma, o ülkeye ait olma duygusunun, bilincinin
zedelenmeden geliştirilmesi çok önemlidir.
Şiddete başvurmak, kin beslemek ilkelliktir. Cahiliye devrinin, mağara devrinin
alışkanlıklarıdır. Ama bu özellik, öncelikle yönetilenlerden çok, yönetenler için geçerlidir. Daha
önce de söyledik. Bu dünyada her şey düşünce ile başlayıp düşünce ile bittiği gibi yine her şey
yönetimle başlayıp yönetimle bitiyor. Bir söz vardır. ‘Bir deli kuyuya bir taş atar, bin kişi uğraşır
onu çıkaramaz’ İşte yönetimin asıl görevi o delinin o taşı kuyuya atması için ortam yaratmamaktır.
O deliye zamanında sahip çıkmaktır. O tedbiri zamanında almaktır. Şu anda ve ilerde de barış,
anlayış, normal bir huzur ortamında yaşayabilmek için bu sihirli sözcüğe yani hoşgörüye büyük
ihtiyacımız vardır. Ama her şeyde olduğu gibi önemli olan bunu slogan olarak kullanmak değil,
hakkı ile ve içine sindirerek uygulayabilmektir.
İnsan için hoşgörünün asıl kaynağı yine içinde bulunduğu, içine doğduğu aile ortamı ve
çevresidir. Yani güçsüz, zayıf olan çocuğa güçlü, etkili ve yetkili olan anne-babanın hoşgörü ile,
sevgi ve bilgi ile yaklaşması, davranması sonucu bu özellik kazanılabilecektir. Sadece küçükken
değil, daha sonra büyüyüp gelişme sürecinde onun değişen duygu ve fikirlerine karşı anlayış
gösterebilme, tahammül edebilme yeteneğini ve olgunluğunu gösterebilmek de gerekmektedir.
Hatta öyle ki, onu kendi serbest seçimlerinde fazla aşırı zorlamadan ve ona kendi kararlarında
birazcık daha fazla yanılma özgürlüğü de tanıyabilmekle mümkündür. Yani bu, biraz daha fazla
olgun demokrasi demektir.
Örneğin; bizim meşhur demokratik hoşgörü anlayışımızın en önemli göstergelerinden birisidir! Bir
yerlerde biraz ters bir olay mı oldu? Olayı çıkaranı ortadan kaldırırsın veya ibret olsun diye bir kaç
kişiyi sallandırırsın, böylece her şey anında yoluna girer, düzelir! Aslında bu davranış şekli sinirle,
bilgisizce, zorbaca, sabırsızca ve panikle yani hoşgörüsüzce ama özellikle anlamaya çalışmadan,
korkutma yöntemi ile eğitilmiş, yetiştirilmiş çocuk, insan, kişi eğitiminin sonuçlarından başka bir
şey değildir. Daha doğrusu böyle bir davranış; bilgisizliğin, birikimsizliğin, ortalama kalite
düşüklüğünün çok önemli bir göstergesidir.
O nedenle; çocuk bir şey mi sordu, lafını hemen boğazına tıka! Bir olay çıkardığında nedenini,
niçinini hiç araştırma bas tokadı! Hatta yetmedi savur tekmeleri! Sonuçta dünyada Saddam tipleri
neden çoğaldı diye hayretler içine düş! Saddam güncel olduğu için kötü bir eğitime, kötü ama yine
de güçlü bir yöneticiye örnek olarak gösterilebilir. Ancak yine biliyoruz ki Saddam’ı suçlamanın
bir faydası yoktur. Evet, Saddam önemli ama Saddam’ı Saddam yapan nedenler çok daha
önemlidir! Saddam da sonuçta yine bizler gibi bir insandır. Ama yetişme, yetiştirilme şekline,
ortamına göre bu kişinin kafası ve vücudu hep birilerinden öç almak için programlanmıştır.
Sonuç olarak şu anda bizdeki yönetim durumu tabii ki ehveni şer sayılır. Ama yine de yaşanılan bu
güzel hoşgörü ortamından herkes kendi payına düşeni fazlası ile alıyor! Böylesine bir ortamda, 20
yılı geçen uzunca bir sürede % 100 enflasyonla tüm iyi, insani değerleri sıfırla, toplumdaki adalet
duygularını tarumar et, sefaleti diz boyu yap, gelir dengeleri arasında uçurumlar yarat, fakir
fukaranın umutlarını söndür, sonra bu güzel demokratik ortamda hiç olmazsa Allah’tan korkanların
partisi olarak ortaya çıktığını söyleyen birileri hükümet olunca şaşkın şaşkın etrafa bak, onları
şikayet edecek bir yer, bir makam ara!
Bunu çoğu kez tekrarlıyorum ve tüm içtenliğimle inanıyorum. Eğer bir ailede olumsuzluklar,
aşılmaz problemler, çarpıklıklar, hoyratlıklar varsa bunun nedeni öncelikle anne-babadır. Bir
kurumda onun yöneticisi veya yönetim kadrosu, bir devlette ise mutlaka o devleti yönetenler yani
hükümet edenlerdir. O nedenle hoşgörülü bir toplum için öncelikle yönetici, lider, etkili ve yetkili
50
pozisyonda olan kişilerin tutumu, bilgisi, birikimi, vizyonu, hoşgörüsü, bunların kişilere ve o
topluma gösterdiği doğrultu, örnek oluş biçimleri önemlidir.
En önemli koşul; adına demokrasi dediğimiz şu ortamda toplumu yöneten liderlerin birbirlerini
suçlamadan konuşabilmeleri, şeffaf, özellikle halk dalkavukluğu yapmaya ihtiyaç duymayacak bir
vicdan ve birikim düzeyine sahip, halka gerçek durumu anlatabilecek yetenek ve yüreklilikte
insanlar olabilmeleridir. Böyle olduğu takdirde inanın gerçeği açıklıkla bilen insanlar yani
yönetilenler hem yönetime her türlü desteği, hem de zorluklara karşı anlayış ve özveri göstermekte
daha cömert davranacaklardır.
Her zaman ve her devirde en önemlisi yönetimdir, yönetendir. Ailede, kurumda veya devletteki
yönetim hep aynıdır. Yönetimin alanı, kapsamı büyüdükçe kişiler kalabalıklaşır hepsi o kadar. O
toplumun, o ülkenin geleceği öncelikle iyi, örnek bir aile ve yine iyi, örnek bir devlet yönetimine
bağlıdır. Ama bize göre en önemlisi devlet yönetimidir. İyi bir aile yönetimine sahip olanlar nasıl
olsa kendi gemilerini kurtarma şansına çoğu zaman sahiptirler. Genelde varlıklı ailelerdir. Ancak
iyi bir aile yönetimi şansına sahip olamamış bireylerin, insanların daha sonra örnek alabilecekleri
kişi veya kişiler yalnızca o ülkeyi, o toplumu yönetenlerdir.
Bir kere şunu iyi bilelim ki yönetmek zor bir meslektir. Ama her ne hikmetse bizde hemen herkes
yönetici yani iktidarda olmaya can atmaktadır. Hatta kendini yönetmeyi bilmese dahi! Bu konuda
Meltem Pusat’ın Sabah Gazetesi’nde ilginç bir yazısı vardı. Doğruluk oranı ne kadardır bilinmez
ama bu yazıdan; ‘Türk erkeklerinin öyle sanıldığı ve hep söylendiği gibi cinsel iktidar açısından
pek güçlü olmadıkları, bu nedenle yöneterek iktidarda olma meraklarının fazla olduğu’ yolunda bir
yorum ortaya çıkıyordu. Yani ülkemizde iktidara bu derecede vazgeçilmez bir hırsla sarılan tüm
yöneticilerin bu açıdan da incelenmeleri gerekiyor!?
Yönetmek adı üstünde yönlendirmek demektir. Ama tabii ki doğru yönlendirmek. Yargıtay
başkanı sayın Sami Selçuk’un konuşmaları büyük tartışmalara neden oldu. Eski
Cumhurbaşkanımız sayın Kenan Evren, sayın Sami Selçuk’un 1980 anayasası ile ilgili sözlerine
şöyle bir karşılık veriyor: ‘O anayasayı yapmak için 167 kişi birlikte çalıştı. Yalnız başıma
yapmadım ki! Hem sonra beğenmiyorlarsa değiştirsinler’
Görüldüğü gibi ileri sürülen bir görüşe hemen karşılık vermek son derecede kolaydır. Bu memleket
çok uzun yıllar aynen bu şekildeki demogojilerle yönetildi: Petrol vardı da içtik mi? Yollar
yürümekle aşınmaz. Dün dündür, bugün bugündür, Verdimse ben verdim... gibi daha nice
inciler! Peki diyelim ki bu anayasayı bu kadar kişi yaptı, halk da bilmem şu kadar oy yüzdesi ile
bunu kabul etti. Ama o zamanlar, bütün bunları yöneten ve yönlendirenler kimler di acaba? İşte bu
nedenle hep onu söylüyor ve onu iddia (hiç bir zaman iddiacı değilim ama) ediyorum: Öbür
dünyayı şimdilik karıştırmıyoruz. Ama bu dünyada yaşanan ve yaşanacak her türlü güzellik ve
çirkinlikler mutlaka o yönetimlerin eseridir. Hele de geri kalmış, ortalama insan kalitesi düşük
olan toplumlarda!
Kaliteli yönetmek için öncelikle bilinçli, bilgili, vicdanlı olmak, önceden düşünmek ve planlamak
şarttır. Doğru düşünmek, planlamak ve doğru yönlendirmek için yine her şeyden önce sevgi ve
bilgiye ihtiyaç vardır. Yoksa isteme gücü olan herkese her istediğini anında vererek; durumu,
vaziyeti yıllarca idare etmek, yönetmek değildir! Yönetmek zor bir meslektir. Çünkü iyi bir
yönetici öncelikle kendinden çok şeyler vermek zorundadır. Bunun anlamını daha iyi
kavrayabilmek için Atatürk’ümüz gibi bir yönetici örneğini şöyle bir kafamızdan geçirelim! Evet
günümüz için çok ekstrem bir örnek ama büyük Atatürk’ün bir yönetici olarak bu ülkeye verdikleri
ile kendisi ve yakınları için alıkoyduklarını bugünün koşulları, bugünün yöneticileri ile bir
karşılaştırın lütfen! İşte bu nedenledir ki yönetmek iyi bir yönetici için aslında ağır bir yük, büyük
bir sorumluluktur.
Bugün herkes oturup bir üst yönetimi rahatça eleştiriyor. Eleştiriyor dememiz şu ki, oturup onun
aleyhinde uzaktan dedikodu yapıyoruz. Tabii ki yanına vardığımızda ise su katılmamış bir yağcı
51
olup, yağcılık yapıyoruz! Neymiş efendim? Rektörün dediği dedik, etrafındakiler ise evet
efendimci, hay hay efendimci v.s. imiş! Peki ama kardeşim hangi yönetim kadememizde
paylaşımcı, kendi altındakileri dinleyen, doğru anlamaya çalışan, katılımcı bir yapı
oluşturabilmişiz? Müdür, şef, başkan her ne ise, onun yapmak istediklerine kim karşı koymuş? Ve
karşı koyanların hali şimdiye kadar nice olmuş? Bir yöneten, etkili, yetkili kişi kendini oranın
mutlak hakimi sanıyor ve hiç bir karşı fikre tahammülü yok! Hal böyle ise bu durumlar nasıl ve ne
şekilde düzelir ki?
Doğru bir yönetim anlayışını artık eskiden olduğu gibi aşağıdakilerin baş kaldırması, devrim
yapması ile kuramayız, kuramazlar. Hayata yeni başlayan, geçmişten ders alamayan gençlerde hala
bu yönde bir istek ve enerji var. Bu yolları denemeye kalkmak bile daha çok zıtlaşmalara ve daha
çok kangrenlerin oluşmasına neden oluyor. Bunun sağlıklı yolunu açıp o doğrultuyu gösterecek
olanlar yine vicdan, akıl ve olgun sevgi sahibi yönetenler, yöneticiler, güç sahipleridir. Bunun için
mutlaka yaşanması, aşılması şart olan bir süreç gereklidir. Örneğin bizim şu anda çektiklerimiz;
Rönesans’tan ancak 200-250 sene sonra uyanmış olmamızın bir bedelidir. Bu bedeli az veya çok
oranda, kendi payına düşen herkes ödeyecektir. Çünkü bunun daha başkaca, daha uygun, daha
kestirme bir şekli yoktur.
Aslında yönetmek bir yerde herkesin, hepimizin her an görevidir. Bir kere herkes önce kendini
yönetiyor, yönetmek zorunda. Sonra bir aile yönetiyoruz. Genelde bunlar kendiliğinden olup giden
şeyler olarak görülür ama işin asıl özü öncelikle kişinin kendini doğru yönetmesi, ailesini doğru
yönetmesidir. Yani bu durum öz olarak, büyük Atatürk’ün söylediği ’Yurtta sulh, cihanda sulh’
prensibinin aynısıdır. Eğer aile toplumun çekirdeği ise toplumun sağlam olması bu çekirdeğin
sağlamlığına ve iyi yönetilmesine bağlıdır. Eğer kişi, aile, kurum veya ülke kendi içinde dengeli,
tutarlı, barışık, dayanışmacı ise etrafında fırtınalar kopsa da kolay kolay sarsılmaz, yıkılmaz.
Başka bir deyişle; kendi kafanız, kendi içiniz rahat olmadığı sürece etraftaki, dünyadaki hiç bir şey,
hiç kimse sizin için rahat değildir. Öncelikle bunun farkına varmamız gerekiyor!
Yönetim açısından çok kişinin, kalabalığın yani bir toplumun yönetilmesi şüphesiz en önemlisidir.
Çünkü kişi kendini iyi yönetemediği zaman, zararı yalnızca kendisine, aile iyi yönetilemediği
zaman onun çevresine ama o toplum iyi yönetilemediği zaman zararı herkese, koca bir topluma
olmaktadır. En önemlisi de toplumdaki herkesin en baştakileri, yönetimi, yöneticiyi örnek alarak
kendini yönetmeye, yönlendirmeye çalışmasıdır. Örneğin bizim vekillerimiz de sürekli Mersedes
ve BMW’nin reklamlarını yaptıkları için bizde en yoksulumuza kadar hemen herkes bir Mersedes
ve BMW hastasıdır. Bu en basit ve bugün için çok anlamlı bir örnektir. Belki de ‘Bizi neden
Avrupa Birliği’ne almıyorlar’? sorusunun tam bir karşılığıdır. Ülkemiz sık aralıklarla ağır
ekonomik krizlere girer. Ama bizim yöneticilerimiz, vekillerimiz gösterişli yaşama saltanatlarından
hiç ödün vermezler! Mersedesler, şatafatlı lojmanlar, bol harcamalı dış geziler gırla gider! Nasıl
olsa devletin malı deniz!
Ama herkes iyi biliyor ki; önemli ve değerli olan, kaliteyi evrensel erdemler ve kriterler
doğrultusunda önce içimizde, özümüzde oluşturmaktır. Yoksa zengin bir ülkenin yaptığı kaliteli
bir arabaya binerek değil! İşte günümüzde ve de ülkemizde, beyaz veya kara olsun bir yerlerden
para bulan kişinin aklına gelen ilk şey pahalı bir araba alıp ona binmektir. Yani bakan, milletvekili
gibi hava atıp insanlardan saygı görmek, zorla veya kolayından bu saygıyı devşirmektir! O nedenle
Türkiye bugün lüks, üstelik kaçak otomobillerin ithal cennetidir.
‘Fiyatı bir memurun ömür boyu kazandığı paraya eş değer olan lüks otomobiller ülkemizde
peynir ekmek gibi satılıyor’ diye yazıyor gazeteler. Okuma yazmanız varsa açın gazeteleri bir
okuyun! Yine aynı doğrultuda bizim meslek olan tekstil ile ilgili bir haber. “Türkiye marka
cenneti. Milyarlık ürünler fiyatına bakılmadan kapışılıyor. Fiyata kim aldırır. Marka dünyaca
ünlü olsun yeter. Yabancı markalar Türkiye’den son derecede memnun. Dünyanın ünlü markaları
Türkiye’de birbiri ardına mağazalar açıyor. Yaptıkları ciroların haddi hesabı yok. Ucuzcu Tati ise
52
havlu attı. Uygun fiyatları nedeniyle tüm dünyada büyük ilgi gören Fransız Tati Mağazası’nın
Türkiye şubesi, yeterince rağbet göremeyince kapandı” diyor.
Zavallı Cem Boyner! Ucuzcu Tati’yi Türkiye’ye getirmekle burada da halkını yanlış anladı galiba.
İşte bizde parası olan kesimin çoğunlukla ruhsal yapısı ve anlayışı ne yazık ki budur. İşin kötüsü
aynı anlayışın, parası olsun veya olmasın bunca genç nüfusa da aynen işlenmiş olmasıdır. Oysa
ki Türkiye gümrük birliğine girerken tekstil açısından ne hayaller kurmuştu! Tamam, paran varsa
kumar oynayıp veya zil zurna içmektense güzel giyinmek bir zevk, bir değerdir. Ama illa ki marka,
etiket için bunca paraya günah değil mi? Eğitim için, yani kocaman gövdenin üstünde bulunan
kafanın iç donanımını sağlamak için milyonlarca kişi ufacık bir umut peşinde koşarken, sen bu
eksikliğini kapatmak için har vurup harman savur! Günah diye bir şey varsa asıl budur, kardeşim.
Parayı bu kadar kolay kazanan ve kolayca savuran bayanlar ve de baylar!
İşte ucuz Tati. Kaliteyse kalite, yabancıysa yabancı demiş adam getirmiş. Ama olmaz! O giysi
herkesin fiyatını da takdir ettiği bir ürün, bir yabancı marka olmalı! Çünkü sormazlar mı? Kaça
aldın? Ne marka aldın? O nedenle Türkiye’de tekstilde kendi markasını oluşturmaya çalışan
firmalar bu yüzden marka ismi olarak yabancı bir terim, bir kelime bulmak zorunda olduklarını çok
iyi biliyorlar ve ancak öyle yaparak işin içinden çıkabiliyorlar. İnsanlardaki özgüven ve öz bilinç
eksikliğini, bu nedenle reklamların sağladığı dayanılmaz prestiji, ülkenin sahip olduğu kötü imajı,
bu savurganlıktan daha iyi açıklayan bir durum olabilir mi?
Ben diyorum ki iç dengelerde boşluk, hamlık, açık varsa; tez elden ya pahalı bir arabaya binerek, ya
çok pahalı bir marka giyerek veya hızlı bir yönetici, başkan olarak bu boşluğu kapatmaya,
görüntüyü kurtarmaya çalışırsın. Hele ki kolay kazanca alışık olanlar için böyle bir yol ve sonuç
adeta kaçınılmazdır, vazgeçilmezdir.
Evet gelelim yine biz yönetim meselesine. İşte çok önemli olan bu güven en çok yönetim için
gereklidir. Yani yönetime güven şarttır. Yönetimin besin kaynağı, onu ayakta tutan güvendir.
Ancak bu güveni öncelikle yönetimin kendisi yaratmak ve pekiştirmek zorundadır. Bunun için
gerekli olanlar ise; yine ilk önce yönetimin adil, tarafsız, iki yüzlülükten uzak, şeffaf bir yapısının
olmasıdır. Yönetici veya yönetim elindeki imkanları, imkansızlıkları, amacını, hedeflerini açıklıkla
duyurmak, bildirmek, adil davranmak, her konuda yönetilenlerin katılımını ve desteğini istemek
zorundadır.
Dünyanın ve de insanlığın belki de en büyük sorunu insanların, özellikle yöneten konumundaki
insanların iki yüzlülüğü ve bunun sonunda ortaya çıkan güvensiz ortamdır. İşin kötü tarafı insanlar
zenginleştikçe, maddiyat çok öne çıktıkça iki yüzlülük, sahte davranışlar ve güvensizlik de buna
paralel artmaktadır. İnsanlık için belki de asıl çıkmaz sokak bu olsa gerek!
Şu bir gerçek ki yönetim şeffaf ve katılımcı olmadığı sürece yönetime güven de kolaylıkla
sağlanamayacaktır. Sadece yönetime yakın olduğunu göstermeye çalışan sahte destekçiler,
çıkarcılar, yağcılar olacaktır. İşte sayın Hüsamettin Cindoruk’un dediği gibi yalaklar veya kendi
çıkarlarını çok iyi bilen salaklar o toplumda çoğaldıkça çoğalacaktır. Hatta bir partide, parti
propagandasını şehitlik mertebesine kadar yüceltebilen, yeni yağcı bilgiçler dahi türeyecektir!
Velhasıl sonuçta hoşgörülü bir toplum için; yine de kendini bilen, tanıyan, seven, özgüveni olan
bireylere ve özellikle yöneticilere, etkili ve yetkili kişilere büyük ihtiyaç vardır. Hoşgörülü olmak
sonuçta bir özgüven, olumlu bir birikim sahibi olmak ve çok önemli bir kalite göstergesidir.
Kalitesiz, sevgisiz bir insanın hoşgörülü olmasını beklemek boşunadır!
53
SAKİNLİK - SİNİRLİLİK
Sakinlik öncelikle bir bilgelik, insanda iç dengelerin yerli yerine oturduğunu, huzurlu bir yapının
oluştuğunu belirten en önemli göstergelerden biridir. Sakin kalmanın zor olduğu anlarda bile
sakin kalabilen kişiler bu yüzden halk arasında ermiş, evliya gibi sıfatlarla anılırlar. Sakin olmak,
sakin kalabilmek önemli bir erdem, olumlu bir birikim düzeyidir. Doğrusu bu konuda kendime de
ufak bir pay çıkarmak isterim. Çünkü ailede, yakın çevremde bazen benim için ‘Peygamber gibi
insan’ diyenler olur. Neden? Çünkü her şeye hemencecik kızmadığım, sinirlenmediğim, genelde
boşa konuşmadığım ve mümkün olduğunca düşünerek konuştuğum için! Kimseden hakkım
olmayan bir şeyi isteme, alma düşüncem olmadığı için! Aslında biraz düşünme ve olayların
arkasındaki nedenleri anlama gibi bir huyun, birikimin ve de bunun için yeterli zamanın, sabrın
varsa kızmanın, sinirlenmenin gereksiz olduğunu sen de kolayca anlarsın!
Sinirlilik son derecede tehlikeli bir ruh halidir. Bu dünyadaki yaşamın yükünü kaldırma, felsefesini
ve özünü anlama gücü, gayreti olmayanlar için sinirli yapı sürekli devam eden bir yaşam biçimidir.
Hele de kendini bilme, tanıma gayret ve çabasını göstermemiş olanlar için! Özetle sinirlilik;
insanda iç dengelerin tam oturmadığı veya zayıf olduğu, dolayısıyla çoğu kez bir bilgisizlik,
huzursuzluk, sevgisizlik, güvensizlik, bir eksiklik halidir. Sinirli kişiler çok zaman bu özellik ve
görüntülerini bir koz olarak da kullanırlar. Kızgın, sinirli insana kolay soru sorulmaz, kolayca
yanına yaklaşılmaz! Bu kişiler yerine göre hemencecik kızıp sinirlenerek yanıt vermekten kurtulma,
bilgi açığını bu şekilde kapatma yolunu da seçerler.
Sinirlenmek, kızmak, bağırmak yerine göre çok ender olarak bir boşalma, rahatlama yoludur. Veya
genelde böyle değerlendirilir. Ama bu yolu insanlara karşı kullanmak her zaman için çok tehlikeli,
son derecede zararlı bir davranış şeklidir. İnsanlara zarar vermeden bunu yapabilmenin bazı yolları
vardır ve mutlaka olmalıdır. Örneğin filmlerde gördüğümüz gibi parası olan kişinin, insanları
kırmak yerine bir eğlence yerine gidip parası ve gücü oranında bol miktarda tabak kırması bunun
bir yoludur. O durumları seyreden bizim eski topraklar ise bir hayli hayıflanıyorlar: “O tabakları
öyle kıracağına bir fakire verseler ya” diyerek. Ama böyle bir eğlence şeklini tabak üreticileri el
altından teşvik etmiş, desteklemiş de olamazlar mı? Diğer bir yolu; ıssız bir yere gidip bağırıp,
çağırmak veya tavandan asılı kum torbasına bir kaç yumruk savurmak suretiyle bu kızgınlık daha
zararsız bir şekilde geçiştirilebilir.
Sanırım sinirli kişinin en önemli özelliği, öncelikle onun kendine kızan bir insan olmasıdır. Sinirli
bir insanın yaptığı işten ve yaşamdan zevk alması çok zor olsa gerek. İnsanların sinirle, öfke ile
birbirlerinin kalplerini kırmaları, azarlamaları, terslemeleri, hakaret etmeleri belki o anda, o kişi
için bir rahatlama yolu olabilir! Veya öyle zannedilir! Ancak unutmayalım ki o anlar aynı
zamanda karşılıklı kin, nefret ve dolayısıyla zıtlaşma tohumlarının da ekildiği anlardır. Kızıp
sinirlenen, öfke kusan kişi o anda içindeki negatif enerjileri karşı tarafa boşaltmıştır ama o kişi hem
sanıldığı gibi rahatlamamış hem de bu enerjiler daha yoğun olarak karşıdaki kişiye yüklenmiştir.
Bunun çok iyi bilinmesi gerekiyor!
Böylesine bir öfke boşaltma durumu aynı seviyedeki insanlar arasında olduğu kadar özellikle etkili,
yetkili ve yönetici konumundaki kişilerin yönetimlerindeki insanlara karşı hiç bir şekilde
yapmamaları gereken çok hassas bir davranış şeklidir. Bize göre en önemli yetkili ve etkili kişiler
ise ailede anne-babadır. Eğer bir yönetici akılla değil de sinirle yönetiyorsa vay o ailenin, o
kurumun veya o devletin haline! Ne mutlu çocuğuna kızmadan, öfkelenmeden ve de çocuğunu
kızdırmadan, öfkelendirmeden onunla konuşup, iletişim kurabilen anne babalara! Öfke ve
kızgınlık her zaman insanın negatif bir enerji ile yüklenmesi demektir. O çocuk ki, açığa
vuramadığı o kızgınlıkları, içinde biriktirdiği zaman işte asıl felaket başlamış demektir. Bu tür bir
54
çocuğun olumlu bir başarıya motive olması son derecede zor, hatta mümkün değildir. İçeride
biriken bu öfke ve sinir, kin ve nefrete kadar uzanır. O çocuğu yıkıcı, yok edici başarılar için
hazırlar, donatır!
Sinir ve öfke sonucu ortaya çıkan kin ve zıtlaşma ortamı hem o kişi, hem çevresi için uzun
sürede mutlaka onarılamayacak yaralar açmaya adaydır. Böyle bir durum ister ailede, ister
kurumda, isterse devlette sorunların kangrene dönüşmesine ve içinden çıkılmaz bir hal almasına
neden olur. Çünkü sinirli olmanın ana nedeni, o konudaki bilgisizlik, sevgisizlik, aşırı hırs, olumlu
birikim noksanlığıdır. Eğer kişi bu dünyadaki yaşamında, insan olarak bir üst dereceye terfi etmek
istiyor ise mutlaka sinir, öfke, kızgınlık, kırgınlık, gücenme gibi insani özelliklerini törpüleyip,
buna karşılık affetme ve bağışlama yeteneklerini ve gücünü artırmak zorundadır.
Öyle ki sinirlilik hali aklın, mantığın rafa kaldırıldığı bir kızgınlık durumudur. Bu gibi durumlar
için söylenmiş çok güzel bir söz vardır. ‘Ağzından çıkanı kulağı duymuyor’. Vaziyet bu ise, bu
kişiden veya böyle bir durumdan yaşam adına hayırlı bir sonuç beklemek tabii ki doğru olamaz ve
boşunadır. Sakinlik gerçekten bilgeliktir. Kişi ne kadar bilgili, bilinçli, iç dengelerini iyi
kurabilmiş ise o derecede sakin davranış özelliklerine sahiptir. Çünkü hangi olay olursa olsun, o
olay ve kahramanı mutlaka önemlidir. Ama olayın nedenleri, hazırlayıcı faktörleri çok daha
önemlidir. Sakin kişi, öncelikle olayın nedenini bilir veya bilmek için o konuda çaba harcar. Olayın
nedenleri doğru bilindiği ve anlaşıldığı müddetçe zaten fazla kızacak, sinirlenecek veya aşırı
sevinilecek bir durumun olmadığı kendiliğinden görülür!
***
İsterseniz burada sinirden biraz uzaklaşıp sakin bir kafa ile yaşanan tüm bireysel ve toplumsal
olumsuzlukların, çarpıklıkların, hoyratlıkların nedenleri üzerinde birazcık düşünelim: Bize göre
bireysel ve toplumsal olumsuzlukların, çarpıklıkların, hoyratlıkların nedenlerini aşağıdaki gibi
beş grupta, başlıkta toplamak mümkündür:
Birincisi: Her şeyde olduğu gibi burada da birinci neden yani asıl sorun kalite meselesidir. Kalite
ise kesinlikle ve mutlaka doğru bir eğitim ve doğru, pozitif bir bilgilenme ile hayat için olumlu
birikimler edinmek demektir. İnsan için kalite; şartlanmış bir düşünce yapısına saplanıp kalmadan
korkusuz, korkutmasız, önyargısız, çok yönlü bilgilenmeye dayanan pozitif bir eğitim demektir. İşte
bizim toplumumuzun asıl ve öncelikli sorunu da, bundan başka bir şey değildir.
İkincisi: Yine toplumdaki ataerkil yapı ile anaerkil (gerçi böyle bir yapı neolitik çağ dışında hiç
bir zaman olmamış. Ancak sadece bir maymun cinsi dünyada bu sistemi başarı ile uygulamakta
imiş) yapı arasındaki denge veya dengesizlik meselesidir. Bu da kesinlikle ve mutlaka toplumun
ortalama kalitesi yani eğitim, yönetim kalitesi ile doğrudan ilgili bir durumdur. Güya bizim
toplumda aileyi baba yönetir ama çocukları, sürekli arka planda kalan ezilmiş, büzülmüş, doğru
dürüst pozitif bir eğitim almamış olan anneler eğitir ve yetiştirir!
Üçüncüsü: Her zaman için biraz da şans gereği, bulunduğun ortamda senden önce gelmiş kaliteli
veya kalitesiz insanların ortaya getirmiş, kurmuş oldukları bir sistem meselesidir. Önemli olan
doğru, kaliteli bir yönetim sistemidir. Doğru, kaliteli bir yönetim sistemi ve uygulaması ise yine
tümü ile o toplumdaki ortalama insan kalitesinin düzeyini ilgilendiren bir durumdur.
Dördüncüsü: Bütün bu sayılan faktörler her kişi ve her toplum için sonuçta, bir zaman ve süreç
meselesidir. Bu dördüncü şık, ilk üçünü yapısında taşıyan, aslında tümü ile insanlığın, toplumların,
bir yerde yerkürenin gelişim ve evrimleşme seyri ve süreci meselesidir.
55
Buraya kadar olan dört nedeni, kısaca özetlemek gerekirse; eğer bir toplumda bireysel ve
toplumsal olumsuzlukların, çarpıklıkların, hoyratlıkların azalması isteniyor ise; bir kere doğru,
erken, pozitif eğitim ve bilgilenme ile toplumun ortalama kalitesinin artırılması gerekli ve de
şarttır. Bunun en kestirme ve gerçekçi yolu öncelikle kız çocuklarının doğru dürüst bir eğitim,
öğretim görmüş olmalarından geçmektedir. Asırlardır hoyrat bir sistem kurmuş olan, özünde kaba
kol gücüne dayanan ataerkil yapının; bilinçli, bilgili bayanlarla, özellikle annelerle hem daha iyi bir
çocuk eğitimi hem sevecen, şefkatli, olumlu katkıları ile bu sistemin yumuşatılması ve bu yoldan
toplumun ortalama kalitesinin artırılması gerekmektedir. Asıl mesele o toplumda adam yerine
konulan insanların çoğunlukta olmasıdır. Bu ise büyük oranda kız olsun, erkek olsun, tüm
insanları yetiştiren annelerin kalite ve bilgilerinin artması ile mümkündür.
İsterseniz bu sıralarda ve bu çağda; toplumumuzu temsil eden ve yöneten yüce meclisimize
bayanların sayısı, katılımı açısından bir bakalım. Güya bayanlar için partilerde kontenjanlar
ayrılıyor ama boşuna! Mecliste sadece bir kaç bayan var. Onlar da ortama uyum sağlayarak, güçlü
erkek taklidi yaparak etkili olmaya çalışıyorlar. Hele başbakanımız olan o güzel Bayan! Doğrusu
hem son derece azınlık, hem de büyük bir şaşkınlık var. Bu durumu bu koşullarda normal
karşılamak gerekiyor. Onun içindir ki her yerde ve her yöredeki kız çocuklarının iyi, dengeli,
pozitif bir eğitim, öğretim görmeleri vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Çünkü biliyoruz ki kız olsun,
erkek olsun çocuk eğitiminde yük, tümü ile annenin sırtındadır.
Her türlü iyi ve güzel olan şey, yine iyi ve doğru bir çocuk eğitiminin sonucudur. Bugün tüm
dünyada Müslüman toplumların neden geri kamış toplumlar olduklarının incelenmesine mutlaka
kadınların, kızların bu toplumlardaki durumu, onların pozitif eğitimine verilen önem incelenerek
cevap aranmalıdır. Oysa ki sözde kutsal ama bilinçsiz, bilgisiz, özellikle çaresiz annelerin kuluçka
makinesi gibi çocuk ürettiği bir toplumda, ortalama kalitenin artması için, daha uzun bir süre
beklemek gerekeceği açıktır. Ortalama kalite artmadığı müddetçe de o yönetim sisteminin adı ve
şekli ne olursa olsun insanların yararına daha iyi çalışan, daha iyi işleyen bir düzeni kurmak ve
çalıştırmak gerçekten mümkün değildir!
Demek oluyor ki gelişmemiş toplumlarda bütün bunların olması için mutlaka belli bir zaman ve
sürece ihtiyaç vardır. İşte pozitif bilimler açısından Avrupa ile aramızdaki bu süreç farkı,
matbaanın en azından 250 sene sonra bize gelmiş olmasının yarattığı bir farktır. Bu süreci
hızlandırabilecek olan tek faktör ise yine erken, doğru, pozitif, yaygın çocuk eğitimi ve de
öğretimidir. O nedenle, bu doğrultuyu ve bu vizyonu topluma verebilecek dengeli, tutarlı, gerçekçi,
lider, yönetici ve yönetimlere, anne-babalara şiddetle gereksinim vardır.
Olumsuzlukların nedenleri arasında yukarıda sayılan bu dört faktörün dışında bir beşincisi daha
vardır ki! Bu faktör kısmen zamana bağlı gibidir ama tümüyle diğerlerinden farklı ve kesinlikle
bize göre en önemlisidir.
Beşincisi: Gerçekten en önemlisi, tüm olumsuzlukların özü sevgisizlik meselesidir.
Sevgisizlik insanlar için, tüm çağların en önemli problemidir. Biliyoruz ki eski çağlarda insanlar
arasındaki sevgi bağlarını pekiştirmek, sevgisizliği en aza indirmek için peygamberler gelmiş, bu
amaçla din ve inanç sistemleri kurulmuş. Tüm din ve inanç sistemlerinin bize göre gerçek özü
sevgidir. Bilinçlenme çağı ile birlikte artık peygamberler yoktur. Ama bugün bakıyoruz ortalıkta
peygamberlerin kaçıncı dereceden gölgesi gibi görev yapan insanlar, sahte peygamberler var. Bu
insanların taraftar buldukları toplum katmanlarına baktığımızda ise, ya çok zengin veya çok fakir
olan kesimler olduğu ortaya çıkıyor. İşte sevgisizliğin yoğunlaştığı toplum kesimleri de böylece
‘Ben buradayım’ diye kendiliğinden bağırıyorlar! Çok şükür biz, orta direk diye diye, orta sınıfı
yok ettiğimiz için artık böyle bir sınıfımız da kalmadı! Çıkabilenler hemen bir üste çıktı. Altta
kalanlar ise iyice dibe çöktü! Yani toplumun sorunlu kesimleri başbaşa kaldılar! İşte bir tarafta çok
çocuk üreten ve aile yönetimini zorunlu olarak Allaha havale eden, diğer tarafta ise her şeyin para
56
ile daha iyi olacağını varsayan ve çocuk eğitimini sevgisiz, umursuz paralı bakıcılara havale eden
kesimler bu toplumu oluşturuyor.
Kısacası işin özü şu ki; çocukla asıl ilgilenmesi gerekenler ilgilenmeyince veya ilgilenemeyince
sevgisizlik de diz boyunu aşıp gitmektedir. Şuna inanalım ki sevgisizlik eskiye göre belki daha
fazla oranda bugünkü modern çağımızın ve toplumun en önemli problemidir. Sevgisizlik bugün;
insanlara gösterilen, önerilen aç gözlü bir yaşam anlayışı ile birleşerek adı STRES olup daha güçlü
bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani sevgisizliğin bugünkü adı aşırı strestir. Bu stres her insanda
olması gereken normal bir stres değil, aşırı iç gerilimler sonucu insanı çarpıtan, deforme eden bir
strestir. İşte stresin bu şekli çok büyük oranda sevgisizlik, ilgisizlik, aşırı bireycilik ve insanlara
gösterilen aç gözlü, aşırı hırs küpü yaşam doğrultusunun bir sonucudur.
Biliyoruz ki bu yaşamda fazla stresi atma ve gevşeme olayı yalnızca insanlara özgü bir davranış
şekli değildir. Bir tekstilci olarak buna kumaş örneğini verebilirim. Eğer siz kumaşı fabrikada iken
fazla iç gerilimlerini (stresini) gidermeden o şekli ile piyasaya verecek olursanız, o kumaş ilerideki
kullanımı sırasında mutlaka çarpıklıklar, deformasyon özellikleri gösterecektir, göstermektedir.
Yok eğer, o kumaşı fabrikada iken yapılan işlemler sırasında, sıcak ortamda (sevgi ortamında)
değişik tekniklerle fazla iç gerilimlerinden (stresten) kurtarırsanız, o şekilde piyasaya sunulan
kumaş hiç bir olumsuzluk göstermeden normal görevlerini rahatlıkla yapabilecektir ve yapmaktadır.
***
Bugünkü modern yaşam tarzı dediğimiz bu yaşam şeklinin ne yazık ki stresi, sevgisizliği artıran
çok önemli ve etkin unsurları vardır. Bu unsurlar aslında herkes tarafından çok iyi bilinen
şeylerdir. Örneğin bunlardan:
Birincisi: Lanse edilen aç gözlü yaşam anlayışının bir gereği olarak; aşırı hırs, çekememezlik,
kıskançlık ve aşırı tüketimle mutlu olma duygularının sürekli dorukta olmasıdır. Ne yazık ki bu
duyguları birazcık törpüleyip normal sınırlarına yani hem kendimize hem başkalarına zarar
vermeyecek boyutlara indiremiyoruz. İyiyi örnek alarak sabırla ve azimle onun gibi olmaya
çalışmak yerine, ne pahasına olursa olsun en hızlı şekilde kırıp dökerek de olsa yukarılara
tırmanma ve anında çok şeye sahip olma anlayışı hakim durumdadır. Çünkü güçlü olanlar yani
uluslararası sermaye tarafından bize gösterilen doğrultu böyledir! Bizim önümüzde olan, güya
başarılı örnekler böyledir!
Bugünkü yaşam anlayışımıza göre eğer yakınımızdaki birinin bizden bir düğme fazlası varsa onu
kesinlikle içimize sindiremiyoruz. Bununla ilgili önemli bir çekememezlik hikayesi şöyle
anlatılmaktadır: Yoksul, dindar adamcağızın biri gece gündüz ibadetle uğraşır. Allah’tan istekleri
çoktur. Ve sürekli halinden şikayetçidir. Bu kadar ibadet ettiği, yalvardığı halde Allah’ın
adaletsizliği canını sıkmaktadır. Sonra Tanrı tarafından buna bir haber gönderilir. ‘Gidin söyleyin o
kişiye. Ne isterse o yapılacak ama komşusuna da bunun iki katı olacak şekilde yapılacak’.
Bunun üzerine adamcağız iyice fıttırır ve sonunda isteğini bildirir! ‘Benim bir gözümün
çıkartılmasını istiyorum’! der. İşte günümüzün aşırı hırs küpü yaşam ortamında vaziyet hemen
hemen bu merkezde bir yerdedir.
İkincisi: Eğitim, eğitim, yine eğitim. Ama doğru, kaliteli bir yönetimin belirlediği, yönlendirdiği bir
eğitim! Eğitim, eğitim, eğitim veya daha doğrusu yönetim, yönetim, yönetim! Bunları en azından
Napolyon’un ‘Para, para, para’ felsefesinden daha sonra değil de hiç olmazsa onunla birlikte
düşünmemiz gerekmektedir. Bizde Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden neredeyse 75 yıl geçti
ancak daha şimdilerde ülkemiz için iyi kötü bir eğitim reformu yapabildik. O da yine içimizden
gelerek, kendi gönlümüzle ve uzlaşarak değil. Zorlamalar ve mecburiyetler sonucu oldu! O
nedenledir ki hep yanlış, maksatlı, yetersiz eğitim veya eğitimsizlikler sonucu şartlanmış düşünce
yapısına sahip insanlar olarak yetişiyoruz ve de yetiştiriyoruz.
Şartlanmış düşünce yapısı ise doğrudan doğruya bol önyargılı ve hoşgörü özürlü bir yapı
demektir. Sonuç olarak işte böylesine, bugünkü gibi bir toplum demektir. Böyle bir yapı ise, işte o
57
çok korkulan yobazlık halidir. Yalnız şunu çok iyi bilmeliyiz ki yobazlığın yani sabit fikirli
olmanın kesinlikle sağı, solu, dini, ırkı, milliyeti yoktur.
Şartlanmış kafa yapısı ile çocuk yetiştirmenin en iyi örneği bizim ülkemizde uygulanan şeklidir:
Eğer bir çocuk henüz konuşmayı öğrenmeden özel parmak işaretleri ile bir parti selamını öğreniyor
ise, dini eğitimde dinin özü olan Allah sevgisinden önce günahlar, azaplar, korkular ve kendisi gibi
düşünmeyenlerin dinsiz olduğunu öğreniyor ise, Atatürk sevgisi şahıslara tapulanarak, bu durum
öncelikle başkalarını suçlamak için bir araç, bir kalkan olarak kullanılıyor ise, bu şekilde eğitilen,
yetiştirilen insanların oluşturduğu toplum nasıl huzurlu bir toplum olabilir ki? Bu insanların nasıl
açık fikirli, hoşgörülü olmalarını, birbirlerinin fikirlerine tahammül etmelerini bekleyebiliriz?
Üçüncüsü: İşte yukarıda belirtilen bu az gelişmiş özelliklerimiz nedeniyle insan ilişkilerimizde hep
kolay olanı, yani kolayca suçlamayı tercih etmemizdir. Başka kişi veya başka gruplarla
ilgilenmediğimiz ve de doğru bilgilenmediğimiz için kolayca suçlayarak işin içinden sıyrılmaya
çalışırız. Bir toplumda veya ortamda fazla oranda birbirlerini suçlayıp dolaşan insanlar varsa ve
en baştakiler birbirleri için suçlamanın en alasını yapıyorlar ise biliniz ki orada, o toplumda
ortalama kalite seviyesi son derecede düşüktür!
Biliyoruz ki suçlamak son derecede kolay bir iştir. Hiç bir birikim ve bilgiyi gerektirmez.
Suçlamak için azıcık büyük veya büyüklük iddiasında olan bir küçük olmak bile yeterlidir.
Suçlamak kolaydır ama gerçekten kalitesizliğin, hamlığın, sevgisizliğin, ilkelliğin en önemli
göstergelerinden biridir. Peki ya anlamak, anlamaya çalışmak nasıldır? Anlamak zordur ve doğru
anlamak için olumlu anlamda çok fazla şey gerekmektedir: Öncelikle olgun bir sevgi, ilgi, bilgi,
sabır, hoşgörü, zaman, olumlu birikim gibi daha bir sürü ama hepsi gerçekten fazlaca emek ve çaba
gerektiren insani erdemler. Anlamak yaşam dengesinde sevgi enerjisinin ağırlıkta olması demektir.
Bu ise zaten kaliteli bir insan, kaliteli bir yaşam demektir.
O nedenle diyoruz ki; kızmadan, sinirlenmeden, suçlamadan önce insanları anlamaya çalışalım.
Çünkü bu dünyadaki var olmanın asıl amacı hayatı anlamlı yaşamak ve yaşamdan zevk almaktır.
Bunun için mutlaka ve kesinlikle sevgiyi, doğru anlamayı esas almak, sakin ve dengeli olmak
gerekiyor. Sinir ve öfke ile yayılan enerji, aynı sevgi enerjisinde olduğu gibi hatta daha hızlı bir
şekilde etrafa yayılır. Üstelik belki anında yıkıcı bir eyleme dönüşür.
Bununla ilgili olarak anlatılan çok iyi, örnek bir olay vardır. Olay şudur: İş yerinde amiri bir
çalışana sinirle bağırır, azarlar. Yani onu bir güzel haşlar! Çalışan bu kişi eve gider hanımı ile
kapışır. Hanım çocuğuna bir tokat patlatır. Çocuk da kendisine yüklenen bu negatif enerjiyi
boşaltmak için o çok sevdiği kedisine bir tekme savurur. Kedi ise tam anlamı ile çaresiz
durumdadır! Çünkü kedi burada en alt tabakayı temsil etmektedir! Yani bu sistemde, sinirli yaşam
ortamında gücü gücü yetenedir! Aklı ve sevgiyi bir kenara bıraktığında o yaşamdan olumlu
anlamda bir şey beklemek gerçekten boşunadır. Bu örnek gerçektir veya bu şekilde uydurulmuş
olabilir. Ama sevginin olumlu, pozitif, yapıcı ve yaratıcı bir enerji olarak dalga dalga yayıldığı gibi,
sinir ve öfke ile yayılan enerji de aynı şekilde ama yıkıcı, köreltici hatta yok edici etkisiyle birlikte
ve daha hızlı bir şekilde yayılır.
O nedenledir ki çocuk eğitiminde ve yetiştirilmesinde sinir, öfke, kızgınlık halleri ne olur işin
içine girmesin, girmemelidir. Sinirli yapının çocuk eğitimindeki yeri apayrı bir özellik
taşımaktadır. Eğer çocuğun suskun, beceriksiz, çekingen veya tersine boş gurura sahip, kibirli
biri olarak yetişmesini istiyorsan onun her isteğini hemen geri çevir, her sorusunu ya boğazına
tıka veya yeri zamanı değil diyerek anında sustur. Yok eğer çocuğun konuşabilen, düşünebilen,
girişken, dengeli ve başarılı biri olmasını arzu ediyorsan onu dinle, soru sormaya teşvik et.
Uygun yanıtı bulmak için sabırla, şefkatle zaman ayır ve onunla sevecen bir ilişki kur. Şunu iyi
bilmeliyiz ki bir anne babanın, kendi çocuğunun davranışlarından şikayetçi olması kadar anlamsız,
boş bir şey yoktur. Çünkü ufak bir analiz, küçük bir gözlem, çocuktaki şikayet konusu olan tüm
davranış bozukluklarının o annede, babada veya her ikisinde birden fazlası ile olduğunu
58
gösterecektir. Veya anne babanın anlayışsız, bilinçsiz tutumları çocukta bu davranış bozukluklarını
ortaya çıkarmaktadır.
***
Gazetelerde okuyoruz. Bugün dünyada özellikle gelişmiş, zengin ülkelerde en çok satılan haplar
sinir hapları imiş. Gerçekten bu haber doğrudur! Çünkü gelir ve refah düzeyi artmış olsa da aç
gözlülük, kıskançlık, çekememezlik ve aşırı hırsın revaçta olduğu, gittikçe dozunu artırdığı
çağımızda, doğrusu bu sonucun dışında bir özellik ve öncelik beklenilmemelidir. Uygulanan sistem
gereği biz hep başarılı, uyumlu, bize sorun çıkarmayan insanların peşindeyiz. Hele hocalar olarak!
Başarılı olsunlar ve kendi reklamımızı daha iyi yapsınlar diye! Veya insanlar çok sorunlu, çekilmez
diye, ilgimizi hayvanlara yöneltip, daha çok hayvan dostu olmaya çalışırız. Zannederiz ki sorunsuz
insanlar kendiliğinden veya aynen bizim kafamıza göre onları zorlar veya öyle yetiştirirsek ortaya
çıkacaktır! Eğer bir insan olumsuz, uyumsuz davranış özellikleri gösteriyor ise ona kızıp
sinirlenmeden önce biraz düşünelim lütfen! Acaba o kişi nasıl bir ortamda yetişmiş, nasıl bir
ortamdan gelmiştir? Çünkü herkes hemen hemen tümü ile bulunduğu, yetiştiği ortamın, aldığı
eğitimin bir ürünüdür. Kişi bir kere yaşamak için dünyaya çıkmıştır. Onu sinirle ve de bilinçsizce
haşlayıp, kolayca suçlamadan önce sakinleşelim ve lütfen, önce onu doğru anlamaya çalışalım!
Kızgınlık ve sinirle ilgili olarak söylenecek son söz şudur: Eğer ki sinirli, kızgın, sabırsız bir
yapınız var ve siz bu yapının düzelmesi için herhangi bir çaba içinde değilseniz lütfen hem
kendinize hem insanlığa büyük bir iyilik edin: Lütfen çocuk yapmayın! Çünkü şunu bilin ki; bir
çocuk yapıp bütün sinirli, kızgın, sabırsız yapınızı aynen ona aktaracaksınız. Her fırsatta büyük
olduğunuz ve çok şey bildiğiniz için onu suçlayacak, tersleyecek, azarlayacak, onu hiç
dinlemeyecek ve sonuçta doğuştan içinde var olan o sevgiyi kaybetmiş bir canlı yaratık daha
yetiştireceksiniz demektir! Lütfen bunu yapmayın! Yiyin, için gezin, tozun, hayatınızı yaşayın ama
çocuk yapmayın. Bu dünyadan göçmeden önce kendinize ve insanlığa hiç olmazsa bu şekilde bir
iyilikte bulunun!
59
DOĞRUDAN İLETİŞİM - DEDİKODU İLE HABERLEŞMEK VE YÖNETMEK
Yaşanan pek çok bireysel ve toplumsal problemlerin özünde insanların, grupların anlatmak veya
söylemek istediklerini doğrudan ilgili kişi veya gruplarla karşılıklı konuşamaması veya neyi, nasıl
konuşmasını bilmemesi yatmaktadır. Sağlıklı bir iletişimi bilmemek veya yapamamak vardır. O
nedenle doğrudan konuşmak, doğru konuşmasını bilmek, yaşamı, insan ilişkilerini kolaylaştıran
faktörlerin en başında yer almaktadır. Gerçekten de olumlu bir yaşamın temel koşullarından birisi
ve en önemlisi ilgili kişi ile doğrudan iletişim kurmak, güvenmek, güven vermek, suçlamadan
konuşmasını öğrenmek ve bilmektir.
Eskiden işler, alışverişler genelde hep karşılıklı verilen sözler, karşılıklı duyulan güvenle yürürmüş.
Bu kural Doğu’da hala çoğunlukla geçerlidir. Ancak üçkağıtçılık, sevgisizlik ve güvensizlikle
birlikte belki çek senet mafyasına da bir pay çıksın diye senet, sepet, kanun, yönetmelik gibi bir
sürü formalite işin içine sokulmuş ama yine de işler zor yürüyor. Sonunda işi bitiren, sonuçlandıran
yine çek senet mafyası oluyor.
Karşılıklı konuşabilmenin, samimi, sevecen, art niyetsiz konuşabilmenin erdemine inanmak
gerekiyor. Aslında bunun adı, sürekli bir güvene dayanan karşılıklı samimi bir diyalog içinde
olmaktır. Yoksa bugünkü yaşananlar gibi iki yüzlülük kokan tam bir kör döğüşü değil! Biz insanlar
asıl amacımızı gizleyerek yaptığımız konuşmalarla zannederiz ki o kişiyi hemen kandırdık veya
inandırdık!? Ama aradan zaman geçer ve sonuç hiç de beklediğimiz veya umduğumuz gibi çıkmaz.
Çünkü konuşma şekli ve tavrı ile birlikte vücuttan ve gözlerden yayılan enerjilerin cinsi, sahte olan
pek çok şeyi o anda tüm açıklığı ile ele vermiştir. Karşımızdaki kişi de aynı yöntemlerle bizi bizden
daha iyi taklit etmeye başlar! Sonuçta iş çıkmaza girer. İnsan ilişkilerinde samimi, sevecen, içten
olmak günümüzde gerçekten çok zordur. Ama en sonunda vicdan huzuru için bunun dışında daha
geçerli, daha güvenli bir yol da yoktur. Yine belki de kişi için sonunda en büyük şöhret; kendi
yaptıklarınla kendi iç huzurunu, yüreğinin dinginliğini sağlamış, yakalayabilmiş olmandır.
Hayatta her şey yazılı kurallara bağlanmamalı ve de bağlanamaz. Vicdan, güzel ahlak ama mutlaka
o işin içinde samimi bir sevgi kırıntısı olmalıdır. Şu andaki günümüz ortamına ve yaşam çizgisine
ters ama hayatta ilk öğrenilmesi gereken şey, suçlamadan konuşmasını bilmektir. Yani öncelikle
suçlamadan, azarlamadan, terslemeden, aşağılamadan konuşmayı öğrenmek ve öğretmektir.
Mümkünse konuştuğun kişinin moralini bozmadan ona moral verebilmektir. Özellikle gençlerden
ricam, bu konulara biraz daha fazla duyarlılık ve özen göstermeleridir!
Çok güzel bir atasözümüz vardır. ‘Söz gümüşse sukut altındır’ der. Bu söz her zaman susmak için
söylenmiş değildir. Sürekli olarak susan bir kişinin ne düşündüğünü nereden bileceksin? Bu söz
öncelikle dinlemenin çok önemli bir erdem olduğunu belirtir. Çünkü dinlemeden doğruyu
anlamak ve doğru konuşmak mümkün değildir. Diğer türlü konuşmasını bilmediğin zaman, hele de
suçlayıcı konuşacaksan, gerçekten bu atasözü altın kadar değerlidir. Lütfen bu gibi durumlarda, ne
olur susma hakkınızı kullanın! Suçlayıcı konuşarak zıtlaşma ortamı yaratmayın! Çünkü hiç kimse
şimdiye kadar bir diğerini suçlayarak ne dediğini yaptırabilmiş ne de fikrini kabul ettirebilmiştir. O
nedenle azıcık aklı olan kişi güya kendini rahatlatma adına bir başkasını suçlamayı tercih etmez.
Etmesin de!
İletişimin bir başka türü dedikodu ile haberleşmektir. Yani dolaylı yoldan konuşmaktır. İnsanlarla
konuşmak istediklerimizi doğrudan ve ilgili kimse onunla konuşmak yerine, çoğu kez dedikodu ile
haberleşmeyi tercih etmektir. Yani böylece kendimize bir laf taşıyıcısı tutmuş oluruz. Suçlayıcı
dedikodu ise en tehlikelisi ve aynı zamanda en tatlısıdır! İnsanları hemencecik bir araya toplar
ve arada sarsılmaz bir bağ oluşturur. Dedikodu şeklinde aktarılarak anlatılan her şeyde mutlaka az
veya çok oranda yabancı bir katkı, bir dolgu vardır. Kısacası, dedikodu ile haberleşmede herkes
anlamak istediği gibi anlar veya anlatmak istediği gibi anlatır!
60
Hele ki ortada bir problem var ve bu problem dedikoducuya havale edilmişse! Vay o problemin, o
insanların haline! Yine bununla ilgili güzel bir atasözümüz vardır. ‘İnsanlar konuşa konuşa,
hayvanlar ise koklaşa koklaşa’ demişler. Doğrudan ve samimi konuşmanın erdemine lütfen
inanalım! Bakın insanlar karşılıklı ve samimi konuşamadıkları zaman neler oluyor? Problemler
büyüdükçe büyüyor, işin içinden çıkılmaz, kolay altından kalkılmaz bir hale geliyor. En sonunda
büyük yaralar, kangrenler oluşuyor.
Daha önce de söyledik. Bu dünyada sinirlenmeden yaşamak, bu şekilde bir ömür sürmek hemen
hemen mümkün değildir. En ağır suçlama ve hakaretler en kızgın, en öfkeli anlarda yapılmaktadır.
Bunun farkında olmak, doğru hareket edebilmek, doğru kararlar alabilmek için sakin olacak, sakin
kalmaya çaba sarfedeceksin. Yani sakinleşene kadar bir süre, en azından bir gün bekleyip,
suçlamadan, duygu ve düşüncelerini doğrudan ve kimi ilgilendiriyorsa, mutlaka onunla
konuşacaksın. Haklı olduğunu bilsen ve karşındaki kişiden ters yanıtlar alsan dahi kesinlikle
karşılıklı suçlama ortamına girmeyeceksin. Yani zıtlaşma ortamı yaratmayacaksın. ‘Benim
görüşüm budur. Bu konuda böyle düşünüyorum’ dedikten sonra kibarca izin isteyip oradan
ayrılacaksın. Değerlendirmeyi zaman içinde kişinin kendine, bir yerde vicdanına bırakacaksın.
Küsmeden, darılmadan ve de kırılmadan, onunla olan ilişkilerini bir miktar azaltacaksın. Samimi
inancım o ki birilerini suçlayarak bir yerlere varılacağını, olumlu bir sonuç alınacağını ben
sanmıyorum. Benim bütün amacım ve yaşam anlayışım; insanları kırmadan, mümkün olduğunca
doğruları dile getirmektir. Aslolan insanların uyanmalarını, farkına varmalarını, uyanık olanların
ise birazcık vicdanlı olmalarını istemek veya teşvik etmektir. Bende küsme, darılma, kırılma diye
bir şey yoktur. Zorunlu hallerde biraz incinme olabilir! Ama bu gibi durumların önce kendime zarar
verdiğini bildiğim için hemen affederim. Ama kesinlikle teslim olmam. Sadece ilişkilerimi gereği
kadar alt seviyelere doğru çekerim. Hepsi o kadar.
Aklı başında, art niyetsiz, önyargısız ve de kimsenin aleyhinde dedikodu yapmayan bir insanın
başka bir insanla ilişkini zayıflatması, aslında karşıdaki kişi için çok büyük bir kayıptır. Kendimden
biliyorum. Kendim de bu gibi durumlarda ilişkimi azalttığım kişinin aslında çok şey kaybettiğini
düşünürüm. Çünkü kimseden bir beklentim olmadığı gibi, benimle konuşan kişinin morali
bozulmaz. Morali düzelir. Bu davranış şekli biraz fazlaca sabır gerektirir ama kanımca en doğru, en
geçerli yoldur. Yani önemli olan, karşıdaki kişi için ona karşı sevgini koruyarak doğruyu
söyleyebilmektir. Yine bu davranış şekli; kötülüklere, çirkinliklere ve haksızlıklara karşı
çıkmanın da en iyi yoludur. Aslında bu yöntem; özünde şiddet, ilkellik ve sevgisizlik içermeyen,
Gandhi’nin geliştirmiş olduğu pasif direniş yöntemidir.
Çünkü kızıp, bağırmak, karşıdakine hakaret etmekle hiç kimse şimdiye kadar olumlu bir şey elde
edip, itibarlı bir yerlere varamamıştır. Sadece sahte demokrasilerdeki aşırı hırs küpü ve geleceğin
katledilmesi pahasına, geçici başarıları çok fazla önemseyen sahte liderler hariç!
Çinli düşünür Lao Tzu problemler ve zorluklar konusunda bakınız ne diyor? ‘Dünyadaki en büyük
problem henüz küçükken kolayca çözülebilir di!’. İnsan ilişkilerinde doğrudan diyalogun erdemi
işte burada yatıyor. Bir problemin var ve henüz başlangıç halinde ise doğrudan ilgili o kişi ile
oturup içtenlikle konuşuyorsun. Böylece problem sandığın şey belki problem dahi olmadan yoluna
girmiş oluyor. Önemli olan karşılıklı, samimi, içten yapılan bir konuşmadır. Yoksa bir an için
karşıdakini kandırıp, tongaya getirmeye çalışmak için yapılan konuşma değil! Çünkü unutma!
Konuşurken gözlerinden çıkan ışınlar karşındaki kişiye her şeyi açıkça söyler!
Doğrudan konuşmama, konuşamama hastalığı günümüzde çok yaygın ve çok tehlikelidir. Bu
hastalık evde ailede, işyerinde, kurumlarda ve devlette her kademede ne yazık ki yeterince ve bol
miktarda vardır. Örneğin; eşler arasındaki boşanmaların görünürdeki nedenleri belki çok fazladır.
Ama doğrudan konuşamamanın, diyalogsuzluğun esas nedenler arasında yer aldığı hep saklı tutulur
veya görmezlikten gelinir. Ne yazık ki doğrudan konuşamama hastalığını zamanında biz bu
kurumda yani E.Ü.Tekstil’de ağır sonuçları ile birlikte yaşadık.
61
O nedenle ben hep onu bilir ve tekrar tekrar onu söylerim: Eğer bir ailede karmaşa, huzursuzluk,
hoyratlıklar varsa, sorun öncelikle anne-babada yani aile reisindedir. Kurumlarda ve devlette ise
mutlaka yöneticilerde, etkili ve yetkili kişilerdedir. Lütfen buna inanalım! Çünkü bu kural yıllarca
denenmiş ve bunun sonucu olarak şu atasözleri ortaya çıkmıştır: ‘Küçük kalkar büyüğe bakar.
Balık baştan kokar. Ön tekerler nereye giderse arka tekerler oraya gider.’ Evet, dünyamızda
yaşanan tüm güzellikler ve çirkinlikler önce düşünce ile başlar ama yönetimle yürürlüğe girer ve
gerçekleşir. Biliyoruz ki koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu’nun hem o derecede büyüyüp
gelişmesinde, hem de o acıklı sonunu hazırlayan nedenlerin en önemlisi ve öncelikli olanı
yönetimin, yönetenlerin zihniyetleridir. Dahası yine bu ülkenin, Kurtuluş Savaşı gibi çok çetin bir
varolma mücadelesinin sonunda ve sadece 10 yıl gibi kısa bir sürede dünyanın en saygın, onurlu
devletleri arasında ön sıralarda yer alması o günkü yönetim anlayışının bir sonucudur. Bugünkü
karmakarışık, güvensiz, kişi hak ve özgürlüklerindeki derbederlik, yönetilenlerin sefil, yönetenlerin
şatafatlı yaşam saltanatı, bozuk gelir dağılımı gibi konularda dünya sıralamasının en alt sıralarında
yer almamız da yine öncelikle yöneticilerimiz sayesinde olmamış mıdır?
Küçük veya büyük olsun bir birimde, toplumda doğrudan ve sağlıklı diyalogu kuracak, koordine
edecek olanlar hep tepe noktalarda, yönetimde olan kişiler veya gruplardır. Aynı durum bireyin
kendisi için de geçerlidir. Eğer kişinin kendi problemleri, çıkmazları kabarık ise yine kendi özüne
dönüp bakması gereklidir, zorunludur. Çünkü bu durumda o kişinin mutlaka kendini yönetme
zorluğu ve problemi vardır.
Dedikodu çok tehlikelidir. Ne olur hiç olmazsa yıkıcı ve kine dayalı dedikodu yapmayalım! Çünkü
bir kere tanımadığın birinin dedikodusunu yapamazsın, yapmazsın. Tanıdığın birinin dedikodusunu
yaptığına göre daha sonra onun yüzüne rahat, samimi ve içten bir gülümseme ile bakamazsın. Yok
eğer bütün bunlara rağmen hiç bir şey yokmuş gibi davranabiliyorsan, suçlamak gibi olmasın ama o
zaman sen çok güzel bir ikiyüzlüsün demektir! Bu ise herhalde imrenilecek bir karakter yapısı
değildir. Güvensizliğin temeli işte bu ikiyüzlü davranış şeklinde yatmaktadır. Çünkü dedikodu
kaynayan bir yaşam ortamı güvensiz, huzursuz, asıl önemlisi sevgisiz, mutlaka iki yüzlü bir
ortamdır.
Dedikodu ortamında bakın neler oluyor? Bir kere o kişinin yüzüne samimi, sevecen, güler yüzle
bakamıyorsun. Asıl işin kötüsü kendi tezini öne çıkarıp, taraftar toplamak için daha çok dedikodu
yapmak zorunda kalıyorsun. Böylece bir kısır döngüdür başlıyor. Böyle bir kısır döngü birlikteliği
öldüren, pozitif iş yapma enerjisini yalayıp yutan bir girdaptır. Çünkü bu ortamda kişinin kendini
ve etrafını o doğrultuda motive etme, dolduruşa getirme görevi, dedikodu ile birlikte asıl işi ve
mesleği haline geliyor. İnsanlar birbirlerinin yüzüne karşı zoraki gülümsemeye çalışsalar dahi iç
dünyaları bakımından uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar. Aralarındaki güven, samimiyet ve sevgi gittikçe
kayboluyor.
Kişiler arası dedikodu tehlikelidir ama dedikoduya dayalı yönetim hepten tehlikeli ve sonu
gerçekten korkunç bir uçurumdur. Ailede, kurumda, devlette izlenen böyle bir yol hep aynı
kapıya çıkar. Dedikoduya dayalı yönetim akıl, mantık ve bilgiyi bir tarafa bırakan, olaylara aşırı
hırs küpünün deliğinden, at gözlüğü ile bakan bir yönetim anlayışıdır. Genelde bilinçsiz, bilgisiz
çok çocuklu ailelerdeki yönetimde de; sürekli birilerinin kötülenip, dedikodusunun yapılarak aile
fertlerini gayrete getirme, bir arada tutma ve motive etme çabaları geçerli ve de hakim olan
davranıştır.
Kısacası adalet, bilgi, bilinç ve araştırmaya dayanmayan kalitesiz yani dedikoduya dayanan
yönetimlerde, mutlaka ve de her zaman için orta yerde bir suçlu vardır. Ve bu suçlu mutlaka o
grubun, o kişinin dışında veya o gruptan dışlanmak istenen biridir. Ya o ailedeki itilip kakılan
birisi, ya komşudur. Komşunun çocuklarıdır, kurumdaki muhalif kişi veya gruptur. Devlette ise
mutlaka muhalefet, komşu hain devlet veya devletlerdir. Bizde bürokrasi denilen ortamların tam bir
cadı kazanı gibi dedikodu kaynadığını sanırım bilmeyen yoktur. Ancak bu dedikodu ortamını
yaratmak, beslemek veya buna izin vermemek, ortam yaratmak veya yaratmamak yine o
62
yönetimin, yöneticinin işidir! İşte bu şekilde dedikodu ile yöneten bilmez veya çok iyi bilir ama art
niyetlidir ki, tuttuğu yol, kısa sürede yalnızca kendine yarayan ama sonuçta hem kendisi, hem
yönetilenler için çıkmaz sokağın ta kendisidir!
Suçlayıcı dedikoduyu seven kişi veya yönetici için asıl önemli tehlike; aklı fikri sürekli bir
başkasını suçlamak olduğundan biraz düşünüp, kendinde de bazı suçların, daha doğrusu hataların
olabileceğini aklına getirmemesidir. Oysa ki uygar, birazcık iyi insan ve yönetici olabilmenin en
önemli koşulu; kendini suçlamadan sorgulayabilmek, özeleştiri yapmak, kendisi hakkında
düşünmek, kendini geliştirmek ve çok zor olsa da, gerekiyorsa kendini düzeltebilmektir. Art niyet
ve şartlanmış düşünce olmadan, kişide olumlu anlamda sürekli değişik şeyler öğrenme ve kendini
geliştirme istek ve arzusu varsa lider olarak onun arkasından gitmekte her zaman için yarar vardır.
Dedikodu, bir çeşit dolaylı yoldan suçlamak olduğu için zıtlaşma ortamının oluşması ve
pekişmesinden birinci derecede sorumludur. Zıtlaşma ortamının oluşması; karşılıklı konuşabilmeyi,
hiç olmazsa konuşarak asgari müştereklerde birleşebilme olanağını da yok etmektedir. Ülke
yönetiminde bunun çok canlı ve uzun yıllar ülkenin kaderini etkileyen daha da etkileyecek olan,
tanık olduğumuz çarpıcı bir örneği 1980 öncesi Demirel-Ecevit zıtlaşmasıdır. İki büyük parti
liderinin zıtlaşmaları o zamanki küçük partileri vazgeçilmez, anahtar konumlara ve hak
ettiklerinden daha değerli konumlara getirmiştir. Böylece, zaten var olan çarpıklıklar bu yoldan
daha da artmış, saçaklanmış, katmerlenmiş ve çok derinlere köklerini salmıştır. Onlar ne pahasına
olursa olsun koltuğu kaptırmamış, hep başarılı olmuşlar ama ülkede ortalama insan kalitesi hep
düşmüştür!
Sağ olsun liderlerimiz, hele ki muhalefette iseler suçlamanın en harika ve çeşidi görülmemiş
örneklerini sergilemekte çok ustadırlar! Böylesi suçlamalar sonucu zıtlaşılmaz da ne yapılır? Şunu
çok iyi bilelim ki; Susurluk, Çatlı ve diğerleri büyük oranda 1980 öncesi Demirel-Ecevit
zıtlaşmasının ürünleridir. Böylesine vurdumduymazlık ve zıtlaşma zihniyeti sürdüğü müddetçe bu
veya başka çetelerin hünerlerini daha çok duyacak ve göreceğiz. Hele ki bu sessiz çoğunluk sürekli
sessiz ve de sağlıklı, sosyal örgütlenme bilincinden yoksun kaldığı ve takım tutar gibi parti
tutmaya devam ettiği müddetçe!
Örneğin ülkücülük davası! Zaman zaman değişik amaç ve hedefleri olsa da aslında çok kardeşli,
olanakları kıt, kırsal kesim Anadolu gençlerinin; hazineye yakın, sırça köşklerde oturup, kolayından
ahkam kesip Cumhuriyet bekçiliği yapan ancak Anadolu gerçeklerinden pek haberdar olmayan
solcu entellere karşı bu vatanın asıl sahipleri olduklarını ispatlamaya çalışan ama aslında yine bu
sistemin doğal bir sonucu olarak hep hazineye daha yakın olabilmenin bir kavgasıdır. Çünkü
hazineye yakın olmak her kapıyı açıyor ve oraya yakın olanların diğerlerini düşünecek pek fazla
vakitleri olmuyor! Oysa Anadolu’da, kırsal kesimlerde çocuklar ve gençler kum gibi kaynıyor!
Hazineden küçük bir pay alma şöyle dursun, yakınına yaklaşamıyorlar! O halde örgütlenip, parti
kurup hazineye giden yolda ilerlemekten başka bir çare kalmıyor! Bu insanlar tabii ki işin
başlangıcında vatan- millet sevdası ile bu örgütlenmelerin içine giriyorlar. Ama zaman ve zemine
göre herkesin görevi ve yolları daha sonra pek ala ayrılabiliyor.
Bu konuda yaşadığım ilginç bir anımı burada anlatmak istiyorum: Sene 1974 aileyi Anadolu’dan
apar topar İzmir’e yeni getirmişim. O zamanlar köyün hızlı delikanlıları arasında sayılan ve İzmir’e
yeni gelen İsmet kardeşimin elinde bir gün T harfi yazılı bir anahtarlık gördüm ve sordum:
‘Neden T harfli bir anahtarlık?’ diye sordum. İsmet kardeşim bana çok doğal ve sade bir şekilde
cevap verdi: ‘Türk kelimesinin baş harfi de ondan’. Gerçekten de Anadolu insanı böyledir. Kendi
benliği, kimliği çok uzun süre hep geri plandadır. İnanın o ülkücü geçler de başlangıçta tüm
varlıkları ile ve saf benlikleri ile bu tür bir amaca yönelmişlerdir. Bundan hiç bir şekilde kuşkum
yok. Ama yeri geldiğinde yöneten ve yönlendirenlerin insafına göre o gençlerin başka kalıplara
girmeleri her zaman mümkündür. Ve de mümkün olmuştur. İşin gerçeği; eskiden olduğu gibi
günümüzde de insanlar, gruplar arasında yaşanan kavgaların çoğunluğu suyun başına yani kaynağa
yakın olma kavgasıdır.
63
İşte A.Çatlı ve o görüşe sahip gençler de o günün koşullarında vatanı kurtarmanın daha çok solcu
yani kominist öldürmek olduğuna yürekten inanmışlar, inandırılmışlardı. O gençler o günlerde ve
daha sonraki zıtlaşma ortamlarının kör karanlığında istenen şekil ve şartlarda kullanıma
sokuldular.
Yine iyi bilelim ki, suçlamalar sonucu ortaya çıkan bu zıtlaşma ortamları mutlaka karanlık, sisli,
puslu, aç kurtların, art niyetlilerin sevdiği bir ortamdır. Ülkücü veya devrimci olsun bu gençlerin
enerjileri vardı. Amaç ve hedefleri vardı. Fakat sonu nereye varırdı? O zaman için bunu tam
kestiremezlerdi. Nasıl bir batağın içine atıldıklarını çok daha sonraları mutlaka iyi anlamışlardır!
Ama tabii o zaman da vakit artık çok geç oluyor! Dönülmez akşamın ufku kaplıyor her tarafı! O
nedenle hep diyoruz ki, bilinçli insanlar için olaylar ve kahramanlardan çok; olayların altında,
gerisinde yatan nedenler daha önemlidir. Bu nedenleri en iyi bilecek veya bilmesi gerekenler ise
mutlaka o toplumu, o partiyi yönetenlerdir.
Evet o yaşta ve o ortamda, o gençlerin gerçeği, ileriyi görebilmeleri mümkün değildi! Bunları
görmesi gerekenler ne yazık ki o günün liderleri, yöneticileri idi! Bütün bunlar böyle oldu diye
bugün Demirel ve Ecevit’i suçlayarak bir yerlere varamayacağımızı çok iyi biliyoruz. Çünkü o
günkü ortalama kalitemiz ne yazık ki bunu gerektiriyordu! Yine çok iyi biliyoruz ki yönetim
olarak layık olunan, mutlaka o toplumun ortalama kalitesi, insanın kalitesi ile ilgilidir. Ama bu
durum, liderlerin, yöneticilerin vicdani sorumluluk sahibi olmaları gerektiğini hiç bir şekilde
ortadan kaldırmıyor! Çünkü insanların, bireyin davranış özellikleri, kesinlikle yönetenlerin
gösterdiği doğrultuda gelişiyor. Hele ki bizim gibi geri kalmış toplumlarda!
Sonuç olarak karşılıklı açıkça konuşma, uzlaşma olmadan, dedikodu ile haberleşmek ve de
yönetmek çok tehlikeli ve aynı zamanda zayıflık, bilgisizlik veya mutlaka art niyetli, aşırı hırs küpü
olmanın belirtileridir. İnsanların yıkıcı dedikodu yapmamaları için dedikoduya ihtiyaç duymayacak
bir irade yapısına, bilgi birikimine, vicdan düzeyine sahip olmaları gerekmektedir. İşte o çekici,
cazip, heyecanlı ve de çok rahatlatıcı (dedikoduyu çok sevenler için) dedikoduya ihtiyacı
olmayacak bir yapıya kavuşmak, doğru bilgilenme yolunda epeyce emek ve erdemli birikim sahibi
olmaları gerekiyor.
Diyorum ki aman kardeşim suçlayıcı konuşma ve dedikodu ile haberleşme! Belki o andaki
suçlayıcı dedikodu çok küçük, çok zararsız bir şey gibi gözükebilir. Ama o dedikodular yapıldığı
yerde ve yapıldığı şekliyle kalmıyor ki! Aktarıla aktarıla kar topu gibi kocaman oluyor, aktarıldıkça
biraz daha çarpıklaşıyor, asıl önemlisi o dedikodudan haklı çıkmak için daha çok dedikodu yapmak
zorunda kalıyorsun. Yani tam bir kısır döngü. Yazık harcadığın bunca zamana ve yorduğun o güzel
kafacığına, boşa yıprattığın beyin hücrelerine !
Suçlayıcı konuşarak zıtlaşma ortamı yaratmak tümü ile akılsızlıktır, sevgisizliktir. İşte suçlayıcı
konuşmayı meslek haline getirdiğimiz için bizde dernek, birlik, kooperatif işleri dürüst insanların
yönetiminde çok zor yürür. Yani onları kolay yoldan suçlar, çamur atarsın, dayanamaz bırakıp
kaçarlar. En azından şimdiye kadar genelde böyle olmuştur. Suçlamasını çok daha iyi beceren
kişiler bu işleri götürürler. Tabi beraberinde başka şeyleri de! O nedenle kooperatif, birlik ve
derneklerin iyi örnekleri bizde son derecede azdır. Olumsuz düşünce ve onun eylemleri olan
suçlamak, terslemek, azarlamak şeklindeki insan ilişkileri tam bir ömür törpüsüdür. Bu kısacık
yaşamı boşu boşuna tüketmektir. Çünkü bu şekilde davranmak aynı zamanda olumlu, yapıcı,
yaratıcı sevgi enerjisini azaltmak, saf dışı bırakmaktır.
64
ÜRETKEN OLMAK - ASALAK YAŞAMAK
Üretken olmak ve üretken yaşamak gerçek mutluluğun ta kendisidir. Yani üretmek bu yaşamda
mutlu olmanın en önemli yollarından biridir. Anneler doğal üretken oldukları için belki de cennet
sadece onların ayakları altındadır. Yani ödüle layıktırlar. Kim bilir? Erkeklerin bayanlara oranla
böyle bir şansları olmadığı için, belki kaba ve hoyrat olmaya daha yatkındırlar!
Kolay ve zor mutluluklar vardır. Kolay ancak en güzel mutluluk, yaşarken doğru dürüst nefes
aldığının farkında olmaktır. Üretmek biraz zor bir mutluluktur. Çünkü kaliteli üretmek için önce
doğru anlamak ve bilmek gerekir. Kalitesiz üretimin ise hem değeri, hem kıymeti yoktur. Daha
önce de söyledik. Doğru anlamak için bir sürü olumlu birikime yani olgun bir sevgi, ilgi, bilgi,
yetenek, sabır, zaman gibi zor elde edilen değerlere sahip olmak gerekmektedir.
Üretmek bu dünyadaki yaşam için bir yerde zorunluluktur. Çünkü bir kere dünyaya gelmişiz.
Sürekli sırtüstü veya yan gelip yatamayız. Bu mümkün değil. Bir şeyler yapmak, yaratmak, üretmek
zorundayız. Sonra üretmenin çekici, gizemli, çok önemli bir yanı, bir gücü de vardır. Hani derler ya
‘bu dünyada her şey fani’. Ama şunu biliyoruz ki toplum yararına güzel şeyler üretenler, diğerleri
gibi öyle hızlı fani olmuyorlar. Onlar yarattıkları ürün ve etkiye paralel olarak bu dünyadaki
kalıcılıklarını hiç olmazsa bir süre daha sürdürebiliyorlar.
***
Evet üretmek zorundayız. Peki ama ne üretelim? Dostlar! Olumlu anlamda her şeyi üretelim.
Örneğin mal, hizmet, fikir, çocuk, politika...üretimleri gibi. Bunların içinde kaliteli politika üretimi
belki de en önde, en başta olması gerekendir. Çünkü toplumda tümü ile ve her şeyi etkileyen bir
üretimdir. Ancak her zaman tekrarladığımız gibi üretirken o üretimin cinsi ne olursa olsun
vazgeçilmez olan iki unsuru göz önünde bulundurup, özen göstermek gerekiyor. Bunlardan birincisi
o üretimin kaliteli olması, ikincisi ise çevreyi gözeterek, çevreye zarar vermeden o üretimin
yapılmasıdır. Çocuk üretimi ile ilgili olarak: Bir kere dünyaya gelmiş olan çocuk için tabii ki bir
şey demek mümkün değildir. Ama şu bir gerçek ki bilinçsiz anne-babanın yığın halindeki çocuk
üretimi şu anda dünyanın belki de en önemli problemidir.
Fikir üretimi ise yine karmaşık bir konudur. Eğer amaç günü kurtarmak, bu dünyada rahat etmek, o
devirdeki yönetimler tarafından el üstünde tutulmak, daha doğrusu her devrin adamı olmak’ ise,
mümkün olduğu kadar o zamana ve zemine uygun yuvarlak, lastikli fikirler üretmek gerekmektedir!
Sivri veya köşeli fikir üretenler ise bu dünyadaki çektiklerini, kalıcı olmanın bir faturası olarak
algılayıp teselli olabilirler! Tabi eğer ki kalıcılık söz konusu olabilirse! Çünkü her üretilen köşeli
veya sivri fikir, ne yazık ki o insanı kalıcılığa ve evrenselliğe götürmüyor!
Kalitesiz, daha doğrusu bilinçsiz çocuk üretimi gerçekten bugün için dünyanın belki de en önemli
problemidir. Biliyoruz ki dünyada bu şekildeki nüfus artışı geometrik katsayılarla ve hızla
yükselirken, bilinçli çocuk üretimi neredeyse yerinde saymaktadır. Hal böyle olunca zaman geçip
yıllar ilerlese de dünyada veya ülkelerde insanlar arasındaki gelir dağılımında fazlaca bir
dengelenme, iyileşme olmayacak aksine bu denge çok çocuklular, yoksullar aleyhine daha da
bozulacaktır, bozulmaktadır.
Hal böyledir ama diğer yandan dünyada demokrasi, yani halkın kendi kendini yönetmesi
dediğimiz bir eğilim de gittikçe ağır basmaktadır. Bu yönetim şekline olan özlem sürekli
artmaktadır. Hele ki şu iletişim ve haberleşmedeki hızlı gelişmeler devrinde! Öyle sanıyorum ki bu
gelişmeler hem bu özlemi daha çok ve daha hızlı artıracak hem de belki bu konularda tuzu kuru
olanların rahatını da bir hayli bozacaktır. Ama biliyoruz ki, demokrasinin anlamına uygun
gelişmelerin kalitesi her zaman için ve mutlaka o ülke halkının ortalama kalitesi ve olumlu
birikimleri ile doğrudan ilgilidir.
65
Örneğin şu devirde (1997) bizim ülkemizde Refah Partisi demokratik yollardan iktidarda. Daha
doğrusu iktidarda idi. Gerçi ülkemizde neyin ne olacağını biraz da olsun önceden kestirmek pek
mümkün olmuyor! Ben bu yazının müsveddelerini yazarken Refah Partisi iktidarda idi. Şimdi
(1998) Refah’ın adı bile kalmadı. Rütbesi artırılarak Fazilet’e terfi ettirildi! Asıl demek istediğim
şu ki, Refah Partisi için ‘Bu çağda, Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 75 yıl geçtiği halde,
böyle bir anlayış nasıl olur da seçimle gelir, iktidar olur’ diye çok kafa yordular. Hep birlikte çok
kafa yorup, bu işin çok dedikodusunu yaptık. Ama ne yazık ki bu yalın bir gerçekti! Nedenini ise
çoğumuz, hatta hepimiz biliyoruz ama açıkça söylemek pek işimize gelmiyor. Bunu açıkça
söyleyebilmek için değerli yazar Aziz Nesin kadar aydın ve yürekli olmak gerekiyor.
İşte demokrasi ve o demokrasinin sahibi olarak görüp veya göstermeye çalıştığımız, halk dediğimiz
insanlarımızın ortalama kalitesi ne yazık ki budur. Bu kaliteden utanması gerekenler ise öncelikle
Cumhuriyet’le birlikte topluma verilen o kalkınma, gerçek pozitif bilgilenme ve aydınlanma
hamlesini halk dalkavukluğu yaparak gerileten, engelleyen, halkı bilgisiz, eğitimsiz bırakan
yönetimlerdir, yöneticilerdir. Yönetim olarak insanların, halkın gelişmesine, pozitif bilgilenmesine
ve bilinçlenmesine olanak tanımaz, tutulmayan vaadlerle sürekli onların umutlarını yıkarsanız,
sonunda o halkın böyle bir demokraside umut tacirlerinin, güya hazinenin bekçiliğini Allah korkusu
ile daha düzgün ve adil bir şekilde yapacağını söyleyen bir partinin ve onun yöneticilerinin peşine
takılmalarını son derecede normal karşılamamız gerekir.
Sağ olsunlar şimdiye kadar partilerimizin halk anlayışı ne yazık ki hep bol çocuklu, az veya yanlış,
eksik eğitilmiş, hiç bir zaman karnı tam olarak doymamış, genelde mesleksiz, nereden bir ihsan
veya avanta gelir diye düşünen, önü sıra bol vaadli hazine yolunu gösterenlerin ardından, belki
küçük bir umut ışığı olur diye akışıp giden yığınlar olarak algılanmış ve böyle olmasını sanki biraz
da istemişlerdir. Tabii ki bunun böyle olduğunu en iyi bilenler yine en yükseklerde olanlardır. İşte
burada belki de tam yeridir. Bu tür düşüncelerini yıllar öncesinden açığa vurup yılmadan,
usanmadan halkı aydınlatmaya çalıştığı için çekmediği eziyet, görmediği işkence kalmayan, büyük
düşünce ve yazın ustası Çetin Altan’a gönülden ve içten bir selam göndermenin!
Partilerin bu yönetim anlayışları ve politikaları nedeniyle halk resmen asalak yaşamaya teşvik
edilmiş denilebilir. Yoksul halkın pozitif bilgilenmesi hep engellenmiş. Yani halkın hep kendilerine
bağlı olmasını istemişlerdir. Çünkü bağımlı olmak aynı zamanda biraz da olsun özgür düşünce ve
davranışın en önemli prangasıdır. Özellikle seçim zamanları yerli yersiz bol miktarda uygulanan
teşvik tedbirleri bu bağımlılığı sürdürmenin en güzel örneğidir! İşin kolayı da vardır: Atadan oğula
o parti vasıtası ile hazineden geçinmek varken, başka zararlı düşünceleri kafaya sokmanın veya
başkaları tarafından yapılan iyi şeyleri de görmenin ne alemi vardır? Bizim ülkemizdeki her
partinin, her kademeden militanları, geçimlerini o kanaldan sağlamasalar, bu kadar saldırgan ve
ateşli olabilirler mi dersiniz?
Hem sonra biz birazcık da atadan üretken olmayan bir geleneğe sahip değil miyiz? Atalarımız
hazineyi doldurmak için hep fetihlere güvenmişlerdir. Halk ise asker veya sivil vatandaş olsun,
padişahın kulları olarak ihsanlarla yaşamaya alışık değil miyiz? Meslek sahibi olmak ve ticaretle
uğraşmak kahramanlığa yakışır mı? Demek ki şimdi de aynı şey. Eski tas eski hamam. Değişen
fazlaca bir şey yok. Cumhuriyetin getirdiği bir kaç yıllık uyanış ve dinamizmin heyecanı çabuk
kaybolmuş, her şey eski görüntüsüne yeniden kavuşmuştur. Yani herkesin yine ondan çok şey
beklediği, içi boş, ama şatafatı yerinde, yine hazineden ihsanlar dağıtan bir devlet baba, yeniden
saltanat makamının görevini üstlenmiş durumdadır.
İşin özeti şu ki; her halk mutlaka layık olduğu kişileri ve yönetimleri kendi başına getirir, yönetici
olarak kondururmuş. Doğrusu bunun dışında başkaca bir gerçek henüz yoktur. Çünkü sıkça
tekrarladığımız gibi, bu bir ortalama kalite meselesidir. Ülkede gerçekten şu anda en kötü, en
kalitesiz üretim, politika üretimidir. Oysa ki politika şu yıllarda (1997-98) kendini ve çevreyi
kirletmede, kalitesizlikte tavana vurmuştur. Sağlam zeminleri çok önceden hazırlanmış olmakla
birlikte bu çirkinlikleri zirveye çıkarmak, ne gariptir ki çok okumuş iki tane prof. liderimize nasip
66
olmuştur. Bu ihtişam ve bu başarı karşısında daha fazla ne diyebiliriz ki? Her açıdan işte bu şekilde
çevreyi görüp, gözeterek kaliteli üretenlere, kaliteli yönetenlere sonsuz saygılar ve sevgiler
bizden!!!
Şu kesin ki; o toplum veya topluluk küçük veya büyük olsun lider, yönetim en önemlisidir. Gerçek
lider her zaman toplumun bir kaç adım önündedir, önde olmak zorundadır. Bir toplumda ortalama
kalite her şeydir. Geri kalmış toplumlarda ortalama kalitenin artması ancak halk dalkavukluğu
yapmayan, toplumu doğru yönlendiren, gelecek vizyonu olan, gerçekçi, dengeli, tutarlı, sağlam
düşünceli ve vicdan sahibi liderlerle mümkündür. Bizdeki politika bugün bol vaadli, boş vaadli ve
yalan söylemekle eş anlamlı bir hale gelmiştir. Halk arasında bol keseden atan boş boğazlar,
‘Politika yapma!’ diye uyarılır olmuşlardır.
Bu kalitesizliğin büyüsü mutlaka bozulmalıdır. Bunun yine bir tek yolu vardır. Yaygın, adil,
pozitif, doğru eğitim ve bir türlü izin verilmeyen veya çok korkulan sağlıklı, sivil toplum
örgütlenmelerinin artırılmasıdır. Sağlıklı sivil toplum örgütlenmesi bir toplumun gelecek
güvencesidir. Ama bunların Gandhi ve Mevlana felsefesi ile örgütlenmeleri ve çalışma yapmaları
da şarttır. Sevgiyi esas alan, olumsuzluklara karşı sıkı bir dayanışma içinde ancak bunu pasif
direniş yöntemleri ile etkin biçimde yapan örgütler olmalıdır. Yani bunların özü doğru anlatma ve
anlama esasına dayanmalıdır. Bunun için, bu örgütlerde görev alan, gönüllü olarak hizmet, destek
veren insanların kaliteli, birikimli, meslek sahibi kişiler olmaları gerekmektedir. Devrim, devirme,
ani ve hızlı değişim devirleri artık kapanmıştır. Asıl mesele evrimleşme sürecini hızlandırmak ve
bunu sağlıklı bir şekilde yürütebilmektir.
İşte bunun için öncelikle doğru bir eğitimle toplumda ortalama kalitenin artırılması gerekiyor. Her
güzel, kaliteli iş ve üretimde olduğu gibi kalitenin artması; bilmek, bilinçlenmek, istemek, hazır
olmak, bilerek ve çok çalışmakla oluyor. Bu ise en başta ve öncelikle olanak yaratan, adil, şeffaf,
üretenin artı değerlerini hakça paylaşan, hakça paylaştıran bir yönetimin varlığı ile mümkündür.
Tabii ki ‘Armut piş ağzıma düş’ olmuyor. Ama önemli olan o işi, hizmeti veya üretimi yapanların
ortalama kalitesini, insanın kalitesini artırmaktır. Üretimin kaliteli olması ve çevreyi gözetme
ilkeleri; zihinsel, endüstriyel veya yönetimsel olsun mutlaka en önemlisidir.
Bugün endüstriyel üretim denildiğinde akla ilk gelen kapitalizmdir. Dünyanın ulaştığı refah
seviyesinde kapitalist sistemin payı inkar edilemez. Ancak refah seviyesinin artması insanlara
mutlu ve huzurlu bir yaşam ortamı sağlayamıyor, sağlayamamıştır. Bu sistemde insana verilen
değer üretim ve tüketim miktarına endekslendiği için burada mutluluğu yakalamak gökkuşağını
yakalamak kadar zordur. Çünkü üretmenin ve tüketmenin bir sınırı yoktur! Acaba diyorum bu
işin ana felsefesinde bir terslik yok mudur? İşe yarasın yaramasın hep daha çok üretim, daha çok
tüketim. Ama nereye kadar? Bugün yavaştan, yavaştan ‘sürdürülebilir yaşam, sürdürülebilir
üretim’ yöntemlerinden söz ediliyor. Acaba asıl çıkış yolu bu politikalarda mıdır?
Kapitalist sistemin bu olumsuzlukları, sistemin öncülüğünü yapan ABD’ de çok daha sivri ve çok
daha belirgin durumdadır. Avrupa’da ise sanki bu sivrilikler biraz daha yumuşak, biraz daha
ılımanlaştırılmıştır. Zannediyorum Avrupa’nın bilinçlenme ve kültür birikimlerinin eskilere
dayanıyor olmasının, daha homojen bir toplum yapısına sahip olmasının, bunda büyük payı vardır.
Diğer etkileyici ve önemli bir neden ise, vaktiyle çok yakınında olan kominist sistemin korkusu ve
etkisi ile sosyal devlet anlayışına verilen önemin Avrupada daha fazla olmasıdır. Meşhur Alman
sosyal demokrat W.Brandt o devirlerde yaşayıp, yıldızı parlamadı mı?
Kapitalist sistemde gerek bugün, gerekse geçmişte, özellikle çevre hoyratça kirletilmiş, her tür atık
ve zehirli madde ile dünyanın yükü olağanüstü artmıştır. İşte global ısınma, El Nino ve diğer çevre
felaketleri! Yine bu sistemde karşı konulmaz bir iştah ve istekle doğal kaynaklar hızla ve hoyratça
kullanılmış, çevreyi görmezlikten gelen bir üretim anlayışı yıllarca bu dünyaya hakim olmuştur.
Bugün de durum büyük çoğunlukla böyledir. Çevre bilinci çok yakın zamanların işidir. Gelişmiş
ülkeler iyice yüklerini aldıktan sonra çevre akıllarına düşmüş, hatta kısa sürede ve görünürde çevre
67
şampiyonu bile olmuşlardır. Ama yine de globalleşme adı altında diğer bakir alan ve ülkeleri
kirletme, talan etme haklarını saklı tutmakta hiç bir sakınca görmüyorlar ve görmemişlerdir. İşte
günümüzde Çin, Şili, Filipinler, Endonezya bunun en çarpıcı örnekleri olarak verilmektedir.
Şu bir gerçek ki insan kalitesini, ortalama kaliteyi yükseltmeden elde edilen başarılar hep aldatıcı,
geçici ve sahtedir. Öncelik eğitime olan yatırımdadır. Gerçekten halka dayanan bir sistemin ve
etkin kontrolu sağlayabilecek bir yapı ve yönetim gücün varsa, tüm dünyanın yabancı yatırımcıları,
sermayesi gelsin ve yatırımlarını yapsınlar! Ama nerede böyle bir yapı, böyle bir yönetim? Bakın
dünyanın akciğeri sayılan Amazon ormanlarında ve Endonezya’da başlayan orman yangınları bir
türlü söndürülemiyor. Gazetelerde her gün birden fazla çevre felaketleri ile ilgili haberler var.
İşin esası şu ki insanlar bu dünyada yaşarken bir şeyler üretmek, yapmak zorundadırlar.
Yaşadığının farkında olmak için bu gereklidir. Üreten insan başarılı, başarılı insanın ise mutlu
olması gerekir! Ama isterse ve bu başarısını biraz da olsun sevgi ile paylaşmasını bilirse. Yoksa
aşırı hırs ve kıskançlıkla üreten kişinin mutluluğu ve huzuru, ne pahasına olursa olsun sürekli
büyümesi, genişlemesidir. Hatta en huzurlu hali tüm rakiplerini piyasadan silip, süpürdüğü andır.
İşte denetimsiz, kontrolsüz vahşi kapitalizm veya mafya ekonomisi denilen düzen de budur.
Gerçek veya gerçeğe yakın demokrasilerin olmadığı tüm ülkelerde serbest pazar ekonomisi,
globalleşme adı altında uygulanan tüm sistemler üç aşağı beş yukarı aynıdır. İşin esası; denetimsiz,
dengesiz bir serbestlik ve uygulanan başı bozuk sistem sayesinde o yörede, o ülkede seçilen bir kaç
uygun kişinin bu yoldan sivrilip zengin olmasıdır. Bu tür ülkelerde farklı düşünenler olmadığı için,
itiraz edenler de olmaz veya itiraz edenler azınlık donkişotlardır. Kolayca susturulurlar ve malı
götüren iyi götürür!
Baksanıza Endonezya’yı 35 yıl yöneten Bay Suharto’nun yaptıklarına! Adamın yalayıp yuttuğu
tesbit edilebilen ve devlete ödemesi gereken para sadece 25 milyar dolar! Aslında açıklanan bu
miktar, o halkı biraz olsun sakinleştirmeye yarayan uyduruk ve çok küçük bir miktar olsa gerek!
Geri kalmış ülkelerin kaderi hep böyledir. Yöneten kişi ya doğrudan kendisi veya yakınları aracılığı
ile hep alıp götürür! Halk da onun yanından, yöresinden bir pay kapabilir miyim diye sürekli onun
arkasından gider. Çünkü o her zaman halkın babası, en büyük koruyucusudur!
Oysa gerçek zenginlik ne güzeldir! Hakkı ile üreten, yaratan, kurumlaşmış, vergisini yani artı
değerini sevgi ile ve hakça paylaşılsın, toplumda ortalama kalitenin artışı için değerlendirilsin diye
o meşhur devlet babaya teslim eden zenginlik ne güzeldir! İşte böyle bir zenginlik ve başarı gerçek
bir mutluluktur. Bu aslında doğrudan doğruya mutluluk üretmenin ta kendisidir. Ancak
unutmayalım ki bunun böyle olmasını düzenleyecek, koordine edecek olan da yine o ünlü devlet
baba, etkili ve yetkili kişilerdir. Yönetimdir. Görülüyor ki yönetenin, yönetimin, etkili ve yetkili
olanın kalitesi çok ama çok önemlidir!
Başarılı, üretken kişi kendine ve kendi çapı oranında çevresine faydalı, yararlı olan kişidir. Yaşamı
anlamlı kılan da budur. Bu çevre önce o kişinin ailesidir. Sonra mahallesi, köyü, kasabası, şehri,
bölgesi, ülkesi ve tüm insanlıktır. Bu aslında öz olarak; başarının sevgi ile paylaşılması, dünya
insanı olmak demektir. Çünkü bir insanın yakınlarını, yanındakileri biraz daha fazla sevmesi,
diğer insanları sevmesine hiç bir şekilde engel değildir. İşte şu anda benim de en büyük sevincim
ve zenginliğim, öncelikle en yakınımdaki insanların bana ve başkalarına muhtaç olmadan hatta
benden daha iyi koşullarda yaşayabilir duruma gelmiş olmalarıdır. Bu sonuçta ufak da olsa bir
katkımın bulunmasıdır.
Bu dünyadaki gerçek zenginlik aslında başkalarına bir şeyler vermek, verebilecek durumda
olmaktır. Yoksa hep alıp yığmak, istiflemek değildir. Sevgili Atatürk’ümüze de son zamanlarında
kendisi ile röportaj yapan yabancı bir bayan gazeteci, röportajın sonunda soruyor: ‘Peki mutlu
musunuz’? Atatürk ise: ‘Mutluyum çünkü başardım’ diye yanıtlıyor. Şüphesiz ki Atatürk’ün bu
mutluluğu; ulusu yararına yaptığı, başardığı, kaliteli işler idi. Ama asıl önemlisi ve asıl mutluluğu,
68
bu başarısını Ulusu ile birlikte paylaşmasından kaynaklanıyordu. Yani bu mutluluk, kaliteli bir
üretimi ve kaliteli bir başarıyı sevgi ile paylaşmış olmanın verdiği bir mutluluk idi.
69
CÖMERTLİK - CİMRİLİK
Cömertlik, eli açıklık, kişi veya aile için öncelikle sağlıklı ve kafası çalışan, kafası dışa açık nesiller
yetiştirmenin ön koşullarından biridir. Cömert kişinin dostu, misafiri hiç eksik olmaz. Kişi veya aile
bu sohbet ve konuşma ortamından sürekli olarak bir yarar sağlar. Hele ki eski devirlerde, sağlıklı
bir iletişim ve çok yönlü bilgilenme açısından, bu son derecede önemli bir durumdu. Tabii ki
internet, diğer iletişim sistemleri kişiyi iyice bireyleştirdi. Ama bana göre her devir için cömertlik
önemli bir özelliktir.
Yine bana göre cömertlik özellikle anneler için önemlidir! Çünkü, eğer annenin elinde varsa önce
kendi beslenmesi için cimrilik yapmaz. Tüm yaşamında ve hamilelik döneminde kendi olanakları
ölçüsünde dengeli, bilinçli beslenen bir anne; sağlıklı, kaliteli bir çocuk, insan ortaya getirmenin
temel koşulunu da yerine getirmiş demektir. Daha sonra çocuğun sağlıklı ve dengeli beslenmesi
için varsa imkanları, bunu sonuna kadar kullanır. Sağlıklı beslenen çocuklar diğerlerine göre
mutlaka daha şanslıdırlar. Dengeli beslendikleri için hem beyin, hem vücut gelişimleri
olabildiğince tamdır. Ama tabi çok modern olup, hormon ve haplarla doping yaparak yarış atı
yetiştirme, konumuz dışı bir olaydır.
İnsanlarda kalıtsal zeka özelliklerinin mutlaka belli bir payı vardır. Buna inanmak gerekiyor. Ancak
insanların başarılı ve dengeli olabilmeleri yine dengeli beslenme, bilinçli, bilgili bir anne-baba ve
bu aklı iyi kullanabilecek yöntemleri öğreten iyi bir eğitimle mümkündür. Biliyoruz ki zenginlerin
başarısı her zaman, onların sahip oldukları yüksek zeka seviyesinden kaynaklanmıyor. Hele hele
günümüz ortamını düşünecek olursak, onlar için öncelikle beslenme ve eğitim sorunları diye bir şey
yoktur. Özel okullar, özel öğretmenler, özel koşullar hepsi emre hazır vaziyettedir.
E.Ü.Tekstil Mühendisliğinde yapılan Çarşamba Konferanslarının birinde önemli patronlardan
birisi, 1980 sonrası Türk ekonomisindeki patlamanın en önemli nedenlerinden biri olarak şu teşhisi
koymuştu. ‘1970-1980 arası anarşi döneminde gençler okumak için yurt dışına gittiler. 1980
sonrası bunların çoğunluğu yurt dışından ekonomi prensleri olarak döndüler.’ Bence de bu
doğru bir teşhis idi. Çünkü ‘Zengin her koşulda atını dağdan aşırır, yoksul ise ne yazık ki düz
ovada yolunu şaşırır’ diyen atalarımız boşuna söylememişler. Yani o devirde kimileri kolayca
kapağı yurtdışına atıp, rahatça okuyup ekonomi prensi olarak geri dönerken, kimileri de burada
kalıp azılı sağcı veya azılı solcu, karşıt gruptan gençler olarak kamplara ayrılıp birbirlerini yok
ettiler. Yani yoksul ama kafası çalışan gençler için ‘iti ite kırdırma politikaları’ o devirde
ülkemizde başarı ile uygulandı!
Demek istediğimiz o ki; sonuçta zengin yine başarılı, yine yukarılardadır. Çünkü başarmaları için
her türlü olanakları vardır. Yani maddi açıdan hiç bir engel yoktur. Bu durumlar böyledir ama şu da
bir gerçek ki; bir toplumda ortalama kalitenin artması için cömert olması gerekenler, sonuçta
yine zenginlerdir. Tabi hepsini aynı kefeye koymak doğru değil ancak onların bu konuda cömert
olmaları bir tarafa, zamanında ülkemizde işlerine gelmeyen hükümetleri çeşitli yöntemlerle veya
açıkça gazetelere ilanlar vererek alaşağı edebilmeleri de pek ala mümkündür. Bunları bir zamanlar
bizzat yaşayarak gördük.
***
Maddi olanakları fazla olmasa da cömert bir anne-baba, çocuğunun ruhsal yönden beslenmesi için
gerekli olan sevgiyi çocuğuna vermek için cömert davranır. Çünkü cömert kişinin hem yüreği hem
eli açıktır. Zaten fakirin çocuğuna vereceği gerçek, katıksız bir sevgiden başka fazla önemli bir şeyi
de yoktur. Hiç olmazsa bu sevgiyi verebilenlere ne mutlu! Tabi cömertlikle savurganlığı birbirine
karıştırmıyoruz. Cömertlik bilinçli, bilgili eli açıklık, gerekeni, olanı esirgememektir. Savurganlık
ise bilinçsizce harcamak, har vurup harman savurmaktır. Ancak şu var ki, yeterli ve dengeli
70
beslenme dışında tasarruflu yaşamak bugün ve her zaman için çok önemli bir erdemdir. Bu aynı
zamanda benim de önemsediğim sade ve doğal bir yaşam tarzıdır.
Gündemde kalmak, etraftakileri kendi lehine etkilemek için gösteriş yatırımı yapıp, davetler ve
hediyelerle cömertlik gösterilerinde bulunmak da bizim anladığımız, bildiğimiz anlamda bir
cömertlik değildir. Bu tür davranışlar, parti çalışmalarını rayına oturtmak için iftar yemekleri
vermekle aynı kapıya çıkmaktadır. Refah Partisi bu yolu tercih ederken, diğerleri güya daha
modern, globalleşme rüzgarları ile şişirilmiş bir vaziyette ve şekilde bu toplantıları sürdürmekte,
cömertlik gösterileri yapmaktadırlar.
71
ANLAMAYA ÇALIŞMAK - KOLAYCA SUÇLAMAK
Bu ülkede yaşayan insanlar olarak yıllardır belki de asırlardır birbirimizi suçlayarak zıtlaşmaktan
çok çektik ve bu gidişle daha da çok çekeceğiz gibi görünüyor! Suçlamak, suçlayıcı konuşmak
üzerine daha önceki bölümlerde epeyce durduk. Ama çok önemli olduğu için yeniden ve ayrıca bu
konuyu bir kere daha ele almakta yarar görüyorum. Çünkü olumlu düşünceyi, bireysel başarı ile
birlikte toplumsal başarıyı da yakalayabilmek öncelikle suçlamadan konuşmak, anlamaya
çalışmak ve tabii ki doğru anlayabilmekle mümkündür.
Anlamak biraz zordur ama kalite için mutlak gerekli olan davranış şeklidir. Daha önce de söyledik
doğru anlamak zordur. Çünkü insanda olumlu anlamda bir sürü donanım ve birikim ister. Yani
doğru anlamak için öncelikle olgun bir sevgi, ilgi, bilgi, sabır, zaman gibi bir sürü emek yoğun
birikim gereklidir. Oysa suçlamak o kadar kolaydır ki! Suçlamak için sadece hafif bir asık surat
veya çatık kaş yetip de artar! Sözlü konuşmanıza bile gerek yoktur. Evet anlamak zordur ama bunu
öyle fazla gözümüzde büyütmeyelim. Çünkü anlamak için azıcık ilgi, birazcık bilgi ve de mutlaka
samimi bir SEVGİ işin içinde varsa bu yeter. İnanın! Sevgi olmadan sadece kuru bir bilgi ile pek
çok şeyi doğru anlamak gerçekten mümkün değildir!
Önyargı, şartlanmış düşünce yoksa azıcık sevgi ile birlikte birazcık ilgiyi bir araya getirip o konuda
yeterince bilgiye sahip olabilmek her zaman için mümkündür. İşte bu ANLAMAK demektir. Doğru
anlamak için öncelikle dinlemek, dinlemesini bilmek gerekiyor. Çocuklarını dinleyerek ve onları
anlamaya çalışarak büyüten anne-babalara ne mutlu! Düşünebiliyor musunuz? Bir insanın bu
yaşamda kendini doğru anlatabilmesi, doğru anlaşılması veya tam tersine anlaşılamaması, yanlış
anlaşılması o kişi için ne kadar önemlidir? Doğru anlaşılmak ne kadar keyifli, yanlış anlaşılmak ne
kadar acı ve ızdırap vericidir?
O nedenle doğru anlamak ve anlaşılmak en önemlisidir. Her şeyde olduğu gibi yine doğru anlamak,
anlayabilmek için de sevgi ile birlikte az da olsa o yönde, içten gelen bir ilgi ve isteğin olması
mutlaka şarttır.
İçten gelen ilgi ve istek; o konuda yeterli olacak bilgiyi, bilgi ise doğru anlamayı sağlamaktadır.
Ancak doğru anlayarak sevgiyi, kaliteyi, başarıyı artırıp bu hayatı daha anlamlı hale getirebiliriz.
Başarıyı olgun bir sevgi ile paylaşmak ise gerçekten doğru, amaçlı ve insancıl bir yaşamı mümkün
kılmak demektir.
Kalite, çevre (doğa) ve yönetim kavramları günümüzün ve geleceğin vazgeçilmez kavramlarıdır.
Ama bunların içinde en önemlisi yönetimdir. Çünkü insanın, insanların nasıl bir eğitim göreceğine
karar veren ve yöneten, adı üstünde ancak yönetimdir. Doğru bir eğitim olmadan hiç bir olumlu
sonucun ortaya çıkması mümkün değildir. Kişi elbette doğar doğmaz kendini doğru bir şekilde
yönetemez! Bu mümkün değildir. O nedenle bir ailenin doğru yönetilmesi, yönetenlerin en
güçlüsü ve herkese örnek olması bakımından o devletin doğru yönetilmesi en önemlisidir.
72
Özetlemek gerekirse devletin sahip olduğu yönetim ve eğitim anlayışı yani zihniyeti o toplum ve
bireyler için en belirleyici unsurdur. Ancak ve ancak doğru bir eğitimle, sağlam bir düşünce
sistemine sahip olmak ve doğru anlamayı becerebilmek mümkündür.
Çocuk eğitiminde ve insan davranış ilişkilerinde birbirimizi anlamak, anlamaya çalışmak için
zaman ayırmak günümüzün sabırsız, aç gözlü ve aşırı hırs küpü yaşam ortamında bilseniz ne kadar
zordur! Başarılı ancak dengeli, tutarlı insanların yetişmesi, çoğalması; çocuk ve genç eğitiminde
suçlamadan ve suçlayıcı konuşmadan beğeni, övgü, takdir sözcüklerini kullanmak, kullanabilmekle
mümkündür. Doğaldır ki anlamadan, bir birikime sahip olmadan insan olarak bir denge ve tutarlılık
kazanmadan, öz olarak sevgiyi bilip tanımadan, pozitif yaşam için çok gerekli olan beğeni, övgü,
takdir sözcüklerini kullanabilmek de hiç mümkün değildir.
Bütün insan yaşamında ama özellikle çocuk eğitiminde gerçekçi beğeni, övgü ve takdir
sözcüklerini kullanabilmek ise eğitimin özü ve esasıdır. Dengeli, tutarlı, başarılı bir insanın
yetişmesi, yetiştirilmesi ilk önce bilinçli bir çocuk eğitimine yani çocuğu anlamaya, onun olumlu
davranışlarını görüp fazla yağcılık, aşırı korumacılık, abartma ve baştan savma yapmadan beğenip,
takdir etmeye, olumsuz davranışlarında ise yine fazla abartmadan anlayış göstermeye, nedenlerini
anlamaya ve uyarıları sevecen bir uslup kullanarak yapabilmeye bağlıdır.
Suçlamak, suçlayıcı konuşmak her türlü ilişkide sevgiyi azaltan, yok eden en belirgin ve etkili
davranış şeklidir. Denilebilir ki sevginin azalması, yok olması diye bir şey belki de yoktur. Ama
suçlama sonucu bu yaşam için çok gerekli olan sevgi, pozitif yaşam enerjisi yapı değiştirir,
dönüşüme uğrar. Yani kin ve nefrete kadar uzanan olumsuz, negatif yaşam enerjisine dönüşür. Bu
ise bir yerde sevginin azalması, yok olması demektir. Kin ve nefret enerjisinin artması canlı
organizmanın ya kilitlenmesi (bireysel hastalık) veya yıkıcı, yok edici yönde harekete geçmesi
(terör yani toplumsal hastalık) demektir.
Gerek çevremizde gerekse dünyadaki bir çok örnekte bu durum açıkça gözlenebiliyor. Gerçekten
sevgisizlik ve terkedilmişlik duyguları da insanları başarıya götürüyor! Bunu gözlerimizle her
gün görüyoruz. Hem de ne başarı! Yine Amerika’ya haksızlık olmasın ama Amerika’nın
başarısında öyle sanıyorum ki bu duygulara dayanan bir kültürün yeri epeyce fazla olsa gerek!
Çünkü bugünkü Amerika’yı ortaya çıkaran, yaratan insanların ataları, aslında Avrupa’dan atılan,
dışlanan, gemilerle götürülüp o zamanki ıssız, bucaksız topraklara terk edilen insanlardı. Yani
çoğunluğu suç işlemiş insanlardı. Şimdi tüm dünyadan sanki bu terkedilmişliklerinin öcünü
alıyorlar! Düşünüyorum da acaba bazı zenginler çocuklarının bir Amerikalı gibi başarılı olması için
onları bilerek mi sevgisiz bırakıyorlar veya terkedilmişlik duygusu yaşamasına izin veriyorlar?
Yoksulları, çok çocuklu aileleri anlayabiliyoruz. Bunlar isteseler de o kadar çocuğa bakıp, becerip,
ilgilenemeyecekleri için ipin ucunu zorunlu olarak bırakıveriyorlar.
Gerçekten de sevgisiz bırakma, terkedilmişlik duygusu yaşatma, suçlama, tersleme, azarlama gibi
davranışlar, başarıda motivasyon araçları olarak işe yaradıkları müddetçe bunların kullanılması da
kaçınılmazdır. Çünkü bu yöntemleri kullanmak hiç bir şekilde fazlaca bir birikim ve bilgiyi
gerektirmiyor. Biraz büyük, biraz güçlü, biraz kendi zevkine düşkün, azıcık öfkeli olmak yetiyor!
Hemen her yetişkinde ve anne-babada bu özellikleri bulmak ise o kadar kolay ki!
Şu tesbit bence çok önemlidir. Başarının, başarılı olmanın bir çok yolu vardır ama dengeli ve
tutarlı olmanın yolu tekdir. Bu yol, kesinlikle ve yalnızca sevgiyi bilmek ve tanımaktır. Çünkü
başarı için ileri sürülen kıstaslar o kadar farklı ve çeşitlidir ki. Bir bakıyorsun şu anda olduğu gibi,
‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ sesleri her tarafta ve herkes için yankılanıyor! Aslında rastgele ve
herkes için böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Bir kere işin doğasına aykırıdır!
İnsan davranış ilişkilerinde sevgiyi esas alabilmek çok önemlidir. Eğer bir çocuk sevgiyi tanıyarak,
öğrenerek, sevginin nimetlerinden payını alarak yetişir, yetiştirilir, küçük başarıları için de gerçekçi
beğeniler alarak büyürse hem başarılı hem dengeli bir insan olur ve olacaktır. Hele ki şu çağda,
bana göre başarıdan önce dengeli, tutarlı insana daha çok gereksinim var. Tabi asıl önemli olanı
73
dengeli, tutarlı bir yapı ile birlikte başarılı olabilmektir. İnanın bu tür bir başarı hem kaliteli, hem
çevreyi gören ve gözeten, hem de toplumsal kaliteye katkıda bulunan önemli ve makbul olan bir
başarıdır.
O nedenle çocuk eğitiminde şu iki tür yetişme ve başarı şeklinin bizi çok fazlaca ilgilendirmesi
gerekiyor.
Birincisi: Çocuğu sever, hafiften destek verir, başarısını gerçekçi bir şekilde ve abartmadan takdir
eder, över, onu yüreklendirirsin. Çocuk da küçükten başlayarak başarır. Sevgiyi bilip tanıyarak,
takdir ve övgü sözcüklerinden aldığı motivasyonla başarır ve başarmaya devam ederse, sonunda
mutlaka dengeli, tutarlı ve de sağlam düşünceli, başarılı bir insan olur.
İkincisi: Çocuğu her şekilde korkutur, suçlar, sürekli tenkit eder canından bezdirirsin. Bu durumda
ya iyice sinmiş, pısırık, yağcı, aşırı gururlu veya akli bakımdan dengesiz birisi olur. Ya da öç
almak, canını o ortamdan hızla kurtarmak için daha fazla motive olur, çalışır ve başarır. Aynı ‘Vali
olup da bir türlü adam olamamış çocuk’ örneğinde olduğu gibi. Hızla ve daha yükseğe çıkarak
kendine uygulananların aynısını başkalarına uygulamak için yanıp tutuşur. Buna bilenir. Kesinlikle
başarır, başarılı olur ama bize göre hiç bir zaman dengeli ve tutarlı bir insan olmaz, olamaz.
İsterseniz burada ‘Vali olup da adam olamamış çocuk hikayesi’ni bir hatırlayalım ve sizlerle bunu
yorumlamaya çalışalım: Bu hikayede baba sürekli olarak oğluna ‘Oğlum sen adam olmazsın’
dermiş. Ama oğul çalışmış, çabalamış, ne yapmış yapmış, başarmış. Sonunda vali olmuş. Vali
olunca hemen adamlarını gönderip babasını apar topar makamına getirtmiş. Vali olan oğul gururla
ve heyecanla ‘Bak baba! Sen bana hep ‘Sen adam olmazsın’ derdin. Oysa ben vali oldum. Koca bir
şehri yönetiyorum’ demiş. Baba çaresiz. Gerçekten de bakmış ki oğul haklı! Ama bu durum da bir
şeyler de söylemesi gerekiyor. Ve almış sazı eline: ‘Görüyorum oğlum. Hayırlı olsun valilik
görevin. Ama ben zaten sana vali olamazsın dememiştim ki, adam olamazsın demiştim’ diyerek
taşı yine gediğine koymuş!
Aslında bu hikaye halk arasında, önemli bir adam olan o çocuğun vefasız çıkıp anne-babasını
küçük görüp, ihmal edeceğinin büyükler tarafından tecrübelere göre önceden bilinmesi şeklinde bir
yorumla anlatılmaktadır. Evet gerçekten de o çocuğun vali olduğu ama adam olamadığı bu son
davranışı ile ortadadır. Ama babacığı o çocuğa zamanında ‘Oğlum sen kocaman, başarılı, dengeli,
tutarlı bir adam olacaksın’ dese idi, daha doğrusu bu şekilde söyleyebilse idi! Acaba durum yine
de böyle mi olurdu? Ben hiç sanmıyorum ki böyle olsun! Gördüğünüz gibi bu örnek yine de kendi
konusunda çok ılıman, iyi huylu bir örnektir. Yani baba oğul arasında geçen bu konuşmayı biz
kibarlaştırarak sizlere sunduk.
İşte bu şekilde hakaret ve suçlamalarla motive olup, başarılı olan insanların yönetici, lider,
başkan olmaları gerçekten tam bir felakettir. Yani bu durum Saddam, Stalin, Hitler taklidi
yöneticilerin bu dünyada çoğalması demektir. Anne-baba olmaları durumunda ise yine kendileri
gibi dengesiz, tutarsız, sağlıksız insanların yetişmesi ve çoğalması demektir.
Bununla bağlantısı olabilecek benzer ve acıklı bir örnek kendi yaşantımda vardır. Tire Sanat
Enstitüsü’nde birlikte okuduğumuz, kafası iyi çalışan bir arkadaşımın (Nejat) acı sonu, bundan
haberdar olan bizler için belleğimizden silinecek gibi değildir. Ama o arkadaşım ne yazık ki vali
örneğindeki oğul kadar şanslı olamadı! O da babasına son derecede kızgındı. Sanat enstitüsünde
iken yaptığımız konuşmalarda, büyük bir adam olup babasına doğruları öğretmek istediğini sıkça
belirtir ve babasını şiddetle eleştirirdi. O zamanki E.Ü. Makine Mühendisliği üçüncü sınıfında
ruhsal bunalıma girdi ve bir daha kurtulamadı! O nedenledir ki her zaman için, iyi veya kötü
anlamda örnek ve sorumlu olanlar, daha evvelden sorumlu yerlerde, mevkilerde bulunanlardır.
Ailede bu kişiler mutlaka anne-babalardır. Bunu sakın ola ki unutmayın! Hep birlikte unutmayalım!
Peki ama suçlama sonucu sevgi, sevginin yeşermesi, kullanıma sokulması azalıyor ve insanlar bu
şekildeki bir eğitim sonucu yozlaşıyor ise acaba neden ve nasıl suçlama ihtiyacı duyuyoruz?
74
Suçlama bazen insanın karşılaştığı olumsuzluklara yönelik masum bir savunma aracıdır. Veya öyle
görülür ve gösterilir. Çoğu kez de olumsuzlukları yaratan asıl faktördür. Suçlayarak değerimizi
artırmaya, suçlayarak uzlaşma ortamlarını yok edip ortalığı karıştırmaya da çalışırız. İsterseniz
değişik suçlama çeşitlerine şöyle bir göz atalım.
Eğer az bilinç, çaresizlik ve içe dönük bir yapı söz konusu ise genelde kendimizi suçlarız. Daha
sonra döner bizi bu dünyaya getirenleri veya görünmez birilerini, feleği suçlarız. Bu konuda ağıtlar,
ezgiler yakarız. Suçlama zararlı olduğu için, kendimizi suçlamanın zararını ve cezasını fazlası ile
çekeriz. Çaresiz, ancak dışa dönük bir yapı söz konusu ise biz onu milli felaket veya terörist
olarak adlandırırız. Böyle bir yapı da zaten hem çok çekecek hem çok çektirecek demektir.
Eğer biraz bilinç varsa entel veya sosyal takılır, bir kaç arkadaş bir araya geliriz. Olayla ilgili kişi
veya kişileri suçlar, dedikodusunu yaparız. Hatta ortam uygunsa verip veriştirir stres atarız. Bu
suçlama şekli de kesinlikle zararlıdır. Ancak buradaki zarar suçlanan kişi ile olan aradaki mesafe ile
çok yakından ilgilidir. Örneğin burada bulunup Amerika’daki Madonna’yı suçlayıp, dedikodusunu
yaparak rahatlamak istersek, bunun zaman kaybından başka bir zararı olduğu söylenemez. Biraz
daha yakınlara gelip Ankara’daki hükümeti, yönetimi suçlarsanız, bunun zararı durum ve şartlara
göre çok değişken olabilir! Eğer suçladığınız, dedikodusunu yaptığınız kişi çok yakınınızda, aileden
veya işyerinizden birisi ise, işte bu son derecede zararlıdır. Bununla ilgili ceza faturası hemen
olmasa da mutlaka bir gün önümüze gelecektir. Fatura doğrudan önümüze gelmese dahi suçlama
ve dedikodu sonucu oluşan huzursuz, güvensiz, aşırı şüpheci ve ikiyüzlü ortam, orada
yaşayanlar ve tabii bunun farkında olanlar için büyük bir cezadır. Çekilmez bir ızdıraptır.
Suçlamanın diğer bir türü, ani ve etkili olanı doğrudan yüz yüze yapılanıdır. Olayla ilgili kişi
aranır bulunur. O andaki suçlamanın şiddetine uygun kelimelerle karşılıklı olay gerçekleştirilir.
Böyle bir gösteri yalnızca sözde kalmayabilir! Araç gereç kullanımı da gündeme gelebilir! Suçlama
sadece sözde kalsa dahi yani bedensel bütünlük hala mevcut olsa da, bu olayda ruhsal, zihinsel
zedelenme vardır.
Diğer bir şekli, eğer suçlamayı bireysel yapmak istemezseniz bugünkü siyasi sistemde olduğu gibi
parti veya gruplar kurar, topluca diğer grup veya partileri suçlarsınız. Muhalefette iken karşı tarafı
en iyi suçlamayı beceren bir ustayı bulup, getirir başkan yaparsınız. Kısa sürede de iktidar olur o
ülkeyi bir güzel yönetirsiniz! Peki öyleyse ne yapmak gerekiyor. Suçlamaya devam mı edelim?
Yoksa başka bir yol mu izleyelim?
Evet, biz diyoruz ki lütfen başka bir yol izleyelim! Buna göre yaşamda özlenen, arzulanan, huzurlu
bir ortam, birlik, beraberlik, toplu iş başarma, takım çalışması, başarının sevgi ile paylaşılması yani
sevginin, uzlaşmanın öne çıktığı bir ortam yaratılmalıdır. Doğaldır ki böylesi bir ortamı;
suçlamanın tüm çeşitlerini kullanıp sevgiyi azaltarak, yok ederek yaratmak mümkün değildir.
Şurası bir gerçek ki suçlamak, dedikodu yapmak sanıldığı gibi bir rahatlama, bir çözüm yolu
değildir. Tam tersine anlatmaya çalıştığımız gibi huzursuzluğun ve çözümsüzlüğün ta kendisidir.
Çünkü suçlamak zıtlaşmak demektir. Zıtlaşmak ise mutlaka sevgisizlik ve tam çözümsüzlüktür.
En önemlisi de zıtlaşmanın olduğu yerde ve anda sevginin, aklın barınamaması, orayı hemen
terketmesidir. Sevginin ve aklın olmadığı bir yer ve ortamdan yaşam adına her hangi bir güzellik,
olumlu bir sonuç beklemek ise boşunadır. Mümkün değildir.
Suçlamanın zararları gerçekten saymakla bitmez. Suçlamanın her türlüsü gerek söz gerekse tavır
olarak mutlak bir sevgi zehiridir. Bu zehirin etkisi suçlamanın şiddetine göredir. Suçlamak çok
kolay ve çok çeşitlidir. Tavır olarak bir çatık kaş, bir asık suratla başlar, hafifçe bir terslemeden tut,
azarlama ve ağır hakaretlere kadar uzanır. Suçlamanın en yüksek derecesi ağır hakarettir. Ağır
hakaretin ise bir tek görevi vardır. Karşılıklı insan ilişkilerinde kin ve nefreti artırmak,
kurumlaştırmak!
75
Suçlamada tavır önemli değildir diye sakın düşünmeyelim. Çünkü biz insanlar karşımızdaki kişiye
hiç bir sözcük söylemeden en yoğun sevgi veya nefret duygularımızı, daha doğrusu enerjimizi
aktarma yeteneğine sahibiz. Suçlamadan konuşmak, konuşabilmek, mesaj iletmek çok önemlidir.
Ama ne söylersek söyleyelim, illa ki uslup ve tavır en önemlisidir. Birine çok kızıp ağır bir suçlama
yaptığımızda sözcüklerin üzerine basarak ‘Oh ne de güzel yaptım! Yüreğim soğudu’ deriz. Lütfen
bunu yapmayalım! Eğer bu tavrınızı beğenip o doğrultuda yaşamaya devam ederseniz, korkarım ki
soğuyan o yüreğiniz, bir daha sevginin o özlenen sıcaklığından asla nasibini alamayacaktır!
Demek ki bütün bunların sonunda ortaya çok önemli bir yaşam kuralı çıkıyor. O kural ise şudur:
Hayatta ne kendini ne başkalarını sakın suçlama! Çünkü suçlamak mutlaka suç ve cezayı
gerektiriyor veya çağrıştırıyor. Kendimizi suçlarsak, mutlaka ona uygun bir cezayı hakkettiğimizi
düşünüyor ve o cezayı çekiyoruz. Sonunda ise itiraf ediyoruz: ’Korktuğum başıma geldi’ diye.
Başımıza gelir ve geliyor da! Çünkü gerçekleşen sonuçlar hep düşüncelerin ürünüdür. Kendimiz
hakkında düşünelim, daha iyi nasıl olabilir diye kafa yoralım. Ama sakın ola ki kendimizi
suçlamayalım! Kendimizi suçladığımızda kendi içimizde çelişkiye düşüyoruz. Eğer bir başkasını
suçluyor isek, onun da mutlaka bu suçlamaya uygun bir cezayı çekmesini istiyor ve bunun için
elimizden geleni yapıyoruz. Taraftar toplamak, haklı olduğumuzu bu yoldan ispatlamak istiyoruz.
Dedikodu ile suçlamada ise dedikodusunu yaptığımız kişinin yüzüne samimi, sevecen bir şekilde
bakamıyoruz ama bakıyormuş gibi yapıyoruz. İşte ikiyüzlülük, güvensizlik ve huzursuzluk bu
davranış şekliyle yayılıp, kökleşiyor. O nedenle karşılıklı insan davranış ilişkilerinde; konuşulan
sözün bir işe yaraması, bir etkisinin olması, gelecek için iyi ve sağlam bir doğrultu yakalamak
isteniyor ise bunu ancak iki şekilde yapabilmek mümkündür:
Birincisi: Karşılıklı insan ilişkilerinde yani bu dünyadaki yaşamda suçlamadan konuşmayı,
konuşabilmeyi öğrenmek, bunu mutlaka becermek. Özellikle çocuklara, gençlere mutlaka bunun
eğitimini vermek.
İkincisi: İnsanı, insanları, olayı, olayları ama her şeyi art niyetsiz ve önyargısız anlamak ve
anlamaya çalışmaktır. Bunun için çaba harcayıp gayret göstermektir. Çünkü bir olay da onun
kahramanları da mutlaka çok önemlidir ama asıl önemli olan olayın nedenleridir. Bu gerçeği
hiç bir zaman unutmayalım. Sonunda yine geldik ANLAMAK olayına, fiiline? Diyebiliriz ki doğru
anladığın, anlayabildiğin sürece inan ki bu dünyada korkmazsın, dedikodu yapmazsın, kimseleri
suçlamazsın. Doğru anladığın zaman öyle iğreti, yalancıktan değil, daha çok, gerçekten ve
yürekten seversin. O halde anlamaya çalış, olumlu yaşa, hayata olumlu bak. Sevgi dolu, korkusuz
yaşa ve yaşat! Lütfen bunun için biraz daha fazla çaba ve gayret!
Gerçekten de tüm olumsuzlukların ve hoyratlıkların altında yatan nedenleri bir araştırın! Ana
nedenin, mutlaka basit suçlamalar sonucu ortaya çıkan kör zıtlaşmalar olduğu görülecektir.
Zıtlaşmaların nedenlerini araştırdığınızda ise incir çekirdeğini doldurmayan sudan sebeplerle
yapılmış karşılıklı suçlamaların olduğu görülecektir. İşte aklını kullanmayanlar, sevgiyi bilip
tanımayanlar için bu durum tam bir kısır döngüdür.
Evde anne-babanın, bir kurumda şefin veya müdürün ama en önemlisi devleti yönetenlerin
suçlayıcı konuşmaları o ortamda, geleceğin kaos olması için en önemli nedendir. Ülkemizin yılardır
kaos ortamından bir türlü kurtulmamasının en önemli nedeni ise, üst düzeyde karşılıklı suçlama ve
hakaretlerin sürekliliğinin yılarca sağlanmış olmasıdır. Doğrusu 1999 seçimleri sonunda, üst
düzeyde suçlayıcı konuşmaların ortadan kalktığını görerek içimiz epeyce rahatlamış gelecek adına
epeyce umutlanmıştık! Ama kim nereden bilebilirdi ki? Gizli ve açıklanması yasak olan bir
oturumun yarıda kesileceğini ve ‘Bu büyük bir krizdir’ diye sayın başbakanımız Ecevit’in, sayın
cumhurbaşkanımız A. Necdet Sezer’i epeyce ağır bir şekilde, suçlayıcı bir açıklama yapacağını! Ne
yazık ki bu suçlamaların cezasını da yine her zaman olduğu gibi aşağıdakiler, yani bizler çektik!
Yukarıdakiler ise yine oradaydı! Bu bilgiyi de taze bir not olarak buraya ilave etmiş olalım.
76
Son bir kez daha tekrar edelim: Lütfen her koşulda insanları suçlayıp, aşağılayarak kendi
değerimizi yüksek gösterme hamlığı ve çirkinliğinden, üstelik içimizdeki, özümüzdeki sevgiyi
öldürme hoyratlığından mümkün olduğunca uzak duralım!
Yine biliyoruz ki bir insanın başka birini, tüm insanları aynı derecede candan sevmesi mümkün de
değildir, gerekmez de! Ama insanları yerli yersiz suçlamanın, olumsuz, yıkıcı dedikodu yapmanın
da hiç mi hiç gereği yoktur. Özellikle yönetenler, yöneticiler ve hele hele anne-babalar lütfen
dikkat! Suçlama ve zıtlaşma yöntemi ile yani dedikodu ile değil anlayarak, bıkmadan, usanmadan
anlatarak, kendimize ve başkalarına karşı özümüzdeki sevgiyi koruyup geliştirerek yönetelim ve
yönlendirelim. Yaşadığımız alanda, kendi çapımızda pozitif sevgi enerjisi daha yüksek olan bir
çevre ve ortam yaratalım.
77
OLUMLU DÜŞÜNCEYE SAHİP OLMAK
VE OLUMLU DÜŞÜNCE GRUPLARI OLUŞTURMAK
Kitabın bu bölümünde okulda öğrencilerle birlikte kurmayı düşündüğümüz ama gerekli ilgiyi görüp
yeterli zaman ayıramadığımız bir OLUMLU DÜŞÜNCE GRUBU için hazırlamış olduğum örnek
sayfayı yani bir yerde olumlu düşüncenin tanıtım sayfasını koymak istiyorum. Bize göre olumlu
düşünce; özü olgun sevgiye ve samimi güvene dayanan bir yaşam doğrultusudur.
Olumlu düşünce; aslında önce insanın kendini tanıma, sevme, olumlu birikim kazanma, insanı
sevme, yerine göre bir affetme ve bağışlama sanatıdır. Şu bir gerçek ki kendini sevmeyen, insanı
sevmez. Hem kendini hem başkalarını affetmez. Affetmeyi bilmez. Affedilmeyen kusurlar hem
içeride, hem dışarıda daha çok kızgınlık ve öfke birikimine neden olur. Kızgınlık ve öfke ise her an
patlamaya, yakıp yıkmaya hazır bir bombadır. Bize göre yalnızca olgun sevgi sahibi insan gerçek
anlamda güçlüdür. Gerektiğinde affeder ve bağışlar. Zayıflar ve kinliler ise asla!
Olumlu düşünce aynı zamanda olumsuzluklara, çarpıklıklara, haksızlıklara karşı yine özü sevgiye
dayanan bir direniş, bir kendini ifade etme aracıdır. Bu düşüncenin evrensel boyutlarda pek çok
temsilcisi vardır. Ama olumlu düşünce ile bir ulusun kaderini değiştiren kişi Mahatma
GANDHİ’dir. Bu felsefenin özü; karşındaki kişiye kin ve nefret duymadan, kendini ve içindeki
sevgiyi koruyup geliştirerek gerçekleri dile getirmek, sürekli doğruyu ve gerçeği aramaktır.
Görünüşte olumlu düşünce sahibi olmak son derecede kolaydır! Zaten kime sorsan, hiç kimse
olumsuz bir düşünceye sahip olduğunu söylemez. Biraz da bu nedenle ulumlu düşünce grubunun
kolay taraftar toplaması mümkün değildir. Görünüşte olumlu düşünce sahibi olmak kolaydır.
Gerçekte ise son derecede zordur. Kolaydır! Çünkü kime sorsanız olumsuz bir düşünceye sahip
olduğunu söylemez. Böyle bir durumu kabul etmez! Hatta bunun farkında bile değildir.
Zordur! Çünkü olumlu düşünce her şeyden önce çok çalışmayı, kaliteli olmayı, sonuçta olgun,
işlenmiş sevgiye ve dengeli bir özgüvene, iç disipline ulaşmayı hedefler! Oysa ki genelde
insanların özünde, hele ki gençlikte mümkün olduğunca az çalışıp buna karşılık rahat bir yaşam
sürme düşüncesi ağır basmaktadır. Hatta uygun ortamlarda bu amaçla kurulan gruplar, örgütler
hemen hızla büyüyüp, serpilip gelişirler. O nedenle olumlu düşünce grubunun hemen ve kolaylıkla
taraftar toplaması çok zordur! Çünkü olumlu düşünce insanlara doğrudan ve de kısa yoldan bir
çıkar, kolay bir yol önermez, sağlayamaz. Aksine çok çalışmayı, kaliteli üretken olmayı, uzun
vadede insan olarak olgun, işlenmiş bir sevgi ve özgüvene sahip olmayı hedefler. Bunlar ise
hemencecik ve bir anda olabilecek, kolay şeyler değildir. Bu aslında yaşam boyu sabırla, azimle
sürdürülmesi gereken bir maratondur. O düşünceye uygun davranış örneği göstermek önemlidir.
İşte size bir davranış örneği: Üniversitelerde rektörlük seçimleri var! Ülkedeki milletvekili
seçimleri nasıl yapılıyor ise üniversitede rektörlük seçimleri de aynı anlayışla yapılıyor. Örneğin
bizden bir arkadaşımız diyor ki: “Bölüm olarak, grup olarak bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz.
Belirlediğimiz rektör adayına gidip; eğer siz bize şunu, şunu yapar, ya da verir veya vermeyi
şimdiden vaad ederseniz, biz de bilmem ne kadar oyla sizin yanınızda olacağız diyelim. Yani
elimizdeki bu fırsatı iyi değerlendirelim” diyor. Eminim diğer arkadaşların % 90 dan fazlası da aynı
şekilde düşünüyorlar. Çünkü bugünkü sistem ne yazık ki tepeden tırnağa böyle işliyor! Ama
üniversitede bu tür davranışın, hazineden pay kapmak için parti kurup, birlik oluşturmakla ne farkı
var? Çünkü rektörlük için yarışan diğer tüm grupların fikirleri ve amaçları da aynı olacaktır. Yani
oturup bir şeyler üretmek, işimizi nasıl daha iyi yaparız diye konuşmak yerine, rektörlük
pastasından nasıl daha fazla pay kaparız fikri hakim! Alışılageldiği gibi işin gidişatı şöyle:
Makam sahibi olmak isteyen kişinin koltuk hırsından yararlanıp seçmen olarak bu fırsatı kendi
çıkarın için değerlendirme düşüncesi! Bunun neresi erdemli bir davranış! Bu tür davranışlar sonucu
hepimiz, ülke olarak ne durumlara geldik!
78
İşte bu tür düşünceler ne yazık ki bizim iliklerimize işlemiş. Çünkü önümüzdeki başarılı örnekler
hep böyle yapmışlar. Hala böyle yapıyorlar! Bu düşünce ki, kısa yoldan avantaya konma düşüncesi.
Bu tür düşünceler, çok hızlı taraftar toplayan bir düşünceler! Çünkü köşeyi dönmek için uzun süre
beklemek tehlikeli! Az çalışıp, kısa zamanda çok kazanma ve rahat etme düşüncesi. Tabii ki böylesi
durumların olumlu düşünce ile bağdaşması mümkün değil. Bu düşüncenin yanlış olduğunu
söylediğin zaman da arkadaşım hemen taşı gediğine yerleştiriyor: “İyi de senin olumlu düşünceye
hani rağbet eden mi var?” Ne diyelim! Bu ortamda, arkadaşımız o kadar haklı ki! Sap gibi ortada
kalıyorsun. Ama sonuçta tek başına kalsan da çaresiz olarak ‘Benim doğru bildiğim yol da bu’
diyorsun.
Değerli Dostlar! Gerçekten de olumlu düşünce aynen sağlık gibidir. Yani bulaşıcı değildir. Olumlu
düşünce insanlar arasında, evrensel insani erdemler doğrultusunda heyecan yaratıp, hızlı hareket
etmez ve hemen büyük taraftar toplayamaz. Çünkü genelde ve haklı olarak kişi ‘Zaten öyleyim ki’
diye düşünür, düşünürüz. Bu düşünce büyük oranda doğrudur. Ama ilgi, özen gösterilip, ek çaba
sarfedilmedikçe hiç bir şey kendiliğinden daha güzel ve daha mükemmel olamaz ki! Üstelik şunu
da çok iyi biliyoruz ki yaşamda bu düzeni, yapıyı, dengeyi her an kendi lehine bozabilecek ve
insanları daha hızlı bir araya getiren olumsuz düşünce, menfaat, kin ve nefret gibi bulaşıcı
hastalıklar da aynı bünyenin içinde bulunmaktadır!
Herkes biliyor ki insanların çoğunluğu, tam tersine bu kısacık yaşamda yani ölmeden önce pek çok
şeye sahip olma arzusu ile, gerçeğin farkında olsa bile insani erdemleri çoğunlukla bir kenara
bırakıyor. Aç gözlülük, kıskançlık, aşırı hırs genelde daha ağır basıp belki görünürde değil ama
özünde tüm sevgiyi, olumlu düşünceyi gölgede bırakabiliyor! Ne zaman ki insanın başına önemli
bir felaket geldi veya o insan artık gidici olduğunu anladı! İşte o zaman, biraz bu konular üzerinde
durup, düşünme olanağını bulabiliyor!
Değerli Dostlar! Bizim şöyle bir düşünceye sahip olmamız mümkün değil. Yani “Olumlu düşün ve
yan gel yat!’ Tam tersine bıkmadan ve usanmadan her zaman için çok çalış! Ama tüm zorluk,
terslik, haksızlık ve çirkinlikler karşısında hep kendini olumlu düşünmeye zorla! Sana yapılan
kötülük ve çirkinliklerin üzerine kalın bir sünger çekmeyi bil! Yani 3000 yıl önceki bilgenin dediği
gibi “Bağışla ve unut ama kimseye teslim olma”. Sakın ola ki yıkıcı, yok edici kin ve nefret
enerjisinden, bu veya öbür dünyadaki yaşam için bir medet olur sanma!
Bilmeliyiz ki olumlu düşünce hayattır, sağlıktır. Yani her zaman tekrarladığımız gibi asıl sağlık,
düşünce sağlığıdır. Çünkü her şey düşünce ile başlar ve düşünce ile biter. Bu gövdeyi taşıyan,
yöneten, hayatta var olduğunu, yaşadığını farkettiren düşüncedir. Düşünce enerjisidir. Olumlu
düşünce ise asıl bize gerekli olan sağlıklı, yapıcı, yaratıcı yaşam enerjisidir. Sevgi enerjisidir.
İnsanlarla karşılaştığımızda sorarız. Nasılsınız, iyi misiniz? Karşıdaki yanıt verir. Eh işte ‘İyi
diyelim, iyi olalım’. İşte bu yanıt olumlu düşüncenin başlığı, başlangıcı ve temelidir. Bu yaşamda o
temeli geliştirmek, olgunlaştırmak, sağlamlaştırmak hem o kişinin, hem de hepimizin görevidir.
OLUMLU DÜŞÜNCE GRUBU NE İŞLE UĞRAŞIR DERSİNİZ?
*Özünde sevgi olan tüm işlerle ilgilenir ve uğraşır. *İnsan doğasının değişmez olduğunu ancak
davranışların doğru teşviklerle kısmen de olsa iyileştirilebileceğine inanır.
*Canlılarda hastalık diye anlatılan durumların aslında olumsuz düşünce yani aşırı hırs,
çekememezlik, üzüntü, sıkıntı, kin ve nefret gibi, öz olarak sevgisizlikten kaynaklandığına inanır.
79
*Olumlu düşüncenin kuvvetli temsilcisinin sevgi, olumsuz düşüncenin ise kin ve nefret olduğuna
inanır. *Çalışma hayatında başarı için (en azından tekstilde) % 15-20 teknik bilgi, % 80-85 insan
davranış ilişkilerinin payı olduğu söylenir. Bunun doğruluğuna inanır.
*Doğru anlamanın yapı taşları olduğu için insan ilişkilerinde; ilgi, bilgi ve sevgi üçlüsünün
önemine, vazgeçilmezliğine inanır. *Eğer özünde sevgi yoksa yalnızca bilgi ile pek çok şeyi doğru
anlamanın mümkün olmadığına inanır.
*Özünde sevgi varsa, insanların konuşa konuşa anlaşabileceklerine ama mutlaka suçlamadan
konuşmanın şart olduğuna inanır. *Olumlu düşünce sahibi kişinin dedikodu ile haberleşmeyip
ilgili kişi ile doğrudan iletişim kurabileceğine inanır.
*Her türlü suçlamanın zıtlaşmayı yarattığına, zıtlaşmanın ise aklı ve sevgiyi yok ettiğine inanır.
*Öğretimin iyi veya kötü okullarda verildiğine, iyi ve doğru eğitimin ise ancak ailede bilinçli,
bilgili ve de mutlaka sakin, sevecen, dengeli anne-babalar tarafından verilebileceğine inanır.
*Toplumda ortalama kalitenin önemine, bunun için kız çocuklarının
ve öğretim görmelerinin gereğine inanır.
mutlaka doğru, iyi bir eğitim
*Özellikle gelişmemiş, az gelişmiş toplumlarda lider, önder, yönetici
konumundaki kişilerin
birazcık özverili ve fedakar olmadıkları müddetçe
toplumda ortalama kalitenin artmasının
mümkün olmadığına inanır.
*Doğru yönlendirme ve doğru eğitimle ortalama kalite artmadığı müddetçe olumsuzluk, çarpıklık
ve hoyratlıkların daha da artacağına, daha iyi
çalışan ve işleyen bir sistemin kolaylıkla
kurulamayacağına inanır.
*Dengesiz bir başarının yararına, sevgi olmadan dengeli bir yapının olabileceğine inanmaz.
Şartlanmış düşünce yapısını, art niyetli olmayı en büyük tehlike ve erdemsizlik sayar.
*Kişi öncelikle kendi ortamının ürünüdür. Bunu bilir, farklı olanı, farklı düşünceyi zenginlik
sayar. Onları da hoşgörü ile ve önyargısız anlamaya çalışır. *İnsana değer vermeyi, bilinçli
üretken ve bilinçli bir tüketici olmayı yaşam felsefesinin özü sayar. Kötü insanın olmadığına ancak
hatalı insanın olduğuna ve hep olabileceğine inanır.
*Esas olanın birey ve bireysel başarı olduğuna ama bu başarının mutlaka sevgi ile paylaşılmasının
gereğine inanır. *Başarı sevgi ile paylaşılmadığı zaman çarpıklıkların, hoyratlıkların, içi boş
gösteriş yatırımlarının hızla artacağına inanır.
*Bireysel ve toplumsal başarının suçlayarak zıtlaşmaktan değil, anlayarak uzlaşmaktan geçtiğine
inanır. *Suçlamanın son derecede kolay, anlamanın ise zor ama mutlaka gerekli olduğuna inanır.
*Başarının çok fazla yolu, dengeli ve tutarlı olmanın ise tek, yani sevgiyi bilmek ve tanımak
olduğuna inanır.
Şüphesiz ki olumlu düşünce hayatın her safhasını kapsadığı için, olumlu düşüncenin uğraştığı
konularla ilgili olarak bunlara benzer pek çok konu başlığını bulup burada alt alta sıralamak
mümkündür.
Ama lütfen ! Bu dünyada doğru anlamda her şeyin olumlu düşünce ile başladığını unutmayalım:
“Düşünceleriniz pozitif olsun. Çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur.
Sözleriniz pozitif olsun. Çünkü sözleriniz davranışlarınız olur.
Davranışlarınız pozitif olsun.
Çünkü davranışlarınız alışkanlıklarınız olur.
Alışkanlıklarınız pozitif olsun. Çünkü alışkanlıklarınız değerleriniz olur.
Değerleriniz pozitif olsun. Çünkü değerleriniz kaderiniz olur.” diyor
80
Gandhi
81
ATATÜRK'Ü NASIL ANLAMALI VE DE ANLATMALIYIZ ?
Atatürk’ü anlama ve anlatma görevine bir nebze de benim katkım olsun istiyorum. Bizim de kendi
çapımızda Atatürk’le ilgili söyleyebileceğimiz, gençlere aktarabileceğimiz bir şeyler mutlaka
olmalıdır diyorum! Doğru anlamak gerçek kalite ve gerçek sevgi olduğuna göre Atatürk’ümüz
için de ilk yapmamız gereken O’nu doğru anlamak ve anlatmaktır.
Evet! Atatürk’ü nasıl anlamalı ve de anlat malıyız?
Bu sorunun kısa ve öz yanıtı şudur: Atatürk'ü her açıdan öncelikle bizim gibi bir insan ama farklı
özellikleri olan biri olarak anlamalı ve genç kuşaklara, insanlara bu şekilde anlatmalıyız. Yani ilk
önce Mustafa Kemal’in yetiştiği, yaşadığı ortamı, zamanla gelişen ve şekillenen düşünce yapısını,
düşüncelerini, yaptıklarını, yapmak istediklerini iyi tanımalı ve doğru anlamalıyız. Bu bakış açısı
bize göre hem Atatürk’ün doğru anlaşılması, hem de ülkemizin gelecekteki sağlıklı yapılanması
için son derecede önemlidir. Bize göre Atatürk'ü daha iyi tanımak ve doğru anlayabilmek için
izlenmesi gereken iki yol vardır:
Birincisi: Öncelikle O’nun amacını, yapmak istediklerini doğru anlamak ve biraz O’nun gibi
davranabilmek yani en azından başarılı, etkili, yetkili, büyük veya küçük ama yönetim görevi
üstlenmiş olan her kademedeki kişilerin kendi çapları ve etkileri oranında O’nu gerçekten örnek
alarak, adını her olur olmaz yerde kalkan olarak kullanmadan, çevre ve toplum yararına yeterince
özverili ve fedakar olmaları, olabilmeleri gerekmektedir.
İkincisi: Her ne şekilde olursa olsun özellikle Atatürk’ün büyük önem verdiği fakir ve yoksul
çocukların da devlet tarafından zamanında sahip çıkılarak doğru, yansız, önyargısız yani baskı ve
korkutma, şartlanmış düşünce esasına dayanmayan pozitif eğitimlerinin sağlanması ve bu şekilde
toplumun ortalama kalitesinin mutlaka artırılması gerekmektedir.
İşte bu ilkeler doğrultusunda bakıldığı zaman ben kendimi, kendi çapımda bir Atatürk olarak
hissediyor ve O’nun amacını yapmak istediklerini çok iyi anladığıma inanıyorum. Gerçi böylesine
bir söylem günümüzde bazıları tarafından Hallacı Mansur'luk bir düşünce olarak da görülebilir!
Ama ne yapalım ki ben yine de böyle hissediyor ve böyle düşünüyorum.
Neden böyle düşünüyorum? Çünkü Mustafa Kemal de İstanbul’a gelip Harbiye mektebine
girdiğinde aslında kendini ve gemisini az çok kurtarmış biri sayılırdı. Er veya geç buradan mezun
olur, istediği takdirde o devirde yeterince bol olan prenseslerden biri ile evlenir, saraya sırtını
dayayıp, gününü gün ederek, pek ala hayatını neşe içinde yaşayabilirdi!
Oysa ki O, bize göre hayatında sadece belki bir tek yılı kendisi için yaşayabilmiştir! Yaşamı
boyunca birikimlerini, becerilerini hep daha büyük hedefler için bıkmadan, usanmadan bir araya
toplamış. Sonra da bu yurdu işgalcilerden, talancılardan kurtarmak için ulusa önderlik etmiş, ülke
geleceği adına insanların ortalama kalitesini artırmak için hayatını ortaya koymuştur. Asıl önemlisi
o devirde, o ortamda bir lider, bir önder olarak kendi Ulusu yararına tüm sıkıntıları, zorlukları
göğüslemiş. Bu kadar ileriyi görebilmiş ve toplumun geleceği için ilkelerinden ödün vermeden
toplumu doğruya, pozitif bilime yöneltebilmiştir. Bir lider, yöneten ve yönlendiren kişi olarak bu
ışığı, doğrultuyu bizlere ta o devirlerde sunabilmiştir. Artık bizlerin sadece ve sadece o doğrultu ve
o yönde birazcık özverili ve insaflı olmamız gerekiyor. İnanın bizden beklenenin hepsi bu kadar bir
şeydir!
İşte bendeniz de aynı doğrultuda yaşadım diyebilirim. Yani kendi ailemi öncelikle Doğu'nun o
eğitim özürlü, yoksul ortamından kurtarmada ve ailede ortalama kalitenin artması için önderlik
ettim, bunun için yoğun çaba harcadım. O zaman İzmir Alsancak’taki Tekstil Meslek
Yüksekokuluna girdiğimde iyi kötü benim de kendi gemimi kurtarabileceğim ortaya çıkmıştı.
82
Mezun olduğumda belki durumu benden daha düzgün olan biri ile İzmir’de evlenerek ara sıra
gerilere, uzak ve yoksul yurtta, arkada kalanlara bir göz atıp, selam veya ara sıra harçlık
göndererek, belki kendi gemimi daha şatafatlı bir şekilde yüzdürebilirdim! Ama ben, hep öğrenim
hayatım boyunca, eğitim özürlü o ortamdan ailemi bir an önce kurtarma planları yaptım. O andaki
aile fertlerinin kurtulması bile belki çok geçti! Ama onların çocukları için mutlaka daha parlak
yarınlar ancak bu şekilde davranmakla mümkün olabilecekti! Bu geleceği görebilmiştim. Çünkü
sürekli okuyor, araştırıyor ve kıyaslama yapabiliyordum. Ve bu planımı, Temmuz 1974 de mezun
olur olmaz anında yürürlüğe koydum. İnancım odur ki; aile veya ülke olarak öncelikle sağlam bir
taban, uygun bir zemin oluşturmak için, geri kalmış toplumlarda bu bedeli birilerinin biraz daha
fazlaca ödemesi mutlaka gerekiyor! Çünkü kalite, öncelikle sağlam bir temeli, alt yapıyı
gerektiriyor.
İşte Atatürk’ümüz! Bu ülke için gerçekten çok büyük bir şans olmuştur. O büyük insan kendi
hayatını hiçe sayarak zamanında bu ağır bedeli ödememiş olsa idi bugün bu çağda ülkemizin ne
halde olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Belki bir Afganistan veya bir Cezayir’den daha kötü
durumlarda bile olabilirdik! Çünkü bizi paylaşmaya iştahlı o kadar çok yamyam ülke vardı ki!
Şimdi bizler için bu güzel, rahat ortamda kolayından ahkam kesmek, atıp savurmak, canımız
sıkıldığında ikide bir 10.Yıl Marşı’nı söylemek çok kolay geliyor!
O nedenle geri kalmış her toplum ve aile için en önemlisi; başarılı, bilinçli, ileriyi görebilen
kişinin kendi çapı ve etkisi oranında çevresine, etrafına verebildikleridir. Ailenin, toplumun
gelişmesi ve ilerlemesi tümü ile buna bağlıdır. Bu tür toplumlarda doğru bir lider, önder her şeydir.
Ama yine de Allah hiç kimseyi, hiç bir aileyi ve hiç bir ülkeyi o zamanki koşullarda kurtarıcı bekler
durumlara düşürmesin! Bugünkü durumlardan da yakınmalarımız ve şikayetlerimiz hiç bitmiyor
ama o devirlere göre tabii ki şimdi ortalık güllük gülistanlık sayılır. Bunun kıymetini bilelim ve
doğru anlamaya çalışalım! Lütfen biraz insaflı ve vicdanlı olalım!
Bakıyoruz bugün Atatürk'ü doğaüstü, insanüstü görenler, gösterenler olduğu gibi onu değersiz, son
derecede zararlı göstermeye çalışanlar da var ve bunlar her zaman olacaktır. Çünkü Atatürk çok
şey yapmış, çok fazla ve çeşitte meyveler vermiştir. Ama sevindirici olan husus şu ki, Atatürk'ü
bizler ve başkaları nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, O kendisinin bir insan olduğunun hep
farkında olmuş ve en önemlisi her zaman gerçekçi bir insan ve örnek bir lider olmasını bilmiştir.
Yine tekrar edelim, bu husus son derecede önemlidir. Çünkü gelişmemiş ve gelişmekte olan aile,
kurum ve toplumlar için doğru, örnek bir lider, her şey demektir. Gelişen zaten gelişmiştir. Kafasını
kullanır, tercihini yapar, sonunda kendine layık olanı seçer. Ondan yana tasalanacak fazla bir şey
yoktur! Asıl sorun geri kalmışlar, yokluk ve yoksulluk içinde olanlardır.
Evet, Atatürk bir insandı ama her şeyden önce tam anlamı ile geri kalmış, dibe vurmuş, parça parça
paylaşılmış, hemen her şeyini kaybetmek üzere olan bir ülkenin son anda imdadına yetişen çok
büyük, gerçekçi, sağlam bir düşünce yapısına sahip dengeli, tutarlı bir liderdi. Tam bir önder,
öngörüleri yüksek ve kaliteli, örnek bir yönetici idi. O devirde ve o ortamda ülkenin böylesine bir
lidere şiddetle gereksinimi vardı. Ancak ne var ki bu liderliğin Mustafa Kemal’e nasip olması da
tesadüflerle açıklanamayacak bir gerçektir. Böyle bir lidere sahip olmanın kıvancını, gururunu bu
ülkenin insanları olarak hep yaşadık, yaşıyoruz ve de yaşayacağız.
Hal böyleyken bizim burada durup kendimize bir soru sormamız gerekiyor. Acaba biz Atatürk'ü
nasıl tanıyor, çocuklara, genç kuşaklara nasıl tanıtıyoruz? Ülkemizde bir çocuk konuşmaya
başladığında eğer o çocuğun Atatürk'ü sevmesi isteniyor ise ona hemen iki cümle öğretilir. Ondan
sonra o çocuk hayatı boyunca onu bilir ve onu söyler. Artık bunun üzerine kendiliğinden bir üçüncü
cümleyi ilave etmeyi hiç düşünmediği gibi içinden de gelmez. Çünkü içi dışı daha sonraki okul
dönemlerinde de içi dışı öz olarak buna benzer güdümlü, zoraki, basmakalıp Atatürk bilgileri ile
doldurulur. Atatürk'ü sevmesi istenmiyor ise tabii ki daha başka şeyler öğretilir!
83
Çocuk konuşmayı öğrendiğinde bu konudaki soru da hazırdır: Söyle bakalım oğlum veya kızım
Atatürk kimdir ve ne yapmıştır? Genelde buna verilen ve hayat boyu değişmeyecek olan yanıt şu
iki kısacık cümledir: Atatürk büyük bir kahramandır. Yurdumuzu düşmanlardan kurtarmıştır!
Oysa ki bu yanıt, bilinçlendirme ve bilgilendirme, böylesine kolay ve basitçe olmamalıdır. En
azından biraz ayrıntılı ve onun hakkında düşünmeye sevkedecek şekilde olmalıdır. Örneğin Atatürk
yurdumuzu kurtarmada liderlik, önderlik yapmıştır. Umutsuz, çaresiz insanları örgütlemiş,
birleştirmiş, tek amaca inandırıp yönlendirici olmuştur. İnsana değer vermiş, o günü kurtarmaya
çalışırken geleceği planlamış. Bu uğurda hayatını ortaya koymuş, yılmadan, usanmadan, gece
gündüz çalışmış, gerçekten kurtarıcı olmuş ve bunu başarmıştır.
İyi bir koordinasyon ve doğru bir yönlendirme bugün için de toplumda en çok ihtiyacını
duyduğumuz yönetim becerileridir. Ama asıl önemlisi o ortam ve koşullarda başka ülke liderlerinin
iştahla yaptıklarının tersine, kendine ve yakınlarına hiç bir şey almadan, diktatörlüğü tercih
etmeden bu başarıyı ülkesinin insanları ile paylaşmasını bilmiştir. Çünkü biliyoruz ki, o devirde
dünyanın her tarafı diktatör kaynıyordu! Şunu unutmayalım ki, bunca zaman geçmiş ve geçecek
olmasına karşın Atatürk’ümüzün fikirlerinin önemini, değerini sürekli artırması; hep ileriye dönük,
ileriyi gören örnek bir yönetici, örnek bir lider olmasından ileri gelmektedir. O zamanki geniş
yetkileri ve etkili gücü elinde bulundururken kendisinin veya yakınlarının cebini doldurmayı hiç
düşünmemiş, gizliden veya açıktan bu yönde bir davranış içinde bulunmamıştır.
İşte Atatürk’ü anlatırken çocukların ve gençlerin sorularına vereceğimiz yanıtlar en azından biraz
ayrıntılı, O’nun hakkında okumaya, araştırmaya özendirici olmaya ve kaliteli bir işi başarmadaki
zorlukların gerçeğini öne çıkaracak şekilde olmalıdır. Yoksa onun insani taraflarına, yaşadığı
zorluklara hiç değinmeyen iki cümle ile verilen kolay ve kısa yoldan büyüklük ve kahramanlık
yanıtları her alanda olduğu gibi bu alanda da slogancılığı, kalkancılığı, yüzeyselliği ve kolaycılığı
besleyip büyütmekten başka bir işe yaramamıştır ve yaramıyor!
Evet Mustafa Kemal her şeyden önce gerçekçi, örnek bir lider ve yönetici idi. Ama çok fazla artı
özellikleri olan bir liderdi. Biz Atatürk'ü Atatürk yapan nedenleri kendimizce bir kaç maddede
şöyle sıralamak istiyoruz :
Birincisi : Mustafa Kemal’in doğuştan üstün liderlik yetenekleri vardı ve yoksulca bir aileden
geliyordu!
Biliyoruz ki yoksulluğun en önemli temel göstergelerinden biri çok çocuklu bir ailede doğmuş
olmaktır. Mustafa Kemal de üçü kız, üçü erkek altı çocuklu bir aileden olup, bu altı çocuktan
yalnızca kız kardeşi Makbule ile kendisi bu dünyadaki yaşama şansını yakalayabileceklerdir.
Üstelik henüz ilkokulu dahi bitirmeden babasını kaybedip yetim kalacaktır. Kim bilir hangi
koşullarda ve kısa sürede öbür dünyaya göçen o kardeşlerin yarattığı acılı ve çileli bir aile
ortamı, küçük Mustafa’nın üzerinde ne tür etkiler, izler bırakacaktı ve de bırakmıştır? Doğrusu
bu duyguların özünü algılayabilmek için az çok böyle bir ortamdan geçmiş, buna yakın bir hayatı
yaşamış olmak gerekiyor.
Şimdi yoksulluk edebiyatının bu konu ile, Atatürk ile ne ilgisi var diye sorulabilir. Bana göre çok
ilgisi var. Kanımca Atatürk’ün bu koşulları yaşamış olması, bilip tanıması, onun yaşam
çizgisinde sürekli yoksul ve ezilen insanlar lehine tavır koymasında en büyük etkendir.
Dediğimiz gibi bunu tam anlayabilmek veya sezinleyebilmek için o tür ortamları birazcık da olsun
yaşamış olmak gerekiyor. İşte bu nedenledir ki Atatürk kurtuluş savaşı sonrasında doğal olarak içi,
özü tümü ile boşalmış ama şaşaalı, gösterişli yaşantısından hiç bir şey kaybetmemiş olan saltanatın
kaldırılmasında belki de bu kadar kararlı ve ödünsüz davranabilmiştir. Biliyoruz ki Atatürk’ün en
güvendiği, en yakın arkadaşlarından biri, padişahın sofrasından yemek yediğini belirterek
84
Cumhuriyet’in ilanına karşı olduğunu söylemiştir. Bu vefa örneğini aslında o günün koşullarında ve
belki de yokluk, yoksulluk görmemiş o kişi için son derecede doğal karşılamak gerekiyor. Ama
Atatürk’ün hem kimseye bir diyet borcu yoktur, hem de bir Ulusun geleceği söz konusu iken vefa
borcu arkasına sığınmak, işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değildir.
Görülüyor ki bu işler hiç de kolay olmamıştır. Çünkü neresinden baksanız 624 yıllık köklü bir
geleneğin temsilcisi, üstelik dini ve idari tüm yetkileri kendisinde toplamış bir Saltanat düzenine
hem de o devirde son vermenin zorluklarını anlamak zor değildir. En yakın silah arkadaşları ile ters
düşme pahasına bu kararlılığından kesinlikle ödün vermemiştir.
Evet Atatürk’ümüz yoksul bir ailedendi ama düşünceleri o kadar soylu, o kadar ileriye ve
geleceğe dönüktü ki, işte o düşüncelerin gerçekleşmesi ile bugünkü yaşam kıvancı ve gönenci
yüksek olan bu Cumhuriyet, bu Türk Ulusu ortaya çıktı.
Atatürk’ün doğuştan liderlik yeteneklerini öğrenmek için uzmanların bu konudaki yapıtlarına bir
göz atmak gerekiyor. Doğrusu bu yetenekler ve özellikler olmadan bunca hayırlı ve uzak görürlüğü
olan işleri bir arada yapabilmek mümkün olabilir miydi? Daha önce de değindiğim gibi aslında
Atatürk’ümüz kendi hayatını hiç bir zaman kendisi için yaşamamış veya yaşayamamış da
denilebilir. Belki kendisi için yaşadığı tek bir yıl henüz 18 yaşında taşradan İstanbul'a gelip
Harbiye’ye girdiği o ilk yıl (1899) olmuştur denilebilir.
Harbiye mektebinde tanıştığı arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) İstanbul'un köklü bir ailesinden
geliyordu. Onun vasıtası ile renkli İstanbul yaşamına hızlı bir giriş yapmış ve ders yılı sonunun
nasıl geldiğini anlayamamıştır. Ama o yılın sonunda yine kendine gelmiş ve kendini ilerdeki
görevlere hazırlayan uğraşların içinde bulmuştur. Bugün bile taşradan büyük şehre geldiğimizde
hangimiz o şaşkınlığı yaşamadık ve yaşamıyoruz ki? Yıllar hatta asırlar geçse de ne yazık ki yoksul,
özellikle çok çocuklu aileler için koşulların pek fazla değişmesi mümkün olmuyor. Ama bunu
yoksullara, özellikle de çok çocuk üretme heveslilerine anlatabilmek o kadar zor ki !
İkincisi : Atatürk dengeli, hesaplı ama eğilmez, buyurgan, korkusuz kişilik özelliklerine sahipti.
O çetin şartların üstesinden gelmek için belli ki böylesine bir yapıya gerek vardı. O, bu özelliğini
daha ilkokula başlar başlamaz göstermiştir diyebiliriz. Yani Atatürk kendini henüz 6-7 yaşında iken
yönetmeye başlayan ender kişilerden biridir. Küçük Mustafa önce geleneksel Fatma Molla Kadın
Mektebi'ne verilmiştir. Bir gün bağdaş kurup oturmaktan sıkılınca hocası ile tartışmış ve o okula
gitmek istememiştir. Bu davranışı ile bize göre kendi şansını yaratacağının da ilk sinyalini
vermiştir. Bunun üzerine o okuldan alınarak, o zamanın koşullarında modern, yenilikçi bir eğitim
veren Şemsi Efendi Okulu'na verilmiştir. Bize öyle geliyor ki belki de küçük Mustafa bu iki okulu
karşılaştırmış aradaki farkı anlamıştır. Yani en azından o yeni okulda, yere bağdaş kurarak değil,
sıralara oturularak okunduğunu duymuş veya görmüştür.
Bu düşünceye nereden varıyoruz? Çünkü ilkokuldan sonra da kendisi yine normal bir ortaokula
veriliyor. Halbuki onun gözü ve isteği askeri ortaokula gitmektir. Aslında askeri ortaokula
(Rüştiye) giden komşu çocuklarının giydikleri üniformaları çok beğenmektedir. Nitekim normal
ortaokula verildiğinde buradaki bir kavgada hocası kendisini kavganın elebaşısı olarak görüp
dövdüğünde bu okulu da bırakmıştır. Sonra askeri ortaokulun sınavlarına annesinden izinsiz olarak
girmiş ve bu okula yazılmıştır. Askeri ortaokulda matematik derslerinden başarıları nedeniyle
hocası Mustafa Sabri'nin dikkatini çekmiş. Hocası tarafından kendisine olgun insan anlamına gelen
Kemal ismi verilmiş ve bundan sonra Mustafa Kemal adını kullanmaya başlamıştır.
Mustafa Kemal ortaokulu 1896 da bitirmiş ve ertesi yıl Manastır Askeri Lisesine (İdadi) girmiştir.
Bu lisede arkadaş olduğu Ömer Naci bir şiir ve konuşma (hitabet) ustasıdır (Büyük Larousse-).
85
Diğer arkadaşı Ali Fethi (Okyar) ise çok iyi fransızca bilmektedir. Bu arkadaşlarının etkisi ile
fransızca öğrenmeye, şiire ve etkili konuşmaya ilgi duyar. Veya biz buna; kendini hazırlamak için
kendi gereksinimlerine göre arkadaşlarını seçmiş, bulmuştur da diyebiliriz.
.
Burada Ali Fethi'nin tanıttığı zamanın meşhur Fransız yazarları Rouseau, Voltaire, Comte,
Montesquieu gibi yazarların eserleri ile tanışır. Yaz aylarında özel fransızca kurslarına devam eder.
Dans ve etkili konuşma dersleri alır. Yine Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi yazarların eserlerini
okur. O zamanın tüm okuyan düşünen gençleri gibi vatan ve özgürlük üzerine düşüncelerin
kıvılcımları ile ateşlenir. Görülüyor ki şiir, etkili konuşma ve dans kursları liderlik yolundaki ilk
merdiven basamaklarıdır. Mustafa Kemal'in eğilmez, buyurgan, korkusuz kişiliği üzerine çocukluk
arkadaşı Asaf İlbay'ın anlattığı bir anı şöyledir. Çocukluk arkadaşları toplanıp birdirbir
oynamaktadırlar. Yani sıra ile eğilerek birbirlerinin üzerinden atlama oyunu. Mustafa Kemal oyuna
girmeyip yalnızca seyretmektedir. Bir keresinde zorla oyuna sokuyorlar. Herkesin üzerinden
atlıyor, en sona geldiğinde kendisinin de eğilmesi gerekiyor ki diğerleri, üzerinden atlayabilsinler.
Eğilmeden dik vaziyette durur ve 'Atlayabilirseniz bu şekilde atlamak zorundasınız' der. Onların
kendi üzerinden atlayabilmeleri için eğilmez. Kim bilir ilerde çok fazla çetin geçecek olan bir kurtuluş ve
aydınlanma mücadelesi için belki de böylesine bir irade ve kararlı bir yapı gerekiyordu !
Üçüncüsü: Atatürk bir anlık bir düşünce veya bir hamlede bütün bu işleri yapmamış. Çok
öncelerden başlayarak kendini hep amacı doğrultusunda hazırlamış, birikimlerini sürekli bu
konuda artırmış ve pekiştirmiştir.
Atatürk fırsatlar yaratmış, yakaladığı fırsatları çok iyi, çok gerçekçi ve soğukkanlı
değerlendirmiştir. Önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirebilecek birikimler edinmiş, kendini
önceden amacı doğrultusunda bu birikimlerle donatmıştır. Hiç bir işini tesadüflere ve şansa
bırakmamıştır. Yaptığı, başardığı tüm işlerinde büyük bir teknik, taktik ve özellikle de
zamanlama ustasıdır. Bilenler çok iyi bilirler! Sonuçta iyi, mükemmel bir işin ortaya çıkması için
onun hazırlık devresinin, ön çalışmalarının, o konudaki birikimlerin yeterli ve mümkün olduğunca
kusursuz olması gerekmektedir.
Bu konuda çok önemsediğim ve çok tekrarladığım buna uyan ünlü bir örneği yeniden vereyim: Bu
örnek günümüz koşulları için bir ekstrem, bir fantezi ama o zamanın koşulları için bir gerçektir.
Yani Yunus Emre örneği. O Yunus ki tam 40 yıl Şeyh'ine sabırla hizmet etmiş her gün ve her
seferinde eve düzgün, doğru odun taşımıştır. Ancak o birikimleri kazandıktan sonra etkilerini
asırlardır sürdüren o güzel şiirlerini söylemeye başlamıştır. Mustafa Kemal’in de daha lise
yıllarında kendini ilerisi için nasıl hazırlamaya başladığını anlatmıştık.
Liseden sonra İstanbul'a gelip Harbiyenin piyade sınıfına yazılıyor. Yıl 1898. Harbiye’de Ali Fuat
ile arkadaş oluyor ve ilk yıl renkli İstanbul yaşamının büyüsüne kapılsa da kendisini çabuk
toparlıyor. Ali Fethi'nin tanıttığı Fransız yazarların kitaplarını okuyor. Kesinlikle yasak olmasına
karşın Namık Kemal gibi vatan ve hürriyet şairlerini okuyor. İçinde bulunduğu ortamın koşulları
gereği okuyan, düşünebilen her genç gibi vatan ve millet için bir şeyler yapmanın, yapabilmenin
ateşiyle yanıyor. Öğrenci iken ve harp okulundan mezun olduğu sıradaki tutuklanmasından
başlayarak daha sonraki askerlik yaşamında aktif görevlerde bulunduğu zamanlarda taktik, teknik
ve cesaretini ortaya koyarak, pasif görevlerinde ise Sofya'da ateşemiliterlik ve Veliaht Vahidettin
ile Almanya seyahatında birlikte olduğu zamanları, sosyal ve siyasi bakımdan hep kendini ilerdeki
zor günlere hazırlayan birikimlerle donatıyor.
İsterseniz bu kısımda kısa bir ara verelim ve dünyada o devirlerde genel olarak tarihsel gelişim
süreci nasıl işlemiş ona bir bakalım:
86
*1400 yıllarında hep örnek almaya çalıştığımız Avrupa veya batı toplumlarında Ortaçağ’ın kilise ve
din baskısı altındaki o karanlık ortamından çıkış çabaları başlıyor. Yani antik çağda çok ileri olan
insan saygınlığı ve fikrinin yeniden önem kazanmaya başladığı Rönesans kıvılcımları filizleniyor.
Hümanizm ve pozitif bilime doğru bir eğilim, bir uyanış hareketi yavaş yavaş doğmaktadır.
*1445’lere gelindiğinde Avrupa'da matbaa icadediliyor. Osmanlı Devleti'ne matbaanın gelişi
bundan yaklaşık 280 yıl sonra ancak 1727’lerde gerçekleşecektir. İşte bizim toplum olarak zaman
zaman dile getirilen, pozitif bilimler açısından batı ile aramızdaki, sürekli kapatmaya uğraştığımız
en azı ile 250, hadi biraz avans verelim ve diyelim ki 200 yıllık bir birikim ve bilgi farkı buradan
kaynaklanmaktadır.
*1453’de İstanbul fethediliyor. Yaklaşık matbaanın bulunuşu ile aynı yıllar. Osmanlı devleti en
parlak, en güçlü yıllarını yaşıyor. Bu arada İstanbul'dan kaçan bilginler el yazması kitaplarını da
yanlarına alarak Avrupa'nın çeşitli ülkelerine dağılıyorlar. Avrupa’nın uyanışında mutlaka bu
bilginlerin ve birikimlerin de önemli katkıları olmuştur. Zaten Osmanlı Devleti de bundan sonra en
azı ile bir 80 yıl daha Fatih’in mirasını yiyor, sonunda bir daha kurtulamayacak şekilde iyice
karanlığa saplanıyor.
*1492’lere gelindiğinde Amerika keşfedilmiştir. Keşifler, buluşlar, ticaretin gelişmesi, matbaanın
devreye girmesi gibi olayların sinerjetik etkisi ile Avrupa'da 1520’lere gelindiğinde gelişme ve
ilerlemede tam bir sıçrama devri yaşanmaktadır. Artık bu yıllarda doğanlar, babalarının doğduğu
yılları hayal bile edemez durumdadırlar. Aynen bugün 1980’lerde veya 1990’larda doğan çocuklar
gibi.
*1687’lerde Denis Papin’le başlayıp, 1712’lerde Newcomen ve James Watt ile devam eden
buharlı makinenin keşfi var. Buhar gücünün devreye girmesi ile özellikle endüstride yeniden hızlı
bir atılım ve gelişme devri başlayacaktır.
*1776’lara gelindiğinde dünya yeni bir ilerleme ve atılım çağı daha yaşamaktadır. Amerika’daki
bağımsızlık savaşı ile birlikte 'Bağımsızlık bildirgesi' yayınlanmıştır. Gerçi zenciler ve köleler bu
kapsamın içinde değillerdi ve hiç bir zaman da olmadılar ama bu bildiri insanlık için, ta o
zamanlarda çok şeyler söylüyordu: 'Tanrı tüm insanları eşit yaratmış ve onlara vazgeçilmez
haklar tanımıştır. Bu haklar arasında; yaşam, özgürlük ve mutlu olma hakkı vardır.
Hükümetlerin varlığı bu hakların elde edilmesine yardımcı olmak içindir. Bu hakları
sağlayamayan hükümetleri devirmek ve yeni bir hükümet kurmak kalkın hakkıdır.' Tabii o
günün koşullarında halkı coşturmak için söylenmiş olsa da bunlar kulağa çok hoş gelen sözlerdir.
İşte bu sözler ki daha sonra Fransız devrimini hızlandırıp gündeme getirecektir.
*1789’da Fransız Devrimi gerçekleştiriliyor. Aynı gerekçelerle soylulara ve Kral’a karşı
gerçekleştirilen bir devrim. Arada uçurumlar kadar anlayış farkı varsa halden anlamak çok zordur!
O hem zengindir hem Kral. Yoksulun halini nasıl anlar? Tabii ki; ‘Yoksullar ekmek bulamıyor
ve aç ölüyorlarsa pasta yesinler efendim’ diyerek. İşte o yoksullar, o pastadan hiç bir zaman
tadamadıkları için Fransız Devrimi çok kanlı bir şekilde gerçekleşir. Devrim süresince Fransa Halk
Güvenliği Komitesi, devrim karşıtı 40 000 kişiyi giyotinle idama gönderir.
Doğru mudur değil midir ama devrimlerde işler hep böyle yürümüştür! Doğaldır ki böyle
ortamlarda kurunun yanında yaşın da yandığı çok iyi bilinmektedir. Tabii ki önemli olan gücü
ellerinde bulunduranların, bu ortamlara zemin hazırlamadan halkı adil ve şeffaf yönetmeleri,
yönetebilmeleridir. Fransız Devrimi’nin Amerika'daki bağımsızlık savaşı bitişinin (1783) hemen
sonrasına denk gelmesi bir rastlantı olmasa gerek! Bu devrimin de özgürlük, eşitlik, insan hakları
ile ilgili yankıları ve etkileri çok fazla olmuş, özgürlükçü düşünce ve ulusçuluk akımlarının
87
artmasına neden olmuştur. Bu fikirlerin tüm dünyaya etkili bir şekilde yayılmasında ise özellikle
Napolyon’un hakkını teslim etmek gerekiyor.
İşte batıda 1520 ve 1780’lerde bilinçlenme ve endüstriyel alanda bu şekilde iki büyük ilerleme ve
sıçrama devirleri yaşanırken Osmalı Devleti bu devirlerde acaba ne durumdadır?
*1570’lerde Kanuni'nin ölümü ile duraklama yani bir yerde Fatih’in mirasını yemenin de sonuna
gelinmiştir. 1680’lerdeki Viyana Kuşatması ile gerileme ve kargaşa dönemi başlamıştır. Daha
sonrası bilinen isyanlar, toprak kayıpları ile devam eden uzun bir dönem yaşanacaktır. Özellikle
Osmanlı Devleti'nde Fatih zamanından başlayarak çok iyi niyetlerle ve akıllı bir yönetim anlayışı
ile kurulmuş ve kurumlaşmış olan bir 'İlmiye sınıfı' vardır. Bu sınıf; din, yargı ve öğretim işleri ile
uğraşmaktadır. Başlangıçta çok işe yarayan bu sınıfın en yüksek derecesinde kadılar (yargıçlar)
varken, daha sonra bu kurum da diğerleri gibi bozulmuş ve iyice yozlaşmıştır.
Sonraları bu sınıfın üst derecelerinde şeyhülislamlar yer almış. Bazı şeyhülislamların önerileri ile
medreselerde felsefe, matematik, astronomi gibi akılcı dersler öğretimden kaldırılabilmiştir. O
zamanlar ilmiye sınıfından olup da görevden alınmış olanlara yapılan ödemelerin 'arpalık' olarak
adlandırılması ve günümüzde de bu hayırlı geleneğin özellikle siyasi partiler tarafından kendi
yandaşlarına, seçimlerde aday olup da seçilemeyenlere uygulanması çok ilginç değil midir? Bu
sınıfın bir görevi de yapılan işlerin dini kurallara aykırı olup olmadığını denetlemektir. Aslında bu
sınıf tüm yeniliklerin veya daha doğrusu kendi sınıfının işine gelmeyen her işin önüne set çeken,
çok güçlü bir sınıftır. Kısacası ortaçağ zihniyeti yıllarca bu ilmiye sınıfı vasıtası ile Osmanlı’da
hükmünü sürdürebilmiştir. Tabii ki çoğu tepe yönetimlerin de işine öyle geldiği için!
*Osmanlı Devleti'nde ilk yenileşme hareketi 1789’da Fransız Devrimi yıllarında III. Selim'in
modern ordu kurma girişimleri ile başlamıştır. Ancak III. Selim o meşhur ilmiye sınıfının gücünü
bir türlü aşamamıştır. Demek ki bu sınıf padişahları bile işine gelmediği zaman yok etmesini
becerebilen bir sınıftı. 1826’da II. Mahmut daha önce yaşananlardan ders almış olmalı ki, ilmiye
sınıfı ile işbirliği yaparak yeniçeri ocağını ortadan kaldırabilmiş ve böylece Osmanlı Devleti'nde
yenileşme hareketi göreceli de olsa birazcık ivme kazanabilmiştir.
*1839’da Mustafa Reşit ve Ali Paşa'ların, padişah Abdülmecid II’yi inandırması ile Tanzimat
ilan ediliyor. Böylece ilk kez Osmanlı devletinde Saltanatın dışında aydınların da yönetimle ilgili
görüşlerini belirtip, eleştiri yapabilmeleri sağlanmıştır. İyi kötü I. Meşrutiyete kadar olan 35 yıl bu
şekilde geçmiştir. 1865’lerde Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) adı ile Namık Kemal, Ziya Paşa,
Agah Efendi, Ali Suavi gibi aydınlarla yeni oluşumlar, örgütlenmeler ve fikir akımları doğuyor.
*1876’da Osmanlı aydınları, Mithat Paşa gibi etkili ve yenilikçi paşaların gayretleri ile
Meşrutiyet'i ilan etmeyi kabul eden II.Abdühamit tahta çıkarılıyor. Birinci Meşrutiyet'le birlikte ilk
Osmanlı anayasası da hazırlanıp ilan ediliyor. Bu yasada padişahın yetkileri çok fazla olduğu için
ve zaten Meşrutiyetin ilanını gönülsüz olarak kabul etmiş olan Abdülhamit Osmanlı-Rus savaşını
bahane ederek henüz iki yıllık meclisi feshedecektir. Böylece uzunca sürecek katı bir baskı
yönetimi de başlamış olmaktadır. Meşrutiyetle birlikte İstanbul'a gelen ve önceden orada bulunan
aydınlar ise meclisin kapanması ile birlikte kendi nasiplerine düşeni fazlası ile alacaklardır! Mithat
Paşa Taif'e sürülüp orada yok edilecektir!
İşte Mustafa Kemal tam da bu katı baskı yönetiminin uygulandığı bir ortamda doğmuştur. Yani
1878’de I. Meşrutiyet son buluyor. Bundan üç yıl sonra da 1881’de Mustafa Kemal doğuyor.
Abdühamit'in bu baskıcı yönetimi ancak Mustafa Kemal kurmay yüzbaşı olarak harp okulundan
mezun olduktan (1905) dört yıl sonra, zoraki olarak bitirilecektir. Bu yıllar ise artık batıda her türlü
88
'izmler’in doğduğu bir dönemdir. En önemlileri kapitalizm, kominizm tüm hızla yarışa girmişler,
büyük sanayi devrimi ve modern üniversiteleri ile artık yepyeni bir batı, yeni bir Avrupa vardır.
Dördüncüsü: İttihat ve Terakki'de öncü veya yönetimde olmaması, her şeye rağmen Mustafa
Kemal'e çok büyük ve yararlı deneyimler kazandırmıştır.
Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki yönetimi dışında kalması hem olaylara dışarıdan tarafsız ve
eleştirel bir gözle bakmasını, hem yapılan işlerden ve hatalardan önemli dersler ve tecrübeler
edinmesini, hem de zamanın güç odaklarına hep eşit mesafede kalmasını sağlamıştır. Peki bu
birikimleri nasıl sağlamıştır? Bunu izleyebilmek için biz yine dönelim Mustafa Kemal'in harbiye
yıllarına. M.Kemal 1902’de Harbiye mektebini bitirip kurmay kısmına geçiyor. Bu sırada tarihe
merak sarmıştır. Özellikle Napolyon hakkında ne bulursa okur. Okuduklarını ve edindiklerini
kendine saklamayıp diğer harbiye öğrencilerine de yaymak istemektedir. Gençlikte hep öyle değil
midir? Kanın deli olduğu, deli aktığı zamanda her şeyi özellikle toplumsal haksızlıkları,
çarpıklıkları, hoyratlıkları hemencecik düzeltmeye çalışmaz mıyız? Bu uğurda nice genç beyinler
hızla telef olup, heder olup gitmezler mi?
Arkadaşları ile el yazısı gizli gazete çıkarıp lisede dağıtırlar. Gazetede daha çok yönetimi yeren
yazılar vardır. Bir gün bu gazeteyi hazırlarken suçüstü yakalanırlar. Okul komutanı Ali Rıza Paşa
olayı örtbas eder ve kurtulurlar. Bu devrelerde savaş usulleri, strateji, taktik üzerine özel olarak
ilgilenip birikimlerini artırmaktadır. Belli ki ilerde bunlar da çok gerekli olacaktır. 1905 yılı
11
Ocakta 24 yaşında Harp Akademisi'nden kurmay yüzbaşı olarak mezun oluyor. Beyazıt semtinde
bir ev kiralıyor. Aynı zamanda bitişikteki Ermeni komşunun bir odasını da kiralayarak arkadaşları
ile toplanıp gidişat üzerine konuşuyorlar. Yasaklı kitapları okuyorlar. Bu sırada arkadaşlarından
biri onları ihbar ediyor. Ali Fuat ve aynı mezuniyet devresinden iki yüzbaşı ile birlikte
tutuklanıyorlar. Yine okul komutanları Ali Rıza Paşa'nın devreye girmesi ve bir kaç aylık
soruşturma sonucunda İstanbul dışında görevlendirilmek şartı ile serbest bırakılıyorlar.
1905’de Şam'daki 5.Orduda görevlendiriliyor. Şam'da bir kaç kişi ile birlikte 'Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti'ni kuruyor. Burada bulunduğu sürede yönetimin halkla olan ilişkilerini inceliyor. İlerisi
için umut verici ve tatmin edici durumların olmadığını, halktaki perişanlığı, sefaleti görüyor.
Şam'da örgütlenme açısından dar, tanıdık olmayan, kısır bir çevre vardır. İzinsiz olarak Selanik'e
geçip oradaki arkadaşları ile Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini kuruyor. Ama yeniden
görevinin başına dönmek zorundadır. Kendisi oradan ayrıldıktan sonra bu cemiyet Selanik'te
ilerleyip gelişemiyor. O sıralarda yine Selanik'te Jön Türkler'in kurduğu ve daha çok genç
subayların üye olduğu İttihat ve Terrakki Cemiyeti kurulmuştur.
M. Kemal mutlaka orada (Şam'da) kalmayıp merkezde veya Rumeli'de bir görev istemektedir.
1907’de yine aynı yerde 5.Ordu kurmaylığına, aynı yılın Eylül ayında ise Manastır 3. Ordu
kurmaylığına getiriliyor. Selanik'e geldiğinde kendisinin kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, aynı
yıl kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleştirilmiştir. Bu sürede İttihat ve Terakki
Cemiyeti gelişmiş, güçlenmiştir. Liderliği başkasına kaptırma pahasına yeni bir üye gibi törenle bu
cemiyete üye oluyor. Ancak İttihat ve Terakki'nin önder kadrosu, özellikle de Enver Paşa ile yıldızı
bir türlü barışmayacaktır. Onlar da M.Kemal'i başına buyruk, kibirli, korkusuz, atak buldukları için
pek istemiyorlar. M.Kemal'i merkezden uzak tutmak için Selanik-Üsküp demiryolu müfettişliği
görevi veriliyor. Gittiği şehir ve garnizonlarda cemiyetin şubelerini açıp gelişmesini sağlıyor.
Bu tarihlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti I. Meşrutiyet Anayasası’nın geri getirilmesini isteyen bir
bildiri yayınlıyor ve bunun için başkaldırı niteliğinde bir isyan çıkıyor. İstanbul hükümeti
Rumeli'ye asker gönderiyor ancak askerlerin başındaki subaylar isyancılara katılıyor. II.
Abdülhamit ki 1778’den bu yana amansız bir baskı yönetimi ile imparatorluğu yönetmeye
89
çalışmaktadır. İsyanın büyüyeceğini sezerek çaresizlik içinde 24 temmuz 1908’de II. Meşrutiyet'i
ilan ediyor. Bu olayla birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ve Enver Paşa'nın da yıldızı parlamış
oluyor. Abdülhamit artık pes etmiştir. M. Kemal görev icabı bu hareketin içinde yoktur. Ama bu
olayla birlikte ve bundan sonrası için İttihatcıların da doğru dürüst belirgin bir planları yoktur. M.
Kemal Meşrutiyet ilanı ile birlikte köklü reformlar yapılmasını, İttihat ve Terakki'nin sivil bir
nitelik almasını, ordunun siyasetten çekilmesi fikirlerini savunmaktadır. O nedenle İttihatcılarla,
daha doğrusu yönetimle ciddi görüş ayrılıkları vardır.
Diğer yandan imparatorlukta artık isyan bolluğu vardır. Meşrutiyet'le imparatorluğun her yerinde
ve doğal olarak Trablusgarp'ta ayaklanmalar oluyor. M. Kemal ayaklanmaları bastırmak amacı ile
görevlendiriliyor. O zamanki yönetim aynı zamanda ferman yayınlayıp ülkedeki okullarda ve
camilerde dua okutarak Trablusgarp’daki ayaklanmaları bastırmaya çalışıyor. M.Kemal ise bu
ayaklanmaların çoğunu kan dökmeden ikna yöntemi ile inandırarak bastırıp 13 ocak 1909’da
Selanik'e II. Tümen kurmay başkanı olarak geri dönüyor. II.Meşrutiyet ilan edilmiş ama
İttihatçıların duruma tam hakim olmaları mümkün değildir. Plansızlıklar ve o günün koşulları buna
engeldir.
13 Nisan 1909’da İstanbul'da dincilerin başlattığı, belki de ilmiye sınıfının örgütlediği bir isyan
çıkıyor. M. Kemal'in adını koyduğu Hareket Ordusu Rumeli'den gelerek 31 Mart 1909’da İstanbul'a
gelip bu isyanı bastırıyor ve bu ordunun İstanbul halkına yayınladığı bildiriyi kaleme alıyor. Bu
olayla birlikte Abdülhamit II tahttan indirilerek yerine V. Mehmed Reşat getiriliyor. 31 Mart isyanı
bastırılmıştır ama ittihatcılar seçimle iş başına gelmiş bir parlementoya değil ordunun gücüne
dayanmaktadırlar. Bu düşünce ve durumun kritikliği M.Kemal ile birlikte bir çok subay tarafından
paylaşılıyor. Örneğin Hüseyin Rauf (Orbay), Kazım Karabekir, İsmet Bey (İnönü), Fethi Bey
(Okyar), Refet Bey (Bele), Ali Fuat (Cebesoy), Tevfik Rüştü (Aras) gibi. Bunlar M.Kemal
etrafında bulunan etkili bir grubu oluşturuyorlar. Bu grup aynı zamanda İttihat ve Terakki
merkezinde endişe kaynağı oluyor. M.Kemal bu grubun fikirlerini çekinmeden cemiyet merkezine
bildiriyor ancak etkili olamıyor.
22 Eylül 1909 İttihat ve Terakki'nin büyük kongresi Selanik'te yapılıyor. M. Kemal bu kongreye
Trablus delegesi olarak katılıyor ve yaptığı konuşmada özet olarak imparatorluğun ve meşrutiyetin
askeri bir partiye değil, kuvvetli bir siyasi parti ve kuvvetli bir orduya sahip olması doğrultusundaki
fikirlerini açıklıyor. Bundan sonra cemiyet artık M. Kemal'i iyice tehlikeli bir üye olarak görmeye
başlıyor. Hatta cemiyetin komitacıları işin içine karışıyor. İki ciddi suikast girişimi düzenlenir. İkisi
de boşa çıkıyor. İkincisinde Yakup Cemil M.Kemal’i öldürmeyi reddetmekle kalmıyor, tehlikede
olduğunu da gizlice söyleyerek yardımda bulunuyor.
M.Kemal bu devrede bir süre siyasi çalışmalarına ara verir veya ara vermek zorunda kalır. Askerlik
mesleği ile ilgili çalışmalara ağırlık verir. Arnavutluk ve Fransada'ki tatbikatlara katılır. Talimgah
ve alay komutanlığı, hocalık görevlerinde bulunur. Muharebe talimi ile ilgili kitaplar çevirerek
bunları bastırır.
29 Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarp'a saldırmışlardır. Oraya giden gönüllü subaylar arasında
M.Kemal de vardır. Tobruk ve Derne'de savunma, oyalama muharebelerini yönetir. Trablus'daki
başarısı nedeniyle binbaşı olmuştur. Ancak bu sırada Balkan savaşı patlak vermiştir. Karadağ'da
çıkan savaş; Sırp, Bulgar ve Yunan’lıların katılımı ile hızla yayılır. Osmanlı orduları Yanya ve
Edirne savunmaları dışında tüm cephelerde bozguna uğrayarak çekilmeye başlamıştır.
Trablusgarp’ta bu haberi alan M.Kemal hemen dönmeye çalışır ama o gelinceye kadar Rumeli,
Selanik düşmüş. Bulgarlar Çatalca savunma hattına kadar gelmişlerdir. Osmanlı genelkurmayı
Bulgarları durdurmak için Bolayır Yarımadası’nda kuvvet toplamaya karar vermiştir. M.Kemal
Bolayır'da kurulan kolordunun hareket şubesi müdürlüğüne getirilir. 25 kasım 1912. Edirne bir ara
Bulgarlar'dan geri alınır. Enver Paşa bu başarıya sahip çıkarak durumunu biraz düzeltir.
90
Yine M. Kemal’i merkezden uzaklaştırma politikası işlemektedir. 27 Ekim 1913’de Fethi Bey
Sofya elçiliğine atanır. M.Kemal de Sofya askeri ataşeliğine tayin edilir. M.Kemal bu şansı veya
sürgünü diyelim, yine iyi değerlendirir. Bulgar meclisindeki bir Türk arkadaşı vasıtası ile meclise
devam eder. Parlemento çalışma ve taktiklerini öğrenir. Çünkü ilerde bu tecrübeler de işine çok
yarayacaktır. Sosyal hayatı gözlemler, sosyeteden bazı genç hanımlarla flörtleri olur yani biraz
hayatını yaşar! Bulgar Kralı ile tanışır, Bulgaristan'daki Türklerle ilgili çalışmalar yapar. Bu
devrelerde (1914), aynı zamanda saraya damat olan Enver Bey yarbaylıktan tuğgeneralliğe terfi
ettirilerek harbiye nazırı olmuş ve Alman general Liman von Sanders'in tavsiyeleri doğrultusunda
yaşlı paşaları emekliye sevketmiştir. Orduda bir gençleştirme hareketi yapılır ama M.Kemal'e aktif
bir görev verilmez. Sadece 1914’de yarbaylığa yükseltilir.
28 Haziran 1914’de I. Dünya savaşı başlamıştır. M.Kemal Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında
savaşa girmesine kesinlikle karşıdır. Çünkü bu savaşta Almanya yener ise onun uydusu, yenilirse
Osmanlı her şeyini kaybedecektir. Devlet tarafsız kalıp güçlenmeye bakmalıdır. Belki ABD de bu
işe karışacaktır. Tarafsız kalıp gözlem yapılmalıdır. Enver Paşa ise tam aksi tezi savunmaktadır.
‘Savaş kısa sürecektir. Savaştan karlı çıkmak isteniyorsa hemen Almanlar tarafında yer
almalıyız’ görüşündedir. Nitekim Osmanlı Devleti bir oldu bitti sonucu savaşa sokulmuştur. O
meşhur Yavuz ve Midilli gemileri hikayesi ile !
Olan olmuştur bir kere M. Kemal savaşta aktif görev ister. Bir hayli çaba ve uğraştan sonra
Tekirdağ'da kurulmakta olan 19. Tümen kumandanlığına getirilir. Tarih 2 Şubat 1915. Ocak 1915
de Enver Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Sarıkamış'da Ruslara karşı büyük bir yenilgi
almıştır. Enver Paşa’mızın o yetenekli yönetimi, sevk ve idaresi sonucu; kimilerine göre 60 000,
kimilerine göre 80 000 kişilik bir ordu düşmanla savaşarak değil! Sadece kıştan, soğuktan donarak
tümüyle yok olmuştur. Bu sırada batılı müttefikler, Almanya karşısında zor durumda kalan
Rusya'ya, boğazları geçerek yardım etmek amacı ve gayreti içindedirler. Bunların Çanakkale
Boğazı'nı zorla geçmek istedikleri bellidir.
19. Tümen önce Eceabat sonra Bigalı'ya kaydırılıyor. İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale'yi
geçmek istiyor ama ağır kayıplarla geri çekiliyorlar. 18 Mart 1915. Daha sonra beklenen çıkarma
25 Nisan sabahı Gelibolu Yarımadası'na iki noktaya birden yapılıyor. İşte Çanakkale Savaşları;
Sarıbayır, Conkbayırı, Kocaçimen, Kireçtepe, Anafartalar. M.Kemal bu savaşlarda askeri
başarısını göstermiştir. 21 Ağustosta tüm cephelerden taarruza geçerek düşmanı denize dökmek
ister ama ordu komutanlığı bu onayı vermez. İşte bu burukluk ve belki de hayal kırıklığı içinde
M.Kemal ordunun grup komutanlığından istifa eder. 19 Aralık 1915 de albaylığa yükseltiliyor.
Hastalanıyor, bir süre İstanbul ve Sofya'da dinlenmeye çekiliyor.
M.Kemal 1916 yılı başında Edirne 16. Kolordu kumandanlığına, bundan bir ay sonra da Bitlis ve
Muş dolaylarında kurulan başka bir kolorduya tayin ediliyor. Bu göreve giderken artık generalliğe
yükseltilmiştir. Nisan 1916. Burada Kazım Karabekir Paşa ile beraberdir. Önce geri çekilip sonra
bir taarruzla Muş ve Bitlis geri alınır. 6-7 Ağustos 1916 da kendisine altın kılıçlı imtiyaz madalyası
verilir.
5 Mart 1917’de 2. Ordu kumandan vekili, 18 Martta asaleten ordu kumandanı olur. Bu devrede
albay İsmet Bey'le (İnönü) tanışır. Sonra kendisine Hicaz'da görev verilmek istenir, Şam'a gidip
durumu yerinde gördükten sonra bu görevi kabul etmez. Nitekim daha önce kendisine Hindistan
için bir macera niteliğinde verilmek istenen görevi de kabul etmemiştir. Enver Paşa bu sırada
Bağdat'ı geri almak için Halep'de bir ordu kurmaktadır. Yıldırım orduları grubunun komutanı
Alman general Falkenhayn'dır. M.Kemal de bu orduya dahil 7. Ordu kumandanıdır. 5 Temmuz
1917. Ancak görülür ki tehlike Bağdat'da değil Filistin'dedir.
91
Yıldırım orduları Filistin'e yönelir. M.Kemal burada göreve başladıktan sonra 20 Eylül 1917’de
Sadrazam Talat Paşa, başkumandan Enver Paşa, harbiye nazırı ve 4.Ordu komutanı Cemal
Paşa'ya devlet ve savaş yönetiminin kötülüğü, halkın sefalet ve perişanlığı ile alınması gereken
tedbirleri açıklayan raporlar yollar. General Falkenhayn'ın tutumunu yererek onun emrinde
çalışmayacağını söyler. Enver Paşa Falkenhayn'ı tutan kısa bir cevap verince 7. Ordu
kumandanlığından istifa ederek İstanbul'a gelir ve 2. Ordu kumandanlığını da kabul etmez.
1917’lerdeki Rusya'nın durumu da karmakarışıktır. Anafartalar'da yenilen müttefikler boğazları
geçemeyip zor durumda olan Çarlık Rusya'sına yardıma gidemeyince bu ülkede başlayan Bolşevik
devrimi hız kazanmıştır. Mart 1917’de işçilerin başını çektiği bolşevik isyanı başlamış, Ekim
1917’de Leningrad'daki ayaklanma ile iktidarı ele geçirmişlerdir. Lenin Mart 1918’de Almanya ile
bir anlaşma imzalıyor. Daha sonra Rusya'da yaşanan bir sürü kargaşa ve isyandan sonra Lenin
önderliğinde 1922 de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kurulacaktır. İyi ki o devrelerde
Rusya'da kargaşalı bir dönem yaşanıyormuş! Yoksa ülke olarak bizim halimiz hiç de iyi olmazdı
diyorum!
7 Kasım 1917’de M.Kemal genel karargaha alınır. Çok karışık bir ortamda değerli bir komutan
boştadır. 1917 Aralık ayında Veliaht Vahidettin'nin Almanya seyahatine refakat eder. Bu vesile ile
Vahidettin'e genel durum hakkında bilgi vermek, kendi görüşlerini aktarmak olanağını bulur. Belki
Vahidettin yakında padişah olacaktır. 15 Aralık 1917’den 5 Ocak 1918’e kadar süren bu gezi
sırasındaki ziyaretler ve temaslarla birikim kazanmaktadır. Almanya gezisi dönüşünde böbrek
yetmezliği rahatsızlığı yeniden depreşir. Doktorlar tedavi için Karlsbad'a gitmesini önerirler.
Bize sorarsanız bu rahatsızlık, içinde çok şey yapma isteği olmasına karşın elinin kolunun bağlı
olmasından kaynaklanan bir rahatsızlıktır. Eğer 'Düşünce Gücü ile Tedavi' kitabını okursanız siz
de rahatlıkla bu savı ileri sürebilirsiniz. Ali Süavi gibi yanına 500-600 kişi toplayıp saraya
saldırarak düzeni değiştirmeye kalkacak kadar tez canlı biri değildir! Karlsbad'a tedavi amacıyla
dinlenmeye gider. Bolca kitap okur. Avusturya'lı bir kız kendisine aşık olur. Ona nişanlı olduğunu
söyler. Nişanlısının kim olduğu ile ilgili ısrarlar üzerine 'Vatanım' der. Bu sıralarda Suriye’deki
başarısızlığı ve kötü idaresi nedeniyle general Falkenhayn görevden alınmış yerine Liman von
Sanders getirilmiştir.
1918 Temmuzun ilk günlerinde kendisini ziyarete gelen bir arkadaşından padişah Mehmed
Reşad'ın öldüğünü ve yerine Sultan Vahidettin'in geçtiğini öğrenir. M.Kemal Paşa tedavisini yarım
keserek İstanbul'a döner. 4 Ağustos 1918. Vahidettin'le konuşur. Padişah onu dostca karşılar. Etkili
görevler ister ama yine Enver Paşa'nın etkisi ile Vahidettin kendisini 7. Ordu kumandanlığına atar.
Bu da bir çeşit sürgün veya merkezden uzaklaştırma görevidir. Nablus'daki bu cephede 7. Orduda
M.Kemal, 8. Orduda Cevat Çobanlı, 4. Orduda Cemal Mersinli komutandır. Ancak orduların
sadece adları vardır. Her birinin Filistin cephesinde verdiği savaşlar yenilgilerle bitmiş, sürünceme
halinde bir durum söz konusudur.
4 Ekim 1918’de Almanya savaşta pes ederek anlaşma ister. 8 Ekimde ise Talat Paşa kabinesi istifa
ederek ittihatçıların yönetim kademesi ; Talat, Enver ve Cemal Paşa'lar ülkeden kaçarlar. Yeni
hükümeti kurması için Tevfik Paşa'ya görev veriliyor ama kuramıyor. Sonra hükümeti M.Kemal'in
de istediği Ahmet İzzet Paşa kuruyor. M.Kemal harbiye nazırlığının kendisine verilmesi için
uğraşıyor ama olmuyor. Atak, gözü pek bu komutandan herkes çekiniyor. Nitekim İzzet Paşa genel
kurmay başkanlığı ile birlikte harbiye nazırlığını da kendisi üstleniyor.
30 Ekimde Rauf Bey başkanlığındaki Osmanlı heyeti 36 saat müzakere sonucunda Mondros
mütarekesini imzalıyor. Bu antlaşma aslında tam bir teslimiyettir. Antlaşma gereği Alman
92
generallerin ülkeyi terketmesi gerekmektedir. Liman von Sanders Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı
M.Kemal'e bırakıp ayrılıyor. M.Kemal bir taraftan antlaşmanın sakıncalı taraflarını sürekli
sadrazama bildiriyor, diğer taraftan emrindeki 2. ve 7. orduları yeterli ve milli bir savunma kuvveti
haline getirmeye çalışıyor. Birlikleri yeni baştan teşkilatlandırıyor ve yurt içindeki önemli
merkezlere dağıtıyor. Kendi mücadeleci fikirlerini benimseyen yeni kumandanlar atayıp, silah
malzeme ve cephaneleri güvenli yerlere gönderiyor. Yakın gelecekte uygulanacak bir planın
hazırlıklarını da böylece yapmış oluyor. Zaten fazla zaman geçmeden antlaşmaya uymayan
İngilizler Musul'u işgal ediyorlar ve İskenderun'un boşaltılmasını istiyorlar. İstanbul hükümeti bu
karara direniyor ama elinde başka çare yoktur. Kabul etmek zorundadır. Yıldırım orduları
kumandanlığı da bu devrede lağvediliyor.
M.Kemal Paşa 13 Kasım 1918’de İstanbul'a geliyor. Bu günler, müttefiklerin İstanbul'a girdikleri
günleridir. Enver, Talat ve Cemal paşalar ülkeden kaçmış, hükümet üyeleri birbirine düşmüştür.
M.Kemal İstanbul'da kaldığı bu altı ay içinde elinden geldiğince çok temaslar ve görüşmeler
yapıyor. Fethi Bey'in Minber Gazetesi’ne ortak olup savaştan yeni çıkan kumandan ve subayların
moralini yükseltmek için Sofya'da askeri ateşe iken yazdığı 'Zabit ve Kumandanla Hasbihal' eserini
yayınlıyor.
Bu sıralarda M.Kemal Paşa'nın harbiye nazırı olacağı söylentileri yayılıyor. Müttefiklerce açıktan
ve gerekçeli olarak onu tutuklayacak bir bahane de bulunamıyor. Çünkü ittihatçılarla hiç
anlaşamamış. Askeri kahramanlıkları olan bir komutandır. Tutuklanırsa halkın tepkisi fazla olabilir!
Kazandığı zaferler nedeniyle ordu ve halk tarafından seviliyor. Ancak Mustafa Kemal için en
uygunu İstanbul dışı bir görev olabilir diye düşünülüyor! İşte bu bekleyiş içinde asıl bahane yine
dış kaynaklı ve dayatma şeklinde İngiliz'lerden geliyor. İngilizler Samsun ve dolaylarında Türklerin
Rum ahaliye baskı yaptığını ve bu durumun önlenmesi gerektiğini hükümetten istiyor. Hükümet
bunu önleyemezse kendilerinin olaya el koyacakları doğrultusunda bir ültimatom veriyorlar.
Hükümet bir emirle M.Kemal Paşa'yı 9. Ordu müfettişliğine tayin ediyor. O da bu görevi sevinçle
kabul ediyor. Sivas'taki 3. Ordu (Refet Bey) ile Erzurum'daki 15. Kolordu (Kazım Karabekir) 9.
Orduyu oluşturuyorlardı. Ali Fuat Paşa' da Mondros Mütarekesi ile kolordusunu önce Konya
Ereğlisi sonra Ankara'ya taşımıştı. M.Kemal bu görev için genel kurmay ikinci başkanı Kazım
Paşa'nın yardımı ile hükümetten geniş yetkili bir resmi yazı alabilmiştir. Bu yetkiye göre müfettişlik
sınırları dışındaki tüm askeri ve sivil yetkililerle doğrudan yazışma yapabilecek, gereken emirleri
verebilecektir. Hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde yapıyor ve İngiliz vizesi beklemeye başlıyor.
Yıldız Sarayı'nda Sultan Vahidettin'i ziyaret ediyor. Vahidettin kendisine ne amaç ve ne niyetle
söylediği bilinmez ama ‘İsterseniz memleketi kurtarabilirsiniz’ diyor. M.Kemal İngiliz vizesinin
çıkmasını beklerken Yunanlılar da bu sırada İzmir'e çıkmışlardır. 15 Mayıs 1919.
En sonunda 'Padişahın M.Kemal'e güveni vardır' diye düşünen İngilizler vizeyi veriyorlar. Ama
çok geçmeden de bin pişman oluyorlar. Hatta sadrazamı gece yarısı uyandırıp bu endişelerini bizzat
iletiyorlar. Sadrazamdan sadece ‘Çok geç kaldınız ekselans, kuş artık uçtu’ yanıtını alıyorlar. Ve
artık M.Kemal eski bir vapur olan Bandırma Vapuru ile fırtınalı bir havada 19 Mayıs 1919’da
Samsun'dadır.
Beşincisi : Artık tam anlamı ile kurtarılması gereken bir vatan, bir Ulus ve buna kendini
hazırlamış, adamış bir Mustafa Kemal vardır.
Vatanın kurtarılması ile ilgili olan bu bölüm, bu başlık mutlaka çok uzundur. Derya denizdir. Bu
devre ile ilgili olarak herkes kendi ilgisi ve bilgisi çerçevesinde mutlaka daha çok şey biliyordur.
Bilmeyenler de lütfen hiç olmazsa açıp Nutuk’tan (Söylev) bir kaç sayfa okuyarak öğrenme
zahmetine katlansınlar!
93
Atatürk’ümüz, Mustafa Kemal’imiz yaşamı boyunca edindiği birikimleri, dengeli, tutarlı kişiliği, en
kritik anlarda verdiği doğru kararları ve kazandığı görkemli başarıları ile yalnızca bizim için değil,
dünyaya örnek olan liderliği ve yönetme yeteneği ile hiç şüphesiz ki her alandaki kurtuluşumuzu
örgütleyip gerçekleştiren komutanların en başında yer almıştır. Çok şükür ki bu başarılar hem ona
nasip oldu, hem bizler bugün bu başarıların nimetleri ile eskiye göre daha rahat ve özgür düşünceli
insanlar olarak yaşama şansını yakalayabildik.
Şu anda sahip olduğumuz yaşama sevinci, uygarlık düzeyi, dünyaya bakış açımız, az da olsa pozitif
bilime ve düşünceye verebildiğimiz değer, hep onun kazandırdığı ivme ve yaptığı büyük sosyal
devrimlerle olmuştur. Bunu çok daha iyi anlayabilmek için bugün Cezayir, Afganistan başta olmak
üzere bu gibi devletlerin durumlarına baktığımızda bizler; Atatürk gibi bir lidere sahip olmanın
gururunu ve nimetlerini, onlar ise eminim ki böyle bir lidere sahip olamamanın kahrını ve ezikliğini
yaşamaktadırlar. Bunun için hem halimize şükredelim, hem de onun yapmak istediklerini daha iyi
ve doğru anlamaya çalışalım. Yani birbirimizi suçlayıp zıtlaşmak yerine daha çok çalışalım ve elde
ettiğimiz başarıyı olgun bir sevgi ile birlikte, birbirimizle daha çok paylaşalım.
94
ACABA MİLLET OLARAK AMA ÖZELLİKLE LİDERLER, YÖNETENLER OLARAK
SÜREKLİ BİRBİRİMİZİ SUÇLAMA VE ZITLAŞMA HASTALIĞINDAN KURTULABİLİR
MİYİZ ?
İşte benim bu kısımda esas değinmek istediğim ve çok önemsediğim asıl konu budur. Evet bu
ülkeyi kurtaran insanları büyük saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Başta Atatürk’ümüz olmak üzere
onlara çok şey borçluyuz. Ama bizler, tabii ki en başta bizleri yönetmekte olan liderler olarak
bugün için çok büyük bir aymazlık ve vurdumduymazlık içinde olduğumuzun, kolay bir mirasa
konmuş kötü bir mirasyedi olduğumuzun acaba farkında mıyız? Yani sürekli içinde
bulunduğumuz bu demogoji, karşılıklı ağır suçlamalar, kör zıtlaşma ve inatlaşma ortamından
acaba bir gün kendimizi kurtarabilecek miyiz? İşte benim değinmek istediğim ve bugün için her
düzeyde ve kademede liderim, yöneticiyim diye ortaya çıkan insanlardan öncelikle öğrenmek
istediğim esas konu budur.
Bu durum bana göre ülke ve toplum olarak uzun yıllardır içinde bulunduğumuz en büyük
çıkmazdır. Yani karşılıklı suçlama, zıtlaşma geleneği ve ortamını sürekli ve kronik hale getirmiş
olmamızdır. Öyle ki, kişiler veya özellikle partiler, en başta liderler, suçlayıcı konuşmayı ve
suçlayıcı tavırları alışkanlık haline getirmişler. İnsanlar, insan grupları bu suçlamaların doğurduğu
zıtlaşma ortamlarını kendilerine geçim kapısı yapmışlar. Partiler insanları takım tutar gibi parti
tutmaya alıştırmışlar. Çünkü ancak bir partinin şaşmaz militanı olduğun zaman iyi, kötü, az veya
çok, kısa veya uzun vadede ama mutlaka bir hazine payı o kişinin kısmetine düşmektedir. Doğrusu
bu kötü alışkanlık toplumun her kesimine bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış.
Evet suçlama konusunda bir yönetici olarak Mustafa Kemal Atatürk’ümüz de o günkü yönetimi,
padişahı hem de ağır bir biçimde suçlamıştır. Bunu biz de biliyoruz. Ama o günün koşullarında
bunun çok geçerli, çok önemli ve gerçekten haklı nedenleri vardır: Bu nedenlerden birincisi:
Şüphesiz ki saltanat makamındakiler özellikle Osmanlı’nın son devirlerinde bilinçsiz, bilgisiz,
yalnızca kendi makamlarını ve rahatlarını düşünen yönetim anlayışları ile gerçekten belki de bunu
fazlası ile hak etmişlerdi.
İkincisi ve asıl önemlisi: Atatürk’ümüz kurtuluş savaşından sonra büyük bir uzak görürlükle eski
düzeni tümden değiştiriyor ve toplumun geleceğini aydınlığa çıkaracak büyük sosyal ve siyasal
devrimleri yapıyordu. İşte bu koşullarda Padişahı ve de içi, özü tümü ile boşalmış olan Saltanatı bir
yerde suçlamak zorundaydı. Çünkü o günün koşullarında insanlar; değil okuma yazma, padişaha
kulluktan öte farklı bir bilince dahi sahip değillerdi. Padişahın sözleri ve buyrukları, yayınlanan
fetvalar yalan veya yanlış olsalar dahi insanlar üzerinde Tanrı buyruğu gibi kabul görüyor, etki
yaratıyordu. O koşullarda ve o derecede bilinçsiz insanlara, sırf demokratik olsun diye onların
istediği yönde azıcık bir taviz verildiğinde siz düşünebiliyor musunuz yapılan o devrimlerin başına
gelebilecekleri?
Ancak ne var ki 1950’den sonra cahil halkın oylarını toplama uğruna adım adım verilen tavizler,
hatta teşvikler ve tabii ki başta kalmak için her koşul ve fırsattan yararlanma düşünceleri yani
sürekli uygulamada olan süper halk dalkavukluğu bizi bu günlere getirmedi mi?
Benim bu çağda utandığım ve üzüldüğüm bir başka önemli husus da şudur: Bizim hala bu devirde,
Atatürk’ü doğru anlamaya çalışmak yerine, Atatürk’e yaranmak, daha doğrusu hızlı bir Atatürk’çü
görünmek için çıkar yol olarak hala padişahları, dolayısıyla kendi geçmişimizi suçlamayı
sürdürüyor ve tercih ediyor olmamızdır. Sizce de bu çok zavallıca ve çok acınacak bir durum değil
midir? İşin acı tarafı ise bunu çoğunlukla aydın olmak ve solcu olmak adına yapıyoruz. Bu durum
bana göre, bilinçsizlik demeyelim ama tam anlamı ile bir ajan kışkırtması gibi geliyor! İnsanların
95
bu bilinç ve bilgi çağında geçmişi ile barışamaması, o konuda sürekli bir zıtlaşmanın yaşanması
için asıl neden değil midir?
Acaba bizdeki bu büyük suçlama ve karşılıklı zıtlaşma geleneği nereden geliyor dersiniz? Asıl
kaynağın Jön Türkler'le yani İttihat ve Terakki ile birlikte başlayan batıcı ve islamcı kutuplaşması
olduğu belirtilmektedir (E.Kongar, Atatürk ve Devrim Kuramları, 1981). İttihat ve Terakki'ciler
batı değerlerini kabul edip yüceltirlerken, karşı oldukları taraf ise baskıcı yönetimi temsil eden ve
dini yetkileri elinde bulunduran saltanat makamı idi. Saltanat ise özü boşaldığı için bunlara karşı
ilmiye sınıfı ve hilafet makamı ile dini değerleri öne sürerek karşı koyuyordu.
Bu zıtlaşmada batıcılar; gerçek İslam’ın her zaman geçerli olan barış, kardeşlik ve paylaşımcı
özelliklerine hiç değinmeden, göz ardı ederek, İslamcılar ise batıcılığa tümü ile karşı oldukları için
ama esasında biraz yenilik korkusu, biraz çaresizlik, özünde ise zıtlaşmak ve geçimini o kanaldan
sağlama nedenleri ile yani bugünkü anlamda yapılan particilik anlayışı ile batının yükselen tüm
çağdaş değer ve uygulamalarına son sürat karşı koymuşlar ve koymaktadırlar.
Günümüzdeki İslamcı ve batıcı zıtlaşmaları aynı olayların sürüp gelen ve bitmesi bir türlü mümkün
olmayan evreleridir. Ancak şu var ki, eğer zıtlaşma geleneği içimize işlemiş ve hele ki bu
gelenekten siyasi bir çıkar bekleniyor ise, bunun için bahane bulmak da son derecede kolaydır.
Hatta bu bahaneyi dışarıdan ithal edip, üstelik allayıp pullayıp bir güzel önümüze dahi
koyuverirler! İşte asıl önemli olan ve üzerinde iyice düşünmemiz gereken nokta budur. Her zaman
ve her devirde kendi kendini idare edemeyip, doğru yönetemeyenleri istenen şekilde yönetip
yönlendiren birileri mutlaka bulunmuştur! Bu suçlama ve zıtlaşma çıkmazından toplum olarak
kurtulabilir miyiz? Bilemiyorum! Çünkü bu konular ne yazık ki güya topluma önderlik eden,
yönlendiren, yol gösteren bir çok liderimizin yıllarca geçim ve koltuk gereksinimlerini karşılamada
etkili bir araç olarak kullanılmış ve hala da kullanılıyor. Özellikle seçim zamanları yapılan
suçlamalarda tüm sınırlar ortadan kalkıyor. Zıtlaşma esasına dayanan aile, kurum, devlet yönetimi,
öz olarak içimize, iliğimize işlemiş. Veya dışarıdan bu aşıyı bize çok iyi tutturmuşlar da diyebiliriz!
Suçlama ve zıtlaşma ile üstünlük ve bilgiçlik taslayıp etkili olmak, grubu motive etmek, bu yoldan
yönetimde kalmak ve hazineye yakın olmak temel prensipler haline gelmiş. Eğer bu özellik kendi
genlerimizde değilse mutlaka dışarıdan bize çok iyi tutturulmuş bir aşıdır diyorum! Çünkü böyle bir
zihniyetin o toplumda olması veya o topluma aşılanmış olması, onu kronik bir hastalığa, sürekli bir
çatışmaya tutsak etmek demektir. Bu hastalığın bizdeki en önemli göstergesi ise, hemen herkesin
neye mal olursa olsun illa ki bir baş olma hevesidir. Bizim ülkemizde bir baş olmak ve başta
kalmak düşüncesi işin içine girdiğinde her yol geçerlidir (mubahtır). Sanırım bizdeki bütün
kıyımların ve yozlaşmaların asıl ve öncelikli nedeni de budur.
Diyoruz ki: Biz sevgili Atatürk'ümüzü yine en güzel posterleri, en güzel heykelleri ile birlikte
sevelim ama her şeyden önce onun amacının, yapmak istediklerinin farkında olalım. O’nu iyi,
doğru anlamaya çalışalım ve o doğrultuda biraz fedakarlık yapalım ne olur? Ama tabii ki, bu ilk
önce ve en başta liderlerin topluma öncülük yapmaları, iyi örnek olmaları ile mümkündür. Sonuç
olarak meselenin özü şudur: Aynı topraklarda yaşıyor ve aynı amaçları hedefliyoruz: Yani ortak
amacımız: ‘İnsanlarımızın ortalama kalitesini artırarak, kendimizi ve ülkemizi geliştirmek ve
yüceltmektir’. Amaç budur ve bu olmalıdır. Ama sürekli birbirimizi suçlayıp, kötüleyerek,
birbirimize ve geçmişimize karşılıklı hakaretler yağdırarak bu amaca ulaşamayız ki! Oyuna
gelmeyip bir an önce bilinçlenip olayın farkına varmamız gerekiyor.
İşte bu konuda yepyeni bir umut: 1999’da yapılan genel seçimlerden sonra hiç de mümkün
olmayacak gibi görünen bir hükümet oluşumunun ortaya çıkması ve bu yönetimin çok kısa sürede
aldığı kararlar, çıkardığı yasalarla ülkenin önünün, ufkunun açılmaya başlamasıdır. Düşünebiliyor
96
musunuz? 4-5 ay gibi kısacık bir sürede ülke olarak geleceğe olan güven ve inancımız nasıl da
değişti! Yani devlet yönetim olarak halka güven verebilirlerse, kolayca düzlüğe çıkarız. Yok, yine
eskiden olduğu gibi birbirlerini suçlayarak zıtlaşma ortamı yaratırlarsa, bu kargaşalardan düzlüğe
çıkan çok sayıda çıkarcı olacaktır. Ama vay bu sessiz çoğunluğun haline! Şuna inanalım ki
yönetim, yönetimin zihniyeti, yönetimin sağladığı güven ortamı her şeyi belirleyen asıl unsurlardır!
Gerçi bu değişim ve kararların arkasında ABD ve AB gibi dış faktörler gösteriliyor. Neden olarak
da; biraz daha mutlu, dengeli, satın alma gücü yüksek bir Türkiye yaratmak. Ve son derece aşırı
ölçülerde artan kendi tüketim mallarını Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden bölge ülkelerine daha
rahat satabilmek olduğu gösteriliyor! Tabii ki bunun adı; onlara göre demokrasinin gelişmesine ve
insan haklarına daha çok önem verme politikası oluyor! Peki tamam da kardeşim madem böyle bir
niyet ve amacınız vardı, daha önce neden bu yönde azıcık destek olmadınız?
Eeee o kadar olacak! Güçlü olan, neyi ne zaman ve nasıl planladı ise o planın o şekilde
uygulanması kaçınılmazdır. Bunun sorgusu suali olmaz! Hem kendine yardım etmeyene Allah bile
yardım etmez! Ancak çok şükür ki eski planlara göre bunun çok daha insancıl olduğu söylenebilir.
Demek ki artık bu durumu hak edebilecek bir seviyeye gelmişiz! Durum böyle de olsa asıl mesele
yine toplumu yönetenlerin anlayışı ve zihniyetidir. Eskiden olduğu gibi yine şu an için de bizi
yönetenler kendi vazgeçilmezliklerini pekiştirmiş görünüyorlar. Ve de hayret edilecek bir şey!
Birlikte çok iyi anlaşıyorlar! Allah nazardan saklasın demekten başka bir sözümüz olamaz! Ancak
ne hayret edilecek bir şeydir ki bu sistemi sanki kendi vazgeçilmezliklerini pekiştirme üzerine
kurmuşlar!
Biz şuna inanıyoruz ki; bütün mesele toplumu doğru yönetmek, yönlendirmek ve doğru, pozitif
eğitimle toplumda ortalama kalitenin artmasına katkıda bulunmaktır. İnanın gerisi boştur. Bunu
yapacak veya yapabilecek olanlar ise her kademedeki yönetenlerdir. Yönetimdir. Etkili ve yetkili
kişilerdir. O nedenle lider, önder, başkan, yöneticiyim diyerek ortaya çıkan insanlara çok büyük iş,
görev ve sorumluluklar düşüyor. Yani bu kişilerin, yöneticilerin öncelikle vicdani
sorumluluklarının çok büyük olduğuna inanıyorum. Yönetenlerin yönetilenlere, halka iyi örnek
olmaları, bu konuda laf ebeliği değil gerçekten ve öncelikle Atatürk’ün yapmak istediklerini doğru
anlamaları gerekmektedir.
İşte Atatürk ki o devirde, o koşullarda, hele ki yapılan başka ülke devrimlerini de dikkate alacak
olursanız bana göre çok demokrat ve hoşgörülü davranarak, çoğunlukla inandırarak, ikna ederek,
tabii ki bazen zorlayarak ve de zorlanarak ama mutlaka meclis kanalı ile yani uzlaşma ile bu
amaçlarını, hedeflerini gerçekleştirmiştir. Gerçekleştirmeye özen göstermiştir. Çünkü biliyoruz ki
devrimlerin üç aşağı beş yukarı koşulları benzerdir. O tarihlerde ve ondan önceleri de dünyada ne
kanlı devrimler yaşanmıştır. Bunları da az çok okuyor ve biliyoruz.
Tamam, Atatürk toplumun geleceği ile ilgili doğru kararlarından ödün vermemiştir. Ve
‘Devrimlere karşı çıkacakların gerekirse kafaları gidecektir’ diye sert sözler de söylemiştir. Ama
takdir edersiniz ki o koşullarda başkaca bir çaresi de yoktur. Toplumun gelecekteki yararları için o
zaman Mustafa Kemal’den daha çok ve doğru bir biçimde ileriyi görebilecek olanlar kaç kişiydi ki?
Yoksa Cumhuriyet’in kuruluşundan nice yıllar sonra oy uğruna halk dalkavukluğu yapmayı
politika yapmak sanan yöneticiler gibi ‘Demokrasilerde halk her şeyi daha iyi bilir! Siz isterseniz
her türlü yönetim şeklini seçebilirsiniz! diyerek, halk ne istiyorsa onu mu yapmalıydı? Oysa ki
Atatürk’ümüz bu olayların tümü ile bilincinde idi ve bunun için diyordu ki; ‘Hiç bir iyi devrim,
gerçeği görenler dışında, çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz’. (Atatürk’ten Seçme
Sözler,Cahit İmer, 1981)
Ama artık diyoruz ki o zamandan bu zamana yıllar geldi ve geçti. O yıllardaki okur yazar oranımız
% 6-7’lerde idi. O da sadece erkeklerde! Acaba bunca yıldır yeterince gelişmedik mi? Gerçeklerin
97
farkına varmaya ve biraz uzaklara bakarak görebilmeye ne zaman başlayacağız? Okur yazar
seviyemiz ve ortalama kalitemiz bu hoşgörü ortamını yaratmaya ve doğruları görebilmeye uygun
olsun artık! Bunu yapmakla inanın Atatürk’e, kendimize ve dolayısıyla ülkemize gelecek için en
büyük iyiliği de yapmış olacağız.
Deniliyor ki ‘Kurtuluş Savaşı belki başka bir komutanın önderliğinde de kazanılabilirdi’! Bu görüş
her hangi bir şekilde doğru ve mümkün de olabilir. Fakat şuna yürekten inanalım ki, bu ulusun
asıl ve gerçek kurtuluşunu sağlayan, onu ortaçağ zihniyetinden kurtaran, gelecek için önünü
açan sosyal ve kültürel devrimler yalnızca ve ancak Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşebilirdi.
Ona çok şey borçluyuz. Çünkü onun ta o zamandan topluma gösterdiği temel doğrultu çok açık ve
nettir. Bakın Atatürk’ümüz ne diyor? ‘Dünyada her şey için, medeniyet için, başarı için en gerçek
yol gösterici bilimdir, fendir’.
İşte bu durumda bizlerin biraz daha az konuşup, birbirimizi az suçlayıp, onun yerine daha fazla
okuyup, araştırıp, daha kaliteli, üretken ve daha çok paylaşmasını seven insanlar olmamız
gerekiyor. Çünkü Atatürk’ü, kendimizi ve birbirimizi doğru anlamanın, daha iyiyi, daha güzeli
ortaya getirmenin, sevgiyi, olumlu düşünceyi artırmanın başka bir yolu ve şekli yoktur. Bu
duygularla tüm insanlara ama özellikle okuyan, düşünen, araştıran, çevreyi gözeterek kaliteli
üretenlere, kaliteli yönetenlere ve de bireysel başarılarını olgun bir sevgi ile paylaşabilenlere en
içten sevgi ve saygılar bizden. Birey veya toplum olarak evrensel ölçülerde kaliteyi yakalamak;
suçlamak, zıtlaşmak ve sürekli sevgisizliği pekiştirerek değil, tam tersine ikiyüzlülükten uzak,
karşıdakini samimi olarak dinleme, doğru anlama, uzlaşma kültürünü geliştirme ve tabii ki çok
çalışmakla mümkündür.
Çok eskiden olduğu gibi bugün de çok çalışmak yerine çok para sahibi olma düşüncesi çoğu
kimsenin asıl amacıdır! Mutlaka Napolyon’dan önce de bu böyleydi! Ama her nasılsa Napolyon’un
bu konuda söyledikleri daha çok akılda kalmış! O’na haksızlık yapmayalım ama düşünüyorum da,
mutlaka sıkışık bir anında daha çok silah ve asker satın alıp daha çok adam öldürmek için bunu
söylemiş olsa gerek! Yani Napolyon epeyce yüksek bir sesle “Para, para, para” demiş. Bu sihirli
sözcükleri o zaman ve daha sonra çok kişi duymuş ve çok sıkça kullanmaya başlamışlar!
Oysa bu dünyadaki erdemli bir yaşam için sık tekrarlanması gereken asıl sözcükler: Kalite ve
yönetim! olmalıdır. KALİTE GÜNÜMÜZÜN VE DE GELECEĞİN EN ÖNEMLİ KAVRAMIDIR.
AMA YÖNETİM! GEÇMİŞTEN GELECEĞE EN ÖNEMLİ OLGUDUR.
Şu bir gerçek ki; her türlü kalitenin kaynağı yine kaliteli insandır. Ama insanın kalitesi için doğru
bir eğitim ve öğretim yani kişiye uygulama becerisi ve akıl sağlığı kazandıracak bir bilgilendirme
süreci mutlaka şarttır. Doğru bir eğitim için de doğru bir YÖNETİM, doğru bir YÖNETİM anlayışı
şarttır. Çünkü eğiten aynı zamanda yöneten kişidir. Doğru bir yönetici öncelikle vicdan sahibi,
kendini ve insanı seven, dengeli, tutarlı, iki yüzlülükten uzak, şeffaf, samimi bir insandır.
Bireysel kalite mutlaka önemlidir. Ama toplumda ortalama insan kalitesi düşük ise, orada her şeyin
kalitesi düşüktür. O nedenle toplumda ortalama kalite çok önemlidir. Yani ortalama kalitenin düşük
olması ilkelliğin en önemli göstergesidir. Ancak şu bir gerçek ki, yönetim kalitesi olmadan
bireysel kalite de bir işe yaramıyor. Ortalama kalite ise hiç artmıyor. Hatta çok iyi yönettiğini
sanan yönetici, etkili, yetkili kişiler vatandaşla, bizlerle dalga geçiyorlar: “Ne yapalım canım! Kötü
giden her şeyin sorumlusu ortalama kalitenin düşük olmasıdır!” Ama işin gerçeği şu ki; nerede
kaliteli bir yönetim var? Orada bireysel ve ortalama kalite hemen artıyor, sıçrama yapıyor. Bunun
mutlaka çok çarpıcı pek çok örneği vardır! İşte en önemlisi sevgili Atatürk’ümüzün yönetimde
olduğu o devirler!!!
98
Değerli dost insanlar! Cumhuriyet kurulurken bu ülkede eğitim düzeyi olarak ortalama kalite diye
bir şey mi vardı? Ama o koşullarda ve çok kısa bir zamanda ülkemiz, zamanın saygın dünya
devletleri arasındaki yerini alabildi! Demek ki her devirde, her şeyden önce kaliteli bir yönetime
ihtiyaç var. Yani en önemlisi yönetim : Öncelikle aklı birazcık ermiş bir kişinin kendini iyi
yönetmesi, bir ailenin, kurumun ve asıl önemlisi o devletin iyi yönetilmesidir! Çünkü diğer tüm
yönetimler; yönetirken ve her türlü uygulamalarında en güçlüyü yani devleti yönetenleri örnek
alıyorlar!
Umuyor ve temenni ediyoruz ki, şimdiye kadar olduğu gibi toplumumuzda hep katakulliyi en iyi
becerenler değil, artık kaliteyi en iyi becerenler ön planda olsunlar. Ancak bunun böyle olabilmesi
için yine hepimiz biliyoruz ki her şeyden önce ve her kademede insanları bu doğrultuda yönetecek,
yönlendirecek ve koordine edecek vicdan sahibi yönetici ve yönetimlere gerek var. Şuna inanalım
ki vicdanlı yönetici mutlaka dengeli, tutarlı, hırsı aklının önünde olmayan örnek bir yöneticidir.
99
İNSAN, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTÜ VE GENÇLİK ÜZERİNE*
Değerli arkadaşlarım Merhaba!
Belki sorabilirsiniz! Neden böyle bir konu? Hemen söyleyelim: Böyle bir konu! Çünkü biz insanlar
bu yaşam ve bu dünya için çok önemliyiz. Topluluklar veya düzenli toplumlar halinde yaşayan,
aklını en iyi kullanabilen canlı varlıklarız. Toplumda yaşanan güzellikler, çarpıklıklar, hoyratlıklar
herkesi ve hepimizi yakından ilgilendiriyor. Aslında bir yerde ilgilendirmek zorunda! Şu anda sizler
hem kafası hem kendisi daha çok çalışan ama genelde bir dereceye kadar maddi olanakları da
yeterli gençler olarak en yüksek kalitede bir meslek edinmek için üniversitede bulunan az sayıdaki
şanslı veya kendi şansını kendisi yaratmış gençlersiniz.
Biz insanlar için bu yaşamdaki davranış ilişkilerimizin erdem boyutu büyük önem taşımaktadır.
İnsan; makam, unvan, rütbe, yönetim kademesi olarak yükseldikçe yani etki alanı büyüdükçe, bu
önemi daha da çok artmaktadır. Çünkü bu insanların kendi etki alanları ölçüsünde pek çok kişiye,
ister istemez iyi veya kötü yönde ama mutlaka örnek teşkil etme gibi bir misyonları
bulunmaktadır. Üniversite okuyan insanların yüksek mevki ve makamlara çıkma olasılıkları daha
fazla olduğuna göre bunların topluma iyi örnek olmaları da çok büyük önem taşımaktadır. O
nedenle daha çok okuma şansını yakalamış ve yüksek makamlara gelmiş insanların kalitesi
öncelikle o toplumun kalitesine yansımakta ve yaşamda bu şekli ile öne çıkmaktadır. Böyle bir
konu ile sizlere aktarmak istediğim asıl öz; kaliteli insan, kaliteli örgütlenme ve kaliteli yönetim
konuları ile geçliğin buradaki önemi olacaktır. Neden kaliteli insan ve kaliteli örgütlenme? Çünkü
baktığımızda her tür kalite için ana kaynağın yine kaliteli insan, gerçek başarının ise ancak kaliteli
örgütlenme ve güç birliğinden geçtiğini görüyoruz.
Bize göre kaliteli bir yönetim bu dünyada olumlu anlamdaki her şeyin esasını, özünü
oluşturmaktadır. O nedenle bu söyleşide kaliteli bir yönetimi en fazla etkileyen unsurlar olarak;
insan, sivil toplum örgütü ve gençlik kavramlarını işlemeyi uygun bulduk. İnsan: Siz, biz,
hepimiz. Yani bu dünyadaki en akıllı veya daha doğrusu aklını en iyi kullanabilen canlı varlık. Sivil
toplum örgütü: Sağlıklı yapılanmış sivil toplum örgütleri bugün için uygar bir toplumun gelecek
güvencesi, geleceğinin sigortasıdır. Gençlik: Yine bir ailenin ve bir toplumun gelecek umutlarıdır!
Sizler ise üniversite gençliği olarak geleceğe ait tüm umutların birinci derecedeki asıl kaynağı olan
insanlarsınız.
------------------------------------------------------------------------------------------*Bu metin E.Ü. Tekstil Mühendisliği Mezunları Derneği’nin tanıtımı nedeniyle 09.03.2000 tarihinde E.Ü.
Tekstil Mühendisliği Bölümü 3. ve 4. sınıf öğrencilerine konferans olarak sunulmuştur.
100
Değerli arkadaşlarım!
Uzayda veya evrende çok daha önemli veya daha akıllı yaratıkların olma umudu her zaman için
vardı! Bugün için de vardır. Bizler bu umudumuzu yine korumaya devam edelim. Ama uzayı
bırakıp şu anda üzerinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda en önemli canlı varlığın İNSAN
olduğunu görüyoruz. Peki neden insan? Çünkü olumlu veya olumsuz doğrultuda ama aklını
kullanma becerisi en yüksek canlı yaratık insan da onun için. İnanın! Bu beceri, istek ve iştah
dünya üzerindeki başka hiç bir canlıda yoktur. Ancak ne var ki önemli olan bu aklın ağırlıklı olarak
olumlu düşünce yani sevgi ve güven esaslarına dayanan bir doğrultuda kullanılmasıdır. Çünkü bu
doğrultu bizi insanın kalitesine götürüyor. Kalite ise günümüzde herkesin ve hepimizin çok iyi
bildiği ve büyük önem verdiğimiz bir kavramdır. Ama bu kalite her şeyden önce insan için
gereklidir. Çünkü her türlü kalitenin kaynağı yine kaliteli insandır.
Evet, kalite önemlidir ama her türlü kalite için kestirme bir yol ne yazık ki yoktur. Kaliteye giden
yol engelli, dolambaçlı, ince uzun, Aşık Veysel’in bir ömür boyu gece gündüz katettiği yoldur. Yani
bu yol öncelikle çok çalışmayı, sabırlı olmayı ve doğru anlamayı gerektiriyor. İnsan için kalitenin
ön koşulu; önce insanın kendini bilmesi, tanıması, sevmesi, kendisi ile barışık bir yapı
oluşturmasıdır. Bu kural Sokrates’ten bu tarafa yazıya geçirilmiş. Ve ta o zaman Sokrates;
‘Kendini bil’ demiş. Ama mutlaka bunun çok daha öncesinin de olduğuna inanıyoruz!
Evet, kalite önce kendini bilmekten geçiyor ama peki bunun için ne gerekiyor? Arkadaşlar bunun
için: Öncelikle insanın art niyetsiz ve önyargısız olarak yani şartlanmış bir düşünceye
kilitlenmeden çok yönlü bilgilenmesi gerekmektedir. İşte asıl zorluk da buradadır. Ve gerçekten bu
kolay bir iş değildir. Çok yönlü bilgilenmenin sonu yoktur. Hele ki günümüz globalleşme çağında
çok yönlü bilgilenmiş, dünya insanı vazgeçilmez olacaktır. Çok yönlü bilgilenme beşikten mezara
kadar süren bir yolculuğun hikayesidir. Ancak toplumsal ortalama kalite için asgari bir bilinçlenme
seviyesini yakalamak mutlaka gereklidir. Çok yönlü bilgilenmenin özünde ise öncelikle çok yönlü
okumanın yattığını unutmayalım! Çünkü okumak farkında olmaktır. Okumak merak etmektir.
Okumak aslında şu kısacık ömrü biraz daha uzunca yaşamak demektir!
Ama özellikle bizim toplumda okuma eylemi itici bir öcüdür! Okumaktan neden bu kadar çok
korkuyoruz derseniz? Bunun üzerine düşündüğümüzde akla şunlar geliyor: Bir kere kendi aklımızı
çok beğeniyoruz. Öncelikle karşılaştırmalı okuyup doğru anlamak, üzerinde düşünmek ve
kendimizi değiştirmek gibi korkularımız çok ağır basıyor. Çünkü düşünmek, doğru anlamak, bunun
sonucu insanın kendini değiştirmesi son derecede güç ve insana acı veren duygularmış. Evet! İşte
bu nedenle kaliteye giden yol gerçekten çok uzun ve dolambaçlıdır. Ancak isimli, isimsiz kalitesini
kanıtlamış halen yaşayan veya bu dünyadan bedensel olarak ayrılmış binlerce insan vardır. Şunun
farkında olmamız gerekir ki; yaşarken bir insana kolayca kalite belgesi de verilmiyor. Öldükten
sonra bir sürü ah vahlar içinde ve belli bir zaman aşımına uğradıktan sonra bu kalite belgesi zar, zor
o kişiye verilebiliyor! İsterseniz biz de bu kurala uygun olarak kalite örneklerimizi fikirsel olarak
yaşayanlardan seçelim.
Benim burada sizlere vermek istediğim iki favori kalite örneğim var. Birincisi büyük sevgi ustası
Yunus Emre. Bakın! Kaliteye giden yol ile ilgili olarak ne diyor? ‘İlim ilim demektir. İlim kendin
bilmektir’. Devam ediyor ve doğru anlamaları için bir de soru soruyor. ‘Sen kendini bilmezsin. Bu
nice okumaktır?’ Büyük sevgi ustası Yunus Emre bu bilince, bu kaliteye ulaşmak için zamanında
mektep, medrese görmemiştir. Ama sanırım zamanın çok okumuş ama hep tek yönlü okumuş
medrese hocaları, halkın Yunus Emre’ye olan sevgisini çok kıskanmışlar ve ona fazlaca
yüklenmişler! Yunus da insan için kaliteye giden yolu gösterdikten sonra çok okumuş ama hep tek
yönlü okumuş olan bu hocalara, üzerinde biraz düşünsünler diye böyle bir soru sormuştur! Demek
ki çok okuyarak, hele ki tek yönlü okuyarak kaliteye ulaşmak kesinlikle mümkün değildir!
101
Vereceğimiz ikinci kalite örneği ise sevgili Atatürk’ümüzdür. Bilmiyorum, sizler onu nasıl tanıyıp
nasıl anladınız? Benim anladığım şekli ile size söyleyeyim: Öncelikle büyük bir yaşama ve
yaşatma ustası, düşünce soylusu, örnek olarak yöneten ve yönlendiren, asıl önemlisi dengeli ve
tutarlı, kendisinin insan olduğunun her zaman farkında olmuş, içimizden biridir. Hayatı hep
savaşlar içinde geçmiş, tercihini hep geniş halk yığınlarının doğru bilinçlenmesi ve insan
olduklarının farkına varabilmeleri doğrultusunda kullanmış, sevgili ve de sevimli bir insandır.
Ancak bana göre yine çok önemli olan bir hususu burada vurgulamadan geçemeyeceğim:
Öyle sanıyorum ki Atatürk’ümüzün kendisi de, bugün olduğu gibi öncelikle posterleri ve heykelleri
ile değil, düşüncelerinin doğru anlaşılması ile bilinmek ve de sevilmek isterdi! Ne yazık ki biz onun
bu düşüncelerini ve ne yapmak istediğini doğru olarak anlayamadık ve algılayamadık! Çoğunlukla
ismini, resmini ve heykellerini öne çıkarıp onlarla oyalandık! Yazık ettik! Çünkü bu yol çok daha
kolaydı. İşte hayatı sürekli savaşlar içinde geçen kalite örneği bu insan, kaliteye giden yol için
bakın ne diyor? ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyor.
Bize göre iyi kalite örneği olan bu iki insanın sözleri içerik ve anlam olarak aynıdır. Yani bu
sözlerle demek istedikleri özetle şudur: Kişi olsun, toplum olsun öncelikle kendini bilen, tanıyan,
kendi içinde barışık, dengeli, tutarlı, güvenli bir yapının olması ve oluşması önemlidir. Eğer ki
insan veya toplum olarak kendi içimizde bir denge, güven, kalite, barışıklık yok ise uzaklardaki
barış ve huzur ortamının bizim için fazlaca bir anlamı ve önemi yoktur. Ancak bu söylediklerimizin
tersine bugün dışarıdan esen rüzgarlar biraz daha fazlaca kuvvetli gibi görünüyor! Yani bizi
düzeltmesi için globalleşme rüzgarlarına fazlaca umut bağlar hale geldik. Çünkü içimizdeki var
olan tüm umutları tutulmayan bol vaadlerle ne yazık ki sürekli boşa çıkardık! Yine de şunu iyi
bilelim ki; kendi iç kalitemizi, özgüvenimizi ve barışıklığımızı artırmadığımız sürece, bu
globalleşme rüzgarlarının serinletici etkileri çok yetersiz kalacaktır!
Tekrar kalite örneklerimize geri dönecek olursak; Yunus Emre ve Atatürk’müz kendi iç dengelerini
sağlamlaştırmak, birikimlerini artırmak ve tutarlı yapılarını oluşturmak için en azından 40 yıl
sabırla çalışmışlar ve ancak ondan sonra o lezzetli, doyurucu, kaliteli ve kalıcı ürünlerini, eserlerini
vermişlerdir. Eğer bizler bu kalite örneklerimizi rehber edinmek ve örnek almak istiyor isek önce
onları iyi tanımak ve doğru anlamak zorundayız. Çünkü doğru anlamadığımız hiç bir şeyi ve hiç
kimseyi gerçekten ve yürekten sevemeyiz. Bu kural taş, toprak için dahi geçerlidir. Yani elimize
aldığınız bir taşa ilgi gösterip, onun hakkında yeterince doğru bilgilenirsek, onu gerçekten severiz.
Ve artık o bizim için başka bir taştır. Bu kural; iş, sevgili, anne-baba ve kendimiz için de geçerlidir.
Evet o an için sevgilimize aşık olabiliriz ama onu doğru anlamaya çalışmadığımız sürece onunla
gerçek bir sevgi bağını kurmamız ve sürdürmemiz mümkün değildir. Eğer kendimizi de gerçekten
sevmek istiyor isek önce kendimizi doğru anlamak zorundayız.
Doğru anlamak; o kimseye veya o şeye karşı ön yargısız ve art niyetsiz olarak ilgi, bilgi, sevgi ile
yaklaşmak ve onun için belli bir zaman ayırıp emek sarfetmektir. O nedenle kendimizi doğru
anlamak için mutlaka kendimize de zaman ayırmamız gerekiyor. Evet belki gençlikte veya bu
yaşamda yaygara ile yani hep birlikte ve de Coca Cola ile her şey daha iyi gidiyor! Ama birikim
kazanmak, özgün düşünce ve yaratıcılık, biraz yalnız kalmayı ve kendimizi tanımamız için olumlu
anlamda birikim edinmeyi gerektiriyor! Sonuç olarak: Diyebiliriz ki önce insan! Ama mümkün
olduğunca doğru anlayan, doğru anlamaya gayret eden yani kaliteli insan!
İsterseniz şimdi insandan topluma doğru bir geçiş yapalım!
Evet. Gerçekten çok önem verdiğimiz ve aklını kullanmayı en iyi beceren bu İNSAN aynı zamanda
SOSYAL bir varlıktır. Birlikte topluluklar veya toplumlar halinde yaşar. Çok ender olarak bazen
102
tek başına ormanda yaşamayı da tercih edebilir. Ama biz ona hemen başka bir ad veririz: Yani onun
adı TARZAN dır. Eğer birlikte yaşayan insanların bilinçlenme, eğitim düzeyi yeterli değilse sürü
halinde ve güdülerek yaşamlarını sürdürürler! Bu insan toplulukları organize olabildikleri ve tabii
becerebildikleri takdirde bir ulus, bir devlet haline dönüşebilirler. Fakat o ulusun, devletin geleceği
ve bireyin mutluluğu orada yaşayan insanların eğitim ve sağlıklı toplumsal örgütlenebilme
dereceleri ile doğru orantılıdır. Ortalama kalite arttıkça o toplumdaki yaşam daha organize, daha
sosyal, daha güvenli bir anlam ve içerik kazanır. Bireyin ve toplumun geleceği için vazgeçilmez
önem taşıyan SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ ortaya çıkar.
Nedir bu sivil toplum örgütleri? En başta partiler! Dernekler, sendikalar, odalar, birlikler, klüpler,
kooperatifler, vakıflar ve benzeri kuruluşlar. Ancak bu örgütlerin kalitesi de doğal olarak yine o
toplumu ve topluluğu oluşturan insanların ortalama kalitesi ile doğru orantılıdır. Bunun başka türlü
olması zaten mümkün değildir!
Sivil toplum örgütleri dediğimiz zaman sağlıklı, güvenli bir sosyal yaşam için örgüt ve
örgütlenme kavramları gündeme gelmektedir. Ancak örgüt ve örgütlenme sözcükleri ne yazık ki
ortalama kalitesi düşük toplumlarda, insanların kafalarında çok iyi çağrışımlar uyandıracak bir
düzeyde değildir. Şüphesiz bunun haklı gerekçeleri vardır. Çünkü bir kere bu örgütlerin ne yazık ki
iyi örnekleri çok azdır. Ve seslerini pek fazla duyuramazlar! Kötü örnekleri ise hem çok fazla, hem
sesleri çok gür çıkmaktadır. Elbette ki bunun asıl nedeni toplumda ortalama kalitenin düşük
olmasıdır. Peki ama bir toplumda ortalama kalite neden düşük olur? Bizim ülkemizde de
Cumhuriyet gibi erdemli bir rejimin kuruluşunun üzerinden nerede ise 80 yıl gibi çok uzunca
sayılabilecek bir süre geçmesine karşın!
Arkadaşlar ister inanın, ister inanmayın ama bu çağda bu koşullarda bir toplumda ortalama
kalitenin düşük olmasının asıl nedeni; o toplumda iyi, doğru bir aile ve devlet yönetiminin
olmamasıdır. Bir toplum için aile yönetimi ve eğitimi mutlaka çok önemlidir. Ama hepsinden
önemlisi iyi, kaliteli bir devlet yönetimidir. Yani öncelikle en üst seviyedeki yönetimdir önemli
olan! Çünkü bir aile çocuğunu yetiştirirken dahi mutlaka devlet yönetiminin önem verdiği kalite
kriterlerini, davranış özelliklerini göz önüne alarak çocuğuna eğitim vermektedir! Bir toplumdaki
ortalama kalite artışı ise yalnızca iyi bir devlet ve iyi bir aile yönetimi ile mümkündür.
İşte Atatürk’ümüzün o örnek devlet yönetimidir ki onca zorluk, güçlük, yokluk, yoksulluk ve
eğitimsizliğe karşın Cumhuriyet kurulduktan 10 yıl gibi çok kısa bir sürede bu ülkeyi dünyanın o
zamanki sayılı onurlu bir kaç devleti arasına sokabilmiştir! Ne acıdır ki bizler hala o zaman ki yani
Cumhuriyetin 10. yılında söylenen marş ( 10. Yıl Marşı) ile bugün için enerji tazelemenin umudu
içindeyiz! O nedenle geri kalmış ve az gelişmiş toplumlarda yöneten ve yönlendiren kişilere çok
ama çok büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir!
103
Açıkça ve de her hangi bir kimseyi suçlamadan söylemek gerekirse; bizim ülkemizde aile ve devlet
yönetim anlayışımız ne yazık ki genelde karşılıklı suçlama ve zıtlaşma esaslarına dayanan bir
sisteme göre çalışmaktadır. Bu ise özünde sevgisizliğe, sevgisiz bir eğitim anlayışına
dayanmaktadır. Yani açıkçası bu sistem; suçlayarak, tersleyerek ve de azarlayarak insanda
motivasyonun sağlandığı bir sistemdir. Şüphesiz bu sisteme göre de insanlar başarılı oluyorlar.
Ama hiç bir zaman dengeli ve tutarlı bir yapıya sahip olmuyorlar! Yani sevgisiz bir başarı genelde;
uzlaşmaz, dengesiz, paylaşmaz ve acımasız oluyor. Oysa ki yerinde ve zamanında yapılan beğeni,
övgü ve takdire dayanan bir motivasyon sonucu elde edilen başarı ile dengeli ve tutarlı bir yapının
oluşabilmesi mümkündür. Yani bu başarı; sevgiye, özgüvene dayanan bir başarıdır. Sevgi
motivasyonuna dayanan başarı; her zaman için uzlaşmacı, dengeli, paylaşımcı ve de insaflı yani
vicdanlı bir başarıdır!
Suçlamaya dayanan bir yönetim anlayışının tehlikelerini isterseniz küçük bir örnekle açıklamaya
çalışalım: Örneğin çok çocuklu aile yönetimleri devlet yönetiminin küçük bir modelidir. Belki de
aynısıdır! Şöyle düşünebiliriz: Çok çocuklu bu aileyi yöneten ve yönlendiren kişiler olarak eğer
anne ve baba sürekli birbirlerini suçluyorlar. Hatta suçlamak ne kelime! Her sıkıştıklarında, çoğu
kez karşılıklı hakaretler ve de terlikler sürekli havada uçuşuyor. Birinin AK dediğine öbürü
mutlaka KARA diyor! Böyle bir ortamda yetişen çocuklar sizce nasıl bir insan olurlar? Hemen
söyleyelim: Böyle bir ortamda yetişen insanların kaliteleri kesinlikle artmaz. İnsanların insan olarak
değerleri olmaz. Çünkü bu ortamda insanları değerlendirecek sağlıklı kalite kriterleri oluşmaz.
Oradaki insanların değeri yalnızca zıtlaşan gruplardan hangi tarafa ait olmaları ile ilgili bir
durumdur. Özetle söylemek gerekirse; kişi bizim tarafta ise % 100, öbür tarafta ise % 0 değere
sahiptir! Hatta öyle ki bu ortamda güçlü olan bir veya bir kaç aile bireyi, diğerlerini kolayca haraca
bağlayıp orada kendi derebeyliğini ilan edebilir! Kısacası aşırı hırs, kıskançlık, çekememezliğin,
sevgisizliğin, güvensizliğin ve de ikiyüzlülüğün kol gezdiği böylesi bir ortamda, kalite adına bir
şeyler beklemek mümkün değildir.
İşte bizim ülkemiz de çok partili yaşama geçtikten sonra çok uzun bir süre yani ta 1999’un ikinci
yarısına kadar ne yazık ki ağırlıklı olarak hep suçlama ve zıtlaşma esasına dayanan bir anlayışla
yönetildi. En iyi suçlama ve hakaretler, gizli veya açık bir şekilde ama hep en baştakiler tarafından
yapıldı. Hele ki muhalefete düşen lider! Her seferinde ne pahasına olursa olsun yeniden iktidar
olabilmek için bir diğerine suçlama ve hakarette sınır tanımadı! Uzun yıllar süren böylesi bir
ortamda, toplumda ortalama kalitenin artması mümkün müdür? Ortalama kalite artmadığı müddetçe
de, o ülkedeki yönetim şeklinin adı ne olursa olsun daha iyi bir yönetim politikası veya sistemini
kurmak ve çalıştırmak mümkün değildir?
Kanımızca tüm insan ve toplumların asıl temel sorunu da budur! Yani işin özü; eğitimsiz, üstelik
yanlış eğitilmiş, mesleksiz, umutsuz, insanların bir araya gelip sevgi ve güven esaslarına
dayanan bir örgüt kurmaları mümkün değildir. Bu nedenle eğitimli, birikimli, meslek sahibi,
okumuş insanlara, o ailede ve o toplumda çok büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Bizim
bütün ricamız ve çağrımız; işte bu meslek sahibi, kaliteli, birikimli, bilinçli insanlaradır. Diyoruz ki
gelin sağlıklı yapılanmış sivil toplum örgütlerine üye olalım. Katkı yapalım, destek verelim ve
gönüllü hizmet verelim! Çünkü ancak sevgi ve güven esaslarına dayanan örgütlenme ve toplum
yapısı ile uygar, çağdaş bir yaşam seviyesini yakalama olanağımız vardır.
Burada yeri gelmişken şu hususu bir kere daha belirtmekte sanırım çok büyük yarar olacaktır.
Lütfen! Yaşarken ne kendimizi ne başkalarını suçlayarak kendi değerimizi artırmak veya
etrafımızdakileri bu şekilde motive ederek bir arada tutmak ve bu şekilde başarıya yöneltmek gibi
bir yolu seçmeyelim! Hep buna ihtiyaç duymayacak bir olgunluk, bilgilenme ve bilinçlenmenin
peşinde olalım! Unutmayalım! SUÇLAMA ve ZITLAŞMA o ortamdaki SEVGİSİZLİĞİN ve
ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN asıl nedenleridir. Bir insan olarak suçlamanın ve yıkıcı dedikodunun hata
104
olduğunu ne kadar erken yaşta farkedersek o kadar fayda sağlar ve kaliteye ulaşma doğrultusunda o
kadar hızlı yol almış oluruz.
Hatta öyle ki; hayatta ne kendimize ne başkalarına kızmayalım, darılmayalım ve de gücenmeyelim!
Öfke baldan tatlıdır derler. Sakın ola ki bu söze kanmayalım! Kızgın, öfkeli kişinin öncelikle hep
kendine kızan biri olduğunu da unutmayalım! Değerli gençler. Öfke ve kızgınlık Habil ile
Kabil’den kalma en ilkel duygulardır. Tüm zıtlaşmaların ve sevgisizliklerin ana nedenidir.
Keskin sirkenin zararı biliyorsunuz önce kendi küpünedir. Her şeyi konuşalım, konuşmaya
çalışalım ama lütfen sakince ve de suçlamadan! Yalnızca kendi düşüncelerimizi karşı tarafa iletelim
ve kimseyi kendimiz gibi düşünmeye asla zorlamayalım. Unutmayalım ki! Kişi kendi istemediği
sürece onu hiç bir kuvvetin değiştirmesi mümkün değildir.
Sevgili gençler!
Burada diyebilirsiniz ki; peki ama örgüt ve örgütlenme ilgili bütün bunları bize niye
anlatıyorsunuz? Öncelikle bunları, kendini ve de kendi gemisini kurtarmış kaptanlara, mezunlara,
meslek sahibi insanlara anlatmanız gerekmiyor mu? Arkadaşlar! Ulaşabildiğimiz herkese bunları
anlatıyoruz ve de anlatacağız. Ama bunları siz gençlere anlatmamızın çok haklı gerekçeleri var.
Biliyorsunuz! Hem Cumhuriyet, hem bu ülkenin geleceği siz gençlere emanet edildi! Unutmayın!
Gelecekteki her türlü kalitenin sahibi ve sorumluları sizler olacaksınız. Bu derdimizi öncelikle
sizlere anlatmak, sizleri bu durumdan haberdar etmek zorundayız! Yani ancak ve ancak iyi
yetişmiş, sevgi ile motive olmuş ve dengeli, başarılara imza atmış gençler yarınlar için gerçek
anlamda bir güvence olacaklardır.
Böylece gelmiş oluyoruz gençliğe ve de gençlere! Peki ama gençlik nedir?
Gençlik için söylenecek yine çok şey vardır! Hatta şimdi burada o kadar çok şey söyleyebiliriz ki
bu sözlerin yarattığı rüzgarla mangalda kül kalmayabilir! Ancak gençlik, insan yaşamının son
derecede önemli bir kesitidir. Bunu nereden biliyoruz? Şöyle bir örnek verelim: Yaşı biraz
ilerlemiş, bizim gibi insanlara mikrofonu uzatıp ‘Gençlik nedir?’ diye bir soru yönelttiğinizde emin
olun yanıt vermeden önce derinden bir ah çekecektir. Tabii ki biz onun gençliğini nasıl geçirdiğini,
nasıl değerlendirdiğini bilemeyiz! Ancak bundan anlaşılacağı üzere gençlik, öncelikle imrenilecek
bir yaşam dilimidir. Ama aynı zamanda zor bir yaşam dilimi!
Gençliğe yakıştırılan en anlamlı sıfatlar ise; ‘gençliğin gelecek, gençliğin umut olmasıdır’. İşte bu
nokta son derecede önemlidir. Gençliğin gelecek için olumlu anlamda umut olması, öncelikle biz
büyüklerin elindedir. Bu ise ancak onlara iyi örnek olmak ve sevgi vermekle mümkündür. Bunun
anlamı; büyüklerin gençleri iyi tanıması, doğru anlaması ve onları adam yerine koyabilmeleri
demektir. Peki ama kimlerdir bu büyükler? Bu büyükler öncelikle evdeki anne-babadır. Okulda
hocalar, devlette ise en başta devleti yöneten, yönlendiren ve her kademedeki etkili, yetkili
insanlardır. Ama bu büyükler içinde illa ki evdeki annenin yeri başkadır! İlk önce ve mutlaka evde
okumuş, sevecen, her şeyden önce dinlemesini bilen bir annedir! Ancak ne yazık ki bizde anneler
dinlemesini pek bilmez veya beceremezler. Çünkü genelde toplumun geleneksel aile terbiye
sisteminde kızlar çocukken insan olarak dinlenip, zamanında onların sözüne ailede değer verilerek
yetiştirilmezler!
İşte bu noktada ülke olarak ne yazık ki çok büyük bir iç sızımızı dile getirmeden geçmek mümkün
değildir! Hala ülkemizin çok acı bir gerçeği okul çağına gelmiş kızlarımızın % 25-28’inin okuma
yazma şansına sahip olamadıklarıdır. Bu çağda, bir toplum için asıl gerçek felaket budur! Çünkü
her çağda gerçek felaket hep kara cahillik olmuştur. Acıdır ama ne yazık ki kızlarını, kadınlarını
eğitmemiş, geri plana itmiş toplumlar hep yarım akıllı, hayattan zevk almayan, hiç bir zaman doğru
dürüst gelişme ve ilerleme şansı olmayan toplumlardır. Bu konu gerçekten bizim toplumumuz için
çok dertli, çok üzücü bir konudur. Sürekli kanayan bir yaradır. Çünkü okumuş bir annenin bu
günün koşullarında en fazla üç çocuk yapabileceğini düşünebildiğimiz halde okumamış, çaresiz bir
105
anne ne yazık ki kuluçka makinesi gibi çocuk üretmektedir! Doğu’nun çaresizliğinin temelinde
yatan en önemli gerçek de budur!
İsterseniz biz yeniden dönelim gençlere ve gençliğe! Gençlerin gelecek için olumlu anlamda umut
olmaları, onların büyükler tarafından doğru anlaşılmasına bağlı olduğunu söylemiştik. Aslında
suçlamak son derecede kolay, doğru anlamak ise her zaman için zor bir iştir. Çünkü daha önce
de söyledik doğru anlamak; ilgi, bilgi, sevgi, zaman, sabır, birikim, özen, emek gerektirir. Suçlamak
için sadece biraz büyükçe olmak yeterlidir!
Her şeyden daha fazla insanı doğru anlamak zordur. Ama gençleri doğru anlamak daha da zordur.
Neden zordur? Çünkü gençlerin, gençliğin belli başlı kendine has, ayrı özellikleri vardır. Ve onları
genç yapan da zaten bu özellikleridir. Örneğin: Gençlerin heyecanları, enerjileri, arayışları,
aceleleri ve sinir katsayıları oldukça yüksektir. Ama buna karşın sabır sınırları, toleransları
oldukça azdır. Her şeyin hemen ve anında olmasını isterler. Haksızlıkların da anında
düzeltilmesini! Bazen bu haksızlıkları acele ile kendileri düzeltmeye kalkarlar ama geçmişte
ülkemizde çokça yaşandığı gibi fena halde telef olup giderler! Gençlerdeki bu sabır azlığı ve
kendilerini hemen gösterme düşünceleri ve özellikleri nedeniyle militan düşüncelere daha
yatkındırlar. İşte bu nedenlerden dolayı hata yapma oranları da yüksektir.
Arkadaşlar, tüm bu nedenlerden dolayı gençleri ve gençliği en iyi tanımlayan kelime DELİKANLI
sözcüğüdür. Adı üstünde gençlik çağı; kanın vücutta deli aktığı, hızlı dolaştığı bir yaşam kesitidir.
Ancak bu sözcükte önemle vurgulanan bir husus yine ataerkil yapının burada damgasını etkili bir
şekilde hissettirmesidir. Yani delikanlı denildiğinde hep erkekler aklımıza gelir. Erkek egemen
toplumda bu son derecede doğal bir sonuçtur. Yeryüzünde sanırım anaerkil yapı sadece arılar
aleminde hüküm sürmektedir. Doğrusu biz, bilerek şeker katmadığımız sürece ortaya getirdikleri
ürünün kalitesine diyecek yoktur! İnsan olarak kızlar genç olsalar da ataerkil yapıda her zaman için
USLUKANLI olmak zorundadırlar. Ortalama kalitesi düşük toplumlarda özellikle daha fazla
bilinçlenip delikanlı olmasınlar diye de, kızlar okula gönderilmezler! Ne yazık ki bu durum erkek
egemen geri kalmış toplumların çok acı ve feci bir gerçeğidir.
Gençlere bu kısımda öğüt değil ama bazı önerilerde bulunmak isteyebiliriz. Benim ‘Yaşam ve sevgi
üzerine’ yazdığım, fotokopi ile 40 adet çoğaltıp üniversite ve aile çevreme dağıttığım ve hala
üzerine yeni bir şeyler ekleyip geliştirmeye çalıştığım kitabımda çocuklar ve gençler için bir
sayfalık öneriler paketi sıralanmaktadır. Bunların hepsini burada sayacak değilim. Ancak yine de
üniversite gençlerine bazı önerilerde bulunmak isterim. Örneğin hata yapma konusunda gençlere
şunu söyleyebiliriz:
Sevgili gençler! Sevgi konusunda bilerek hata yapabilirsiniz! Yani aşık olabilirsiniz! Yalnız aşkın
gözü kördür. Kusurları bir müddet için hiç görmez! Kim bilir? Belki de iyi eder! Çünkü daha
sonraki hayatta nasıl olsa bolca kusur arama işiniz ve zamanınız olacaktır. Ama üniversite öğrencisi
iseniz ve bu genç yaşta idam cezasının acısını tatmak istemiyorsanız sakın kopya çekmeye teşebbüs
gibi bir hataya asla düşmeyin! Emek vererek ve gerçekten hak ederek kazanmak ve başarmak
erdemli, huzur verici, daha güzel ve daha kalıcıdır. Çünkü : Kişiye yaşam boyu huzur, iç rahatlığı
ve denge kazandırır. Ortalama kalite artışını gerçek esaslara oturtur. Erdemli olmayı, erdemli
yaşamayı kolaylaştırır. Haksız kazanç sağlamaya önceden alışmayı engeller. Sonuçta bütün bunlar
daha adil, katılımcı, şeffaf ve hoşgörülü yönetimlerin oluşmasına önemli katkılarda bulunur.
Militan düşünce ise gençler için kesinlikle çok tehlikeli bir kurt kapanıdır. En azından mutlaka ve
her zaman tek yanlıdır. Olaylara hep at gözlüğü ile bakmayı gerektirir! Militan düşünce gençler için
gerçek bir çıkmaz sokaktır! Hele ki aç, iri kurtların bol olduğu ortamlarda, toplumlarda art niyetli
insanlar ve gruplar, gençlerin bu saf enerjilerini kendi çıkarları için kullanmakta hiç bir sakınca
görmezler. Hatta bu konuda son derecede iştahlı ve maharetlidirler!
106
Değerli gençler! Bir kere daha tekrar edelim: Dünyada ve evrende var olan her şey gibi insanın özü
de enerjidir. Yani pozitif ve negatif enerjinin bir karışımıdır. İnsanı ayakta tutan, başarıya ulaştıran
sevgi veya sevgisizlik (kin, nefret) enerjileridir. Akıl ise genelde bu enerjilerin peşinden koşar.
İnsanlar aklı ile hareket eder denilse de tam doğru değildir. O nedenle sevgisiz başarı; uzlaşmaz,
dengesiz, paylaşmaz ve acımasızdır. Sürekli olarak ‘Yaşamak için yok etmelisin’ der! Sevgiye
dayanan başarı ise; uzlaşmacı, dengeli, paylaşımcı ve insaflıdır. Alışveriş sırasında dostluğu ayrı
bir kefeye koyabilir. Yani ‘dostluk başka alışveriş başka’ diyebilir ama yaşamak için yok etmeyi
asla düşünmez! Benim bugünün gençliği ile ilgili üzüldüğüm, kaygılandığım bir iki önemli husus
var. İzin verirseniz onlara burada kısa da olsa değinmek istiyorum:
Birincisi: Başka ülkeleri bilemiyorum ama bizdeki insan eğitiminin büyük oranda sevgisizlik
üzerine yani suçlama, tersleme ve azarlama üzerine kurulmuş olmasıdır. Yani suçlamanın çok
kolay, anlamanın zor olması nedeniyle her kademedeki eğitim, öğretimde bu kolay yöntem
iliklerimize işlemiştir. Her kişi birazcık suçlayabilecek bir büyüklüğe ve güce ulaştığında daha önce
büyüklerinden aldıklarını hemen ve aynen kendinden küçüklere satmaya başlamaktadır. Bu tür bir
eğitimle yetişen çocuklar ve gençler ise soru sormaktan korkan, meraksız, sorgulama yeteneğini
yitirmiş insanlardır. Evet bu insanlar soru sormazlar ama her biri sürekli olarak, için için kaynayan
birer basınçlı kazandır. Yani bunların dengeli davranmalarını beklemek, ne zaman patlayacaklarını
kestirmek çok zordur.
İkincisi: Maddiyatın tüm gösterişli yapısı ile ortaya çıktığı günümüzde eğitim, öğretimin artık
normal bir vatandaş için çok pahalı bir yatırıma dönüşmüş olmasıdır. Genç insan öğretim için
kendine yapılan bu yatırımın ağırlığı altında sürekli ezilmektedir. Soru sorup onun sonucunu takip
etmek veya geçmişte çok kez yaşanmış örneklerde olduğu gibi başına ters bir iş açmak yerine,
etliye sütlüye karışmadan, bir an önce eğitim, öğretimini tamamlayıp bu ağır yükün kredi borcunu
ailesine geri ödemeye başlamak istemektedir. Çünkü genç insan sürekli ailesi tarafından bu
doğrultuda şartlandırılmıştır.
Sevgili Doğan Cüceloğlu’nun Kanal D’deki bir programında verdiği örnek gibi o gencin değeri
yalnızca bu at yarışında hep en önde olmasına bağlıdır! Çünkü ona öğretimi için bir taraftan ağır
bedeller ödenirken diğer taraftan sürekli olarak yapılan psikolojik telkin şudur: ‘İyi bil ki bu ülkede
rütbesi, makamı, ünvanı ve de parası olmayan insanın insan yerine konulması mümkün
değildir’! Bu eğitim ve öğretim anlayışı ile yetiştirilen gençlerin daha iyi bir dünya için birazcık
soluklanıp sağlıklı düşünmeye fırsat bulabileceklerini hiç sanmıyorum!
Sonuç olarak:
Arkadaşlar bu yaşamda tüm canlılar, insanlar ve tabii ki gençler için iki önemli sosyolojik kavram
vardır. Bunlar: EĞİTİM ve YÖNETİM. Ama en önemlisi yönetimdir. Çünkü eğiten aynı zamanda
yöneten kişidir. Ve o eğitimin nasıl olacağına mutlaka yöneten karar verir! Doğru eğitim ve doğru
yönetimin temeli; suçlamadan, terslemeden, azarlamadan ama mutlaka yerinde ve zamanında
takdir, övgü ve beğeni sözcüklerini kullanarak yapılan eğitim ve yönetimdir. Yani özü sevgi olan
eğitim ve yönetim şekli budur. Suçlanan, terslenen ve azarlanan insan hiç bir zaman soru sormayı
öğrenemez. Soru sormayan insan merak etmez ve düşünce yapısının sağlıklı gelişmesi mümkün
olmaz. Suçlanan, terslenen ve azarlanan insan, amaç sadece başarı ise o da mutlaka başarılı olur
ama dengeli, tutarlı, özgüven sahibi, gelecek için iyi örnek teşkil edecek bir insan olması inanın
çok zordur!
Sonuç olarak insanlar ancak doğru bir eğitim ve doğru bir yönetimle sağlıklı düşünce yapısına
sahip vatandaşlar olarak yetişebilirler. E.Ü.Tıp Fakültesi hocalarından sevgili ve rahmetli Emin
Faik Üstün Hoca’nın dediği gibi ‘Soyluluk düşüncededir’. Gerçek sağlık düşünce sağlığıdır.
107
Düşünce sağlıklı ise ancak kalite vardır. Gerçek sevgi vardır. Çünkü gerçek kalite ancak düşünce
kalitesi ile yani tasarım kalitesi ile mümkündür. İşin özü şu ki; bir toplumda uygulanan yönetim,
çocuklara ve gençlere verilen eğitimle her zaman için ‘Ne ekersen onu biçersin!’ Bunun dışında bu
yaşam için henüz başka bir yalın gerçek yoktur.
Hepinize sağlıklı, dengeli ve tutarlı nice güzellikler ve başarılar diliyor, sevgiler sunuyorum.
108
Son söz
Bu kitapçığa son söz olarak yaklaşık bundan 2900 yıl önce yazılmış bir bayramlaşma yazısını
koymak istiyorum. Bu yazıyı daha önce de başka bir kaynaktan almış ve okumuştum. Ama bunun
bir bayram gününde önemli bir gazetede ve önemli bir yazar tarafından yayınlanmış olması, bunu
binlerce kişinin okumuş olduğunu bilmek, insanı bir başka türlü mutlu ediyor. Mutlaka bundan
kendine olumlu ders çıkaranlar ve farkında olanlar çoğalacaktır diye düşünüyorsun. Çünkü
üzerinden asırlar geçmiş ama bugün yazılmış gibi anlayana heyecan verebiliyor. Bakın! Sayın
Necati Doğru 1999 yılının Ramazan Bayramı’nda Sabah Gazetesi’nde bu yazıyı aşağıdaki şekilde
aktarıyor:
2899 yıl öncesinin bayramı...
Milattan 900 yıl önce yani bundan 2899 yıl evvel insanlar bir tapınağa aşağıdaki yazıyı asarlar.
Sıraya girip okurlar... Sonra birbirlerine sarılır...
Bayramlarını kutlarlardı. İşte o yazı:
“Gürültü patırtının ortasında sessizce, sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur var. Sakın bunu
unutma. Herkesle dost olmaya çalış.
Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık:
Unutmak olsun. Bağışla ve unut... Ama kimseye teslim olma...
İçten ol; Telaşsız anlat...Kısa, açık ve net konuş...
Başkalarına da kulak ver... Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; Çünkü, dünyada
herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız...Yaptığın planların değil...Başardıklarının da...Tadını çıkar...
Ne kadar küçük olursa olsun işinle ilgilen.
Hayattaki dayanağın işindir, unutma.
Sevebileceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle
seveceksin ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar
başlatmış olacaksın.
Olduğun gibi görün... Ve göründüğün gibi ol...
Sevmiyorsan eğer...Sever gibi yapma...
Çevrene, tanıdıklarına... Önerilerde bulun...
Fakat asla hükmetmeye kalkma.
İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.
Ve unutma ki insanlığın sevgi konusunda yüzyıllardır öğrenebildiği bir kumsaldaki kum taneciği
bile değildir. Aşka sakın burun kıvırma...Aşk nedir? Çöl ortasındaki yemyeşil bahçedir... O bahçeye
bakmayı hak etmiş bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli ilgiye, yardıma, bakıma, sevgiye
ihtiyacı olduğunu da unutma.
109
Hayatta kaybedebilirsin...
Kaybetmeyi...Ahlaksızca bir kazanca tercih et.
Birincisinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.
Bazı idealler o kadar değerlidir ki; o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.
Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
Yıllar geçiyor, geçecek...Yılların geçmesine öfkelenme...
Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.
Yapamayacağın şeylerin yapacaklarını engellemesine izin verme.
Rüzgarın yönünü değiştiremiyorsan...Yelkenlerini rüzgara göre ayarla...
Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip
getirmediğinle ilgilenir.
Ara sıra...Kendini tutamayabilirsin...Yüreğini isyana kaptırabilirsin...
Fakat unutma: Evreni yargılamak imkansızdır.
Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol...
Annenin seni doğurduğu...Saatleri hatırlıyor musun?
Sen ağlarken...Herkes sevinçle gülüyordu...
Öyle bir ömür geçir ki, sen öldüğünde herkes ağlasın.
Sabırlı, sevecen ol...Erdemini yitirme...
Önünde sonunda sahip olduğun tek servet yine kendinsin.
Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel
mekanıdır.”
(Xsentius, İsa’dan önce 9. Yüzyıl)
Xsentos bu sözleri İsa’dan önce 9.yy’da söylemiş. 13. yüzyılda ise yine bizim Anadolu’muzda
insana değer veren Rönesanscı düşünürlerimiz; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran,
Mevlana Celaleddin-i Rumi ve belki Şeyh Edebali aynı çerçevede sevgiyi, dürüstlüğü, erdemli
olmayı, erdemli yaşamayı işlemişler. Örneğin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, Ertuğrul
Bey’in ölümü ile Kayı Boyu’nun başına geçtiğinde Şeyh Edebali’nin Osman Bey için söylediği
belirtilen sözlere bir bakalım. Burada sözü geçen özellikler aslında her insan için geçerlidir. Ama
bir beyliğin başına geçen, onu yönetecek olan kişi için şüphesiz daha çok önemlidir. Çünkü oradaki
tüm insanların kaderi bir yerde o beye, kişiye bağlıdır!
Evet, kimine göre Şeyh Edebali’nin, kimine göre ise Tarık Buğra’nın Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunu anlatan Osmancık filminde Şeyh Edebali’ye söylettiği belirtilen öğütler şöyledir :
“Ey oğul! Beysin... Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Gücengenlik bize, gönül almak sana.
Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana.
Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek,
şekillendirmek sana.
Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın.
Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun!...”
Görüldüğü gibi dostlar! Erdemli olmak, dürüst olmak, özetle insan gibi insan olmak için kurallar
hep aynı! Asırlardır fazla değişen bir şey yok! Bizim aslında bütün bayramları, şenlikleri çok
eskilerde olduğu gibi yine bu tür yazılı metinlerle birlikte kutlamamız gerekiyor. Bizler bugünün,
güya üstün bilim ve bilgi çağında insani erdemler üzerine iyi bir cümle kurduğumuzda,
zannediyoruz ki yaşamla ilgili yepyeni ve çok güzel bir şey söyledik! Oysa gördüğünüz gibi bundan
asırlar önce bu yaşam için ne güzel, ne erdemli sözler söylenmiş! Asıl hüner bunların farkına varıp,
110
doğru anlayıp, doğru değerlendirmek ve bunlardan hem kendimize hem çevremize yararlı olan
özleri çıkarabilmek ve bunları uygulayabilmektir.
Yine biliyorsunuz, yakın zaman önce gördük ve farkına vardık ki bir zamanlar bu ülkede Barış
Manço diye bir sanatçı varmış! Yukarıda sözü edilen evrensel insani erdemler doğrultusunda
yaşamış, üretmiş ama bütün bu iyi şeylerin karşılığı olarak ona layık görülenlere kahrederek, bir
gün ansızın kahrından ölüp gitmiş! Üstelik bu kişi toplumdan aldıklarının kat kat fazlasını yine bu
topluma geri verebilmiş! Eğer bir toplum ki, bu gibi örnek değerlerinin kıymetini hep öldükten
sonra değil de sağlığında bilir ve gerekeni onlardan esirgemezse, o toplum gerçekten sağlıklı bir
gelişme ve ilerleme temeline oturmuş, kendi öz değerlerine uluslararası boyutlarda değerler katmış
demektir.
Bu gibi örnekler gündeme geldiğinde insanın aklına ister istemez kötü şeyler geliyor. Acaba bizde
ırksal açıdan özümüzden yani genlerimizden kaynaklanan bir terslik mi vardır? Özellikle bizden
daha akıllı bir insana dayanma, tahammül etme gücümüz, sabrımız ve alışkanlığımız kesinlikle
yoktur! İşte bu nedenlerden olsa gerek; bizim toplumumuzda insanları doğru, sağlıklı
değerlendirme yetilerimiz, kriterlerimiz çok zayıf veya hiç gelişmemiş. Müthiş bir kıskançlık,
çekememezlik ve güvensizlik ortamı, aşırı bir aç gözlülük ve tahammülsüz bir yapımız var.
Biraz sonra okuyacağınız gibi sürekli yaşanan bu olumsuzlukların genlerden kaynaklandığını da
söylüyorlar ama ben buna pek inanmıyorum. Diyorum ki asıl neden; yeterli derecede olgun bir
kültür ve bilgi birikimine toplum olarak henüz sahip olmayışımızdır. Aslında hiç de kolay bir şey
değildir! Matbaanın en azı ile 250 sene bu yurda girmesine direnebilmek! Okuma yazmaya karşı bu
kadar ilgisizlik ve duyarsızlık! Anlaşılan yobazlık tarafımız, çok yönlü bilgilenmeye karşı inadımız
ve direncimiz çok kuvvetli! Biz sadece bir şeye inanıyor, ondan başka bir şey düşünemiyoruz. İşte
bu özellik, yobazlığın asıl kaynağını teşkil ediyor. Uzun yıllar matbaa olmadığı için kitap
basılmamış, okumadığımız ve doğru bilgiyi paylaşmadığımız için sağlıklı işleyen, oturmuş,
kurumsallaşmış idari ve yönetimsel bir yapıyı oluşturamamışız. Çünkü ortalama kalitemiz, geçen
yıllarla orantılı olarak bir türlü artmamış!
Ortalama kalitemiz neden artmamış? Cumhuriyetin kuruluşu ve devrimlerin yapıldığı yıllar hariç,
yönetim kalitemiz düşük olduğu için artmamış. Çünkü gelişmemiş veya az gelişmiş toplumlarda
insanın, toplumun kalitesinin artması özellikle ve öncelikle yönetim kalitesine bağlıdır. İnsanı
yöneten, yönlendiren, eğiten kişinin kalitesi düşük ise o ortamda insan kalitesinin artması mümkün
değildir. Bunun için yönetimin sanata, sanatçıya, toplumun geleceği için ileri seviyede fikir üreten
örnek insanlara değer vermesi bu işin özüdür. Ortalama kalitemiz bu kadar düşük ise bu konuda
toplumda olumlu birikimlerin oluşmasına ve artmasına katkı sağlayan ve sağlayacak olan Barış
Manço gibi insanlarımıza yönetimlerce gereken değeri vermeyişimizdir.
Bizim gibi toplumlar neden uluslararası düzeyde değerler ve ürünler üretemezler? Çünkü başta
yöneticilerimiz olmak üzere birbirimizin ayağına çelme takıp, bu şekilde öne geçme dışında, diğer
önemli ve kaliteli şeylerle uğraşmaya, düşünmeye, üretmeye, uzlaşmaya bir türlü zamanımız olmaz!
Yöneticilerin kendi yönetimindeki insanları doğruya yönlendirme ve yönetme becerileri, istekleri,
yetenekleri yok demek mümkün değildir. Çünkü yönetenlerin hepsi okumuş, aklı başında, kafası
çalışan insanlar. Ama bizde, başarı için yapılan yarışmanın kuralları ne yazık ki erdemsizliği
artıracak şekilde düzenlenmiş! Kurallar salt başarıya, ne pahasına olursa olsun iktidarda
olmaya göre düzenlenmiş! Başarı olsun da erdemli, erdemsiz pek fark etmiyor! Çünkü nasıl olsa
memlekette bunu anlayacak ortalama kalite çok düşük! Veya insanlar o derecede çaresiz, aç ve
yoksul ki seçim zamanı para ile toplanmış insanların doldurduğu o meydanlarda, kurtuluşları ile
ilgili her söze, palavraya kanmaktan başka bir seçenekleri yok!
111
İşte Sevgili Barış Manço bu acı gerçekleri ancak kendi ölümü ile gözler önüne serip geniş kitlelere
duyurabildi. Veya inşallah duyurabilmiştir diyoruz! Çünkü bizim toplumsal hafızamız da, ortalama
kalitemiz gibi yeterince gelişmiş değil! Barış Manço kesinlikle, başarılı bir insana karşı aşırı
ilgisizliğin, önüne çekilen anlamsız setlerin, reyting az alıyor diye zoraki geri planlara atılma
aymazlıklarının kahrı ile öldü. İçinde toplum yararına bunca güzellikleri yaratma ve yayma isteği
olan bir insana, onlardan daha akıllı ve daha kalıcı şeylerle uğraşıyor diye bütün bunlar yapılırsa,
onu zaten yaşarken kendi halinde ölüme terketmiş olursunuz! İyi ki bu şekilde ve de aniden öldü.
Böylelikle belki O’nun yaşam ilkelerine, eserlerine daha bir dört elle sarılırlar. O’nun yaşamını
daha çok örnek alan insanlar çıkar ülkemizden!
Neden bunları yazıyorum? Çünkü Barış Manço ile son albümü Mançoloji’nin çalışmaları sırasında
yani ölümünden çok kısa bir süre önce yapılan söyleşide bakın neler söylüyor? Sanki bunları
söyleyerek bizlerin hislerine de aracı oluyor: ‘Türk toplumu var oluşundan bu yana ancak bu
kadar uzlaşmaz, bu kadar kavgacı, bu kadar çözümsüzlüğü arayan bir dönem daha yaşamadı.
Böylesi bir ortamda artık bir daha albüm yapmak istemiyorum. Bu benim son albümüm...’ diye
devam ediyor ve bunun gibi daha bir sürü kahır dolu sözler söylüyor. Bu sözleri ile ne kadar
üzüldüğü ve kahrolduğu belli değil mi? Evrensel erdemlere ve değerlere sahip bir sanatçının
böylesine bir ortamda her türlü ayak oyunları ve çirkeflikle yarışması, onlarla baş etmesi
düşünülebilir mi?
Evet mutlaka Barış Manço kendi çapında bu tür engellerle karşılaştı, kahretti, belki vakti zamanı da
gelmişti bedensel olarak bir kuş gibi öbür dünyaya uçtu gitti. Aslında ben de çoğu zaman
yaşadığımız pek çok hoyratlıklar, çarpıklıklar karşısında aynı duygular içinde oluyorum. Üstelik
bizim Barış Manço gibi alt yapımız, temelimiz de yoktur! Etkimiz belli, çapımız bellidir! Sonuçta
çobanlıktan kaçıp ve okumanın kuyruğunu her seferinde koşarak ve son anda, zar zor yakalamış bir
insanım. Ancak bu çirkinlikler doğrudan bana yapılmasa dahi yaşadığım çarpıklıklar karşısında
gerçekten çoğu kez kahroluyorum. Ama benim bu tür bir kahırlardan ve de tez elden öbür dünyaya
gitme gibi bir niyetim hiç yok.
Yaşasın Gandhi’nin pasif direniş yöntemi diyorum! Kimselere kızmadan, darılmadan ve de
gücenmeden, içimdeki sevgiyi hem kendim hem başkaları için koruyup geliştirerek, evrensel insani
erdemler doğrultusunda kendi doğrularımı yazacağım, söyleyeceğim ve de gücüm yettiğince
anlatacağım. Çünkü bu sevginin kaynağı bende ve bu sevgi gücünün çok büyük bir enerji
olduğuna inanıyorum! Her halimle ve tavrımla bütün bunları özellikle genç kuşaklara anlatmaya,
aktarmaya çalışacağım. Bunu anlamak isteyen yılda bir kişi bile çıksa ülke adına, insanlık adına
önemli bir kazançtır, önemli bir başarıdır diyorum. Tabii ki öncelikle kendi etrafımdaki insanlara!
Bu görüşleri almak ve öğrenmek isteyenlere! Bu yaşamda her kim olursa olsun, herhangi bir şeye
karşı içten gelen bir istek ve eğilim olmadığı müddetçe, hiç kimseye dışarıdan en ufak bir katkı ve
etki yapmanın mümkünü yoktur.
Barış Manço’nun gittiği o yerde yani öbür dünyada rahat olması gerekiyor. Çünkü geride o kadar
kaliteli üretim örnekleri, eserler bıraktı ki. Hiç şüphesiz yine de uzun süre kalıcı olan Barış Manço
olacaktır! O’nu kahreden zamanın etkili ve yetkili kişilerinin bir süre sonra bu dünyada isimleri
bile anılmayacaktır. Kime ne diyelim? Toplum olarak bizim bu hallere düşmemizde büyük katkısı
olanlar, toplumu bu şekilde yönetip yönlendirenler kim bilir nasıl mutludurlar! Veya topluma böyle
bir doğrultuyu benimsetmek için özel örnek teşkil eden büyüklerimiz, yarattıkları bu eserleri ile
kim bilir ne kadar mutlu, coşkulu ve de huzurludurlar!?
Yine genlerle ilgili buraya ilginç bir pasaj daha giriyor! Biraz önce sözünü ettiğim ırksal veya
gensel özelliklerimizle ilgili bir bilgi! Ben bu kitapçığa son eklemeleri yazarken okuduğum bir
kitapta (Bilgelik Bilgileri, Yüksel Yazıcı, İm 1995) biz Türklerin ırksal geleneklerimizle veya
112
genlerimizle ilgili bir bölüm buldum. Doğrusu tam inanmak istemesem de bu bilgi bana çok ilginç
geldi! O yazıyı da buraya aynen alıyorum ve hiç olmazsa bu gibi durumlardan daha çok kişinin
haberdar olmasında, küçük de olsa bir katkım olsun istiyorum. Bakın orada neler yazıyor?
“Türk ırkının iç bünyesindeki çekişme ve çelişki, hemen hemen diğer ırklar arasında
yoktur...Bunun en güzel örneğini Arthur Koestler adlı yazar 13. Kabile isimli kitabında veriyor. Bu
örneğe göre bir Arap gezgin, Hazar Türkleri’nin olduğu bölgeleri gezmiş ve gördüklerini
aktarmış...Bunların çadırlarda oturduklarını, tam pişmemiş etler yediklerini, çıplak atlara
bindiklerini, kısrak sütünden yaptıkları kımız adlı bir tür içki içtiklerini anlattıktan sonra; bir başka
gözlemini ilginç şekilde eklemiş: ‘Türkler, içlerinden çok akıllı biri çıktığı zaman, bizden çok
Tanrı’ya yaraşır diyerek, tutup asıyorlar..’ Geriye doğru dönüp bir baksak...Tarih boyunca kaç bin
yetenekli insanı, zekasının kurbanı etmişizdir?”
Evet, yazılanlar aynen bunlar! Bu anlatılanlara inanmasak da, en azından dikkate almamız
gerekiyor. Gerçekten de bizler; tüm geri kalmış ilkel toplumların yaptığı gibi, genelde toplumun
yararı için geleceği doğru görüp, belirleyecek akıllı kişileri kısa yoldan ya yok ediyor, ya da Barış
Manço gibi kendi kendini yok etmeye mahkum ediyoruz. Zorluyoruz.
Yine ortalama kalitenin düşüklüğü sonucu; aşırı hırsı, koltuk hevesi daha ağır basan, o koltuğa sıkı
yapışmanın bir güvencesi olarak ya kendini veya en yakın çevresini hızla kalkındıran insanları
getirip başımıza bir güzel konduruyoruz. Sonra toplumsal olumsuzluklar, çarpıklıklar, hoyratlıklar
karşısında kendi kendimize yanıp, yakınmalarımız, şikayetlerimiz hiç bitmiyor. Bu söylediklerim
belki sessiz çoğunluk için biraz fazlaca bir suçlama olabilir! Çünkü her ne kadar sonuçta bizleri
yönetenleri demokratik yollardan biz seçiyormuşuz gibi görünse de aslında tüm dünyada olduğu
gibi ne yazık ki bu sistem, çok güçlü eller tarafından onların istediği şekilde işlesin diye bu şekilde
kurulmuş!
Çıkış yolu, düzlüğe ulaşma yolu; öncelikle kişinin, ailenin bilinçlenmesi ve doğru yönetiminden
geçiyor! Peki şimdi bir an için o eski asmalı, kesmeli ırksal geleneklerimizi bir tarafa bırakalım ve
bugünün aklı ile düşünelim. Toplumun en önemli yapı taşı olan aile yönetimini küçük bir devletin
yönetimi gibi düşünecek olursak. Eğer o aileye gelecek için doğru, geçerli bir yön verilmesi ve
doğru yönetilmesi gerekiyor ise küçük de olsa ailedeki en akıllının fikirlerine öncelikle değer
verilmesi gerekmez mi? Gerekir ama işte en akıllının hemen yok edilip tez elden Allah’a
gönderildiği ilkel toplumlarda, bu iş o kadar kolay değildir.
Devletimizde olduğu gibi bizim toplumun esasını oluşturan ve genel hükmünü sürdüren çok
çocuklu, geleneksel aile yapılarında ailenin en küçüğü olmak çok akıllı da olsa zurnanın son
deliği olmaktır. Çünkü ailenin en küçüğü aynen politikacıların halk sevgisi gibi, ailede de çok
sevilir ama aslında rütbesiz, makamsız, en altta, sıradan biridir. Hele de sıkıntılı, sorunlu bir aile
ortamı söz konusu ise, ailedeki tüm büyükler hemen her fırsatta bir kısım hırslarını, öfkelerini
kolayca, o en küçükten alabilirler! Biz bu dönemleri birebir yaşadık. Kargaşa, huzursuzluk ve göç
dönemi yaşayan toplumlarda da böyle değil midir? Ezilenler hep en alttakiler, yoksul tabakadan
insanlardır. Üstelik büyükler ve güçlüler her toplumda her zaman için haklıdırlar. Büyüklerimiz
her zaman her şeyi daha iyi bilirler! Gördüğünüz gibi nüfus sayısı hariç yönetim anlayışı açısından
bir devletle, çok çocuklu bir ailenin yönetim açısından hiç bir farkı yoktur.
Sonuç olarak : Aile veya ülke olarak aklımızı kullanıp, kalitemizi artırıp; ister büyük, ister küçük
ama hırsı aklının önünde olmayan, dengeli, tutarlı insana değer verip, onu öne çıkarmamız
gerekiyor. Aslında ilk önce insana insan olarak değer vermeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Kendimize, kişiyi değerli yapacak birikimlere, pozitif bilime, olgun sevgiye değer vermemiz
113
gerekiyor. Ama bunu ilk önce ailede ve toplumdaki büyüklerin, etkili, yetkili, öncü ve örnek olan
kişilerin yapmaları gerekiyor.
Şunu iyi bilelim ki; bir yerde sevgi varsa, saygı mutlaka ve hemen onun yanı başındadır. Ama ilk
önce büyükten küçüğe doğru bir sevgi akımının olması mutlaka gerekli ve de şarttır. Çünkü ilk
başlangıçta örnek olan, önde olan her zaman için büyüktür. Etkili ve yetkili kişidir. Büyükten
gerçek anlamda, samimi bir sevgiyi alan o küçüğün nankör çıkması, hain olması çok zor ve çok
ender bir durumdur. Hatta bana göre mümkün değildir. Lütfen davranış ilişkilerimizde öncelikle
sevgiyi öldürmemek, sevgisizliği artırmamak için suçlamadan ve de zıtlaşmadan konuşalım!
Konuşmayı öğrenelim!
Suçlama ve zıtlaşma ile ilgili şahit olduğum en son örnek, NTV de izlediğim bir söyleşide oldu.
Söyleşi yapılan sanatçı Tuluğhan Uğurlu idi. Yani zeki insanların eğitim yasasından en son
yararlanan ve müzik eğitimini yurt dışında yapmış olan belli ki değerli bir müzisyenimiz.
Anadolu’nun kültür birikimlerinden yararlanarak çok özgün eserler yarattığını söylüyor. Bu ülke
adına ne kadar gerekli bir güzellik. Ama bu sanatçımız çok önemli bir şey daha söylüyor! Kendisi
dışındaki sanatçıları soytarı olarak adlandırıyor. Belki de bu soytarı sözcüğünü gösteri yapan insan
anlamında kullanıyor! Çünkü bir zamanlar, bir büyüğümüzden de pezevenk sözcüğünün yol
gösterici demek olduğunu öğrenmiştik. Tuluğhan Uğurlu devam ediyor ve çocukluğundaki
arkadaşlarının hep kalburüstü insanlar olduğunu söylüyor. Mühendis, öğretim üyesi ve benzerleri
gibi. Peki ama bu sanatçımızın acaba doğuda ve ülkenin pek çok yerinde insan yetiştirme, eğitim
düzenimiz ve oralardaki olanaklar, eğitim öğretim düzeyi hakkında bir haberi var mıdır?
Yazık! Gerçekten çok yazık! İnsan bu gibi durumlar karşısında kime ne söyleyeceğini şaşırıp
kalıyor! Öyle anlaşılıyor ki toplum olarak belli bir kıvama gelmek için, ortalama kalitenin artması
için, daha yeterince çile çekmemiz, uzunca bir çileli süreci birlikte yaşamamız mutlaka gerekiyor!
Doğru yönetilmeyi ve pozitif düşünce doğrultusunda çok yönlü bilgilenmeyi beceremiyoruz. Ama
şunu bir kez daha tekrar edelim ki; gerçek kaliteye ulaşmanın kesinlikle, kestirme bir yolu ne
yazık ki yoktur!
114
Okur için önemli not
Değerli ve de okumayı, okuyup üzerinde düşünmeyi sevmiş, onu güzel bir hobi olarak kabul etmiş
olan sevgili okur! Elindeki bu kitapçığın çok büyük bir bölümünü, ülkemizde bir devirde (19961998) en üst yönetimde ve ona özenen her kademedeki yönetimlerde iyice yoğunlaşan, diğer
devirlere göre daha fazlaca yaşanan toplumsal olumsuzluklar, çarpıklıklar ve de hoyratlıklara karşı
bir yerde Gandhi felsefesine uygun pasif direniş yöntemi ile 1997-1998 yılları içinde yazdım.
Yine bu kitapçığı, ilk kez ve ilk şekli ile Mart 1998 de bitirip, fotokopi yöntemi ile 50 adet bastırıp
üniversitede ve ailede kendi yakın çevreme dağıttım. Eğer bu yazılar bir gün gerçek anlamda bir
kitapçık haline dönüşür, elinize geçer ve siz onu okuyarak yaşamınıza küçük de olsa olumlu
anlamda pozitif bir sevgi enerjisi katabilirseniz, benim için en büyük sevinç bu olacaktır. Çünkü
ancak bu tür etkileşimler, yaşamda insani erdemleri yüceltme ve güzellikleri birlikte paylaşmanın,
bizlere verdiği küçük ama çok hoş mutluluklardır
Bu kitapçıktaki satırlar, diğer benzeri pek çok kitaplar gibi sevgiyi koruyup geliştirerek yapılmış
olan gerçek bir, pasif direniş eylemidir. Kim bilir dostlar? Belki bu dünyaya geldiğimiz andan
itibaren attığımız her çığlık ve adım, yaptığımız her hareket bir direniştir. Öncelikle bu dünyadaki
yaşamı daha iyi koşullarda ve sözde daha özgürce yaşamak, yaşayabilmek için ama esasına
bakılırsa ölüme, yok oluşa karşı yapılan bir direniştir! İşte her iş, hareket ve davranışta olduğu gibi
bu yaşamdaki direnişlerin de çok daha onurlu ve değerli olanları vardır. Bizim örnek aldığımız
direniş yöntemi Mahatma Gandhi’nin kin, nefret, ilkellik ve şiddet içermeyen, özü olgun sevgiye
ve özgüvene dayanan pasif direniş yöntemidir.
Bu duygularla; evrensel insani erdemler doğrultusunda daha güzel günlere, olumluya, özgürlüğe,
pozitif bilime ama mutlaka olgun bir sevgi ve olumlu düşünce ile, daha kaliteli yarınlara doğru nice
yıllara diyorum.
Süleyman Çoban
Temmuz 2001 Bornova / İzmir
115