Dokunulabilecek kadar yakın

24
SERGİ
IstanbulArtNews
Haziran, 2014 Sayı: 10
Dokunulabilecek kadar yakın
Rampa, “burnumuzun ucunda duran gizli bir dünya” başlıklı grup sergisinde Noah Baumbach’ın “Frances Ha” isimli filminden bir alıntı yaparak 2010’lu yıllara damgasını
vuracak olan bireysel ve toplumsal hareketler üstüne düşünmemizi istiyor. Serginin küratörlerinden Lara Fresko ile konuştuk.
Mustafa DOĞULU
[email protected]
Amerikan bağımsız sinemasının en
beğenilen yönetmenlerinden Noah
Baumbach’ın 2012’de çektiği “Frances
Ha” isimli film sinema tarihine nevi
şahsına münhasır bir karakter kazandırmış, günümüz kentli insanına naif
bir ışık tutmuştu. Yakın tarihli bir film
olmasına rağmen kısa sürede çok çeşitli alanlarda yansıma bulan film, 4 Haziran – 12 Temmuz tarihleri arasında
açık olan Rampa’daki grup sergisine
de ilham kaynağı oldu. “burnumuzun
ucunda duran gizli bir dünya” isimli
serginin Esra Sarıgedik Öktem ile birlikte kürasyonunu üstlenen Lara Fresko, sergideki “Frances Ha” esinini şöyle
açıklıyor: “Frances Ha’dan alıntıladığımız kısacık bir bölüm var serginin girişinde. Her ne kadar Frances Ha hem
bir karakter hem de bir film olarak pek
çok şekilde etkilemiş olsa da, burada
alıntıladığımız sahne serginin kurgusunu önceleyen bir yapıya sahip. Yeni
tanıştığı insanlara aşktan ve hayattan
ne beklediğini anlatan Frances konuşmasının sonunda, konuştuğu sırada
kısa bir an için yakaladığı berraklığı
kaybeder. Anlık berraklıkla beliren ve
dile gelen hayat felsefesi film boyunca
onu etkiler; bizim de bu sergide merkeze aldığımız şey aslında hiç de elle tutulamayacak o anlık belirme, dile gelme,
vücut bulma halleri.”
Sergi, Rampa tarafından temsil edilen ve edilmeyen, Türkiye’den ve yurtdışından 14 sanatçıyı bir araya getiriyor: Hüseyin Bahri Alptekin, Francis
Alys, Otto Berchem, Attila Csörgo,
Ergin Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Nilbar
Güreş, Berat Işık, Çağdaş Kahriman,
Yasemin Özcan, Funda Özgünaydın, İz
Öztat & Zişan, Kiki Smith ve Ali Taptık.
Fresko sanatçı seçimini yaparken, serginin sanatçı temsil eden bir galeride
yapılacağını unutarak hareket ettiklerini söylüyor: “Sergideki 13 sanatçıdan
sadece 4’ü galeri tarafından temsil
Ali Akay
[email protected]
Türkiye sanat ve kültür hayatı can çekişiyor. Bilhassa tarih mirası bakımından kültürü ve arkeolojiyi oluşturan
bilimsel alanlarımızda, kazılarımızda
vaziyet gittikçe batıyor. Batıyor diyorum; çünkü Titanic gibi su almakta her
yerden yıkılan kültürel sistem. Uzun zamandan beri tahribat başlamıştı ama
şimdi görüyoruz ki bu hızlanmış durumda. Kültür artık ya güdümlü olacak
ya da özel olacak. Her şeyi özelleştirme
alanına doğru çeken liberal-muhafazakar hükümetimiz, Türkiye kültür ve
medeniyet mirasını muhafaza etmekten kaçınır gibi durmakta. Hiçbir gün
yok ki, gazeteleri, dergileri veya sosyal
medyadan gelen haberleri açtığımızda
‘yıkım’ ve ‘talan’ ve ‘rant ve kentsel dönüşüm’ haberlerini almayalım.
Son zamanlarda, İstanbul’un en
eski ve aslında en muhafazakar diye
bildiğimiz mahalleleri iş makinalarının ve kepçelerin egemenliğinden
kurtulamaz bir hale gelmiş vaziyette.
İstanbul’un ‘tarihi yarımadası’ olarak
adlandırılan topraklarda inşaat furyası
öyle bir hız almış durumda ki, durdurabilen neredeyse yok. Kimse dinlenmiyor! Kimseye bir laf anlatılamıyor.
Bir rant dünyasının hızında, sanki
yangından mal kaçıran bir hareketlilik
içinde, kent belleği her gün biraz daha
yok edilmekte.
Bunu söylerken, arkeoloji dünyasının en dayanılmaz, kabul edilemez
halini de gazetecilerin haberlerinden
okumaktayız. Arkeoloji Müzesi’nin ve
diğer müzelerin denetiminde olması
gereken topraklar, mahalleler, kazı altındalar. İş makinalarıyla hunharca bir
inşaat oralara girilmiş vaziyette ve de
inşaat yapanlar her şeyi yıkıp, yok edip
geçmekte. Tarihi eserler iş makinalarının gücüyle harmanlanmakta, zarar
ziyan görmekte. Haberlere göre, bazı
(“bağzı” mı demeli!) arkeologlar bu
durumu görmezden gelmekte. Radikal
gazetesinin haberinde Ömer Erbil’in
bize aktardığı durum çok vahim. Gazetecinin bir aydır takip ettiği ama hiçbir
önlemin alınmadığını belirttiği yazısında, tarihi eserler her gün tahribat altında yok edilmekteler. Müzelerde yeterli
sayıda arkeolog çalışmadığı söylenmekte. Bakanlığın Türkiye’nin mirası olan
bu yerlere gözü kapalı duruyor. Aslında dünya mirası olan bir bölgede, bu
kadar vurdumduymaz ilişkiler ağında
inşaat şirketlerinin hızlı bir şekilde
giriştikleri mahvetme operasyonuna
dur diyecek kimse çıkmıyor! ‘Binaların restorasyonu yapılıyor’ diye dikilen
paravanların arkasında neler yapılıyor
bilinmemekte! Biz ancak, bir gün inşaat bitince ne olduğunu görüyor ve
hanyayı konyayı anlamaya başlıyoruz;
ama iş işten geçmiş oluyor. Arkeoloji
Müzesi ne yapıyor? Neden hiçbir girişimde bulunmuyor? Neden iş makinalarının girip hunharca çalıştığı alanlarda arkeologlar gözlem yapmaktan
başka hiçbir müdahale etme haklarına
Hüseyin Bahri Alptekin, “Karadeniz Haritası & İnatçı Kereban”, 1999, Dibond üzerine fotoğraf baskı - diptik, 115x143 ve 111x99cm, sanatçının varisleri ve Rampa’nın izniyle
ediliyor ve gösterdiğimiz işleri serginin
kurgusunda önemli bir yeri olduğu için
seçtik. Bir de tabii ki sanatçı seçiminden ziyade eser seçimi yaptık. Belli bir
derdi olan, tek başına durduğu kadar
diğer işlerle ilişkisi içerisinde de ifadesi güçlenen işleri bir araya getirmekti amacımız.” Sergide Francis Alys’in
ilk defa 1997 yılında gösterilen “The
Loop” isimli işi Meksika/ABD sınırını
geçmeden Tijuana’dan San Diego’ya
gitmeye çalışan sanatçının bir ay süren
seyahatinin haritasını çiziyor. Fresko
anlatıyor: “Francis Alys’in çok sevdiğimiz bir işini göstereceğimiz için özellikle heyecanlıyız. Bu işi Hüseyin Bahri
Alptekin’in ‘İnatçı Kereban’ adlı işiyle
ve İz Öztat ve Zişan’ın ‘Bir Ada Teşkil
Etmek’ ile ‘Cezire-i Cennet/Cinnet’
işleriyle aynı mekanda göstermekten
özellikle mutluluk duyuyoruz. Farklı
dönem ve coğrafyalarda muhtelif berraklık anlarının nasıl benzer şekillerde
tezahür edebildiğini görmek, bunun
üzerine düşünmek bizim için önemliydi. Kartografi, alternatif rotalar ve yaşam alanlarına baktığımız bu derleme
sergideki üç dört izlekten birini oluşturuyor.”
Funda Özgünaydın’ın hayali insanhayvan kolajları ve Nilbar Güreş’in
örümcek kadını farklı bir habitatın,
kurgusal canlılarını tahayyül ediyor.
Ali Taptık’ın şehir florası fotoğrafları
ve Çağdaş Kahriman’ın bir kent ağacına ağıdıyla günlük yaşam alanlarımıza
bakıyoruz tekrar. Berat Işık’ın sözlü
tarihi temel alan belgeselvari video
Tahribat -Tarih
sahip olamıyorlar? Soruşturma neden
yapılmıyor? Arkeolog sayısının yetersizliğinden şikayetçi olan Arkeoloji Müzesi neden memurlarını işe alamıyor,
kadrolar doldurulamıyor? İstanbul’un
tarihi yarımadasında ‘yüze yakın’ kazı
çalışması yapılmasına rağmen neden
bu kazılarda iş makinaları çalışmaya
bilhassa geceleri devam etme salahiyetini kendilerinde görebiliyor? Kim
bunlara izin vermekte? Hangi isimler
bunlar? Hangi memurlar izin vermekte? Hangileri ve kimler? Kimler tarafından susturulmakta? Koruma kurulları
‘suç duyurusunda’ bulunduğu halde
neden kimseden hiçbir ses çıkamıyor?
Hep aynı isimler olarak adlandırılanlar, yani, Radikal gazetesinin haberinde sözü geçenler kimlerdir? Kültür ve
Turizm Bakanlığı neden ses çıkarmıyor? Bilinen bir duruma neden göz
yumulmakta? Tekrarlıyorum; neden ve
niçin soruşturmalar açılmamakta? Bu
alanlarda 2863 Sayılı Yasa kapsamında
kültür varlıklarına ‘rastlanmış’ olduğu halde, kültür ve tarihi mirasın yok
edilmesinin ve hukuksuzluğun neden
bu kadar katı bir şekilde işlediğinin cevabını kim verecek? Kültür ve Turizm
Bakanlığı mı?
Neden Türkiye’nin birçok tarihi ve
kültürel olarak önemli olan ve yüzyılların tarihini ve tarihi mirasını kapsayan yerlerinde müzelerin birçoğu hep
tadilatta? Ya şehir kentsel dönüşüm ve
deprem yasası ile yıkılıp yeniden tanzim edilmekte, kuleler dikilmekte ya
da kültür ve tarih belleğinin saklandığı
alanlar kapalı tutulmakta. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi tadilatta olduğundan kapalı; “Peygamberler Şehri” diye adlandırılan Urfa Müzesi’nde
bahçeye yığılmış ve parçalanmış gibi
duran onca heykel, kaidelerinden sökülmüş bir vaziyette taşınma içinde…
Neden, burada, bir taksi şoförünün
söylediği gibi ‘AVM’ gibi bir müze inşaatına izin verilir de o güzelim modern
mimarisiyle Urfa Müzesi’nin binası taşımaya maruz bırakılır? Anlayan yok;
ama tahribat var. Antakya Müzesi dünyanın en önemli Roma döneminden
kalma mozaiklerinin bulunduğu yer.
Müze neden kapalı? Her yerde mi, her
belediye mi inşaat emri vermekte ve niçin? Ankara, Antakya, Urfa ve diğerleri
ne durumdalar? Adıyaman Müzesi’ne
gelen genç bir din adamımız, müzede
sergilenen ‘mercimek fosili’ni görmeye gelip, sonra da, “Evet, burada evrim
teorisinin yanlış olduğunun ispatını görüyoruz” gibi bir saf bir cümleyi nasıl
sarf eder, nasıl bu denli cahilane bir
yaklaşımla konuşabilir? Bunu daha
sonra gidip başka insanlara kanıt olarak anlatma ‘cahil cesaretini’ herhalde
kendinde görecektir? Veya Adıyaman’a
yakın bir yer olan Perre’de antik kent
harabelerinde ve mağaralarında, muhtemelen 19. yüzyılda yapılan Bağdat
hattı tren yolundan kalma tren yollarından sökülmüş tahtaları, turistlerin
gezi platformlarını malzeme olsun
diye, hangi akılla ve hangi hakla kullanmaktadırlar? Bir emperyalizm tarihi
(Rosa Luxemburg) olarak ele alınmış
olan yolları Bağdat’a bağlayacak İstanbul-Bağdat hattından kalan tarihi
miras bir kalas yığını olarak nasıl düşünülebilir?
Arşivler, kültür mirasları, kazılarda
bulunanlar ve bulunamayanlar, üzerlerinden iş makinaları geçenler ve tahrip
olanlar; bütün bunlar beklemediğimiz
olayların ve bilmediğimiz hikayelerin
ispatları ve bizim için önemli bir kültür
hazinesi. İsmini beğenmesek de, kültür
ve turizm nasıl yan yana gelebilir diye
düşünsek de, kültür mirasını görmeye gelecek onca turiste gösterilmeyen
veya geleceğe ait yatırım yapılmayan
bir zihniyet nereye kadar bu kültür
mirasını saklayabilir ve savunabilir?
En fazla “gösteri toplumu malzemesi”
yapılan heykellerden veya kazılarda
bulunan enderliklerden söz etmiyorum; ama kıyıda köşede kalmış, belki
bir gün güncel bir sanatçının ilgisini
çekecek veya genç bir insanın dikkatini
çektikten sonra, onların günün birinde
büyük bir sanatsal buluş yapmasına imkan verecek arşiv malzemelerinden söz
ediyorum; eski kalıntılardan ve onların
etkilerinden bahsediyorum. Bize, bir
anda, tarihi bir kişinin üzerine dikkatimizi vereceğimiz, belki tarihi olacak bir
kişilikten veya herhangi bir potansiyel
yaratıcı kişiden konuşmaktayız.
Güncel sanat yapan sanatçılar arasından, bugün arşiv kullanan (Marc
Dion), tarihi kazıları birkaç yüzyıl sonrasına doğru götürecek bir hayal gücü
müzesine (Marcel Broodthaers) sahip
olan veya var olmayan Filistin devletinin hayali bir müzesinin (Khalil Rabah) üzerine çalışan onca sanatçı var
çağdaş sanatlarda. Bunlar müze veya
arşiv fikriyle düşünmekteler. Sadece kelimeler veya imgeler değil; arşiv olarak
adlandırılacak fotoğraflar (Seza Paker,
Gülsün Karamustafa), aynı zamanda tarihten kalan kalıntılar, nesneler,
taşlar, binalar, mimari yapılanmalar,
kurban-adak yerleri vb. de hayal gücü
şiddetinin parçalarını oluşturmakta. Fontana’nın genç dönemlerinde
Milano’da sanat okurken kalıntılardan
nasıl etkilenmiş olduğu malumumuz.
Delikler ve yarıklar (erotizm) bu kalıntıların etkisinde, belki de bunların görülebilmesi sayesinde, bugünün çağdaş
sanatının öğelerinden birisini kurmuştu. Japon sanatçı Hiroshi Sugimoto da
“Bugün Dünya Öldü - Lost Human Genetic Archive” sergisinde (2014) kalıntıları ve arkeolojik kazılardan kalanları
sergilemekte ve kullanmaktadır.
Bunları koruyamazsak ve gösteremezsek eğer, o zaman bilim ve bilgi dünyası
içinde yer alan sanat dünyası da yara
almaya müsait bir vaziyette karşımızda
kurtarılmayı bekleyecek. Sıra, kurtarmak için acil önlemleri düşünmekte ve
hareket etmekte.
işi, bulunduğumuz ana ve geçmişe
bakarken yeni neler görebileceğimizi
düşündürüyor. Yasemin Özcan, 1997
tarihli işinin yeniden üretimiyle, zamanın ruhunun popüler medyaya yansımasında, tekrarı ve tekrarın farklılaşma
potansiyelini inceliyor. Cengiz Çekil’in
daha önce pek çok bağlamda gösterilmiş 1977 tarihli gazete kolajları söze
olan güvenin kayboluşuyla, görüntü
üzerinden yapılacak alternatif okumalara alan açarken, görüntünün de güvenirliğini sorguluyor. Otto Berchem
arşivlerden derlediği protesto yürüyüşlerinin fotoğraflarındaki pankartları ve
sloganları renklerle soyutlayarak, sosyal hareketleri önceleyen bahar ayini
direğinde bir araya getiriyor.
Serginin başlığı sanatçıların daha
umutlu oldukları bir bakışın toplamına
da işaret ediyor. Küçük anlardan büyük
değişimler yaşanabileceğini hatırlatan
işlerden oluşuyor sergi. Bu yanıyla,
sene-i devriyesini yaşadığımız şu günlerde Gezi’yi de akla getiriyor. Fresko
özellikle bunu amaçlamadıklarını sersöylüyor: “Gezi bizim için dünyanın
muhtelif yerlerinde patlak vermiş bir
sürü toplumsal hareketlenmeden ayrı
düşünülemez. O yüzden serginin anlamını ne Gezi’ye, ne Türkiye özeline ne
de bugüne sınırlamamayı tercih ettik.
Öte yandan tabii ki toplumsal hareketler Frances Ha’nın daha küçük bir
ölçekte temsil ettiği berraklık anına ve
dile getirdiği ilişkilenme haline benzetilebilir.” Sergi burnumuzun ucundaki
saklı dünyaları görmeye davet ediyor.
Fotoğrafla, fotoğrafa rağmen,
fotoğraftan sonra
MERVE ÜNSAL
[email protected]
Geniş Açı Proje Ofisi’nin, yani Refik
Akyüz ve Serdar Darendeliler’in bir
araya getirdiği üç sanatçının işlerinden
oluşan “Paralel Gerçeklikler” sergisi,
Elipsis Galeri’nin fotoğraf mecrasını
içinden tanımlamaya, deşmeye yönelik
programı çerçevesinde önemli bir çalışma. Tuğçe Ayerdoğan, Oğuz Karakütük ve İrem Sözen’in işlerini kuşaksal
ve kavramsal bir çerçeveye oturtan sergi, her sanatçının kendine has görselliğinin de nefes almasına olanak vererek
sakin bir karma sergi ile araştırılanları
ön plana çıkarıyor.
Serginin kurgusundaki sırayla gitmem gerekirse, izleyicinin mekana
girdiğinde gördüğü ilk fotoğraflar
İrem Sözen’in siyah-beyaz çalışmaları.
“Recall” isimli bu seri, nispeten küçük
ölçekli fotoğraflar ile L biçiminde bir
kısa, bir uzun duvara yerleşmiş.
Lirik bir görsellik
Bir kadının belki saçını savururken,
belki hayır derken, belki de gülümsemeden hemen evvel çekilmiş flu fotoğrafı, benim için bu serinin künyesi niteliğinde. Uzaktan izlenen, yakınından
içine girilen manzaralar, o manzaranın
bir parçası olmuş olan beden, ışık huzmeleri lirik bir görselliği en sıradan ve
tanıdığımız anlar ile yaratıyor.
Diğer bir deyişle, baktığımız şeylerle
olan ilişkimizi, Sözen’in sade anlatımı
sanki kurcalamadan, basitleştirerek yorumluyor. “Kayıp Zamanın İzindeki”
annenin yanağı yakan, özlenen, arzulanan öpücüğünün rutinliği, Sözen’in
yalın görselliği ile akraba sanki. Camsız
kutu çerçevelerde sergilenen fotoğrafların mat kağıda basılmış olması da bu
dokunulunabilir duygu-hafıza-zaman
ilişkisinin altını çiziyor.
Köşeyi dönünce karşılaştığım Oğuz
Karakütük’ün ‘doğa’ fotoğrafları, renk
ve biçim ile bir anlatım kurguluyor. Yapay bir maviye boyanmış olan duvarlar –doğal bir mavi boya mümkün mü
ki acaba?- ile fotoğrafların renklerinin
arasındaki ilişki, Karakütük’ün işlerini tek bir yerleştirme, tek bir cümle
gibi okumama neden oluyor. Emmet
Gowin’in manzaraları, soyut şekilleri
ile ilişkilendirdiğim fotoğraflarda, hayat arka plana alınıyor.
Bildiğimiz tek şey
Renk paletiyle, canlılığıyla, gerçeklikle ilişkisi incelen fotoğraflar sanki
neye baktığımızın önemi olmadığını,
fotoğraf sathının bir kurgu olduğunu
anımsatıyor. Hani ‘dehşet’ kelimesi
hem güzel hem korkunç anlamında
kullanılabilir ya, bu fotoğraflarda da
bu kayganlığı hatırlatan bir şeyler var.
Baktıklarımız harika da olabilir, korkunç da; bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey,
baştan çıkardıkları.
Tuğçe Ayerdoğan’ın fotoğrafları,
Sözen ve Karakütük’ün işleriyle gerek
biçimsel gerekse konu olarak ilişkile-
niyor. Dizlerine sarıldığında belirgin
kaburgalar –ki bu kaburgalar hepimizin yakından tanıdığı bir samimiyetin
sanki evrensel temsiliyeti- burnunun
ucundakini daha da iyi görmek isteyen
biri tarafından belgelenmiş, anıtsallaştırılmış.
Heyecan verici
Ayerdoğan’ın fotoğraflarında, yüzeye
yakın bir gerginlik var. Yüzleşmeler var:
Bazen canlılarla bazen cansız objelerle;
yüzleşmelerin kıvamı, yoğunluğunu bazen camdan giren ışık sayesinde bazen
de fotoğraf makinesinin açısıyla deşifre ediyor. Bütün bu ‘an’lar gözümün
önünde tek tek geçerken akışı sağlayan
da Karakütük’ün işlerinde de olduğu
gibi yerleştirme biçimi.
Tuğçe Aydoğan, “Moonlight” serisi, 2014
Düz bir çizgide üst kenarları eşitlenmiş olan siyah-beyaz ve renkli fotoğraflar ile sanatçı bize neyin ne şekilde
görülmüş olduğunu, neyin renginin
neyin biçiminin onun için önemli olduğunun da ipuçlarını veriyor.
Serginin son fotoğrafı olan elinde
silah (?) olan kız da Ayerdoğan’ın fotoğraflarına geri dönüp bu sinematik
anın kırıntılarını önceki aramama neden oluyor.
Aynı kuşaktan, benzer karşılaşmaları olmuş üç sanatçının işlerini içeren
“Paralel Gerçeklikler”, fotoğrafın gerçeklikle olan ilişkisini, kesişmelerini,
ayrışmalarını, sapmalarını, bir araya
getirmelerini, bütünlüğünü, tutarlılığını sorgulaması açısından bu mecranın
esnekliklerini test ediyor.
Görsel olarak birbirinden oldukça
ayrı dağarcıklara sahip olan sanatçıların hassas yerleştirmesi, serginin bütünlüğünü bozmadan her seriyi tek tek
tecrübe etmemize olanak sağlıyor.
Serginin
isminin
sonundaki
çoğul eki ‘-ler’ bile aslında bu çoğulcu,
dahil eden küratoryel anlatıma dikkat
çekiyor. Fotoğrafın kendi içindeki tutarsızlıkları güzellemeden, olduğu gibi
ortaya koyan sergi, oldukça heyecan
verici.