i Humanitarian conception of history: Example of Herder Hümaniter Tarih Anlayışı: Herder Örneği Öğr. Gör. Gülümser DURHAN Muş Alparslan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, E-Posta: [email protected] Herder’e göre tüm insanlığın bir ereği vardır ve bu erekte hümaniteye ulaşmadır. Hümanite ona göre, geleneğin ya da tarihsel birikimin bir ürünüdür. Yani gelenek, Herder’in tarih felsefesi içindeki önemli bir aşamadır; hümaniteye ulaşmanın yegâne yoludur. Ancak burada geleneğin bizi, nasıl hümaniteye ulaştırdığı sorusunu sorabiliriz. Yine onun için doğa yasaları, tarihin de yasalarıdır. Doğa varlığı olarak insanla, tarihi olan insanı ayırt eden gelenekse o zaman, doğa yasaları nasıl tarihin de yasaları olmaktadır? Bu durumda Herder’in insan anlayışı nasıldır? İşte bu çalışmada Herder’in hümaniter tarih anlayışını ve bu anlayışın özgünlüğünü, bu tür sorular ekseninde açımlamaya çalışacağız. Abstract Philosophy of history is a discipline which sets forth the general rules or principles that providing for the development of civilization and history and investigating the causes of events rather than been finished events in the past. So Philosophy of history is interpreted as a philosophical in a unity of historical events. Herder from the perspective of the philosophy of history, in contrast to their age, a Enlightenment thinker that exposes understanding of humanitarian. In this study is interested his understanding of history and different from others. According to Herder, all mankind has a target. This target is reached to humanitarian. According to him, the humanities is a product of tradition or historical background. So tradition, Herder's philosophy of history is an important step. İt is the only way to reach the humanities. However in here, we can ask that how reach to humanities us of tradition. Again for him, the laws of nature are also laws of history. İf tradition is distinguish human as the presence of nature with human with a history, how the laws of nature are the laws of history? İn this case, what is Herder's conception of human? In this study, we will try to explain that Herder's humanitarian conception of history and the specificity of this approach on such questions. Anahtar Kelimeler: Hümanite, Tarih, Gelenek 1. Giriş Tarih felsefesi, tarih kavramının çift anlamından kaynaklanan iki farklı yaklaşıma sahip bir kavram olduğu söylenebilir. Tarih kavramı ile hem “insan toplumlarında zaman boyunca gerçekleşen değişme süreci”(Cevizci, 2010: 1487), yani yaşanmış geçmiş kastedilir; hem de, bu yaşanmış geçmişi konu edilen bilim; tarih bilimi kastedilir (Özgel, 2002: 34). Tarih Bilimi, tarihin genelini kapsar ve tarihin genel belirleniminin dışında düşünülemez (Gürbüz, 2005: 1). Bu durumda “Tarih” kavramının çifte anlamlılığına paralel olarak tarih felsefesi ise, yaşanmış geçmişin felsefesi olarak tarih felsefesi, yani “geleneksel ya da klasik anlamda tarih felsefesi” ve Tarih biliminin felsefesi, yani eleştirel yaklaşım ya da analitik tarih felsefesi olmak üzere iki anlam taşır (Cevizci, 2010: 1488). Keywords: Humanities, History, Tradition. Özet Tarih felsefesi, uygarlığın ve tarihin gelişimini sağlayan genel kural ya da ilkeleri ortaya koyan ve geçmişte olmuş bitmiş olaylardan ziyade olayların nedenlerini araştıran bir disiplindir. Yani tarih felsefesi, bir bütünlük içerisinde tarihi olayların felsefece yorumlanmasıdır. Tarih felsefesi açısından bakıldığında Herder, kendine özgü; hümaniter bir tarih anlayışı ortaya koyan, kendinden öncekilerin aksine, tarihi dışarıdan bir ölçütle değil, tarihi kendi içinde değerlendirmeye çalışan bir Aydınlanma düşünürüdür. Bu çalışmada onun tarih anlayışını, öncekilerden farklı kılan yönü yani onun tarih anlayışındaki hümaniter düşüncenin ne olduğu sorgulanacaktır. Yaşanmış geçmişin felsefesi olarak tarih felsefesine, geçmişte kalan olayların ne anlam ifade ettiğini sorgulamaktan başlayıp, giderek insanlığın tüm yaşanmış geçmişine yönelen bir felsefe uğraşı olarak bakabiliriz. Bu uğraş, giderek, tüm insanlık tarihine yönelik bir üst-bakış edinmeye, hatta tüm insanlık tarihi hakkında kapsayıcı olmak isteyen bir felsefe sistemi kurmaya kadar gider ve tüm insanlık tarihi, bu türden felsefe sistemleri ışığında açıklanmaya çalışılır (Özgel, 2002: 34). Bu anlamıyla geçmişin felsefesi, tarihte bir genellik olduğundan 184 i hareketle, tüm insanlığın geçmişinin açıklanabileceği ve bu açıklamadan hareketle geleceğin de öngörülebileceği düşüncesini taşır. Başka bir ifadeyle yaşanmış geçmişin tarihi bize tarihin tekerrürden ibaret olduğunu ve tarihin determinist bir yapıya sahip olduğunu aşılar. ilerleyen bir süreç olarak görürken, bazıları da, tarihin tümüyle ilerleyen bir süreç olmadığını; tarihte, belli dönemlere göre devinip duran döngüsel bir süreç olduğunu iddia ederler. Tarih felsefesine damgasını vuran “ilerleme” ve “ereksellik” anlayışı çağları da kendi aralarında farklılaştırır. Örneğin Antikçağ; zamanı, çelişkinin, gelip geçiciliğin ve akla aykırılıkların sorumlusu olarak görür. Bu yüzden tarihi, yaşanmış insani olaylar olması hasebiyle dışlar. Çünkü Antikçağ’ın temel amacı, değişmez ve kalıcı olanın bilgisine ulaşma arzusudur. Bu amaçla insani zamanı kozmik zaman içine yerleştiren ve “aynı olanın sonsuzca tekrarlanışı”nı kabullenen döngüsel tarih anlayışını benimsemiştir. Ortaçağ’a gelindiğinde temelini Hıristiyan inancından alan yeni bir zaman kavrayışı gelişti. Antikçağ’ın gelip geçiciliğin, değişimin sorumlusu saydıkları zaman anlayışı, yerini belli bir başlangıcı ve sonu olan, sürekliliğe ve gelişime açık, bir ereksellik içeren zaman anlayışına bıraktı. Hıristiyan teolojisini temel alan bu yeni zaman anlayışı, beraberinde yeni bir tarih bilincini getirdi. İnsan artık belli bir zamanda belli bir ereğe göre davranış sergileyen bir varlıktı. Artık tarih Antikçağdaki gibi “tekerrürden ibaret” değil bir daha tekrar etmeyecek olan, insanın yaptığı bir defalık oluşlara ait bir gerçeklik alanıdır. Temelini Hıristiyan inanışından alan “çizgisel zaman” kavramı, beraberinde tarihsel sürecin belli bir ereğe doğru ilerlediği anlayışını getirerek tarihe, çizgisel bir ilerleyiş ve teolojik bir amaç kazandırdı. Bu amaca ulaşma nedeniyle Ortaçağ’ın tarih anlayışı geçmişi tanıma ve bilme oldu. Tarihe amaçlı bakışın bir getirisi olan ilerleme anlayışı aydınlanma dönemiyle birlikte daha da gelişti. Hıristiyanlık tarihe, teleolojik ve teolojik anlam veriyordu. Aydınlanma dönemi ise bu teolojik karakterde olan ilerleme anlayışını insana ve insan doğasına dayandırarak, deyim yerindeyse laikleştirdi. Akla önem veren Aydınlanma düşüncesine eklenen bu ilerleme kavramı; çizgisel ilerleme kavramı doğa bilimleriyle birlikte güçlendi. Ayrıca Aydınlanmacı filozoflar doğada olduğu gibi tarihte de nedensellik olduğu savından hareketle, tarihin anlam ve önemini “ilerleme kavramı” altında pragmatik açıdan yorumlamışlardır. Dolayısıyla Aydınlanma filozofları, ilerlemenin kesin ve açıklanabilir bir amacı olduğu noktasında birleşmişler ve tarihte bu amaca doğru giden çizgisel bir ilerlemenin olduğunu kabul etmişlerdi (Aşkın, 2008: 129). Dolayısıyla “ilerleme” ve “ereksellik” anlayışına binaen çağlar kendi farklılaşmış ve bu farklılık döngüsel ve çizgisel olmak üzere iki türlü tarih anlayışını beraberinde getirmiştir. Tarih biliminin felsefesi ise, tarih biliminin ve tarihçinin bilgi elde etme etkinliğini ve sınırlılıklarını sorgulayan, tarih biliminin dayandığı ilke ve yöntemleri değerlendirebilen ve giderek tarihsel bilginin niteliğini, hatta olabilirliğini çözümleyen bir tarihsel bilgi eleştirisidir. Binlerce yıllık serüvene sahip olmasına rağmen ancak tarih felsefesi 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkabilmiş, özellikle Herder’e bağlı kalan Alman Tarih Okulu’nun çalışmalarıyla büyük bir gelişme göstermiştir (Özlem, 2010a: 13). Geçmişin felsefesi ile tarih biliminin felsefesi, birbirlerinden farklı iki yönelime sahiptirler. Birincisi, tüm geçmiş karşısında filozofların çoğunlukla genelci bakış açısıyla yaptıkları bir felsefe iken; ikincisi, tarihçinin bilgi aktivitesini sorgulamak isteyen bir bilim felsefesi ve bir yöntembilim eleştirisidir. Fakat yine de bu iki tür tarih felsefesi, birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak şu da bir gerçektir ki, her iki etkinlik de, tarihsel olayların “bilinebilir olduğu” varsayımına muhtaçtırlar. Çünkü böyle bir varsayım olmaksızın, her iki tür yönelimin de var olması imkânsızdır (Özlem, 2010a: 14). İnsanların geçmiş--şimdi-gelecek üçlemesi içinde, gündelik ifadeyle hayatlarını anlamlandırmak amacı ile “nereden geldik, neredeyiz, nereye gidiyoruz?” türünden sorulara yanıt arama girişimleri döngüsel ve çizgisel tarih anlayışlarının oluşmasına neden olmuştur (Özgel, 2002: 37). Buradan hareketle baktığımızda geçmişin felsefesi “nereden geldik,” “nereye gidiyoruz” sorusuna yanıt ararken tarih biliminin felsefesi, “neredeyiz” sorusuna yanıt arar. İşte geleneksel tarih felsefesinde karşılaştığımız “tarih felsefeleri”nin büyük çoğunluğu, bu türden sorulara yanıt arama ihtiyacının bir ürünüdür. Ama bu türden sorulara verilen yanıtlar çok çeşitli olduğu gibi, bu yanıtlar kendi aralarında da çoğu kez karşıtlık oluştururlar. Söz gelimi Hegel, Fukuyama gibi filozoflara göre, tarihte belli bir amaç, ilerleme ve düzen vardır. Eğer tarihte belirli bir amaç olmasaydı, tarih hakkında rasyonel araştırma yapmak anlamsız olurdu. O halde, tarih gelişigüzel ve tesadüfî olarak ilerlemez; onun ulaşmak istediği bir amaç vardır (Kabadayı, 2007: 103). Bu amaç doğrultusunda geçmişe dair bilgi edinebilir ve gelecek hakkında da ön görüde bulunabiliriz. Dolayısıyla bu tür yanıtlar, çizgisel bir tarih anlayışının ürünüdür. 2. Herder’in Tarih Anlayışı Spengler, Toynbee, İbni Haldun, Vico ve Herder gibi filozoflar ise, bu ilerleme düşüncesini eleştirerek, belli bir amaca doğru ilerleyen ereksel ve çizgisel tarih anlayışına karşı çıkmışlardır (Rızvanoğlu, 2013: 240). Bunun aksine tarihte tam bir ereksizlik olduğunu bu yüzden gelecek hakkında konuşamayacağımızı belirtirler. Görüldüğü gibi bazı filozoflar, tarihi çizgisel olarak bir ereğe doğru Gençlik yıllarında Aydınlanmanın hâkim düşüncesine bağlı olan Herder daha sonra, Antikçağ düşüncesine geri dönen; çağına aykırı bir tarih anlayışı sergiler. Her ne kadar aydınlanma tek bir çizgide ilerlediği, tek bir ya da genel bir dile sahip olduğu düşünülse de, aslında öyle değildir. Her çağda illaki karşıt düşünceler hâkimdir. Ancak her döneme özgü, ağır basan düşüncelerden yola çıkarak ‘genellik’ 185 i oluşturulur. İşte aydınlanma dönemi de genel ifadelerle böyledir denilse de, öyle olan düşüncelere karşı çıkanlarda vardır ki bunlardan biri de Herder’dir. Herder yaşadığı yüzyılın hâkim görüşü olan ‘hayatını sen yönet’, ‘senin aklın her şeye muktedir’, ‘hayatını idame ettirmek için senin bir tanrıya ihtiyacın yok’ sloganlarına karşı çıkan tarihi ve Tanrı’yı aynı potada eriten bir filozoftur. Filozof, aslında insan aklının her şeye muktedir olmadığını; insanın sınırlı bir varlık olması hasebi ile ancak evrenin küçük bir kısmını bilebileceğini, bütünü kavramaya insan aklının elverişli olmadığını savunarak aydınlanma filozoflarına ters düşer. planın önemli bir parçası zannederek yaşar. Parçanın bütünü anlaması, bu planın başını sonunu bilmesi olanaksızdır. İnsanın yaşadığı evren Tanrının bir yapısıdır. Başka bir ifadeyle insanın yapıp etmelerinden oluşan bu yapı Tanrı’nındır. Dolayısıyla tarih kaçınılmaz olarak Tanrı’nın bizzat kendisidir. Çünkü tarih, tanrısal eylemlerin zincirleme sıralanışıdır. Yani evrende gerçekleşen her olay; her şey birbirine bağlıdır. Bu yüzden, doğada determinist bir yapı hakimdir (Çevik, 2014: 81). “Herder’e göre tarih de doğa gibi bir amaca evirilmektedir” (Çevik, 2014: 79) Tarih de doğa da olduğu gibi organizmaların bir yaşam, hareket ve oluş alanıdır. Tanrı burada tarih amacıyla kendini görünür kılmaktadır. Ancak tarihte doğada olduğu gibi bir yasalılık ya da nedensellik aramamak gerekir, yani tarihte doğada olduğu gibi determinist bir yapı söz konusu değildir. Çünkü Tanrı tarihte kendini, doğada olduğundan farklı açmaktadır. Yani tarih, bir amaca ya da plana göre işleyen, tanrısal iradenin kendini açtığı bir alandır. İnsan olsun toplum olsun doğanın işleyiş kurallarına göre şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle tanrısal iradenin çizdiği bir plan çevresinde şekillenmektedir. İnsanların da toplumların da bu plan için bir rolü vardır. Her rol sahibi doğası gereği, kendini merkeze alarak tarihe bir anlam yükler. Ancak bu şekilde yapılan her türlü genelleme ya da anlamlandırma gerçeklikten uzaktır. Tanrısal irade kendini tarihte açar, insan da ancak bu nizama uygun hareket ederse anlamlı olur. Eğer tanrı doğayı bir düzen içinde yaratmışsa, bu düzenliliği ya da planı tarihe de vermiştir. Yani tarih ve doğa bu bakımdan birbiriyle ilişkilidirler. Aralarındaki fark ise öz farkı değil, sadece insanlığın birbirine bağlı olan zorunlu aşamalarıdır (Çevik, 2014: 79). Aydınlanmacı filozofların yaptıkları gibi mutlak bilme idealinden yola çıkarak başka insanları, onların yaşamlarını, başka çağları, değerlendirmeye kalkarsak, önümüzde iki yol vardır: İlki, kendi çağımızın değerlerinden, ölçütlerinden ya da şartlarından yola çıkarak dünyanın kalanını yargılamak, örneğin Antik Yunan’ı köleci bir toplum olarak nitelendirip, aşağılamak gibi. İkincisi ise ilkinin yanlış olduğunu anlayıp hiçbir şey bilemeyeceğimiz yönünde bir şüpheye kapılmaktır. Herder için her ikisi de yanlıştır; her yerin; her toplumun ve her çağın kültürü birbirinden farklıdır ve kültür yaratıcıdır, insanların yaşam biçimleri kendi değerlerini, kendi amaçlarını belirler. Aydınlanma dönemi, kendimizi aydınlanmış insanlar olarak, Tanrı’nın bilme ve belirleme olanağına sahip varlıklar olarak tasarladığımız bir dönem olduğu için her şeyi kendimizden hareketle tanımlayabileceğimizi düşünürüz. Oysa bu sadece bir varsayımdır (Akdeniz, 2009: 33). Her şeyi bilen sadece Tanrı’dır ve Tanrının zincirinin birbirine bağlı binlerce halkası vardır. İnsan bu halkaların ya da zincirin bütününü; başını ve sonunu bilebileceğini zanneder; zincirin sadece tek bir halkasını oluşturduğunun; bir aldatmaca içinde olduğunun farkında bile değildir. Herder’ göre dünya bir sahnedir. Evrendeki tüm varlıklar bu sahnenin bir parçasıdır ve sadece kendilerine düşen rolü oynarlar. Yönetmen ise Tanrı’dır. Tanrı evreni öylesine kusursuz işlemiş; öylesine eksiksiz dizayn etmiştir ki, hiç kimse bu düzenin aslında küçücük bir parçası olduğunun farkında bile değildir. Herder panteizme varan bu görüşlerinde her ne kadar tarihi doğanın bir ürünü saymakta ve tarih ile doğayı birbirine benzer kılmaktaysa da tarihsel olayların doğa olayları gibi bir yasallık ya da nedensellik taşımadığına inanır(Özlem, 2010b: 75). Çünkü Tanrı kendisini doğada farklı tarihte farklı bir biçimde açımlar. Tanrı tarihe, nedensellik ve yasallılıkla kavranamayacak bir düzen koymuştur. Dolayısıyla tarihteki düzenlilik, doğadaki düzenliliğin aynısı değildir. Herder için tarih, insanın iç olayları ile dış olaylarının bir savaşıdır (Çevik, 2014: 80). Yani tarih, ruhsal ve bedensel güçlerin çatışma alanıdır. Ancak bu tarihin kanunsuz ya da nizamsız işlediği manasına gelmemelidir. Ona göre tarih felsefesi “insanın özüyle ilgili pratik bilgiye duyulan ihtiyaca yanıt verme girişiminin ürünüdür” (Özlem, 2010a: 75). Ancak bu ihtiyacı karşılayacak genel bir yanıt olmasa da şöyle denilebilir: Doğada Tanrısal bir düzen varsa bu niye tarihte de olmasın. Eğer böyle düşünülürse ya da buna inanılırsa tarihin sadece ihtirasların, kırıp dökmelerin olduğu bir çatışma alanı olmadığı görülür. Çünkü onda belli bir düzenlilik de vardır ve bu düzen Tanrı’nın belirlediği bir plan çerçevesinde işlemektedir. Başka bir ifadeyle, tarihe yön veren tarihsel iradenin bir planı vardır ve bu planı evrende insan aracılığıyla gerçekleştirmektedir. İnsan, bu planın bir parçasıdır sadece, ancak herkes kendini Aydınlanmanın aykırı ismi Herder düşünceleriyle yeni bir çığır açmıştır. Zira Herder demek “bir çağdan bir çağa geçmek” demek; çağ atlamak demektir (Walhs, 2006: 153). Eğer insanlık tarihini anlayacaksak insanın kozmozdaki yerini anlamak gerekir savunmasından yola çıkan Herder, öncelikle dünyanın fiziki niteliğini ve diğer gezegenlerle ilişkisini otaya koyar. Daha sonra bitki ve hayvan tabiatı üzerine bir incelemeye geçer. Tüm bunlardan sonra insanı hayvandan ayıranın insanın dik duruşu olduğunu; insanın iki ayağı üzerindeki duruşu olduğunu öne sürer. Bu iki ayağı üzerinde yürümesini de bir olgu farklılığı olarak ortaya koyar. Bu farklılık sadece, yani insanın iki ayak üzerinde dik duruşunun beyni etkilemesi sonucu insanoğlunun muhakeme gücünü geliştirmesi, dili kullanması değil aynı zamanda moral ve dini yeteneğe de sahip olmasıdır. Herder kozmosun en basit inorganik 186 i madde formundan karmaşık olana; en yüksek canlı hayat şekli olan insana doğru gelişmesi karşısında hayrete düşmüştür. Bu nedenle bütün evrene, böylesine bir düzen veren bir güç olmalı hipotezini ortaya koymuştur. İnsan bu gücün, yeryüzündeki en yüksek ürünüdür. Kozmozdaki her şey, bu gelişmeye hizmet için vardır. Fakat insanın evrendeki ruh sahibi tek varlık olduğu düşüncesi yanlıştır. Çünkü insan iki dünya arasında bir yerdedir ve iki dünya arasındaki irtibatı sağlar. Yani insan, hayvanlar alemi ile ruhsal varlıklar alemi arasında bir yerdedir (Walhs, 2006: 155). Başka bir ifadeyle, iki dünyayı; varlıklar âlemi ile tinsel âlemi birbirine bağlayan ara halkadır. Bu nedenle insan, yeryüzündeki varlıklar âleminin en son ve en yüksek halkasını, tinsel varlıklar âleminin ise ilk ve en düşük halkasını oluşturur. O yüzden insan yaratılışın birbirine kenetlenmiş iki sistemi arasındaki bağlantı halkasıdır ve eş zamanlı olarak bizi, iki dünyayla karşı karşıya getirir ( Özlem ve Ateşoğlu, 2006: 59). halkların ruhu olarak tarif edilebilecek dâhili güç” (Walhs, 2006: 155–156). Herder bu düşüncesiyle hem materyalist bir tarih anlayışının yetersizliğine gönderme yapar hem de çağının “tarihsellik dışı” bakışından ayrılmanın adımını atar. Çünkü materyalist tarih anlayışı sadece insanların yeryüzünde yapıp ettiklerinden yola çıkan bir tarih anlayışı sergiler. Oysa insanın bu yapıp etmelerine hayat veren tanrısal güç ya da tinsel güç dediğimiz, dâhili bir güç vardır ki materyalistler bu gücü göz ardı ederler. Ayrıca 18. yüzyılda “insan farklı şartlarda farklı davranış sergiler” görüşü hâkimdi. İnsanlar arasındaki ayrımın medeni ve barbar ayrımı olduğu düşünülüyordu. Bu görüş, geçmişi hiç eleştirmeden kabul eden, sığ bir tavrı beslemiştir. Herder bu tavra dikkat çekerek statik ancak farklı milletler arasında farklı özellikler olan “modern uygarlık” kavramını ortaya atmıştır. Örneğin, Yunanlılar Çin’de, Çinliler de Yunanistan da yaşamış olsaydı Yunanistan’da Çin’de geçirmiş oldukları tarihi seyri geçiremezlerdi (Walhs, 2006: 156). Yani her toplumun kendine özgü bir tarihi; kendileri olmasını sağlayan bir çabası vardır. Herder, eğer bir tarih yazılacaksa bunun, ancak her iki dünyayı birbirine bağlayan insanı anlamakla olacağını düşünür. Başka bir ifadeyle onun tarih anlayışı açıklayıcı değil anlayıcıdır; yani olayları ve durumları, ne olup bittiğini açıklayan bir tarih anlayışı değil de anlamacı bir tarih anlayışıdır. Çünkü ona göre insanı anlamak demek bir tarih ortaya koymak demektir. Ancak bu bir bütün olarak insanı değil de tek tek insanı anlamaktır. Yani burada insanın bireysellik kazanması ön plandadır. Bunun içinde çağlar, dönemler, uluslar kendi içinde anlaşılmalıdır. Bir çağı, bir insanı anlamak için de onun içinde bulunduğu koşullara bakılmalıdır; bir ulusu, bir çağı var eden içinde bulunduğu koşullardır. Dolayısıyla koşulları göz ardı edilen; o insanın; o çağın yaşadığı iklim, coğrafya, nihai hedefleri dikkate alınmadan yapılan bir anlama; yazılan bir tarih, yanlıştır. Bu yüzden tarih felsefesi üzerine yazdığı ‘İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler’ adlı eserinde önce coğrafya, iklim şartlarından bahseder; sonra insanı anlamaya; dolayısıyla tarihi anlamaya girişir. Çünkü her kim olursa olsun; bu çağ olur, dönem olur, ulus olur her ne ise, tarih insana, onun ne yaşadığını, hangi koşullar yapıp etmelerini oluşturduğunu bilmeden onu yargılama hakkı vermez. Koşulları göz ardı eden her türlü anlayış; kendi yaşam tarzınla, kendi değerlerinle, kendi ölçütlerinle başka çağlara, toplumlara karşı yaptığın her türlü değerlendirme yanlıştır. Örneğin bir Yunan toplumunun ne yaşadığını, hangi hayat şartlarına sahip olduğunu bilmeden doğrudan, bugünün şartlarından yola çıkarak ‘köleci bir toplum’ olarak ilan etmek o toplumu anlamak değil yargılamaktır; dahası aşağılamaktır. Çünkü o toplum o günün şartları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Herder’e göre aslında tarih felsefelerinin yaptıkları şey tarihsel dönemleri bugünün ölçütleri ile kavramaya çalışmak; geçmişi bugün sahip olduğumuz ölçütlere göre bugünle karşılaştırmak olmaktadır ki, böylesi her türlü karşılaştırma yanıltıcıdır. Çünkü biz tarihte bir genellik ararken, onu ancak bugünkü ölçütlerine göre kavrama olanağına sahibizdir (Yağşi, 2012: 35). Çünkü genellemeyi her insan kendi yaşadığı hayat şartlarına binaen yapar; kendi yaşamından yola çıkarak tarihe anlam yükler ki böyle bir durumda genellemeden söz edilemez (Çevik, 2014: 78). Tarihte genellik aramak da tarihi bugünün ölçütleriyle kavramak demek olduğu için, tarihteki böylesi bir genellik, bizim ölçütlerimize göre başka bir renge bürünmüş genellik olur. Bunun gibi gelecek kuşaklarda bizi kendi ölçütlerine göre bir genellik tasarımı altına sokarlar. Dolayısıyla bu aslında, tarihin tek bir genellik içinde kavranamayacağını gösterir(Özlem, 2010b: 75). Bu durumda bir tarih felsefesi inşa etmeye çalışan Herder’de iki şey göze çarpar: İlki, tarihsel olayların yasasız olmadığını; doğa olaylarında olduğu gibi yasalara göre işlediğini göstermeye çalışmak. Böylece, bir tarihsel olayın anahtarı o tarihsel durumdaki şartlarda aranmalıdır. İkincisi, tarihte bütün tarihsel süreci bir gaye ile donatacak genel bir amaç keşfetmek. Ancak böyle bir amaç insana yabancı bir şey olmamalı ki bu amaç da ancak insanlık/Hümanite olabilir. Hümanite “insanların kendileri oldukları bir duruma ulaşma” çabasıdır (Walhs, 2006: 157). Böylece tarihte bir amaçlılığın olduğunu kabul eden Herder’e göre tarihin amacı uyum içinde yürüyen hümanizmdir. Bu amaç tek tek insanın değil de bütün insanlığın amacıdır. Bir milletin tarihini anlayabilmek için, o milletin hayat şartlarını; coğrafi ve iklimsel özelliklerini bilmek gerekir; ancak o ulusun gelişmesi sadece bunlara bağlı değildir elbette. Her ulusa, üyelerinin yaptıklarında ifade bulan bir ruh tarafından hayat verildiği de unutulmamalıdır. Bu yüzden “Herder’e göre tarih, iki küme gücün, karşılıklı etkileşiminin bir bileşkesidir: beşeri çevreyi oluşturan harici güçler ve insan ruhu ya da daha doğru bir şekilde, homojen insan ruhunun şubelere ayrıldığı muhtelif Herder’e göre tarih, statik olmayan; inişli çıkışlı bir süreçtir; dinamiktir. Başka bir deyişle tek çizgide bir ilerleme söz konusu değildir. Tarihte yükselişler 187 i olabileceği gibi düşüşlerde olabilir. Tarihi ilerleyen bir süreç olarak görmek “aydınlanmacı iyimserliğin” bir ürünüdür (Özlem, 2010a: 76). Çünkü Aydınlanma düşüncesinde tarihte bir ilerleme söz konusudur. Bu düşünceye göre, “tarihe insan türünün ilerlemesi açısından bakmak, filozofun insanlar dünyasında anlamı yakalamasını sağlayacak ayrıca ilerlemeye katkı sağlayacak bir olanağıdır ve bu nedenle reddedilmemelidir” (Akdeniz, 2009: 32) Oysa Herder’e göre, şartlar değiştikçe toplumlarda değişir; gelişir ya da çöker. Yani Herder felsefesinde Aydınlama düşüncesinde olduğu gibi ilerlemeci bir tarih anlayışı yoktur. Herder’in tarihi döngüseldir; her çağ bir öncekinden beslenir. Onun nihai amacını kendine amaç edinir ya da kendine farklı bir amaç belirler. Bu amaç doğrultusunda yükselir ya da düşerler; inerler ya da çıkarlar. Sürekli bir ileriye doğru; yükseğe doğru çıkma diye bir şey yoktur. Tarihte akılsal gayeler güden, akıl ve ölçünün egemen olduğu, çatışan güçlerin uyum içinde olduğu dönemlerde vardır elbette, ancak tarihe gerçekçi bir gözle bakacaksak düşüşleri de göz ardı etmemek gerekir. İşte “aklın, ölçünün, özgürlüğün, sanatın, güzelliğin, hukukun vb. geliştiği ve serpildiği bu anlar ve dönemler; hümanitenin belirlediği anlar ve dönemler; onun sözleriyle, insanlık tarihinde yıldızın parladığı anlar ve dönemlerdir.” Örneğin Yunanlılardan ‘güzellik’, Romalılardan ‘hukuk’, Ortaçağdan ‘kozmopolitlik’ ve ‘dünya yurttaşlığı’ kavramları miras kalmıştır. Bu tek tek dönemlerde beliren hümaniteyi tarihin nihai amacı olarak görmek; ona bir erek yüklemek doğru değildir. Başka bir ifadeyle, bir tarih felsefecisi hümaniteyi, düz bir çizgide yükselerek ilerleyen bir tarihin nihai hedefi haline getiremez (Özlem, 2010b: 79). Herder tarihle tek insan arasında bir analoji kurar: İnsanlığın serüveninin başladığı göçebe doğu kavimlerini insanlığın bebekliği olarak görür. Tüm çağlar ya da yüzyıllar bu temel üzerine; göçebe doğu kavimleri üzerine inşa edilmiştir. Roma ise insanın olgunluğudur; artık çocukluktan çıkma, göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata, kurak topraklardan verimli topraklara, her şeyin bir oyundan ibaret olduğu gençlikten ciddiyete geçme dönemdir. Bugünün Avrupası da insanlığın yaşlılığıdır; bilgelik taslayıp duran, geleneğiyle bağlarını koparan, böylece çocukluğunu unutan, yapıp etmelerinde bir neden görmeyen ve kendisini tarihini ya da geleneğin bir ürünü olarak görmeyen yaşlı bir adamdır. Bu bir gelişim çizelgesidir ancak bu sürekli ileriye doğru giden bir gelişim asla değildir. İnsanlık her çağdan mutlaka bir şeyler kazanmıştır ancak bu kazanımlar sürekli anlam değiştirmiştir (Akdeniz, 2009: 36–37). Başka bir ifadeyle Herder tarihi bir organizmaya benzetir; nasıl ki bir organizmanın gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi varsa, ulusların gelişiminde de bu aşamalar vardır. Ancak bu aşamalar organizmadan farklı olarak birbirlerini “düzensiz ve zikzaklı” bir şekilde takip eder. Yani tarih, yükselişler olduğu kadar düşüşler ve çöküşlerle doludur. Çağlar ya da toplumlar belli idelerin ışığı altında “gelişir ve batarlar” (Özlem, 2010b: 81). Her çağ bir öncekinden beslenir ve bir sonrakine bir şeyler taşır. Her çağın, iklim ve gelenek tarafından şekillenen kendi içinde kendine has özellikleri vardır. Çağlar değiştikçe bu özellikler de değişir; yeniden şekillenir. Toplumlar değiştikçe o toplumu var eden kültür de yenilenir. Her toplum ya bir önceki toplumun insanlık idesini/hümanitesini alır kendince şekil verir ya da kendisi, kendine yeni bir ide edinir. Böylece her toplumun kendine has özellikleri; kendine özgü bir hümanitesi oluşur. Dolayısıyla Herder’e göre insanlık, değişen derece ve orantıda hep “hümanite”ye, ilerlemeye çalışır (Yıldız, 2010: 50). Görülüyor ki çizgisel tarih anlayışında olduğu gibi Herder’in döngüsel tarih anlayışında da bir ilerleme söz konusudur. Ancak bu sürekli yükselme manasında bir ilerleme değil, çağların kendi içinde oluşturmuş oldukları insanlık idesine doğru bir ilerlemedir. Bu yüzden Herder’in tarih anlayışı, çağların ayrı ayrı kendi içindeki hümanitesini bulmayı amaç edinen, “Hümaniter” bir anlayışıdır. Tarihteki amaç bütün insanlık tarihi için geçerli bir amaç değil, her ulusun kendi içinde belirlediği amaçtır; İnsanlık idesidir. Şartlar göz önüne alınarak her çağ kendi içinde değerlendirilmeliyse eğer, zaten tüm insanlık için nihai bir amaçtan söz edilemez. Çünkü Herder Felsefesi’nde olaylar ve tarih bir çizgide devamlılık halinde var olmaz; sürekli aynı şeyler farklı zamanlarda döngüsel olarak tekrar eder. Bu yüzden Herder’de döngüsel bir tarih anlayışı hâkimdir. Dolayısıyla bu döngü aynı zamanda bir gelenek de oluşturur. Herder’de insanı insan yapan bir gelenekten gelmesi ve bir geleceğe gitmesidir. İnsan, kendi soyunun kendisine bıraktığı mirası, gelecek kuşaklara aktarma ya da bırakma gayreti içindedir. Yani “insan yine insani bir şey olan gelenekle oluşur.” Öyle ki insan kendini ve başkalarını çevreleyen bir gelenek içinde yaşar. Gelenek, “bugünde yaşayan geçmiştir.” Geleneği olmasaydı insan bir doğa varlığından farksız olurdu. Dolayısıyla doğa varlığı olarak insanın bir tarihi de olmazdı. Oysa insanın bir tarihi vardır. Her insan geçmişten gelen deneyimlerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı bir bağlam olarak insan türünün bir ürünüdür. Yani insan soyunun geçmişten gelen bir birikimi vardır. Bu birikim, bireylerin bir arada yapıp etmelerini oluşturan hümanitedir. İşte bizi insan kılan tek şey bu birikimdir (Özlem, 2010b: 80). 3. Sonuç Sonuç olarak tarih felsefesi betimleyici ya da yorumlayıcı bir uğraştır. Hümanitenin sağladığı tüm çeşitlilik saptanır ve bu çeşitlilikler arasında bağ kurularak canlı bir betime ulaşılır. Hümanite, bir tek ulusu değil tek tek ulusları inceleyerek açığa çıkartılabilir. Çünkü hümanite, tek anlamlı bir sözcük ya da kavram değil, her dönemin ya da her çağın kendi içinde kendi başına ürettiği farklı yaşam biçimlerinin bir simgesidir. Tarih felsefesi, bu kavram yardımıyla çağlara damgasını vurmuş ideleri saptayıp bu idelerin sağladığı, çağın kendi içindeki genelliklerini birbirleriyle bağ kurarak aradaki sonsuz çeşitliliği gözler önüne sermektir. Bu durumda bir tarihçinin görevi tarihsel olayların, her çağın, her ulusun kendi değerini ortaya 188 i koymak; bunların diğer çağlarla ilişkisini ya da farklılığını serimlemektir. Bu nedenle tarihçi ulusa ya da çağa damgasını vurmuş ideleri kendinde/kendi içinde hissetmek; anlam yöntemi ile yeniden kurgulamaktır. Çünkü anlamaya başvurmadan bir çağın kendine özgülüğü; diğer çağlara benzememezliği ve o çağın kendi içindeki bütünselliği anlaşılamaz. Her çağın Hümanitesi farklıdır. Yani hümanite çağların ya da ulusların tekelinde değildir. O tüm insanlık tarihine aittir. Çağları kendi içinde anlamadan bir bütün olarak insanlık tarihi anlamak mümkün değildir. O yüzden eğer bir tarihten bahsedeceksek çağları kendi içinde ayrı ayrı ele almak; her çağın insanlık idesini ve koşullarını bilmek gerekir. Kaynakça Akdeniz, Ratip Ozan (2009), “Herder ve Hegel’de Aydınlanma Felsefesinin Politik İdeali”, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sos. Bil. Ens., Felsefe ABD, Ankara. Cevizci, Ahmet (2010), Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay. Çevik, Mustafa (2014), Tarih Felsefesi, Ankara: Anı yay. Aşkın, G. E. (2008), Zehra, Tarihte Determinizmİntederminizm Karşıtlığının Kategorial Çözümlenişi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Dergisi, 19 (0), 127-139. Gürbüz, Celal (2005), Bilim Tarihi Düşüncesi, Bilim Eğitim ve Düşünce Dergisi, 5(1), http://www.universitetoplum.org. Kabadayı, Talip (2007), Tarih Bitti mi?, FLSF Dergisi, 4, 103-112. Özlem, Doğan (2010a), Tarih Felsefesi, İstanbul: Say yay. Özlem, Doğan, (2010b), Tarih Felsefesi, İstanbul: Notos Kitap Yayınevi. Özlem, Doğan ve Ateşoğlu, Güçlü (2006), Tarih Felsefesi Seçme Metinler, Ankara: Doğu-Batı yay. Özgel, İshak (2002), “Tarihselcilik Düşüncesi Bağlamında Kur'ân'ın Tarihsel Yorumu (Metodolojik Bir Teklif)”, Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Rızvanoğlu, Eren (2013), Çizgisel Tarihe Karşı Çıkışları Bağlamında Spengler ve Toynbee’nin Döngüsel Tarih Yaklaşımları, Kaygı Dergisi, , 20, 239-252. Walhs, William Henry (2006), Tarih Felsefesine Giriş, Ankara: Hece yay. Yağşi, Ünal (2012), Doğan Özlem ve Tarih Felsefesine Yaklaşımlar, İlim Dünyası Dergisi, 4, 35-53. Yıldız, Mustafa (2010), İbni Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı, FLSF Dergisi,10, 25-55. 189
© Copyright 2024 Paperzz