Untitled

ĠKTĠSAT TARĠHĠ 8. HAFTA E-DERS NOTU
1. ĠKTĠSAT TARĠHĠNĠN DOĞUġU
Her bilim alanının ilk keĢfi kendi varlığını keĢfetmesidir. Ġktisat tarihi oldukça yeni bir bilim
dalıdır. Ġktisat tarihinin bir bilim alanı olarak ortaya çıkıĢı ile ilgili çok farklı tarihler ileri
sürülmüĢtür. Önerilen tarihlerden birisi Adam Smith'in meĢhur Milletlerin Serveti adlı kitabının
yayın tarihi olan 1776'dır. Bu düĢüncenin dayanağı, Smith'in tarihî verileri geniĢ ölçüde
kullanmıĢ ve özellikle de üçüncü kitabını tamamen tarihsel bir bakıĢ açısından yazmıĢ olmasıdır.
Ġktisat tarihinin doğuĢu Tarihçi ekole çok Ģey borçludur. En önemli temsilcileri Gustave
Schmoller, Werner Sombart ve Frederick List olan bu okul Klâsik İktisat ekolünün görüĢlerini
birçok açıdan eleĢtirerek iktisadî tarih araĢtırmalarının iktisat biliminde temel yöntemlerden biri
hâline gelmesini sağlamıĢtır.
Klâsik Ġktisat ekolüne göre, insanın davranıĢlarına yön veren temel itici güç iktisadî çıkar
sağlama düĢüncesiydi. Klâsik Ġktisatçılar insanın bu amacına ulaĢmak için uygun araçlar seçerek
daima rasyonel hareket ettiğini de varsayıyorlardı. Bu nedenle Klâsik Ġktisatçılara göre iktisadî
davranıĢ kuralları fizik kanunları gibi evrensel geçerliğe sahipti ve tüm ekonomiler için
uygulanabilecek tek bir iktisat politikası mevcuttu.
Tarihçi ekole göre bir ülkenin coğrafî özellikleri, doğal kaynakları, nüfusunun kültür düzeyi ile
ahlakî ve dinî tutumları, politik rejimi, iktisadî kurumları toplumun iktisadî davranıĢları üzerinde
geniĢ ve derin etkilerde bulunur. Bu özellikler ise tarih içinde zamanla sürekli değiĢir. Bu
nedenle günümüzün iktisadî olgularını açıklayabilmek için tarihsel geçmiĢin doğru ve ayrıntılı
bir analizine ihtiyaç vardır.
Tarihçi ekol, doğru bir iktisat bilimine ulaĢmak için gözleme dayanan ve tümevarımı esas alan
bir metot önermiĢ, araĢtırmalarını iktisadî hayata yöneltmiĢ ve her toplumun iktisadî yapısını ve
tarihî geliĢimini karĢılaĢtırmalı olarak incelemeye önem vermiĢtir. Tarihçi ekolün iktisat bilimine
bu eleĢtirel yeni yaklaĢımı, iktisat tarihinin bağımsız bir bilim alanı hâline gelmesini sağlamıĢtır.
Öte yandan 20. yüzyılın ikinci yarısında geliĢen ve kliometri olarak adlandırılan yeni iktisat
tarihi akımı, baĢta iktisat teorisi olmak üzere toplum bilimlerinin kantitatif yöntemleri ile
davranıĢ modellerinin tarihe uygulanmasına büyük önem vermiĢtir. Bu yeni yaklaĢımla birlikte
iktisat tarihi, giderek artan ölçüde hem kullandığı yöntemler ve hem de ilgi alanları itibariyle
iktisat bilimine yaklaĢmıĢtır. Günümüzde iktisat tarihi araĢtırmalarının amacı sadece iktisadî
geçmiĢe ıĢık tutmak değil, aynı zamanda iktisadî değiĢimi anlamamızı mümkün kılacak bir
2
analitik çerçeve sağlayarak iktisat teorisine katkıda bulunmaktır. Nitekim iktisat tarihçilerinin
baĢlıca inceleme konuları iktisadî büyüme, kurumların iktisadî geliĢmedeki rolleri ve
günümüzün iktisadî sorunlarının tarihsel kökenleri gibi iktisatçıları da yakından ilgilendiren
hususlardır.
1000 yıllarından 1820 yılına kadar ekonomik geliĢme yavaĢtı. Üretimdeki önemli artıĢa rağmen
dönem içinde nüfusun 4 katına yükselmesi nedeniyle dünyada kiĢi baĢına gelirlerdeki artıĢ % 50
düzeyinde kalmıĢtı. 1820‟ye gelindiğinde dünyanın ekonomik açıdan en hızlı geliĢen bölgeleri
olan Batı Avrupa ve ABD‟nin kiĢi baĢına gelir düzeyi, diğer bölgelerin sadece 2 katı idi.
SanayileĢmenin bir sonucu olarak ekonomik geliĢmenin daha dinamik olduğu 1820 ile 1998
arasında dünya nüfusu 5.6 katına çıkmasına rağmen kiĢi baĢına gelir 8.5 katına yükselebilmiĢtir.
Bu iki yüzyıla yakın dönemde dünyanın çeĢitli bölgeleri arasında ekonomik performans düzeyi
açısından önemli bir farklılık görülmüĢtür. Batı Avrupa, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni
Zelanda ve Japonya gibi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinde aynı dönemde kiĢi baĢına
gelirlerdeki artıĢ 19 kata ulaĢırken, dünyanın geri kalan bölgelerinde 5.4 katı düzeyinde
kalmıĢtır. Bu bölgesel geliĢme farklılıklarının bir sonucu olarak 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde
geliĢmiĢ ülkelerle diğerleri arasındaki kiĢi baĢına gelir düzeyi farkı 7/1‟e yükselmiĢtir. Öte
yandan günümüzde dünyanın en zengin bölgesi olan Kuzey Amerika ile en yoksul bölgesi olan
Afrika arasındaki kiĢi baĢına gelir düzeyi farkı 19‟a 1 oranındadır. Hatta en zengin ülke (Ġsviçre)
ile en yoksul ülke (Mozambik) arasındaki kiĢi baĢına gelir düzeyi farkı 400‟e 1‟e kadar
yükselmektedir.
Dünyanın geliĢmiĢ ve geri kalmıĢ bölgeleri arasındaki farklılık sadece bir kiĢi baĢına gelir
farkından da ibaret değildir. Ġktisatçıların insanî geliĢmiĢlik olarak ifade ettikleri çocuk ölüm
oranı, doğumda ortalama hayat ümidi, temel eğitime ulaĢma imkânları, okuma yazma oranı ve
kiĢi baĢına düĢen doktor sayısı gibi pek çok ekonomik ve sosyo-kültürel gösterge itibariyle
geliĢmiĢ ve geri kalmıĢ bölgeler arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Meselâ 20. yüzyılın
sonunda doğumda hayat ümidi geliĢmiĢ sanayi ülkeleri için 78 yıl iken, geliĢmemiĢ ülkelerde bu
rakam 64‟tür. Hatta Afrika için doğumdaki hayat ümidi çok daha düĢük olup 52 yıldır.
1980‟lerde geliĢmiĢ ülkelerin büyük bölümünde yetiĢkinlerin okuma yazma oranı % 99‟dur.
Buna karĢılık aynı tarihlerde bazı Afrika ülkelerinde bu oran % 15 civarında bulunmaktaydı. Bu
tür karĢılaĢtırma örnekleri çoğaltılabilir.
Ġktisat tarihiyle yakından alakalı iki bilim dalı iktisat ve tarih bilimleridir. Ancak, tarihçiler ve
iktisatçılar, iktisat tarihinin konusuna farklı Ģekilde yaklaĢmıĢlardır. Tarihçiler, iktisat tarihini genel
tarihin iktisadi olaylarla ilgilenen özel bir dalı olarak görürler.
3
Ġktisatçılar ise, kendi alanlarını tanımlarken kullandıkları ölçüleri esas alarak iktisat tarihini, iktisat
teorisinin gerçekler karĢısında test edilmesini sağlayacak tarihî verileri toplayan bir yardımcı bilim
dalı olarak görmüĢlerdir.
Günümüzde en yaygın ekonomi örnekleri millî ekonomilerdir. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren
baĢta nüfus ve millî gelir olmak üzere pek çok makroekonomik büyüklük hakkındaki veriler
millî ekonomiler ölçeğinde düzenlenmiĢtir.
Ancak nüfus, zevkler, teknoloji, ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlar gibi değiĢkenlerin birer
sabit ya da veri olarak alındığı bu yaklaĢım uzun dönemde ekonomilerin performanslarının
anlaĢılması ve açıklanması açısından son derece yetersizdir. Çünkü tarihsel olarak üretim
sürecini büyük ölçüde etkileyen bütün bu unsurlar değiĢirler.
Bir ekonomide uzun dönemde toplam üretimde ortaya çıkan değiĢmenin hız ve oranı nüfus,
kaynaklar, teknoloji ile sosyal ve iktisadî kurumlar gibi ekonominin yapısal özelliklerinin bir
fonksiyonu olarak değiĢecektir. Nüfus kavramı sadece toplam miktarını değil, aynı zamanda yaĢ
ve cinsiyet bileĢimi, biyolojik özellikleri, bilgi ve yetenekleri, iĢgücüne katılım oranı gibi
nüfusun ekonomik performansını etkileyen pek çok özelliği de kapsamaktadır. Eğer insanlar
daha yoğun, daha uzun süre, daha düzenli ve daha hünerli olarak çalıĢırlarsa veya aktif olarak
çalıĢan nüfusun oranı artarsa bu daha fazla mal ve hizmet üretimi sonucunu doğurur.
Kaynaklar ifadesi toprak miktarı ve verimliliği ile doğal kaynaklar yanında bölgenin iklimi,
topoğrafisi, su imkânları, coğrafî yeri ve doğal çevresi gibi unsurları da içermektedir.
Nüfus ve kaynaklar arasındaki iliĢkiler karmaĢık ve çok yönlüdür. Thomas Malthus uzun
dönemde nüfusun kaynaklardan daha hızlı artacağını ve böylece bir kaynak yetersizliğinin
kaçınılmaz olacağını ileri sürmüĢtür. Bu yaklaĢım uzun süre ekonomik geliĢme açısından
nüfusun olumsuz bir faktör olarak değerlendirilmesine neden olmuĢtur. Ancak Malthus‟ün
açıklamasını tersine çeviren Ester Boserup‟a göre nüfus artıĢı teknolojik değiĢimi uyararak
kaynakların geliĢtirilmesini sağlayacaktır. Öte yandan ilkel kabileler üzerinde yapılan modern
çalıĢmalar ise bu toplulukların durağan bir nüfus özelliği gösterdiğini ortaya koymuĢtur. Kalihari
çölünde yaĢayan ilkel kabilelerin ihtiyaçlarını 4-5 saatlik bir sürede karĢılayabildikleri, hayatta
kalan çocukları arasında önemli bir nüfus artıĢını önleyecek Ģekilde uzun aralar bıraktıkları ve
böylece kaynak yetersizliği probleminin doğmasını engelledikleri anlaĢılmıĢtır.
4
Teknolojik geliĢme belirli bir iĢgücü ve sermaye girdisi ile daha fazla mal ve hizmet üretimine
imkân verir. Yeni bir ürün rotasyonu, odun kömürü yerine kok kömürünün kullanılması gibi
yeni üretim teknikleri ya da yeni bir makine, üretim maliyetlerini düĢürecek ve müteĢebbislere
girdi birimi baĢına üretimi arttırma imkânını verecektir.
Yakın zamanlarda teknolojik yenilikler ekonomik değiĢme ve geliĢmenin en dinamik kaynağı
olmuĢtur. Ancak tarihte her zaman teknolojik değiĢim böylesine hızlı cereyan etmemiĢtir. TaĢ
devri teknolojisi binlerce yıl çok fazla değiĢmeden varlığını sürdürmüĢtür. Belirli bir teknolojik
düzeyde bulunan bir toplumun mevcut kaynakları ekonomik baĢarılarının üst sınırlarını
belirlemiĢtir. Ancak teknolojik değiĢim, yeni kaynakların keĢfi, üretim faktörlerinin ve özellikle
de emeğin daha etkin kullanımı ile bu sınırlar geniĢletilebilmiĢtir.
Bir ekonomide nüfus, kaynaklar ve teknoloji arasındaki iliĢkiler değer yargıları ve tutumları da
kapsayan sosyal ve ekonomik kurumlardan da etkilenir.
Millî ekonomilerde veya
imparatorluklar gibi diğer daha büyük siyasî birimlerde sosyal kurumlar sosyal sınıfların sayısı,
büyüklüğü, ekonomik temeli ve mobilitesi gibi nitelikleri kapsayan sosyal yapı özellikleri
yanında politik sistem, hâkim grupların ve yığınların ideolojik eğilimleri gibi karmaĢık
unsurlardan oluĢur. Ekonomik kurumlar arasında mülkiyet hakları ve ekonomik kaynaklar
üzerinde devlet kontrolünün derecesi büyük önem taĢır.
Kurumların en önemli sosyal fonksiyonu devamlılık ve istikrara olan katkısıdır. Bu açıdan
kurumlar bu fonksiyonlarını icra ederken rasyonel kaynak kullanımını engelleyerek, yeniliği
önleyerek veya yeni teknolojilerin yaygınlaĢmasını geciktirerek ekonomik geliĢmeye engel
olabilirler. Öte yandan kurumsal yenilikler, teknolojik değiĢmeler gibi maddî kaynakların, insan
enerjisinin ve yaratıcılığının daha etkin ve yoğun kullanımına imkân verebilirler. Bu tür
kurumsal yeniliklerin örnekleri arasında organize pazarlar, madenî para, patentler, sigorta ve
çeĢitli teĢebbüs Ģekilleri sayılabilir.
Ekonomik geliĢmeyi teknolojik değiĢme ile sosyal ve ekonomik kurumlar arasındaki sürekli
mücadele ve gerilimin ürünü olarak gören bir teoriye göre teknolojik değiĢme dinamik ve
ilerletici, buna karĢılık kurumlar ise değiĢime karĢı dirençli unsurlardır.
Tanımdaki açıklama kavramı ise bilgi verme içeriği yüksek ve anlaĢılır bir teori kurma ve bu
teorinin yanlıĢlanabilirliğini önceden kabul etme anlamına gelmektedir. Ġktisat tarihi alanındaki
teoriler tarihî verilerle test edilerek, doğruluk ya da yanlıĢlıkları konusunda bir sonuca
ulaĢılabilir.
5
İnsanın ekonomik tarihi, toplumların ekonomik performansını temelden değiştiren ve uzun dönemli
ekonomik büyümeyi mümkün kılan iki köklü değişim çerçevesinde yazılabilir. Bu iki değiĢimden ilki
M. Ö. 8. bin yılda ortaya çıkan ve daha önce avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insan gruplarını, çiftçi
ve çoban toplumlarına dönüĢtüren tarım devrimi; ikincisi ise 18. yüzyılda baĢlayan ve iki yüzyıl
gibi kısa bir sürede dünyanın tarımla uğraĢan nüfusunu köklü biçimde azaltarak (1750′lerde % 8090′dan 1950′lerde % 50-60′a) insanı artan ölçüde hizmet ve mamul mal üreticisi haline getiren
sanayi devrimidir.
Bu iki büyük değiĢimin sonuçlarını en belirgin olarak dünya nüfusunun geliĢmesinde görmek
mümkündür. M. Ö. 10 000 yılları civarında dünya nüfusu 5-10 milyon dolayındaydı. Tarım devrimi
öncesinde dünya nüfusunun ulaĢabileceği en üst sınır ise, 20 milyon olarak tahmin edilmektedir.
Tarım devrimi ile birlikte insan, bu sınırı ilk kez aĢmayı baĢarmıĢtır. Dünya nüfusu sanayi
devrimine kadar geçen 10-12 bin yıllık sürede hızla artarak 1750′de 750 milyon dolaylarına
ulaĢmıĢtır. Bu da dünya nüfusunun sanayi öncesi dönemde ulaĢabildiği en üst sınırdı. Ġnsanın doğal
çevresine hükmetmekte kazandığı ikinci büyük maddî baĢarısı olan sanayi devrimi, dünya
nüfusunda adeta bir patlamaya yol açmıĢ ve 1750′de 750 milyon dolayındaki dünya nüfusu 1850′de
1, 2 milyar, 1900′de 1, 6 milyar ve 1950′de de 2, 5 milyar dolaylarına ulaĢmıĢtır.
2. TARIM DEVRĠMĠ VE SONUÇLARI
Ġnsan hayatını sürdürecek besinleri çok uzun bir dönem avlanarak, balık tutarak ve yabanî
meyveleri toplayarak elde etmeye çalıĢtıktan sonra aĢağı yukarı bundan 10.000 yıl önce, çeĢitli
bitkileri yetiĢtirmeyi ve hayvanları ehlîleĢtirmeyi öğrenerek ilk kez yerleĢik tarıma geçmeyi
baĢardı. Besin toplayıcılığından besin üreticiliğine geçiĢ anlamına gelen bu geliĢme, Neolitik
Devrim (M.Ö. 7000-5500) olarak adlandırılan temel bir ekonomik değiĢmeye zemin hazırladı.
Böylece insanın doğal çevresindeki kaynaklardan yararlanma imkânı olağanüstü denebilecek
ölçüde arttı. Ġnsan, bitkilerle hayvanların arzını kontrol altına alarak daha bol ve güvenilir
beslenme kaynaklarına kavuĢtu.
Olayın devrim olarak nitelendirilmesi anî ve hiç beklenmedik bir değiĢim olduğu düĢüncesine
yol açmamalıdır. Tam tersine gerek insanın tarıma geçiĢi ve gerekse bu değiĢimin sonuçlarının
ortaya çıkıĢı son derece uzun bir sürede gerçekleĢti. Avcılık ve toplayıcılıktan yerleĢik tarıma
geçiĢ, insanın ekonomik ve sosyal geliĢme hızını büyük ölçüde arttırdı. Ġnsanın bilgi birikiminde
büyük bir hızlanma görüldü ve bu bilgi birikimi, insanın son 10.000 yıldaki maddî geliĢiminin
kaynağını oluĢturdu.
Tarıma geçiĢ Ģeklindeki büyük geliĢme ilk kez M.Ö. 8000‟lerde Akdeniz‟in doğu ucundan
6
baĢlayıp Kuzey Irak, Suriye, Fırat ve Dicle vadilerini kapsayacak Ģekilde Basra körfezine uzanan
Bereketli Hilal bölgesinde gerçekleĢti. Bu bölgede insanlar daha önce tüketim amacıyla
topladıkları yabanî tohumları kendileri yetiĢtirmeye baĢladılar. Modern zamanlarda bilinen
hemen hemen bütün önemli yiyecek bitkileri neolitik çiftçiler tarafından keĢfedildi. Koyun ve
keçi, beslenmek üzere ilk evcilleĢtirilen hayvanlar oldu. Aynı Ģekilde at ve deve dıĢında en
önemli evcil hayvanlar uygar toplumlar ortaya çıkmadan önce ehlîleĢtirildi. M.Ö. 6000‟de
buğday ve arpa yetiĢtiriciliği ile koyun, keçi ve sığır besiciliğine dayanan yerleĢik tarım Batı
Ġran‟dan Akdeniz‟e uzanan bölgede, Anadolu‟da ve Ege‟nin iki yakasında tam olarak baĢladı ve
daha sonra da Mısır‟a, Hindistan‟a, Batı Avrupa‟ya ve Eski Dünya‟nın diğer kısımlarına yayıldı.
Kullanılan ilk tarım araçları oldukça ilkeldi. Toprakların iĢlenmesinde önce ağaç bir sapın ucuna
takılmıĢ taĢ bıçaklardan oluĢan çapalar kullanıldı. Çapaya dayalı bu tarım Ģekli daha sonra
dünyanın pek çok kısmına yayıldı.
M.Ö. 6. binyıldan itibaren taĢ kaplara göre daha az dayanıklı olan, fakat yapımı daha az emek
gerektiren çömlek kaplar imal edilmeye baĢlandı. M.Ö. 5. binyılın baĢlarında kendir
yetiĢtirilerek keten giysilerin üretimi baĢladı. YerleĢik köy hayatı yaĢ ve cinsiyete dayalı
iĢbölümüne göre daha ileri bir uzmanlaĢmaya imkân verdi. UzmanlaĢma ise verimlilik artıĢı ile
teknolojik geliĢmeyi beraberinde getirdi. Bir alandaki teknolojik ilerlemenin yeni geliĢmeleri
teĢvik ettiğine dair pek çok örnek verilebilir. Göçebe hayattan yerleĢik hayata geçiĢle birlikte
deri çadırlar, yerini Yakın ve Orta Doğu‟daki tipik köy yerleĢmelerinde görülen kurutulmuĢ
toprak tuğlalardan yapılmıĢ evlere bıraktı.
Metalürjinin geliĢmesi de benzer Ģekilde oldu. Yapılan kazılarda M.Ö. 6. binyıla ait bazı altın ve
gümüĢ eĢyalara rastlanmıĢtır. Ancak düzenli olarak bakır üretimi 5. ve hatta 4. binyıla kadar,
bronz üretimi ise çok daha geç bir tarihe kadar baĢlamadı. Bakır yatakları Anadolu dağlarında,
Güney Kafkasya‟da ve Kuzey Ġran‟da bulunmaktaydı. Bakırın eritilmesi ile 4. binyıldan itibaren
Yakın ve Orta Doğu‟da bakır ve bronz aletler, silahlar ve süs eĢyaları üretilmeye baĢlandı.
Ġlk tarım toplumlarında ekonomik ve sosyal organizasyonun temel birimi 50-300 nüfusu sahip
10-50 aileden oluĢan köy topluluğu idi. Avcı ve toplayıcı topluluklara göre hayat standartları
biraz daha yükselmiĢti. Yiyecek arzı daha düzenli ve güvenilirdi. Evler daha rahattı. Nüfus
yiyecek imkânlarına paralel Ģekilde arttığı için gelirler hâlâ geçimlik düzeydeydi. Kıtlık, sel ve
zararlı böcek istilası tüm köy topluluğunu felaketle karĢı karĢıya getiriyordu. Avcı gruplara göre
daha yerleĢik ve kalabalık bir hayat sürdüren köylüler salgın hastalıklara karĢı daha korumasızdı.
7
Avcı ve toplayıcı topluluklarda insanın sahip olabileceği Ģeyler beraberinde taĢıyabilecekleri ile
sınırlıydı. Bu nedenle iktisadî kaynaklar üzerinde bir mülkiyet hakkı oluĢturulmasına gerek
yoktu. Oysa tarım toplumlarında rakip grupların topluluk tarafından elde edilen ürüne müdahale
etmelerini ve yağmalamalarını önlemek için hayvanlar ve bitkiler üzerinde mülkiyet haklarının
kurulmasına ihtiyaç vardı. Bu ise bir savunma sisteminin oluĢturulmasını zorunlu kılıyordu.
Avcı ve toplayıcı topluluklarda basit bir iĢbölümü vardı: Avcılık erkekler, toplayıcılık kadınlarca
yapılıyordu. Topluluğun tüm bireylerinin doğrudan üretime katılması bir zorunluluktu. YerleĢik
tarım yapan topluluklarda ise çiftçiler, tükettiklerinden daha fazlasını üretebildiklerinden bir
toplumsal artık ürün ortaya çıktı. Böylece geçimi için kendi beslenme kaynaklarını üretmek
zorunluluğundan kurtulan bazı toplumsal grupların özellikle de bol ve boĢ zamana ihtiyaç
gösteren bazı yüksek kültür ve zihin faaliyetleriyle uğraĢması mümkün oldu.
Ġlk çiftçiler arasından bazı kiĢiler savunma hizmetlerinde ihtisaslaĢırken, bir kısmı da insanın
doğal çevresi ile uyumunu sağlamak için ideolojik bir görev üstlenerek topluluğa dinî liderlik
yaptılar. Tarım toplumlarında çiftçilik dıĢında baĢka yeni meslekler de ortaya çıktı. Böylece avcı
ve toplayıcı bir topluluktan çok daha karmaĢık bir toplum doğdu. Topluluğun ürettiği ürünlerin
iĢbölümü sonucunda fonksiyonları karmaĢıklaĢmıĢ bu kiĢi ve gruplar arasında dağılımının
sağlanması gerekiyordu.
Özetle tarım toplumlarında nelerin, nasıl ve kimler için üretileceği avcı ve toplayıcı toplumlara
göre çok daha karmaĢık bir problemdi. Bir savunma sistemi kurulmalı ve açlığa karĢı tedbirler
alınmalıydı. Nelerin, nasıl üretileceğine karar verilmeliydi. ÇeĢitli görevlerin yerine getirilmesi
için iĢbölümü yapılmalıydı. Artan sayıda üretilen malların, topluluğun bu farklılaĢmıĢ üyeleri
arasında bölüĢümüyle ilgili kararlar alınmalıydı. ĠĢte bütün bu organizasyonel ihtiyaçlar tarım
toplumlarında devletin bir siyasî kurum olarak doğuĢunu beraberinde getirdi.
Demokrasiden despotluğa kadar çok çeĢitli siyasî sistemler, farklı toplumlarda uygulama alanı
buldu. Hepsi de bir idarenin, bir siyasî otoritenin görevlerini yaptılar. Devletin doğuĢu, savaĢı
ve siyasî istikrarsızlığı beraberinde getirdi. Genel bir eğilim olarak askerî teknolojideki
geliĢmelere paralel Ģekilde devletlerin sınırları geniĢledi.
Ġnsanın iktisadî performansını temelden dönüĢüme uğratan bir değiĢim hadisesi olan tarım
devriminin ele alındığı bu bölümde bu büyük değiĢimin nedenleri ve önemli sonuçları
değerlendirilmiĢtir.
8
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 9. HAFTA E-DERS NOTU
ĠLKÇAĞ EKONOMĠLERĠ
Neolitik tarım yöntemleri nüfus kitlelerinin sürekli bir yerleĢim alanı oluĢturmalarına dünyanın
büyük bir bölümünde imkân vermiyordu. Yalnız yıllık su baskınlarının tarlaları verimli hâle
getirdiği bazı nehir kıyılarında sürekli tarım yapılabiliyordu. Tarımın ilk geliĢtiği bölgelerden
yalnızca iki bölge böyle bir imkânı sağlıyordu: Fırat ve Dicle arasındaki bölge ile Mısır'ın Nil
kıyısı. Ancak bu bölgelerden yararlanılabilmesi için kanallar, bentler ve göletler inĢa edilmesi
gerekliydi. Bir kez sulama tesisleri kurulduktan sonra toprağın yüksek verimliliği sayesinde
önemli bir yiyecek fazlası yetiĢtirilebiliyor ve bu fazlalık hem ticaretin geliĢmesini, hem de
çiftçilik dıĢı mesleklerle uğraĢan din adamları, yöneticiler, esnaf ve tüccarın ortaya çıkmasını
mümkün kılıyordu. Mezopotamya ve Mısır bu özellikleriyle Ģehir devriminin de öncüleri oldular
ve ilk Ģehirlerle birlikte ilk medeniyetler de bu bölgelerde ortaya çıktı.
1. MEZOPOTAMYA
M.Ö. 6000 ile 3000 yılları arasında ortaya çıkan bir dizi sosyal değiĢme ve teknik ilerleme
Mezopotamya bölgesinde küçük neolitik yerleĢim yerlerinin Ģehirlere dönüĢmesini sağladı.
ġehirlerin ortaya çıkması, çok sayıda insanın çabalarının koordinasyonunu mümkün kılacak bir
sosyal organizasyona gerek gösteriyordu. Daha önemlisi Mezopotamya bölgesinin ekimi için
zorunlu
olan
sulama
sistemleri
büyük
ölçekli
bir
sosyal
dayanıĢma
olmaksızın
gerçekleĢtirilemezdi. Böylece neolitik köyün basit organizasyonu, ilk Ģehirlerin sosyal
hiyerarĢisine dönüĢtü.
Neolitik köy topluluklarının sosyal yapısı oldukça basitti. Ġmtiyazlı kiĢi veya grupların
bulunmadığı bu topluluklarda teknoloji ve kaynaklar herkesin çalıĢmasını zorunlu kılıyordu.
Buna karĢılık ilk Sümer şehirlerinde sosyal yapı kesinlikle hiyerarşikti. Daha 3000'lere gelmeden
köleler, kiracı çiftçiler, esnaf, tüccar, din adamları ve yöneticiler ayrı sosyal gruplar olarak
ortaya çıktı. KumaĢ, çanak ve çömlek, madenî eĢya imalinde ve diğer iĢlerde uzmanlaĢmıĢ
ustalar tüm zamanlarını bu iĢlere ayırırken, mimarlık ve mühendislik gibi meslekler de doğdu.
Ġlk Sümer kayıtları, Mezopotamya bölgesindeki verimli topraklarda bazı bağımsız Ģehir
devletlerinin doğduğunu göstermektedir. Bu Ģehir devletleri arasında toprağın ve su
kaynaklarının kontrolü için sürekli savaĢlar oluyordu. Ayrıca bu zengin Ģehirler, dağlık
bölgelerde ve çöllerde yaĢayan göçebelerin sürekli saldırısı tehdidi altındaydı. Bu mücadeleler
Mezopotamya hayatının değiĢmez bir özelliğiydi. Dağlık bölgelerin ve çöllerin insanları, bu
bölgeleri zaman zaman iĢgal ederek devletler ve hatta imparatorluklar kurdular. Ancak bu
9
imparatorluklar merkezî bir yönetim ve kontrol özelliği taĢımıyordu. Fethedilen Ģehirler
iĢgalcilerin egemenlik haklarını kabul ederek haraç ödüyor ve buna karĢılık mahallî yönetimde
bağımsızlıklarını korumalarına izin veriliyordu. Böylece istilalara rağmen Sümer hayat tarzı
oldukça istikrarlı olarak varlığını sürdürebildi. Çünkü barbar istilacılar kısa sürede Ģehir
uygarlığını benimsiyorlardı.
Sümer’in uygarlığa en önemli katkısı idarî bir ihtiyaçtan kaynaklanan yazının icadıydı. Ġlk
Sümer Ģehirlerinde ekonomik ve siyasî organizasyon iĢlevini dinî esaslı bir hiyerarĢi yerine
getiriyordu. Bu kiĢiler tarımsal üretimle ilgili iĢler yanında üretimin vergilendirilmesini de
sağlıyorlardı. Vergilerin toplanması ve harcanması ile ilgili kayıtlar tutma problemi kilden
yapılmıĢ tabletler üzerine bazı iĢaretler kullanılarak çözümleniyordu. M.Ö. 2800‟e doğru bu
iĢaretler belirli bir Ģekil kazanarak çivi yazısına dönüĢtü.
Mezopotamya uygarlığının karakteristik özelliği olan yazı, bürokratik bir organizasyonun önemli
bir buluĢa öncülük etmesinin tarihteki nadir örneklerinden biridir. Yazı idarî bir ihtiyaçtan
kaynaklanmıĢ olsa da kısa sürede dinî, edebî, ekonomik ve diğer pek çok amaçla ondan
yararlanıldı. Daha sonraki dönemlerde ekonominin dinî esaslı organizasyonu ekonomik
teĢebbüslere daha geniĢ bir serbestlik alanı tanıyınca kil tabletler sözleĢmelerin, borçların ve
diğer ticarî ve malî iĢlemlerin kayıt altına alınmasında da kullanıldı.
Uzak mesafeli ticaret Mezopotamya'da önemli ve hayatî bir rol oynuyordu. Mezopotamya
verimli topraklar dıĢında doğal bir kaynaktan yoksun olduğundan bazı ihtiyaçlar ancak çevredeki
daha az geliĢmiĢ toplumlarla yapılan ticaret yoluyla karĢılanabiliyordu. Madenler, kereste ve
diğer hammaddeler Suriye, Kıbrıs, Anadolu ve daha uzak bölgelerden ithal ediliyordu. Ticarî
koloniler oluĢturulmuĢtu. Ticaret yollarının korunması ve açık tutulması için savaĢlar bile
yapılıyordu.
Sümer toplumunun uygarlığa baĢka önemli katkıları da oldu. Özellikle ağırlıklar ve ölçüler
sistematik hâle getirilmiĢ, matematik icat edilmiĢ ve baĢlangıç düzeyinde de olsa bilim
doğmuĢtu. Hukuk kuralları oldukça geliĢmiĢ ticarî iliĢkilere temel olabilecek ölçüde karmaĢık bir
düzeye ulaĢmıĢtı. Tüccar ve temsilcileri, borçlu ve alacaklılar, toprak sahibi ve kiracılar
arasındaki sözleĢmelerin esasları ayrıntılı Ģekilde düzenlenmiĢti. GümüĢ, para Ģeklinde olmasa
bile bir değiĢim aracı ve değer ölçüsü olarak kullanılıyordu.
2. MISIR
Sümer Ģehirlerinin kurulduğu dönemde aĢağı Nil vadisinde Nil'in baskınlarını kontrol altına
10
almayı ve onunla tarlalarını sulamayı bilen bir toplum yaĢamaktaydı. Mısır'ın geliĢmesi
Mezopotamya'nın geliĢmesi ile paralellikler göstermekle birlikte, önemli bir fark, aĢılmaz
çöllerle Mısır'ın istilalara karĢı korunmuĢ olmasıydı. Bu nedenle barbar istilası, Mısır için ciddî
bir problem değildi.
M.Ö. 3. binyılın baĢlarında Mısır uygarlığı yönetim, sanat, din ve ekonomi alanlarında olgunluk
düzeyine ulaĢtı. Mezopotamya'da topraklar özel mülkiyet altında iken Mısır'da Firavun, tüm
Mısır topraklarının sahibi idi. Bu toprakları kullananlar ise kiracı durumundaydı. Vergiler ya da
kiralar tüm ekili topraklardan düzenli bir Ģekilde Firavun adına toplanıyordu. Kamu binalarında
binlerce insan çalıĢtırılıyordu. Ekonomik hayat oldukça merkezî bir kontrol altındaydı. Ticaret
Firavun‟un adamlarının tekelindeydi. Bu nedenle Mezopotamya'da olduğu gibi bağımsız bir
zengin tüccar sınıfı doğmamıĢtı.
Mısır'da üretim, büyük ölçüde merkezî bürokrasi tarafından plânlanıyordu. Bazı değerli mallarda
hükümet, tam bir tekel kurmuĢtu ve üreticiden sabit bir fiyatla satın aldığı bu malları içeride ve
dıĢarıda daha yüksek fiyatlarla satıyordu.
3. AKDENĠZ DÜNYASINDA TĠCARET VE EKONOMĠK GELĠġME
M.Ö. 800 ile M.S. 200 arasındaki bin yılda Akdeniz dünyasının klasik uygarlığı en azından
Avrupa‟nın 12 ve 13. yüzyıllara kadar yakalayamadığı bir ekonomik geliĢme düzeyine ulaĢtı.
Önemli bir teknolojik ilerleme olmamasına rağmen Akdeniz uygarlığının baĢarısının altında
yatan temel neden geliĢmiĢ bir pazar ve ticaret ağının mümkün kıldığı yaygın iĢbölümüydü.
Finikeliler Akdeniz‟in ilk uzman gemicileri ve tüccarlarıydı. Sümer ve Yukarı Mısır arasındaki
ticarete aracılık eden Finikeliler, Firavun‟un resmî tüccarları olarak Mısır‟ın ticareti üzerinde
tekel kurmuĢlardı. Onlar Ġlkçağ toplumları arasında en tüccar topluluk-lardı. Finikelilerin ticarî
faaliyetleri, hiyeroglif ve çivi yazısının yerine alfabeyi ve bir dizi ticarî tekniği geliĢtirmelerini
mümkün kıldı. Finikeliler ticareti geliĢtirmek ve anayurtlarındaki nüfus baskısını azaltmak için
Kuzey Afrika kıyılarında ve Batı Akdeniz‟de koloniler kurdular.
Akdeniz‟in diğer büyük tüccarları Yunan tüccarlarıydı. Yunanistan‟da baĢlangıçta çiftçilik temel
geçim kaynağıydı. Dağlık arazi Ģartları nedeniyle tarımsal üretim potansiyelinin sınırlı olması
insanları ek bir geçim kaynağı olarak mükemmel doğal limanların ve sayısız adaların ortaya
çıkardığı imkânlardan yararlanmak üzere denize yöneltti.
Yunan Ģehir devletlerinin doğduğu yüzyıllarda nüfus, muhtemelen oldukça hızlı büyümüĢtü. Bu
11
durum zamanla toprak kıtlığına yol açtı. Toprak açlığı çevre bölgelerin kolonizasyonu, ziraî
tekniklerde geliĢme ve ek bir geçim kaynağı olarak ticaret ve sanayiye yönelme ile giderilmeye
çalıĢıldı. Kolonizasyon faaliyeti nüfus baskısını azaltırken ekonomik açıdan baĢka yararlar da
sağladı. Verimli tarım alanlarında yeni Ģehirler kuruldu ve bu bölgeler anayurdun bir yandan
tarım ürünü ihtiyaçlarının karĢılanmasına yardımcı olurken, öte yandan da Yunan mamul malları
için bir ihraç pazarı imkânı yarattı.
Yunan tarımında baĢlangıçta çiftçilik ve hayvancılık, toprak kullanımının ana Ģekilleriydi.
Toprak kıt bir faktör hâline geldikçe, verimli otlaklar da ekilmeye baĢlandı ve yalnız dağlık
araziler otlak olarak kaldı. Ancak elveriĢli bütün topraklarda ekim yapıldığı halde, pek çok Ģehir
sakinlerine yeterli hububat arzını gerçekleĢtiremiyordu. Bazı Ģehirler bu problemi ihtisaslaĢma
yoluyla çözümlediler: Pazar için zeytinyağı ve şarap üreten bölgelerle tahıl fazlası bulunan
bölgeler arasındaki değişim, klâsik dünyanın ekonomik temelini teşkil etti. ĠhtisaslaĢmanın
büyük önem kazandığı bu ekonomi tipi, hiç Ģüphesiz Ģehirlilerin yiyecekleri için kendi
çevrelerindeki topraklardan yararlandıkları Doğu medeniyetlerinin ekonomik yapısından önemli
bir farklılık gösteriyordu. Madenî paradan önce değer ölçüsü ve değiĢim aracı olarak pek çok
mal kullanıldı.
Anadolu‟da yapılan kazılarda bulunan ilk para örnekleri M.Ö. 7. yüzyıla aittir. Efsanelere göre
bu ilk paralar Frikya ya da Lidya kralı tarafından bastırılmıĢtı. Ancak ilk madenî paralar büyük
bir ihtimalle Yunan kıyı Ģehirlerinde bazı müteĢebbis tüccar veya bankerler tarafından bir reklâm
aracı olarak bastırılmıĢtı. Kazanç ve prestij açısından taĢıdığı potansiyelin farkına varan
yönetimler para basımını kısa süre sonra bir devlet tekeli hâline dönüĢtürmekte gecikmediler.
Paranın üstüne basılan bir kral resmi ya da bir Ģehir sembolü, yalnızca paranın saflığının değil
aynı zamanda parayı basanın ihtiĢamının da bir göstergesiydi.
Altın paralar da basılmakla birlikte, gümüĢ hem daha boldu, hem de gümüĢ paralar ticaret
açısından daha pratikti. BeĢinci yüzyıldan itibaren ticarete Atinalıların hükmetmesi gümüĢün
egemenliğinin bir diğer nedeniydi. Atina‟nın devlete ait zengin gümüĢ madenleri, Perslere karĢı
kazanılan zaferin temel aracı olan savaĢ gemilerinin inĢası için gerekli kaynağı sağlıyordu.
Ayrıca gümüĢ Atinalıların gemi taĢımacılığından ve malî hizmetlerden elde ettikleri gelirlere
rağmen sürekli açık veren dıĢ ticaretinin finanse edilmesine yardımcı oluyor ve böylece dolaylı
yolla da olsa büyük kamu binalarının ve anıtların inĢası için kaynak yaratıyordu. Atina‟nın altın
çağını mümkün kılan onun zengin gümüĢ yataklarıydı.
M.Ö. 800-500 yılları arasında ihtisaslaĢma ve iĢbölümü arttı. Hem iç, hem de uluslararası ticaret
12
geliĢti ve bunu da para ekonomisinin yaygınlaĢması izledi. Atina parası, ayarı ve ağırlığıyla
uluslararası bir ödeme aracı oldu. Atina, barbar devletlerle ve Karadeniz bölgesindeki Yunan
Ģehirleri ile yürütülen çok kârlı bir ticarette tekel durumuna geldi.
M.Ö. 334'te Makedonyalılar, İskender'in önderliğinde, Türkistan, Mısır ve Hindistan'a kadar
fetihlere giriĢtiler; bütün Yakındoğu'yu ve Ortadoğu'yu ellerine geçirdiler. Ġskender'in
ölümünden Roma dönemine kadar geçen ve Helenizm dönemi adı verilen bu üç yüzyıllık sürede,
Yunan ve Doğu medeniyetlerinin karıĢmasından oluĢan yeni bir medeniyet anlayıĢı doğdu.
Ġskender‟in ölümünden sonra imparatorluğu dağılsa da kültürel ve ekonomik bütünlük devam
etti.
Tipik Yunan ticaret Ģekli olan zeytinyağı, Ģarap ve mâmul mal ihracına karĢılık buğday ve
hammadde ithali Helen Ģehirlerinde de devam etti. Ancak Helen Ģehirlerinin çoğu zengin tahıl
yetiĢtiricisi bölgelerde olduğundan, yiyecek ihtiyaçlarını karĢılamak için uzak mesafeli ticarete
fazla bir bağımlılıkları yoktu. Bu Ģehirlerde mâmul mal değiĢimi, önceki yüzyıllarda olduğundan
da daha önemli hâle geldi. Bazı Ģehirler sınaî ihtisaslaĢmaya bile yöneldi.
4. GENĠġLEME DÖNEMĠNDE ROMA EKONOMĠSĠ
Roma Ġmparatorluğu'nun çekirdeğini oluĢturan Roma Ģehir devleti, baĢlangıcında aristokratik bir
karakter arz ediyordu. Roma toplumu, baĢında bir kral ve yönetimi elinde bulunduran askerî
patrici zümresi ile küçük toprak sahipleri, kiracı çiftçiler, esnaf ve tüccarın meydana getirdiği
pleb sınıfından meydana gelmekteydi.
Büyüyen imparatorluğun askerî temelini geniĢletme çalıĢmaları, pleb sınıfının da giderek artan
ölçüde askerî kadrolara girmesine ve böylece siyasî temsil hakkına kavuĢmasına yol açtı. Ancak
siyasî yapı Yunanistan‟da olduğu gibi demokratik bir nitelik kazanmadı. ÇeĢitli yollarla
zenginleĢen plebler, devletin idaresinde patricilerin arasına katılarak siyasî etkinlik kazanabildi.
Böylece siyasî yapı aristokrasiden oligarĢiye dönmüĢ oldu.
4.1. Nüfus
Roma Ġmparatorluğu‟nun zirvede olduğu 1. ve 2. yüzyıllarda sınırları Ġskoçya‟dan Mısır‟a kadar
uzanıyordu. Ġmparatorluğun toplam nüfusu 2. yüzyılda en yüksek düzeyine ulaĢmıĢtı. Ancak bu
tarihten itibaren Batı Roma'nın yıkılıĢına kadar nüfus sürekli düĢtü. Ġmparatorluğun son
döneminde kronik bir nüfus yetersizliği olduğuna dair kanıtlar çok fazladır. Ġmparatorluğun
nüfusu 2. yüzyılın ortasında 60 milyon civarındaydı. Ortalama nüfus yoğunluğu 16 kiĢi idi.
Ġtalya, imparatorluğun en yoğun nüfuslu bölgesi olmakla birlikte nüfusu 6 ya da 8 milyonu
aĢmıyordu. Ölüm oranı yüksek, hayat süresi kısaydı. YetiĢkinler için ortalama hayat süresi 30-35
13
yıldı. Çocuk ölüm oranı çok yüksekti. Gelirler geçimlik bir düzeyde bulunuyordu.
4.2. Tarım
Roma ekonomisinin iki önemli temeli tarım ve ticaretti. Tarımsal fazlanın vergilendirilmesiyle
elde edilen kaynaklar orduyu, bürokrasiyi ve Ģehirli nüfusu besliyordu. Ġmparatorluk nüfusunun
büyük bir bölümü tarımla uğraĢıyordu. Tahıllar yaygın üretimi yapılan ürünlerdi. Ġmparatorlukta
deniz yoluyla yürütülen uzak mesafeli ticaret, mahallî ihtisaslaĢmaya imkân veriyordu. Teknik
açıdan Roma tarımı geriydi. Kölelik yeniliği önleyici bir faktördü.
Ġmparatorluğun geniĢlemesiyle yeni fethedilen bölgelerden Roma'ya bol ve ucuz olarak hububat
akması üzerine Ġtalya'da kârlı olmaktan çıkan tahıl üretiminin önemi azalırken, geniĢ alanlar
hayvancılığa ayrılmıĢ; verimli topraklarda ise bağcılık ve zeytincilik önem kazanmıĢtı. Ziraî
ihtisaslaĢmanın diğer önemli bir örneği Sicilya, Kuzey Afrika ve Mısır'daki buğday tarımıydı.
Bu bölgelerin tahıl tarlaları, Roma ve Ġstanbul'u besliyordu.
Askerî seferlere katılan köylüler topraklarını terk ederek tarım yapmaktan vazgeçtiler. Böylece
zenginler, bu toprakların büyük bir bölümünü Latifundiya denen çiftliklerine kattılar. Bu büyük
iĢletmelerde piyasaya dönük olarak kâr amacıyla üretim yapılıyor ve iĢgücünün büyük bölümü
kölelerce sağlanıyordu.
4.3. ġehirler
Sümer‟in eski Ģehir devletlerinden Roma Ġmparatorluğu‟na kadar nüfusun büyük bölümü
tarımda çalıĢsa da ekonomiyi ve toplumu belirleyen Ģehirli insanlar ve kurumlardı. Roma
uygarlığı da bir şehir uygarlığı idi. Ġmparatorluğun Ģehirli nüfus oranı 1. yüzyılda % 5
civarındaydı. Muhtemelen 19. yüzyıla kadar dünyanın böylesine geniĢ bir bölgesi bu denli
ĢehirleĢmemiĢti.
. Bazı Ģehirler ise askerî bir fonksiyona sahipti. Roma Ģehirlerinin imalat ve ticaret gibi
fonksiyonları sınırlı kalmıĢtı. Bu yüzden Ģehirler tarım kesiminden kira ve vergi Ģeklinde
sağladıkları gelirlerle varlıklarını sürdürebiliyorlardı. En büyükleri dıĢında tüm Ģehirlerde tarım
önemli bir ekonomik faaliyetti. ġehir nüfusunun önemli bir bölümünü tarım iĢçileri
oluĢturuyordu.
ġehirlerin çoğunluğu büyükçe köylerden ibaretti. Ortalama Ģehir büyüklüğü 6.000 kiĢiden fazla
değildi. Roma Ģehri, dönemin Ģartlarına göre oldukça büyük bir Ģehirdi: Nüfusu muhtemelen
yarım milyonla bir milyon arasındaydı. ġehir esnafı Roma halkının bazı basit mâmul mallar için
olan talebini karĢılıyordu. Önemli bir mal ihracı söz konusu değildi.
14
4.4. Ticaret
Roma Ġmparatorluğu gibi büyük ölçekli siyasî-ekonomik birliklerin sağladığı ticarî avantajlardan
Roma vatandaĢları da yararlandı. Roma Ġmparatorluğu‟nun ekonomik geliĢmeye en önemli
katkısı Akdeniz‟de uzun bir dönem barıĢ ve düzeni sağlamasıydı. Ticaret, imparatorluğa canlılık
kazandıran ve zenginliğinin temelinde yatan unsurdu. Ġyi düzenlenmiĢ yollar, ulaĢıma elveriĢli
nehirler ve hepsinden de önemlisi Akdeniz, ticareti ve mal hareketlerini teĢvik ediyordu.
Ġmparatorluk geniĢ bir yol ağına sahipti. Hemen hemen tamamıyla askerler tarafından ve kamu
kaynaklarıyla yapılan yollar daha çok askerî amaçlarla düzenlenmiĢti Bu yollar üzerinde
malların hareketi yavaĢ ve yüksek maliyetliydi. Deniz trafiği daha önemliydi. Bu trafik rüzgâr
gücünün sağladığı imkânlara bağlı olarak yelkenli gemilerle yürüyordu. Ancak yılın üçte birinde
gemiler elveriĢli rüzgârlar için limanlarda bekliyordu, kalan üçte birinde ise denizler tehlikelerle
doluydu.
Kara ticareti daha değerli mallarla sınırlıydı. Çanak çömlek, cam eĢya, kaliteli yün, çeĢitli süs
eĢyaları kara taĢımasının yüksek maliyetlerini kaldırabilen baĢlıca mallardı. Odun ve kereste
yalnız inĢa faaliyetlerinde değil, yakıt olarak da kullanılıyordu. Diğer önemli bir ticaret konusu
önceleri fetihlerle bol miktarda elde edilen kölelerdi. Ancak imparatorluk nihaî sınırlarına
ulaĢınca köle arzı daraldı ve fiyatları yükseldi. Köleler büyük çiftliklerdeki iĢgücü ihtiyacının
önemli bir bölümünü karĢılıyordu. Zenginler çok sayıda köleye sahipti.
Roma Ġmparatorluğu'nun kapsadığı coğrafî alanın geniĢliği ve bu bölgelerin ürünlerinin
çeĢitliliği ona otarĢik bir ekonomik yapı kazandırmıĢ olmakla birlikte, toplumun aristokrat
kesimi Uzakdoğu'nun lüks mallarına aĢırı bir talep göstermekteydi.
Ġmparatorluk, Avrupa içinde ise komĢusu barbar kavimlerle ticareti teĢvik etmiyordu. Askerî ve
stratejik önemi olan malların imparatorluk dıĢına gönderilmesi yasaktı. Bu bölgede çoğu Roma
ihracatı lüks nitelikteydi. Çanak çömlek ve bronz eĢyalar en çok ticareti yapılan mallardı. Bu
ticaret karĢılığında imparatorluğa barbar dünyadan hayvan, orman ürünleri ve en önemlisi de
köle geliyordu.
Ticaret Roma değerler sisteminde üstün bir yere sahip olmayıp aĢağı sosyal sınıflara, yabancılara
ve kölelere bırakılmıĢtı. Ancak Roma hukuk sistemi özel teĢebbüse önemli ölçüde serbestlik
tanımakta ve ticarî faaliyetleri cezalandırmamaktaydı. SözleĢmelerin uygulanmasına, mülkiyet
haklarının korunmasına
ve anlaĢmazlıkların
süratli
ve
genellikle adil
bir çözüme
kavuĢturulmasına büyük önem veriliyordu. Hukuk sistemi tüm imparatorlukta ekonomik
15
faaliyetler için tek ve uyumlu bir çerçeve oluĢturmaktaydı. Roma istikrarlı ve sağlam bir para
düzeni kurmuĢtu. Roma'nın altın parası Aureus, gümüĢ parası ise Denarius idi. Ayrıca daha
küçük değerli bakır paralar bulunuyordu. Bu paraların ayar ve ağırlığında uzun süre önemli bir
değiĢme olmamıĢtı.
4.5. Ġmalat Faaliyetleri
Ġmparatorlukta önemli sanayi dallarından biri yaygın inĢa faaliyetlerinden ötürü taĢ ocağı
iĢletmeciliğiydi. Diğer önemli bir sanayi kolu da madencilikti. KurĢun borularda, bakır ve kalay
bronz yapımında, altın ve gümüĢ ise para basımında kullanılıyorduMadenler, önemli ölçüde
uzak mesafeli ticarete konu oluyordu. Diğer geliĢmiĢ bir sanayi kolu çanak çömlek sanayii idi.
Bazı malların saklanması ve taĢınması için gerek duyulan kapların yapımı, bu imalat kolunun
büyük bir geliĢme göstermesine yol açmıĢtı. Önemli sanayi kollarından bir diğeri olan dokuma
daha çok bir ev endüstrisi durumundaydı. Ancak bazı geliĢmiĢ dokuma imalat merkezleri de
bulunmaktaydı
Ġmparatorlukta imalat faaliyetlerinin önemli bir bölümü hür esnaf tarafından yürütülüyordu.
Sanayide büyük ölçekli organizasyonlar, silah ve askerî üniforma fabrikalarıyla sınırlıydı. Her
Ģehirde kırsal çevre için üretim yapan esnaf vardı. Bunlar küçük ölçekli iĢletmelerde, az bir
sermaye ile ve mahallî pazarlara yönelik olarak üretim yapıyorlardı. Büyük şehirlerde aynı
meslekten esnaf grupları loncalarda toplanmıştı. Collegia adı verilen bu dernekler, ekonomik
olmaktan çok sosyal amaçlı kuruluşlardı. Sosyal dayanıĢma, yoksullara yardım, ölen üyelerin
dinî merasimlerinin icrası bu amaçların baĢlıcalarıydı.
Roma dünyası, insan faaliyetinin diğer alanlarında oldukça baĢarılı olmasına rağmen, sınaî
teknoloji alanında hareketsiz kalmıĢtı.
Roma'nın bu teknolojik baĢarısızlığının önemli bir açıklaması onun sosyo-ekonomik yapısında
yatmaktadır. Çoğu üretken faaliyetler, köleler ya da köleden farklı olmayan köylülerce
yapılıyordu. Sürekli ucuz köle arzı mümkün oldukça yeni üretim teknikleri ile iĢgücü maliyetini
düĢürmeye gerek yoktu. Köleler teknolojik geliĢmeyi baĢarma imkânına sahip olsalar bile,
teknolojik ilerlemenin daha yüksek bir gelir düzeyi ya da daha az çalıĢma Ģeklinde ortaya
çıkacak nimetlerinden yararlanma Ģansına sahip değillerdi. Buna karĢılık küçük bir imtiyazlı
sınıfın üyeleri, kendilerini savaĢa, yönetim iĢlerine, sanata, bilime ve gösteriĢ tüketimine
hasretmiĢlerdi.
16
5. ROMA EKONOMĠSĠNĠN GERĠLEMESĠ
Çok az konu Roma Ġmparatorluğu'nun çöküĢü kadar tarihçileri yakından ilgilendirmiĢtir. Birçok
tarihçi ekonomik faktörlerin çöküĢün kritik ve tayin edici nedeni olduğu konusunda
birleĢmiĢlerdir. Ġmparatorluğun son dönemlerinde giderek artan bir problemi Romalıların barbar
olarak nitelendirdikleri Germenlere karĢı kuzey sınırlarının korunmasıydı. M.S. 3. yüzyıla kadar
Roma'nın askerî üstünlüğü tartıĢma götürmezdi. Hatta 5. yüzyılın baĢlarında bile küçük Roma
birlikleri büyük barbar ordularını mağlup edebiliyorlardı. Fakat üstünlük marjı giderek
daralıyordu. Barbarların artan askerî yetenekleri, Roma'nın mukayeseli üstünlüğünün azalmasına
yol açıyordu.
Harcamalar artar ve vergi ihtiyacı yükselirken, verginin kaynağı ise süratle aĢınıyordu. 300‟lerde
imparatorluğun doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla ekonomik bakımdan daha zengin olan
doğu eyaletleri kaybedilmiĢti. Ġçteki siyasî karıĢıklıklar, sınırdaki güvensizlikler iktisadî
faaliyetlerin felce uğramasına yol açmıĢtı. Tarlalar iĢlenemiyor, atölyeler iĢletilemiyor, ocaklar
çalıĢtırılamıyordu. Karayolları bakımsızdı, denizler korsanlarla doluydu, ticaret sekteye
uğramıĢtı. Ekonomik faaliyetlerdeki bu gerilemenin beraberinde getirdiği kıtlıklar ve salgınlar,
savaĢlardan daha fazla olarak insanların kırımına yol açarak imparatorlukta bir iĢgücü kıtlığının
doğmasına da neden olmuĢtu.
Ticaretin sekteye uğraması Ģehirlerin gerek duydukları malları temin etme ve ürettikleri malları
satma imkânlarından mahrum kalmaları sonucunu doğurmuĢtu. Ürettikleri malları satamayan
Ģehir sanayileri üretimlerini azaltmıĢtı. Öte yandan Doğu ile yapılan dıĢ ticaretin sürekli açık
vermesi, bu açığın kıymetli maden ihracı ile karĢılanmasını gerektiriyordu. Ġmparatorluk
karĢılaĢtığı yeni malî güçlükler karĢısında bu ticareti sürdürme imkânından da yoksun kalmıĢtı.
Böylece bir yandan Ģehirle kır, öte yandan da bölgeler arasındaki ekonomik bağımlılık yerini
bölgesel yeterliğe bırakmıĢtı.
Malî problemlerini çözme konusunda vergi gelirleri yetersiz kalan devlet bir çare olarak paranın
ayarıyla oynadı ve değerini sürekli düĢürdü. Üçüncü yüzyıl boyunca süren bu ayarlamalar,
yüzyılın sonunda denarius'un satın alma gücünün enflasyondan önceki değerinin yüzde birine
düĢmesine yol açtı. Buna karĢılık maksimum fiyatları ve ücretleri belirleyerek duruma bir çözüm
getirilmeye çalıĢıldı, ancak bu da baĢarısız oldu. Enflasyon, bakır paralar tamamen değersiz hâle
gelinceye kadar devam etti. Dördüncü yüzyılın sonunda çok az gümüĢ ve bakır para basıldı.
Sonuçta imparatorluk tamamen altın bir para sistemine geçti. Ġmparatorluğun çöküĢ döneminin
iki önemli ekonomik problemi enflasyon ve para ayarının bozulmasıydı. Bu hızlı enflasyon
17
karĢısında bir çare olarak vergilerin ürün ya da hizmet Ģeklinde toplanması yoluna gidildi.
Vergiler aynî olarak toplanınca, ödemeleri de aynî yapma zorunluluğu doğdu. Askerler ve
memurlar maaĢlarını ve bir kısım Ģehir halkı sosyal yardımlarını aynî Ģekilde almaya baĢladılar.
Böylece piyasa ekonomisi kaynak dağılımını düzenleme, para ise bir değiĢim aracı olma
fonksiyonunu önemli ölçüde kaybetti.
Ekonomik hayatın her yönünü etkileyen bu müdahaleci iktisat politikası çok çeĢitli bürokratik
kontrol mekanizmalarını kapsıyordu. Öncelikle esnafın ve tüccarın meslekî özgürlüğü kısıtlandı.
BaĢkentin yiyecek ihtiyacını karĢılayan tüccar ve gemi sahipleri bir dernek hâlinde örgütlenerek
bazı vergi bağıĢıklıklarını da kapsayan ayrıcalıklar tanındı ve buna karĢılık meĢguliyetleri
babadan oğluna geçer hâle getirildi. Aynı Ģekilde vergi gelirlerinin daha kolay toplanabilmesi
için her meslekten esnafın bir esnaf cemiyetine girmesi zorunlu kılınarak esnaf cemiyetleri resmî
birer devlet organına dönüĢtürüldü. Esnaf üyesi bulunduğu bu derneği terk edemezdi. Bu
kiĢilerin servetlerinin aynı meslek grubu içinde kalabilmesi için evlenme hakları kısıtlandı ve
çocukların baba mesleğine devamı zorunlu hâle getirildi.
Aynı bürokratik kontrol mekanizmaları, tarım sektörüne de uygulandı. Köylerden Ģehirlere göçü
önlemek ve kırsal kesimden tahsil edilen vergileri garanti altına alabilmek için çiftçileri
bulundukları topraklara bağlayıcı bazı tedbirler getirildi. Özellikle latifundiya'larda köle
iĢgücünün yanında serbest sözleĢme ile çalıĢan köylüler bulundukları toprakları terk edemez
oldular.
Bütün bu geliĢmelerin sonucunda Roma Ġmparatorluğu gibi dünya çapında bir siyasî-ekonomik
birliğin vatandaĢlarına sağladığı kazançlar azaldı; vergiler arttı; devletin ticarete verdiği destek
kayboldu. Bölgesel küçük birlikler, Roma Ġmparatorluğu'ndan daha fazla güvenlik sağlar hâle
geldi. Devletin koruma sağlama fonksiyonunu tam olarak yerine getirememesi, mahallî güçlerin
bu boĢluğu doldurmasına; adli, malî ve hatta siyasî bağımsızlık kazanmalarına neden oldu. Batı
Roma Ġmparatorluğu'nun 476'da Cermen istilacılar karĢısında yıkılması, bu süreci tamamladı ve
Batı Avrupa'da küçük ölçekli siyasî-ekonomik birliklerin Ortaçağ boyunca bin yıl sürecek
egemenliğini baĢlattı.
Yalnız imparatorluğun Doğu ve Batı bölgeleri farklı bir geliĢme seyri izledi. Doğu
Ġmparatorluğu bin yıl daha varlığını sürdürebildi. Bu farklılığın çeĢitli nedenleri vardı. Doğu
eyaletleri Batı‟ya göre daha zengin ve yoğun nüfuslu olduğundan imparatorluğun savunma
harcamalarını ve bürokratik yükünü daha kolaylıkla taĢıyabildiler. Ayrıca Doğu eyaletleri, ihraç
edilebilir bir tahıl fazlasına ve mâmul mallara sahipti.
18
SONUÇ
Bu bölümde Akdeniz‟i çevreleyen topraklarda ortaya çıkan Ġlkçağ uygarlıklarının ekonomik
performansları ile yapısal özellikleri değerlendirilmiĢtir.
ERKEN ORTAÇAĞ’DA AVRUPA TOPLUM VE EKONOMĠSĠ
1. AVRUPA’NIN COĞRAFÎ ÖZELLĠKLERĠ
Avrupa toprakları önemli coğrafî farklılıklar gösteriyordu. Kuzeye doğru Pirene'lerden baĢlayıp
Atlantik ve Baltık kıyıları boyunca Rusya'ya kadar uzanan bölgesi ovalarla kaplıydı. Bu
kısımlardan içeriye doğru kuzey ile güneydeki Akdeniz toprakları arasında sınır teĢkil eden bir
dizi dağ ve tepe silsilesi bulunuyordu. Kuzey ve Akdeniz Avrupası arasındaki bu sınır iklim
farklılıkları ile birleĢince, Avrupa'yı iki ayrı coğrafî bölgeye ayırıyordu.
Kuzey Avrupa maden kaynakları bakımından zengindi. Demir ve kömür gibi iki önemli madenin
baĢlıca kaynakları Ġngiliz adalarının merkezinden baĢlayarak Belçika ve Kuzey Fransa ile Orta
Ren topraklarından doğuya doğru uzanan bir kemer üzerinde bulunuyordu.
Kuzeybatı Avrupa‟nın iklimi Akdeniz‟den daha nemlidir. YağıĢlar yıl içinde düzenli olarak
dağılmıĢtır. Çünkü Kuzeybatı Avrupa Atlantik‟ten esen rüzgârlara açıktır. Bu durum yazla kıĢ
arasındaki sıcaklık farklarının da daha az olmasını sağlar. Doğuya doğru gidildikçe Atlantik‟in
bu etkisi azalır. KıĢlar daha soğuk, yazlar ise daha sıcak olur. Almanya ve Elbe‟nin doğusu,
ılımlı Batı iklimi ile Ģiddetli Doğu Avrupa iklimi arasında bir geçiĢ alanıdır.
Ġklim ve topoğrafi, Kuzeybatı Avrupa‟nın büyük bir bölümünün yoğun bir ormanla kaplı
olmasını sağlamıĢtı. Kıyı bölgelerindeki geniĢ ovaların düz olması sayısız bataklıklara neden
olmuĢtu. Bazı kurutma çareleri geliĢtirilemediği sürece ova bölgelerini, kıĢ yağmurları ve don
olayları baĢlamadan ürünlerin yetiĢmesine imkân verecek Ģekilde ilkbaharın baĢlarında kurutmak
mümkün değildi. Roma zamanında ve daha önceki zamanlarda tarım, yalnız kuru bölgelerde ve
yoğun ormanlarla kaplı olmayan kısımlarda yapılıyordu. Kuzey Avrupa‟nın iklim Ģartları,
Ortaçağ çiftçisinin tarım sisteminin Akdeniz'in çok daha eski olan sistemiyle karĢılaĢtırıldığında
bazı önemli farklılıklar göstermesine yol açmıĢtı. Kuzey Avrupa‟nın nispeten bol yağmurları
yılın büyük bir bölümünde zengin bir yeĢil bitki örtüsüne imkân verdiğinden tarım hayvanları
arasında atlar ve sığırlar büyük yer tutuyordu. Oysa Akdeniz‟de ağırlık eĢekler, koyunlar ve
keçilerdeydi.
19
2. ORTAÇAĞ AVRUPA TOPLUMU VE ORTAÇAĞ’IN EKONOMĠK DÖNEMLERĠ
Ortaçağ'da Avrupa toplumu, her bölgede farklı ölçüde dağılmıĢ olan üç etkiye tâbi idi:
1. Ġlk etki karmaĢık kültürü, kurumları ve gelenekleri ile Roma'nın mirasının etkisi idi. Bu etki
kıtanın güney ve güneydoğu bölgelerinde daha belirgindi.
2. Ġkinci etki, Avrupa topraklarına yerleĢen ve yerli halkla kaynaĢan, ancak bazı karakteristik
özelliklerini de koruyan Cermen istilacılarının etkileri idi. Bu etki ise kuzeyde daha belirgindi.
3. Üçüncü etki evrensel kilise kurumlarından kaynaklanıyordu. Kilisenin etkisi din, politika ve
ekonomide hissedilmekteydi.
Roma Ġmparatorluğu döneminde medenî Avrupa, Roma'nın egemenliği altında olan Akdeniz
Avrupası ile sınırlıydı. Roma Ġmparatorluğu'nun egemenlik alanları dıĢında kalan Avrupa'nın
kuzey kısımlarında ise barbar Cermen aĢiretleri yaĢıyordu.
Ortaçağ Avrupası‟nda önemli bir ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasal müessese de kiliseydi.
Kilise eğitimin tek merkeziydi. Pek çok manastır Ortaçağ'da aynı zamanda önemli tarım üretim
merkezleriydi. Kilise bir yandan yüksek bürokrasiyi temsil ediyor, öte yandan da önemli ölçüde
maddî servete sahip bulunuyordu. Sahip olduğu geniĢ bürokratik kadrolar ve maddî servetler,
kiliseye tüm Avrupa ölçeğinde bir devlet gibi fonksiyon görme imkânını veriyordu.
YaklaĢık 1000 yıllarından baĢlayarak 14. yüzyılın baĢlarına kadar (İleri Ortaçağ) yaygın ve
hızlı bir ekonomik kalkınma görüldü. Feodalizmin tam olarak kurumsallaĢtığı bu dönemde
nüfus, ziraî ve sınaî üretim ve ticaret büyüdü; Ģehirler canlandı; kültürel bir geliĢme oldu. Batı
feodal ekonomisi, Müslümanlara karĢı haçlı seferleri ile Avrupa içinde göç ve kolonizasyon
faaliyetleri ve dıĢarıda ticarî üsler kurma Ģeklinde görülen çarpıcı bir geniĢleme gösterdi.
3. TARIM
19. yüzyıldaki sanayileĢme dönemine kadar tarım, hem üretim hacmi ve hem de istihdamdaki
payı itibariyle dünyanın her yerinde en önemli sektördü. Ancak Ortaçağ Avrupası‟nda tarımın
yeri çok daha önemliydi.
3.1. Mâlikâne
10. yüzyılda Avrupa'nın pek çok kısmı mâlikâne olarak bilinen küçük siyasî-ekonomik birimlere
ayrılmıştı. Bir Ģato ve çevresindeki topraklardan oluĢan mâlikânenin amacı köylünün
güvenliğini, aristokrat sınıfın ise otoritesini ve geçimini sağlamaktı. Kanun ve düzen yalnız
20
mâlikâne sınırları içinde geçerliydi. Toprak boldu, fakat yeterli iĢgücünün ve güvenliğin mevcut
olması hâlinde bir üretim faktörü olarak iĢe yaramaktaydı.
Bir Ģatonun bölünmezliği nedeniyle, koruma ve güvenlik hizmetinin sağlanmasında baĢlangıçta
ölçek ekonomisi kuralları geçerliydi. Mâlikânede yaĢayan insanların sayısı arttıkça güvenlik
hizmetinin ortalama ve marjinal maliyeti azalmaktaydı. Ancak bir noktadan sonra mâlikâne
sahibinin koruduğu kiĢilerin sayısı daha da artarsa, Ģatoya daha uzak alanlarda tarım yapılması
gerekeceğinden savunma hizmetinin maliyeti yükselmekteydi. Yani savunma hizmeti önce
alçalan, sonra yükselen bir maliyet eğrisi gösteriyordu. Bir mâlikâne için en etkin ekonomik
büyüklük, güvenlik sağlamanın marjinal maliyetinin korunması sağlanan son iĢgücünün ürettiği
üründen lordun vergi Ģeklinde aldığı payın değerine eĢit olduğu noktaydı.
3.2. Ağır Saban ve Açık Tarla Sistemi
Mâlikânenin toprakları dört bölümden meydana geliyordu: YerleĢim yeri, tarlalar, çayırlar ve
koruluk ile ormanlar. Tarlalar mâlikâne halkının beslenmesini sağlayan ürünlerin yetiĢtirildiği
yerlerdi. Tarla tarımı Avrupa'nın kuzey ve güney kısımlarında farklı özellikler gösteriyordu.
Akdeniz Avrupası kuru bir iklime ve yumuĢak topraklara sahip olduğundan temel tarım aracı bir
çift öküzle çekilen ve toprağı adeta tırmıklayan hafif bir sabandan ibaretti. Bu saban toprağı
altüst etmiyor, yalnızca gevĢetiyordu. Bu yüzden toprağın çapraz olarak ikinci defa sürülmesi
gerekli oluyordu. Çünkü ancak bu Ģekilde toprak ezilerek nemin muhafazası ve toprağın altında
bulunan ürün için yararlı maddelerin yüzeye çıkması sağlanıyordu.
Ağır saban, muhtemelen M.S. 6. yüzyılda Slavlar tarafından kullanılmaya baĢlanmıĢtı. Bu
sabanın daha sonra Kuzey Fransa'da, Ġtalya'nın Po vadisinde ve Ġngiltere'de yaygınlaĢtığı ve 10.
yüzyıla gelmeden Kuzey Avrupa'nın ormanlık bölgelerinde genel bir uygulama hâline geldiği
tahmin edilmektedir. Ağır saban, hafif sabana göre daha fazla sürtünmeye yol açtığından
çekilmek için çoğunlukla 8 öküze gerek gösteriyordu. Ancak çok az çiftçi bu sayıda öküze sahip
bulunuyordu. Bu yüzden birkaç çiftçinin öküzlerini bir araya getirerek bir sürüm ekibi
oluĢturmaları gerekiyordu.
Hafif saban çapraz sürümü gerektirdiğinden Akdeniz Avrupası‟nda tarlalar genellikle kare ya da
kareye yakın dikdörtgen Ģeklindeydi. Kalabalık bir koĢum hayvanı grubu tarafından çekilebilen
ağır sabanda ise tarlanın sonuna gelindiğinde geri dönüĢler zor ve zaman alıcı olduğundan gün
içindeki geri dönüĢ sayısını en aza indirebilmek için tarlalar oldukça uzun çizgiler hâlinde
düzenleniyordu. Bu nedenle Kuzey Avrupa‟da tarlalar belirli sayıda dar ve uzun çizgiden
oluĢuyordu.
21
Tarlaların alanı geniĢledikçe ekili tarlalarda çitlenmesi gereken çevrenin uzunluğu daha düĢük
oranda artacağı için dönüm baĢına çitleme masrafları, nadas topraklarda yapılan hayvan
otlatmasında ise sürü büyüdüğü için hayvan baĢına düĢen gözetim maliyeti azalıyordu.
Bu büyük tarlalardan nadasa bırakılan kısımların etrafı, hayvanların serbestçe otlamaları ve
gübrelerini bu topraklara bırakmaları için çitlenmiyordu. Ekim yapılan kısımlar ise hayvanlara
karĢı korunmak üzere çitleniyor ve tarla içinde her bir çizgi lordun ya da köylülerin paylarını
oluĢturuyordu. Tarla içinde sahipleri farklı çizgiler arasında kiĢisel mülkiyetin sınırlarını
gösteren herhangi bir engel bulunmadığından açık tarla sistemi denilen bu uygulama,
baĢlangıçta yalnızca yeni açılan topraklarda benimsenebildi.
Açık tarla sisteminde lord ve köylülerin paylarını oluĢturan çizgiler, büyük blok tarlalar arasında
dağılmıĢ bir halde bulunuyordu. Her bir köylünün iĢletmesi muhtemelen 25 veya daha fazla
çizgiden oluĢuyordu. Bu uygulamanın nedenleri ile ilgili açıklamalar iki grupta toplanabilir.
Birinci görüĢe göre bu uygulama, hem tek bir merkezî tarlada üretim yapmanın riskini önlemeyi
amaçlayan bir sigorta sistemiydi; hem de köy topluluğunun her üyesine kalitesi ve yerleĢim
yerine uzaklığı farklı topraklardan eĢit pay verilmesini sağlıyordu.
Ġkili tarla rotasyonunun uygulandığı mâlikânelerde, tarlaların bir bölümüne kıĢ ekimi yapılıyor,
diğer bölümü ise üretkenliğini yeniden kazanabilmesi için boĢ bırakılıyor, yani nadasa
ayrılıyordu. Ertesi yıl nadasa ayrılan tarlada ekim yapılıyor, ekilen kısım ise nadasa
bırakılıyordu. Bu uygulama, ġarlman döneminden itibaren Sen ve Ren nehirleri arasındaki
verimli topraklarda yerini üçlü tarla rotasyonu denilen yeni bir sisteme bıraktı. Bu sistemde ise
tarlalar üç ana kısma ayrılıyordu.
3.3. OrtaklaĢa Tarım
Ortaçağ tarımının nihaî bir özelliği de tüm ziraî faaliyetin köy topluluğu tarafından sıkı bir
Ģekilde kontrolünü ve ortaklaĢa olarak yürütülmesini gerekli kılmasıydı. Sürüm, ekim, biçme ve
harman zamanı her topluluk tarafından geleneklere, iklim Ģartlarına ve diğer faktörlere bağlı
olarak düzenleniyordu.
Tek tip ürün tarımının yapılması zorunluydu. Çünkü ürün kaldırıldıktan sonra aynı günde
hayvanların tarlalara salınması gerekiyordu.
3.4. Sosyal Yapı
Ortaçağ'da toprak üzerinde yaĢayan insanlar arasında karıĢık bir sosyal ve hukukî farklılaĢma
22
vardı. Temel farklılık, toprağı iĢleyen insanlarla statüleri dolayısıyla çeĢitli gelirlere hak kazanan
lordlar arasındaydı. Yönetici sınıf yani feodal aristokrasi toplumun % 5‟inden de azını meydana
getiriyordu. Aristokrat sınıfın bir üyesi olan lordun tek veya birçok mâlikânesi olabilirdi. Bazı
hallerde tek bir ziraî birliğin, iki veya daha çok sayıda lord arasında bölünmesi de söz
konusuydu. Feodal müesseseler kuvvetlendikçe bu tip uygulamalar az rastlanır hâle geldi.
Hiç Ģüphesiz bu yükümlülüklerin en ağır ve önemlisi angarya idi. Ortaçağ baĢlarında mâlikâne
lordunun ekili alanın bir bölümünün ürününü kendisine ayırması en doğal hakkı idi. Lordun
doğrudan yararlandığı bu topraklara rezerv deniyordu. Bu toprak ayrı bir yerde etrafı çitlenmiĢ
halde toplu olarak bulunabileceği gibi açık tarla sisteminde köylülerin toprakları arasında
dağılmıĢ bir Ģekilde de olabiliyordu.
Rezervin alanı tarım yapılan mâlikâne topraklarının üçte biri ile dörtte biri arasında
değiĢmekteydi. Lorda ait bu toprakların iĢlenmesi için gerekli iĢgücü, köylüler tarafından lorda
karĢı yükümlülüklerinin bir parçası olarak angarya Ģeklinde karĢılanıyordu. Bir bütün iĢletmeye
sahip olan her köylü rezervde genellikle haftada üç gün çalıĢmak ve bu iĢ için gerekli saban,
öküz ve aletlerden kendi payına düĢeni getirmek zorundaydı.
Mâlikânede doğrudan lorda ait topraklarda iĢgücünün angarya Ģeklinde sağlanması, pazarın
yokluğunun ya da sınırlılığının zorunlu kıldığı bir çözümdü. Lordun tüketmek istediği mallar
demetini, organize bir pazar aracılığıyla elde etmesi güçtü. Böyle bir durumda iĢgücünün tahsisi
yoluyla bu mallar daha düĢük maliyetlerle sağlanabilirdi.
Serfin angarya dıĢında lorda karĢı baĢka yükümlülükleri de vardı: Kümes hayvanı ve yumurta
verme, bazı özel ödemeler yapma bu yükümlülükler arasındaydı. Meselâ kızının evlenmesi
hâlinde köylü, lorda belirli bir ödemede bulunurdu. Özellikle bir diğer ağır yük, serf öldüğü
zaman en iyi hayvanını lordun mirastan pay olarak almasıydı.
Serf aynı zamanda toprağa bağlı olup lordun izni olmadan toprağını terk edemezdi. Kaçan bir
serf bulunduğu yerden zorla geri getirilebilirdi. Serf, yine kendi mâlikânesinden bir serfle
evlenebilirdi; hür bir kadınla ya da baĢka mâlikâneye mensup biriyle evlenmesi lordun iznine
bağlıydı. Serf ürününü lordun değirmeninde öğütürdü. Aynı Ģekilde lordun fırını ve üzüm
cenderesi de tekel niteliğindeydi. Serf, ayrıca mâlikâne ekonomisinin gerek gösterdiği posta
hizmetleri gibi bazı küçük görevleri de yerine getirirdi.
Serf köylü bu yükümlülüklerine karĢılık, kendisine ait küçük iĢletmesinden elde ettiği ürüne
sahip olabilirdi ve ölümü hâlinde bu iĢletme parçalanmaksızın bir bütün olarak çocuklarına
23
geçerdi.
Ortaçağ mâlikânesindeki serf köylü ile lord arasındaki bu iliĢkilerin niteliği önemli tartıĢmalara
yol açmıĢtır. Serfliğin bir kurum olarak sözleĢme niteliği taĢıdığı iddia edilmiĢtir. Buna göre
serf-lord iliĢkisi, aynî ve nakdî ödemeler ve bazı Ģahsî hizmetler karĢılığında korunma ve
adaletin sağlandığı eĢit taraflı bir ticaret olarak düĢünülebilir.
Öte yandan varlığı ileri sürülen bu serf-lord sözleĢmesi nasıl uygulanacaktı. Çünkü bu
sözleĢmeyi âdil olarak uygulayacak bir üçüncü taraf mevcut değildi. Mâlikâne mahkemesine
lordun kendisi ya da temsilcisi baĢkanlık ediyor ve kararlar yazılı olmayan mâlikâne geleneğine
göre alınıyordu. Yani sözleĢmeyle ilgili konularda lord, karar veren taraf durumundaydı. Böyle
bir sistem lordun serfi istismarına son derece elveriĢliydi.
Serf-lord iliĢkilerini bir sözleĢme olarak düĢünen görüĢü tamamen reddetmek de mümkün
değildir. Uygulamada lordun gücünü sınırlayan bir unsur vardı. Bu unsur emeğin kıt bir üretim
faktörü olmasıydı.
4. TĠCARET
Roma Ġmparatorluğu'nun son dönemlerinde Doğu ile sürekli büyüyen ticaret dengesizliği,
önemli bir ekonomik problemdi. Ekonomik açıdan daha ileri olan ve Batı'nın talep ettiği ipek,
baharat, mücevher ve hububatı sağlayan Doğu'ya karĢı Batı'nın köle dıĢında satabileceği bir malı
yoktu ve bu yüzden ithalatını altınla ödemek zorundaydı. Sonuç, altın rezervlerinin Doğu'da
birikmesi ve Batı‟nın ithalatının karĢılığını ödeyemez duruma gelmesiydi. Buna ek olarak 476'da
Akdeniz bölgesinin siyasal birliği kaybolunca, bazı iktisat tarihçileri 5. yüzyılda Akdeniz'in iki
ucundaki büyük ticaretin sona erdiği kanaatine vardılar.
Bu görüĢe iki bilim adamı -Alfons Dopsch ve Henri Pirene- itiraz ettiler. Dopsch, Cermen
istilacıların barbar oldukları görüĢüne karĢı çıktı ve onların bir zamanlar sanıldığından daha
medenî olduklarını ileri sürdü. Barbar krallıkları mevcut yönetimi ve imparatorluğun ticaretini
kesintiye uğratmamıĢlar, aksine devraldıkları Romalıların ticarî hayatını bir miras olarak
korumuĢlardı.
Pirenne‟in bu tezinin ana kanıtlarından biri, Avrupa'ya hâlâ Mısır'da yapılan papirüsün ithal
edilebilmesiydi. Pirenne‟in Doğu ile Batı Akdeniz arasındaki ticaretin devamlılığına dair bir
diğer dayanağı Frank krallarının para sisteminin, Roma ve Bizans para sisteminin aynı
olmasıydı. Nitekim altın paraları solidus, gümüĢ paraları ise denarius'du. Tüccarlar, Avrupa'ya
Doğu Akdeniz mallarını getirdiler ve bunlara karĢılık Cermen kabilelerinin kendi içlerindeki ve
24
Slavlarla savaĢlarının bir sonucu olarak bol miktarda bulunan köleleri götürdüler. 570'lerden
sonra Akdeniz bölgesinde ticaret 8. yüzyılın baĢlarına kadar geniĢleyerek devam etti.
Sekizinci yüzyılın baĢlarında ekonomik bir durgunluk baĢlamıĢ; üretim mâlikânelerde toplanmıĢ;
adeta doğal bir ekonomiye dönülmüĢtü. Bunun bir açıklaması Müslümanların 641'de Mısır'ı ele
geçirmelerinden sonra, Bizans'a HabeĢistan'dan altın akımının kesilmesiydi. Artık Bizans'tan da
Batı'ya altın gelmiyordu. Para olarak gümüĢ altının yerini almıĢtı. Altın paranın piyasadan
kaybolması ticaretin yokluğunun bir iĢaretiydi.
Pirenne'in tezine pek çok eleĢtiri yapıldı. Robert S. Lopez, Müslüman ilerlemesinin kültürel
olarak Cermen istilalarından daha etkili olduğunu kabul etmekle birlikte ekonomik konularda
farklı açıklamalarda bulundu.
Lopez'e göre, Müslümanların ilerlemesiyle Akdeniz ticaretinin kesilmesi Ģeklinde derhal etkisini
gösteren bir sonucun ortaya çıktığını söylemek doğru değildir. Bu kopuĢ elli yıl kadar sonra oldu
ve sebebi de Bizans ile Ġslam Ġmparatorluğu arasındaki düĢmanlıktı.
Ancak F. Vercauteren, Pirenne'in bu açıklamalarının tamamen de bir tarafa atılamayacağını
belirtmektedir. Ona göre ticaret, 4. yüzyılın baĢından 9. yüzyılın sonuna kadar dalgalanma
göstermiĢtir. Akdeniz'de ticaret, 4. ve 5. yüzyılda azalmıĢ, 6. yüzyılda ve 7. yüzyılın baĢında
canlanmıĢ, 7. yüzyılın sonunda ve 8. yüzyılın baĢında yine azalmıĢ ve 9. yüzyıl boyunca da
muhtemelen bu düĢük seviyesinde kalmıĢtır. Cermen istilaları da, Müslümanların ilerlemesi de
ticaretin tamamen son bulmasına neden olmamıĢtır. Çünkü her ticarî gerilemenin yol açtığı
kayıplar, baĢka ticarî bağların geliĢmesiyle giderilmiĢtir. Kuzey'de ticaret 6. yüzyılda, 8. yüzyılın
sonunda ve 9. yüzyılda canlanmıĢtır. Bu canlanma Vikinglerin, Rusya kanalıyla Ġskandinavya ile
Ġstanbul arasında kurdukları ticarî bağlardan kaynaklanıyordu.
Özet olarak, Karolenjler döneminde barbar krallıkları döneminde olduğundan daha Ģiddetli bir
ticarî depresyon yaĢandığı tezi bugün kabul edilmemektedir. Ancak dönem boyunca Batı ve
Doğu Avrupa ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin, Batı'nın alım gücünü sağlayan altının azalması
sonucu gerilediği bir gerçektir. Fakat bu değiĢmenin çapı tartıĢmalıdır. Batı'da, Doğu malları için
mevcut efektif talep karĢılanmıĢ olmakla birlikte, imparatorluk Roması‟nın 250'lerdeki zengin
ticaretinin Ortaçağ'ın ilk yarısında kaybolduğu da bir gerçektir.
5. ġEHĠRLER VE SANAYĠ
Ticaret gibi Ģehir hayatı da Batı Roma Ġmparatorluğu'nun yıkılıĢını takip eden yüzyıllarda
küçüldü, fakat sönük bir Ģekilde de olsa ayakta kaldı. ġehirlere 5. yüzyılın istilacıları çok zarar
25
verdi: Çoğu yakıldı, bir kısmı yıkıldı ve harabe hâline geldi. Yine de pek az Roma Ģehri
tamamen tahrip oldu ve bir yerleĢim yeri olma özelliğini kaybetti ya da köye dönüĢtü. Pek çok
Ģehir ise ya kesintisiz Ģekilde devam etti ya da kısa bir kesintiden sonra yeniden Ģehir hâline
geldi.
ġehir hayatında devamlılığı sağlayan ikinci önemli unsur kilisenin kurumlarıydı. Hristiyanlık bir
Ģehirli diniydi ve onun organizasyonu devletinkine benziyordu. Katedraller pazara yakın bir
yerde bulunuyor ve pazar için bir güvenlik ve barıĢ garantisi sağlayarak tüccarı çevresine
çekiyordu. Altıncı ve 7. yüzyıllarda keĢiĢlik Batı Avrupa'da yaygınlaĢtı. Manastırlar, bir Ģehrin
duvarlarının dıĢında, fakat yakınında ikinci bir yerleĢim bölgesinde yarı Ģehirli bir topluluk
oluĢturuyorlardı. Bunların kuruluĢu yeni tüccar,
seyyah ve göçmen gruplarını buralara
çekiyordu. Manastırlar aynı zamanda önemli üretim bölgeleriydi. Onlar hububat, Ģarap, hayvan
ürünleri ve dokuma mâmulleri üretiyorlar ve fazlalarını pazarlarda satıyorlardı.
Roma Ġmparatorluğu‟nun son döneminde baĢlayan bu mahallî kendi kendine yeterlik,
Ortaçağ‟da mâlikâne sınırları içinde benzer bir otonomiye yerini bıraktı. Mâlikâne içinde
üretilemeyen bazı lüks mallar dıĢında tüm yiyecek ve mâmul mallarda kendi kendine yeterli
olma eğilimi çok fazlaydı. Mâlikâneler aynı zamanda birer sınaî üretim merkezi durumundaydı.
KumaĢ, kereste, tuz, demir araçlar büyük ölçüde serfler tarafından üretiliyordu. Köylüler
ürettikleri bu malların bir kısmını vergi olarak lorda veriyordu. Bazı mâlikânelerde iplik eğiren
ve kumaĢ dokuyan kadınların çalıĢtığı atölyeler bulunuyordu.
SONUÇ
Bu bölümde Karanlık Çağ veya Erken Ortaçağ olarak adlandırılan bir dönemde Avrupa‟da ortaya
çıkan siyasî geliĢmeler ve bunun ekonomik hayata etkileri ele alınmıĢtır. Bu dönemde Avrupa‟da
feodal bir siyasî yapı ve mâlikâneler ekonomisi geliĢmiĢtir.
26
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 10. HAFTA E-DERS NOTU
ĠLERĠ ORTAÇAĞ’DA AVRUPA EKONOMĠSĠ
1. SĠYASÎ ĠSTĠKRARIN SAĞLANMASI VE EKONOMĠK BÜYÜME
10. yüzyıl Avrupa‟sı fakir ve ilkel bir Avrupa olup sayısız kırsal birimden meydana geliyordu.
Bu birimler büyük ölçüde kendi kendine yeterli mâlikânelerdi. Halk manastırlarda dinî ve feodal
organizasyon içinde kendi dünyasına çekilmiĢti. Sanat, eğitim, ticaret, üretim ve iĢbölümü en az
seviyeye inmiĢti. Para kullanımı hemen hemen kaybolmuĢtu. Nüfus az, üretim kıt, yoksulluk
çoktu. Yalnızca savaĢçılık ve din adamlığı saygı gören mesleklerdi. ĠĢçiler aĢağılık serfler olarak
görülüyordu.
10. yüzyıl Orta ve Batı Avrupa'nın, istilacıların birbirini izleyen akınlarının yıkıcı etkilerinden
kurtuluĢ ve yeniden toparlanma dönemi oldu. Karolenj Ġmparatorluğu politik sahneden çekilince
yerini alan feodal prensipler çerçevesinde örgütlenmiĢ küçük devletler, egemenlik alanlarını
daha sıkı Ģekilde kontrol ederek siyasî istikrarı yeniden sağlamıĢlardı.
Tarihçiler bir dönem Ortaçağ'ı Roma‟nın ihtiĢamı ile Rönesans döneminin parlaklığı arasındaki
karanlık dönem olarak görmüĢlerdir. Aynı Ģekilde bazı iktisat tarihçileri de Ortaçağ‟ı durgun bir
ekonomik dönem olarak değerlendirmiĢlerdir. Bu yaklaĢımın aksine bugün, Ortaçağ'ın Avrupa
için dinamik bir ekonomik geniĢleme ve teknolojik yaratıcılık dönemi olduğu kabul
edilmektedir.
Belçikalı ünlü tarihçi Henri Pirenne tarafından geliĢtirilen açıklamaya göre, Avrupa'nın
gösterdiği geniĢleme dıĢ bir faktörün etkisiyle ortaya çıkmıĢtır. Bu dıĢ faktör, bir yandan Haçlı
seferleri sonucunda Akdeniz'in ticarete yeniden açılması, öte yandan da 11. yüzyıldan itibaren
Avrupa‟nın Bizans ve Ġslâm dünyasıyla ticarî iliĢkilerini geliĢtirmesidir. Böylece Kuzey Denizi
ve Akdeniz sahillerinde yeni Ģehirler doğmuĢ, ticaret yeniden canlanmıĢ, Asya ve Arap
dünyasından Avrupa‟ya teknoloji transferi sağlanmıĢtır. Bir grup iktisat tarihçisi ise Pirenne'in
tezini kabul etmeyerek açıklamalarını Avrupa toplumunun iç bünyesinden doğan faktörlere
dayandırmıĢlardır. Carlo M. Cipolla‟ya göre, dönem içinde gerçekleĢen ekonomik büyüme
daha fazla hayvan, su ve rüzgâr gücünden yararlanmayı ve böylece üretim girdilerini daha etkin
Ģekilde bir araya getirmeyi mümkün kılan teknik ve kurumların ortaya çıkmıĢ olmasının bir
sonucuydu.
27
2. NÜFUS
1000-1300 döneminde Avrupa nüfusu dünyanın diğer bölgelerinden daha hızlı arttı. Onuncu
yüzyıldan 14. yüzyılın baĢlarına kadar nüfus yavaĢ, fakat sürekli olarak arttı ve 1330 ve
1340‟lara doğru Avrupa‟nın nüfusu, 35-40 milyondan 80 milyona çıktı.
Ortaçağ‟da Avrupa nüfusunun iki önemli özelliği vardı. Ġlk olarak, Avrupa nüfusu genç bir
nüfustu. Ġkinci olarak da 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar süren artıĢlara rağmen Avrupa nüfusu
nispeten azdı. Avrupa nüfusu yüksek doğum oranı nedeniyle genç ve yüksek ölüm oranı
sebebiyle düĢük kalmıĢtı. ÇeĢitli kültürel faktörler sanayi öncesi dönem Avrupası‟nda
doğurganlığı sınırlamaktaydı. Sanayi öncesi Avrupa‟da doğum kontrolünün temel aracı evliliğin
sınırlanmasıydı. Avrupa'da hiç evlenmemiĢ insanların oranı diğer toplumlara göre daha yüksekti.
Avrupa'da Doğu toplumlarının aksine bekârlık yerilmek yerine övülmüĢtür. Aile iĢletmesinin
bütünlüğünü korumak ve ayrı bir ailenin masraflarından kurtulmak için evlilik geciktiriliyor ya
da tamamen engelleniyordu. Ortaçağ ve Rönesans Avrupası‟nda kızlar, genelde geç
evleniyorlardı. Kızların ortalama evlilik yaĢı 25‟in üzerindeydi. Evlilik yaĢının daha ileri olması
da doğum oranlarını düĢürüyordu.
Avrupa'da ölüm oranı da Ortaçağ'da oldukça yüksekti. Doğal ölümlerin büyük bir oranını
bebeklerle küçük çocuklar oluĢturuyordu. Yalnızca güçlülerin yaĢamasına imkân veren doğal bir
seleksiyon vardı. Özellikle de genç yaĢlarda, yoksulluğun ve tıbbî yetersizliğin bir sonucu olarak
ölüm oranı çok yüksekti. Gene de normal dönemlerde binde 38 veya 40‟lık doğum oranına
karĢılık ölüm oranı binde 35 veya 37 düzeyindeydi. Böylece nüfus yavaĢ da olsa artmaktaydı.
Ancak açlık ve salgın dönemlerinde ölüm oranı binde 250‟ye ve hatta 500‟e yükselebiliyordu.
Normal zamanlarda yavaĢ olarak artan nüfusun önü er ya da geç bir felâketle kesiliyordu.
3. ġEHĠRLERĠN DOĞUġU VE BÜYÜMESĠ
10 ve 12. yüzyıllarda Avrupa'da pek çok yeni Ģehir doğdu ve mevcut Ģehirler büyüdü. Bu
Ģehirler, duvarların ve mevcut otoritenin sağladığı korunmadan yararlanmak isteyen gezginci
küçük tüccarın ve esnafın geçici bir durak yeri olarak kaldığı sürece ekonomik açıdan önemli bir
fonksiyonları olmadı. Ancak 11. yüzyıldan itibaren gezginci tüccarın ve esnafın bu merkezlere
yerleĢmesiyle Ģehirler birer değiĢim ve imalat yeri hâline geldi. ġehirler birer değiĢim ve imalat
yeri hâline geldikten sonra süratle büyüdü. Bu dönemde Ģehir nüfusu, kırsal bölgelerden nüfus
göçüyle büyüdü. Ancak bu göçlere rağmen Ortaçağ Ģehirleri oldukça küçük nüfuslu Ģehirlerdi.
12. yüzyıl Avrupası‟nda 25 binin üzerinde nüfus barındıran Ģehir istisna idi. Şehirlerin
doğuşunun önemli siyasî sonucu, feodal olmayan bir yönetim şeklinin ortaya çıkmasıydı. Yeni
ticaret hukuku geliĢtirildi ve bazı vergilerin gelir olarak lorda bırakılması karĢılığında, Ģehir
28
halkının belirli bazı hürriyetler sağlandı. ġehrinin bu özerk siyasî yapısı, çevresindeki kırsal
hayatla tam bir tezat hâlinde geliĢmesine yol açtı. ġehrin duvarları farklı iki dünyanın sınırlarını
temsil ediyorlardı.
Sonuç olarak Ortaçağ Ģehrinin ve yeni Ģehirli sınıfın ortaya çıkıĢı, değerler sisteminde, yönetim
tiplerinde, kiĢisel durum ve iliĢkilerde, üretim ve değiĢimde, sosyal ve ekonomik hayatta önemli
değiĢmelere yol açtı ve modern Avrupa'nın temeli oluĢtu.
4. TEKNOLOJĠK VE KURUMSAL YENĠLĠKLER
4.1. Teknolojik DeğiĢmeler
Ortaçağ'la birlikte Batı dünyası,
teknik yeniliklerin hızla birbirini izlediği ve özellikle de
teknolojinin mekanik yönünün ağırlık kazandığı bir döneme girdi ve bu dönem Avrupa'nın
1500'lerden sonra dünyanın geri kalan kısımlarını istila etmesini, yağmalamasını ve
sömürgeleĢtirmesini mümkün kılan teknolojik yeterliği kazandığı bir dönem oldu. Altı ve 11.
yüzyıllar arasında ortaya çıkan teknolojik yenilikler daha çok tarımla alâkalıydı. Bu yeniliklerin
en önemlileri ağır saban, üçlü tarla rotasyonu ve yeni bir at koĢum sistemi ile çivili at nalıydı. Bu
yenilikler birbirlerine destek olarak 1100 yıllarından itibaren Kuzey Avrupa'da görülen ziraî
büyümenin temelini oluĢturdu. Böylece Kuzey Avrupa, Akdeniz‟in zenginliğine rakip ve
sonuçta onu da aĢan bir ziraî üretim merkezi hâline geldi.
Diğer bir önemli teknolojik değiĢme de su ve rüzgâr değirmenlerinin yaygınlaĢmasıydı. Onuncu
yüzyıldan su değirmenleri daha karmaĢık ve güçlü hâle geldi. Rüzgâr değirmenleri ise Avrupa'da
ilk kez 12. yüzyılın sonlarında görüldü. Su ve rüzgâr değirmenlerinin yaygınlaĢması ve
güçlerinin artması verimliliği arttırdı. Bunun dıĢında 10. yüzyılda Flandra'da geliĢtirilen dikey
tezgâhlar bir iĢçinin verimliliğini 3-5 kat arttırıyordu. 13. yüzyılın ikinci yarısında icat edilen
çıkrık ve gözlük de, zanaatkârlar ile bilim adamlarının verimliliğini büyük ölçüde arttırdı.
14. yüzyılın baĢlarında ilk ateĢli toplar ve mekanik saatler ortaya çıktı. Çinliler barutu 11.
yüzyılda biliyorlardı ama iç isyanlar korkusundan dolayı baruttan silah olarak yararlanmayı
düĢünmediler. Avrupalılar ise barutla ateĢli silahları icat ettiler. Gene 14. yüzyılın baĢlarında
muhtemelen Ġtalya ve Ġngiltere‟de ilk mekanik saatler icat edildi. Ġlk örnekler kaba ve bozulmaya
yatkın olup, sapmaların dakika düzeyine indirilmesiyle saatler süratle yayılarak güneĢ ve su
saatlerinin yerini aldı.
Ortaçağ'ın sonlarında gemi dizaynı ve inĢası ile gemicilik araçlarında önemli teknolojik
29
geliĢmeler oldu. Gemilerde yelkenler ve sabit dümenler küreklerin yerini aldı. Böylece
gemilerde daha büyük manevra ve doğrudan kontrol imkânı doğdu. 15. yüzyıldaki diğer bir
değiĢme, matbaanın Avrupa‟da yaygınlaĢmasıydı. Ġlk matbaa 9. yüzyılda Çin‟de icat edildi ve
10. yüzyılda yaygın bir Ģekilde kullanılmaya baĢlandı. Matbaa Avrupa‟ya ulaĢtığında, mekanik
bir kitle üretim aracına dönüĢtürülebildi ve kitapları ucuzlatarak bilgi ve eğitim alanında yeni
ufuklar açtı. Ortaçağ'daki yeniliklerin pek çoğu Avrupa dıĢında geliĢtirilmiĢ fikirlerin transferi
yoluyla gerçekleĢmiĢti. Örneğin ağır saban Slav orijinliydi. Rüzgâr değirmenleri Ġran icadıydı.
Ġplik yapımında kullanılan çıkrık Avrupa‟ya gelmeden yüzyıl önce 11. yüzyılda Çinliler
tarafından biliniyordu. Barut da bir Çin icadıydı. Avrupa büyük bir açık fikirlilikle bu yenilikleri
benimsedi. Yeni fikirlere açıklık baĢarının ana kaynaklarından biriydi
4.2. TeĢebbüs ve Kredi Alanındaki GeliĢmeler
Onbirinci yüzyıldan itibaren Avrupa'da panayırların düzenlenmesi, ticarî temsilcilerin
yaygınlaĢması, yeni muhasebe tekniklerinin doğuĢu, çek, ciro ve sigorta bu geliĢmelerden
birkaçıdır.Ama tasarruf sahipleri ya kendileri yatırım yaparlar ya da tasarruflarını iddihar
ederlerdi. Bu yüzden de ekonomi, iddiharın deflasyonist etkisinin ve prodüktif yatırımların
yetersizliğinin zararını çekiyordu. ġehirlerin geliĢmesi ile birlikte kredi mekanizması geliĢti. Bu
da tüketimi ve yatırımı teĢvik etti. Tasarrufların toplanarak prodüktif alanlara yöneltilmesi
amacıyla daha karmaĢık baĢka kurumlar da geliĢtirildi. Örneğin, Commenda sistemi ile A, B'ye
bir miktar sermayeyi bir iĢ için, genellikle de dıĢ ticaret iĢi için borç olarak veriyordu. B, iĢ
seyahatini tamamlayıp geri döndüğünde A‟ya hesap veriyordu. Eğer bir zarar söz konusuysa bu
zararlar A'ya yükleniyor; bir kâr söz konusuysa dörtte üçü A'ya, dörtte biri B'ye ait oluyordu.
Eğer B, bir miktar sermaye de koymuĢsa kâr, sermaye oranlarına göre paylaĢtırılıyordu. Böylece
B seyahat edip iĢ yaparken, A evinde kalıyor ve B dönünceye kadar iĢle ilgilenmiyordu.
Commenda'nın ekonomik önemi, toplumun likit fona sahip tüm üyelerinin dolaylı yolla da olsa
üretim sürecine katılabilmesiydi.
Zamanla Commenda yerini daha geliĢmiĢ bir ortaklık Ģekli olan Kumpanya'ya bıraktı. Bu kan
bağına sahip kiĢiler arasında kurulan bir ortaklık Ģekli olarak doğmuĢtu. Fakat daha sonra
ortaklığın içine giderek yabancılar da alındı ve ilâve sermaye ihtiyacı mevduat yoluyla
karĢılandı. Bu durum, ticaretle bankacılık faaliyetlerinin birbirlerine yakınlaĢmasına neden oldu.
Poliçenin geliĢmesi bu iliĢkiyi daha da güçlendirdi. Poliçe, paranın bir bölgeden diğerine
transferinin güvenli bir aracıydı.
4.3. Para Alanındaki GeliĢmeler
8. yüzyılın son çeyreğinde ġarlman (penny) denilen parayı piyasaya sürdü. 1.7 gram ağırlığında
ve saf gümüĢten olup 12 tanesi eski paranın birine (shilling) eĢitti. Yeni penny'lerin 240 tanesi
30
ise 1 pound ağırlığında idi. Böylece Fransız Ġhtilâli‟ne kadar kıta Avrupası‟nda geçerli olan
aĢağıdaki iliĢki ortaya çıkmıĢtı: 1 pound = 20 shilling = 240 penny.
12. yüzyılın sonunda ve daha çok da 13. yüzyılın baĢlarında pek çok devlet penny'den daha
değerli paralar çıkarmaya baĢladılar. Cenova 1172 dolaylarında 4 penny değerinde gümüĢ bir
madenî para bastırdı. Piza, Floransa ve Venedik de kendi paralarını bastılar. Daha sonra Cenova
ve Floransa 1252'de ve Venedik 1284'te 3.5 gram ağırlığında saf altından genovini, florin ve
ducat olarak adlandırılan paralarını bastılar. Zamanla paraya olan talep arttı ancak 15. yüzyılın
sonuna kadar altın ve gümüĢ üretimi, para talebi kadar artmadı ve bu yüzden altın ve gümüĢün
değeri uzun dönemde arttı.
5. TARIM
1000 yıllarından itibaren baĢlayan ziraî geniĢleme iki Ģekilde kendini gösterdi. Ġlk olarak yeni
topraklar tarıma açıldı. Mâlikâne içindeki bataklıklar kurutularak, orman ve korular ise
temizlenerek tarla hâline getirildi, çayır ve meralar ekili alanlara dönüĢtürüldü. Hatta
Hollanda'da denize setler çekilerek de topraklar tarıma kazandırıldı. Onüçüncü yüzyıla kadar
toprak boldu ve ekonomi geliĢirken sınırlar sürekli geniĢliyordu. Ġktisatçılar, yeni topraklar
tarıma açıldıkça azalan verimlerin onu izleyeceğini düĢünürler. Bunun nedeni ekime ilk açılan
toprakların en iyi topraklar olması ve geniĢleme süresince üretimin daha verimsiz marjinal
topraklara doğru kaymasıdır. Bu durum Avrupa'da 13. yüzyılın ortasında geçerliydi. Oysa 10.
yüzyıldan 12. yüzyıla kadar süren geniĢleme, marjinal verimlilikte artıĢa bile yol açmıĢtı. Çünkü
daha önceki yüzyıllardaki anarĢik ortam nedeniyle insanlar, toprakların en verimli olduğu
bölgelerde değil de en kolay savunulabildiği tepeler ve geçitlerde tarım yapıyorlardı. Nüfus
arttıkça ve toplumsal istikrar geliĢtikçe ekime açılan topraklar, daha önce ekilenlerden daha
verimli topraklardı. Ekonomik canlılığının diğer çarpıcı örneği Alman geniĢlemesiydi. Elbe
nehrinin doğusunda Slav kabilelerinin yaĢadığı bölgeler, Avrupalılar tarafından iskân edildi ve
doğuya doğru gerçekleĢen bu geniĢleme de Avrupa'da ziraî üretim artıĢını destekledi
6. TĠCARETĠN BÜYÜMESĠ VE ÇEġĠTLENMESĠ
10 ve 11. yüzyılda şehirlerin gelişmesiyle birlikte ticaretin hacmi ve ticaret konusu olan malların
sayısı önemli ölçüde arttı. Özellikle Akdeniz ötesinden yapılan ithalat önemli ölçüde artmaya
baĢlamıĢtı. Doğu-Batı ticaretine hâlâ Uzakdoğu'dan baharat, Çin'den porselen, Bizans'tan ipekli
kumaĢlar gibi lüks mallar hâkimdi. Kuzey Afrika'dan ham yün, Ortadoğu'dan Ģap ve boya
maddeleri, Avrupa limanlarına geliyordu. 13. yüzyılda bu ticaretin dengesi önemli bir değişme
geçirdi. Avrupa'nın Doğu'ya ihracatı köle ve kıymetli madenlerden ibaretti. Doğu Akdeniz ise
Avrupa'nın yüksek sınıflarının talep ettiği mâmul malları ihraç ediyordu. 12. yüzyıldan itibaren
31
ise dokuma ve madenî eĢya ihracatı, kereste, Ģap, ipek ve baharat ithalatı ile karĢılanırken, altın
çıkıĢı daha küçük oranlara indi ve ihracatı zamanla iĢlenmiĢ ya da mâmul mallardan ibaret
olmaya baĢladı.
Avrupa içinde Kuzey ile Güney bölgeleri arasında ticaret oluyordu. Ortaçağ'da bu ticaret,
özellikle de Almanya ve AĢağı Ülkeler ile Ġtalya arasındaki ticaret karadan gerçekleĢiyordu.
Akdeniz ve Kuzey denizi arasındaki deniz yolu tehlikelerle doluydu. Bu yüzden Alp geçitleri,
Cebelitarık boğazından daha yoğun bir ticarî trafiğe Ģahit oluyordu. Karolenj döneminde
tüccarlar baĢta Suriyeliler ve Yahudiler olmak üzere yabancılardı. Onuncu yüzyılda ticaretin
canlanması ile Avrupalı tüccarlar daha önemli olmaya baĢladı.
7. SANAYĠ
Ġmalat faaliyetleri Erken Ortaçağ'da mâlikânelerde toplanmıĢtı ve genellikle temel mesleği
çiftçilik olan kiĢilerce ek gelir kaynağı olarak yürütülüyordu. En
yaygın sanayi kolu
dokumacılıktı. KumaĢ her yerde üretiliyordu fakat 11. yüzyıldan itibaren bazı bölgeler, bu
alanda ihtisaslaĢmaya baĢlamıĢtı. Yün en önemli hammadde, yünlü kumaĢ en önemli mâmul
üründü.
Dokuma endüstrisine göre daha küçük, fakat ekonomik açıdan daha önemli bir sanayi kolu
metalürji ve onunla ilgili yan faaliyetlerdi. Ortaçağ'da ucuzlayan demir, silah ve zırhlara ek
olarak artan ölçüde çeĢitli araçların yapımında da kullanılmaya baĢlandı. Demirin bollaĢarak
ucuzlamasının nedeni, Kuzey Avrupa'da demir cevheri ve özellikle de odun kömürü
kaynaklarının daha zengin olmasıydı. 14. yüzyıla doğru hava tazyikli modern ocaklar, metalürji
sanayiinde ve hammaddeyi sağlayan madenlerde Roma dönemindeki hür iĢgücünün kullanılması
geliĢmeyi arttırdı. Ġngiltere‟de demir üretiminde 1350 ile 1550 arasında verimlilik 7-8 kat
artmıĢtı. Diğer önemli bir sanayi kolu dericilikti. Semerlerde, koĢum takımlarında olduğu kadar
mobilyada, elbiselerde ve körük gibi sınaî araçlarda deri kullanılıyordu. Gene Ortaçağ'da ağaç
iĢçiliği de geliĢmiĢti.
Bu dönemde tarımda daha geniĢ toprakların etkin olarak iĢlenmesiyle kazanılan servetler,
tüketim malları talebini arttırdı. Büyük bir bölümü feodal sınıfların ellerinde toplanan bu servet,
kaliteli ve lüks mallara yöneldi. Talep artıĢı 10 ve 11. yüzyıllardan itibaren 14. yüzyıla kadar
üretim hacminde geniĢlemeye yol açtı. Üretimdeki bu artışa rağmen sınaî üretim birimleri
Ortaçağ dönemi boyunca küçük olarak kaldı. Madenler hariç diğer alanlarda sınaî üretim
birimleri küçük atölyelerdi. Bu da yatırım sermayesinin azlığından kaynaklanıyordu. Lonca
olarak bilinen esnaf organizasyonlarının etkisi de önemli bir engel teĢkil ediyordu. Ortaçağ'da
32
ideal sınaî üretici kalfa ve çırakların yardımıyla üretim yapan ustalardı. Esnaf, iĢçiden daha fazla
çalıĢırdı ve esnaf aynı meslek dalında çalıĢanları bir araya getiren loncalarda örgütlenmiĢti.
Malın kalitesi loncalar tarafından denetleniyordu. Ustanın kullanacağı hammaddeden fazlasını
biriktirmesi yasaktı. Ustaların herkesin gözü önünde çalıĢması ve ürettiği mala âdil bir fiyat
koyması beklenirdi. Öte yandan esnaf loncaları tekelci uygulamalarıyla teknik geliĢmeye ve
etkin iĢ organizasyonuna engel olmakla suçlanmıĢtır. Lonca düzenlemelerinin kalfa ve çırak
sayısını sınırladığı doğrudur. Ancak büyük sınaî teĢebbüslerin yokluğunun ana nedeninin bu
olduğu Ģüphelidir: Asıl önemli neden sermaye yetersizliğidir.
SONUÇ
Bu bölümde yaklaĢık 1000 yıllarından baĢlayarak 14. yüzyılın baĢlarına kadar süren ve Ġleri
Ortaçağ olarak adlandırılan dönemde Avrupa ekonomisinin performansı değerlendirilmiĢtir.
Dönem içinde Avrupa‟da yaygın ve hızlı bir ekonomik kalkınma görülmüĢtür.. Feodalizmin tam
olarak kurumsallaĢtığı bu dönemde nüfus, ziraî ve sınaî üretim ve ticaret büyümüĢ; Ģehirler
canlanmıĢ; teknolojik ve kültürel bir geliĢme olmuĢtur.
GEÇ ORTAÇAĞ’DA AVRUPA EKONOMĠSĠ
1. EKONOMĠK KRĠZ
Ġktisat tarihi tartıĢmalarından birisi 1350 ile 1500 yılları arasında Avrupa'da iktisadî faaliyetlerle
alakalıdır. Önceleri, Rönesans dönemindeki sanat, kültür ve mimarîdeki hareketlilik, ekonomik
canlılığın da bir göstergesi olarak kabul ediliyordu. ġimdi ise azalan üretim, düĢen hayat
standartları ve yaygın hoĢnutsuzluk dönemi olarak nitelendirilmektedir. 14. yüzyıl boyunca
nüfus azalmıĢ, talep ve üretim de düĢmüĢtür. OnbeĢinci yüzyılda ekonomi, hâlâ esnek ve
dinamikti; ancak uluslararası iĢbölümü yeniden Ģekillenme sürecindeydi. Bazı bölgelerde yünlü
kumaĢ üretimi artarken, bazı bölgelerde düĢüyordu. Ancak tartıĢmasız olan husus, büyüme
döneminin 14. yüzyılın baĢlarında sona erdiğidir. Ġngiliz kumaĢ sanayii ve Orta Avrupa'daki
madencilik sanayii dıĢında herhangi bir geniĢleme söz konusu değildir.
Ġktisat tarihçileri Ortaçağ'ın sonlarındaki bu ekonomik düĢüĢün nedenleri konusunda farklı
açıklamalarda bulunmuĢlardır. Birinci görüşe göre bu düşüş, ekonomik hareketlerin devrî
niteliğinin bir sonucuydu. Mevcut teknoloji içinde geniĢlemenin optimal noktasına varılınca
geriye dönüĢ kaçınılmazdı. 1300'lerde Avrupa böyle bir doyma noktasına varmıĢtı. Mevcut
teknolojiye göre nüfus yoğun hâle gelmiĢ ve tarımda azalan verimler kuralı iĢlemeye baĢlamıĢtı.
Bu durum yiyecek kıtlığına, salgınlara ve hastalıklara yol açmıĢtı. İkinci açıklama bu krizi malî
33
nedenlere bağlamaktadır. Avrupa devletleri, bu dönemde 1335-45'lerde baĢlayan Yüzyıl
SavaĢları ile bir savaĢ ekonomisi içine girmiĢti. Kralların malî ihtiyaçlarını karĢılamak için aĢırı
borçlanmaya gitmeleri, devlet hazinelerinin iflası ile sonuçlanarak ekonomideki likidite
sıkıntısını daha da Ģiddetlendirdi. Kaynakların bu Ģekilde ağır vergilerle ve borçlanma yoluyla
ekonomiden çekilmesi, üretken amaçlarla kullanılabilecek sermayenin ve dolayısıyla üretimin
sınırlanmasına yol açtı. Fiyatlar hızla yükseldi ve mâlikâne sisteminin içine düĢtüğü bu bunalım,
1350'lerden sonra daha da Ģiddetlenerek sonuçta durağan bir ekonomiye varılmıĢ oldu. Nihaî bir
açıklama, bu ekonomik krizi iklim değişmelerine bağlamaktadır. Buna göre 14. yüzyılda iklimin
kötüleĢmesi hasadı olumsuz yönde etkilemiĢ ve bazı ürünlerin ekimini tamamen önlemiĢti. Veba
salgını da nüfusun kırılmasına neden olmuĢtu. Bu açıklamaya yapılan itiraz, ziraî daralmanın
iklim değiĢmesinden daha önce baĢlamıĢ olmasıdır.
2. TARIM
13. yüzyıl boyunca Avrupa ekonomisinde bazı darboğazlar kendini göstermiĢ, üretim sürekli
olarak daha düĢük verimli topraklara doğru geniĢlemiĢ ve marjinal prodüktivite azalmıĢtı.
Toprak kıt olduğundan değeri yükselmiĢ, buna karĢılık ücretler düĢmüĢtü. 1348-51 yılları
arasında görülen büyük bir veba salgını, Avrupa'da yaklaĢık 25 milyon insanın ölümüne yol açtı.
Batı Avrupa'da dörtte birini yok etti.
Sanayi öncesi toplumlarda reel gelirlerin en önemli belirleyicisi ekilebilir alanların nüfusa
oranıydı. 14. yüzyılın ortasındaki veba salgınlarından kaynaklanan büyük nüfus kırımı, üretimin
iki temel faktörünün nisbî kıtlık durumlarını çarpıcı biçimde değiĢtirdi. ĠĢgücünün % 25
oranında azalması, onu nisbî olarak yetersiz hâle getirdi. Bunun sonucunda mâlikânelerde
köylüler kendi Ģartlarını hâkim kılmaya, daha yüksek ücretler istemeye, angaryaların nakdî
ödemelere çevrilmesini ve kiraların düĢürülmesini talep etmeye baĢladılar. Buna karĢılık lordlar,
fiyatlar ve ücretlerdeki bu yükselmeleri kontrol etmeye ve nakdî ödemelerden vazgeçerek
angaryaları arttırmaya gayret ettiler. Bu tedbirler Avrupa'nın pek çok kısmında köylü isyanlarına
yol açtı.
Bir diğer değiĢme ortalama köylü iĢletmesinin büyümesiydi. Nüfus artıĢı döneminde iĢletmelerin
bölünmesi yüzünden ortalama köylü iĢletmesi küçülmüĢtü. Nüfusunun salgınlar nedeniyle
azalması, küçük ve parçalanmıĢ iĢletmelerin bütünleĢmesi ve büyümesi sonucunu doğurdu.
Veba sonrası angarya iĢgücü sağlayamayan lordlar, artan iĢgücü maliyetleri karĢısında ya daha
fazla ticarî kazanç sağlayan ya da nisbî olarak daha az emek gerektiren faaliyetlere yöneldiler.
34
Bazı bölgelerde daha fazla iĢgücü gerektirmekle birlikte hububat üretimine göre daha yüksek
kazanç sağlayan bağcılık faaliyetleri yaygınlaĢtı; keten, kendir ve boya maddeleri gibi sınaî
ürünler üretimi geniĢledi. Ekili alanlar çayırlara dönüĢtürüldü. Sebebi ise yalnızca iĢgücünden
tasarruf sağlamak değildi: Fiyatların gösterdiği geliĢme eğilimi de aynı yönde bir değiĢmeyi
uyarmıĢtı.
Ziraî malların fiyatlarının düĢmesi sonucu köylü toprak kiralarının düĢmesinden yararlandı.
1350'lerden sonra köylü, öncesine göre daha müreffehti. O, eskisine oranla daha büyük bir
iĢletmeye sahipti; daha verimli topraklarda üretim yapıyordu; daha fazla yiyecek üretebiliyordu;
beslenme rejimi eskisine göre daha fazla protein ihtiva ediyordu.
ġehirlerde ise düĢen tahıl fiyatlarından baĢlangıçta Ģehirli nüfus yararlandı. Ancak tahıl
fiyatlarının düĢmesi nedeniyle nakdî gelirleri azalan köylü kesimi Ģehirde üretilen ürünlere olan
talebini zorunlu olarak daraltınca kırsal kesimdeki müĢterisini büyük ölçüde yitiren Ģehirli tüccar
ve esnaf önemli gelir kaybına uğradı.
14. yüzyıldaki salgının etkisi Doğu Avrupa'da, Batı ve Güney Avrupa'ya göre daha sınırlı oldu.
Polonya, Macaristan ve Çekoslavakya'yı kapsayan bu bölgede en hızlı ĢehirleĢme hareketi 13.
yüzyılda görüldü ve buralarda ĢehirleĢme, Batı ve Güney Avrupa'da durduğu 14. yüzyıl boyunca
da devam etti. Küçük Ģehirlerin tüm Doğu Avrupa'ya yayılması bölgede ziraî ve sınaî üretim için
talebin geniĢlemesi demekti. Üretim ve ticaretteki bu geniĢlemenin önemli sonucu ticarî tahıl
üretiminin artıĢı oldu. DüĢen tahıl fiyatları döneminde lordların kazançları üretim ve taĢıma
maliyetlerinin en aza indirilmesine bağlıydı. Bu kısmen büyük çiftliklerin yeniden kurulması,
kısmen de serfliğin yeniden canlandırılması ile baĢarıldı. ĠĢletmeler köylülerden geri alındı ve
yarı hür köylülerin statüleri tekrar serf durumuna düĢürüldü. Onaltıncı yüzyıla gelmeden
serfleĢtirme süreci tamamlanmıĢtı. Böylece Doğu Avrupa'da hububat fiyatlarının düĢmesi,
Batı'daki geliĢmelerin aksine yeniden büyük çiftliklerin kurulması ve köylü üzerindeki lord
kontrolünün artması sonucunu doğurdu.
3. TĠCARET VE SANAYĠ
Bu dönemde tüccarlar daralan iĢ hacmi karĢısında iĢlemlerini rasyonelleĢtirmek için çift giriĢli
muhasebe sistemini benimsediler. ġiddetlenen rekabet sonucunda üretimde olduğu gibi ticarette
de bölgesel kaymalar ortaya çıktı. Floransa ve Venedik gibi Ģehirler rakiplerini sindirerek ve
güçlerini yakın çevrelerine yayarak daralmaktan kurtuldular. Cenova panayırı 14. yüzyılda
Champagne panayırının yerini aldı, ancak 15. yüzyılda Lyon panayırının rekabetiyle karĢılaĢtı.
Alman Hansa‟sı 1367‟de azalan talebe bir tepki olarak ve rakiplerine imtiyazlarını kaptırmamak
35
amacıyla resmî bir örgüte dönüĢtü. Ġtalyan Ģehirleri ticarî önemlerini korumakla birlikte, Kuzey
Avrupa Ģehirleri 16 ve 17. yüzyıllarda ticarî paylarını sürekli olarak arttırdılar. Sanayide ise
mâmul malların hem üretimleri, hem de talepleri Büyük Salgın'dan sonra önemli ölçüde düştü.
Mâmul mallar için kırsal talep köylülerin satın alma gücündeki azalma nedeniyle önemli ölçüde
daraldı. ġehirlerde ise, mâmul mallar talebindeki daralma daha sınırlı olmuĢtu. Çünkü Ģehirli
nüfus, düĢen tahıl fiyatları nedeniyle lüks tüketim mallarına daha fazla harcama yapma imkânına
kavuĢmuĢtu. Loncalar talepteki büyük düĢüĢten ötürü arzı kontrol etmek için düzenlemelerini
daha da sıkılaĢtırdılar. Üretim sınırlanırken, çalıĢma Ģartları ile ilgili kurallar daha etkin Ģekilde
uygulandı. Mesleğe giriĢ Ģartları zorlaĢtırıldı.
Madenî üretimle ilgili sanayilerde ise Ortaçağ'ın son döneminde geniĢleme görülmekteydi.
Özellikle çubuk demir üretimindeki artıĢ, bu hammaddeyi kullanan sanayilerin geniĢlemesinin
de iyi bir iĢaretiydi. Özellikle silah sanayii bu alanda ön planda geliyordu. Demir dıĢındaki
maden sanayilerinde geniĢleme daha da belirgindi.
Ortaçağ'ın sonlarına doğru imalat faaliyetleriyle ilgili önemli bir değiĢme esnaf faaliyetlerinin
Ģehirlerden kırlara doğru kayıĢı yönünde bir eğilimin belirmesiydi. 16. ve 17. yüzyıl boyunca
devam edecek olan bu eğilim, pek çok Ģehrin 14. yüzyıldan sonra geliĢmesini sürdürmekte
karĢılaĢtığı güçlüğün önemli bir nedeniydi. Büyük çapta dokuma sanayi, daha sınırlı ölçüde de
demir ve madenî eĢya sanayileri kırsal bölgelere yayıldı. Ortaçağ'ın sonlarında sanayinin bu
göçü çok çeĢitli nedenlerden kaynaklanıyordu. Bunlar arasında en önemlisi un öğütme, boya
maddelerinin ezilmesi, demir ocaklarındaki körüklerin ve yeni ortay çıkan hava tazyikli demir
ocaklarının güç kaynağının su olasıydı. Loncaların baskısı da baĢka bir nedendi. Özellikle kumaĢ
alanında orta kalite malların üretimi Loncalarca engelleniyordu. Bir neden ise iĢgücünün kırsal
bölgelerde daha ucuz olmasıydı. Vergilerden kaçıĢ da buna eklenebilir.
Sanayinin bu yeni Ģekli, “putting-out” sistemi olarak adlandırılan farklı bir sınaî organizasyon
tarzının yaygınlaĢmasını beraberinde getirdi. ĠĢte kırsal sanayinin Erken Ortaçağ düzeninde
mevcut olmayan bir yeni müteĢebbis -tüccar kapitalist- bütün bu problemlere bir çözüm olarak
ortaya çıktı. Tüccar sermayedar iĢ emrini veren, hammaddeyi temin eden, üretimin dağıtımını
sağlayan, pazarı bulan, ürün tipini belirleyen, kaliteyi denetleyen ve üretimin riskini üstlenen
kiĢiydi. Meselâ dokuma sanayinde o iplikçiye ham yünü, dokumacıya ipliği temin ediyor,
sermaye yoğun nitelikte olan nihaî iĢlemleri ise doğrudan kendi kontrolünde gerçekleĢtiriyordu.
Ayrıca o, kırsal kesimde çalıĢan esnaf ile pazar arasındaki bağı meydana getiriyor ve esnafı
düzenli aralıklarla dolaĢarak hammaddeyi dağıtıyor, mâmulleri topluyordu.
36
Putting-out sistemi geleneksel el üretimi ile modern sınaî üretim tarzı arasında bir geçiĢ üretim
Ģekli olarak değerlendirilebilir. Bu düzenlemede esnaf, tüccar için çalıĢıyordu. Tüccar
hammaddeyi temin ediyor ve iĢ için parça esası üzerine ücret ödüyordu. Sistem Ģehirlerdeki
lonca düzenine oranla istismara daha açıktı. Esnaf, tüccara karĢı hiçbir güvenceye sahip değildi:
Çünkü birleĢmeleri son derece güçtü. Tüccar kapitaliste esnaf hem hammaddenin temini, hem de
ürünün satıĢı için muhtaçtı.
SONUÇ
Bu bölümde 14. ve 15. yüzyıllarda Avrupa‟da yaĢanan ekonomik kriz ve etkileri
değerlendirilmiĢtir. Büyük ölçekli mâlikâne tarımının, sanayinin ve uluslararası ticaretin gerilediği
bu dönemde nüfus da salgın hastalıklar nedeniyle önemli ölçüde azalmıĢtır.
37
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 11. HAFTA E-DERS NOTU
MODERN ÇAĞ’IN BAġLARINDA AVRUPA EKONOMĠSĠ
1. COĞRAFÎ KEġĠFLER VE AVRUPA’NIN GENĠġLEMESĠ
Ünlü iktisatçı Simon Kuznets'e göre 1492 ile 1776 yılları arasındaki dönemin ekonomik ve hatta
sosyal, politik ve kültürel tarihi, coğrafî keşifler ve bununla ilgili olaylarla açıklanabilir.
Avrupa'nın Ortaçağ'da teknik alanda kazandığı üstünlüğün en belirgin sonucu, Modern Çağ'ın
baĢlarında gerçekleĢen coğrafî keĢifler ve bunu izleyen ekonomik, askerî, politik geniĢleme oldu.
11 ve 15. yüzyıllar arasında Avrupa, ekonomik alanda ĢaĢırtıcı Ģekilde saldırgan olmasına
rağmen, siyasî ve askerî bakımdan potansiyel istilacılara oldukça açık durumdaydı. OnbeĢinci
yüzyılın sonuna kadar Avrupa, Doğu ile askerî karĢılaĢmalarından hep yenik çıkmıĢtı. Fakat
Türklerin Avrupa'nın kalbine kadar sokulduğu bir zamanda anî ve büyük bir değiĢme oldu.
17. yüzyıl ortalarındaki Avrupa ekonomisi ile 15. yüzyıl Avrupa ekonomisi arasında önemli
farklar vardı. Deniz aĢırı geniĢleme sayesinde Avrupa ile Asya arasında doğrudan yeni bir deniz
yolu açılmıĢtı. Dünya tarihi açısından daha önemli bir sonuç ise Avrupalıların Batı yarımküresini
ele geçirmesiydi. KeĢiflerle aranandan daha fazlası bulunmuĢ ve Avrupa, ekonomik kaynak
arzını büyük ölçüde geniĢletmiĢti.
Avrupaî geniĢleme ilk yüzyılında yalnızca Ġspanya ve Portekiz'in tekelinde kaldı. Ġspanyollar
Batı yarımküresine daha önce bilinmeyen yeni ürünler getirdiler: Buğday ve diğer tahıllar, Ģeker
kamıĢı, kahve ve çeĢitli meyvelerle sebzeler bunlar arasındaydı. Atı, sığırı, koyunu, eĢeği, keçiyi,
domuzu ve pek çok kümes hayvanını Amerika'ya Ġspanyollar getirdi.
Avrupa medeniyetinin Amerika'ya tanıttığı diğer özellikler ateĢli silahlar ve alkol ile çiçek, tifüs
ve grip gibi salgın hastalıklardı. Bu hastalıklar yerli halk arasında süratle yayıldı ve yaygın
ölümlere yol açtı. 16. yüzyılın baĢında sayısı 25 milyonu bulan yerli halk yüzyılın sonunda
birkaç milyona düĢtü. ĠĢgücü kıtlığına bir çare olarak Ġspanyollar, Afrikalı köleleri Batı
yarımküresine taĢımaya baĢladılar. 1500-1870 arasında Amerika‟ya 9.4 milyon Afrikalı köle
götürüldü.
Onaltıncı yüzyılda Doğu'dan baharat ve Batı'dan altın Avrupa'ya yapılan ithalatın büyük bir
bölümünü meydana getiriyordu. 1594 gibi oldukça ileri bir tarihte bile Yeni Dünya'dan yapılan
ithalatın % 95'i altın ve gümüĢtü. Ancak diğer mallar da ticaret ağına girmeye ve miktarları
artmaya baĢlamıĢtı.
38
Afrika'dan kahve, Amerika'dan kakao öğrenilen yeni ürünlerdi. Avrupa‟nın Çin ile doğrudan
temasının en önemli keĢfi çaydı. 1720‟lerde Doğu Hindistan ġirketi‟nin en önemli ithalat kalemi
olarak ipeğin yerini alan çay sadece Ġngiltere‟de geniĢ kitlelere yayıldı. Kıta Avrupası‟nda Ģarap
ve bira geniĢ kesimlerin ana içecekleri olmaya devam etti. Hollandalılar 17. yüzyılda en önemli
kahve tüketicileri oldular. Kahve, çay ve çikolata tüketimi 18. yüzyılın sonuna kadar zengin
sınıflarla sınırlı kaldı.
Pamuk ve Ģeker daha önce de bilinmekle birlikte yaygın ölçüde üretimi ve ticareti yapılan mallar
değildi. ġekeri Avrupalılar Ġlkçağlardan beri biliyorlardı. Fakat çok kıt ve pahalı bir mal
olduğundan Ģeker Ortaçağ‟da ilaç olarak kullanılıyor, yiyecekler ve içecekler balla
tatlandırılıyordu. ġeker kamıĢı, Amerika'ya taĢındığında Ģeker üretimi büyük ölçüde arttı.
Onaltıncı yüzyıldan itibaren Brezilya‟dan yapılan bol ve ucuz ithalatla Avrupa‟da fiyatları düĢen
Ģeker sıradan Avrupalının sofrasına da girmeye baĢladı. ġeker plantasyonlarının geliĢmesi siyah
köle iĢgücü için büyük bir talep yarattı ve her yıl önemli sayıda siyah köle Yeni Dünya'ya
taĢındı.
Hindistan'dan pamuklu mallar önce yalnızca zenginlere yönelik bir lüks olarak geldi, fakat daha
sonra hammaddesi Amerika'dan ithal edilen Avrupa'nın en büyük sanayi kolunun kurulmasıyla
sonuçlandı. Amerika'nın medeniyete en tartıĢmalı katkılarından biri olan tütün, Avrupa'ya 16.
yüzyıl ortalarında ulaĢtı ve süratle yayıldı. Birçok insan tütünü salgın hastalıklara karĢı koruyucu
olduğu düĢüncesiyle kullanıyordu.
Avrupa'da daha önce bilinmeyen pek çok yeni ürün, büyük miktarlarda ithal edilmemekle
birlikte öğrenildi ve yerlileĢtirilerek önemli temel yiyecek maddeleri hâline getirildi.
Amerika'dan patates, domates, fasulye, mısır ve kabak geldi. Asya'dan öğrenilen pirinç Avrupa
ve Amerika'da üretildi. Özellikle mısır ve patates ekiminin yaygınlaĢması, 18. yüzyıldan itibaren
Avrupa hızlı bir nüfus artıĢı dönemine girdiği zaman açlık tehlikesinin azaltılmasına ve yiyecek
probleminin çözümlenmesine büyük katkıda bulundu.
2. NÜFUS
15. yüzyıl ortaları civarında bir tarihte yüzyıl süren bir düĢüĢ ve durgunluktan sonra Avrupa
nüfusu bir kez daha artmaya baĢladı. BaĢlangıcında her bölgede oranı farklı olsa da 16. yüzyılın
baĢlarında tüm Avrupa'da geçerlik kazanan bu nüfus artıĢı, yüzyıl boyunca devam etti. OnbeĢinci
yüzyılın ortasında Avrupa nüfusu 45-50 milyon arasındaydı. Onaltıncı yüzyılın ortasında ise
nüfus 100 milyondu.
16. yüzyıldaki nüfus artıĢının çeĢitli sebepleri vardı. Veba ve salgın hastalıklar, bina
39
standartlarının iyileĢmesi, ölülerin daha iyi gömülmesi, doğal bağıĢıklığın geliĢmesi ve
taĢıyıcıları etkileyen ekolojik değiĢmeler gibi nedenlerle giderek azalmıĢtı. Daha önceki
yüzyıllarda nüfusun düĢmüĢ olması sonucu nüfus/toprak dengesinde görülen olumlu değiĢmenin
yol açtığı 15. yüzyıldaki daha yüksek reel ücretler, evlenme yaĢını düĢürerek doğum oranlarını
yükseltmiĢti. Sebebi ne olursa olsun Avrupa nüfusu 16. yüzyıl boyunca belirli bir artıĢ
göstermiĢti. Bu nüfus artıĢına rağmen ölüm oranları hâlâ oldukça yüksekti. Normal ölümlerin
büyük bölümü bebek ve çocuk ölümleriydi.
16. yüzyıldaki nüfus büyümesi genel bir hadise olmakla birlikte tüm bölgelerde aynı oranda
gerçekleĢmedi. Bu yüzden 16. yüzyılın sonunda Avrupa'da çeĢitli bölgelerin nüfus yoğunlukları
oldukça farklılık gösteriyordu. Ġtalya ve Hollanda Avrupa'nın en yoğun nüfuslu (40 kiĢi)
bölgeleri idi. Fransa, nüfus yoğunluğu 34 olan 18 milyon nüfuslu bir ülkeydi. Diğer bölgelerde
nüfus yoğunluğu daha düĢüktü: Almanya'da 28, Ġspanya ve Portekiz'de 17, Rusya ve
Ġskandinavya'da ise sadece 2 idi.
16. yüzyılda nüfus artıĢı göçlerle birleĢerek Ģehir nüfuslarının daha belirgin Ģekilde büyümesine
yol açtı. Londra'nın nüfusu 1500 ile 1600 arasında üç katına çıkarak 150.000'e yükseldi. Ġki yüz
binden fazla nüfusuyla Avrupa'nın en büyük Ģehri olan Paris çeyrek milyona yükseldi.
Amsterdam, 15. yüzyılın sonunda 10.000 nüfusa sahip küçük bir Ģehirken 17. yüzyılın baĢlarında
nüfusu 100.000'i aĢtı. ġehirli nüfusun artıĢı, genel bir hadise olmakla birlikte Kuzey Avrupa'da
Akdeniz topraklarından daha yüksekti. Onaltıncı yüzyılın sonunda Flandra nüfusunun üçte biri,
Hollanda'nın nüfusunun yarısı Ģehir ve kasabalarda yaĢıyordu.
16. yüzyılın sonunda kaynaklar üzerindeki nüfus baskısı aĢırıydı. Onyedinci yüzyılın ilk
yarısında yeni bir veba ve salgın dalgası ile savaĢlar, nüfus büyümesini sona erdirdi. Avrupa'nın
pek çok bölgesinde özellikle Ġspanya, Almanya ve Polonya'da nüfus 17. yüzyılın büyük bir
bölümünde ya da tamamında düĢme gösterdi.
3. TARIM
17. yüzyılda nüfus artıĢının kesilmesinin en basit açıklaması, nüfusun kendisini yeterli ölçüde
besleyebileceği düzeyi aĢmıĢ olmasıdır. Tarımsal teknolojinin ilerletilememesi ortalama ziraî
verimlilikte durağanlığa ve hatta düĢmeye yol açmıĢtı. Ziraî verim düzeyi toprak ve iklim
Ģartlarına bağlı olarak bölgeden bölgeye, yıldan yıla büyük farklılıklar gösteriyordu. Ancak en
iyi topraklarda ve uygun iklim Ģartlarında bile verimlilik düĢüktü. Tohumların seçilmemesi,
yeterli gübre konulmaması, araç ve rotasyon sistemlerinin geliĢtirilememesi, zararlı böceklerle
mücadelenin bilinmemesi verimliliğin düĢük olmasının ana nedenleriydi. Bir bütün olarak
40
Avrupa'da ortalama ziraî verimlilik 16. yüzyılda 13. yüzyılda olduğundan daha yüksek değildi.
BaĢlıca tahıllar için verim oranları 1'e 4 veya 5'ten fazla değildi. Hatta Doğu Avrupa'da bu oran
2-3'e düĢüyordu. Bu oranlar 17. yüzyılda pek çok bölgede biraz daha düĢtü.
4. SANAYĠ
Tarımda olduğu gibi sanayide de Modern Çağ'ın baĢlarında büyük bir teknolojik sıçrama söz
konusu değildi. Tarımdan farklı olarak sanayide yenilikler çok yavaĢ bir hızla da olsa devam etti.
Onaltı ve 17. yüzyıllardaki yeniliklerin çoğu mevcut teknolojilerdeki küçük iyileĢtirmelerden
ibaretti. Avrupa'da pazar ekonomisinin geliĢmesi müteĢebbisleri üretim maliyetlerini azaltmaya
ve tüketici taleplerine süratle cevap vermeye teĢvik etti.
Sanayinin en önemli kolu dokuma sektörüydü. Bu dönemde de dokuma sanayii dağınık bir
hâldeydi. Üretimin önemli bir bölümü mahallî pazarlar için evlerde gerçekleĢtiriliyordu. Fakat
ihracat amacıyla ihtisaslaĢmıĢ bazı bölgeler de bulunuyordu.
Teknolojik açıdan önemli değiĢmelerin ortaya çıktığı bir alan okyanus denizciliği idi. Okyanus
denizciliği kıyı denizciliğinden oldukça farklıydı. Onun geliĢmesi yeni araçların ve tekniklerin
doğuĢunu teĢvik etti. Denizci kronometrelerinin icadı, harita yapımı alanındaki ilerlemeler, deniz
toplarının geliĢmesi önemli birkaç örnektir. Teknik nitelikteki değiĢmelerin ekonomik sonuçları
önemli oldu.
Gemi yapımındaki yenilikler ise gemicilik sanayiinde geliĢmelere yol açtı. Atlantik ticaretindeki
gemilerin ortalama büyüklüğü 16. yüzyıl boyunca 200 tondan 600 tona yükseldi. Bazı savaĢ
gemilerinin kapasitesi 1.500 tona ulaĢtı. Fakat en önemli yenilik 16. yüzyılın sonunda ortaya
çıkan fluyt adlı özel ticarî taĢıma gemileriydi. Günümüzün tankerlerine benzetilebilecek olan bu
gemiler, özellikle buğday ve kereste gibi hacimli fakat düĢük değerli malların taĢınması için
plânlanmıĢtı ve diğer gemilere göre daha az tayfa gerektiriyordu.
Ġstihdam ve üretim itibariyle pek az önemi olan metalürji sanayii, savaĢlarda ateĢli silahların ve
topların artan önemi nedeniyle stratejik bir değer kazandı. Denizcilik o günlerde barıĢçı bir
faaliyet değildi. Onaltı ve 17. yüzyıllarda bronz dökümünde önemli iyileĢmeler sağlandı.
Onyedinci yüzyılın ortalarında Ġngiltere, Hollanda ve Ġsveç bronz toplara göre maliyeti daha
düĢük olan demir silahlar dökme tekniğini geliĢtirdiler. Böylece gemilere daha çok silah
konabildi. 1450'de hafif ateĢli silahlar önemsizdi ve oldukça ilkel toplar yalnızca kuĢatma
savaĢlarında kullanılıyordu. 1600'de ise tüfekler, yaya askerlerinin standart silahları olmuĢ, geniĢ
çaplı toplar ise deniz savaĢlarının ayrılmaz parçası hâline gelmiĢti.
Metalürji sanayiinde önemli geliĢme alanlarından biri de demir sanayii idi. Ortaçağ'da iĢlenmiĢ
41
demir, demir cevherinin odun kömürü ile kor hâline gelinceye kadar ısıtıldıktan sonra sırayla pek
çok kez çekiçlenerek içindeki yabancı maddelerden arıtıldığı ocaklarda elde edilirdi. ĠĢlem
yavaĢtı, yüksek maliyetliydi, üretim azdı. Ondört ve 15. yüzyıllarda ocakların yüksekliği arttı, su
gücüyle çalıĢan körükler hararetin yükseltilmesini mümkün kıldı. Böylece hava tazyikli yüksek
fırınlar doğdu.
Matbaanın icadı kâğıt talebini büyük ölçüde arttırdı. 15. yüzyılın sonuna kadar kurulan 200
matbaada 35.000 ayrı kitap basılmıĢtı. Toplam baskı sayısı ise 15 milyonu buluyordu.
Batı Avrupa‟da yeni teknolojilerin yayılması hızlıydı. Sık savaĢlara rağmen Avrupa ulusları
arasındaki teknolojik mesafe fazla değildi. Hümanist bilim adamları, üniversiteler ve matbaa bu
bağları güçlendiriyordu. Onaltı ve 17. yüzyıllarda bilim adamları arasındaki iletiĢimin geliĢmesi
Batı biliminin kalitesinde önemli bir geliĢme sağladı.
Yeniliklerin yayılmasının en önemli aracı insan göçleriydi. Ekonomik çıkarların söz konusu
olduğu durumlarda teknolojik yenilikler sır gibi saklanıyordu. Hükümetler güvenlik ya da
ekonomik gerekçelerle sanatkârların göç etmesini yasaklıyordu.
Sanayi sektöründe sağlanan önemli geliĢmelere rağmen Avrupa ekonomisi henüz ileri derecede
ihtisaslaĢmıĢ değildi. Onun ekonomisi hâlâ düĢük verimli tarıma bağımlıydı. Pek çok kiĢi, sınaî
ve ziraî faaliyetleri birlikte yürütüyordu.
5. DEĞERLĠ MADEN AKIġI VE EKONOMĠK SONUÇLARI
Avrupa'nın deniz aĢırı yayılmasının önemli bir ekonomik sonucu da zengin altın ve özellikle de
gümüĢ yataklarına sahip olan Meksika ve Peru'nun keĢfedilmiĢ olmasıydı. Çok büyük
miktarlarda altın ve gümüĢ geçmiĢ medeniyetlerin hazinelerinden ele geçirildi. Ayrıca
Ġspanyollar kıymetli maden akıĢını devam ettirmek için büyük ölçekli madencilik teĢebbüsleri
organize ettiler.
Avrupa'ya taĢınan kıymetli madenler, mal ve hizmetlere talep yarattı. Bir çarpan etkisiyle de
büyüyen bu talep, 16. yüzyıl boyunca Avrupa'da görülen nüfus artıĢı ile aynı zamana rastlamıĢtı.
Arzın elâstik olduğu ölçüde talepteki bu yükselme üretimdeki artıĢla karĢılandı. Ancak özellikle
tarım sektörünün üretiminde darboğazlar belirince, üretim genişlemesi yerini fiyatlarda hızlı bir
yükselmeye bıraktı. Bu nedenle 1500-1620 yılları arası iktisat tarihçileri tarafından biraz da
mübalağa ile Fiyat İhtilâli çağı olarak adlandırıldı.
16. yüzyıldaki fiyat artıĢlarının temel açıklamalarından biri, Earl J. Hamilton'un fiyat
42
yükseliĢleri ile Amerikan gümüĢ ve altınının Avrupa'ya akıĢı arasında sıkı bir iliĢki olduğunu
ileri süren teorisidir. Buna göre 16. yüzyıl boyunca Avrupa‟ya Yeni Dünya'dan taĢınan
hazinelerde sürekli bir artıĢ vardı. Fiyatlardaki en hızlı yükseliĢ ile altın ve gümüĢ ithalindeki en
büyük artıĢ arasında zaman olarak aynılık söz konusuydu.
Fisher'in paranın miktar teorisine dayanan bu görüĢ, önemli tenkitlere uğradı. Çünkü l500‟lerden
itibaren kıymetli maden arzının artıĢı, fiyat yükseliĢlerinden muhtemelen çok daha fazlaydı.
Bunun bir nedeni kıymetli maden arzının bir bölümünün mücevher ve süs eĢyaları yapımı gibi
para dıĢı kullanımlara gitmiĢ olmasıydı. Diğer bir neden Avrupa'nın Doğu ile olan ticaret
açığının önemli miktarda kıymetli madenin Doğu'ya akmasına yol açmasıydı.
Bir baĢka tenkit değiĢmelerin sırası ile ilgilidir. Bu görüĢe göre ekonomik faaliyetlerin
canlanması fiyatların artmasına yol açmıĢ, fiyatların yükselmesi ise madencilik faaliyetlerini
hızlandırmıĢtı. Kıymetli maden akıĢının yarattığı efektif talep geniĢlemesinin derhal fiyatlarda
aynı oranda bir yükselmeye yol açacağı görüĢü de tenkit edilmiĢ ve üretilen mal ve hizmetlerin
hacmi arttırılamayacağı zaman, yani ekonomide darboğazlar ortaya çıkınca fiyatların
yükseleceği belirtilmiĢtir.
Batı Avrupa'ya kıymetli maden akışının ikinci önemli sonucu faiz hadlerinin düşmesi olmuştur.
Bu görüĢü ileri süren Carlo Cipolla, 16. yüzyılda gerçek bir fiyat yükseliĢini Ģüpheyle
karĢılamaktadır. Ona göre 16. yüzyılın malî yapısı açısından asıl önemli olay fiyatların
yükselmesi değil, faiz hadlerinin düĢmesidir. Ortaçağ'ın son dönemlerinde faiz haddi % 4-5
arasındaydı. Hatta 1520-1570 arasında % 5.5'e yükselmiĢti. Fakat 1570 ile 1620 arasında anîden
ortalama faiz haddi % 2'ye düĢtü.
Kıymetli maden akışının diğer bir önemli ekonomik sonucu ücret artışlarının fiyat artışlarını
izleyememesi oldu. Bu görüĢe göre fiyatlar yükselirken ücretler ve rantlar kurumsal katılıklar
yüzünden geride kaldı, bu artıĢı izleyemedi. Bu gecikme bir çeĢit beklenmedik fazladan kazanç
yaratarak 16. yüzyılda sermaye birikiminin önemli bir kaynağı oldu. Giderek daha önemli hâle
gelen mâmul bazı gıda maddelerinin fiyatlarının hububat fiyatla-rından daha az yükselmiĢ
olması da ücretlerdeki kötüleĢmeyi sınırlayan diğer bir nedendi.
Kıymetli maden akıĢının bir baĢka sonucu, dıĢ ticaretle ilgiliydi. Altın ve gümüĢ uluslararası
iliĢkilerde bir ödeme aracı olarak tüm dünyada kabul görmekteydi. Daha fazla kıymetli maden
arzı, daha fazla uluslararası ödeme aracı demekti. Bu ise uluslararası değiĢimin geliĢmesinin
lehineydi. Bu etki özellikle Doğu ile olan ticarette belirgindi. Avrupa, Uzakdoğu ile doğrudan
iliĢki kurduktan sonra, kronik olarak aleyhine geliĢen bir dıĢ ticaret dengesi problemiyle karĢı
43
karĢıya gelmiĢti.
6. TĠCARET, TĠCARET YOLLARI VE TĠCARÎ ORGANĠZASYON
16 ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa ekonomisinin bütün sektörleri içinde en dinamik olanı
Ģüphesiz ticaretti. Bu yüzden 16. yüzyıl ticaret devrimi dönemi olarak da adlandırılmıĢtır.
Dönem içinde uluslararası ticarette büyük bir patlama olduğu kesindir. Avrupa dıĢındaki ticaret
bu patlamaya büyük ölçüde katkıda bulunmuĢtur. Avrupa içindeki ticaretteki artıĢ da önemliydi.
16 ve 17. yüzyıllarda yeni ticaret yollarının açılmasının bir sonucu olarak Avrupa ticaretinin
ağırlık merkezi Akdeniz'den Kuzey denizlerine kaydı ve uzak mesafeli ticarete konu olan
malların niteliği ile ticarî organizasyon Ģekilleri önemli ölçüde değiĢti.
16 ve 17. yüzyıllarda uzak mesafeli ticarete konu olan malların niteliğinde önemli değiĢmeler
görüldü. Erken Ortaçağ'da uzak mesafeli ticaret zenginlerin talep ettiği lüks mallarla sınırlıydı.
Onaltıncı yüzyılda ise uluslararası ticareti yapılan malların büyük kısmı tahıl, kereste, Ģarap, tuz,
balık, maden, dokuma hammaddeleri ve kumaĢtı. Böyle hacimli malların ticaretinin artmasının
nedeni, taĢıma maliyetlerini düĢüren gemi dizayn ve inĢasındaki geliĢmelerdi. Ayrıca gemicilik
tekniklerinin geliĢmesi ve deniz kuvvetlerinin korsanlığı önlemesi deniz seyahatlerinin riskini
azaltarak aynı yönde etki göstermiĢti.
Ticaretin diğer bir alanı da köle ticaretiydi. Bu ticaret baĢlangıçta Portekizlilerin tekelindeydi.
Ancak daha sonra Hollandalılar, Fransızlar ve Ġngilizlerin de girdiği bu ticaret, üçlü bir ticaret
Ģeklinde yürüyordu. Avrupalılar Batı Afrika kıyılarında ateĢli silahlar, madenî eĢya ve renkli
kumaĢlar karĢılığında aldıkları köleleri Amerika'ya götürerek oradan Avrupa'ya Ģeker, tütün ve
diğer Amerikan ürünlerini getiriyorlardı.
Bu dönemde iĢ tekniklerinde görülen geliĢmeler de daha az önemli değildi. Büyük Ģirketlerin
kuruluĢu, yük sorumluları ile Ģirketlerin menfaatlerini limanlarda ve gemilerde temsil eden
temsilcilerin ortaya çıkıĢı, deniz sigorta Ģirketlerinin geliĢmesi hep deniz aĢırı geniĢlemenin
sonuçlarıydı.
Deniz aĢırı ticaretin sağladığı yeni fırsatlar, uzun bir seyahat için gemiler donatmaya yetecek
kadar parası olan insanlar için söz konusuydu. Yeni ekonomik imkânlardan yararlanmak büyük
sermayeyi gerektiriyordu. Bazı tüccarlar Ģahsen böyle bir teĢebbüse girebilecek kadar zengindi.
Fakat çok sayıda ortağın sermayelerini bir araya getirmeleri daha çok tercih ediliyordu.
BaĢlangıçta ortaklıklar yalnız bir seyahat için kuruluyor ve seyahat bitince ortaklık dağılıyordu.
Fakat zamanla ortaklıklar süreklilik kazandı. Bu geliĢme anonim Ģirketlerin kurulması ve hızla
44
deniz aĢırı ticarete hükmeder hâle gelmesi ile sonuçlandı. Anonim Ģirketler, kiĢisel teĢebbüslere
ve diğer tür ortaklıklara karĢı birçok bakımdan üstünlük arz ediyordu. Anonim bir Ģirket,
hükümetinden özel bazı imtiyazlar koparmayı baĢarıyordu. Belirli bir bölgede ticarî tekel hakkı
bağıĢlanan bu Ģirketlerin en tanınmıĢı 1600'de Ġngiltere'de kurulan Doğu Hindistan Şirketi idi.
Anonim Ģirketler çok sayıda kiĢinin tasarruflarını deniz aĢırı ticareti desteklemek için harekete
geçirebiliyordu.
Deniz aĢırı ticaret, taĢıdığı risklere rağmen diğer iĢ teĢebbüslerinden daha kârlıydı. Deniz aĢırı
ticaretin kârları tarım, madencilik ve imalat sektörlerindeki büyümenin sermaye kaynağını
oluĢturdu. Öte yandan deniz aĢırı ticaret, hem bu faaliyetlere doğrudan katılanlara bir eğitim
imkânıydı; hem de dolaylı olarak katılan sermaye sahiplerine tasarruflarını ticaret Ģirketleri
vasıtasıyla nasıl değerlendirebileceklerini öğreten iyi bir okuldu. On altı ve 17. yüzyıllardaki
ticarî geliĢmelerin önemli sonuçlarından biri, Avrupa ülkelerinde görülen olağanüstü servet
birikimiydi.
7. DEVLET VE EKONOMĠ
Modern Çağ‟ın baĢlarında Avrupa ülkelerinin ekonomik politikaları iki amaca yönelikti:
1. Ekonomik gücün kullanılarak devletin güçlendirilmesi;
2. Devletin gücü kullanılarak ekonomik geliĢme ve ülkenin zenginleĢmesinin sağlanması.
Ortaçağ'da mahallî yönetimler, ekonominin kontrol ve düzenlenmesinde büyük güç sahibiydiler.
Onlar yetki alanlarındaki bölgelere giren ve çıkan malları vergilendiriyorlardı. Mahallî tüccar
birlikleri ve loncalar ücretleri ve fiyatları belirliyor, çalıĢma Ģartlarını düzenliyorlardı. Onaltı
yüzyıldan itibaren bu fonksiyonlar mahallî düzeyden millî düzeye kaydı. Merkezî yönetimler,
ülkelerini yalnız siyasî olarak değil, ekonomik olarak da bütünleĢtirmek istiyorlardı.
1500 ile 1800 yılları arasında Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik politikalarına yön veren iktisadî
fikirler ve yapılan uygulamalar merkantilizm olarak adlandırılmıĢtır. Her ülkede farklı Ģekiller
alsa da dönemin ekonomik politikaları bazı ortak özelliklere de sahipti.
Ġspanya ve Portekiz bu amaca deniz aĢırı sömürgeleri aracılığıyla ulaĢmaya çalıĢtılar. Fransa,
Ġngiltere ve Hollanda'nın kolonileri çok az altın ve gümüĢ ürettiğinden onlar için kıymetli maden
elde etmenin tek yolu dıĢ ticaretti. Bu çerçevede lehte bir dıĢ ticaret dengesi büyük önem
taĢıyordu. Eğer ihracat ithalatı aĢarsa bu genel olarak ülkeye altın giriĢine yol açacaktı. Aksine
ithalat ihracatı aĢarsa, açık altın ihracı ile finanse edilecekti. Çünkü o dönemde altın farklı
45
ülkeler arasında büyük borçların tek ödeme aracıydı.
Ülke içi arzını bollaĢtırmak için tahıl ve diğer yiyeceklerin ihracı yasaklanırken, mâmul malların
üretimi yalnız ülkenin kendi kendine yeterliğini güçlendirmek için değil, dıĢarıya satmak
amacıyla da teĢvik edildi. Yerli üretimi korumak için yabancı mallara yüksek gümrük vergileri
uygulandı. Yabancı mal tüketimi sınırlanırken, yerli malı kullanılması teĢvik edildi.
Güçlü bir ekonomiye sahip olmayı amaçlayan merkantilist yönetimlerin tüm uygulamalarının
ekonomi üzerinde olumlu etkilerde bulunduğu düĢünülmemelidir. Ekonomiye yönelik ilgilerinin
önemli bir nedeni de devlet harcamalarını karĢılayabilmek için ekonomik faaliyetleri
vergilendirerek mümkün olduğu ölçüde çok gelir elde etmek olan merkantilist yönetimlerin
üretken faaliyetler üzerinde zararlı sonuçlar doğuran malî uygulama örnekleri de son derece
fazlaydı.
Merkantilist politikaların diğer önemli bir uygulaması da büyük ticarî filolara özel önem
verilmesiydi. Çünkü onlar taĢımacılık yoluyla yabancılardan gelir sağlamakla kalmıyor, ucuz
taĢıma hizmetleriyle yerli ürünlerin ihracını da kolaylaĢtırıyordu. Bu yüzden pek çok ülke
malların taĢınmasını yalnızca kendi gemileriyle sınırlayan ve ticarî filoların geliĢmesini teĢvik
eden Denizcilik Yasaları‟na sahipti.
Ticarî filolara verilen büyük önemin bir nedeni de uluslararası ticaretin sabit bir hacimde olduğu
fikriydi. Fransız Maliye Bakanı Jean-Babtiste Colbert’e göre Avrupa'nın tüm dıĢ ticaretini
20.000 gemi taĢıyordu. Bu gemilerin dörtte üçü Hollandalılara aitti. Colbert‟e göre Fransa'nın
payını arttırması ancak Hollandalıların payının azaltılması ile mümkün olabilirdi. Avrupa‟nın
Colbert gibi düĢünen tüm yöneticileri kontrol alanlarını geniĢletebilmek ve uluslararası ticaretten
daha fazla pay alabilmek için rakip ülkelerle kıyasıya mücadele içine girdiler.
Tüm ülkelerin teorisyenleri millî serveti ve gücü arttırmanın bir unsuru olarak sömürgelerin
önemini belirtiyorlardı. Sömürgeler altın ve gümüĢ kaynaklarına sahip olmasalar bile, yurt içinde
üretilmeyen bazı malların ülke içinde kullanılmak ya da ihraç edilmek amacıyla üretilmesini
sağlayabilirlerdi.
Merkantilist iktisadî politikalar her zaman yöneticilerin arzuladıkları olumlu sonuca ulaĢmadı ve
hatta bazı ülkelerde ekonominin uzun dönemdeki geliĢmesi üzerinde zararlı etkilere bile neden
oldu. Bu açıdan enteresan iki örnek Fransa ve Ġngiltere'dir. Ekonomik milliyetçiliğin en tipik
örneği Fransa'da Colbert dönemi (1665-1683) idi. Uzun bir merkan-tilist geleneğe sahip olan
Fransa‟da Colbert'in etkisi o denli büyük oldu ki zamanla Colbertizm ve merkantilizm kelimeleri
46
eĢ anlam kazandı. Colbertizm merkantilizmin aĢırı bir örneği olarak nitelenebilir.
Fransız ekonomisinin verimliliğini yükseltmeye gayret eden Colbert, sanayinin düzenlenmesi
için mâmul malların teknik özellikleriyle ve üretimin çeĢitli safhalarıyla ilgili oldukça ayrıntılı
çok sayıda düzenleme yaptı; tüccarların yönetimi konusunda çok sayıda kural koydu; bu kural ve
düzenlemelere uyulması için kalabalık bir müfettiĢler ve hâkimler ordusu kurdu. Colbert, kalite
kontrolünü geliĢtirmek amacıyla loncaların çoğal-masına destek verdi; devlet fabrikaları kurdu
ve onlara malî kaynak sağladı; Fransız ekonomisinin kendi kendine yeterliğini geliĢtirmek ve
lehte bir dıĢ ticaret dengesi sağlamak için çeĢitli yasaklar ve yüksek koruyucu gümrük tarifeleri
koydu. Bütün bu kontroller bir yandan üretim maliyetlerini yükseltirken, öte yandan da
üreticilerin ve tüketicilerin mukavemetine yol açtı, teknik geliĢmeyi engelledi.
Colbert geniĢ bir sömürge imparatorluğu oluĢturmaya da gayret etti. DıĢ ticarette tekelci anonim
Ģirketler kuruldu: Fakat bu Ģirketler, Ġngiltere ve Hollanda'da olduğu gibi hükümetin iĢbirliği ile
özel teĢebbüsçe kurulmuĢ ortaklıklar olmayıp, özel Ģahısların yatırım yapmaya âdeta zorlandığı
devlet kuruluĢlarıydı.
Ġngiltere'de ise ekonomik politika kıta Avrupası‟ndan daha farklı bir geliĢme çizgisi izledi.
Onaltı ve 17. yüzyıllarda kıta Avrupası ülkelerinde kralların gücü artarken, Ġngiltere'de 1688
devrimiyle parlamento denetimine dayanan anayasal bir monarĢi doğdu. 1688 Ġngiltere‟nin
siyasal tarihinde olduğu kadar ekonomik tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Ġngiltere'de
ekonomik politikalar artık mutlak bir monarĢinin talepleri doğrultusunda değil de parlamentoda
temsil edilen aristokratlar, toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve saray mensupları gibi grupların
bazen de birbiriyle çatıĢan menfaatlerine göre Ģekillendi. Parlamentonun bu gücü,
kamu
maliyesinde daha iyi bir malî yönetim ve daha rasyonel bir vergileme sistemi sağladı.
Ġngiltere‟de üretim coğrafî olarak geniĢ bir alana dağılmıĢtı. Ġngiliz yönetimi Fransızların yaptığı
gibi malların kalitesi ile ilgili kurallar ve sınırlamalar getirerek üretimi düzenlemeye çalıĢmadı.
Bu serbestlik üretim metotları ve malların özellikleri açısından büyük bir çeĢitliliğe imkân verdi
ve Ġngiliz üreticisinin daha geniĢ bir alıcı kitlesine ulaĢmasını sağladı.
SONUÇ
Modern Çağ‟ın baĢlarında gerçekleĢen coğrafî keĢifler sonucunda Avrupa ekonomik kaynak
arzını önemli ölçüde arttırarak yeni bir ekonomik dinamizm dönemine girme baĢarısını
göstermiĢtir.
47
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 12. HAFTA E-DERS NOTU
AVRUPA‟DA EKONOMĠK GÜÇ DENGESĠNĠN DEĞĠġMESĠ
Ġktisat ve tarih literatüründe 16. yüzyıl bir altın çağ, 17. yüzyıl ise bir kriz dönemi olarak
değerlendirilmiĢtir. Bu değerlendirmenin en büyük eksiği, modern dönemin baĢlangıcında
Avrupa'da geleneksel ekonomik güç dengelerinde ortaya çıkan çok önemli bir değiĢmeyi
görmezlikten gelmesidir. OnbeĢinci yüzyıl sonunda Avrupa'da en geliĢmiĢ alan, Akdeniz bölgesi
özellikle de Orta ve Kuzey Ġtalya idi. Onaltıncı yüzyıl boyunca Amerikan hazinelerinin
Ġspanya'ya akıĢı, Akdeniz'in ekonomik üstünlüğünü sürdürmesini sağladı. Ancak 17. yüzyılın
sonuna gelmeden artık Akdeniz, kesinlikle geri kalmıĢ bir bölgeydi. Avrupa ekonomisinin
ağırlık merkezi Kuzey denizine kaymıĢtı.
1. ĠSPANYA’NIN EKONOMĠK DÜġÜġÜ
16. yüzyılda Ġspanya, Avrupa'nın en geniĢ imparatorluğuydu: Yalnızca Ġspanya krallığını değil,
Orta Avrupa'daki Hapsburg topraklarını, AĢağı Ülkeleri ve Ġtalya'nın büyük bir bölümünü
kapsıyordu ve ayrıca Amerika'da da geniĢ bir sömürge imparatorluğuna sahipti. Bu büyük
imparatorluğun yeterli bir ekonomik temeli de bulunuyordu. Egemenliği altındaki Hollanda,
Avrupa'nın en ileri tarımına, en geliĢmiĢ sanayiine sahipti. Orta Avrupa'daki toprakları ise, ziraî
kaynaklarına ek olarak maden yatakları bakımından da oldukça zengindi. 1530'lardan itibaren
Yeni Dünya'dan akmaya baĢlayan altın ve gümüĢ, yüzyılın sonunda en yüksek düzeyine ulaĢarak
Ġspanya Ġmparatorluğu'nu Avrupa'nın en zengin ülkesi hâline getirmiĢti.
Bu elveriĢli Ģartlara rağmen Ġspanyol ekonomisi geliĢmeyi baĢaramadı. Ekonomik gerileme
halkın hayat standartlarının düĢmesi, kıtlık ve salgın olaylarının artması ve 17. yüzyılda da
nüfusun azalması Ģeklinde kendini gösterdi. İspanya'nın ekonomik düşüşünde pek çok faktör
yanında yöneticilerin yanlış ekonomik politika ve uygulamaları da önemli rol oynadı.
Ġspanya kralları, Hristiyan Avrupa'yı birleĢtirme gayretleriyle çok büyük savaĢlara giriĢtiler ve
bu savaĢları koydular. Nisbî yoksulluğuna rağmen Ġspanyol halkı 16. yüzyılda Avrupa'da en ağır
vergi yükü altında olan milletti. Ayrıca vergi dağılımı da adaletsizdi. OnbeĢinci yüzyılın sonunda
Ġspanya topraklarının % 97'si kilise de dahil olmak üzere ailelerin % 2 ya da 3'ünün elindeydi.
Krallık ailesi ve büyük toprak sahipleri vergiden muaftılar. Bu yüzden vergi yükü esnaf, tüccar
ve özellikle de çiftçilerin üzerindeydi.
Krallık Amerikan altın ve gümüĢüyle büyük bir gelir kaynağına kavuĢtu. 1530'dan önce altın ve
gümüĢ ithalatı önemsizdi. Fakat bundan sonra sürekli yükselerek 1540'larda yılda 1 milyon
48
dukadan 1590'larda 8 milyon dukaya yükseldi. Yalnızca yasal altın ve gümüĢ giriĢlerini
kapsayan bu rakamların % 40'ı devlete gidiyordu. Ancak yine de kıymetli madenlerin krallık
gelirleri içindeki payı % 20-25'i geçmiyordu.
Ġspanya'da herhangi bir uzun dönemli ekonomik politikanın mevcut olmadığının en canlı
örneklerinden ikisi tahıl üretimi ile kumaĢ sanayiidir. Nüfus artıĢı ve Amerikan hazinelerinin
akıĢından kaynaklanan fiyat yükseliĢleri nedeniyle 16. yüzyılın ilk üç çeyreğinde tahıl üretimi
önemli ölçüde arttı. Fiyat yükselmeleri nedeniyle artan tüketici Ģikâyetleri karĢısında hükümet
1539'da ekmeklik tahılların fiyatlarında narh uygulamasını baĢlattı. Maliyetler yükselmeye
devam ettiği için üretici piyasa için tahıl üretmekten vazgeçti. Tahıl kıtlığı daha da artınca
hükümet daha önce yasakladığı ya da yüksek vergiye tâbi tutarak sınırladığı tahıl ithaline izin
verdi. Bu, tahıl üretimini olumsuz etkiledi ve Ġspanya düzenli bir tahıl ithalatçısı hâline geldi.
Bu geniĢ imparatorlukta bir pazar bütünleĢmesine imkân verecek bir gümrük birliği de yoktu.
Yöneticiler imparatorluğun çeĢitli bölgeleri arasındaki ticarete uygulanan iç gümrüklerin
sağladığı vergi gelirlerine büyük önem veriyorlardı. Her bölge, diğer bölgelerin tüccarlarına
yabancı muamelesi yapıyordu. Her bölge, diğerine karĢı kendi tarife engellerini yükseltmiĢti.
Hatta her biri ayrı para sistemine sahipti.
Ġspanya'nın Amerika'daki topraklarına yönelik politikası da dar görüĢlüydü. Hükümet burada da
tekelci ve sıkı kontrole dayalı bir politika izledi. 1501'de yabancıların yeni sömürgelerde
yerleĢme ve ticaret yapmaları yasaklandı. 1503'te ticarî tekel hakkına sahip Casa de
Contratacion kuruldu. Tüm tüccar gemilerinin silahlı konvoylar eĢliğinde seyretmesi
zorunluluğu getirildi. Bu konvoylar çok masraflı olmasına karĢılık etkin de değildi. Bu tekelci ve
sınırlayıcı politikalar baĢarılı olmadı, aksine kaçınmayı ve kaçakçılığı teĢvik etti. Sömürgeler
arası ticaret de aynı Ģekilde düzenlendi. Ġspanya'daki üreticilerin korunması amacıyla
sömürgelerde pek çok ekonomik faaliyet sınırlandı. Yerli sanayi düĢüĢ hâlinde olduğundan bu
sınırlamalar, Ġspanya'nın rakiplerinin ürünlerine talep yaratmaktan baĢka bir iĢe yaramadı.
Özetle Amerika'dan altın ve gümüĢ akıĢı ve sonucunda efektif talebin geniĢlemesi, ekonomik
geliĢmeyi uyardı ve Ġspanya 16. yüzyılda dünyanın merkezi hâline geldi. Ġspanya'nın zengin bir
ülke olarak Avrupa ekonomisi içindeki önemi büyük ölçüde arttı. Ancak bu baĢarı kısa sürdü.
Yeni Dünya'nın yönetiminin ve krallık ordularında hizmetin sağladığı zengin kazançlı fırsatlar,
Ġspanyolları sınaî ve ticarî faaliyetlerden kopardı. Arapların ve Yahudilerin daha önce kovulmuĢ
olması, ülkenin insan kaynağını zaten büyük ölçüde zayıflatmıĢtı. ĠhtisaslaĢmıĢ iĢgücünün azlığı
ve devletin isabetsiz politikaları yüzünden ekonomide darboğazlar ortaya çıkmaya baĢlayınca
49
üretimdeki geniĢleme durdu, fiyatlar yükseldi ve talebin büyük kısmı yabancı mal ve hizmetlere
kaydı.
2. ĠTALYA’NIN EKONOMĠK GERĠLEYĠġĠ
Ġtalya nispeten sınırlı bir iç pazara sahip, doğal donanımı yoksul bir ülkeydi. Onun ekonomik
zenginliği, ürettiği mâmul malların ve hizmetlerin çok yüksek bir oranını ihraç etmesinden
kaynaklanıyordu. Ortaçağ‟ın ikinci yarısı boyunca Avrupa ekonomisinin en aktif ve zengin
bölgesi Kuzey Ġtalya idi. Profesyonel, pragmatik ve çıkarlarına düĢkün tüccar bir elit tarafından
yönetilen Venedik, Cenova, Floransa ve Pisa gibi Ġtalyan Ģehir devletleri, mülkiyet haklarını ve
sözleĢmelerin uygulanabilirliğini garanti eden siyasî ve hukukî müesseseler oluĢturarak ticarî
kapitalizme uygun bir kurumsal yapı geliĢtirmiĢlerdi.
İtalya’da ticaret yanında sanayi faaliyetleri de gelişmişti. Ġpekli ve pamuklu kumaĢ, pirinç, Ģeker
kamıĢı ve cam üretimi teknolojileri Asya, Mısır ve Bizans‟tan transfer edildi. Onüçüncü
yüzyıldan itibaren denizcilerin zaman ölçmekte yararlandıkları kaliteli kum saatleri üretilmeye
baĢlandı. Ġtalya Avrupa‟da cam üfleme teknolojisinde de öncü oldu. OnbeĢinci yüzyılın sonuna
kadar Ġtalya kaliteli sabun üretiminde tekel konumundaydı. Ondördüncü yüzyılda bir Ġtalyan
icadı olan gözlük imaline baĢlandı. Asya ile yapılan ham ipek ve ipek ürünleri ticareti ithal
ikamesine yol açtı. Ġpekli kumaĢ üretimi, Çin‟den Hindistan ve Suriye‟ye yayılmıĢtı. On ikinci
yüzyılda da Ġtalya‟da ipekli kumaĢ üretimine baĢlandı. Hükümet kaliteyi garanti altına alan
düzenlemeler yaptı.
Ġtalya gemicilik teknolojisinde de büyük ilerlemeler sağladı. Devlet, en büyük gemi inĢacısıydı:
ayrıca özel sektöre devlet gemilerini kiralıyor ve filoların organizasyonunu düzenliyordu. Ġtalya
Akdeniz‟deki ticaret Ģartlarına uygun gemi tipleri geliĢtirdi. Bu devlet desteği ticareti daha
güvenli hâle getirerek özel tüccarların maliyetini düĢürdü ve küçük sermayeli tüccarın da
uluslararası ticarete katılmasına imkân verdi.
Ġtalya 15. yüzyılın sonunda Avrupa‟nın en müreffeh ülkesiydi. Ancak 16. yüzyılla birlikte
Ġtalyan ekonomisini problemlerle karĢı karĢıya getiren önemli değiĢmeler oldu. Ġlk önemli
olumsuz geliĢme Ġtalyan tüccarlarının baharat ticaretindeki rolünün büyük ölçüde azalmasıydı.
Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun yükseliĢi ile Bizans‟ın düĢüĢü, Doğu Akdeniz‟deki haçlı
devletlerinin ve Mısır‟da Memlük yönetiminin son bulması Ġtalya‟nın Asya ile temasının
kesilmesine yol açtı. Bir yandan Osmanlıların Suriye ve Mısır ile ticarete sınırlamalar getirmesi,
öte yandan Portekiz‟in doğrudan Asya‟dan baharat getirerek rekabet etmesi 16. yüzyılın baĢında
Ġtalyan tüccarlarının Doğu ticaretindeki rolünün önemli ölçüde azalmasına neden oldu.
50
Deniz taĢımacılığında da olumsuz geliĢmeler söz konusuydu. Tek direkli gemilerin yerini tam
yelkenli ve üç direkli gemiler alınca kürekli Ġtalyan gemileri demode oldu. Ġtalyan tersanelerinde
üretimin düĢmesi sonucu dıĢarıdan artan miktarda gemi ithal edilmeye baĢlandı.
17. yüzyılla birlikte Ģartlar değiĢti. Bir dizi faktör uluslararası ekonomik durumu altüst etti.
Amerika'dan kıymetli maden ithalleri azalma dönemine girdi ve bu, Ġspanya'nın ekonomik bir
gerileme süreci içine girmesine yol açtı. Orta Avrupa'da 1618'de 30 yıldan daha fazla bir süre
Alman devletlerinin bulunduğu bölgeye yıkım ve sefalet getiren yıkıcı bir savaĢ patlak verdi.
Onyedinci yüzyılın baĢlarında nüfus ve gelirin azalmasına yol açan gerilimli iç durumun bir
sonucu olarak Osmanlı mahallî pazarlarında belirgin bir kötüleĢme vardı. Ġspanyol, Alman ve
Türk pazarlarındaki bu daralma uluslararası alanda derhal etkisini gösterdi. Bu güç rekabet
Ģartlarında ancak en etkin ekonomiler ayakta kalabildi. Hollandalı, Ġngiliz ve Fransız malları
Ġtalyan mallarını yalnız dıĢ pazarlardan değil, Ġtalyan pazarından bile kovdu.
Ġç ve dıĢ pazarlardaki bu kayıplar üretimde azalmaya, imalat ve hizmet sektörlerinde önemli
ölçüde negatif yatırıma yol açtı. Her Ģehirde bütün üretim alanlarında büyük düĢüĢler görüldü.
Ġtalyan mal ve hizmetlerinin yerini baĢkalarının almasının temel nedeni, Ġngiliz, Hollandalı ve
Fransız mal ve hizmetlerinin daha düĢük fiyatlarla arz edilmesiydi. Bu fiyat farklılığının ilk
önemli sebebi, Ġtalyan mallarının daha kaliteli olmasıydı. Ġtalyan imalatçıları kısmen
geleneklerinin bir sonucu olarak, fakat daha önemlisi lonca düzenlemelerine bağlılıklarından
ötürü eski metotlarla üretmeye devam etmekteydiler.
Ġtalyan mallarının pahalı olmasının tek nedeni daha kaliteli olmaları değildi. Ġtalya'da üretim
maliyetleri de daha yüksekti. Bunun ilk nedeni, loncaların geniĢ kapsamlı kontrolünün Ġtalyan
imalatçılarını eski ve geri üretim ve organizasyon tekniklerini kullanmayı sürdürmeye
zorlamasıydı. Ayrıca Ġtalya‟da vergi baskısı yüksekti ve kötü bir Ģekilde düzenlenmiĢti.
Bu geliĢmeler Ġtalyan ekonomik büyümesinin 16. yüzyıla kadar motorunu teĢkil eden dıĢ
ticarette büyük değiĢmelere yol açtı. Ġtalyan ihracatı hem miktar olarak büyük düĢmeler gösterdi,
hem de daha çok ziraî mallar ve yarı mâmullerden ibaret olmaya baĢladı. Zeytinyağı, buğday,
Ģarap, yün ve özellikle de ham ve iplik hâlinde ipek baĢlıca ihraç malları oldu. Ġtalya Ġngiltere,
Fransa ve Hollanda'dan mâmul mal ithal eden bir ülke hâline geldi. DıĢ ticaretteki bu değiĢme
ekonomide yeni oluĢumlara yol açtı. Emek ve sermaye imalat ve hizmet sektörlerinden tarıma
kaydı. Çünkü dıĢ talep zeytinyağı, Ģarap ve ham ipek üretimini teĢvik ediyordu. Denizcilik
hizmetlerinde de pasif bir duruma düĢen Ġtalya'nın Ģehirleri canlılıklarını kaybetti. Ġtalya,
51
Avrupa'da azgeliĢmiĢ bir bölge olarak yeni ekonomik kariyerine baĢladı.
3. KUZEY HOLLANDA’NIN EKONOMĠK YÜKSELĠġĠ
Geleneksel olarak Hollanda 17 eyaletten oluĢan iki bölgeye ayrılır. Bu eyaletler siyasî
yakınlıkları
nedeniyle
16.
yüzyılda
Ġspanya
Ġmparatorluğu'nun
ticarî
imkânlarından
yararlanıyorlardı. Onbir ve 15. yüzyıllar arasında Güney Hollanda, Avrupa'nın ekonomik
geliĢme merkezlerinden biri olan Ġtalyan kutbunun hemen ardından geliyordu. Onüç ve 14.
yüzyıllarda Kuzey Avrupa'nın en önemli uluslararası iĢ merkezi Bruj'du. OnbeĢinci yüzyıl ile 16.
yüzyılın ilk yarısında Güney Hollanda'daki Antwerp, baharatlar, Ġngiliz kumaĢları, Ġtalyan
ipeklileri, Alman gümüĢü gibi değerli mallarda en parlak uluslararası finans ve ticaret
merkeziydi. Flandra'nın tekstil ürünleri, Kuzey ve Orta Avrupa'da en iyi yünlü kumaĢlardı.
1568'de Ġspanya'ya karĢı isyanla ve bunu izleyen savaĢla birlikte Güney Hollanda harap oldu.
SavaĢ yüzünden önemli tekstil merkezleri büyük zarar gördü. 1585'te Antwerp Ģiddetle
yağmalandı. Güney bölgeleri Ġspanyol egemenliği altına düĢtü.
1609'da barıĢ yapıldıktan sonra 7 kuzey eyaleti Hollanda Cumhuriyeti olarak siyasî
bağımsızlığını elde etti. Daha ĢaĢırtıcı olan yeni devletin ekonomisinin olağanüstü Ģekilde canlı
olmasıydı. Gerçekten o, Ġspanya gibi dev bir ülke ile 40 yıl savaĢmasına ve doğal kaynaklar
bakımından fakir olmasına rağmen, Avrupa'nın en dinamik, en geliĢmiĢ ve en rekabetçi
ekonomisi hâline geldi.
Kuzey Hollanda'nın bu ekonomik canlılığında en önemli rolü, Güney Hollanda'dan kaçarak
Kuzey Hollanda'ya sığınan insanlar oynadı. Onların arasında pek çok usta, sanatkâr, denizci,
tüccar, maliyeci ve meslek sahibi bulunuyordu. Bunlar beraberlerinde Kuzey Hollanda'ya
sanatkârlığı, ticarî bilgiyi, teĢebbüs ruhunu ve likit sermayelerini götürdüler. Nitekim 17.
yüzyılın baĢında Hollanda Doğu Hindistan ġirketi'nde hisse sahiplerinin en güçlü gruplarından
biri bu göçmenlerden oluĢuyordu. Yine 1609-11'de bu göçmenler, Amsterdam'ın en büyük
bankasındaki mevduatın yarısının sahibi durumundaydılar.
Kuzey Hollanda, 17. yüzyılda gemicilik ve ticarette Avrupa'nın en önde gelen ülkesiydi. Ticarî
filosu yalnız sayı olarak değil, kalite olarak da Avrupa'nın diğer ülkelerinden mukayese
edilemeyecek kadar ileriydi. Hollanda ekonomisinin en dinamik ve görkemli sektörü dıĢ
ticaretti. Hollanda hem deniz aĢırı uzak mesafeli ticaretten, hem de Avrupa sularında yapılan
ticaretten büyük kazançlar sağlıyordu. Özellikle Baltık ticaretinde Hollandalılar mutlak bir
hâkimiyete sahipti.
52
Hollanda'nın ekonomik refahı yalnızca ticarî baĢarıya dayanmıyordu. Onyedinci yüzyılda
Hollanda'nın tarım ve imalat sektörleri de oldukça geliĢmiĢti. 1700‟de iĢgücünün sadece % 40‟ı
tarımda faaliyet gösteriyordu. Hollanda Avrupa tarım uzmanlarının merkezi hâline gelmiĢti:
Avrupa'nın diğer kesimlerinden 2-3 kat daha yüksek ziraî verim almayı baĢarı-yordu. Ġmalat
sektörü de belirgin Ģekilde ve yaygın ölçüde geliĢmiĢti. Hollandalıların imalat faaliyetlerinin bir
bölümü uluslararası ticaretle yakından alâkalıydı. Bu faaliyetler, ham olarak veya kısmen mâmul
durumda ithal edilmiĢ malların bitmiĢ hâle getirilmesiyle ilgiliydi. Ġthal tütünün kesilerek
paketlenmesi, ithal ipeğin dokunması, ithal Ģekerin rafine edilmesi önemli ekonomik
faaliyetlerdi.
Hollandalıların ekonomik baĢarılarının temelini, dünyanın her yerinde her Ģeyi diğer ülkelerden
daha ucuza satabilmeleri oluĢturuyordu. Bu sonuca büyük ölçüde üretim maliyetlerini düĢürerek
ulaĢmıĢlardı. Aslında Hollanda'da ücretler oldukça yüksekti. Bütün tüketim mallarına ağır
vergiler konmuĢtu. Ancak Hollanda, iĢçisinin prodüktivitesini bu mukayeseli dezavantajını
giderecek Ģekilde yükseltmiĢti. Bunun için emekten tasarruf sağlayıcı çok sayıda teknik yaygın
ölçüde uygulamaya konmuĢtu.
Hollandalılar herhangi bir Ģekilde maliyeti düĢüremediklerinde malın kalitesini düĢürüyorlardı.
Nitekim yünlü üretiminde düĢük kaliteli, fakat parlak renkli kumaĢlar yaptılar. Böylece kaliteli
kumaĢ üretenlerin aleyhine olarak pazarlarını geniĢlettiler. Fiyatı düĢürmek için kaliteden
fedakârlık yapan Hollandalılar, Ortaçağ'da ve Rönesans dönemi baĢlarında geçerli bir prensipten
ayrılmıĢ oldular. Ortaçağ esnaf ve tüccarı, üretim birimi baĢına kârını maksimize etmeye
uğraĢırdı ve bu nedenle yüksek kalitede ısrar ederdi. Hollandalılar ise kitle üretimine yöneldiler
ve satıĢ miktarını arttırarak kârlarını maksimize etmeye gayret ettiler.
Hollanda modern dönemin başlarında Avrupa'nın ekonomik açıdan en gelişmiş, en yoğun
nüfuslu ve en yüksek oranda şehirli nüfusa sahip ülkesiydi. Hollanda ekonomik büyümeyi
baĢaran ilk ülke oldu ve uzun bir süre Avrupa'da kiĢi baĢına gelir düzeyi en yüksek ülke olma
özelliğini korudu. Ancak 18. yüzyılda Hollanda bu üstünlüğünü yitirdi. Onun iki önemli rakibi
olan Ġngiltere ve Fransa denizlerdeki güçlerini büyük ölçüde geliĢtirerek Hollanda‟nın
hükmettiği pazarlardaki egemenliğine son verdiler. 1720-1820 tarihleri arasında Ġngiltere dıĢ
ticaretini 7‟ye katlarken, Hollanda‟da dıĢ ticaret hacmi beĢte bir ve kiĢi baĢına gelir altıda bir
oranında düĢtü.
4. ĠNGĠLTERE’NĠN EKONOMĠK YÜKSELĠġĠ
Ġngiltere 15. yüzyılın sonunda Ġtalya, Hollanda, Fransa ve Güney Almanya gibi o zamanın
53
geliĢmiĢ ülkeleri ile karĢılaĢtırıldığında geri kalmıĢ ve nüfus olarak küçük bir ülke idi. Ġngiltere
ve Galler'de 4 milyondan daha az nüfus yaĢıyordu. Oysa Fransa 15 milyon, Ġtalya 11 milyon,
Ġspanya 6-7 milyon nüfusa sahipti. Ġngiltere teknolojik ve ekonomik açıdan da kıta ülkelerinin
gerisindeydi. Ġngiliz dıĢ ticaretinin % 40'ı yabancıların elindeydi. Ġngiltere'nin en büyük ticaret
Ģehri olan Londra, kıta Avrupası‟nın büyük Ģehirlerinin servet ve büyüklük bakımından oldukça
gerisindeydi.
Ancak Ġngiltere, küçük bir ada devleti olması nedeniyle Kıta Avrupası‟ndaki yüksek maliyetli
yıkıcı savaĢların dıĢında kalabilmiĢti. Öte yandan Ġngiltere, Avrupa'nın en iyi yün yetiĢtiricisiydi.
1300‟lerde Ġngiltere yünün ülke içinde iĢlenmesi için ham yüne ihracat vergisi koyarken, kumaĢ
ihracını vergi dıĢı bıraktı. Böylece Ġngiliz üreticisi kıtadaki rakiplerine göre hammaddesini daha
düĢük fiyatla temin etme imkânını buldu. Bu uygulamanın sonucunda 14. yüzyıldan itibaren
daha fazla yünlü kumaĢ üretilmeye baĢlandı. Ortaçağ'ın sonlarında yün ve yünlü kumaĢ, Ġngiliz
ihracatının büyük bir kısmını oluĢturuyor ve bu ihracat içinde yünlü kumaĢın ham yüne oranı
giderek artıyordu. Hammadde yerine bu maddelerden yapılmıĢ mamul ürünlerin ihracına doğru
geçiĢ, ekonomide imalat sektörünün artan ağırlığının bir iĢaretiydi.
Ġngiltere, süratle kıtanın en geliĢmiĢ ülkeleriyle aynı çizgiye yükseldi. 16. yüzyılın ortalarından
itibaren ekonomide yeni sektörler de geniĢleyerek önem kazandı. Demir, kurĢun, teçhizat, yeni
tip kumaĢlar, cam ve ipek üretimi 16. yüzyılın ikinci yarısında ĢaĢırtıcı ölçüde arttı. Bu
geliĢmelerin bir sonucu olarak 1688 ile 1801 arasında millî gelir içinde tarımın payı % 40'tan
32.5'e düĢerken, madencilik imalat ve inĢaat sanayilerinin payı % 21'den 23.6'ya, ticaret ve
taĢımacılığın payı % 12'den 17.5'e yükseldi.
Bu geliĢen dünya ticaretinin merkezi olan Londra‟nın nüfusu 17. yüzyılın sonuna doğru
500.000'i aĢtı. Londra dünyanın en büyük, en zengin ve en aktif metropolü oldu. Londra para
piyasası dünyanın en zengin ülkesinin ulusal kredi sisteminin merkeziydi. Londra, büyük
hacimlere varan liman ticareti sayesinde tüm dünyanın kredi merkezi hâline gelmiĢ ve Fransız
savaĢları ile durumları kötüleĢen Amsterdam ve Paris‟in yerini almıĢtı.
Ġngiltere'nin bu dünya çapındaki ticaret ağını geliĢtirmesini mümkün kılan baĢlıca kaynakları
Ģunlardı: 1. Ġyi gemicilerin ve riske girme yeteneğine ve gerekli fonlara sahip tüccarların
çokluğu, 2. Fizik ve malî kapitalin nisbî bolluğu, 3. GeliĢmiĢ bir kredi, ticaret ve sigorta
organizasyonunun varlığı, 4. Tüccar sınıfının isteklerine karĢı duyarlı bir yönetimin varlığı, 5Krallık deniz gücünün üstünlüğü.
54
Uluslararası ticaret, Ġngiltere'nin ekonomik geliĢmesine büyük katkılarda bulunmuĢtur. Bu
katkılar özetle Ģöylece sıralanabilir:
1. DıĢ ticaret, Ġngiliz sanayiinin ürünlerine talep yaratmıĢtır. Çoğu sanayi öncesi ekonominin
karĢılaĢtığı problemlerden biri iç satın alma gücü düzeyinin sınaî ihtisaslaĢmaya imkân
vermeyecek kadar düĢük olmasıdır. ĠhtisaslaĢma olmadan ölçek ekonomisinden yararlanmak ve
bir ürünün nüfusun büyük bir kesimi tarafından elde edilebilecek ölçüde maliyet ve fiyatını
düĢürebilmek mümkün değildir. Ġngiltere dünya pazarından yararlanarak bu kısır döngüyü
kırmıĢtır.
2. Uluslararası ticaret, Ġngiliz sanayi ürünlerinin sayısını arttıran ve ucuzlatan hammaddeleri elde
etme imkânını sağlamıĢtır.
3. Uluslararası ticaret yoksul ve azgeliĢmiĢ ülkelere Ġngiliz mallarını satın alma gücünü
sağlamıĢtır. Ticaret iki yönlü bir süreçtir. Ġngiliz ithalatçıları yabancılardan mal satın alarak,
onlara Ġngiliz sanayiinin ürünlerini satın alabilecekleri kredi ve dövizi vermiĢ oldular.
4. Uluslararası ticaret, sınaî ve ziraî geliĢmeyi finanse etmeyi kolaylaĢtıran ekonomik bir fazla
yarattı. Uluslararası ticaretin kazançları tarıma, madenciliğe ve imalata aktı. Bu olmaksızın,
müteĢebbislerin yeni fikirleri, rotasyon sistemlerini ve makineleri üretken teĢebbüslere
dönüĢtürmeleri güç olurdu.
5. Uluslararası ticaret dıĢ ticaretin olduğu kadar ülke içi ticaretin de geliĢmesinde etkili olan
kurumsal yapı ve iĢ ahlâkının doğmasına yardımcı oldu. DıĢ ticaretin gereklerinden doğan
düzenli pazarlama, sigorta, kalite kontrol ve ürünün standartlaĢtırılması sistemleri ülke içinde
verimliliğin yükselmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. Herhangi bir alanda sürekli ekonomik
geliĢmenin temel Ģartları olan sağlam iĢ ahlâkı ölçüleri, ticarî atılımcılık ve riske girmeye hazır
maceracı bir tutum, uluslararası ticaret alanında nispeten daha süratle geliĢti. Çünkü onlar
olmaksızın dıĢ ticaret mümkün olmazdı.
6. Son olarak uluslararası ticaretin geniĢlemesi büyük Ģehirlerin ve sanayi merkezlerinin
geliĢmesinin ana nedeniydi. Londra, Liverpool, Manchester, Birmingham ve Glasgow
büyümelerinin önemli bir kısmını dıĢ ticarete borçluydular.
Bu dönemde İngiliz ekonomisinin gösterdiği yüksek performansın temelinde İngiliz toplumunun
karşılaştığı güçlükleri yeni gelişmelere bir başlangıç hâline getirebilme gücü yatıyordu. Bu
sayede Ġngiliz ekonomisi karĢılaĢtığı çeĢitli meydan okumalara, sağlıklı bir organizma gibi
55
baĢarılı ve yaratıcı cevaplar verebilmiĢti.
Ġngilizler 1550'lerden
sonra
yünlü
dokuma sektöründe
artan
ölçüde dıĢ
rekabetle
karĢılaĢtıklarında yenilgiyi kabul etmediler. Ġspanyol baskısından kaçarak Ġngiltere'ye yerleĢen
Güney Hollandalıların da yardımıyla süratle Hollandalıların üretim metotlarına kayan Ġngilizler
yabancı tüccarın Ġngiltere'ye gelip yün ve yünlü kumaĢ almasını beklemeyerek artan ölçüde
kendileri, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da yeni pazarlara girdiler.
Ġngiltere karĢılaĢtığı ciddî kıtlıklara karĢı ise sahip olduğu daha bol kaynaklardan yararlanmasını
mümkün kılan yeni teknikler geliĢtirdi. Enerji probleminin çözümü bunun en güzel örneğidir.
Ġngiltere, hiçbir zaman bol ormanlı bir ülke değildi. Sahip olduğu ormanlar da 16. yüzyıl
boyunca nüfusun, inĢa faaliyetlerinin, ısınma için odun kullanımının ve pek çok sanayi dalı için
bilinen tek yakıt olan odun kömürü üretiminin artıĢı nedenleriyle tahrip olmakta ve Ġngiliz orman
rezervleri süratle erimekteydi. Nitekim 1530 ile 1620 arasında odun kömürü fiyatlarındaki artıĢ,
genel fiyat seviyesindeki yükselmeyle aynı düzeydeydi. Oysa 1620 ile 1690'lar arasında
fiyatların sabit kaldığı ya da küçük düĢmeler gösterdiği bir dönemde odun kömürü fiyatları iki
katına çıkmıĢtı. Nisbî fiyatlardaki değiĢme, Ġngiltere'de yakıt krizinin had safhaya ulaĢtığını
göstermekteydi. Bu kriz pek çok sanayide üretimin düĢmesine yol açtı. 16. yüzyılın ortalarından
itibaren silah imalatçısı ve ihracatçısı bir ülke hâline gelen Ġngiltere, 1630'lara doğru, kendi
ihtiyacına yetecek miktarda bile silah üretemiyordu.
Ġngiltere bu enerji krizine iki Ģekilde cevap verdi. Ġlk olarak orman bakımından zengin olan
Ġskandinav ülkeleri ile ticaretini güçlendirdi. Ġkinci olarak ve daha önemlisi de artan ölçüde
Ġngiliz adalarında bol olarak bulunan yakıtlara baĢvurdu. Onaltıncı yüzyılın baĢlarından itibaren
kok kömürü gerek evde ısınmak için, gerekse sanayide enerji kaynağı olarak kullanılmaya
baĢlandı.
Bütün bu baĢarılarının bir sonucu olarak 1700'lerden itibaren Ġngiltere, Kıta Avrupası‟nın önde
gelen ekonomisi Hollanda'yı geride bıraktı. Artık Ġngiltere dünyanın en etkin ve en hızlı geliĢen
ekonomisiydi. Bu durum ona yüzyıl sonra sanayi devrimini ilk baĢaran ülke olmanın da yolunu
açtı.
SONUÇ
Bu bölümde 17. yüzyılda Avrupa‟da ekonomik güç dengelerinde ortaya çıkan önemli değiĢme
ele alınmıĢtır. Akdeniz ekonomileri düĢüĢ içine girerken, Atlantik ekonomileri Avrupa‟nın
yükselen yeni iktisadî güçleri olmuĢlardır.
56
SANAYĠ DEVRĠMĠ
Sanayi devrimi modern iktisat tarihçileri tarafından insanlık tarihinin ikinci önemli dönüm
noktası olarak kabul edilmiĢtir. 1750 ile 1830 arasında ilk kez Ġngiltere'de baĢlayan bu geliĢme,
Batı insanının hayat tarzını ve seviyesini köklü biçimde değiĢtirmiĢtir.
Sanayi ve devrim kelimelerinin yan yana getirilmesi değiĢimin anî ve yıkıcı olduğu izlenimini
uyandırabilir. Ancak sürekliliğin ekonomik sürecin temel bir özelliği olduğu dikkate alınırsa
devrim kavramıyla dönüĢümün büyüklüğünün ve derinliğinin vurgulanmak istendiği açıktır.
Sanayi devrimi ile birlikte dünya tarihinde ilk kez nüfus artışı ile hayat standartlarındaki
yükselme birlikte gerçekleşmiştir. Sanayi öncesi bir ekonomiyi sanayileĢmiĢ bir ekonomiden
ayıran en temel özellik refah ve üretkenlik düzeyinin değiĢmez olmasıdır. Ancak bu sanayi
öncesi bir ekonomide hiçbir değiĢmenin ve hatta ekonomik büyümenin olmadığı anlamına
gelmez. Fakat böyle bir geliĢme ortaya çıksa bile ya çok yavaĢ veya geçici ya da kolaylıkla
geriye çevrilebilir bir niteliktedir.
Sanayi öncesi ekonomilerde nüfus ve gelirler arasındaki bu denge yüzünden nüfus artıĢı
ekonomik büyümeyi sınırlamaktaydı. Sanayi devrimi bu sınırlamayı aĢmanın tarihteki tek
baĢarılı örneğini teĢkil etmektedir. Ġngiltere'de baĢlayan ve daha sonra diğer ülkeleri de etkileyen
sanayi devrimi, daha çok insanın daha fazla mal ve hizmet elde etmesini sağlamıĢtır. Bu
özelliğiyle sanayi devrimini baĢarılı bir ekonomik büyüme örneği olarak görmek mümkündür.
1. SANAYĠ DEVRĠMĠNĠN AÇIKLAMALARI
Aslında sanayi devrimi pek çok özel ve istisnaî Ģartın Ġngiltere‟de son derece uygun bir Ģekilde
bir araya gelmesinin sonucuydu. Ancak yine de iktisat tarihçileri bu büyük değiĢimi
anlayabilmek için tek nedene dayalı pek çok açıklama ileri sürmüĢlerdir:
1- Sermaye teşkili oranındaki artışı, sanayi devriminin nedeni olarak ileri süren bazı iktisat
tarihçileri, bu artıĢı da ya yatırımları teĢvik eden düĢük faiz oranlarına ya da muhtemel
yatırımcılara tesadüfî kazançlar sağlayarak zorunlu tasarruflar yaratan kâr enflasyonuna
bağlamıĢlardır.
2- Bazı iktisat tarihçileri ise sanayi devrimini, 16. yüzyıldaki coğrafî geniĢlemenin bir sonucu
olarak dünya ticaretinde modern zamanlarda meydana gelen artışla açıklamıĢlardır. Dünya
ticaretindeki artıĢtan en büyük payı Ġngiltere almıĢ ve bu da Ġngiliz ihracat sanayiini uyararak
57
genel ekonomik büyümeyi sağlamıĢtır.
3- Sanayi devriminin diğer bir açıklamasını teknolojik değişmeler teĢkil etmektedir. Bilim
alanında ortaya çıkan geliĢmelerin sağladığı bilgi birikiminin sınaî makinelere ve iĢ
organizasyonuna uygulanması ekonomik verimliliği yükseltmiĢtir.
4- Sosyal davranıĢlarda ortaya çıkan köklü değiĢmeler sanayi devriminin açıklanmasında
kullanılan bir baĢka nedeni oluĢturmaktadır. Felsefî ve dinî düĢüncelerdeki değiĢmelerin bir
sonucu olarak çalıĢma ve tutumluluk insanî erdemler olarak yüceltilmiĢ, servete karĢı daha
rasyonel bir ahlâk anlayıĢı doğmuĢ ve serbest ekonomi geliĢmiĢti. Bütün bu değiĢmeler kapitalist
teĢebbüs ruhunun canlanmasına neden olmuĢtu.
5- Ġktisadî geliĢme uygun bir kurumsal çerçeve içinde gerçekleĢebilir. Hukukî ve sosyal çevre
doğal çevre gibi maddî geliĢmeyi teĢvik edici ya da engelleyici rol oynayabilir. 19. yüzyıl
Ġngiltere‟sinde ekonomik faaliyetlerin çerçevesini oluĢturan kurumsal yapı kiĢisel giriĢimciliğe
ve teĢebbüslere geniĢ imkân tanıyan, meslekî özgürlük ile coğrafî ve sosyal hareketliliğe izin
veren, özel mülkiyete ve yasaların üstünlüğüne dayanan, maddî amaçlara ulaĢmak için bilim ve
aklı esas alan özellikleriyle ilk sanayi devrimi için uygun bir ortam oluĢturmuĢtur.
2. SANAYĠ DEVRĠMĠNĠN ZAMANI
Sanayi devriminin kronolojisi, iktisat tarihi literatüründe verimli bir tartıĢma kaynağı olmuĢtur.
Bu tartıĢmaların asıl amacı temel değiĢim sürecinin sebepleri, niteliği ve sonuçlarını
değerlendirebilmek için Ġngiliz sanayileĢme tarihinin bir kronolojisini çıkarmaktı.
Ġngiliz sanayileĢme tecrübesini devrim kavramı çerçevesinde ele alan ilk iktisat tarihçisi Arnold
Toynbee‟ye göre 1750'lerde Ġngiliz ekonomisinde köklü bir değiĢim baĢladı ve bunu 1850'lere
doğru tamamlanan hızlı ve genel bir sanayileĢme süreci izledi.
Daha sonra pek çok iktisat tarihçisi Toynbee'nin önerdiği tarihlere itirazda bulundular. Bir yanda
onun baĢlangıçlarını organize olmuĢ imalat sanayinin baĢlangıçlarına kadar götürenler, diğer
yanda ise Ġngiltere gibi tamamen sanayileĢmiĢ bir ülke için bile henüz sürecin bitmediğinde ısrar
edenler yer almaktadır. J. H. Clapham 1850'lerde sanayileĢmenin pamuklu dokuma ve demir
sanayileri ile sınırlı olduğunu; makineleĢmenin ve fabrika sisteminin diğer alanlara yayılması
suretiyle genel bir sanayileĢmenin çok daha ileri tarihlerde tamamlandığını ileri sürdü.
Öte yandan John U. Nef ise tarihte devamlılığın esas olduğunu belirterek, büyük ölçekli
sanayinin ve teknolojik değiĢmenin baĢlangıçlarının 16 ve 17. yüzyıllara kadar götürülebi58
leceğini; bu dönemdeki ekonomik geliĢmelerin 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın ilk
yarısındaki değiĢmeler kadar önemli olduğunu savundu. Nef‟e göre Büyük Britanya‟nın
sanayileĢmesi, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın baĢları ile iliĢkilendirilen anî bir olay olarak
değil de, 16. yüzyılının ortalarına kadar uzanan ve 19. yüzyılın sonuna doğru sınaî devletin
doğuĢu ile sonuçlanan uzun bir süreç olarak değerlendirilmelidir.
Yakın zamanlarda yapılan çalıĢmalarda ise sanayi devriminin zamanı ile ilgili yorumlara,
ekonomik büyüme hızıyla ve dıĢ ticaretin gösterdiği geliĢmeyle ilgili istatistik bilgiler yön
vermektedir. Bu yeni yaklaĢım, ilk sanayi devrimini Ġngiliz uluslararası ticaretinin yukarıya
doğru önemli bir sıçrama gösterdiği 1780'lerden baĢlatmaktadır. Hatta Prof. W. Rostow sanayi
devrimini uzun bir süreçten çok, Toynbee gibi anî ve hızlı bir değiĢme olarak görmüĢ ve onu
1783-1802 gibi çok kısa bir döneme sıkıĢtıran bir teori geliĢtirmiĢtir.
Rostow 20. yüzyılın sanayi öncesi ekonomilerinin problemleriyle ilgilenenlere stratejik politika
önerileri sunabilecek bir Ģekilde Ġngiliz ekonomik tarihini yorumlamaya çalıĢmıĢ ve bu yaklaĢım
onu, sanayi devrimini bir süreçten çok bir vaka olarak görmeğe sevk etmiĢtir. Rostow, ekonomik
geliĢmenin safhalarıyla ilgili modelinde 1783-1802 dönemini, Ġngiliz ekonomisinin sürekli
büyüme için "kalkış"a geçtiği, modernleĢmeye dönük güçlerin kesin baĢarı kazandığı ve
ekonomik geliĢmeye doğru otomatik ve geri dönülmez bir değiĢimin baĢladığı bir zaman olarak
tanımlamıĢtır.
3. ZĠRAÎ DEĞĠġMELER
BaĢarılı sanayileĢme ile yüksek ziraî verimlilik arasında sıkı bir iliĢki bulunmaktadır. Nüfusun
bir bölümünün tarım dıĢında çalıĢmasına imkân verecek Ģekilde bir yiyecek fazlası üretilmesi
tarım dıĢı sektörlerin geliĢebilmesinin ön koĢuludur. SanayileĢmenin ortaya çıkmasına izin
verecek olan yiyecek fazlası, hammaddeler, pazarlar ve sermaye için sanayi öncesi bir ekonomi
tarıma bağımlıdır.
Ġngiltere‟de 17 ve 18. yüzyıllarda eski mâlikâne iliĢkilerinde giderek yoğunlaĢan değiĢmeler
ortaya çıktı. Açık tarla sisteminin yol açtığı güçlükler ve Ģehir pazarlarının yarattığı yeni
imkânlar geleneksel Ģekilde tarım yapılan toprakların süratle azalmasına yol açtı. Çevirme
iĢlemleri (enclosure) sonucunda açık tarla sistemi süratle tasfiye olmaya baĢladı. 1830‟lara
gelmeden çevirme hareketi büyük ölçüde tamamlandı. Yüzlerce hektardan oluĢan büyük
çiftlikler yaygın iĢletme hâline geldi.
Ġngiliz tarımında beĢ önemli değiĢme olmuĢtur. Öncelikle çitçilik Ortaçağ‟ın ortak yararlanılan
açık tarlaları yerine büyük ölçekli iĢletmelerde yapılmaya baĢlanmıĢtır. Ġkinci olarak bitkisel
59
üretim daha önce iĢlenmeyen alanlara doğru geniĢlemiĢ,
yoğun hayvan besiciliği
benimsenmiĢtir. Üçüncü olarak daha önce gelenekler ve topluluğun ortaklaĢa kararları ile
yürütülen tarımsal faaliyetlere artık bilime ve deneye dayalı metotlar uygulanmaya baĢlamıĢtır.
Dördüncü olarak kendi kendine yeterli bağımsız küçük üreticilerin yerini temel hayat standartları
bakımından hava Ģartlarından çok ulusal ve uluslararası pazar Ģartlarına bağımlı hâle gelen tarım
iĢçileri almıĢtır. Son olarak da tarımsal verimlilikte büyük bir artıĢ olmuĢtur.
İngiltere’de tarım artan nüfusu ve özellikle de sanayi merkezlerinin kalabalık nüfusunu
besleyerek, İngiliz sanayiinin ürünlerine olan satın alma gücünü arttırarak, sanayileşmeyi
finanse etmek için gerekli kaynağın önemli bir kısmını sağlayarak ve sanayide istihdam
edilebilecek bir işgücü fazlasını serbest bırakarak sanayileşmeye önemli katkı sağlamıştır. Tarım
baĢarılı olamasaydı ilk sanayi devriminin Ġngiltere gibi doğal kaynakları sınırlı olan bir ülkede
ortaya çıkabilmesi güç olacaktı.
4. SINAÎ TEKNOLOJĠ VE YENĠLĠKLER
Tarımdaki geliĢmeler çiftlik araçlarının daha iyi düzenlenmesi ile desteklenmiĢti. Ancak
teknolojik değiĢmeler asıl tarım dıĢı alanlarda, özellikle de sanayide daha büyük önem taĢıyordu.
Onyedinci yüzyıl boyunca Hollanda, sanayi ve teknoloji alanında Avrupa'nın lideri
durumundaydı. Onsekizinci yüzyılda ise Ġngiltere liderliği eline geçirdi.
4.1. Yeniliğin Kaynakları
Modern ekonomik büyüme ile ilgili kesin olan bir husus sürekli teknik değiĢime bağlı olmasıdır.
Sanayi öncesi ekonomilerde üretim teknikleri normal olarak değiĢmeksizin ya da değiĢtirme
düĢüncesi olmaksızın kuĢaktan kuĢağa aktarılır, buna karĢılık teknolojik geliĢme istisnaî ve
kesintilidir. Sanayi devriminin baĢarısı, yeniliklerin hızını arttırmak ve onu sürekli bir akım
haline çevirmekti.
Bir ülkede yeniliklerin hızlanabilmesi için ekonomik teĢvik ve teknik imkân en temel
koĢullardır. GeniĢleyen bir pazarın varlığı üreticileri yeni metotları denemeye teĢvik eder.
Ondokuzuncu yüzyılda Ġngiliz mallarına olan iç ve dıĢ talep artıĢı üreticilere arzlarını arttırmaları
yönünde önemli bir teĢvik sağlamıĢtı. Ancak yenilik için ekonomik koĢulların elveriĢli olması
önemli, fakat yeterli değildir; teknik imkânın da bulunması gerekir. Üretim metotlarında
yenilikler için teorik ya da pratik bilgi alanında ortaya çıkan orijinal buluĢlara ihtiyaç vardır.
BuluĢların yeniliğe dönüĢmesini teĢvik eden bir değiĢme fabrika sistemine geçiĢti. Üretim
kararları girdilerin yapısını değiĢtirmenin kâr açısından sonuçlarını değerlendirmeye alıĢkın
60
profesyonel kapitalist müteĢebbisin tam kontrolüne geçince, kazançlı olabilecek yenilik
imkânlarının belirlenmesi ve uygulanması ihtimali büyük ölçüde yükseldi.
Yeniliklerin sanayide derhal yaygın Ģekilde kabulünün önünde çok çeĢitli engeller vardı. Bir
yeniliğin baĢkalarınca kullanımını yasaklayan patent hakları, imalatçıların geliĢtirdikleri yeni
metotları rakiplerinden sır gibi saklamaları ve pek çok makinenin baĢlangıçta yetersiz ve
verimsiz olması yeniliğin yaygınlaĢmasını önemli ölçüde geciktiriyordu. Yeni tekniklerin
yayılmasını yavaĢlatan diğer bir faktör de eski lonca sınırlamalarıydı. Ayrıca hükümetlerin yeni
endüstrileri teĢvik etmek ya da eskilerini korumak için yaptıkları ayrıntılı üretim düzenlemeleri,
uyguladıkları yüksek gümrük tarifeleri ve kurdukları devlet destekli tekeller teknolojik değiĢimi
geciktirici bir etki yaratıyordu.
4.2. Buharlı Makine
Sanayi öncesi bir ekonomide yararlanılabilir enerji kaynakları kas, su ve rüzgâr gücüydü.
Bunların hiçbiri modern bir sınaî ekonomiyi destekleyebilecek bir Ģekle dönüĢme imkânı-na
sahip değildi. Su ve rüzgâr değirmenlerinden yüzyıllarca yararlanılmıĢ ve onların yapılıĢ
Ģekillerinde pek çok iyileĢtirme sağlanmıĢtı. Ancak su ve rüzgâr gücü, hava Ģartları-na bağlı
olduğundan yararlananların kısmen denetimleri altındaydı ve çok sınırlı bir enerji üretme
potansiyeline sahipti. Ortalama bir su ve rüzgâr değirmeni 5-10 beygir gücü enerji
üretebiliyordu.
Ġlk buharlı makine bir su pompası olarak düĢünülmüĢtü. Ġngiltere‟de sanayide kömür
kullanımının yaygınlaĢmasıyla birlikte üretimde büyük bir artıĢ oldu. 1550'lerde 200 bin ton olan
kömür üretimi 1700'de 3 milyon, 1800'de ise 10 milyon tona yükseldi. Bu çapta bir artıĢ daha
derinlere inmeyi gerektirdiğinden madenlerde toprak seviyesinin altında biriken suyu dıĢarı
atabilmek için pompalara ihtiyaç vardı. Bu sorunu çözmek için buharlı makine icat edildi. Önce
1706'da Thomas Newcomen, kaba ve etkin olmayan bir makine yapmıĢtı. Bu makinenin en
büyük eksiği, yaptığı iĢe göre yakıt tüketiminin çok fazla olmasıydı. 1760'larda James Watt,
Newcomen'in makinesini önemli ölçüde geliĢtirdi. Birkaç yıl sonra Watt, pistonun karĢılıklı
hareketlerini dönme hareketine çeviren araçları icat edince buharlı motorlar, tekstil fabrikalarının
temel güç kaynağı hâline geldi.
Buharlı makine geniĢ bir alanda derhal uygulama imkânına sahipti. Su pompalama makinesine
uygulanarak daha derin damarlardan ucuz olarak kömür çıkartılmasına imkân verdi. Körüklü
ocaklara uygulanarak odun kömürü yerine kok kömürünün yakılmasına imkân verecek güçte
hava basıncı sağladı. Böylece demir ocakları mevsime ve bölgeye göre değiĢen su arzına bağımlı
61
olmaktan kurtularak kömür ve demir kaynaklarının bulunduğu yerlerde sürekli iĢleyebildi. Buhar
gücü sanayi makinelerine uygulanarak iplik ve dokuma fabrikalarına, bira imalathanelerine, un
değirmenlerine ve kâğıt fabrikalarına enerji sağladı ve çok çeĢitli sanayi dallarında büyük ölçekli
iĢletmeler kurulmasını sınırlayan önemli bir engeli ortadan kaldırdı. Ondokuzuncu yüzyılda
lokomotiflere uygulanan buharlı makine, demir ve kömür gibi ağır hammaddelerin ülkenin her
tarafına taĢınmasını mümkün hâle getirdi. Demir gemilere uygulanmasıyla Yeni Dünya‟dan ucuz
yiyecek ithalatını sağladı ve böylece sanayileĢme sürecini nihaî sonucu olan uluslararası
ihtisaslaĢmayı teĢvik etti.
4.3. Pamuklu Dokuma Sanayi
Sanayi devrimi öncesinde önem kazanan ve putting-out sistemi çerçevesinde organize olan
dokuma sanayii, finansman ve dağıtım açısından büyük ölçekli sanayiye elveriĢli bir altyapıya
sahipti. Ancak önemli olan yünlü kumaĢ üretimiydi. Ġngiliz çayırlarında yetiĢen koyunlar yüksek
kaliteli bir yün sağlıyordu. Ġngiliz yünlü kumaĢları soğuk boylamlarda çok tutuluyordu. Ġngiliz
üreticisi çok kaliteli yünlü kumaĢlar üretmesini mümkün kılan hünerler geliĢtirmiĢti. Ġngiliz
yünlü kumaĢ ihracatı 1770‟te Ġngiltere‟nin yerli ürünlerinden yapılan ihracatın yarısını meydana
getiriyordu.
Pamuklu sanayii ise yünlü kumaĢ sanayiine göre çok önemsiz bir sanayi koluydu: Koruma altına
alınmadığı takdirde Hint pamuklu kumaĢları ile kalite ve fiyat olarak rekabet edebilecek
durumda değildi. Ham pamuk dıĢarıdan ithal ediliyordu ve kilosu en iyi Ġngiliz yününden bile
daha pahalıydı. Pamuk ve keten karıĢımından üretilen nihaî mal kaba, dikmesi ve yıkaması güç
bir kumaĢtı. Pamuklu kumaĢ üretimi miktar olarak önemsizdi. Onun geniĢlemesi bu düĢük
kaliteli pamuklular için talebin yetersiz olması ile sınırlandırılıyordu. Aynen yünlü kumaĢ
sanayiinde olduğu gibi bütün aile üyelerinin yer aldığı üretim faaliyetleri ev içinde elle
yapılıyordu. ĠĢgücünün verimliliği oldukça düĢüktü.
KumaĢ üretimi önce iplik yapımı ve daha sonra da dokuma olmak üzere iki önemli safhada
gerçekleĢir. 17. yüzyılın baĢlarında iplik yapımı dokumaya göre daha emek yoğundu. Bir
dokuyucuya yeterli iplik üretmek için 3-4 iplik iĢçisine ihtiyaç vardı. Gerek iplik yapma ve
gerekse dokuma safhasında iĢgücünden tasarruf sağlayacak makineler icat etme çabaları daha
1730'larda baĢlamıĢtı. 1733'te John Kay, bir dokuyucunun iki kiĢinin iĢini yapmasına imkân
veren uçan mekiği icat etti. Bu geliĢme iplik talebini daha da arttırarak iplik yapma dalında
teknolojik buluĢları teĢvik etti. 1764'te James Hargreaves'in icat ettiği iplik yapma makinesi,
mekanik güç gerektirmeyen basit bir alet olmasına rağmen iplik iĢçisinin verimini önemli ölçüde
arttırdı. Makinenin ilk Ģeklinde 8 iğ vardı. Yüzyılın sonunda büyük iplik makineleri 100 ile 120
iğlik bir güce ulaĢmıĢtı. Makine tek bir iĢlemle bükülebilecek iplik miktarını büyük ölçüde
62
arttırdı. ĠĢgücünden tam kıt olduğu bir noktada önemli bir tasarruf sağlanmıĢtı.
Fakat pamuklu alanındaki büyük değiĢimi sağlayan en önemli yenilik 1769'da patenti alınan
Richard Arkwright'ın su gücüyle çalıĢan pamuk ipliği makinesiydi. Böylece keten ipliği kadar
dayanıklı bir pamuk ipliği elde edilebildiğinden artık pamuklu kumaĢların keten ipliği
kullanılmadan üretilmesi mümkün oldu. Ayrıca Arkwright‟ın makinesi, Hargreaves‟in
makinesinden farklı olarak ağır ve pahalı bir makine olduğundan fabrika sistemine geçilmesi
sonucunu doğurdu. Ġplik yapımı ile ilgili en önemli son yenilik Samuel Crompton'un çıkrık
makinesiydi. 1774 ile 1779 arasında icat edilen ve Arkwright ile Hargreaves‟in makinelerinin
özelliklerini bir araya getiren bu makine, yalnız iĢgücünden tasarruf sağlamakla kalmadı; aynı
zamanda insanî hünerlerin yerini aldı ve nispeten daha hünersiz iĢgücü ile daha dayanıklı ve
kaliteli iplik üretimine imkân verdi. Bu makine ile Ġngiliz üreticisi, Hintli üreticiyi kumaĢ kalitesi
açısından geçti ve 1790'larda buhar gücüyle çalıĢtırılmaya baĢlanmasından sonra pamuk ipliği
yapımının temel aracı oldu. Böylece yeni bir üretim organizasyonu Ģekli olarak büyük ölçekli
fabrika sistemine geçildi ve pamuk ipliği fabrikaları, kömürün ucuz ve iĢgücünün bol olduğu
Ģehirlerde kurulmaya baĢlandı. Bu fabrikalarda hünerli iĢgücü olarak az sayıda erkek iĢçi yeterli
olduğu için, daha ucuz ve daha uysal olan kadın ve çocuk iĢgücünün de geniĢ ölçüde istihdamına
baĢlandı. 1835‟te pamuklu dokuma fabrikalarında çalıĢan iĢçilerin % 48‟i kadınlar ve % 13‟ü 14
yaĢın altında çocuklardı.
Yeni iplik yapma makineleri iplik yapma ve dokuma safhaları arasındaki dengeyi tersine
çevirdiğinden mekanik dokuma ihtiyacı daha da Ģiddetli hâle geldi. Bu sanayi dalında dokuma
iĢini mekanikleĢtiren tezgâhların, el tezgâhlarının yerini alması, ancak 1850'lere doğru mümkün
oldu. 1820-1880 arasında dokuma safhasında iĢgücünün verimliliği 12 kata yakın artıĢ gösterdi.
Tarihte ilk kez büyük bir temel sanayi, ithal bir hammaddeye dayalı olarak kurulmuĢtu. Pamuklu
dokuma yalnız pazar için değil, aynı zamanda hammadde için de uluslararası ticarete bağımlıydı.
Pamuklu kumaĢ üretimindeki artıĢ beraberinde ham pamuk talebi artıĢını getirdi. Ġngiltere'de
pamuk üretilmediğinden ham pamuk ithalatındaki artıĢ sanayinin geliĢme hızının iyi bir
göstergesidir. 1700'lerde 500 tondan az olan ithalat 1770'lerde 2.500 tona ve 1800'de 25.000 tona
yükseldi. Ham pamuk talebindeki bu artıĢ Amerika'nın güney bölgelerinde pamuk üretimini
teĢvik etti, ancak kısa elyaflı Amerikan pamuğunu köle emeğiyle de olsa ayırmanın yol açtığı
yüksek maliyetler nedeniyle, 1793'te Eli Whitney tarafından mekanik çırçırın icadına kadar
önemli bir artıĢ görülmedi. Bundan sonra ABD‟nin güney bölgeleri Ġngiliz pamuklu sanayiine en
çok pamuk sağlayan bölge oldu. 1860'ta Ġngiltere 500.000 tondan fazla ham pamuk ithal etmiĢti.
63
ABD‟de yüksek verimli yeni pamuk üretim alanlarının açılması ve çırçır makinesinin icadı,
Ġngiltere‟de fabrika sistemi ve dokuma alanındaki buluĢlar ile maliyetler düĢerken, üretim ve
ihracat miktarları süratle arttı. 1803'te pamuklu ürünlerin ihracatı yünlü ürünler ihracatını aĢtı.
Pamuklu sanayiinin 1760‟larda yarım milyon sterlinden daha az olan millî gelire katkısı 18.
yüzyılın sonunda 5 milyon sterlini aĢmıĢtı. Pamuklu dokuma üretimi modern anlamda ilk
„büyüme sanayii‟ oldu.
4.4. Demir Sanayii
18. yüzyılın son çeyreğinde teknolojisi önemli ölçüde değişen bir diğer İngiliz sanayi kolu demir
sanayii idi. Pamuklu dokumadaki gibi çok uzun zamandır mevcut olan bir ihtiyaç, teknolojik
değiĢmenin sonucu olarak fiyatı ve kalitesi tamamen farklı bir malla karĢılandı. Demir
sanayiinde ortaya çıkan değiĢmeler pamuklu dokumada olduğundan daha az radikaldi. Çünkü
dokuma sanayii hem teknolojik ve hem de kurumsal olarak değiĢti ve ev içinde elle yapılan bir
üretim tipi giderek kapitalist bir fabrika sistemine dönüĢtü. Oysa demir sanayii zâten kapitalist
olarak organize olmuĢtu. Demir alanındaki değiĢmenin pamuklu dokuma sanayiinden ayrılan bir
diğer özelliği de yerli hammaddelerin önemini arttırmasıdır. Pamuklu dokuma sanayii, büyük
çaptaki maliyet düĢüĢlerini iĢgücünden tasarruf ederek baĢardı. Oysa demir sanayii aynı sonuca
hammaddelerde tasarruf sağlayarak yani kıymetli ve kıt olan kaynaklar yerine bol ve ucuzlarını
kullanarak ulaĢtı.
Demir sanayiinin pamuklu dokumadan bir diğer farkı talebi dolaylı olan bir yatırım malı olması
ve kısmen bu nedenle esnek olmayan bir talebe sahip bulunmasıdır. Bir yatırım malı sanayiinin
geniĢlemesi, genel ekonomik Ģartlara ve ürünlerini tüketen sanayilerin geliĢmesine bağlıdır. Bu
nedenle 19. yüzyılın ortalarına doğru demiryolları, lokomotifler, gemiler ve makineler demire
talep yaratıncaya kadar demir fiyatı önemli ölçüde düĢtüğü halde demir talebindeki artıĢlar sınırlı
kaldı. Demir sanayiinin geliĢerek pamuklu dokuma sanayine benzer bir hız kazanabilmesinden
önce sanayileĢmenin belirli bir düzeye gelmesi gerekliydi.
18. yüzyılın baĢlarında demiri kok kömürü ile eritme metodu keĢfedildi. Daha önce ham kok
kömürün ihtiva ettiği maddeler, onun kömür eritme iĢlerinde kullanılmasını güçleĢtiriyordu.
Demir yapımında kömür kullanmak için ilk patent 1589‟da alındı. Benzer patentler 17. yüzyılda
da alınmaya devam etti. Ancak onların hiçbiri Abraham Darby‟nin kok kömürü ile demiri
eritmeyi baĢardığı 1709‟a kadar ticarî olarak elveriĢli bir ürün elde edemedi. Darby‟nin buluĢu
odun kömürüne dayalı demir sanayii için sonun baĢlangıcı oldu. 1750'lerden sonra Darby‟nin
tekniğinin yaygınlaĢmasıyla demir, daha ucuz olarak üretilmeye baĢlandı.
64
5. SANAYĠ DEVRĠMĠNĠN SONUÇLARI
Sanayi devrimi tarım devriminden farklı olarak kısa sayılabilecek bir sürede önemli sonuçlara
yol açtı. Bu sonuçlar Ģöylece özetlenebilir:
1. Nüfus çok hızlı oranda artmaya başladı. Nüfus artıĢının nedenleri insanların daha az hastalığa
yakalanması, doğum oranlarının yükselmesi ve insan ömrünün uzamasıydı. Hayat süresindeki
artıĢ daha iyi ilaçtan çok temizlikten kaynaklandı. Sanayi devrimi ucuz ve yıkanabilir pamuklu
kumaĢ ve bitkisel yağlardan bol sabun üretilmesini mümkün kıldı. Ġlk defa sıradan insanlar iç
çamaĢırı giyebildi, sabunla yıkanabildi. KiĢisel hijyen Ģartları kökten değiĢime uğradı.
2. Batı dünyası geçmişte benzeri olmayan bir hayat düzeyine ulaştı. Ortalama zenginlikte bir
Ģehirli, daha önceki toplumların zenginlerinin bile elde edemediği lüks mallara sahip oldu. Hayat
düzeylerindeki bu yükselme, geçmiĢ dönemlerdekinden farklı olarak istikrar ve süreklilik
kazandı.
3. Batı dünyasında tarım hâkim ekonomik faaliyet olmaktan çıktı. ĠĢgücü temel mallar
üretiminden mâmul mallar üretimine kaydı ve sanayi ve hizmet sektörleri daha önemli hâle
geldi. Bu netice ziraî verimlilikte olağanüstü bir artıĢla sağlandı. Nitekim sanayi öncesi bir
ekonomide faal nüfusun % 60 ile 80'i arasında değiĢen bir bölümü tarımda çalıĢmak zorundadır.
Oysa sanayileĢmiĢ bir ülkede faal nüfusun % 5 ile 10‟undan da azı tüm nüfusun yiyecek
ihtiyacını karĢılayabilmektedir.
4. Batı dünyası bir şehir toplumu hâline geldi. Kırdan Ģehre göç oldu ve bu nüfus geliĢen fabrika
sisteminde çalıĢan iĢgücü kitlesini oluĢturdu.
5. Sürekli teknolojik değişme bir kural hâline geldi. Modern bilim ve deneysel bilginin pazar için
üretim sürecine geniĢ ölçüde ve sistematik olarak uygulanmasıyla yeni ürünler ve yeni üretim
süreçleri ortaya çıktı. Üretimde daha çok makineden yararlanılması nedeniyle sabit maliyetlerin
önemi arttı. Cansız enerji, hayvan ve insan kaynaklı canlı enerjinin yerini aldı. Ġnsan ihtiyaçları
için yeni pek çok madde üretimde kullanılmaya baĢlandı. Sentetik hammaddeler doğal
hammaddelerin yerini aldı.
6. Gelir ve servet dağılımında önemli değiĢmeler oldu. Avrupa‟da sanayi devrimi öncesinde
servet ve gelir eĢitsizliği aĢırı düzeydeydi. SanayileĢmenin ilk safhalarında gelir bölüĢümü daha
da eĢitsiz hâle geldi. Ancak zamanla sanayileĢen toplumlarda insanlar arasında nispeten eĢit
dağılan ve toprak ve sermaye gibi devralınarak biriktirilemeyen tek gelir kaynağı olan emeğin
önemi arttı. Böylece gelir ve servet eĢitsizliği azaldı. Öte yandan Sanayi Devrimi sanayileĢen
65
toplumlarda daha eĢitlikçi bir gelir dağılımı sağlarken, toplumlar arsındaki gelir eĢitsizliğini ise
önemli ölçüde arttırdı.
7. Ekonomik faaliyet aile içi veya mahallî kullanımlardan çok ülke çapında ve uluslararası
pazarlar için üretime doğru ihtisaslaşmaya yöneldi. Tipik üretim birimi geniĢledi, Ģahsî esaslı
olmaktan çıktı ve böylece aile ve akrabalığa daha az, buna karĢılık ortaklık ve kamu
teĢebbüslerine daha fazla dayalı hâle geldi.
8. Toprak dıĢındaki üretim araçları yani sermaye sahipliğinin ya da bu araçlarla iliĢkinin
belirlediği yeni sosyal ve meslekî sınıflar doğdu.
SONUÇ
Bu bölümde insanlığın ekonomik tarihindeki ikinci önemli dönüm noktası olan sanayi devrimi
ele alınmıĢtır. SanayileĢme sonucunda dünya tarihinde ilk kez nüfus artıĢı ile sürekli gelir artıĢı
bir arada gerçekleĢmiĢtir.
66
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 13. HAFTA E-DERS NOTU
SANAYĠLEġMENĠN YAYILMASI
Sanayi devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında Ġngiltere'de baĢladı ve 19. yüzyıl boyunca
Avrupa'nın diğer kısımlarına yayıldı. SanayileĢme farklı bölgeleri değiĢik zamanlarda etkiledi.
Sanayi devriminin özünü oluĢturan mekanizasyon, iki yüzyıl boyunca sürekli olarak yeni coğrafî
alanlara ve yeni sanayilere girdi. Sanayi devrimi, tarım devriminin aksine çok kısa sürede
yayılma gösterdi. Nitekim 1850'ye kadar Belçika, Fransa, Almanya, Ġsviçre ve ABD; 1900'lere
doğru ise, Rusya ile Japonya sanayileĢmeye baĢladı.
19. yüzyıldaki sanayileĢme tecrübeleri arasında önemli bölgesel farklılıklar görülmüĢtür. Bu
yarıĢa katılan ülkelerin sanayileĢme hızı, sanayileĢme potansiyelleri ile sanayileĢme düzeyleri
arasındaki farka bağlı olmuĢtur. Geri kalmıĢlığın avantajını iyi kullanabilen disiplinli ve özverili
toplumlar çok daha hızlı ve baĢarılı bir sanayileĢme süreci yaĢamıĢlardır.
1. ĠNGĠLTERE
Ġlk sanayi devleti olan Ġngiltere 19. yüzyılda dünyanın en önde gelen sınaî ve ticarî gücüydü.
1815'te Ġngiltere, toplam dünya sınaî üretiminin dörtte birini gerçekleĢtiriyordu; toplam
uluslararası ticarette dörtte bir ile üçte bir arasında değiĢen bir paya sahipti. Ġngiltere 19. yüzyılın
büyük bir bölümünde bu sınaî ve ticarî üstünlüğünü korudu. 1870'lerde hâlâ uluslararası ticaretin
ve dünya üretiminin üçte biri Ġngiltere'nin elinde idi.
Ġngiliz refahının temelleri olan dokuma, kömür, demir ve makine imalâtı sanayileri 19. yüzyılda
durumlarını korudu. 1880'lerde Ġngiltere'nin pamuklu iplik ve kumaĢ üretimi tüm
Avrupa'nınkinden daha fazlaydı; 1913'te ise toplam Avrupa üretiminin üçte birini
gerçekleĢtiriyordu ve bu oran en yakın rakibinin iki katıydı. Demir sanayiinde de Ġngiltere en
doruk noktasına dünya ham demir üretiminin yarısından fazlasını ürettiği 1870'lerde ulaĢtı.
Ancak 1890'larda ABD ve 20. yüzyılın baĢında da Almanya öne geçti. Kömür üretiminde 20.
yüzyılın baĢında ABD ilk sıraya yükseldi.
Ġngiltere'nin öncü olduğu bir diğer sanayi kolu 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan makine
imalâtı sanayii idi. Dokuma, demir ve kömür sanayilerinin gerek duyurduğu makineler, bu
sanayinin hızla geniĢlemesine neden oldu.
67
Ġngiltere sınaî üstünlüğünün en doruk noktasına 1850 ile 1870 arasında ulaĢtı. Daha sonra
Ġngiltere hem kiĢi baĢına, hem de toplam üretim itibariyle liderliği rakiplerine kaptırdı. Bunun
nedenleri iktisat tarihçileri tarafından çok tartıĢılmıĢtır. Toplam üretim itibariyle Ġngiltere'nin
geride kalıĢını açıklamak güç değildir. Ġngiltere sınaî zaferini sınırlı bir kaynak donatımı ile
baĢarmıĢtı.
Öte yandan bol iĢgücüyle, baĢta toprak olmak üzere sınırlı doğal kaynaklarıyla, düĢük tasarruf ve
yatırım eğilimiyle ve ekonomik geliĢmeyi özel teĢebbüsün serbest faaliyetine bırakmayı tercih
eden hükümetiyle Ġngiliz ekonomisi, daha sonra sanayileĢen çoğu ülkeye göre oldukça yavaĢ bir
büyüme hızıyla sanayi devrimini baĢarmıĢtı. Ancak izlemek için önlerinde bir örneğe, yatırım ve
yenilik yapma konusunda daha güçlü nedenlere sahip olan ve daha hızlı büyüyen rakiplerinin,
üretim maliyetlerini düĢürerek Ġngiltere‟nin dünya piyasalarındaki kesin tekeline son vermesi
çok zaman almadı.
Asıl açıklanması güç olan problem, Ġngiltere'de 1870'lerden sonra kiĢi baĢına üretimin de
oldukça düĢük bir oranda artmasıdır. Ġngiltere'nin bu nisbî düĢüĢünün bir nedeni müteĢebbis
baĢarısızlığıdır. Onsekiz ve 19. yüzyıllarda Ġngiltere dinamik ve atılgan müteĢebbislere sahipti.
Ancak 19. yüzyılın ilerleyen dönemlerindeki Ġngiliz müteĢebbisi, babalarının dinamizmine sahip
değildi.
Organik kimya, elektrik, optik ve alüminyum gibi yüksek teknolojili sanayilerde yeniliklerin
çoğu Ġngiliz mucitlere ait olmasına rağmen, Ġngiltere'ye gecikmeli ve gönülsüz bir Ģekilde
aktarılması, bu müteĢebbis baĢarısızlığının bir göstergesiydi. 1914'te ortalama gelir düzeyinde
bir Ġngiliz, Avrupa'nın en yüksek hayat standardına sahipti.
2. ABD
19. yüzyıldaki en çarpıcı ekonomik büyüme örneklerinden birisi ABD idi. 1790'da 4 milyon
insanın yaĢadığı bu ülke 1870'te 40 milyon nüfusa ulaĢmıĢtı. Bu, Rusya dıĢında Avrupa'nın tüm
ülkelerinin sahip olduğundan daha büyük bir nüfustu. 1915'te ise nüfus 100 milyonu aĢtı. Nüfus
artıĢının nedeni oldukça yüksek hızlı doğal nüfus artıĢı yanında Avrupa'dan yapılan kitlesel
göçlerdi. Ülkenin gelir ve serveti nüfusundan daha hızlı arttı. Ülkede toprağa ve diğer
kaynaklara göre emeğin nisbî kıtlığı, yüksek ücretlere ve dolayısıyla Avrupa'dan daha yüksek bir
hayat standardına yol açtı. GeniĢ topraklar ve zengin tabiî kaynaklar, ABD'nin Avrupa'dan çok
daha yüksek bir kiĢi baĢına gelir düzeyine sahip olması için yeterliydi. Hızlı teknolojik geliĢme
ve artan bölgesel ihtisaslaĢma, ABD‟nin ekonomik büyüme oranı itibariyle de Avrupa'yı geride
bırakmasına yol açtı.
68
Amerikalılar kıt iĢgüçleri ve göçmen bir toplumun özelliği olan müteĢebbis tutumlarıyla
emekten
tasarruf
sağlayıcı
geliĢmeleri
kabule
son
derece
yatkındılar.
Amerikalılar
makineleĢmeye daha kolay uyum sağladılar.
ABD'nin geniĢliği, ikliminin çeĢitliliği ve kaynak zenginliği Avrupa ülkelerinden daha ileri
düzeyde bir bölgesel ihtisaslaĢmaya imkân veriyordu. Ülkenin coğrafî büyüklüğünün bir diğer
avantajı,
sunî ticaret sınırlamalarından uzak, geniĢ bir pazarın var olmasıydı. Ancak bu
potansiyel imkândan yararlanmak için geniĢ bir taĢıma ağı gerekliydi. Ondokuzuncu yüzyılın ilk
yarısında pek çok yol ve kanal açıldı. Ancak onların çoğu demiryolunun rekabeti yüzünden
baĢarılı olamadı. Demiryolu çağı ABD'de Ġngiltere ile hemen hemen aynı tarihlerde baĢladı.
Sanayinin gösterdiği hızlı geliĢmeye rağmen 19. yüzyılda ABD bir tarım ülkesi olma özelliğini
sürdürdü. ġehirli nüfusun sayısı Birinci Dünya SavaĢı sonrasına kadar kırsal nüfusun altında idi.
Bunun kısmî bir nedeni, sanayi faaliyetlerinin büyük ölçüde kırsal bölgelerde cereyan etmesiydi.
Tarım Amerikan sanayileĢme sürecinde pek çok Ģekilde dinamik bir rol oynamıĢtır. Amerikan
tarımının önemli bir özelliği Avrupa tarımına göre olağanüstü yüksek bir iĢgücü verimliliğine
sahip olmasıydı. Tarım diğer sektörlere yiyecek ve hammadde sağlaması yanında Amerikan
ihracatının büyük bölümünü oluĢturmuĢtur. Tütün, pirinç, çivit karĢılığında ihtiyaç duyulan
mamul mallar ithal edilebilmiĢtir. Balık, un ve diğer yiyecekler, Ģeker ve Amerikan para
sisteminin temelini oluĢturan Ġspanyol gümüĢ dolarları ile değiĢtirilmiĢtir.
19. yüzyıl boyunca ziraî ürünler Amerikan ihracatına hâkimdi. Ancak 1880'lerde tarım dıĢı
iĢgücü, tarımda çalıĢanların sayısını ve daha sonraki 10 yıl içinde de sınaî gelirler ziraî gelirleri
aĢtı. 1890'larda artık ABD dünyanın en güçlü sanayi ülkesiydi.
3. ALMANYA
Almanya Ġngiltere, ABD, Belçika ve Fransa'dan daha sonra sanayileĢme yarıĢına giren bir
ülkeydi. Almanya 19. yüzyılın ilk yarısında politik olarak bölünmüĢ, geri ve yoksul bir tarım
ülkesiydi. Bazı küçük sanayi merkezleri vardı, ancak bunlar el sanayii düzeyindeydi. TaĢıma
imkânlarının yetersizliği ekonomik geliĢmeyi engelliyordu. Politik bölünmüĢlüğün sonucu olan
ayrı para sistemleri ve para politikalarıyla diğer ticarî engeller geliĢmeyi daha da geciktiriyordu.
Ondokuzuncu yüzyıl baĢında Almanya 40 civarında gümrük tarifesi bölgesine ayrılmıĢtı.
19. yüzyıl Alman ekonomik tarihi kabaca üç döneme ayrılabilir. Ġlki yüzyılın baĢından 1833'te
Zollverein'in teĢekkülüne kadar süren dönemdir. Bu dönemde Ġngiltere, Fransa ve Belçika'da
olan ekonomik değiĢmelerin farkına varıldı ve modern sınaî düzene geçiĢin fikrî ve hukukî
Ģartları oluĢturuldu. 1870'lere kadar süren ikinci dönemde bilinçli bir taklit ve ödünç alma
69
politikası ile sanayi, taĢımacılık ve maliye alanlarında modern bir yapının maddî temelleri atıldı.
Son dönemde ise Almanya kıta Avrupası‟nın sınaî liderliğine yükseldi.
Almanya'nın ekonomik geliĢmesi açısından önemli bir dönüm noktası, 1833'te Prusya'nın
önderliğinde Alman devletleri arasında kelime olarak gümrük birliği anlamına gelen
Zollverein'in kurulmasıydı. Bu sayede ülke içinde tüm iç gümrük engelleri kaldırılmıĢ, bir
Alman ortak pazarı yaratılmıĢ ve dıĢa karĢı ortak bir gümrük tarifesi uygulanmaya baĢlanmıĢtı.
BirleĢik bir Alman ekonomisini mümkün kılan Zollverein'di. Ancak onu fiilen gerçekleĢtiren
demiryollarıydı. Alman devletleri arasındaki rekabet, demiryollarının hızla geliĢmesini sağladı.
Demiryolları ülkeyi bütünleĢtirmesi, iç ve dıĢ ticaretin geliĢmesini teĢvik etmesi yanında
sanayinin geliĢmesine de büyük katkıda bulundu.
Almanya‟nın ekonomik geliĢmesinde yaygın ilkokul eğitimi ile sanayi iĢletmelerindeki
lâboratuvarlar ve araĢtırma merkezleriyle desteklenmiĢ eğitim kurumları ve teknik üniversiteler
önemli rol oynamıĢtır.
1870-1'deki Fransa-Prusya savaĢı daha önce ekonomik birliğini tamamlamıĢ olan Almanya'nın
bir imparatorluk olarak siyasî birliğini de gerçekleĢtirdi. SavaĢ sonunda zengin demir
rezervlerine sahip Alsace-Lorraine bölgesinin ele geçirilmesi Alman ekonomik geliĢmesine
önemli katkı sağladı. 1870-1913 arasında Almanya toplam gayri safi hâsılasını yıllık olarak %
2.8 arttırarak kıta Avrupası‟nın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu.
Alman sanayiinin nihaî bir özelliği de kartellerin hâkimiyetiydi. Almanya‟da firmalar arasında
zararlı rekabeti önleyen iĢbirliği geleneği geliĢmiĢti. Karteller fiyatların tespiti, üretimin
sınırlandırılması, pazarların paylaĢılması gibi tekelci uygulamaların gerçekleĢtirilebilmesi için
bağımsız firmalar arasında yapılmıĢ anlaĢmalardı.
Birinci Dünya SavaĢı arifesinde birleĢmiĢ Alman Ġmparatorluğu, Avrupa'nın en güçlü sanayi
ülkesiydi. Almanya demir, çelik, elektrik, makine ve kimya gibi alanlarda en geniĢ ve modern
sanayilere sahipti. Kömür üretiminde Ġngiltere'nin hemen ardından geliyordu. Cam, optik
araçlar, çeĢitli madenler, dokuma ve diğer pek çok mâmul malların en önde gelen üreticisi
durumundaydı. Yaygın bir demiryolu Ģebekesine ve yüksek bir ĢehirleĢme oranına sahipti.
4. RUSYA
20. yüzyılın baĢında Rus Ġmparatorluğu, nüfus ve toprakları itibariyle Avrupa'nın en önde gelen
ülkesiydi. Toplam rakamlar ölçü alındığında ekonomik olarak da oldukça büyüktü. Toplam sınaî
üretim bakımından dünyada ABD, Almanya, Ġngiltere ve Fransa'nın ardından beĢinci sırada
70
bulunuyordu. BaĢta pamuk ve keten olmak üzere yaygın bir dokuma sanayii yanında kömür,
ham demir ve çelik gibi ağır sanayilere sahipti. Petrol üretiminde ABD'nin hemen ardından
geliyordu.
Rus sanayileĢmesinin baĢlangıçları 18. yüzyıla kadar götürülebilir. Ural'lardaki demir sanayii
dıĢında bu ilk sınaî teĢebbüsler, Rus devletinin ihtiyaçlarından kaynaklanan verimsiz ve iğreti
kuruluĢlardı. Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren, özellikle de 1830'lardan sonra
sanayileĢme çok daha belirgin bir nitelik kazandı. Sanayi iĢçilerinin sayısı yüzyılın baĢında
100.000'in bile altında iken 1860'ta 500.000'i aĢtı.
Kırım savaĢı, Rus sanayi ve tarımının geriliğini ortaya koydu ve baĢta 1861'de serfliğin
kaldırılması olmak üzere pek çok reformun baĢlatıcısı oldu. Aynı tarihlerde hükümet yabancı
sermaye ve teknoloji yardımıyla bir demiryolu inĢa programı baĢlattı ve Batılı malî tekniklerin
ülkeye giriĢine imkân vermek üzere bankacılık sistemini yeniden düzenledi. Yeni politikaların
sonucu 1880'lerin ortalarında alınmaya baĢladı. 1890'larda sınaî üretimde görülen ortalama % 8
artıĢ, Batı ülkelerinde gerçekleĢtirilen en yüksek oranların bile üzerindeydi. I. Dünya SavaĢı
öncesi yarım yüzyılda Rus ekonomisi daha modern ve teknolojik olarak daha etkin bir sisteme
ulaĢma yolunda önemli değiĢmeler geçirmiĢ olsa da hâlâ ileri Batı ekonomilerinin çok
gerisindeydi. Onun ekonomik güçsüzlüğü savaĢ sırasında açıkça görüldü.
5. JAPONYA
19. yüzyılda sanayileĢme yarıĢına katılan bir diğer ülke Japonya idi. Japonya'yı sanayileĢme
tecrübesi açısından ilginç kılan özelliği tamamen Batı geleneği dıĢında olduğu hâlde oldukça
erken bir tarihte sanayileĢmeyi baĢaran tek ülke olmasıydı. 1853 Modern Japonya, 1912'ye kadar
hüküm süren bu imparatorun yönetimi döneminde (Meiji dönemi) doğdu.
Yeni hükümet yabancı düĢmanlığı hareketinin mahiyetini değiĢtirdi. Yabancıları kovmak yerine
onlarla dikkatli ve seviyeli bir iĢbirliği baĢlattı. Eski feodal sistem tasfiye edilirken yerine
Fransız modeline uygun merkezî bürokratik bir yönetim, Prusya tipi bir ordu ve Ġngiliz örneğine
uygun bir deniz filosu kuruldu. En etkin sınaî ve malî metotlar, baĢta ABD olmak üzere çeĢitli
ülkelerden alındı.
Hükümet, Batılı tipte sanayiler kurmaya çalıĢtı; tersaneler, makine parkları açtı ve iĢletti;
dokuma ürünleri, cam, kimyevî maddeler, çimento, Ģeker, bira ve daha pek çok malın üretimi
için örnek niteliğinde fabrikalar kurdu; Batılı teknisyenler getirerek yerli iĢçi ve yöneticilerin,
Batılı araçların kullanımını öğrenmeleri için eğitim yaptırdı.
71
SanayileĢme için gerekli makinelerin ithali ve yabancı teknisyenlerin maaĢlarının ödenebilmesi
için kaynaklar bulunmalıydı. Oysa Japonya sınırlı kaynaklara sahip küçük ve dağlık bir ülkeydi.
Pirinç temel tarım ürünüydü. Pirinç, balık ve diğer deniz ürünleri temel beslenme araçlarıydı.
Japonya bazı kömür ve bakır yataklarına da sahipti. 1920'lerden önce bunlardan iç tüketimde
olduğu kadar ihracatta da yararlanıldı. Ancak sanayileĢme için gerekli ithalatı karĢılayacak
ihracat gelirlerini sağlama yükü tarım sektörüne düĢtü. Önemli bir ziraî ihraç malı çaydı. Ancak
ülke içinde nüfus ve gelir artıĢı, giderek bu ihracatın azalmasına yol açtı. Aynı durum pirinç için
de geçerliydi.
Tarım, sanayileşmede başka hiçbir ülkede Japonya’da olduğu kadar önemli bir rol
oynamamıştır. 1870‟lerde 30 milyon nüfusuyla Japonya, Batı standartlarına göre yoğun nüfuslu
bir ülkeydi. Birinci Dünya SavaĢı öncesinde nüfus 50 milyona ulaĢmıĢtı. Ekilebilir arazi kıtlığına
rağmen Japon tarımı hem bu kalabalık nüfusu beslemiĢ, hem de ihracatın büyük bir bölümünü
sağlamıĢtır.
Japonya'nın yerli hammaddelere dayalı geleneksel iki sanayi kolu ipekli ve pamuklu dokumaydı.
Japonya'nın dıĢa açılmasından sonra bu iki sanayinin gösterdiği geliĢmeler farklı oldu. Mevcut
yerli pamuklu sanayii, Batı'dan akan makine imalâtı malların rekabeti ile tamamen tasfiye oldu.
Oysa ipek sanayii ayakta kaldı. Özellikle ham ipek üretimi canlandı. Fransa'dan getirilen modern
cihazlarla ham ipek üretimi 1868 ile 1893 arasında 5 katına ve Birinci Dünya SavaĢı arifesinde
de 15 katına yükseldi. Bu üretimin büyük bir bölümü ihraç edildi. Pamuklu dokuma sanayii de
kısa süre sonra hızla geliĢerek çöken sanayinin yerini aldı. Pamuklu sanayii 1890'larda iç pazarı
yeniden ele geçirdi. 1900'de pamuklu iplik ve kumaĢ ihracatı toplam ihracatın % 13'ünü
meydana getiriyordu.
1850'lerin geri ve geleneksel Japon ekonomisinin, Birinci Dünya SavaĢı öncesinde büyük bir
sınaî güç hâline gelmesi ĢaĢırtıcı bir olaydır. Japonya‟nın gayri safi millî hâsılasında 1870'lerden
savaĢ arifesine kadar görülen ortalama yıllık % 3 oranındaki büyüme, Avrupa ülkelerinin
üzerinde ya da en azından onların düzeyindeydi. Ayrıca bu büyüme nispeten istikrarlıydı. Bazı
dalgalanmalar görülmekle birlikte ABD‟de ve Avrupa'daki Ģiddetli depresyon ve durgunluklarda
olduğu gibi ekonomik büyüme oranı, Japonya'da hiçbir zaman sıfıra inmedi.
SONUÇ
Bu bölümde 19. yüzyıl boyunca sanayileĢme yarıĢına katılan ülkelerin sanayileĢme tarihleri
değerlendirilmiĢtir.
72
ĠKTĠSAT TARĠHĠ 14. HAFTA E-DERS NOTU
YĠRMĠNCĠ YÜZYILDA DÜNYA EKONOMĠSĠ:
YAPISAL DEĞĠġMELER
Ġki dünya savaĢı ve ihtilâller 1914 sonrası Avrupa tarihine yön verdi. Bu değiĢmeler ekonomik
hayatı da derinden etkiledi. SavaĢın neden olduğu kayıplar, Batı Avrupa'nın 19. yüzyıl boyunca
dünya ekonomisi üzerinde uyguladığı hegemonyanın sona ermesine yol açtı.
Ancak 20. yüzyılda Avrupa gücünü ve otonomisini kaybetti. 1914'ten sonra Avrupa tarihi,
giderek daha fazla olarak Avrupa dıĢından gelen güçlerin etkisini yansıtmaya baĢladı. ABD'nin
ve Sovyetler Birliği'nin ortaya çıkıĢı bu değiĢmenin bir yönü, dünyanın Avrupalı olmayan
milletlerinin Avrupa'nın siyasî ve ekonomik kontrolüne karĢı baĢkaldırması ise diğer yönüydü.
Yüzyılın sonuna doğru Sovyetler Birliği‟nin parçalanması ve Doğu Bloku‟nun dağılması ile
soğuk savaĢ dönemi sona erdi ve ABD dünyanın tek süper gücü hâline geldi. Günümüzde az
sayıdaki bölgesel savaĢa rağmen geçmiĢin soğuk savaĢ döneminin ortaya çıkardığı global
çatıĢma tehlikesi önemli ölçüde azalmıĢtır.
1. NÜFUS VE EKONOMĠK KAYNAKLAR
19. yüzyılda Avrupa nüfusu yaklaĢık olarak ikiye katlandı. Buna karĢılık Avrupalıların yerleĢmiĢ
olduğu alanlar dıĢındaki dünya nüfusu % 20'den biraz daha fazla bir artıĢ gösterdi. Oysa 20.
yüzyılda Avrupa'da nüfus artıĢı dururken, dünyanın diğer bölgelerinde nüfus hızla çoğalmaya
baĢladı. Bu artıĢın büyük bölümü II.Dünya SavaĢı‟ndan sonra gerçekleĢti.
Ölüm oranlarındaki düĢüĢün önemli bir sonucu, belirli bir yılda doğan insanların yaĢamaları
beklenen ortalama yıl sayısı olarak hesaplanan hayat ümidinin önemli ölçüde uzamıĢ olmasıdır.
Yirminci yüzyılın baĢında ortalama hayat süresi geliĢmiĢ ülkelerde bile 50 yılın altında idi.
Meselâ Ġsveç'te 1881-90'da ortalama hayat süresi kadınlar için 51.5, erkekler için 48.5 yıldı.
1931'de Hindistan'da ortalama hayat süresi yalnızca 26.8 yıldı. Bu son rakam Roma
Ġmparatorluğu dönemindeki ortalama hayat süresinin biraz üzerindedir.
20. yüzyılın ortasında geliĢmiĢ Batılı ülkelerde hayat süresi ümidi 60 yılı aĢmıĢtır. Ġkinci Dünya
SavaĢı'ndan beri tüm ülkelerde ortalama hayat süresi yükselmeye devam etmektedir. Yirmi
birinci yüzyılın baĢında geliĢmiĢ ülkelerde hayat ümidi 80 yıla yaklaĢmıĢtır. Ortalama hayat
süresindeki artıĢ kiĢi baĢına gelirlerdeki, beslenme düzeylerindeki ve tıbbî bakım Ģartlarındaki
73
iyileĢmelerle yakından alâkalıdır.
20. yüzyılda uluslararası göç hareketlerinin niteliği de değiĢmiĢtir. 19. yüzyıldaki göçlerin büyük
bir bölümü ekonomik nedenlere dayanıyordu. Yirminci yüzyılda savaĢ ve ihtilâllerden
kaynaklanan siyasî baskılar da önemli bir göç nedeni olmuĢtur.
20. yüzyılda nüfusun hızla çoğalması ve dünyanın en azından bir bölümünde refahın artması
ekonomik kaynaklara büyük bir talep yarattı. SavaĢ zamanlarındaki bazı geçici kıtlıklar dıĢında,
dünya ekonomisi bu talebi karĢılamakta güçlük çekmedi. Bu baĢarının temelinde ekonomi ile
bilim ve teknoloji arasındaki yakın iĢbirliği yatıyordu. Böylece ziraî verim arttırılmıĢ, maden
kaynakları geliĢtirilmiĢ, mevcut kaynaklara yeni kullanım Ģekilleri ortaya konmuĢ ve sentetik
ürünler Ģeklinde yeni kaynaklar elde edilmiĢtir.
20. yüzyılın baĢında enerji kaynağı olarak kömürün üstünlüğü tartıĢma götürmezdi. 1928'de
dünya enerji üretiminin % 75'i kömürden elde edilirken petrolün payı % 17, hidrolik enerjinin
payı % 8 idi. 1950'lerde hâlâ kömür toplam enerjinin hemen hemen yarısını sağlarken, petrol ve
doğalgazın payı % 30'a yükselmiĢti. Ancak 1980'lerde bu oranlar tersine dönmüĢtür. Kömürün
payı % 27'ye düĢerken, petrol ve doğal gazın payı % 64'e yükselmiĢtir.
Günümüzde Basra körfezini çevreleyen Ortadoğu ülkeleri, dünya pazarına en çok petrol arz eden
bölgedir.
2. SINAÎ TEKNOLOJĠ VE ORGANĠZASYON
19. yüzyılda sanayileĢmenin ardındaki temel itici güç olan teknolojik değiĢme, 20. yüzyılda bu
rolünü oynamaya devam etti. Hatta bu değiĢmenin hızı daha da arttı. Yeni teknoloji her insanın
hayatını derinden etkiledi. GeçmiĢ çağlarda toplumların baĢarısının ölçüsü, çevrelerine uyabilme
yetenekleriydi.
Yakın zamanlarda taĢıma ve haberleĢme alanındaki geliĢmeler teknolojik değiĢmelerin
hızlanmasının en canlı örneğidir. 19. yüzyılın baĢına kadar seyahatin hızı açısından Ġlkçağ'a göre
büyük bir değiĢme olmadı. Oysa 20. yüzyılın baĢında insanlar buharlı lokomotiflerle saatte 120
km. hızla seyahat edebiliyorlardı. Otomobillerin, uçakların ve roketlerin geliĢmesi ile yalnız hız
artıĢı olmadı, tercih imkânları da son derece geniĢledi.
Telgrafın geliĢimine kadar uzak mesafeler arasında haberleĢme hızı, insanın hızına bağlıydı.
Telefon, radyo ve televizyon uzak mesafeli haberleĢmede rahatlık,
esneklik ve güvenirlik
kazandırdı.
74
Modern sanayinin bilimsel bir temele oturması pek çok yeni ürün ve hammaddenin ortaya
çıkmasını sağladı. Daha 19. yüzyılda kimyacılar çok sayıda sentetik ilaç ve boya keĢfetmiĢlerdi.
1898'de sunî ipeğin keĢfi ile baĢlayarak çeĢitli sunî dokuma hammaddeleri ortaya çıktı. Yirminci
yüzyılda petrol ve diğer hidrokarbonlardan yapılan plastik maddeler pek çok kullanım için ağaç,
maden, toprak ve kâğıdın yerini aldı.
Bilgisayar örneği, bilimsel araĢtırmanın ekonomik geliĢmedeki rolünü ve bu araĢtırmaların
finansman kaynağı problemini akla getirmektedir. Kimya ve biyolojiyle ilgili pek çok yenilik
tarım, sanayi ve tıp alanındaki ticarî uygulamalardan teĢvik gördü. Ancak çok büyük harcamalar
gerektirdiği ve kısa vadede büyük bir kazanç vaat etmediği için pek çok araĢtırmayı doğrudan ya
da dolaylı Ģekilde hükümetler finanse etmek zorunda kaldı. Bilimsel ve teknik ilerlemenin ön
Ģartı eğitilmiĢ bir insan gücü yani beyin gücü havuzunun varlığıdır. Yirminci yüzyılın baĢında
tüm Batılı ülkeler yüksek okuma yazma oranına sahiptiler. Buna karĢılık dünyanın diğer
bölümlerinde okuma yazma oranı çok düĢüktü. Bilime dayalı teknoloji insan emeğinin verimini
büyük ölçüde arttırmıĢtır. Ekonomik etkinliğin en iyi ölçüsü, iĢçi baĢına ya da iĢ saati baĢına
üretimdir. Tarımda verim Batı ülkelerinde bilimsel gübreleme teknikleri, tohum seçimi,
besicilik, zararlı böceklerle mücadele ve mekanik güç kullanımı sayesinde büyük ölçüde
artmıĢtır. Yüzyılın ortasında
Enerji üretimindeki artıĢ daha belirgindir. Dünya enerji üretimi 1900 ile 1950 arasında 4,
1950'den yüzyılın sonuna kadar 3 katından daha fazla artıĢ göstermiĢtir. Elektrik enerjisi
üretimindeki artıĢ ise, daha çarpıcıdır. Nitekim 1950'de 1 trilyon kilovat/saatten az olan dünya
elektrik enerjisi üretimi, 1982'de 8.5 trilyon kilovat/saate yükselmiĢtir.
20. yüzyılın en karakteristik yeniliklerinden diğer ikisi de otomobil ve uçaklardı. Ondokuzuncu
yüzyılın sonunda birkaç otomobil yapılmıĢtı. 1913'te hareketli montaj bandı sistemiyle kitle
üretimine geçildikten sonra otomobil sanayi, ABD ve Avrupa imalât sanayilerinin en geniĢ
istihdam alanlarından biri oldu. Buharlı lokomotif 19. yüzyılın ekonomik geliĢmesini sembolize
ederken, otomobil de 20. yüzyılın baĢarısını ifade ediyordu.
Hareketli montaj bandı diğer sanayilere de, bu arada Ġkinci Dünya SavaĢı sırasında uçak
sanayiine girdi. SavaĢ sırasında Almanlar, jet motorlu uçakları ve roketleri denemeye baĢladılar.
1969'da ilk kez insan aya ayakbastı. Ġnsanoğlu böylece yeni bir çağı baĢlattı. Bu olay
insanoğlunun haberleĢme alanında aldığı mesafenin de çok açık bir göstergesiydi. Kolomb,
75
Amerika'ya ulaĢtığı zaman, bu keĢfini yalnızca beraberindekiler izleyebildiler. Bu haberin daha
geniĢ kitlelere ulaĢması aylar, hatta yıllar aldı. Aya ilk insan ayağının basıĢı ise tüm dünyada
televizyonlarda yüz milyonlarca insan tarafından anında izlendi.
Fakat o daha çok büyük ölçekli, sermaye yoğun endüstrilerde görülmekteydi. Toptan ve
perakende ticarette, esnaf üretiminde, hizmet sektöründe ve özellikle de tarımda ĢirketleĢmemiĢ
aile iĢletmeleri hâkimiyetini sürdürüyordu. Uzun dönem eğilim ĢirketleĢmenin daha geniĢ
alanlara yayıl-ması yönündeydi.
20. yüzyılda sanayi hayatıyla ilgili nihaî bir geliĢme de çoğu Batı ülkesinde iĢçilerin örgütlenme
ve toplu pazarlık haklarının artık tanınmıĢ olmasıydı. Ġngiltere ve Almanya gibi bazı ülkelerde
örgütlenmiĢ iĢgücü, emek piyasasında önemli bir güç hâline gelmiĢti. Ancak bu ülkelerde bile
örgütlenmiĢ iĢgücü, toplam iĢgücünün beĢte biri ya da dörtte birinden daha fazla olmayan bir
azınlık durumundaydı.
3. ULUSLARARASI EKONOMĠK ĠLĠġKĠLER
1914 öncesinde dünya ekonomisine Avrupa, özellikle de Batı Avrupa ile ABD hükmediyordu.
Batı Avrupa milletlerinin imparatorlukları Çarlık Rusyası‟nın geniĢ topraklarıyla birlikte,
dünyanın dörtte üçünü kontrol ediyorlardı. Ekonomik olarak Avrupa ve ABD toplam dünya
üretim ve ticaretinin yarısından çok fazlasını gerçekleĢtiriyordu.
SavaĢ öncesinde küçük bir imparatorluk olan Japonya büyüdü ve önemli bir ekonomik güç
hâline geldi. Yirminci yüzyılda Avrupa'nın dünya ticareti ve üretimindeki payı azalırken, ABD
ve Japonya'nın payı büyük ölçüde arttı.
Ġkinci Dünya SavaĢı da uluslararası iliĢkilerde önemli bir değiĢime neden oldu. Avrupa artık
politik ve ekonomik hegemonyasını önemli ölçüde kaybetti. Avrupa'nın büyük güçleri arasındaki
rekabet yerini iki yeni süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği arası rekabete bıraktı. Bu
rekabetin sonucunda Avrupa, Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Doğu bloku, Sovyetler'in
egemenliği altına girerken, demokratik Batı ülkeleri politik ve ekonomik olarak ABD'ye
bağlandı.
İkinci Dünya Savaşı sömürgeciliğe de önemli bir darbe vurdu. 1960'ların ortalarına gelmeden
eski Avrupalı sömürgeciler, Asya ve Afrika'daki tüm sömürgelerinin bağımsızlıklarını tanımak
zorunda kaldılar. Ancak yeni ülkeler aĢırı derecede yoksuldu. Üç yüzyıllık sömürgecilik
döneminde Avrupalı milletler ülkelerine maden ve diğer kaynaklar Ģeklinde büyük servetler
76
aktardılar. Ancak bu servetlerini sömürge halklarıyla paylaĢmadılar. Yeni sömürge hükümetleri,
ekonomik geliĢme için yeterli kaynaklardan ve özellikle de beĢerî sermayeden yoksundular.
Ondokuzuncu yüzyılda pek az uluslararası kuruluĢ mevcutken, 20. yüzyılda pek çok yeni
kuruluĢ ortaya çıktı. Ancak kâğıt üzerinde çok sayıda uluslararası kuruluĢ olmasına rağmen
ekonomik önemi olanlar çok azdı.
Milletler Cemiyeti‟nin Ekonomik ġubesi çok yararlı istatistik ve teknik raporlar yayınladı;
standart hesaplama metotları geliĢtirdi; fakat savaĢ arası dönemdeki ekonomik meselelerin
çözümünde baĢarısız oldu.
4. DEVLET VE EKONOMĠK HAYAT
20. yüzyılda tüm milletleri etkileyen diğer önemli bir değiĢme ekonomide büyük ölçüde
geniĢleyen devlet rolüydü. Ancak bu 19. yüzyıl laissez-faire ideallerinden kesin bir geri dönüĢ
anlamına gelmiyordu. Ekonomik milliyetçiliğin altın çağı olan 17. yüzyılda mutlakıyetçi krallar
ekonomiyi kendi arzularına göre yönetmek istiyorlardı. Fakat onların kaynakları ve ekonomik
araçları etkili olmaları için yetersizdi. Öte yandan 19. yüzyılda Klâsik Ġktisatçıların etkisiyle
hükümetler genellikle ekonomiye müdahalelerini bilinçli olarak önemli ölçüde sınırladılar.
Sovyetler Birliği'nde ve diğer Sovyet tipi ekonomilerde, hükümetler geniĢ kapsamlı bir
ekonomik plânlama ve kontrol sistemi ile ekonominin tüm sorumluluğunu üstlendi. Ġki dünya
savaĢı sırasında savaĢan uluslar da çok çeĢitli kontrol ve müdahaleleri benimsediler. Fakat bazı
istisnalar dıĢında ileri sanayi demokrasilerinde barıĢ zamanlarında ekonomik açıdan üretken
alanlar özel Ģahıs ve Ģirketlerin faaliyet sahası olarak kaldı.
SavaĢlar arası dönemde bütün hükümetler ekonomik iyileĢme ve istikrar programları izlediler.
Ancak bunda çok az baĢarılı olabildiler. Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan sonra daha bilinçli ve istekli
olarak aynı yolu izlediler. Bu kez daha baĢarılı olan hükümetlerin çoğu, Sovyetler Birliği'ndeki
gibi kapsamlı ve zorlayıcı olmamakla birlikte ekonomik plânlamadan geniĢ ölçüde yararlandılar.
Batı Avrupa milletlerinde bu uygulamalar 'karma ekonomi’ olarak adlandırıldı.
Kamunun büyümesinin diğer bir nedeni olan transfer ödemeleri de 19. yüzyılın sonlarında
doğdu. Fakat Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasına kadar yaygınlaĢmadı. 1880'lerde Almanya'da iĢçiler
için zorunlu olarak hastalık ve kaza sigortası ile yaĢlı ve sakatlar için emeklilik uygulaması
baĢlatıldı.
Kamu sektörünün büyümesinin istatistik ifadesi devlet harcamalarının artıĢıydı.
77
SONUÇ
Yirminci yüzyılda sanayileĢme ve teknolojik değiĢim hızlanarak sürmüĢtür. Ülkeler arasındaki
ekonomik geliĢmiĢlik ve geri kalmıĢlık farkları daha da belirgin hâle gelmiĢtir.
1. BĠRĠNCĠ DÜNYA SAVAġI’NIN EKONOMĠK SONUÇLARI
SavaĢ 10 milyon askerin ölümüne, 20 milyonunun yaralanmasına neden oldu. Sivil ölümler 10
milyonu bulurken, 20 milyon insan açlık ve hastalıkların kurbanı oldu. SavaĢ için yapılan askerî
harcamalar 1914 satın alma gücüyle 180-230 milyar dolar arasındaydı. SavaĢın dolaylı maliyeti
yani evlere, sınaî tesislere, madenlere, hayvanlara, tarım araçlarına, taĢıma ve haberleĢme
sistemlerine verdiği zarar ise 150 milyar dolardan fazlaydı.
Ekonomik açıdan uzun dönemde fizik yıkımdan daha zararlı olan normal ekonomik iliĢkilerin
bozulmasıydı. 1914 öncesinde dünya ekonomisi serbestçe ve etkin bir Ģekilde iĢlemekteydi.
Koruyucu tarifeler, özel tekeller ve uluslararası karteller Ģeklindeki bazı sınırlamalara rağmen,
gerek ülkelerin içinde ve gerekse uluslararası plânda ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümü
serbest pazarlarda cereyan ediyordu.
Daha ciddi bir problem, dıĢ ticaretin altüst olmasından ve savaĢan ülkeler, özellikle de Almanya
ve Ġngiltere arasındaki ekonomik savaĢtan kaynaklanıyordu. SavaĢtan önce Ġngiltere, Almanya,
Fransa ve ABD dünyanın önde gelen sınaî ve ticarî ülkeleri olarak birbirlerinin en iyi alıcı ve
satıcısıydı. Uluslararası ticaretin kesintiye uğraması ve devlet müdahalelerinin ortaya çıkması
kadar dıĢ pazarların kaybedilmesi de uzun ömürlü etkilere yol açtı. Almanya deniz aĢırı
pazarlarını tamamen yitirdi. SavaĢan ülkeler kaynaklarını normal kullanımlardan savaĢın gerek
duyurduğu alanlara doğru kaydırdılar.
SavaĢ dünya tarımının dengesini altüst etti. Bazı bölgeler üretim faaliyetlerine son verir ya da
pazarın dıĢında kalırken, yiyecek ve hammadde taleplerinin artıĢı diğer bölgelerde üretimi teĢvik
etti. Bu durum 1920'lerde üretim fazlasına ve dolayısıyla fiyatların düĢmesine yol açtı. Buğday,
Ģeker, kahve ve kauçuk üreticileri, en çok zarar gören ülkeler oldu.
SavaĢın yol açtığı diğer bir kayıp da dıĢ yatırım gelirleriydi. SavaĢtan önce Ġngiltere, Fransa ve
Almanya önemli ölçüde dıĢ yatırımı olan ülkelerdi. Ġngiltere ve Fransa ihraç ettiklerinden daha
fazla ithalat yaptıklarından dıĢ yatırım gelirleri ithalat fazlalarını ödemelerine yardımcı oluyordu.
Her ikisi de acil olarak ihtiyaç duydukları savaĢ harcamalarını finanse edebilmek için dıĢ
yatırımlarının bir bölümünü satmak zorunda kaldılar; bir bölümü ise enflasyon ve ilgili döviz
problemleri nedeniyle önemli ölçüde değer yitirdi. Ayrıca yatırımın yapıldığı ülkelerin dıĢ
yatırımları tanımayı reddetmesiyle de zararlar ortaya çıktı. SavaĢan ülkelerdeki Alman
78
yatırımlarına savaĢ sırasında el konuldu.
Millî ve milletlerarası düzeyde nihaî bir ekonomik problem de enflasyondu. SavaĢın maliyetinin
baskıları savaĢan ülkeleri savaĢ öncesinde fiyat hareketlerinin istikrarını koruyan ya da en
azından uyumlu hâle getiren altın standardının dıĢına itti. SavaĢan ülkeler büyük ölçekli
borçlanmalara baĢvurdular ve savaĢı finanse etmek için kâğıt para bastılar. Bu uygulamalar her
ülkede aynı ölçüde olmamakla birlikte fiyatları yükseltti. SavaĢ sonunda ABD'de fiyatlar 1914'te
olduğunun yaklaĢık 2.5 katıydı.
Aynı dönemde fiyatlar Ġngiltere'de 3,
Fransa‟da 5.5 ve
Almanya'da 15 katına yükselmiĢti.
2. BARIġIN EKONOMĠK SONUCU
Savaş sonrasının önemli problemleri, ekonomik milliyetçiliğin doğuşu ile parasal ve malî
problemlerdi. Birinci Dünya SavaĢı sonunda yapılan Paris barıĢı sonucunda Almanya savaĢ
öncesi ekili alanlarının % 15'ini, demir rezervlerinin 3/4'ünü, kömür yataklarının 1/4‟ünü yitirdi.
Afrika ve Pasifik'teki Alman sömürgeleri müttefiklerce iĢgal edildi. Ayrıca Almanya savaĢ
tazminatı ödemeye de mahkûm edildi.
Ekonomik milliyetçilik, yalnız imparatorlukların parçalanması ile doğan yeni devletlerle sınırlı
değildi. Rusya sivil savaĢ sırasında uluslararası ekonomiden tamamen çekildi. Sovyet rejimi
altında yeniden ortaya çıktığında ekonomik iliĢkileri yeni bir tarz aldı. Devlet, uluslararası
ticarette tek alıcı ve satıcı oldu: Yalnızca siyasî yöneticilerin stratejik olarak gerekli gördükleri
Ģeyleri satın aldı ya da sattı.
Yeni-merkantilizm olarak adlandırılan bu uygulamalar, diğer devletlerin mukabil tedbirler
getirmesiyle yaygınlaĢarak ticaretin daha da sınırlanmasına yol açtı. Nitekim savaĢtan önceki 20
yıl içinde iki katından daha fazlaya yükselen toplam dünya ticareti, savaĢı izleyen 20 yılda bu
seviyesini güçlükle koruyabildi. SavaĢ öncesi 20 yılda ikiye katlanan Avrupa ülkelerinin dıĢ
ticareti, aynı dönem içinde yalnızca 1929 yılında savaĢ öncesi düzeyine ulaĢabildi; 1932 ve 1933
yıllarında ise 1900'de olduğu seviyenin de altında kaldı. Bu aĢırı ekonomik milliyetçilik,
savunucularının amaçladıkları sonucun tersine olarak daha düĢük gelir ve üretim düzeylerine yol
açtı.
SavaĢın doğurduğu ve barıĢın Ģiddetlendirdiği malî ve parasal problemler ise uluslararası
ekonominin tamamen dağılmasına yol açtı. Bu karıĢıklığın temelinde tazminat meselesi ile savaĢ
dönemindeki borçlanmaların geri ödenmesi problemi yatıyordu. 1917'ye kadar Ġngiltere
79
müttefiklerin yürüttüğü savaĢın en büyük finansman kaynağıydı. Bu yıla kadar Ġngiltere
müttefiklerine 4 milyar dolar borç vermiĢti. ABD savaĢa girince savaĢın finansmanında
Ġngiltere'nin yerini aldı.
Diğer bir problem savaĢ tazminatı meselesiydi. Fransa ve Ġngiltere, Almanya'dan yalnız sivil
Ģahıslara verilen zararları değil, müttefik hükümetlerin tüm savaĢ masraflarını da ödemesini
istiyorlardı. Almanya'nın ödeyeceği tazminat miktarı 33 milyar dolar olarak belirlendi. Bu
miktar Alman millî gelirinin iki katı civarındaydı.
Almanya tazminat ödemesine 1919 Ağustos'unda baĢladı. Avrupa ekonomilerinin zayıflığı ve
uluslararası ekonominin kritik durumu nedeniyle Fransa, Ġngiltere ve diğer müttefik ülkelerin,
ABD'ye olan borçlarını ödeyebilmeleri tazminat olarak alacakları miktarlara, Almanya'nın
tazminat ödeme kapasitesi ise ödemelerini yapabileceği dövizi ve altını elde edeceği ihracat
fazlasına bağlı bulunuyordu. Yılın sonuna doğru baskı o denli artmıĢtı ki Almanya ödemeleri
tamamen durdurmak zorunda kaldı.
Fransa ve Belçika orduları 1923 Ocak ayında Ruhr bölgesini iĢgal ederek kömür madenleri ile
demiryollarını kontrollerine aldılar ve Alman maden sahiplerini ve iĢçileri kömür teslim etmeye
zorladılar. Almanlar pasif direniĢe geçti. Hükümet, iĢçilerin ve maden sahiplerinin tazminat
ödemelerini karĢılayabilmek için çok büyük miktarda kâğıt para bastı. Bu durum hızlı bir
enflasyon dalgasına yol açtı. 1914'te doların değeri 4.2 Alman altın markına eĢitti. SavaĢ sona
erdiğinde 351-2 kâğıt mark 1 dolar değerindeydi. 1922'de bu değer 493 ve Ocak 1923'te ise
17.792 marka düĢtü. Bundan sonra markın değer kaybı çok hızlı oldu. 15 Kasım 1923'te son
resmî iĢlemde doların değiĢim kuru 4.2 trilyon marktı. Markın değeri basıldığı kâğıdın
değerinden daha düĢüktü. Alman otoriteleri markın yerine 1 trilyon marka eĢit olan yeni bir para
birimi çıkardılar.
Probleme çare bulmak için kurulan uluslararası bir komisyon Almanya'nın yıllık tazminat ödeme
yükünün azaltılmasını, Alman Merkez Bankası'nın yeniden organize edilmesini ve Almanya'ya
200 milyon dolar dıĢ borç verilmesini tavsiye etti. DıĢ borçlanma 1924'te Almanya'nın yeniden
tazminat ödemelerine baĢlamasını ve altın standardına dönmesini mümkün kıldı.
SavaĢ sonrası Ġngiltere'de ekonomik problemler büyüdü. SavaĢ sırasında Ġngiltere yabancı
pazarlarını, dıĢ yatırımlarını, ticarî filosunun büyük bir bölümünü ve dıĢ ticaret gelirlerini yitirdi;
buna karĢılık yiyecek ve hammadde ithaline daha önce olduğundan daha fazla bağımlı hâle
geldi. Ġngiltere ihracatını arttırması gerekirken, tam tersine fabrikalar ve madenler kapandı;
iĢsizlik arttı.
80
Ġngiltere savaĢın finansmanı için bir önlem olarak 1914'te altın standardını terk etmiĢti.
Londra'nın dünyanın malî merkezi olması nedeniyle savaĢ boyunca altın standardına dönülmesi
için ağır baskı vardı. Fakat bunun için Ġngiltere Merkez Bankası'nın yeterli rezervleri yoktu.
1920'lerin ortasında yeterli birikim sağlanmıĢtı. Ancak daha önemli bir problem sterlinin
değeriyle ilgiliydi. SavaĢtan önce 1 sterlin 4.86 dolara eĢitti. Ancak savaĢ sırasında ABD altın
standardını sürdürürken, Ġngiltere'de yüksek bir enflasyon yaĢanmıĢtı. SavaĢ öncesi parite ile
altın standardına dönülmesi Ġngiliz sanayiinin rekabet gücünü zayıflatacaktı. Çoğu Ġngiliz dıĢ
yatırımı altın ya da sterlin olarak yapılmıĢ olduğundan daha düĢük parite ile altın standardına
dönmek, bu yatırımların önemli ölçüde değer kaybetmesine neden olacaktı. Öte yandan
Ġngiltere'de maliye gibi önemli konularda gelenekleri koruma eğilimi hâkimdi.
Ġngiltere'nin problemlerine karĢılık Avrupa'nın çoğu ülkesi 1920'lerin sonlarında refaha
kavuĢmuĢtu. 1924 ile 1929 arasındaki 5 yılda normal duruma dönülmüĢ, fizik hasarlar büyük
ölçüde onarılmıĢ ve savaĢ sonrasının en acil problemleri çözümlenmiĢti.
3. BÜYÜK BUNALIM
Avrupa ülkelerinden farklı olarak ABD savaĢtan çok daha güçlü olarak çıktı: Ekonomik olarak
net borç alan bir ülke iken, net borç veren bir ülke durumuna geldi. Ġçeride ve dıĢarıda Avrupalı
üreticiler aleyhine pazarlarını geniĢleterek oldukça iyi bir dıĢ ticaret dengesine kavuĢan ABD
geniĢleyen pazarı, artan nüfusu ve hızla ilerleyen teknolojisi ile sürekli refahın altın anahtarını
ele geçirmiĢ gibi görünüyordu.
1928 Yaz'ında Amerikan bankaları ve yatırımcıları yabancı tahvil almaktan vazgeçerek malî
fonlarını New York borsasında değerlendirmeye baĢlayınca borsada hızlı bir yükselme görüldü.
Bu spekülatif hareketten yararlanmak isteyenler, kredi ile hisse senedi alma yarıĢına girdiler.
1929 Yaz baĢlarına gelmeden Avrupa, Amerikan yatırımlarının kesilmesinin sancısını
hissetmeye baĢlamıĢtı. Amerikan ekonomisinde de geniĢleme durmuĢtu.
1929 Ekim'inde New York borsasında yaĢanan kriz hisse senedi fiyatlarının düĢmesine yol açtı.
Bankalar verdikleri kredileri geri istediler. Bu pek çok yatırımcıyı senetlerini ellerinden
çıkarmaya sevk etti.
Borsa krizi depresyonun sebebi değildi, fakat depresyonun açık bir iĢaretiydi. 1931'in ilk üç
ayında toplam uluslararası ticaretin hacmi 1929'un aynı dönemine oranla üçte ikisinin bile altına
düĢmüĢtü. 1931 Mayıs'ında Viyana'da, Orta Avrupa'nın en büyük ve önemli bankalarından biri
ödemelerini durdurdu. Almanya'da iĢsiz sayısı 2 milyona yükseldi. Haziran ayında büyük ölçüde
81
mevduatların çekilmesi pek çok bankanın iflası ile sonuçlandı. Panik Ġngiltere'ye sıçradı ve 21
Eylül'de Merkez Bankası altın ödemelerini durdurdu.
Temel malların fiyatlarındaki düĢme pek çok ülkeyi güç durumda bıraktı. 1931 Eylül'ü ile 1932
Nisan'ı arasında 24 ülke altın standardını terk etti. Diğer pek çok ülke de altın standardını
sürdürmekle birlikte fiilî altın ödemelerini askıya aldı. Para değerleri arz ve talebe göre büyük
dalgalanmalar gösterdi.
1929 krizini baĢlatan ülke ABD oldu. Fakat krizin yayılmasında uluslararası sorumluluk da söz
konusuydu. Her ülke krizi derinleĢtirici politikalar izledi. Öte yandan depresyonun nedenleri
konusu tartıĢmalıdır. Bazılarına göre sebep baĢta ABD olmak üzere sanayi ekonomilerindeki
para arzında görülen büyük düĢme idi. Diğerlerine göre tüketim ve yatırım harcamalarındaki
otonom bir düĢüĢ ekonomileri bunalıma götürmüĢtü.
Krizin kaynağı konusunda ihtilaf varsa da onun Ģiddetinin ve uzunluğunun nedenleri üzerinde
uyuĢma vardır: Bu neden Ġngiltere ve ABD'nin politikalarının farklılığı idi. SavaĢtan önce
Ġngiltere dünyanın en önde gelen ticarî, malî ve 19. yüzyılın sonuna kadar da sınaî ülkesi olarak,
dünya ekonomisinin istikrarı konusunda hayatî bir rol oynuyordu. Onun serbest ticaret politikası
sayesinde dünyanın her tarafından gelen mallar orada pazar bulabiliyordu. Onun büyük dıĢ
yatırımları, ülkelere önemli dıĢ ticaret açıklarına rağmen ödemelerini dengeleme imkânını
veriyordu. Londra'nın bir para piyasası olarak önderliği ile birlikte altın standardına bağlılığı,
geçici ödemeler dengesi sıkıntısı olan ülkelerin bu problemlerini çözmelerini sağlıyordu.
SavaĢtan sonra Ġngiltere böyle bir liderlik rolünü oynayabilecek durumda değildi. ABD ise bu
rolü üstlenmeye isteksizdi. Eğer ABD daha açık politikalar izleseydi bunalım daha kısa süreli ve
hafif olabilirdi.
Bunalımın uzun dönemdeki en önemli sonucu ise, ekonomide devletin rolünün artması ve
Üçüncü Dünya ülkelerinde ithal ikamesine dönük sanayilerin geliĢtirilmesi çabaları oldu.
4. ĠKĠNCĠ DÜNYA SAVAġI VE DÜNYA EKONOMĠSĠNĠN YENĠDEN ĠNġASI
Ġkinci Dünya SavaĢı tarihin en yıkıcı ve yaygın savaĢıydı. Askerî harcamalar olarak savaĢın
maliyeti günümüzün satın alma gücüyle 1 trilyon dolardan fazlaydı. SavaĢın yol açtığı ölümler
Batı Avrupa'da 15 milyondu. Milyonlarca insan yaralandı, evsiz kaldı, açlıktan ve hastalıktan
öldü. Rusya'da 15 milyon, Çin'de 2 milyon, Japonya'da 1.5 milyon asker ve milyonlarca sivil
hayatını kaybetti. Hava bombardımanları, pek çok Ģehri yerle bir etti. Demiryollarına, köprülere,
limanlara ve rıhtımlara yapılan saldırılar nedeniyle ulaĢım tesisleri harap oldu. SavaĢın sonunda
82
Avrupa'da ekonomik manzara oldukça kötüydü. 1945'te sınaî ve ziraî üretim 1938'deki
düzeyinin yarısının da altına düĢmüĢtü. Problemi daha da kötüleĢtiren ekonominin kurumsal
çerçevesinin ağır Ģekilde yara almıĢ olmasıydı. Ekonominin yeniden inĢası kolay bir mesele
olarak görünmüyordu.
SavaĢ sonunda Avrupa ekonomisi tamamen felç olmuĢ durumdaydı. SavaĢtan önce Avrupa ihraç
ettiğinden daha fazla mal, özellikle yiyecek ve hammadde ithal etmekte ve aradaki farkı ise dıĢ
yatırımlarından, deniz taĢımacılığından ve malî hizmetlerinden elde ettiği gelirlerle
kapatmaktaydı. SavaĢtan sonra ticarî filosu tahrip olmuĢ, dıĢ yatırımları tasfiye edilmiĢ, malî
piyasaları bozulmuĢ, dıĢ pazarlarını baĢka ülkelere kaptırmıĢ olan Avrupa, nüfusunun temel
ihtiyaçlarını bile karĢılayamıyordu. Gerçekten de tüm Avrupa büyük bir yoksulluk içinde
bulunuyordu.
1930'ların parasal ve malî kargaĢasında pek çok ülke döviz kontrolü uygulamaya baĢlamıĢtı:
Yani onların paraları diğer paralara çevrilebilir değildi. Mal ticareti karĢılıklı olarak
dengeleniyor ve bu da ticaret hacmini daraltıyordu. Bu kontroller savaĢ sırasında zorunlu olarak
uygulandı.
Problemin çözümünü Marshall Plânı çerçevesinde Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC)
aracılığıyla Avrupa'ya akan yardımlar sağladı. Marshall planında toplam yardım miktarı 23
milyar dolar olarak saptanmıĢtı. Avrupa'ya 1947 sonu ile 1952 baĢları arasında ABD'den borç ve
hibe Ģeklinde fiilen yapılan yardım 13 milyar dolar oldu. Bu sayede Avrupa ülkeleri dolar
bölgesinden ihtiyaç duydukları malları alabildiler. Programın uygulanmaya baĢladığı ilk yılda bu
malların üçte biri yiyecek, yem ve gübreydi. Ancak daha sonra ağırlık Avrupa sanayilerinin
yeniden kurulmasını sağlayacak sermaye mallarına, hammaddelere ve yakıta kaydı.
Marshall Plânı 1952'de sona erdi. Plân sayesinde yalnızca Batı Avrupa'nın ekonomik canlanması
baĢarılmıĢ olmadı, aynı zamanda ekonomik geliĢmeleri teĢvik edecek OEEC gibi yeni kurumlar
doğmuĢ oldu. Bu kurumlar arasında en önemlisi Avrupa Ödemeler Birliği (EPU) idi. Daha önce
değinildiği gibi savaĢ sonrası yıllarda ticaretin geliĢmesinin ana engeli döviz, özellikle de dolar
kıtlığı ve dolayısıyla ticaretin karĢılıklı olarak dengelenmesinin zorluklarıydı.
EPU'nun kurulmasından sonraki 20 yıl içinde dünya ticareti yıllık olarak % 8 büyüdü. Bu
1860'larda ticaret anlaĢmalarından sonraki birkaç yıl bir yana bırakılırsa tarihteki en yüksek
oranlardı. EPU o denli baĢarılı oldu ki, 1958'de OEEC ülkeleri paralarının konvertibilitesini
yeniden kurabildiler. 1961'de OEEC, ABD ve Kanada'yı ve daha sonra da Japonya ve
Avustralya'yı içine alarak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Ģekline dönüĢtü.
83
KuruluĢun yeni amacı ileri sanayi ülkelerinin azgeliĢmiĢ ülkelere yardımlarını koordine etmek,
makro ekonomik politikalar üzerinde uzlaĢma imkânları aramak ve karĢılıklı problemlerin
çözümlenmesine yardımcı olmaktı.
Avrupa ekonomisinin yeniden inĢası, savaĢ öncesi dönemde olduğundan daha fazla olarak
ekonomik ve sosyal hayatta devletin daha geniĢ ölçüde rol almasını gerektirdi. Tüm ülkelerde
politik, sosyal ve ekonomik reformlar için çok geniĢ bir kamu talebi vardı.
Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra uluslararası iĢbirliği arzusu oldukça güçlüydü. Ġki taraflı
anlaĢmalar yerine uluslararası düzeyde çok taraflı anlaĢmalar yoluyla dünya ticareti sisteminin
yeniden canlandırılması çabaları savaĢ sırasında baĢlamıĢtı. Ġki kuruluĢ uzun süre etkinlik
kazanamadı. Ancak dünya ekonomisinin yeniden inĢası için en azından bir temel atılmıĢ oldu.
Avrupa ekonomisinin bir mucize olarak adlandırılan bu yeniden inĢasında rol oynayan ilk
önemli faktör Amerikan yardımlarıydı. Bu sayede teknolojik modernleĢmenin baĢarılması bu
ekonomik mucizenin temelini oluĢturuyordu. Diğer önemli bir faktör, hükümetlerin yapıcı tutum
ve rolleriydi. Hükümetler doğrudan veya dolaylı Ģekilde ekonomik hayata çok geniĢ ölçüde
katılarak bazı temel sanayileri millîleĢtirdiler, ekonomik plânlar uyguladılar ve çeĢitli sosyal
hizmetler yerine getirdiler.
Son olarak fizik ve malî kapital bu kalkınmanın sağlanması için gerekliydi, fakat hiçbir zaman
yeterli değildi. Uzun dönemde Avrupa'nın beĢerî sermaye gücü de önemliydi. Onun yüksek
okuma yazma oranı ve ihtisaslaĢmıĢ eğitim kurumları yeni teknolojilerin iĢlerlik kazanmasını
mümkün kılan hünerli iĢgücü ile beyin gücünü sağlamıĢtı.
5. 20. YÜZYILIN ĠKĠNCĠ YARISINDA DÜNYA EKONOMĠSĠNDEKĠ GELĠġMELER
20. yüzyılın ikinci yarısı dünya ekonomisinin geçmiĢte gösterdiği en yüksek ekonomik
performansa Ģahit oldu. 1950 ile 1998 arasında yılda % 3.9 büyüyen dünya gayri safi hâsılası
6‟ya katlandı. Büyüme oranı 1820-1950 arasında yılda % 1.6 ve 1500-1820 döneminde sadece
% 0.3 düzeyindeydi. Hızlı ekonomik büyümeye rağmen yüksek nüfus artıĢı nedeniyle 19501998 arasında kiĢi baĢına gelirlerdeki artıĢ yıllık % 2.5 düzeyinde kaldı. Ancak bu oran 15001820 dönemindeki artıĢın 42; 1820-1950 arasındaki artıĢın ise 2 katından fazlaydı.
Dünya ekonomisinin çeĢitli bölgeleri arasındaki iliĢkiler daha da yoğunluk kazanmıĢtır. Dünya
mal ticaret hacmi üretimden daha hızlı artmıĢtır. Bu geliĢmenin bir sonucu olarak dünya
ihracatının gayri safi hâsılaya oranı 1950‟de % 5.5 iken, 1998‟de % 17.2‟ye yükselmiĢtir.
84
Uluslararası ticarette, haberleĢmede ve diğer hizmet iĢlemlerinde olağanüstü bir artıĢ olmuĢtur.
Bu durum uluslararası iĢbölümünü geliĢtirmiĢ, bilgi ve teknolojilerin yayılmasını hızlandırmıĢ ve
geliĢmiĢ ülkelerin yüksek taleplerini dünyanın diğer bölgelerine aktarmıĢtır.
Yabancı sermayenin Afrika, Asya (Japonya hariç) ve Latin Amerika gibi yoksul bölgelere akıĢı
20. yüzyılın ilk yarısına göre çok hızlı bir Ģekilde artmıĢtır. Yabancı sermaye stokunun
geliĢmekte olan ülkelerin toplam gayri safi hâsılasına oranı 1950‟de % 4.4 iken, 1998‟de %
21.7‟ye yükselmiĢtir. Ancak bu oran 1914‟teki % 32.4‟lük oranın üçte ikisi düzeyindedir.
Uluslararası göç hareketleri yeniden hız kazanmıĢtır. 1949‟a kadar Batı Avrupa göç veren bir
bölge iken, 1950‟den sonra bu durum tersine dönmüĢtür. 1950 ile 1998 arasında Batı Avrupa
ülkelerine 20, ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda‟ya 34 milyon insan göç etmiĢtir.
Dünyada kiĢi baĢına gelirlerin ortalama olarak yılda % 2.93 oranında arttığı 1950-1973 dönemi
dünya ekonomisinin büyüme performansının en yüksek olduğu dönem oldu.
Öte yandan dünyanın geliĢmiĢ ve geliĢmekte olan bölgelerinin kiĢi baĢına gelirlerindeki artıĢın
aynı oranda gerçekleĢtiği 1950-1973 döneminde en yoksul (Afrika) ve en zengin (Kuzey
Amerika) bölge arasındaki kiĢi baĢına gelir düzeyi farkı 15:1‟den 13:1‟e inmiĢtir.
1973‟ten yüzyılın sonuna kadar devam eden ve neo-liberal düzenin uygulandığı yıllar dünya
ekonomisinin ikinci en iyi ekonomik performans dönemidir. 1973 sonrasında liberalleĢme
sürecinin etkisiyle uluslararası ekonomik iliĢkilerde hızlı bir geliĢme görülmesine karĢılık,
ekonomik büyüme hızı yavaĢlamıĢ, iĢsizlik artmıĢ ve dünya ekonomisinin çeĢitli bölgelerinin
ekonomik performansında ciddî bir farklılaĢma ortaya çıkmıĢtır. Bu farklılaĢmanın bir sonucu
olarak en zengin ve en yoksul bölge arasındaki kiĢi baĢına gelir düzeyi farkı 1973-1998
döneminde 13:1‟den 19:1‟e kadar yükselmiĢtir.
1998 yılı itibariyle dünya ekonomisinin 34 geliĢmiĢ ekonomisi (ABD, Kanada, Japonya,
Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı Avrupa ülkeleri) dünya üretiminin yarıdan fazlasını (%53.4)
gerçekleĢtirirken, bu ülkelerin dünya nüfusu içindeki payı yalnızca % 14.2‟dir.
Öte yandan yine 1998 yılı itibariyle 40 Asya, 44 Latin Amerika, 27 Doğu Avrupa ve eski
Sovyetler Birliği ülkesi ile 57 Afrika ülkesinden oluĢan dünyanın ekonomik açıdan geri kalmıĢ
168 ekonomisi, dünya üretiminin beĢte birini (% 21.4) gerçekleĢtirirken, dünya nüfusu içinde
üçte birlik (% 34.9) bir oranı meydana getirmektedir. Bu ülkelerin ekonomik performansında
1973 sonrasında önemli bir nisbî kötüleĢme söz konusudur. 1973-1998 döneminde kiĢi baĢına
85
gelirlerin % 1.1 düzeyinde düĢtüğü eski Sovyetler Birliği‟nin yerini alan ülkelerde ekonomik
durum daha da kötüleĢmiĢtir.
SONUÇ
Bu bölümde ele alınan 20. yüzyılın ilk yarısında dünya ekonomisine iki dünya savaĢı yön
vermiĢtir. Yüzyılın ikinci yarısında ise dünya ekonomisi yeniden büyüme sürecine girmiĢtir.
86