EKONOMİNİN YÖNETİMİ VE KRİZİN KAYNAKLARI Prof. Dr Ahmet Gökçen Türk ekonomisinde yaklaşık son 20-25 yıldır görülen yüksek enflasyon, kamu açıkları ve iç ve dış borç miktarlarındaki artışlara paralel olarak çeşitli dönemlerde ciddi ekonomik krizler yaşanmış ve bu krizlerden çıkmak üzere de çeşitli istikrar tedbirleri ve yapısal değişim programları uygulama alanına konulmuştur. Genel olarak bu programlar, kısa veya orta vadeli olarak enflasyonu düşürmeyi ve makro ekonomik dinamikleri etkileyerek ekonomiyi istenmeyen ve aykırı olan bir denge durumundan başka bir denge durumuna taşımayı hedeflemektedir. Bunun için sıkı para, maliye ve finans politikaları yanında bir kısım yapısal reformların eş zamanlı ve güdümlü olarak yapılması gündeme getirilmiştir. Böylece ekonomide enflasyonun düşürülmesi, istikrarlı bir büyümenin sağlanması, sağlam bir kamu finansman dengesinin oluşturulması, iç ve dış ekonomik dengelerin kurularak globalleşen dünya ilişkileri içinde rekabet edebilir bir yapıya kavuşturulması hedeflenmektedir. Uygulamada daha çok ücretler, faiz, döviz kurları, yatırım-tasarruf dengesi bütçe uygulamaları ve bir kısım yapısal değişiklikler alet olarak kullanılmak istenmiştir. Uygulama alanına konulan bu tedbirlerin bir kısmı Türk Hükümetleri tarafından bağımsız bir biçimde alınıp uygulanırken diğer bir çok program ise Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) gibi uluslar arası kuruluşlar ile yaptığı anlaşmalara göre bu kuruluşların gözetim ve denetimi altında hazırlayıp uygulama alanına geçirmiştir. Nitekim,1999 yılında, ekonomimizde hüküm süren yüksek enflasyonla mücadele edilmesi, mali hesapların ve finans piyasalarının güçlendirilmesi, büyümenin istikrarlı bir temele oturtulması ve Avrupa Birliğine yaklaşmayı da kolaylaştırmak üzere Türkiye ekonomisinin yeniden yapılandırılmasını hedefleyen bir ekonomik istikrar ve yapısal uyum programı olarak IMF ile Stand-by anlaşması yapılmıştır. Halen de bu programın uygulaması devam etmektedir. Doğaldır ki, bir ülkenin uluslararası iktisadi kuruluşlarla ilişki kurarak, kendi politikalarını oluşturması halinde, bu kuruluşların tercih ettiği politika ve tercihlerin tesiri altında kalacaklardır. Türk hükümeti de karşılaşmış olduğu ekonomik zorlukları ve problemleri, gelişen dünya şartları içinde, globalleşen dünya ilişkileri içinde kendi başına çözemeyeceğini kabul ettiği için, uluslararası kuruluşlarla ilişkiye geçerek, bu kuruluşların yönlendirmesine bağlı olarak bir istikrar programı hazırlamıştır. Nitekim, Türkiye yakın tarihlerde birçok defalar IMF ve Dünya bankası ile ilişkiye geçerek çok sayıda stand-by anlaşmaları yapmıştır. Son olarak da Sayın Ecevit’ in iktidarda olduğu 1998 yılında IMF ile "yakın izleme antlaşması" ve 1999 yılı Aralık ayında 2000-2002 dönemini kapsayan 3 yıllık bir istikrar programının temeli de IMF ve Dünya Bankasının yönlendirmesine göre gerçekleşmiş, ve stand-by antlaşması yapılmıştır. 57. Hükümet, daha önceki yakın izleme anlaşması gereği taahhüt edilmiş yapısal reformların ve düzenlemelerin gerçekleştirilmesinin üzerine 2000 yılının başından 2002 yılının sonuna kadar, 3 yıl sürecek bir istikrar programını, Aralık 1999 da uygulama alanına koymuştur. 9 Aralık 1999 da, IMF’ ye yazılan niyet mektubu Stand-by anlaşmasının bütün unsurlarını taşımaktadır. Bu programın üzerinde durulması gereken önemli bir taraf, sadece IMF’ ye bağlı olmaması, IMF yayında DB’ nın da uygulama içinde bulunmasıdır. Programın hedef olarak aldığı makro ekonomik istikrar sağlanması ve yapısal reformların gerçekleştirilmesi IMF ve DB ile birlikte programlanmakta ve uygulama sonuçları takip edilmektedir. Bu istikrar programının daha önceki dönemlerde hazırlanmış olan diğer programlardan önemli farkı süreli bir istikrar programı olmasıdır. Önceki hükümetler tarafından hazırlanmış 1 ve uygulamaya konulmuş programlarda, uygulamada önü açık tutulduğu için sonuçların hangi düzeyde ve hangi zaman süreci içinde ortaya çıkacağı bilinmemesine rağmen, bu istikrar programının 3 yıl için hazırlandığı, 1.1.2000 tarihinde uygulamaya konulacağı ve 31.12.2002 tarihinde sona ereceği daha baştan kabul edilmiştir. IMF’ ye verilen niyet mektubunda para ve döviz kuru politikaları iki temel düşünceye dayalı olarak geliştirileceği beyan edilmektedir. Bunlar enflasyonun ve faiz oranlarının hızlı bir şekilde aşağıya çekilmesi ile önceden ilan edilmiş döviz kuru rejiminin uygulanmasıdır. Program kapsamında sıkı maliye politikası uygulaması ve kapsamlı yapısal reformların hayata geçirilmesi yanı sıra, enflasyon ile ilgili bekleyişleri hızla aşağıya çekmek için döviz kurları hedeflenen enflasyona göre belirlenerek önceden 3 yıl için açıklanmıştır. Programın uygulanması 18‘er aylık iki ana döneme ayrılmıştır. Birinci 18 aylık dönem 1.1.2000- 31.6.2001 tarihlerini, ikinci 18 aylık dönem ise 1.7.2001-31.12.2002 tarihlerini kapsamaktadır. Enflasyon hederleri 2000 yılı için Tefe Yüzde 20, Tüfe Yüzde 25 , 2001 yılı için 10 ve 12, 2002 için ise 5 ve 7 olarak belirlenmiştir. 3 yıl boyunca da ekonomik büyüme oranının yüzde 5-6 olacağı planlanmıştır. Bu hedeflerin gerçekleşmesinde en önemli aletin de bir çıpa çerçevesinde uygulanan sabit kur politikasıdır. Nitekim 2000 yılının başından itibaren 1,5 yıl için günlük olarak dolar değerinin ne olacağı baştan belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Daha önce yapılmış olan istikrar programlarıyla bu program arasındaki bir diğer önemli temel fark enflasyonla mücadele hedefleri ve stratejileridir. Uzun dönemden bu yana Türkiye’de yaşanan yüksek enflasyon göz önünde bulundurularak enflasyonun bir anda tek haneli oranlara indirilmesi yerine üç yıllık bir program ile tek haneye indirilmesi hedeflenmiş ve bu üç yıl için aylık olarak enflasyon oranlarının ne olacağı belirlenmiştir. Program Kur çıpası temeline dayandırılmıştır. Para politikasında ise, Merkez Bankası(MB)’ nın para politikasına müdahalesi, net iç varlıklarla sınırlı hale getirilmiş ve 1999 seviyesini aşamayacağı kabul edilmiştir. Böylece net iç varlıklar sabit hale getirilmiştir. Bu çerçevede tüm para tabanı, ödemeler dengesi yolu ile yaratılacak ve para politikası likidite genişlemesi yabancı kaynak girişine bağlayan bir çerçeveye oturtulmuştur. MB’ nın para politikasını adeta fonksiyonsuz hale getiren bu program ile, ekonomik ve finansal istikrar, siyasi istikrar ve içte ve dışta güven sağlamak hedeflenmiştir. Uygulama sonuçları hedeflerden çok farklı gerçekleşmiştir. 2000 yılının sonunda enflasyon hedeflerden yüzde 60 daha yüksek gerçekleştiği gibi ekonomi dengeye gelmek yerine daha büyük bir krizin görüntüleriyle karşılaşmıştır. IMF’ ye verilen taahhütler gereği hükümet ve MB gerekli politikaları üretemediği için 2001 başında gerçekten hem reel sektörü ve hem de finans sektörlerini etkileyen ve halende bütün şiddetiyle devam eden çok büyük bir krize maruz kalmıştır. Bir taraftan liberal ekonominin kaidelerini, serbest rekabete dayanan ekonomin kurallarını, Türkiye ekonomisinde hakim kılmaya çalışırken ve globalleşen dünyanın bu kaidelerini kendimize uydurmaya gayret ederken, diğer taraftan liberal ekonomi kurallarına ters bir vaziyette, tam bir müdahaleci politika ile, kurları başlangıçta sabit hale getirilmekte ve önceden, gelecek 1,5 sene için günlük kurlar tespit edilerek; hatta 3 sene için bu tespit yapılarak uygulama yapmak, istikrar politikasının kendi içinde önemli çelişkiye düşmesine yol açmıştır. Nitekim sabit kur uygulamalarında başarılı olunmasına rağmen MB’ nın kur üzerindeki müdahaleleri iç varlıklarla sınırlandırıldığında herhangi bir emisyon hacminde genişlemeye de müsaade edilmemiş ve krizin çıkması önlenememiştir. Ekonominin gelişmesine ve büyümesine bağlı olarak, emisyon hacimlerinde de gerekli genişleme sağlanmalıdır. Son 20 yıldan bu yana, başta enflasyon olmak üzere bir çok nedene bağlı olarak ekonomik büyümeye paralel bir biçimde çeşitli para göstergelerinin GSMH içindeki payları giderek düşmüştür. Nitekim Türk Lirası likiditesine kaynaklık eden ve iktisatçıların “rezerv para” olarak adlandırdıkları büyüklüğün GSMH içindeki payı devamlı biçimde 2 düşerek, ı985 de yüzde 11 dolaylarında iken 2000 de yüzde 4.7’ ye inmiştir. Bu ne demektir? Bunun anlamı şu; 1985’ten bu yana ekonomide fiilen büyüme var, üretimde artışlar var; ama bu üretim artışlarını karşılayacak nispette emisyon hacminde, Türk parası miktarında, buna uygun genişlemeler sağlanamamıştır. 2000 yılında hedeflenen kurlara uygun sonuçlar gerçekleşmesine rağmen enflasyon hedeflerinin sapmasının ve yüksek çıkmasının sebeplerinden birisi de budur. İstikrar programında, enflasyon ve kur hedefleri birbirlerine uygun olarak belirlenmiş olmasına rağmen, enflasyon oranlarının hedeflere göre oldukça yüksek gerçekleşmesi karşısında, Merkez Bankasının ekonomideki bu gelişmeye uygun emisyon miktarını ayarlayamaması TL. nin aşırı değerlenmesine yol açmıştır. Ayrıca istikrar programının uygulanmasıyla birlikte bütçe daralmaya başlamış, fakat enflasyondaki düşüş daha yavaş olduğu için TL. nin aşırı değerlenmesine etki eden diğer bir faktör olmuştur. Merkez Bankasının ekonomideki gelişmelere uygun emisyon miktarı sağlayamamasının nedeni ise IMF ile yapılan antlaşmalara göre Merkez Bankasının iç varlıklarında yapılan tahditlerdir. TL.’ nin bu şekilde aşırı değerlenmesi giderek reel kesimde, üretimde ve ihracatta sıkışıklıklar ortaya çıkarmış ve 2000 Kasımına gelindiğinde ekonomi bir krizle karşılaşmıştır. Şayet ekonomideki gelişmelere uygun olarak Merkez bankasının iç varlıkları da geliştirilmiş ve buna uyan bir fonlama yapılmış olsaydı, Türkiye muhtemelen Kasım kriziyle karşı karşıya kalmayacaktı. Buradaki ekonomide meydana gelen sıkışıklıklara yol açan sebepler ayrıca tartışılabilir. Bu sebepler başında kamu kesiminin borçlanma gereğinin yeteri kadar düşürülememiş olması, aksine artış göstermesinden kaynaklanmaktadır. Bir taraftan TL. nin aşırı değerlenmiş olması ve MB nın buna müdahale edememesi, diğer taraftan ihracatın düşüp, ithalatın nispi olarak artış göstermesi 2000 kasımında ekonominin yeni bir krize girmesine yol açmıştır. Kasım krizinin etkileri devam ederken Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulunda Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve hükümetin bir kısım üyeleri arasındaki gerginlik piyasalarda politik risk olarak algılanmış ve dalgalanmaları arttırmıştır. Bu gelişmeler üzerine MB dan 19 Şubatta 7.5 milyon Dolar çıkışı olmuştur. Özellikle kamu bankaları, bankalar arası yükümlülüklerini yerine getiremezken, kamu ve özel bankalar da dış bankalara olan yükümlülüklerini karşılayamaz duruma düşmüşlerdir. Bu durumda bankalar piyasasında gecelik repo oranları da oldukça yükseliş göstermiştir. Buna göre Türkiye 20 Şubat kriziyle karşı karşıya kalmış ve ekonomi gerçekten adeta çöker bir vaziyete getirilmiştir. Bütün bu durumların sonunda kamu oyunun kamuya olan güveni çok büyük oranlarda sarsılmıştır. Kasım 2000 krizinin çıkmasında cari açığın rolü yaşanırken, iç borçlanma dengesini de tehdit ederek makro ekonomik istikrar dengesinin bozulmasına etki etmiştir. Böylece 3 yıllık orta vadeli programın ilk yılının sonuna gelindiğinde genel dengede istikrarsızlık sorunu daha da büyüyerek programın makro ekonomik istikrar sağlama hedefi adeta yürürlükten kaldırılmış ve sabit kur uygulaması terk edilerek, yerine dalgalı kur uygulaması getirilmiştir ve ekonominin başına Dünya Bankasında çalışmakta olan Kemal Derviş getirilerek “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında IMF direktiflerine uygun bir biçimde program revize edilmiştir. Bu program da ana hedef olarak finansal ve mali düzenlemeleri esas almış ve reel sektörün gelişimini türev yada dolaylı bir faktör olarak kabul etmiştir. Programın temeli sıkı para ve maliye politikalarının uygulanması ve bankacılık ve kamu finasmanı alanlarında yapısal değişiklikler gerçekleştirilmesine dayandırılmıştır. Bundan dolayıdır ki reel sektörün sorunları bu dönemde azalma yerine artış göstermiş ve büyüme oranındaki azalış devam etmiştir. Program etkin ve hedeflerden taviz vermeden uygulanmış olmasına rağmen, büyüme ve enflasyon açısından uygulama sonuçları, hedeflerden çok sapmış olduğunu göstermektedir. Nitekim 2001 sonuçlarına göre GSMH’ nın büyümesi negatif yönde yüzde 8,5, sanayi kesiminde ise negatif yüzde 14 civarında olmuştur. Ayni yılda enflasyon 3 hedeflerin oldukça üzerinde ve Tüfe %65, Tefe % 88.6 olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca Program döneminde de iç ve dış borç stoklarındaki artışlar hızlı bir şekilde devam etmiştir. Nitekim, 1999 sonunda 22.9 katrilyon olan iç borç toplamı 2000 yılında yüzde 58.9 artarak 36.4 katrilyona ve 2001 sonunda ise yüzde 210 0ranında artarak 113 Katrilyon TL. olmuştur. Ayni dönemde kamu ve özel sektörün toplam dış borcu, 2000 yılında yüzde 13.9 oranında artarak 117.8 milyar dolar, 2001 yılı sonu itibariyle ise 120 milyar Dolar civarında bulunmaktadır. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının ana politika ve hedefleri bozulan makro dengeleri yeniden kalıcı bir biçimde kurarak düşük enflasyon düzeyinde istikrarlı bir büyüme sürecinin yaratılması ve globalleşen Dünya Ekonomisine ve Avrupa Birliğine entegre olmasını sağlamak üzere rekabet gücünü arttırmaya yönelik tedbirlerden bahsedilmiştir. Ancak bu tedbirler sonucunda Genelliklede Türkiye’deki üretici kuruluşların daha sağlam bünyelere sahip olabilmeleri için küçülme yolu tercih edilmiştir. Rekâbet olanaklarının arttırılması için ekonomik ölçeklerin büyütülmesi gerekirken, krizin çıkmasından buyana şirketlere yapılan tavsiyeler küçülme ve daralma yönünde olmuştur. Türk iş aleminde yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre bu tavsiyelerin etkisi kendisini göstermiş ve bir çok müteşebbis kendi teşebbüslerini küçültme yönünde kararlar alarak uygulamaya koymuştur. Halbuki küreselleşmenin en açık sonucu, dünya üzerinde çok uluslu şirketlerin birleşmeleri ve daha büyük ölçekler haline gelmeleridir. Son yıllarda sadece Avrupa’da şirket birleşmelerinin hacmi trilyon Dolarla ifade edilmektedir. Günümüzde de şirket birleşmeleri çeşitli sektörlerde devam etmektedir. Bu birleşmeler sonucunda Dünyamızda küreselleşmeyle birlikte rekabet azalmakta, bunun yerine oligopol piyasaları hakim hale gelmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere yapılan tavsiyelerde ise tam aksine ekonomik birimlerin büyümeleri yerine küçülmeleridir. Bunun içindir ki, küçük ve orta boy işletme((KOBİ) ler daha fazla ve daha kolay teşvik edilmektedirler. Dünya Bankası, Avrupa İskan ve Kalkınma Bankası gibi kuruluşların proje kredilerinden KOBİ’ lerin daha kolay kredilendirilmesinin gerçek nedenleri bunlardır. Halbuki Türkiye’nin globalleşen ekonomik ilişkilerde rekabet imkanlarının arttırılması için ekonomik ölçeklerinin büyütülmesine gerek bulunmaktadır. Uygulanan ekonomik program sonuçlarına toplu olarak baktığımızda iç açıcı bir durumla karşılaşmamakta olduğumuzu görmekteyiz. Enflasyon giderek artmış, gelir dağılımı daha da bozulmuş, Büyüme ve istihdam daralmış ve issizlik artmış, kalifiye olmayan issizlerin yanında okumuş ve yönetici durumuna gelmiş olanların issizlik oranı yükselmiş, Türkiye’nin iç ve dış borç miktarları oldukça fazla artarak dışarıya olan bağımlılık arttırılmıştır. Bankacılık sisteminde uygulanan politikalar finans sektörünün gelişmesini engellediği gibi bu sektörün ve arkada sanayiin yabancıların konturolu altına girmesine yol açmaktadır. 4
© Copyright 2024 Paperzz