ALMANYA MÜLAKATI Nisan 2014 Zat-ı aliniz özgürlükçü hümanist temelli laik, seküler ve demokratik düzene karşı islami renge boyanmış otokratik bir devlet düzeni mi inşa etmek istiyorsunuz? Evvelen ifade etmek isterim ki hiçbir zaman bir devlet düzeni inşa etmek gibi bir düşüncem olmadı. Belki her devletin istifade edeceği yüksek insani değerlerle mücehhez, sevgi ve şefkatle donanmış, sorumluluk şuuruna sahip insanlar yetiştirilmesine kendimce bir katkı yapmaya çalıştım. Bunu eğitim yoluyla insanların mahiyetlerindeki potansiyeli inkişaf ettirip onları ideal insanlık ufkuna ulaştırmaya calışma ve bu yolla Cenab-ı Hakk’ın rızasını arama şeklinde de görebilirsiniz. Laiklik devletle alakalı bir mevzudur. Devletler laik olabilir ama bu vatandaşların da şahsen laik olmasını gerektirmez. Belki laik bir devlet her türlü inanca veya dünya görüşüne eşit mesafede olan devlettir. Bugün laikliğin değişik uygulamaları olduğu için bazen ne kastedildiği de tam anlaşılmıyor. Laiklik adı altında bir hayat tarzı dayatılması inanan bir insan için kabul edilemez. Dini hayatın dayatılması dinin ruhuna aykırı olduğu gibi dindar insanlara dinsiz bir hayat tarzının dayatılması da temel insan hakları, demokrasi ve laikliğe zıttır. İnanan insanlara inançlarını yaşama hürriyetini veren laik demokratik bir devlet anlayışının Islamın idareye bakan prensipleriyle çatışmadığını ve başka arayışlar içine girilmesine gerek olmadığını defaatle belirttim. Hümanizmin temelinde de insana değer verme, onun temel hak ve hürriyetlerini koruma düşüncesi yatar ki bu yönleriyle Islam’ın insana bakış açısıyla tam örtüşmese de benzerlikler taşır. Dini ve düşüncesi ne olursa olsun her insanı insan olarak aziz tutmak temel prensibimizdir. Özelde Türkiye bazında genelde dünyada demokrasiden geriye dönüş olmayacağını belirttim. Demokratik idarenin esası olan halkın idareye katılımının İslami prensiplere tezat teşkil etmediğini, tam tersine belki monarşi, oligarşi veya teokrasi gibi sistemlere nazaran daha uygun olduğunu ifade ettim. Özellikle 1990’larda Türkiye’de bu düşünceleri ifade ettiğimde bazı radikal kesimler tarafından tenkit edildim. Hayatım ve eserlerim ortadadır. Değişik hastalıklardan muzdarip, ilerlemiş yaşımda münzevi olarak Cenab-ı Hakkın rızasını takip ediyorum. Din ve inanç özgürlüğü konusunda ne düşünüyorsunuz? Bir kişi hür iradesiyle Islam inancından vazgeçerse ne olur? Öldürülmeli midir? Geçmiş dönemlerde İslam Hukukçularının verdiği hükümleri itikadi ve siyasi olarak ayırdetmek icab eder. Fukahanın irtidadla alakalı hükmü itikadi değil siyasidir. Zira insanların hür iradesiyle dini seçmesi İslam’ın temel bir esasıdır. Öyle zannediyorum ki yabancı basın mensupları tarafından bana en çok sorulan sorulardan bir tanesidir bu. Dayandıkları nokta 80’li yıllarda vaizlik yaptığım İzmir Bornova camiinde konuyla alakalı soruya verdiğim bir cevap. Daha sonra bu cevaplar Asrın Getirdiği Tereddütler adlı kitapta da yayınlandı. Hatırladığım kadarıyla konuyu etraflı bir şekilde ele alıp cevaplarken fıkıh kitaplarındaki hükümleri de aktarıyor ve bir yerde diyorum ki: “Bir insan Islam dininden irtidat ederse ona mürted denir. Ve verilen süre icinde tevbe etmezse öldürülür.” Bu herkesin bildiği ve hemen bütün fıkıh kitaplarında var olan bir hükümdür. Ama cevabım burada bitmiyor. Konuşmanın devamında fakir bu hükmün devlet sistemini alakadar eden siyasi bir yaklaşım olduğunu belirtiyorum. Diyorum ki; “bu tamamen daha önce yapılmış akde muhalefetin cezasıdır ve sistemin muhafazasıyla alakalıdır.” Ama her nedense bazı basın yayın kuruluşları öteden bu yana cevabın sadece ilk kısmındaki cümleyi aktarıyor ve bununla benim din özgürlüğüne muhalif bir çizgide yer aldığım vehmini uyarmaya çalışıyor. Madem münasebet geldi, daha net bir beyanla maksadımı ifade edeyim; dünyanın daru’l İslam ve daru’l harb diye ikiye bölündüğü, gayri müslim bütün unsurların müslumanlarla savaşa durduğu dönemlerde yapılan içtihadlara göre İslam dininden dönme fiili savaş halinde bulunulan karşı cepheye intikal manasını taşımış ve bu yüzden fukaha bunu itikadi değil siyasi bir suç olarak değerlendirmiştir. Fıkıh kitaplarında irtıdadın hudud ve siyer yani Islam Ceza Hukuku ve Devletlerarası Hukuk bölumlerinde ele alınması bunun ısbatıdır. İrtidat eden kadınların öldurülmemesi de aynı gerekçeye dayanır; çünkü kadınlar o dönemde savaşlarda savaşçı kategorisinde yerini almaz. Halbuki irtidat etmek itikadi suç ise, suçu işleyenin cinsi kimliği hükme tesir etmemelidir. Aynı şekilde İslam’dan çıkan fakat siyasi muhalefet etmeyen Osman ibn Abdullah’a bir ceza verilmemiştir. Buradan anlaşılan şudur -ki Bornova camiinde verdiğim cevapta irtidat “akde muhalefet, sistemin muhafazası” sözleriyle bunu vurgulamaya çalışmıştım- fukaha irtidatı itikadi değil siyasi bir suç olarak görmüş ve suç unsurunun mahiyetine göre ölüme kadar uzanan cezai yaptırımlara konu etmiştir. Bir başka ifadeyle fukaha siyasi suç olarak değerlendirdiği irtidadı “vatana ihanet” gibi algılamıştır. Herkesin bildigi gibi vatana ihanet suçu hemen her hukuk sisteminde en ağır cezai müeyyidelere konu olmuştur. Bugün bile ölüm cezasının var olduğu birçok ülkede vatana ihanet ölümle, olmayan ülkelerde de bilebildildiğim kadarıyla müebbed hapisle cezalandırılır. İtikadi açıdan meseleye bakacak olursak; Kur’an ve Efendimizin (sas) beyan ve tatbikatlarına göre fertler herhangi bir dine inanma veya inanmamada özgürdür. Istedikleri dine girebilir, istedikleri zaman da çıkabilirler. Nitekim bunu Eyüp Can’a 1997 yılında vermiş olduğum bir röportajda şöyle ifade etmiştim: “Bu arada demokratik bir anlayışla isteyen insan Müslüman olur, isteyen şamanist kalır, isteyen sizin duygu ve düşüncenizi tercih eder, isteyen başkasını tercih eder... Bazıları bu mülahazamı yadırgayabilir ama ben kanaati acizanemce bu düşünceleri ortaya atmada, beis görmüyorum... Ve bu türlü bir yaklaşıma dünyanın çok da olumsuz bakmadığını düşünüyorum...“ Ortada hukuken suç unsuru olmadığı takdirde mücerred manada bir dine girmek veya çıkmak dünyevi bir yaptırımın konusu değildir İslam’a göre. “Dileyen iman etsin dileyen etmesin”, “dinde zorlama yoktur” ayetleri iman etme veya etmemenin kişinin hür iradesine bırakıldığının teminatıdır. Efendimizin de (S.A.S) hayatı boyunca muhataplarını iman etmeleri için herhangi bir zorlamada bulunmaması bunun en büyük şahididir. Zaten aksi bir durum, yani İslam’a girmek isteyene kapıları açıp, çıkmak isteyene ölüm cezası ile tehdit etmek hem çifte standart hem de toplumda iki yüzlü münafıkların üremesine neden olurdu. Bu türlü bir yaklaşım toplumda çoğulculuğu öldüren, totaliter bir zihniyetin hükümferma olması demektir ki bu İslam’ın idari sistem adına ortaya koyduğu prensip ve sahih uygulamalara muhaliftir. Şunu unutmamak lazım; din özgürlüğü temel hak ve hürriyetlerdendir. Bu hürriyetlere saygı duymak saygının gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekle mümkündür. İslam’a göre herkesi kendi konumunda kabul etmek; kanun önünde herkesin eşit vatandaşlar olarak hak ve özgürlükleri -başkalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmemek kaydıyla- yaşayabilmesini temin etmek; belli bir inanç sistemi veya hayat tarzını politik yollarla empoze etmemek ve hiç kimseyi etnik, kültürel, dini ve benzeri sebeplerle hor ve hakir görüp ayrımcılığa tabi tutmamak şarttır. Buraya kadar arza çalıştığımız husus meselenin dünyevi vechesidir. Ahiret adına ise, elbette kendini son din olarak takdim eden İslam’ı terk etmenin bir takım cezası söz konusudur ama bu mevzumuz değildir. Kanun karşısında eşitlik sadece müslümanlar için mi geçerli yoksa genel hukuki bir kaide midir? Din ve inanç özgürlüğü sorusuna cevap verirken kısmen değindim bu meseleye. Hayır; İslam’a göre kanun karşısında eşitlik kadın-erkek, müslim-gayri müslim, amir-memur, işçi-patron hiç bir ayırıma tabii tutulmaksızın herkes için geçerlidir. Kur’an’ın anne baba bile olsa adalet çizgisinden ayrılmamayı emreden ayetleri (Nisa:135) tarih boyunca kanun karşısında imtiyazlı bir sınıfın olmadığı ve olmayacağı şeklinde anlaşılmıştır. Hukuk mevzu bahis olduğunda, Müslümanların gayri müslimlerin eşitliği mevzuunda bir ayetler serisine atıfta bulunmak isterim. Müslüman birisi hırsızlık yapmış ve bunu masum bir Yahudi’nin üzerine atmıştır. Maddi deliller Yahudi’nin suçlu olduğunu gösterir. Hırsızlık yapan Müslümanın kabilesi de İslam’a çok büyük yararlılıkları dokunmuş bir kabiledir ve Efendimizi (S.A.S.) bizi bir Yahudi’ye tercih mi edeceksin diye sıkıştırmaktadırlar. Hüküm öncesinde Nisa suresi 105 ila 115 ayetleri nazil olur. Bir başka ifadeyle tam 10 tane ayet Yahudi’nin masumiyetini ifade eder ve hakkını savunur. Bilmiyorum daha öte bir söz söylemeye gerek var mı? Kur’an ve sünnetin gösterdiği gibi hiç kimse kanunun üzerinde değildir, herkes kanun önünde eşittir. Fıkıh kitaplarında var olan müslim-gayri müslim eşitliğine aykırı görünen içtihadların tarihsel süreç ve konjonktürel olduğu kanaatindeyim. Bu mevzuda dini çeşitliliğin daha zengin olduğu coğrafyalarda benimsenen Hanefi mezhebinde kanun önünde eşitlik mevzuunun daha baskın olması bunun delili olarak mütalaa edilebilir. Bilimin zararlarından korunmak için bilimsel faaliyetlerin sadece iman sahibi ve hakikate bağlı kişilerin araştırmaya yön vermesiyle savunabileceğini ifade etmiştiniz. İnançsız bir bilim adamı sadece zararlı bilim mi üretir? Bilimi inanan insanlar için Cenab-ı Hakk’ın varettiği kainat kitabını okuma faaliyeti olarak görüyorum. Bir yüce yaratıcıya inanmayan insanlar da bilimsel faaliyette bulunabilir, zaten bulunmaktadır. Bilimin neticesinde elde edilen bilginin ve bununla ortaya konan teknolojinin insanlığın faydasına kullanılması için bilim insanlarının etik bakış açısına sahip olmaları gerekir. Aksi halde insanlığı felakete sürükleyecek teknolojiler üretilmesi ihtimal dahilindedir. Bilimin kendisi tanımı gereği bu etik anlayışı vermeye muktedir değildir. Bu etik anlayışın temelinde insani koruma, hayata değer verme, adalet, şefkat, sorumluluk bilinci gibi temel değerler yatar ki, bunlar dinden kaynaklandığı gibi esasen insan fıtratından da kaynaklanır. Mesela tıbbın ilk prensibi olan “ilk olarak hastaya zarar vermeme” bu türden bir etik prensiptir. Bunu Müslümanlar kabul ettiği gibi Hristiyan, Musevi, ve hümanist veya ateist doktorlar da kabul ederek mesleğe girerler. Bilimsel faaliyette, özellikle insanı konu alan veya ürünleri insanları etkileyen faaliyetlerde insanların canını, akıl ve beden sağlığını, neslini v.b. koruma esastır. İnanç ve din bu mevzuda bir referans kaynağı olmakla birlikte insan fıtratı ve salim akıl da aynı şekilde birer referans kaynağıdır. Dolayısıyla dindar ve inançlı insanlar gibi bir Yüce Yaratıcıya inanmayan insanların da fıtraten veya aklen, veya insanı düşünceyle böyle yüksek etik anlayışına sahip olması mümkündür. Bilim insanları için esas olan din mensubiyeti değil, arzettigim şekilde bir etik anlayışa sahip olmaktır. Şayet bilimsel faaliyette bulunan insanlar bu etik anlayışa sahip değillerse, onların araştırmalarını yönlendiren veya ürünlerinin kullanımını yönlendiren mercilerin bu etik anlayışa sahip olması beklenir. Kürt Sorunu Şimdiye kadar, hususiyle Cumhuriyet döneminde Güneydoğu meselesi temel degerlerimize yaraşır bir şekilde devlet politikası olarak ele alınmamıştır. Şiddete şiddetle mukabelede bulunulmuş, devletin güvenlikçi politikaları sonucu bu problem sağlam bir diplomasi ile çözülecekken, bugün kangren haline gelmiştir. Hemen herkesle anlaşmaya açık bulunmak, sulha açık bulunmak gerekir. Böyle açık bulunulursa insan yine meşruiyet çizgisinde sulh stratejilerine de açık bulunur. Hangi dairede olursa olsun sulh-u umumiyi temin etmeye çalışmak ve barış içinde beraberce yaşanabileceğini ortaya koymak lazımdır. Önceden de bir vesileyle de belirttiğim gibi hayır sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır. Bu meseleye kalıcı çözüm getirmenin yolu adına ancak bölgenin topyekün ele alınması ve yıllardır ihmale uğramış hususların tedavi edilmesiyle temin mümkündür. Kanaat önderlerinin güçlendirilmesi - Genel yaklaşım olarak bölgeye ve bölge halkına yaklaşımdaki devlet üslubu değişmeli; halkın itibar ettiği insanlara saygılı olunmalı, mesayihle, ülemayla ve ileri gelenlerle diyaloga önem verilmeli. Aksi takdirde bölgedeki masum bir kesimi terör yuvalarının kucağına itmiş olursunuz Eğitim seferberliği - 1993 yılından beri defaatle belirttiğim gibi terörü askeri güç değil eğitim bitirir. Eğer devletin güç ve imkanları yetmiyorsa topluma daha yakın olan vakıflar yoluyla eğitim götürülmeli oralara. Yakın bir zamanda olmasa bile, 5-10 yıl içinde o bölgeden üniversite bitirmiş insanlar geri döndüklerinde bölgenin kalkınmasına da yardımcı olurlar. Hem böylelikle dağa çıkmanın da önü alınmış olur. Şimdilerde okuma salonlarıyla birçok gence eğitim imkanı sunulmakta, üniversite kapılarını oranın çocuklarına açmaktalar. Ekonomik yardım - Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerin de birer cazibe merkezine dönüştürülmesi, özellikle de eğitimin cazip hale getirilmesi çok önemlidir. Zira, mevcut eğitim problemleri çözüldüğü zaman pek çok mesele de çözülmüş olacaktır. Dünden bugüne işsiz, güçsüz, okuyamamış insanlar büyük ölçüde kendilerini itilmiş, ikinci sınıf gibi görmüşlerdir. Hak ve özgürlüklerin verilmesi - İnsanların hakları ve hürriyetleri, kimsenin, hiçbir gücün onlara bahşedeceği ve dolayısıyla başkalarından beklenecek şeyler değildir. Bunlar, yaratanımız ve yaşatanımız olan Cenab-ı Allah’ın insan olarak hepimize bahşettiği haklardır, özgürlüklerdir. Peygamber de olsa, insan ve yaratılmış olma konusunda herkes, ama herkes, birbirine eşittir. Bu eşitliği baştan tanımadan adalet de, hukuk da olmaz. Söz, tavır ve davranışlarımızda lûtfedici imajı uyarmaktan uzak durmak; bu temel hak ve hürriyetleri başka değerler karşısında pazarlık unsuru olarak görmemek ve kullanmamak, diğer taraftan da, meşru olmayan, evrensel hukuk sınırlarının dışında ve bilhassa şiddet ihtiva eden yollardan her ne maksatla olursa olsun kaçınmak elzemdir. Irklar, renkler, kavim ve kabileler gibi, diller de Cenab-ı Allah’ın âyetlerindendir ve her kavmin kendine ait bir dili vardır. Anadilin öğrenilmesi ve öğretilmesi evrensel insan haklarındandır; bir kavmin, bir topluluğun “ana dili”, elbette onlara yasaklanamaz; bu, bir zulüm olur; fıtrata aykırılık ve fıtrata başkaldırma olur. Dolayısıyla, böyle bir yasak zaten sürdürülemez de. Kamu görevlilerinin bilinçlendirilmesi - Bölge halkına valisinden kaymakamına, askerinden polisine vergi memmuruna kadar herkesin şefkatle yaklaşması temin edilmelidir, kaba kuvvetle bu sorun çözülemez. Yıllardan beri bölgede akmakta olan kan ve gözyaşının dinmesine yönelik faaliyetleri desteklememek mümkün değil. Geçmiş acıların geleceğimize set olmasına engel olmak, ufka bakıp yapıcı faaliyetler ortaya koymak esastır. Örgütle müzakere yapılabilir, bir beis görmüyoruz onda. Fakat devletin, itibarı onuru korunarak yapılmalı. Burada Türkiye’ye düşen kendi Kürt kokenli vatandaşlarına gerekli hak ve özgürlükleri tanıması kadar dünyanın diğer bölgelerinde de sıkıntı çeken Kürtlere yardım elini uzatması; siyasi, dini, etnik sebeplerle sıkıntıya maruz kalan Kürtlerin haklarını başta BM olmak üzere uluslararası organizasyonlarda koruması ve hakkaniyet adına onların da temsilcisi olmasıdır. Evet, aramızda ayrılıklara asla yer vermemek ve tek bir bütün teşkil edebilmek için ne yapsak değer. Bölgedeki bazı insanlar ve terör örgütü "okullar ve okuma salonları vasıtasıyla asimile etmek istiyorsunuz Kürtleri" diyorlar. Oysaki fakir, hem dedim, hem de tavsiye ettim, fakirle görüşen insanlara hep, televizyonda Kürtçe dersi verilmesi, onlara bakan öyle bir televizyon kanalının açılması. Aynı zamanda Kürtçe'nin seçmeli bir ders olarak okullarda okutulması, üniversitelerde okutulması. Aramızdakı birlik ve beraberlik unsurları daima vurgulanmalı, bilhassa kültürel, ekonomik temellerde mevcut yardımlaşma, dayanışma ve beraberlik imkanları azami kullanılıp, yeni imkanlar araştırılmalı; halklar ve halkları temsil eden kuruluşlar, birlik ve kardeşlik ve dayanışma adına her türlü müsbet teşebbüs ve faaliyeti hızlandırılıp yaygınlaştırılmalıdır. Alevi Sorunu Doğup büyüdüğüm evde olsun, yetiştiğim medrese, tekkede olsun ve Bediüzzaman çizgisinde olsun Ehl-i Beyt sevgisi ve tasavvuf Aleviliği en önde gelen unsurlardan biriydi ve biridir de. O kadar ki, evimizde tüten Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı benim Hz. Ali'ye olan tutkum diğer sahabeleri gölgeliyordu. Bu manada 1995 yılında cereyan eden Gaziosmanpaşa olayları münasebetiyle Ben de bir Aleviyim dedim. Annem de, babam da o kadar Alevi idi. Katı laik ve ırkçı tutumla, kaba güç ve kuvvetle, İslam’ın farklı yorumlarını red eden yaklaşımlarla Alevi meselesinin çözülemeyeceği kanaatindeyim. Turkiye’de yaşanan, zaman zaman su’ni gerekçelerle alevledirilen Alevi-Sunni gerginliğinin önüne geçilmesi, ve yıllardır her iki kesim nazarında diğeri için oluşturulan olumsuz imajın yıkılmasının önüne geçilebilmesi için yapılması gereken su üç ana husus nazar-i itibara alınmalıdır: Birinci olarak, Aleviler ve Sünniler aslında birbirlerini tanımıyorlar. Aradaki mevcut köprülere rağmen, aralarında ciddi bir yabancılaşma sözkonusu, bu yabancılaşmaya son verilmeli. Alevilik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence Alevilik, Sünnilik mülahazasıyla kaldırılıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli. Islam tarihi boyunca Aleviler İslam çatısı dışında düşünülmemiştir. Eğer Alevilik, Hz. Ali sevgisini öne çıkartan ve Hz. Ali’ye sevgi beslemek ise, Aleviliğe yakınlığı ifade etme manasında her bir Müslüman bir manada ben bir Aleviyim diyebilir. Birbirimizin iç dünyalarına ve ruhi derinliklerine inmek, yine karşılıklı istifade adına meselenin ayrı bir boyutu. Bu birliktelik ve zenginlik için, onlar da Sünniler'e açılmalı. Bu konuda üzerine düşünülmesi gereken diğer bir husus da şudur; daha ziyade sözlü kültüre dayanan Alevilik istismar ediliyor, Aleviliğin yazılı kaynakları günümüz nesilleri ile buluşturulamıyor, bu buluşma sağlanmalı. Alevilik vicahi kültüre dayanıyor. Bunun kitabileşmesi, ilmi bir sıfat ve kimlik kazanması için cem evlerine Alevi kaynaklarının konulmasını fikrimi birçok ortamda paylaşmıştım. Bunun için referans verdikleri, lider, üstad, pir olarak kabullendikleri kişilerin eserlerini günümüz türkçesi ile basarak Alevi-Sünnî herkese kazandırılmasını gerektiğini defalarca ifade etmiştir. Cumhuriyet dönemiyle beraber Diyanet teşkilatı meydana getirilmiş. Pekala Aleviler Diyanet'in, devletin açtığı mekteplerde de okuyarak Diyanet’te de vazife alabilirler. Kendilerine göre bir camileri varsa o camide imam olabilirler, cemevinde o dini törenleri idare edebilirler. Aleviler, eğer kendilerini bir mezhep olarak ortaya koyuyorlarsa, Türkiye'de, Nuseyri, Ermeni, Süryani, Rum, Protestan, Babtis de var. Onlar da kendilerine göre bir statü talebinde bulunabilirler. Şayet bir tarikat gibi algılanıyorsa Alevilik, Hacıbektaş Veli hazretlerinin de yoluna yöntemine bir tarikat nazarıyla bakılıyor, tarikatlar da kendilerine göre özel bir statü isteyebilirler. Üçüncü olarak da, daha önce de çeşitli vesilelerle dile getirdiğim gibi, ve bugün bir devlet projesi olarak lanse edilen Alevi-Sünni beraberliğinin sembolü olarak yan yana cami ve cemevleri açılmalı. Hattâ cem evlerine destek olunmasını, mesela yıllar önce Tunceli'deki tanıdıklarıma tavsiye ettim, yardımcı olun dedim. Ortak okul projesi İzmir Narlıdere'de düşünüldü. Orada eskiden senatörlük de yapmış Dedeler'den birisi ile iyi görüşürüz. Onunla, cem evi yapalım, yanına da cami yapalım diye görüştük... Osmanlı hoşgörüsü; kilisenin yanında cami, caminin yanında havra... Bunların hepsi yaşanmıştır ve bunlar çok sevindirici olmuştur. Selim akla, mantığa dayanmayan sertlikleri, huşunetleri kırmada bunlar çok önemlidir. Bir ideoloji olarak milliyetçiliği savunuyor musunuz? Milliyetçiliği bir ideoloji olarak görmüyorum ve ideolojik yaklaşımları yanlış buluyorum, reddediyorum. Yani bir milletin atalarının güzel icraatlarıyla iftihar ederek onları örnek almaları, onlardaki güzel vasıfları kendilerinde yerleştirmeye çalışmaları, onların ortaya koyduğu yüksek standartları referans alarak kendilerine hedef tesbit etmeleri, kimliklerini tanımlamaları için bir kaynak olarak almalarını yanlış bulmuyorum. Her insanı insan olarak aziz tutmak hayatım boyunca üzerinde durduğum, İslam referanslı temel prensiptir. Bir insan kendi hemşehrisi, dindaşı, dildaşı, kültürdaşı v.b. konularda ortak yönleri olan insanlara özel bir muhabbeti olabilir. Ancak bu hiçbir insanı dun/kem görmeye itmemelidir. Insan hakları ve hürriyetleri, komşuluk hakları her insan için geçerlidir. Irkçılık ve bunun neticesi olan soykırım gibi zulümler hem dine hem insanlığa zıttır, cinayettir. Siyasal islam hakkında ne düşünüyorsunuz? İlk olarak değişik vesilelerle dile getirdiğim gibi her şeyden önce İslam bir dinin adıdır, dolayısıyla onu siyasi, gayrı siyasi, ılımlı, radikal ve benzeri bir takım sıfatlarla kategorize etmenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Bu mülahazamız mahfuz, bugün siyasal islam tabir edilen değişik yaklaşımlar mevcuttur. Bunların hepsinde olmasa da bazılarında devlet imkanlarını kullanarak belli bir hayat tarzının teşmil edilmesi gayesi mevzu bahistir. Sosyal problemlerin çözümü ve erdemli bir toplum inşası için insan üzerinde çalışılması gereğine her zaman işaret ettim. Yeryüzündeki sosyal problemlerin temel kaynağı insan olduğu gibi onların çözümünün temelinde de insanın erdemli insan ufkuna yükseltilmesi yatar. Bunun da en sıhhatli yolu eğitim, sosyal ve kültürel yollardır. Devlet imkanlarını kullanarak insanlara belli bir hayat tarzını dayatmak, hele bu dini mülahazalarla olursa insanları münafık yapar. Fertler açısından kendi dini hayatlarını tam yaşamaya çalışmanın yanında vatandaş olarak kanunlar ve anayasa ölçüsünde demokratik sürece katılmaları, fikirlerini ifade etmeleri, demokratik haklarını ve hürriyetlerini kullanmaları esastır. İki; dini politize etme dine en az din düşmanlığı kadar zarar verir. Çünkü dini emirlere bir bütün halinde baktığınızda onun idareyle alakalı hükümlerinin %2 nisbetinde olduğunu görürsünüz. Dinin geriye kalan % 98’i ferdin, ailenin, toplumun uyacağı temel ahlaki ve manevi değerler bütünüdür. Allah’a imandan namaz kılmaya, fakir fukaraya yardım yapmadan anne babaya saygılı davranmaya kadar. Eğer % 98’i oluşturan iman, İslam, ihsan ve ilahî ahlak konuları bir kenara bırakılır, idari, iktisadî, siyasî yönetimle alakalı esaslar ön plana çıkartılırsa bundan en çok din zarar görür. Üç; dinin siyaset üzerinde okunması dinin kulvar değiştirmesini beraberinde getirir ve din din olmaktan çıkar, siyasi bir ideoloji haline döner. Maalesef geçtiğimiz dönemde bazı coğrafyalarda bazı siyasi aktörler tarafından din bütün değerleri ile seküler siyasete alet edildi ve dini temsil eden biziz noktalarına kadar yükseldi. Sonuç itibariyle de “din siyasallaştı” tesbitlerine hak verdirecek konuma geldi. Daha önce de yine böyle bir mülakat münasebetiyle demiştim, dinin siyasallaşması, politize edilmesi ve siyasi bir ideoloji olarak ele alınması dinin ruhunu karartır. Dört; kendilerini siyasal islamın temsilcisi olarak tanıtan yapıların İslam dünyasında idari tecrübeleri de malesef menfidir. Benim görebildiğim kadarıyla bu yapıların iktidar dönemleri iç politikada iktisadi, hukuki, askeri, ahlaki, kültürel başarıları ile değil aksine başarısızlıkları ile tarihe mal olmuş ve olmaktadır. Tam bir hayal kırıklığıdır aslında bu Müslüman dünya için. Aynı idareler hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi evrensel değerleri hayata intikal ettirmede ileri demokratik ülkeler seviyesinin çok çok altında kalmıştır. Bugün Mekke, İstanbul, Kahire değil de Kopenhag kriterleri denmesi bile bahsini ettiği evrensel değerler, demokratik düşünceler konusunda nerede bulunduğumuzu bizlere anlatan güzel bir örnektir.
© Copyright 2025 Paperzz